Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Al-i İmran 3.Kısım

1 / 14

İslâm'da Şûra Prensibi2

İslâm'da Şûra Prensibi

Korku ve emniyet, savaş ve barış hallerinde milletin idaresi de­mek olan genel işlerde ve diğer dünyevî menfaatlarda müslümanlarla istişare et. Uhud savaşından Önce nasıl istişare ettinse, yine her ko­nuda istişare etmeye devam et ve özen göster. İsterse danıştıklarının görüşü yanlış olsun, sen istişare et. Çünkü bütünüyle hayır; ümmetini bir işi yapmazdan önce o konuda istişare etmeye alıştırıp, terbiye et­mektir. Doğru da olsa istişâreslz başkanın emrine uymamalarını öğ­retmektedir. Çünkü iktidarlarının geleceğinde istişarede çok fayda vardır. Eğer bu büyük temeli iyice yerleştirirlerse gelecekte iktidarları­na yararlı olur. Zira çoğunlukla topluluk ferdden daha az hatâ eder.

Milletin bütün işlerini tek bir kişinin direktifine teslim etmesi ise çok büyük bir tehlikedir.

Üstâd Muhammed Abduh der ki: Kişinin ne istişare etmesi, ne de istişare edilmesi kolay değildir. İstişare edilenler çok olursa o konuda da tartışma fazla olur. Görüş birliği sağlamak zorlaşır. Bu kadar zor ve engebeli olmasına rağmen Allah Teâlâ nebiyy-i zîşânma İslâm ümme­tinin davranışlarında istişare sünnetine uymalarım haber veriyor. Hz. Peygamber, son derece nezâket içerisinde ashâbıyla istişare eder ve onların her görüşüne kulak verir, bazan kendi görüşünü bırakıp onla­rın görüşüne dönerdi. Bu mes'elede üstâddan bunun dışında bir şey dinlemedim. Ancak ben derim ki; Mekke'de inen Şûra sûresinde İslâm hükümeti için konulmuş bulunan ilk kurala ilâve olarak müslüman-lara Şûra emredilmektedir. Nitekim Şûra sûresinde müslümanlann bulunması gereken durumu açıklarken «ve onların işleri aralarında istişare iledir» buyuruluyordu. İşlerden maksad normal olarak yöne­ticilerin yaptıkları umûmî işlerdir. Yoksa görüşlere göre değil de vah­ye göre serdedilen sırf dinî konulardaki mes'eleler değildir. Şayet inanç­lar, ibâdetler, helâller ve haramlar müşavere ile kararlaştırılmış bulun­saydı, bu takdirde din insan elinin mahsûlü olurdu. Halbuki din Allah tarafından konulmuştur. Bu konuda hiçbir kimsenin görüşüne i'tibâr yoktur. Ne peygamber devrinde, ne de ondan sonra, bu dinde insan elinin mahsûlü hiçbir şey yoktur. Ashâb-ı kirâm'dan nakledilir ki; on­lar dünya ile ilgili problemlerde Hz. Peygambere, buyruğunun üstüne bir görüş sunmazlardı. Ancak Hz. Peygamber bu görüşünün vahye da­yalı olmayıp, kendi görüşü olduğunu söyleyerek durumu açıklarsa gö­rüş beyân ederlerdi. Nitekim Bedir günü Hz. Peygamber, Bedir kuyu­sundan daha aşağı bir yere konakladığı sırada, Habbâb îbn Münzir; ey Allah'ın Rasûlü, şu konakladığın yerde Allah mı seni konaklattı? O takdirde burayı aşmak veya buradan, geri durmak bizim elimizde de­ğildir. Yoksa görüş, savaş ve tuzak mıdır demiş, He. Peygamber; ha­yır görüş, savaş ve tuzak buyurmuş. Bunun üzerine Habbâb İbn Mün­zir, ey Allah'ın Rasûlü, burası konaklanacak yer değil demiş. Halkı kal­dırın da düşmandan daha fazla suya yakın olan bir yere varıp konak­layalım. Sonra buradan saldıralım demiş. (...) Bunun üzerine Hz. Peygamber sen güzel görüş beyân ettin diyerek onun görüşüyle amel etmiştir.

Hz. Peygamber Şûra kaidesini zamanında, durumun icâbına göre kullanmıştır. O gün müslümanlar azınlıkta bulunuyorlardı. Mekke'nin fethiyle sonuçlanacak olan hicret görevi geldiği zaman, toplam bir mes­cidi dolduruyorlardı. Buna rağmen Hz. Peygamber kendisiyle beraber bulunan görüş ve bilgi sahiplerinin büyük çoğunluğuyla istişare edi-yprdu. Hattâ açıklanması zararlı olan mese'leleri bile onlara açıklıyordu. Nitekim Kureyş'lilerin Mekke'den savaş için çıktıkları bilgisini alınca, Bedir harbinden önce ashâbıyla istişare etmişti. Mes'ele ancak Muhacirlerin ve Ansârın görüş birliği neticesinde kararlaştırılmıştı. Aynı şekilde Uhud günü de onlarla istişare etmişti. Böylece Hz. Pey­gamber vahyin gelip açıklanmasını emrettiği konuların dışında kalan her mevzuda ümmetiyle istişare ederdi. Ve karârı anında uygulardı. Mekke'nin fethinden sonra müslümanlann sayısı çoğalıp İslâmın hâki­miyeti Medine'den uzak bölgelere yayılınca; uzak diyardaki her kabile veya köyde görüş sahibi olabilecek üstün değerli muslüman erler bu­lunuyordu. Devletin yüce yönetim noktasından uzakta bulunan bu in­sanların görüşlerini belirtmek üzere dönüşümlü olarak bir kural veya sistem koymak ihtiyâcı hissedilmiş olabilir. Ancak Hz. Peygamber bii çok neden ve hikmetle böyle bir kuralı koymamıştır:

Birincisi; bu konu İslâm ümmetinin zaman ve mekân içindeki sos­yal durumunun değişmesine göre değişir. Hz. Peygamberin Mekke'nin fethinden sonra yaşamış olduğu o çok az süre insanların akın akın Allah'ın dinine girmeye başladıkları süredir. Allah'ın, Muhammed üm­metine imparatorlukların ve ülkelerin kapısını açacağını, milletleri emri altına vereceğini Hz. Peygamber biliyordu ve bunun müjdesini almıştı. îşte bütün bu nedenler, Hz. Peygamberin Mekke'nin fethin­den hemen sonraki kısa hayat döneminde, İslâm ümmeti için elverişli olacak bir şûra kaidesini va'z etmesini engelliyordu. O'nun asrından sonra gelen dönemlerde, geniş ülkeler fethedilmiş, eski medeniyet men­subu milletler ya muslüman olmuşlar veya İslâm'ın hâkimiyyetini ka­bullenmişlerdi. Peygamber bu kaideyi va'z etmemişti. Çünkü o zaman için uygun olan kuralların, her zaman için elverişli olmasının imkan­sızlığını biliyordu. Keza araplarm ilkellik dönemlerinde uygun düşen bir kaidenin daha sonraki dönemlerine uygun düşmeyeceğini biliyordu. Binâenaleyh, en uygun olanı; Hz. Peygamberin şûra kaidelerini va'z et­meyip, ümmetin kendi şartlarına göre şûra şekillerini kabullenmele­ridir.

Bir diğer hikmet de şu idi: Eğer Hz. Peygamber belirli bir zama­nın ihtiyâcını esâs alan geçici şûra kuralları koymuş olsaydı, müs^ lümanlar onu esâs alırlar, her zaman ve her yerde dinî bir ilke imiş gibi onu uygulamaya çalışırlardı. Halbuki bu karâr dinî bir emir de­ğildir. Bu sebeple sahâbe-i güzîn Hz. Ebu Bekir'i halîfe seçerken, Hz. Peygamber onu bizim dinimiz için seçmiş, biz dünyamız için neden seçmeyelim? demişlerdi. Denebilir ki, böyle kaideler va'z edilmiş ol­saydı, İslâm ümmetinin ihtiyâç halinde o kaideleri ortadan kaldırıp değiştirme ve tebdil yoluyla tasarruflarda bulunmaları caiz olabilirdi. Biz deriz ki; Hz. Peygamber; siz dünyanızın işlerini benden daha iyi bilirsiniz, dediği halde (bunu Müslim rivayet eder) ve : Sizin dininizle ilgili konularda söyleneni yapın. Dünyanızla ilgili konulara gelince, siz bunu daha iyi bilirsiniz. (Bunu Ahmed îbn Hanbel rivayet ediyor.) Bu­yurduğu halde; insanlar onun dünya ile ilgili sözlerinden bir çoğunu din olarak kabul etmişlerdir. İnsaflı bir kişi mes'eleyi iyice düşünür, avam ve havâsstan ibaret olan mü'minler tabakasının şuur yapısını ger­çek şekilde bilir ise, bu gibi konularda halkın ekseriyetinin herhangi bir şeyi değiştirmeye rızâ göstermesinin çok zor olacağını anlar. Eğer Hz. Peygamber bunu koyup da değiştirmesine cevaz verseydi, onlar en­gellerler ve derler ki hayır, değiştirilemez. Peygamber tevazu nedeniyle değiştirilmesine cevaz vermiş ve bizim görüşlerimizden rücû' etmekle hoşlanmayalım diye bizi eğitmiştir. Aslında en doğru görüş her halü­kârda o'nun görüşüdür. Bu söylediğimize en yakın örnek İmâm Ah­med merhumun zayıf ve mürsel hadîsle amel etmeyi kıyâs ve ta'Iîle tercih etmesidir.

- Bir diğer husus da eğer; Hz. Peygamber bu kuralları kendiliğinden koymuş olsaydı, şûra ile amel etmemiş olurdu. Bu ise, onun için mu­haldir. Zîrâ o, Allah'ın emrine muhalefet etmekten uzaktır. Eğer bu kaideleri, yanında bulunan müslümanlarla istişare ederek koymuş ol­saydı, bu takdirde ümmetinin çoğunluğunun kararlaştırdığı görüşü vaz' etmiş olurdu. Tıpkı uhud gününde savaşa çıkmak konusundaki ka­rârı gibi. Daha Önce de söylediğimiz gibi, ekseriyetin görüşü yanlış idi ve Hz. Peygamberin görüşüne aykırı idi. Rasûlullah (s.a.) bu gibi kim­seleri ve hattâ fetihten sonra İslâm'a giren pek çok kimsenin karârla­rına göre İslâm hükümetinin kısas ve ilkelerini vaz' etmeye razı oldu mu? Yoksa bunu, her zaman uygun olan hükmü vermeye yetkili kı­lman ümmetin çoğunluğuna mı terketti? Evet, bu yeteneğin mahiyyeti daha sonra açığa çıktı. Umûmun menfaatini garanti edecek bir kural koymaya o günkü kitlenin kabiliyetinin yeterli olmadığı anlaşıldı. Bu­nun için Hz. Ömer (r.a.) Hz. Ebubekir'e bîat ederken; ümmetin teh­likeye ve ihtilâfa düşmesinden korkarak acele davranmıştır ve bu ko­nuda Ebubekir'e bîat âni bir olaydı. Allah müslümanları o gibi hallerin kötülüğünden muhafaza etsin. Tekrar o gibi durumlara dönmek uygun olmaz diye ifâde etmiştir. Keza Hz. Ebu Bekir de istişare etmiş, onla­rın hoşnûd olduğunu anlayınca, yerine halîfe adayı olarak Hz. Ömer'i göstermiştir ki, bir daha tefrika ve ihtilâfa mahal kalmasın. Nitekim az sonra bu konu da gelecektir. Eğer Hz. Ebu Bekir (r.a.), İslâm üm­metinin şûrayı yerine getirme konusunda hazır olduğunu bilseydi; ih­tilâf ve tefrikadan emîn olacaklarını kabul etseydi, mes'eleyi şûra hey'e-tine bırakır ve hayatında en uygun gördüğü kişiyi devlet başkanlığı görevine getirmek ve onun üzerinde oy birliğini sağlayarak dağılmayı önleyip öyle ölmek istemezdi.

Bazı kimseler derler ki: Hz. Ömer'e bîat şûraya göre değil, ta'yîne göre olmuştur. Halbuki azîz olan kitabın apaçık hükmüne göre; İslâm hükümetinin esâsı Şûra, Hz. Ebu Bekir'in Hz. Ömer'i yerine aday gös­termesi ise sahabenin görüşüdür ve Kur'an'ı neshedemeyeceği gibi, tah-sîs ve takyîd de edemez. Sahabenin cumhuru nasıl olmuşda bu karâra göre davranmış ve fakîhler de onu şer'î bir kaîde olarak benimsemişler­dir? Şiî veya şiî olmayan bağımsız araştırıcılar, fıkıhla meşgul olan •birine bu soruyu sordukları zaman, o kimse kendilerine fıkhî kurallara göre cevâb verir ve der ki; bu, ashabın kabul ettiği ve üzerinde icmâ' ettiği "bir görüştür. İcmâ' ise müstakil bir delildir ve onunla amel etmek gerekir. Biz diyoruz ki: Şîa ve diğer bağımsız araştırıcıları bu cevâb ikna' etmez. Çünkü onlar icmâ'm meydana geliş tarzını tartışmakta ve nassın bulunduğu hallerde icmâ'm caiz" olup olmadığını, icmâ'ın İslâmın menfaati gereği, kati bir mes'ele olup olmadığını tartışmakta­dırlar. Ve demektedirler ki: îcmâ'ı kabul etsek bile Hz. Ebu Bekir, nass'a muhalif olan bu konuda nasıl öne atılmıştır? Halbuki henüz o mevzuda icmâ' vâkî' olmamıştır. Siz diyorsunuz ki; bu hususta icmâ' olduğu için uyulması gerekir. Halbuki daha o hayatta iken icmâ' ger­çekleşmiş değildir? Doğrusu Hz. Ömer'e bîat, şûra ile olmuştur. An­cak bu şûra Hz. Ebu Bekir'in hayatında gerçekleşmiştir ve bunun ön­derliğini de az önce belirttiğimiz gibi bizzat Hz. Ebu Bekir yapmıştı. Hz. Ebu Bekir'in şûrayla acele etmesinin sebebi; İslâm ümmeti arasın­da kendisinin vefatından sonra ihtilâf, tefrika fitnelerinin doğması endîşesi idi. Bu sebeple kendisinden sonra gelen sahabe arasında görüş ve yer sahibi olan kişilerle istişare etti. Ve bunların ekseriyetinin Hz. Ömer konusunda muvafakat ettiklerini gördü. Bir kısmının da, Hz. Ömer'in şiddetinden çekindiklerini tesbît • ederek onların içindeki bu korkuyu izâle etmeye çalıştı ve; o beni çok yumuşak görüyor da bu­nun için şiddet gösteriyor gibi sözler söyledi. Yani ikisinin davranışla­rının birleşmesinden denge ortaya çıktığı için böyle davrandığını be­lirtti. Hattâ Hz. Ebu Bekir vefatından önce minbere çıkarak bu ko­nuyu anlattı ve halkı da ikna' etti. Böylece, daha halîfe hayattayken Ömer'i yerine aday gösterdi. Hastalığı esnasında kendisine vekîl ve öldükten sonra da millete halîfe adayı olarak onu gösterdi. Ancak Hz. Ömer'in emîr olmasındaki ana kaide ümmetin ona bîat etmesiydi. Bîa-tın sahîh olması ise şûraya dayalı değildir. Herkesi tek bir görüş üze­rinde birleştirip ümmeti memnun edecek oy birliğini sağlamak için şûraya ihtiyâç vardır. Eğer bu husus, hail ve akd ehli arasında şûrâsız gerçekleşebilecekse —günümüzdeki cumhuriyet hükümetlerinde olduğu gibi seçim yoluyla veya benzer bir şekilde gerçekleştirmek mümkün ise— nıaksad hâsıl olmuş sayılır. Hz. Ebu Bekir'in hayatta iken Hz. Ömer'i halîfe seçtirmek için istişare edip halkı ikna' etmesi, onun ölü­münden sonra ayrıca istişare etmeye gerek duyurmamıştir. Bütün ümmet ona bîat etmiş ve onu halîfe olarak kabul etmiştir. Böylece Hz. Ömer'in hilâfeti, şûradan sonra veya şûra vasıtasıyla sağlanmış olan, oy birliğine dayalı bir hilâfettir.

Hz. Ömer'in şûra için belirli şahıslan ta'yîn etmesi, onun bir iç­tihadıdır. Bu da istişare edilenlerin sayısının fazlalığından korkularak ihtilâf fitnesinin doğmasını önlemek için ve aynı zamanda şûra esâ­sını ayakta tutabilmek için yapılmış bir içtihâdtır. Hz. Ömer'in şûra için ta'yîn ettiği kişiler İslâm ümmeti içerisinde yeri ve görüşü olan insanlardır. Onlar bir konu üzerinde ittifak ederlerse, ümmet onların görüşüne boyun eğer. Keza ihtilâf edecek olurlarsa, arkalarında onlara bağlanan bir grup vardır. Çünkü her birinin arkasında bir topluluk, onu müslümanlarm emirliğine ehil olarak görüyordu. Hz. Ömer'in seç­tiği bu insanlar ülü'1-Emr veya ülü'l-Emrin önderleri ve seçkinleriydi. Bunlar, istişare edilmeye daha lâyık kişilerdi. (...)1

Azim ve Tevekkül4

Azim ve Tevekkül

Reşîd Rızâ tevekkül konusunda da şöyle demektedir: Allah Teâlâ, peygamberine istişareyi emrettikten sonra, buyuru­yor ki: «Bir azmettin mi artık Allah'a tevekkül et.» Yani bir konu­da istişare edip, şûrâ'nm tercih ettiği görüş belirdikten sonra, o görüşü gerçekleştirmeye azmedip hazırlandın mı, artık gerçekleştirme konu­sunda Allah'a tevekkül et. O'nun yardım ye desteğine güven. Kendi gücüne, kuvvetine dayanma. îyi bil ki; senin gücünden daha fazla, daha mükemmel güç vardır. Senin güvenip dayanman ve bağlanman gereken güç O'dur. Sebepler tükenip kapılar kapandığında O'na sığı­nırız. Bu konuda üstâd (Muhammed Abduh şöyle der) : Bir fiile azmet­mek; her ne kadar düşünme, sağlam görüşe ulaşma istişare ve tedbîrler alındıktan sonra gerçekleşmekte ise de bütün bunlar, başarı için ye­terli değildir. Basan, ancak Allah'ın yardım ve tevfîkı ile mümkündür. Çünkü başannm önüne dikilen haricî engelleri ancak Allah izâle eder. Bu sebeple mü'minin Allah'a güvenip dayanması onun gücüne ve kuv­vetine l'timâd etmesi gerekir.

«Doğrusu Allah tevekkül edenleri sever.» Kanunu uyarınca se­beplere sanlmakla beraber, Allah'ın güç ve kudretine dayananlan Al­lah sever. Kimide Allah severse, onu kendi lutfuyla şahsî güç ve kuv­vetine dayanmaktan alıkoyar. (...) Kişi gurur ve kibre kapıldığı için mes'elelere iyice bakamaz. Allah'ın buyruklarını gaflet ve alayla din­ler. Mes'elelere erinerek el atar. Allah'a dayanan kişi görerek kulağını verir. İbret gözüyle bakar ve o zaman gözü demir gibi keskindir. Ka­rarlılıkla elini atar, o zaman pençesi güçlü kuvvetlidir. Çünkü o, duyar ve görür. Hak için amel eder. Arzunun süslediği, gururun aldattığı bâtıl için değil. Böylece kudsî hadisin doğrulayıcısı olur. Kudsî hadîste buyurulur ki: Ben onu sevdiğimde gördüğü gözü, duyduğu kulağı ve dokunduğu eli olurum. Âyet-i kerîme; şartları yerine gelmiş olan karâ­rın uygulanmasının gerekliliğini açıkça belirtmektedir. Savaş ve yö­netim gibi umûmu ilgilendiren mevzularda şartların en önemlisi isti­şaredir. Çünkü kararsızlık ruhtaki zayıflığın, ahlâktaki sarsıntının ifa­desidir. Söz ve davranışlarda kimseye güvenmemenin neticesidir, özel­likle kararsız olan kişi, devlet başkanı veya ordu komutanı ise onun kararsızlığı başında bulunduğu devlete veya orduya güveni ortadan kal­dırır. Bilhassa bu kararsız davranış işe başladıktan sonra devam eder­se, daha tehlikelidir. Bunun için Hz. Peygamber; Uhud'da şûrada beli­ren görüşten dönmek isteyenlere i'tibâr etmemiş, zırhım giymiş oldu­ğu halde, onların şehrin dışına çıkmak istememelerini gözönüne al­mayarak çıkmıştır. Bu ise —daha yukarda belirtildiği gibi— kesin so­nuca vardıktan sonra şûra karârının uygulamaya konulmasının gerek­liliğini gösterir. Böylece Hz. Peygamber onlara, her işin bir zamanı ol­duğunu ve istişarenin de bir vakti olduğunu bildirmiş, istişare bitince iş zamanının geleceğini öğretmişti. Bir başkasının; şûranın karârla­rını uygulamaya başlayınca, karârını bozmasının, işini bırakmasının doğru olmayacağını belirtmiştir. O başkan, isterse şûra ehlinin görü­şünün hatalı olduğunu kabul etsin. Tıpkı Hz. Peygamberin Uhud sava­şma çıkıştaki şûra karârının uygun olmadığını kabul etmesi gibi. Bu husus, zararlardan en hafif olanı istenir, kuralına irĞâ' edilebilir. (...) Yukarda açıklananlardan tevekkülün ancak sebeplere sarılmak­la olabileceği ve tevekkül iddiasında bulunup da sebepleri terketmenin akılsızlık, şeriatı bilmemek olduğunu görmüştük. Tevekkülün yeri kalb-dir. Sebeplere göre davranmanın yeri organlardır. Allah'ın yarattığı fıt­rat gereği; insan da bu karârı uygulayan kişidir. Allah'ın fıtratında ve yaratışında değişme göremezsiniz. Binâenaleyh şeriatta insan; se­beplere sarılmakla mükelleftir. Nitekim Allah Teâlâ Mülk sûresinde şöyle buyurur: «Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Öyleyse yerin sırtlarında dolaşın, Allah'ın verdiği rızıktan yeyin, sonunda dönüş O'nadır.» (Mülk, 15). Nisa sûresinde ise şöyle buyurur : «Ey îmân eden­ler, ihtiyatlı davranın, bölük bölük veya hep birden savaşa gidin.» (Nisa, 71). Enfâl sûresinde ise şöyle buyurur: «Onlara karşı gücünü­zün yettiği kadar Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi sindirmek üzere kuvvet ve savaş atlan hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz her şey, size hak­sızlık yapılmadan tamamen ödenecektir.» (Enfâl, 60). Bakara sûresin­de ise şöyle buyurur: «Ve azık edinin. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır.» (Bakara, 197) Hûd sûresinde peygamberi Lût (a.s.) a şöyle emreder : «Geceleyin bir ara ailenle beraber yola çık.» (Hûd, 81). Mûsâ peygambere de şöyle emretmektedir : «Kullanım geceleyin yola çıkar.» (Duhân, 23) Hz. Ya'kûb'un oğlu Yûsuf (a.s.) a söylediklerini aktarırken de şöyle buyurur: «Oğulcuğum, rü'yânı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar. Zîrâ şeytân insanın apaçık düşmanıdır.» (Yû­suf, 5) Keza Ya'kûb'un şöyle dediğini aktarır: «Oğullarım, tek bir ka­pıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah katında size bir faydam olmaz. Hüküm ancak Allah'ındır. O'na tevekkül ettim. Tevek­kül edenler de O'na tevekkül etsinler.» (Yûsuf, 67). Böylece Allah'a te­vekkül ettim diyenleri uyarmakla birlikte, Allah'a tevekkülün gereği de bu âyette hatırlatılarak iki vâcib birleştiriliyor. Bu ikisi arasında çelişki olmadığı, mü'minin bunlardan kendini uzak sayamayacağı be­lirtiliyor. Çünkü kişi tevekkül edip de gerekli tedbîri almaz, Allah'ın sebepler ve sonuçlarla ilgili kanununu gözönünde bulundurup hazırlan­mazsa kaybettiğinde ve amacına ulaşamadığında; pişman olur, yanar, şer'an ve aklen gülünç olur. Nitekim Allah Teâlâ israf konusunda şöyle buyuruyor: «Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.» (İsrâ, 29). Kişi; hazırlanıp sebeplere sarılır ve güvenir de kalbi Allah'tan gafil olursa; çalışmasının boşa gitmesi ve maksadına ulaşmaması halinde paniğe kapılır, huzursuz olur. Sabredemez, dayanamaz. Kişiye işleri kolay gös­teren sabır ve sebattan uzaklaşır. Artık o insan, kayıpdan nasıl ya­rarlanmak gerektiğini ve işlerini nasıl düzenlemek icâb ettiğini anla­yamaz. Kurtuluş ve başarı ümidi kalmaz, ümitsizliğe ve ye'se düşer. Bunun için Allah Teâlâ birçok âyet-i kerîme'de sabırla tevekkülü aynı yerde zikretmiştir. Nitekim İbrahim sûresinde kavmiyle tartışan pey­gamberlerden söz ederken şöyle buyuruyor : «Bize yollarımızı gösteren Allah'a niçin tevekkül etmeyelim? Bize ettiğiniz eziyete elbette sabre­deceğiz. Tevekkül edenler ancak Allah'a tevekkül etsinler.» (İbrahim, 12). Peygamberler Allah'ın kendilerini ilâhî yola sevkettiğini bildiri­yorlar ki bu yol sebepler konusundaki ilâhî kanunlardır. Ancak müte­vekkil oldukları için kendilerini sabra alıştırdıklarım da bildiriyor. Di­ğer taraftan zulme uğradıktan sonra hicret edenler için: «Onlar ki sabrettiler ve Rablarma tevekkül ederler.» (Nahl, 42) buyuruyor. Keza Ankebût sûresinde; «iş yapanların mükâfatı ne güzeldir. Onlar ki sab­rederler ve Rablarma tevekkül ederler.» (Ankebût, 58 - 59) buyuruyor. İnananları; iş yapmak, sabır ve tevekkülle niteliyor. Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Peygambere de; «Öyleyse O'nu vekil edin. Ve müş­riklerin söylediklerine sabret.» (Müzzemmil, 9) buyuruyor. Ayrıca ona «Kâfirlere ve münafıklara uyma. Onların eziyyetlerinden vazgeç. Ve Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak Allah yeter.» (Ahzâb, 48) buyuruyor. Burada sözüne güvenilmeyen kişilerin sözüne göre davranmayı yasaklarken, tevekkül emri de birlikte geliyor. Sözüne güvenilmeyen insan; hîle yapar, aldatır ve doğruyu söylemez. Aynı zamanda bu âyette te­vekkül ile istişareyi de birleştiriyor. Bütün bunlar müsbet ve menfî yön­leriyle sebeplere sarılmaya âmirdir. Ayrıca Talâk sûresinde rızıktan mahrûmiyyet veya genişlik bahis mevzuu iken, tevekkül sözkonusu edi­liyor. Keza azgınların işkencelerine sabırdan sözedilirken; yine tevek­kül bahis mevzuu ediliyor: «Allah müttakîlere kurtuluş yolu sağlar '/e onlara beklemedikleri yerden rızık verir. Kim de Allah'a tevekkül ederse Allah ona yeter. Allah emrini yerine getirendir.» (Talâk, 43). Ayrıca âhiretten gafletten ve dünya rızkından genişliğine aldanmak­tan vazgeçmeyi bildiren âyette de tevekkül bahis mevzuu ediliyor: «Size verilmiş olan herhangi bir şey sadece dünya hayatının metaldir. Allah katında olan îmân edip tevekkül edenler için çok daha hayırlı ve daha süreklidir.» (Şûra, 36)

Sebeplere sarılmakla tevekkül etmeyi birlikte ele alan Kur'an'dan bu âyetlerle yetiniyoruz. Bu konudaki hadîs-i şeriflere gelince; en sa­hihlerinden birisi cennete hesâbsız olarak gireceklerden bahseden ha­dîstir. Ahmed İbn Hanbel ile Buhârî ve Müslim'in Abdullah îbn Abbâs'-tan merfû' olarak naklettikleri hadîs birkaç değişik ifâdeyle vârid ol­muştur. Bunlardan biri şöyledir: Ümmetimden yetmişbin kişi hesâbsız olarak cennete girer. Bunlar muska yaptırmayan, uğura inanmayan ve ateşle dövme yaptırmayan ve Rablarma tevekkül edenlerdir. (...) Gö­rüyorsunuz ki, hadîs-i şerifte tevekkül, bir takım vehme dayalı dav­ranışları terketmeyle birlikte zikredilmiştir. Hadîs-i şerîf muskayla şifâ istemeyi reddetmiştir. Çünkü muska, şifânın hakîkî sebebi değildir. An­cak sebepleri bilmeyen ve kavrayamayan câhiller, bilinmez sebepler ol­duğunu söyleyerek muskadan şifâ umarlar. Şerîat, tabiat, akıl ve na­kil; eşyayı hakîkî sebeplerinden öğrenmek gerektiği konusunda birleş­miştir. (...)

Bu hadîsten ayrı olarak bir diğer hadîste de şöyle buyurulur: Siz, eğer Allah'a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşları rıziklandırdığı gibi sizi de rızıklandınrdı. Onlar sabahleyin aç karınla giderler, akşamle­yin tok karınla dönerler. Bu hadîsi İmâm Ahmed, Tirmizî ve îbn Mâce zikretmişlerdir. Tirmizî bu hadîsin hasen ve sahîh olduğunu söyler. Hâkim de onu sahîh saymıştır. Zehebî tevekkülün çalışmayla beraber olduğu görüşünü bu hadîse dayandırır. Çünkü bahis mevzuu olan kuş­lar, sabahleyin rızkını aramaya koşar, aç kannla gider, ama akşamle­yin tok kannla dönerler. Hadîs-i şerîf kuş yuvasında durup kalırsa Allah ona hiç çalışmadan rızık indirir, demiyor.

Bu konuda bir diğer hadîs de şöyledir: Hz. Peygamberin yanına gelen ve devesini başı boş bırakmak isteyen birisi; Hz. Peygamber'e de­vemi bağlayıp öyle mi tevekkül edeyim? diye sormuş. Hz. Peygamber de: Bağla, öyle tevekkül et, buyurmuş. Tirmizî bu hadîsi Enes'den ri­vayet eder. (...)

Bu konuda selef-i sâlihînin pek çok rivayetleri ve özlü sözleri var­dır. (...) Ahmed îbn HanbeHn oğlu Abdullah der ki: Ben babama de­dim ki: Şu mütevekkiller; biz otururuz, Allah rızkımızı gönderir di­yorlar. Ne dersin? O; bu, çirkin ve kötü bir sözdür, dedi ve Allah Azze ve Celle: «Cum'a günü namaza çağırıldığında Allah'ın zikrine koşu­nuz ve alış-verişi bırakınız,» buyuruyor, dedi. Yine Ahmed îbn Han-bel'in oğlu der ki; ben babama; biz, Allah'a tevekkül ediyoruz çalışıp kazanmayız, diyen bir topluluğun durumunu sorduğumda dedi ki: Bütün İnsanların Allah'a tevekkül etmesi gerekir. Ancak kendilerine de çalışıp kazanmak düşer. O söz, ahmak bir insanın sözüdür. Ahmed îbn Hanbel'in oğlu Sâlih'den rivayet edilir ki; o babasına tevekkülü sorduğunda şöyle demiştir: Tevekkül güzel bir şeydir. Fakat kişiye gereken; insanlara yük olmamaktır. Kişi çalışmalı, ailesine ve evine yeterli olmalı ve işi bırakmamalıdır. (...) Hz. Ebubekir, Osman, Ab-durrahmân, Talha ve diğerleri (Allah onlardan razı olsun.) ticâret ya­parlardı. Hatta Ebubekir halîfe seçildiğinin ertesi günü pazara gide­rek sabahleyin omuzuna elbise asmış ve onları satıyormuş. Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde gelip, ne yapıyorsun? demişler. O da alış-veriş yapıyorum, demiş. Onlar sen müslümanların basma geçtiğin halde niçin hâlâ ticâ­ret yapıyorsun? dediklerinde, o, ailemi ne ile doyuracağım? demiş. Aca­ba bunu diyen Ebubekir mütevekkil değil miydi? Sahâbe-İ güzîn ken­di elinin kazancıyla yetinmeye çalışmışlardır. Ashâbtan; biz Allah'a te­vekkül ettik. O çalışmadan bizi nzıklandırır diyene rastlanmamıştır. 2

165 — Onları iki misline uğrattığınız bir musibete kendiniz uğrayınca;, bu nereden? dediniz. De ki: O, kendi-nizdendir. Doğrusu, Allah her şeye Kâdir'dir.

166 — iki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah'ın emliyleydi. Bu; mü'minleri belirtmek içindi.

167 — Bir de münafıklık edenleri açığa vurmak için­di. Kendilerine: Gelin Allah yolunda savaşın veya savu­nun, dendiği zaman: Şayet savaşmayı bilseydik peşiniz­den gelirdik, dediler. O gün onlar îmândan çok küfre ya­kındılar. Kalblerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyor­lardı. Onların gizlediği şeyi Allah çok iyi bilir.

168 — Kendileri oturarak kardeşleri için: Bize uysa-lardı öldürülmezlerdi, diyenlere, de ki: Şayet sâdıklardan iseniz kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin.

İki Ordunun Karşılaşması6

İki Ordunun Karşılaşması

Allah Teâlâ buyuruyor:

Onları Bedir günü, 70 kişiyi öldürmek, bir o kadarını da esir al­mak suretiyle iki misline uğrattığınız bir musibete, Uhud günü 70 şe-hîd vermek suretiyle kendiniz uğrayınca; Bu nereden? dediniz. De ki: O, kendinizdendir.

tbn Ebu Hatim diyor : Babam... Ömer İbn Hattâb'ın şöyle dediğini anlattı:

Bir sonraki sene Uhud günü olunca müslümanlar, Bedr günü fid­ye almak suretiyle yapmış olduklarının cezasını çektiler: Onlardan yetmiş kişi öldürüldü, Rasûlullah (s.a.) in ashabı, kendisini bırakıp kaçtı. Azı dişi kırıldı. Başındaki tolgası kırıldı ve yüzüne kan aktı.

(Bunun üzerine) Allah Teâlâ: «Onları iki misline uğrattığınız bir musibete kendiniz uğrayınca : Bu nereden? dediniz. De ki: O, kendi­nizdendir.» Bedir günü fidye almanızdandır.

İmâm Ahmed de bunu, Abdurrahmân İbn Ğazvân —ki bu zât Kurâd Ebu Nuh'tur— dan kendi senediyle, ancak daha uzun olarak rivayet etmiştir. Hasan el-Basrî de böyle söylüyor.

îbn Cerîr diyor: Bize Kasım... Ali (r.a.) nin şöyle dediğini nak­leder: Cibril (a.s.), peygamber (s.a.) e geldi ve; ey Muhammed, Allah Teâlâ, ashabının esir almalarını hoş görmedi. Allah sana onlan şu ikiden birini yapmakta muhayyer bırakmanı emrediyor: Ya onları ge­tirirler, sen de boyunlarını vurursun, ya da kendilerinden de onların sayısınca adam (daha sonraki bir harbde) öldürülmek üzere fidye alırlar.

Rasûlullah (s.a.) insanları (ashabını) çağırdı ve bunu onlara an­lattı. Onlar; ey Allah'ın Rasûlü, onlar akrabalarımız ve kardeşlerimiz fidyelerini alsak. Bu aldıklarımızla düşmanla muharebe için kuvvet-lensek de bizden onların sayısı kadarı şehîd olsa. Bunda bizim hoşlan-mıyacağımız bir şey yok, dediler ve Bedir günü aldıkları esîr sayısınca Uhud günü kendilerinden 70 kişi öldürüldü.

Hadîsi, Tirmizî ve Neseî de başka bir tarîkten rivayet etmişler; Tlr-mizî; hasendir, garîbdir, demiştir. Hadîs, mürsel olarak Ubeyde'den de rivayet edilmiştir.

Muhammed İbn İshâk, îbn Cüreyc ve Süddî şöyle derler:

«De ki: O, kendinizdendir.» âyeti, Uhud günündeki okçular hak­kındadır ve âyet şöyle anlaşılmalıdır :

«De ki: O, kendinizdendir.» Rasûlullah (s.a.) a, size yerinizden ay­rılmamanızı emrettiği zaman isyan etmeniz, emrini dinlemeyerek ye­rinizden ayrılmanız sebebiyledir. «Allah her şeye Kâdir'dir» dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun hükmüne karşı çıkacak da yoktur.

«İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah'ın emriyleydi.» Sizin düşman önünden kaçmanız, onların sizden bazılarım öldürmesi, bazılarınızı yaralaması, Allah'ın kaza ve kaderi ileydi ve bunda bir hikmet vardı. Bu, mü'minlerden sabır ve sebat ederek sarsılmayanları belirtmek içindi.

Burada Abdullah İbn Übeyy îbn Selûl'un yolda kendine uyan (ve dönen) arkadaşları kastedilmiştir. Mü'minlerden bazıları da onlara tabî olmuşlar ve onları geri (Rasûlullah'ın yanına) dönmeye, savaşa ve müslümanlara yardımcı olmaya teşvik etmişler, onlara «veya savu­nun» demişlerdi.

kavline îbn Abbâs, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Dahhâk, Ebu Salih, Hasan ve Süddî; müslümanların sayısını artırın, mânâs; ver­mişlerdir.

Hasan İbn Salih; dua ile savunun, diye tefsir ederken, başkaları da; cihâd ediniz, şeklinde tefsir etmişlerdir. Onlar; savaşmayı bilsey­dik peşinizden gelirdik, diye bahane ettiler.

Mücâhid diyor ki; «Savaşmayı bilseydik peşinizden gelirdik.» sö­züyle; sizin harbe tutuşacağınızı bilsek mutlaka gelirdik. Ama siz harbe tutuşmayacaksınız, demek istiyorlardı.

Muhammed îbn İshâk diyor: Muhammed îbn Müslim, îbn Şihâb ez-Zührî, Muhammed îbn Yahya îbn Hibbân, Âsim İbn Ömer îbn Ka-tâde, Husayn îbn Abdurrahmân îbn Amr îbn Sa'd, îbn Muâz ve daha başka âlimlerimiz haber veriyorlarki; Rasûlullah (s.a.) Uhud günü bin ashâbıyla birlikte yola çıkmıştı. Şavt —Medîne İle Uhud arasında bir yerdir— denilen yere gelince Abdullah îbn Übeyy îbn SelÜJ; onları (as­habı kasdediyor) dinledi de savaşa çıktı, beni dinlemedi. Vallahi ey insanlar, bilmiyorum ki burada kendimizi niçin öldüreceğiz? diyerek ordunun üçte biriyle ayrıldı ve münafıklarla birlikte geri döndü. Seleme oğullarından Abdullah İbn Amr İbn Haram da onların peşinden gitti ve onlara; düşmanla karşılaşınca peygamberinizi ve kavminizi terketmeniz hususunda size Allah'ı hatırlatırım, dediyse de onlar; sa­vaşacağınızı bilsek sizi bırakmazdık. Fakat biz savaş olacağını sanmı­yoruz, dediler. Abdullah îbn Amr îbn Haram onların söylediklerine kar­şı çıkıp müslümanlardan kesinlikle ayrılma fikrinde olduklarını görün­ce; Allah düşmanları; Allah sizden uzak olsun. Allah sizden müstağ­nidir, dedi. Ve (onlardan ayrılarak) Rasûlullah'ın bulunduğu yere doğ­ru yöneldi.

Allah Teâlâ buyuruyor:

«O gün onlar îmândan çok küfre yakın idiler.» Âlimler bu âyetin kişinin hallerinin değişebileceğine, bazan küfre yakın bir halde, bazan da îmâna yakın bir halde bulunabileceğine delil olduğunu söylerler.,

Sonra şöyle buyuruyor:

«Kalblerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı.» Söyledikleri sözün sıhhatine kendileri de inanmıyordu. «Şayet savaşmayı, savaş ola­cağım bilseydik peşinizden gelirdik.» diyorlardı. Fakat onlar kesin ola­rak biliyordu ki, uzak bir beldeden bir müşrik ordusu geliyordu ve on­lar Bedir günü önderlerinin öldürülmesinden dolayı müslûmanlara diş biliyorlardı. Müslümanlardan kat kat üstündüler ve mutlaka araların* da çarpışma olacaktı. Onların gizlediği şeyi Allah çok iyi. bilir.

Kendileri oturarak kardeşleri için; Medîne-i Münevvere'de kalma ve düşmana karşı Medîne dışına çıkmama şeklindeki görüşümüze ku­lak vererek «bize uysalardı öldürülmezlerdi.» diyenlere, de ki: Ma­dem ki harbe çıkmayarak oturmak kişiyi ölümden ve öldürülmekten kurtarıyor; o halde sizin de ölmemeniz gerekir. Halbuki yüksek burç­larda bile olsanız, mutlaka ölüm size gelecektir. Şimdi «Şayet sâdık­lardan iseniz kendi nefislerinizden ölümü çevirin bakalım.»

Mücâhid, Câbir îbn Abdullah'tan rivayetle bu âyetin Abdullah îbn Übeyy îbn Selûl hakkında nazil olduğunu söylüyor.3

169 — Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma­yın. Bilakis onlar diridirler. Rabları katında rızıklandırı-lırlar.

170 — Allah'ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinerek arkalarından henüz kendilerine katılmayanla­ra; kendilerine korku olmadığîmı ve üzülmeyeceklerini, müjdelemek isterler.

171 — Onlar Allah'tan gelen bir nimet ve kerem ile ve Allah'ın mü'minlerin mükafatını zayi' etmeyeceği müj-desiyle sevinirler.

172 — Kendileri yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin davetine koşanlar, ihsan edenler ve sakınan­lar için pek büyük mükâfat vardır.

173 — Onlar ki; bir takım kimseler kendilerine; düş­manlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan kor­kun, dedikleri zaman bu haber onların îmânını artırır da; Allah bize kâfidir. 0 ne güzel Vekîl'dir, derler.

174 — Sonra da kendilerine hiçbir kötülük dokunma­dan Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler. Allah'ın rızâsına uydular. Ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.

175 — O şeytân, ancak kendi dostlarını korkutur. Mü'min iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.

Allah Yolunda Öldürülenler Diridir7

Allah Yolunda Öldürülenler Diridir

Allah Teâlâ, şehîdlerin her ne kadar bu dünyada öldürülmüş ol­salar da, ruhlarının âhlrette diri ve Rabları tarafından nzıklandınl-makta olduğunu haber veriyor.

İbn Cerir diyor: ... Enes İbn Mâlik, Rasûlullah (s.a.) in Bi'r-i Maûne halkına gönderdikleri hakkında şunları rivayet ediyor: O şöyle dedi:

40 kişi mi, 70 kişi miydiler bilmiyorum. Bu su (Bi'r-i Maûne) üzej rinde Âmir îbn Tufeyl el-Ca'ferî varcu.

Rasûlullah (s.a.) in ashabından onlar üzerine gönderilenler, yola. çıktılar ve bu suya bakan bir mağaraya gelerek oraya oturdular. Bir­birlerine; Rasûlullah (s.a.) m rlsâletini bu suyun halkına hanginiz teb­liğ edecek? dediler. İbn Milhân el-Ansârî; Rasûlullah (s.a.) m risâle-tini ben tebliğ ederim, dedi ve çıkıp onların mahallesine gitti. Evle­rinin önünde (bir yere) gizlendi ve; ey Bi'r-İ Maûne halkı; ben Allah Rasûlü'nün size gönderdiği elçisiyim. Ben şehâdet ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. Allah ve Rasûlüne îmân ediniz, diye seslendi. Evin bir tarafından bir adam elin­de mızrakla çıktı ve mızrağı bir yanma sapladı. Mızrak öbür tarafın-, dan çıktı. İbn Milhân; Allahü Ekber, Kâ'be'nin Rabbma yemîn olsun ki kazandım, dedi.

İzini ta'kîb ederek mağaradaki arkadaşlarını buldular ve Âmir îbn Tufeyl (kabilesi) onların hepsini öldürdü.

İshâk, Enes İbn Mâlik'ten rivayetle şöyle der :

«Allah onlar hakkında şu âyeti indirdi:

«Biz Rabbımızdan, Rabbımız da bizden razı olarak Rabbınııza ka­vuştuğumuzu kavmimize ulaştırın.»

Sonra bu âyet nesholundu ve biz, onu bir süre okuduktan sonra da kaldırıldı, (ref olundu) ve Allah «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar Rabları katında diridirler, rızıklandınlır-lar.» âyetini indirdi.

Müslim sahîh'inde... Mesrûk'tan rivayet ediyor ki o, şöyle dedi:

Abdullah'a : «Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın...» âyetini sorduk. Şöyle anlattı: Biz de bunu sorduk. Rasûlullah şöyle buyurdu : Onların ruhları yeşil bir kuşun kanundadır. Kuş için Arş'tan asılı kan­diller vardır. Cennette dilediği yere uçar. Sonra da bu kandillere varır. Rabları onlara tecellî ederek; bir şey istiyor musunuz? buyurur. On­lar; ne isteyelim. Biz cennette dilediğimiz yere gidiyoruz, derler. Rab­ları bunu üç kere tekrarlar. Mutlaka bir şey istemeden bırakılmaya­caklarını anlayınca; ey Rabbımız, derler; Senin yolunda bir kere da­ha öldürülmek üzere ruhlarımızın cesetlerimize geri çevrilmesini isti­yoruz, derler. Rabları onların hiçbir ihtiyâcı olmadığını görünce, bıra­kılırlar.

Bunun bir benzeri Enes'den ve Ebu Saîd'den de rivayet edilmiştir.

İmâm Ahmed diyor ki... Enes, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurdu­ğunu nakletti: Allah katında bir hayrı olup da dünyaya dönmenin kendini sevindirmiyeceği hiçbir ölü yoktur. Ancak şehîdler müstesna. Şehîdlikte gördüğü faziletten dolayı onu da ancak tekrar (Allah yolun­da) öldürülmek üzere dünyaya dönmek sevindirir.

Bu hadîsi Hammâd tarîkıyla rivayette Müslim tek kalmıştır.

İmâm Ahmed diyor: ... Câbir şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) bana: Bilmiyor musun ki; Allah babam diriltti ve; dile benden, buyurdu. Ba­ban da Allah'a; dünyaya geri döndürüleyim de tekrar (senin yolunda) öldürüleyim, dedi. Allah Teâlâ buyurdu ki; Ben hükmettim ki onlar oraya dönmeyecekler.

Hadîsi bu şekliyle sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir. Buhârî, Müslim, ve başka kitaplarda hadîs şöyledir:

«Ebu Câbir —Abdullah İbn Âmir İbn Haram el-Ansârî'dir.— Uhud günü şehîd edilmişti.

Hadîsin bundan sonraki kısmının isnadı Buhârî'de değişiktir ve Câbir'e varmaktadır. Cabîr şöyle dedi: Babam öldürülünce yüzündeki örtüyü açarak ağlamaya başladım. Rasûlullah (s.a.) m ashabı beni bundan alıkoydular. Rasûl-i Ekrem ise bundan menetmeyerek; ona ağlama, buyurdular. O, kaldırılıncaya kadar melekler kanatlarıyla onu gölgelediler, buyurdu.

Hadîsi Buhârî, Müslim ve Neseî yine Câbir'e varan başka bir ta-rîktan müsned olarak rivayet etmişlerdir.

İmâm Ahmed... îbn Abbâs'tan naklediyor ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular :

Kardeşleriniz Uhud'da ölünce Allah Teâlâ onların ruhlarını ye­şil kuşların karınlarına koydu da cennet ırmaklarına vardılar. Orada cennet meyvelerinden yediler ve Arş'm gölgesinde; altından kandillere ulaştılar (sığındılar). Güzel yeme-içme ve karşılanmayı görünce; ne olurdu, kardeşlerimiz Allah'ın bize yaptıklarım bilselerdi de cihâddan uzak kalamasalar ve harbden yüz çevirmeselerdi, dediler. Allah Teâlâ : Bunu sizden uzaklaştırırım, buyurdu ve : «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın...» âyetiyle bundan sonraki âyetleri indirdi.

İmam Ahmed hadîsi böylece rivayet etti.

Hadîsi İbn Cerîr, Ebû Dâvûd ve Hâkim Müstedrek'inde rivayet etmiş olup, Hâkim'in senedi daha sağlamdır. Ve yine İbn Abbâs'a da­yanmaktadır.

Aynı hadîsi Süfyân es-Sevrî de... îbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Hâkim, Müstedrek'inde... İbn Abbâs'tan rivayet ediyor o şöyle dedi: «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın...» âyeti Hz. Hamza ve arkadaşları hakkında nâzü olmuştur.

Hâkim hadîsi rivayet ettikten sonra; hadîs, Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir; fakat tahrîc etmemişlerdir, der.

Katâde, Rebî, ve Dahhâk âyetin Uhud'da şehîd olanlar hakkında nazil olduğunu söylerler.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh... Câbir İbn Abdullah'dan naklediyor ki; o şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) bir gün bana baktı ve; ey Câbir, seni düşünceli görüyorum, buyurdular. Ben; ey Allah'ın Rasûlü, babam şe-hîd oldu. Arkasında borç ve (bakılması gereken bir) aile bıraktı, dedim. Rasûlullah (s.a.); sana haber vereyim ki, Allah hiç kimseyle perde ar--kasmdan olmaksızın konuşmamışken babanla yüzyüze konuştu ve ona; iste Benden, vereyim, buyurdu. Baban; (Ey Rabbım), Senin için (Se­nin yolunda) ikinci bir kez öldürülmek için tekrar dünyaya döndürül­mem! istiyorum, dedi. Hak* Teâlâ; daha önce söz verdim. Onlar (ölenler) oraya (dünyaya) kat'iyyen döndürülmeyecekler.» buyurunca baban; arkamda kalanlara (bunu) ulaştır, dedi. Allah Teâlâ da; «Allah yolun­da öldürülenleri sakın ölü sanmayın...» âyetini indirdi.

Hadîsi İbn Merdûyeh, yine Câbir'e varan başka bir senedle; Bey-hakî de Ali İbn el-Medînî tarîkıyla Delâilü'n-Nübüvve'sinde rivayet et­mişlerdir.

Ayrıca Beyhakî Ebu Ubâde el-Ansârî hadîsinden ve Câbir'e varan bir senedle hadîsin bir başka şeklim rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed... İbn Abbâs'tan naklediyor ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Şehîdler cennet kapısında üzerindedirler. Üstlerinde yeşil bir kubbe vardır. Sabah-akşam kendilerine nzıklan cennetten gönderilir.

Bu şekliyle hadîsi sadece İmâm Ahmed rivayet etmiş olup hadîsi îbn Cerîr de rivayet etmektedir ve o'nun isnadı ceyyiddir.

Öyle anlaşılıyor ki; şehîdler iki kısımdır, kiminin ruhları cennette dolaşmaktadır, kimininki de cennet kapısındaki bu nehirde. Yürüyüş­lerinin sonunda bu nehre ulaşmış olmaları (yürüyüşlerinin bu nehirde son bulmuş olması) ve oraya toplanmış olmaları da ihtimâl dahilinde­dir. Böylece orada nzıklan kendilerine verilir ve (yine) giderler.

İmâm Ahmed'in Müsned'inde rivayet edilen bir hadîs (tüm) mü'-minlere; ruhlarının cennette dolaşacağı, cennet meyvelerinden yeyip onun güzellik ve sevinçlerini göreceği, Allah'ın kendileri için hazırlamış olduğu şerefi müşahede edeceği, müjdesini içermektedir. Azîz ve sa-hîh bir isnâdla rivayet edilen bu büyük hadîste dört mezhebten üçünün görüşleri toplanmıştır. Şöyleki:

İmâm Ahmed, Muhammed îbn İdris eş-Şâfiî'den; o, Mâlik İbn Enes el-Asbâhî'den, o, Zührî'den... rivayet ediyorlar ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: Mü'minin ruhu; Allah'ın, kendilerini tekrar dirilteceği günde cesetlerine döndürünceye kadar cennet ağaçlanndan yiyen bir kuştur. Bu hadîste mü'min kişinin ruhunun cennette bir kuş şeklinde olduğu tasvir edilmektedir.

Şehîdlerin ruhları ise, —daha önce geçtiği üzere— yeşil kuşların içinde olup diğer bütün mü'minlerin ruhlarına nisbetle yıldızlar gibi­dir. Onlar bizzat kendileri uçarlar.

Allah'ın bizi îmânda dâim kılmasını dileriz.

Allah Teâlâ buyuruyor: «Allah'ın keremiyle kendilerine verdikle­rinden sevinerek, arkalarından henüz kendilerine katılmıyanlara...»

Allah yolunda öldürülmüş olan şehîdler; Allah katında diridirler. İçinde bulundukları nimetten dolayı sevinçlidirler. Kendilerinden son­ra Allah yolunda öldürülecek olan kardeşlerine onların da kendi yan­larına geleceklerini müjdelemek isterler. Onlar önlerinde olan şeyler­den korkmaz, arkalarında bıraktıklarına da üzülmezler.

Muhammed İbn İshâk kavlini şöyle izah eder: Onlar kendilerinden sonra, kendileri gibi (Allah yolunda) vuruşan kar­deşlerinin onlara katılmalarından sevinç duyarlar.

Süddî diyor : Şehide bir kitap verilir. Bu kitapta şöyle yazılıdır : Şu günde sana falan gelecek, şu günde sana falan gelecek. Dünya ehli­nin uzakta olan tanıdıklarının gelmesiyle sevindikleri gibi şehîd de buna sevinir.

Saîd İbn Cübeyr der ki: (Şehîdler) cennete girip de şehîdlere cen­nette (hazırlanan) değeri ve şerefi görünce : Ne olur, dünyadaki kar­deşlerimiz bizim bildiğimiz keramet ve şerefi bilseler de harbe hazır bu­lununca şehîd olmaya çalışsalar ve şehîd olup bizim kavuştuğumuz hayra onlar da kavuşsalar, derler. (İşte) Rasûlullah (s.a.) onların bu halini ve içinde bulundukları şerefi haber verdi. Rablan da onlara; peygamberinize (vahiy) göndererek sizin durumunuzu ve içinde bu­lunduğunuz nimet ve şerefi ona haber verdim, buna sevinin, buyurdu. İşte «... Arkalarından henüz kendilerine katılmayanlara... müjdelemek isterler.» âyetinin anlamı budur.

Buhârî ve Müslim'de Enes'ten rivayet ediliyor:

Bi'r-i Maûne'de ansârdan 70 kişi bir sabah topluca öldürülmüşler­di. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onları öldürenler aleyhinde kunût duası okumuş ve la'net etmişti. Enes der ki: Onlar hakkında âyet nazil oldu. Allah tarafından kaldırılıncaya kadar (neshedilinceye kadar) biz bu âyeti okurduk. Neshedüen âyetin metni şöyledir:

«Bizden kavmimize ulaştırın ki; biz Ratobımıza kavuştuk. O biz­den hoşnûd oldu. Bizi de hoşnûd eyledi.»

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

«Onlar, Allah'tan gelen bir nimet ve kerem ile ve Allah'ın mü'­minlerin mükâfatını zayi' etmeyeceği müjdesiyle sevinirler.»

Muhammed tbn İshâk der ki: Onlar, kendilerine va'dedilenin ye­rine getirildiğini ve bol sevabı görünce sevinirler.

Abdurrahmân îbn Zeyd tbn Eşlem der ki: Bu âyet şehîdleri ve diğer efradıyla bütün mü'minlere şâmildir. Allah'ın peygamberlere ver­diği lütuf ve sevabı zikredip de onlardan sonra mü'minlere verdikle­rini zikretmediği yer çok azdır.

«Kendileri yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin dave­tine koşanlar...» âyetine gelince; bu, Hamrâü'1-Esed günü olmuştur. Şöyle ki:

Müşrikler Uhud'da, müslümanlara yapacaklarını yaptıktan sonra, memleketlerine dönmek üzere yola çıkmışlar, yola devam ederken de Medîne'lilerin işlerini niçin bitirmedik diye pişman olmuşlardı. Bu ha­ber Rasûlullah (s.a.) a ulaşınca müslümanları, müşrikleri korkutmak ve henüz kuvvetli olduklarını onlara göstermek üzere müşriklerin pe­şinden gitmeye çağırdı. Uhud harbine katılanların dışında —ilerde zik­redeceğimiz sebebe binâen— Câbir İbn Abdullah hâricinde kimseye de (bu sefere katılmak için) izin vermedi. Müslümanlar da yaralı ve güç­süz olmalarına rağmen, Allah ve Rasûlüne itaat ederek bu çağrıya ica­bet ettiler.

tbn Ebu Hatim... îkrime'den naklediyor ki, o şöyle dedi: Müşrik­ler Uhud'dan dönüşlerinde; Muhammed'i öldürmediniz, genç kızlarını esîr almadınız, ne kötü yaptınız, dönün, dediler. Rasûlullah (s.a.) bunu duyunca müslümanları (müşriklerin peşinden gitmeye çağırdı). Onlar da icabet ettiler ve Hamrâü'I-Esed'e —Ya da Bir-i Uyeyne'ye— kadar geldiler.

Müşrikler; önümüzdeki yıl döneriz, dediler. Rasûlullah (s.a.) da döndü ve bu da bir gazve sayıldı. (Bunun üzerine) Allah Teâlâ : «Ken­dileri yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Rasûlü'nün davetine ko­şanlar...» âyetini indirdi.

Hadîsi İbn Merdûyeh de... İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Muhammed İbn İshâk anlatıyor :

Uhud harbi şevval ayının yarısındaki cumartesi günü olmuştu. Harbin ertesi günü —ki Şevvâl'in 16. günüdür— Rasûlullah (s.a.) in müezzini düşmanın peşinden gidileceğini ve bir evvelki gün harbe ka­tılanların dışında hiç kimsenin bu sefere katılmayacağını duyurdu. Ca-bir İbn Abdullah Rasûlullah (s.a.) ile konuştu ve şöyle dedi: Ey Al­lah'ın Rasûlü, babam arkasında yedi kız kardeşimin başına, beni bı­raktı ve dedi ki; oğulcuğum, bana ve sana bu kadınları arkalarında, er­keksiz bir halde bırakmak yaraşmaz. Rasûlullah (s.a.) ile birlikte cihâd (a katılma şerefini kazanmada) seni kendime tercih edecek de değilim. Kız kardeşlerinin başında bulunmak üzere arkada kal. Ben de onların başında arkada kaldım.

Bunun üzerine Rasûlullah (s:a.) Câbir'e izin verdi ve o da bu se­fere katıldı. Rasûlullah (s.a.) düşmanı korkutmak, onlara, peşinden gidecek kadar kuvvetli olduklarını ve başlarına gelenin henüz kendi­lerini düşman karşısında zayıflatmadığını göstermek üzere bu sefere çıkmıştı.

İbn İshâk anlatıyor: .. .Âişe Bint Osman Abdü'l Eşhel oğulların­dan ve Rasûlullah'ın ashabından birisinden —ki o adam Uhud'da bu­lunmuştu— nakletti ki o, şöyle dedi: «Ben ve kardeşim Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Uhud'da bulunduk ve yaralı olarak döndük. Rasûlul­lah (s.a.) m müezzini düşmanın peşinden gidileceğini duyunca ben kardeşime —ya da kardeşim bana— Rasûlullah (s:a.) ile birlikte bu gazayı kaçıracak mıyız? Allah'a yemîn olsun ki, binecek bir hayvanı­mız olmadığı gibi birimiz de ağır yaralı, dedim. Rasûlullah (s.a.) ile bir­likte sefere çıktık. Benim yaram kardeşimirtkinden daha hafifti. Onun yarası ağırlattığında bir süre ben onu taşıyordum, bir süre de yürü­yordu. Böylece müslümanlarm vardığı yere kadar biz de vardık.

Buhârî... «Kendileri yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygam­berin davetine koşanlar...» âyeti hakkında rivayet ediyor: Hz. Âişe Urve'ye şöyle demiş :

Ey kızkardeşimin oğlu, senin babaların Zübeyr ve Ebubekir onlar­dandı. Allah'ın Rasûlü; Uhud günü musibete dûçâr olup da müşrikler onlardan ayrıldıktan sonra; müşriklerin geri dönmelerinden çekine­rek, kim onların peşinden gidecek? buyurdu. (Gitmek istiyenlerden) yetmiş kişi seçti. İşte Ebubekir ve Zübeyr de onlar arasındaydı.

Hadîsi bu şekliyle sadece Buhârî rivayet etmiştir. Ayrıca Hâkim hadîsi Müstedrek'inde Hişâm İbn Urve'den rivayetle, hadîs sahihtir, fakat Buhârî ve Müslim tahrîc etmemiştir, der.

Yine Hâkim hadîsi... Urve'den rivayet eder, Urve şöyle der : Hz. Âişe bana: Yavrucuğum, senin baban kendileri yara aldıktan sonra Allah ve Peygamber'in davetine koşanlardandır, dedi.

Hâkim hadîsi rivayet ettikten sonra: Buhârî ve Müslim'in şart­larına göre, hadîs sahihtir, fakat onlar tahrîc etmemişlerdir, demek­tedir.

Hadîsi İbn Mâce, Saîd îbn Mansûr ve Ebu Bekr el-Humeydî Müs-ned'inde rivayet etmişlerdir.

Ebu Bekr îbn Merdûyeh diyor : ... Hz. Âişe şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) bana: Muhakkak ki senin iki baban Ebubekir ve Zübeyr kendi­leri yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin davetine koşan­lardandır, buyurdular.

Bu hadîsin, Rasûlullah'a kadar ulaştırılması, isnadı yönünden da­ha önce söylediğimiz gibi —bu hadîsin Hz. Âişe'de mevkuf olarak sika râvîler. tarafından rivayet edilmesi sebebiyle— hatâdır. Mânâ yönünden de hatâdır. Çünkü Zübeyr, Hz. Âişe'nin babalarından değildir. O halde bu sözü Hz. Âişe Urve fbn Zübeyr'e söylemiştir. Bunun da sebebi Urve İbn Zübeyr'in Hz. Âişe'nin kız kardeşi Esma bint Ebu Bekr'in oğ­lu olmasıdır. îbn Cerîr, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ediyor: Al­lah, Uhud günü olanlardan sonra Ebu Süfyân'ın kalbine bir korku saldı da Mekke'ye döndü: Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurdular : Ebu Süfyân sizden bir parça almış, koparmış ve dönmüştür. Allah da onun kalbine bir korku bırakmıştır.

Uhud harbi Şevval ayında olmuştur. Tüccarlar Medine-i Münev-vere'ye Zülkâde ayında gelirlerdi. Ve Bedr es-Suğrâ denilen yerde her sene bir kere iner konaklarlardı. Tacirler Uhud harbinden sonra gel­diler, mü'minler yaralanmıştı. Bu sebeble Rasûlullah (s.a.) ashabının kendisiyle beraber gelerek, onların peşinden gitmeleri konusunda çağ­rıda bulundu ve şöyle dedi: Onlar (yani tacirler) şimdi göçüp Hacca geliyorlar. Böyle bir şeye önümüzdeki yıla kadar güç yetiremezler. Şey­tân dostlarını korkutarak; muhakkak ki insanlar, sizin için toplandı­lar, dedi. Rasûlullah'm ashabı kendisine uymayınca, Rasûlullah; insan­ları teşvik etmek için peşimden kimse gelmese dahi ben gidiyorum, dedi.

Bbubekir Sıddîk, Ömer, Osman, Ali, Zübeyr, Sa'd, Talha, Abdur-rahmân İbn Avf, Abdullah İbn Mes'ûd, Huzeyfe İbn el-Yemmân, Ebu Ubeyde İbn el-Cerrâh ile birlikte yetmiş kişi Hz. Peygamberle beraber geldiler. Ve Ebu Süfyân'ın peşinden yürüdüler. Onu arayarak Safra denilen yere kadar gittiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Kendileri yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin davetine koşanlar...» âye­tini indirdi.

îbn îshâk sonra şöyle der: Rasûlullah (s.a.) çıktı ve Hamrâ'ül-Esed denilen yere kadar vardı. Hamrâ'ül-Esed, Medîne-i Münevvere'ye sekiz mil mesafededir.

İbn Hişâm diyor ki: Rasûlullah (s.a.) Medîne-i Münevvere'de İbn Ümm-i Mektûm'u vâlî olarak bıraktı ve Hamrâ'ül-Esed'de pazartesi, salı ve çarşamba günleri kaldı. Sonra Medîne-i Münevvere'ye döndü. Onlar, Hamrâ'ül-Esed'de iken yanlarına Mâbed îbn Ebu Ma'bed el-Huzâî uğradı. Huzâa içinde o günlerde müşrik olanlar da, müslüman olanlar da vardı. Ancak Rasûlullah (s.a.) ile sulh içindeydiler. O civar­da olanları Rasûlullah'tan gizlemezlerdi. Ma'bed de o sırada henüz müşrik idi.

Ma'bed dedi ki; ey Muhammed, vallahi ashabın ve senin başına ge­lenler bize ağır geldi. Biz isterdik ki; sen onların içinde afiyette olasın. Sonra Rasûlullah (Hamrâ'ül-Esed'de iken Ma'bed ayrıldı ve Ravha de­nilen yerde Ebu Süfyân ve beraberindekilere ulaştı. Ebu Süfyân ve yanındakiler Rasûlullah'a ve ashabının üzerine tekrar saldırmak üzere söz birliği etmişlerdi, şöyle diyorlardı: Biz o'nun arkadaşlarının kuvvetlilerinl, kumandanlarını ve şereflilerini yaraladık. Sonra onların kökünü kazımadan döndük. Muhakkak geri döneceğiz, kalanların üze­rine hücum edip işlerini bitireceğiz.

Ebu Süfyân Ma'bedi görünce sordu: Arkanda ne var, ne yok ey Ma'bed?

Ma'bed dedi ki: Muhammed ashâbıyla beraber sizin peşinizden çıktı. Şimdiye kadar görmediğim bir topluluk içinde. Hepsi size karşı yanıp kavruluyor (diş biliyor) lar. Size kinleri büyük. Uhud günü geri­de kalanlar da onun yanında toplanmışlar, daha önce yaptıklarından pişmanlar ve size karşı şimdiye kadar görmediğim bir nefret içindeler.

Ebu Süfyân: Yazıklar olsun, ne diyorsun? dedi. Ma'bed: Allah'a yemin olsun ki, eğer hemen ayrılmayacak olursanız, atlarının alınlarını göreceksiniz.

Ebu Süfyân şöyle dedi: Vallahi biz, onların arkada kalanlarının kökünü kazımak üzere üzerlerine hücuma karâr vermiştik.

Ma'bed şöyle dedi: Ben seni bundan men'ederim. Allah'a andol-sun ki, gördüğüm kalabalık bana şu şiiri söyletti, dedi. Ebu Süfyân; (şiirinde) ne dedin? dedi. O da, şöyle dedim, dedi ve şiirini okudu.

Ma*bed'in söyledikleri Ebu Süfyân ve yanındakileri fikirlerinden caydırdı.

Ebu Süfyân'ın olduğu yere Abdülkays oğullarından bir grup uğradı. Ebu Süfyân onlara sordu : Nereye gidiyorsunuz? Onlar: Medine'ye gi­diyoruz, dediler.

Ebu Süfyân : Niçin? diye sordu. Onlar da : Yiyecek almak için, dediler. Ebu Süfyân tekrar sordu : Sizinle göndereceğim bir mektubu Muhammed'e iletir misiniz? Eğer bunu yaparsanız, yann Ukkâz'da size üzüm getiririm.

Onlar da : Pekiyi, dediler.

Ebu Süfyân devam etti: O'na ulaştığınızda haber verin ki, biz o'na ve ashabına doğru, kalanların kökünü kazımak için yürümeye karâr verdik.

Rasûlullah (s.a.) Hanırâ'ül-Esed'de iken Abdülkays oğulları grubu onlara yetişti ve Ebu Süfyân ile arkadaşlarının söylediklerini Rasû-lullah'a haber verdi. Rasûlullah (s.a.) in ashabı «Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir» dediler.

İbn Hişâm, Ebu Ubeyde'den rivayetle zikreder ki, Rasûlullah (s.a.) a müşriklerin geri dönecekleri haberi ulaşınca şöyle buyurdu : Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, onlara bir taş gönderil­di. Bu karârda sabaha kadar direnselerdi, dün gibi gider olacaklardı.

Hasan el-Basrî «Kendileri yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin davetine koşanlar» âyeti hakkında şöyle der : Ebu Süfyân ve arkadaşları müslümanları yaralayıp döndüklerinde —ki bu olay Uhud. günü olmuştur— Rasûlullah (s.a.) : Muhakkak ki, Ebu Süfyân döndü ve Allah da onun kalbine bir korku saldı. Kim onun peşinden gidecek? buyurdular. Rasûlullah önce kalktı, Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali peşinden kalktılar. Rasûlullah (s.a.) in ashabından bir grup da kendilerine uydu. Rasûlullah (s.a.) m peşlerinden geldiği haberi Ebu Süfyân'a ulaştı. Onlara tacirlerden bir kervan uğradı. Ebu Süfyân dedi ki: Geri döner de Muhammed'e; benim kendileri için bir ordu topla­dığımı ve onların üzerine geri geleceğimi haber verirseniz, size şöyle şöyle mükâfat var, dedi.

Tacirler geldiler ve bunu Rasûlullah (s.a.) a haber verdiler. Al­lah'ın Rasûlü : «Allah, bize yeter, O, ne güzel vekildir.» buyurdular. Allah da bu âyeti indirdi.

İkrime, Katâde ve başkaları da aynı şekilde bu âyetin Hamrâ'ül-Esed vak'ası hakkında nazil olduğunu söylediler. Bu âyetin Uhud'dan sonra vâki' olan ikinci Bedir olayı hakkında nazil olduğu söylenirse de doğru olan birincisidir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki; Onlar, bir takım kimseler kendilerine; düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar. Onlardan korkun, de­diklerinde ve böyle diyerek kendilerini düşmanların çokluğuyla korkut­tuklarında buna aldırmayıp Allah'a tevekkül ettiler ve O'ndan yardım dileyerek, Allah bize kâfidir, O ne güzel Vekîl'dir, derler.

Buhârî «Hasbunallah ve ni'mel vekîl» âyeti hakkında İbn Abbâs'-tan nakletti ki; bu sözü İbrahim (a.s.) ateşe atıldığında söylemiştir. Muhammed (s.a.) de düşmanlar sizin için kuvvetlerini topladılar, on­lardan korkun, dedikleri zaman bu sözü söylemiştir. Bu hadîsi Neseî de... İbn Ayyâş'tan rivayet etmiştir. Garîbdir ki, Hâkim de bu hadîsi Ah-med İbn Mûnus'tan rivayet eder, Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre bu hadîs sahihtir, fakat tahrîc etmemişlerdir, der.

Buhârî Ebu Ğassân Mâlik İbn İsmâîl kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki, o şöyle dedi:

İbrahim (a.s.) ateşe atıldığında son sözü «Allah, bana yeter, O, ne güzel Vekil'dir» olmuştur.

Abdürrezzâk diyor ki: İbn'Uyeyne... Abdullah İbn Amrtn şöyle dediğini nakleder: Bu, yani, «Hasbunallah ve ni'mel-vekîl» sözü îbrâ-hîm (a.s.) in ateşe atıldığında söylediği sözdür. Hadîsi îbn Cerîr de ri­vayet etmiştir.

Ebu Bekr'İbn Merdûyeh diyor: Bize Muhammed îbn Ma'mer... Enes İbn Mâlik'ten onun da Rasûlullah'tan naklettiğine göre; Uhud günü Rasûlullah'a; Düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar1, onlardan korkun, denildiğinde Allah Teâlâ bu âyeti indirdi.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh yine aynı sened ile Ebu Râfi'den rivayet eder ki, RasûluIIah (s.a.) Hz. Ali'yi beraberinde bir grupla Ebu Süf-yân'ın peşinden gönderdi. Huzâa kabilesinden bir bedevi onlara rast­layarak, doğrusu o kavim, yani müşrikler, sizin için toplandılar, dedi­ğinde onlar «Hasbunallah ve ni'mel-vekîl» dediler. Ve onlar hakkında bu âyet indi. Sonra İbn Merdûyeh diyor ki: Bize Da'lec İbn Ahmed'in... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetine göre, o şöyle dedi: RasûluIIah (s.a.) büyük bir işe, musibete dûçâr olduğunuzda «Hasbunallah ve ni'mel-vekîl» deyiniz, buyurdular.

Bu şekliyle bu hadîs, garîb bir hadîstir.

îmânı Ahmed diyor : Bize Hayve İbn Şüreyh... Avf İbn Mâlik'ten nakletti ki; RasûluIIah (s.a.) iki kişi arasında bir mes'elede hüküm verdi. Aleyhine hüküm verilen geri döndüğünde, «Allah, bana yeter, O, ne güzel vekildir» dedi. RasûluIIah (s.a.); bu adamı bana geri geti­rin, buyurdu.

Adam gelince Rasûl-i Ekrem; ne dedin? diye sordu.

Adam; «Allah, bana yeter, O, ne güzel vekildir,» dedim, karşılığını verdi. RasûluIIah (s.a.); Allah aczi ayıplıyor, fakat sen akıllı olmalı­sın, (akıllı ol). Sen bir işi yapamayınca, «Allah bana yeter, O ne güzel vekildir,» de, buyurdu. Hadîsi Ebu Dâvûd ve Neseî de rivayet etmiş­lerdir.

İmâm Ahmed diyor: Bize Esbât... Müddessir sûresi âyeti hakkın­da İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: RasûluIIah (s.a.) sûr'un sahitri, sûr'u ağzma almış ve yüzünü çevirmiş, ne zaman emredilecek de sûr'u üfliyeceğim diye beklerken, ben nasıl olur da ni'met içinde ola­bilirim, buyurdular. RasûluIIah (s.a.) in ashabı; ey Allah'ın Rasûlü, o halde ne diyelim? diye sordular. RasûluIIah; «Allah, bize yeter, O, ne güzel vekîldir, Allah'a tevekkül ettik,» deyiniz, buyurdular.

Hadîs bunöan başka bir şekilde de rivayet edilmiştir. Ve bu ceyyid bir hadistir.

Mü'minlerin anası Hz. Âişe ve Zeyneb'ten rivayet edildi ki, ikisi kar-' şılıkh övünürlerdi. Zeyneb; beni Allah evlendirdi. Sizi ise aileleriniz ev^ lendirdi, dedi.

Hz. Âişe de; benim temiz olduğum, semâdan Kur'an'da inmiştir, dedi. Zeyneb bunu kabul etti sonra; Saffân İbn Muattal'm devesine bindiğinde nasıl demiştin? diye sordu. Hz. Âişe : Allah bana yeter, O, ne güzel vekîldir, diye cevap verdi. Zeyneb: Müminlerin söyleyeceği sözü söylemişsin, dedi.

Bunun İçin Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Onlar, Allah'a tevekkül ettiklerinde Allah onları üzen şeye karşı onlara kâfi geldi ve onlar hakkında hîle düşünenin kötülüğünü onlardan geri çevirdi de memleket­lerine, beldelerine, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allah'dan bir nimet ve bollukla geri döndüler. Düşmanlarının kendileri için kalb-lerinde gizlemiş oldukları kötülük onlara dokunmadı. Onlar Allah'ın rızâsına uydular ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.

Beyhakî diyor: Bize Abdullah el-Hâfız... İbn Abbâs'tan nakletti ki o:

«Sonra da kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler» âyeti hakkında şöyle demiştir: Âyet­teki nimet, onların düşmandan kurtulmalarıdır. Âyetteki lütuf kelime­sine gelince... onun da mâhiyyeti şöyledir : Rasûlullah (s.a.) ve ashabı­nın bulunduğu yere bir kervan uğradı. Ticâret mevsimiydi. Rasûlullah (s.a.) kervanı satın aldı, çok mal kazandı ve onu ashabı arasında tak­sim etti.

Mücâhid'den rivayetle îbn Ebu Necih : «Onlar ki bir takım kimse­ler kendilerine, düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar, onlar­dan korkun.» âyeti hakkında şöyle dedi: Bu Ebu Süfyân'dır. Ebu Süf-yân Hz. Muhammed (s.a.) e, buluşacağımız yer arkadaşlarımızı öldür­müş olduğunuz yer olan Bedir olsun, dedi. Muhammed (s.a.) de; bel­ki, dedi.

Rasûlullah (s.a.) verdiği 'bu söz üzerine yola çıktı ve Bedr'e indi. Orada pazara rastladılar, alışveriş yaptılar. İşte «Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler. Allah'ın rızâsına uydular ve Allah çok büyük lütuf sahibidir» âyetinin mânâsı budur.

Mücâhid sonra der ki: Bu, küçük Bedr gazvesidir. Bunu îbn Cerîr rivayet etmiştir. Yine İbn Cerîr'in Kâsım'dan... Onun da İbn Cüreyc'-den rivayetine göre İbn Cüreyc şöyle demiştir : Rasûlullah (s.a.) Ebu Süfyân'a verdiği sözü yerine getirmek üzere yola çıktığında, müşrikler­le karşılaşmaya başladılar ve onlara Kureyş'in durumunu sordular. Müşrikler müslümanlan korkutmak maksadıyla, Kureyş'in kendileri­ne bir hîle ya da bir baskın yapmak üzere ordu topladıklarını söyledi­ler. Müminler de «Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir,» diyerek Bedr'e kadar geldiler. Bedir'deki pazarı rahat buldular. Orada hiç kimse ken­dileriyle tartışmadı. Sonra müşriklerden bir adam; bari Mekke halkı­na Muhammed'in (a.s.) atlılarını haber vereyim diyerek bir şiir yazdı.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

«O şeytân ancak kendi dostlarını korkutur.» Sizi, dostlarıyla kor­kutur ve size onların güçlü, kuvvetli olduğu vehmini verir. Mü'min ise­niz onlardan korkmayın, Benden korkun. Size öyle bir şey söylendiğin­de ve size böyle bir vehim verildiğinde Bana tevekkül edin, dayanın,

Bana iltica edin. Ben size yeterim. Ve size yardım edecek olan da Be­nim.

Kur'an-ı Kerîm'deki Allah'ın şu âyetleri de bu mânâdadır :

«Allah kuluna yetmez mi? Seni O'ndan başkasıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptarsa onu hidâyete erdirecek yoktur. Allah kimi de hi­dâyete erdirirse, onu saptıracak yoktur. Allah, intikam sahibi mutlak gâlib değil midir? Andolsun ki onlara; gökleri ve yeri yaratan kimdir? diye sorsan, muhakkak, Allah'tır, diyecekler. De ki: Öyle ise söyleyin bakayım, Allah bana bir zarar vermek istese, O'nu bırakıp ta taptıkla­rınız O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet di­lerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi? De ki: Allah bana yeter. Te­vekkül edenler O'na tevekkül ederler.» (Zümer, 36-38)

«O halde şeytânın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytânın hilesi zayıftır.» (Nisa, 76)

«İşte onlar, şeytânın taraftarıdırlar. İyi bilin kî, şeytânın taraftar­ları muhakkak hüsrana uğrayanların kendileridir.» (Mücâdile, 19)

«Allah: Ben ve peygamberlerim elbette gâlib geleceğiz, diye yaz­mıştır. Şüphesiz ki, Allah Kavî'dir, Azîz'dir.» (Mücâdile, 21)

«Şüphesizki Allah, kendisine yardım edenlere yardım eder.» (Hacc, 40)

Ey îmân edenler, Allah'tın dâvasına) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.» (Muhammed, 7)

«Şüphesiz ki biz, peygamberlerimize ve îmân etmiş olanlara, hem dünya hayatında, hem de şâhidlerin şehâdet edecekleri günde mutlaka yardım ederiz. O gün zâlimlere ma'zaretleri fayda vermez. La'n'et on­ların, yurdun kötüsü de onlarındır.» (Ğâfir, 51-52)4

İzahı13

İzahı

Uhud Harbinin Cereyan Tarzı13

Uhud Harbinin Cereyan Tarzı

Pakistan'lı büyük bilgin Muhammed Hamîdullah, Uhud harbinin cereyan şeklini tarihî kaynaklara dayanarak şöyle anlatıyor:

Mekkeü Kureyşîlerin Bedr'de ilk hezimetlerinden sonra terketmek mecburiyetinde kaldıkları, Suriye ve Mısır'a ve bir çok diyarlara bağ-lıyan ma'lûm yolun kendileri için değer ve Önemi çok büyüktü. Bunun için, mukabil bir sefer hazırlıklarına yardım olmak üzere, tertipledik­leri çeyrek milyon dirhemlik serveti hiç de israf telâkki etmiyorlardı. Bedr'de müslümanlar tarafından esir edilmiş arkadaşlarından altmı­şına fidye-i necat olarak bu parayı tercîhan harcadılar. Her esirin va­sati olarak 4000 dirhem fidye-i necat parası ödemesi lâzımdı. İbn Hi-şâm, ve diğerlerinin verdikleri malûmata nazaran Kureyşîler, sadece mahallî gönüllü askerler, hattâ ebedî müttefikleri Ehâbiş kabilesi asker­leriyle (bunlar ücretli idi) iktifa etmediler. Amr İbn Âs, Abdullah îbr Ziba'râ, Hubeyre İbn Vehb, Musâfi İbn Menâf, Amr İbn Abdullah el Cumâhî gibi bazı mühim şahsiyetleri, bütün arabistan yanmadasın dolaşarak, kabilelere İslâmiyetin arzettiği yeni tehlikeyi haber verme ye ve izah etmeye gönderdiler ve onlardan, bütün kuvvetlerini «Polic< Action = Önleyici Hareket» halinde Medîneye karşı birleştirmelerin istediler. Heyet, muvaffak olmuştu; bütün Bedeviler, mahşer halindi bu vazife etrafında toplandılar.

Hz. Peygamberin (s.a.) Mekke'deki gizli ajanı, amcası Abbâs, di ğer Mekkelilerle birlikte Bedr'de esir alındığı zaman, onun da fidye-necât ile mükellef tutulmasına rağmen, Mekke'ye döndükten sonra ği fâr kabilesinden bir haberci vasıtasıyla Mekke'de zamanla inkişâf edeı en son durumlardan Hz. Peygamber (s.a.) i haberdâr ediyordu. (İbı Sa'd, II, 25). Düşman hicretin 3. yılında Medine üzerine yürüdüğü za man esasen Medîneliler hazır vaziyetteydiler. Kureyşliler ve müttefik leri Uhud dağı yakınında Medine şehrinin kuzeyinde karargâh kui dular.

Uhud dağı, Medine'nin tam şimaline düşmekte ve şehrin merke zinden itibaren beş kilometre kadar bir mesafede bulunmaktadır. Ku reyşliler, Medine'nin cenubunda uzak bir mesafede bulunan Mekke den gelmişlerdi. Mekke'li müstevliler, cenûbdan geldikleri halde, niçt Medine'nin cenubuna isabet eden bir yerde durmadılar da Medîne'j atlayıp, çok daha ötelere yürüdüler ve şehrin şimalinde karargâh kuı dular? Bu halde ise, Medîne'liler, onların ric'at ve takviye yollarını kolayükla kesebilirlerdi. Gerek mahallî ve gerekse yabancı birçok müte­hassıs bilgine, bu meseleyi sordum, kimse beni ikna' eden bir cevâb ve­remeyince mütereddit bir şekilde şu neticeye vardım ki; bugünkü Uhud diye anılan yerin, meşhur muharebenin cereyan ettiği gerçek Uhud ol­maması gerekir. Bugün, artık unutulmuş olan hakîkî Uhud'un ve coğ­rafyacılar olduğu kadar, eskilerin de ittifakla te'mîn etmeleri, hattâ Uhud'un unutulmaz ve en hürmete şayan şehidi Hz. Hamza'nm türbesi bile, vardığım bu neticeden dönmemde bence kâfi deliller değildir.

Filhakika; mezkûr mahalli ziyaret ve arazîyi tedkîk fırsatını ele geçirdiğim zaman, anladım ki; ömrüm boyunca sayfalarını çevirdiğim kitaplar, çok yüksek ma'lûmata sahip âlimlerle görüşmelerim veya mektuplaşmalarım, durumu bana tam manâsıyla izah etmekten uzak kalmışlardır.

Medine'nin mahallî durumu ve Hz. Peygamber (s.a.) zamanında arzettiği manzara :

Hakîkaten Medine, yapısı lâv olan eni ve boyu takriben onbeş ki­lometrelik bir ova üzerinde kurulmuştur. Esâsında bu ova Cevf'ül-Medl-ne diye adlandırılır; sonradan Hz. Peygamber (s.a.) tarafından «Haram» mukaddes, tecâvüzden masun yer olarak isimlendirilmiştir. Bu ova her taraftan zincirleme uzanan yüksek dağlarla çevrilidir. Ulaştırma, bu dağların aralarında kalan dar vâdîler arasından yapılır. Eski müellifle­rin «Air» ve «Sevr arası» dedikleri bu ova, aynı zamanda, bu iki dağın arasında muhteşem Şal' dağına ve diğer stratejik kıymete sahip küçük tepelere de sahiptir.

Hz. Peygamber (s.a.) devrinde Medîne, bugünkü hal ve tertibi ile bir şehir halinde değildi, kalabalık cadde ve iskân mıntıkaları yoktu, o günlerde Medine'de bir çak Arap ve Yahûdî kabileleri vardı ve her kabilenin köyü yahut mahallesi, birbirinden tamamen ayrı mıntaka-larda bulunuyordu; aralarındaki mesafe bir iki veya daha fazla kilo­metrelerle ölçülmekteydi. Bu karyelerin teşkîl ettikleri zincir Air dağın­dan Sevr dağına doğru uzanıyordu.

Bu kabîle köylerinden her biri, bir veya birkaç kuyuya sahipti ve hepsinde de taştan yapılmış çift katlı evler de inşâ edilmişti. Bütün köylerde «Utm» veya «Ucum» denilen sağlam yapıda birçok burç ve hisarlar yapılmıştı. Bir harp vukuunda kadınlar, çocuklar ve mevâşî ve diğer menkûl eşya, emniyet gayesiyle buralara nakledilirlerdi. Bir zamanlar, bu nevî kulelerden, şehirde yüz kadar mevcûd bulunuyordu. Şayet Benû Zeyd kabilesinin 14 hisara sahip olduğunu söylersek, durum, kendiliğinden izah edilmiş olur. (Kays İbn'ül-Hatîm'in Divânı, neşr. Kowalski, s. XVIII). Hattâ bunlardan bazıları çok büyüktü. (Kitâb'ül-Eğânî, XIII, 124) e göre Uheyla Îbn'ül-Culah'a âit «Utm'üd-Dihyan» bunlardandır; bu sonuncusu üç katlı olup temeli siyah lâv taşlarıyla

örülmüştü. Burcun iki katı da «nabara» denen gümüş gibi beyaz taş­tan yapılmıştı ve bu hisar o kadar yüksekti ki, deve ile bir günlük me­safeden göze çarparda. Bu kulenin harabelerine Küba denen köy ci­varında 1947 senesinde tarafımdan rastlanmıştır. Mahfuz kalan ze­min kat, harâbî bir halde bile olsa, bize İslâm'dan evvel, Medine şehri­nin askerî yapı ve mimarîsi hakkında fikir edinmek imkânını vermek­tedir. Medine'deki bu hisarların ekserisinde, uzayan muhasara durum­larına karşı, burç sakinlerini içme suyundan mahrum etmemek için kuyular açılmıştır. Bu yaygın ve birbirlerinden aralıklarla ayrılmış köyler bir yana, herbir kabilenin fertlerine âit birçok bahçe ve tarla­lar da mevcuttu. Bunları, birbirlerinden ayıran müşterek duvarlar ise keza taştan yapılmıştı. Bütün bu tarla ve bahçeler Medine'nin her is­tikâmetinde yaygın olarak bu şehri kuşatıyordu.

Kabilelerin ikâmet ettikleri bu mahallelerden birinin adı «Yesrib» idi; suyun çok bol olduğu Uhud dağının cenubî garbisinde, vaktiyle muhtemelen kurulu bulunduğu yeri bana tereddütle göstermişlerdi. Muhtemeldir ki; burası İslâm'dan evvel bu bölgenin ya ilk ikâmetgâh­larının te'sîs edildiği veya en ma'mûr ve müreffeh veyahutta en mü­him ikâmet bölgesini teşkil ediyordu. Her nasılsa, şurası gerçektir ki; bu mahal, bu bölgenin bir kısmını teşkil ettiği halde, bütün bölgenin İsim-lendirilmesinde kullanılmıştır. Aynı durumda, diğer çeşitli memleket­lerdeki mahal isimlerinde de rastlanmaktadır. Sonraları, sadece Medine olarak anılan «Medînet'ün Nebi» bölgenin merkezine isabet eden bir yerdedir.

Mekkeli Kureyşîlerin Medine ahâlîsine karşı husûsî garazları yoktu. Onlar, sadece bir tek kişiye karşı kızgındılar. O da Medine'ye sığınmış olup kendi hemşehrileri olan Hz. Peygamberdi (s.a.). Şehrin dışından «Medînet'ün-Nebî» ye varmak için, bir çok bahçelerde mevcut sık ağaç kümelerini aşmak zarureti vardı. Bunun için binlerce kişilik bir or­dunun rahatça meydan muharebesi verebileceği hiçbir şey mevcûd de­ğildi. İkinci asır müellifi Samhûdî'nin (Vefâ'ül-Vefâ adlı eserinin Hen­dek bahsinde) îbn îshâk'tan naklettiğine nazaran «Medine dışarıya bir cihetten açıktı, diğer taraflar, bir düşmanın geçit bulamayacağı binalar, hurma korulukları gibi manialarla himaye edilmekteydi» demektedir.

M. Hamîdullah daha sonra Medine ve civarını şöyle tanıtıyor :

Medine havalisinin topoğrafik durumu tedlûk edilirse, görülür ki cenûb-i şarkîde Kubâ ve Avâlî mıntakasmda nüfus kesafeti hayli yük­sektir. Cenûb-i garbî ve cenûbda lav yapısında ve son derece arızalı te­pelerin birbirini kovaladığı arazî yer alır ki, gerek süvârî ve gerekse piyadelerin döğüşmesi için hiç de müsâid olmayan bir mmtıkadar. Şark­ta Küba'dan Uhud dağına kadar Yahûdî köyleri uzanmaktadır. Batı kesiminde, çok kesif bir tarzda kümelenmemekle beraber, bahçeler ve ağaçlıklar yer almaktadır. Arazî tam manâsıyla münblt olmayıp, şart­lar o günlerde bile çok iyi olamazdı. Bugünkü kalenin şimal tarafında tâm Şam kapısının garbında Benû Sâide kabilesinin toplantı odası bu­lunmaktadır ki; bu Benû Sâide kabilesinin burada yaşadığım gösterir. Şimâl-i garbîde Mecîdî kapısı hâricinde çok eski bahçeler vardır ki, Hz. Peygamber (s.a.) zamanına âit birçok hâtırayı nefsinde taşımaktadır. Şimale doğru bir düzine kadar kuyu burada yapılan bir umûmî has-tahane inşâatı sırasında, temel kazılırken keşfedilmiştir. Buradan biraz Şark istikâmetinde doğrulacak olursak, Sal' dağının tâm tepesinde Benû Haram kabilesinden zamanımıza kadar kalan mezarlıkları görü­rüz; bu da açıkça gösteriyor ki, bu kabile, bu istikâmette ikâmet et­mekteydi. Medine'nin tamamen garbinde Vadî el-Akîk'in nehir yatağı boyunca bilhassa şimal-i garbî tarafından ve aynı zamanda tarihî bir kuyu olan Bir'ü Ru'ma'nın altına düşen yerde ve Kıbleteyn Camiinin tâm cenubunda birçok bahçe ve bostanlar yer almaktadır. Bir'rû Ru'ma ve etrafındaki sulak arazî esâsında bir şahsa aitti. Sonradan, üçüncü halîfe olan Hz. Osman, Hz. Peygamber (s.a.) in ısrarlı talebi üzerine burayı satın almış ve gayet iyi bilindiği gibi, burayı umûmun istifâde­sine olmak üzere terketmiş, yani vakıf haline getirmişti.

Şimdi görüyoruz ki; şimal ciheti tâm bir açık ârâzî manzarasında-dır. Beyaz renkli, tuzlu bir arazî olan bu kısım bu gün bile her ne çe­şit olursa olsun, hiçbir zirâata elverişli değildir. Medine şehri, bu mm-takadan diğer kesimlere nazaran daha çok zarar görebilirdi.

Yukanda da zikrettiğimiz gibi, Medine'nin cenubu tepelik ve lav kütleleri ile kaplı idi; münakalât derin vadiler ve boğazlar vasıtasiyle yapılıyordu. Bu istikâmetten gelip Kubâ yakınından geçerek şehre giren yolun büyük kervanlar tarafından isti'mâl edildiği, kullanılma­sının arzettiği müşkülât dolayısıyla hiç rivayet edilmemiştir. Bazı kim­seler bu yolu ancak bazı kat'î ve âcil ihtiyaçlar vukuunda kullanmış­lardır. Gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber (s.a.) de hicreti sırasında emniyet sâikasıyla bu yoldan geçmiştir, önce Küba'ya uğramış ve son­ra Medine'ye girmiştir. Fakat, büyük bir orduya âit atlar vesâir nakliye hayvanları için bu yol kullanılamazdı. Bundan başka Uhud harbi sıra­sında, mevsimin en sıcak günleri idrâk edilmekteydi. Aynı zamanda, sıcak sebebiyle kızgın hale gelen lav tabakaları, yolcular ve hayvanlar için sıkıntıyı büsbütün arttırıyordu. Halbuki, develer asla kayalık ara­zîden hoşlanmazlar. Lav tabakalarıyla kaplı ova Medine'yi üç cihetten, Şarktan, Cenûbdan ve Garbdan çevirmektedir. Sadece Şimal arazîsi, bu yapıda değildir. Emniyet mülâhazasiyle evler lavlı arazîde inşâ edil­miştir. Ve bu bölgelerde de hiçbir nebat yetiştirmek mümkün olmuyor­du. Bir ordu karargâh kuracağı yerde evvelâ mer'a arar; bu da arzet-tiğimiz kesimde mevcut değildi. Herhangi bir ordunun böyle bir İâvlık arazîden geçtiğini düşünsek bile, onu savaş alanı olarak seçeceği akla bile getirilemez. Şurası düşünülmelidir ki, Aribariye kapısı ve buraya cenûbdan ulaşan yol, nisbeten yeni bir yoldur, ancak üçyüz senelik bir mâzîye sahiptir. Eminiz ki, eski devirlerde cenûbdan gelen kervanlar Zu'1-Huleyfe'de tevakkuf ediyorlar ve sonra Vadîy'ül-Akîk'a girip Me­dine'yi sağda bırakarak şimale doğru çıkıyorlardı. Zağabe'nin iltisak noktasında dönüp Medine'ye iniyorlardı. Mezkûr vadide nehir yatağı­nın yumuşak kumlarla kaplı yüzü develerin sevdiği bir şeydir.

İşte, Mekke ordusunu zorlayan, arazînin tabiî mania ve arızaları bunlardan ibarettir. Mekke'liler, yirmi günlük hızlı ve devamlı bir yü­rüyüşten sonra, ölü denecek derecede yorgun bir halde gelmişlerdi. Ha­sımlarından emniyetçe uzak bir mesafede karargâh kurmuş ve gerek asker, gerekse hayvanlarının yorgunluklarım almaya çalışıyorlardı. Za-ğabe denen yerde hem su hem de bir mer*a vardır. -Mekke'liler zafer­den o kadar emindiler ki, dönüş yollarım emniyete almayı akıllarına bile getiremediler.

Muhammed Hamîdullah devamla şöyle diyor:

Evvelce de arzedildiği gibi, Uhud dağı Mekke'nin şimalinde olup doğu-batı istikametinde düz bir hat üzerinde 4 - 5 kilometre kadar bir mesafeye uzanmaktadır. Bu uzunluğun tâm ortasında şehrin karşısı­na isabet eden yerde yarım dâire şeklinde ve at nalı biçiminde tabiî bir girinti, içerleklik vardı. Binlerce kişiyi istiâb edecek kadar genişlikte­dir. Bu yerin daha içlerinde dar bir boğazla girilen daha içerlek küçük bir mahal vardı. Uhudun Cenubunda Vâdiy'ül-Kanât suyu akmakta­dır. Bu suyun da cenubunda Ayneyn tepesi yahut CebePür-Rumât (Ok­çular Tepesi) bulunmaktadır; bu tepe Uhud harbi sırasında Hz. Pey­gamber (s.a.) tarafından okçuların burada vazifelendirilmesi sebebiyle bu ismi almıştır. Vadiy'ül-Kanât'ın şimalinde geniş girintinin ilersinde iki su menbaı vardır ki, muhtemelen Ayneyn (iki kaynak) tepesi ismini bunlardan almışttır.

Kureyş ordusu, Zu'1-Huleyfe mevkiine gelince, müslüman casus­lar yürüyüş halindeki askerler arasına katıldılar ve ancak düşman Uhud'un Batısında Zağabe de durup karargâh kurdukları vakit dönüp Hz. Peygambere (s.a.) gördüklerini anlattılar (îstî'ab, Enes İbn Fu-dâla; Vâkidî'nin Meğâzî adlı eseri, vr. 49 b). Hz. Peygamber (s.a.) şah­sen şehri bizzat içinden müdâfaa etmeye, «onu sokaklarında çarpışa­rak korumaya» karâr vermişti. Bir celse akdedildi ve genç subayların velvele ve ısrarlı talepleri üzerine, kendi karârını değiştirerek şehirden çıkıp, muharebeyi açık arazîde kabul etmeye karâr verdi (îbn Hişâm, 558). Gönüllülerin, Uhud'un cenûb-i şarkîsinde «Şeyheyn» denilen çifte hisarlar önünde toplanmalarını emretti. Burada toplanan askerlerini her zaman olduğu gibi teftîş etti ve çok genç yaşta olanlar ile İşe yaramazlan ayırdı. (Taberi, I, 130) : Bu arada, önemli miktarda kadın gönüllülerin de mevcûd olduğunu görüyoruz. Buhârî'nin uzun uzadıya anlattığı gibi Hz. Peygamber'in (s.a.) en genç zevcesi Ümm'ül-Mü'mi-nin Hz. Âişe, gönüllü olarak çalışıp yaralılara hastabakıcılık etmiş, su­samış olanlara su taşımış ve çeşitli diğer hizmetlerde bulunmuştur. Züh-rî'nin naklettiğine göre Medîne'li müslümanlar Hz. Peygambere (s.a.) Yahûdî kabilelerini acaba şehrin müdâfaasında yardıma çağırıp ça­ğırmayacağını sorduklarında, Hz. Peygamber (s.a.) «Bu yardıma ka-tiyyen muhtaç değiliz.» diye cevap vermiştir. (Târih-i îbn Kesîr, IV, 14) Diğer rivayetlere göre, başlarında meşhur münafık İbn Ubeyy olduğu halde Benû Kaynuka kabilesine mensûb altıyüz kadar Yahûdî, Hz. Peygambere (s.a.) yardım etmek üzere geldiler, fakat Hz. Peygamber (s.a.) dedi ki: Biz onlara asla muhtaç değiliz, biz inanmayanları inan­mayanlara karşı yardımcı olarak kabul etmeyiz. (İbn Sa'd, II, 1, 27, 34; îbn Kesîr, IV, 22). Burada biraz tuhaflık vardır; çünkü Benû Kaynuka Yahûdî kabilesi daha evvelden şehirden tardedilmişlerdi; her neyse, bu mevzua ilerde tekrar temas edeceğiz. Yuvarlak bir hesâbla müslüman gönüllüler, bin kadar olmuşlardı. Sonradan mezkûr İbn Ubeyy'in te'-sîrinde kalarak üçyüz kadar münafık, harp sahasından son dakikada firar etmişler, bunun için de boş ve asılsız bir bahane ileri sürmüşlerdi. Görüldüğü gibi, geriye Hz. Peygamberin (s.a.) idaresinde yediyüz ka­dar erden müteşekkil bir kuvvet kalıyordu; İslâm ordusu, kendinden dört defa daha kuvvetli bir ordu ile çarpışmaya çıkmıştı. Bu yediyüz kadar askerden, sadece yüz kadarında zırhlı elbiseler vardı. Bir riva­yete nazaran, İslâm ordusunda yalnız iki at vardı, biri Hz. Peygambere (s.a.) ve diğeri Ebu Burde'ye aitti. (...)

Düşmana gelince; Kureyşliler topladıkları çeyrek milyon dirhemi tam yerinde ve isabetli olarak sarfedememişlerdi. Orduda «paralan pe­şin ödenmiş ücretli askerler» vardı ki, bunun iki bini sadece Ehâbİş'-lerden ve diğer bir kısım askerler de diğer bedevî kabilelerinden te'mîn edilmişti. Kureyşlilerin topladıkları muhâriblerin yekûnu cem'an üç-bini buluyordu; bunun yediyüzü zırhlı elbiseler takınmış ve ikiyüzü süvârî kuvveti idi. (İbn Hişâm, 561) Süvariler ikiye ayrılarak sağ ve sol' kanatlarda vazifelendirilmiş ve bu iki kuvvete de ayrı ayrı kumandan­lar ta'yîrı edilmişti; bunlar, Hâlid ve îkrime'dir.

Düşmanın muvasalat ettiği günün gecesi, Hz. Peygamber (s.a.) hâlâ şehirden çıkmamıştı. Şehir ve bilhassa Hz. Peygamberin (s.a.) evi bütün gece devriyelerle muhafaza ve emniyet altında bulunduruldu. O gün Şeyheynin çifte hisarları yanında içtimâ ve teftişten sonra Hz. Peygamber (s.a. ) geceyi açık arazîde, yani karargâhta geçirdi. Elli ka­dar muhafız askeri, başlarında Muhammed îbn Mesleme olduğu halde, bütün gece karargâh civarında devriye vazifesinde bulunarak mahalli emniyet altında bulundurdular, (İbn Kesir, IV, 27). Ertesi sabah Hz. Peygamber (s.a.) Uhud dağındaki mezkûr içerlekliğe yürüdü ve bura­da harp vaziyetine geçti, karargâhını bir boğazla girilen mezkûr ikinci içerleklikte kurdu. Harbi, geniş olan dış içerleklikte kabul etmeye ka­rar vermişti, hazırlık ve tavırlarını buna göre ayarladı. Elli muharipten müteşekkil bir okçu müfrezesini Ayneyn tepesinde vaziyet almak üze­re gönderdi; bunlar Zübeyrin reisliğinde küçük bir süvârî birliği ile teşrîk-i mesaî edecekler, beraberce, yani bu küçük bir süvârî birliği ve okçular, Uhud ile Ayneyn tepesi arasındaki geçidi bu suretle koruya­caklar, düşmanın buradan İslâm ordusunun arkasına sızmasına mâni' olacaklardı, (tbn Hişâm, 560),

İslâm ordusu düşmanın ilerlemekte olduğu Batı cihetine cephe vererek harp nizâmında dizilmişti. Okçular yerlerinde sadece düşmanın gerilere sarkmamasını değil, aynı zamanda şehre geçip girmemesini de te'mînât altında bulunduruyorlardı. Bu durum; bize Hz. Peygam­berin (s.a.) Ayneyn okçularına verdiği; «akbabalar müslümanlann ce-sedleri üzerine konsalar bile yeni ve kati bir emir almadıkça yerlerini terketmemeleri» emrindeki fevkalâde sertliği izah etmektedir:

Sonra Hz. Muhammed (s.a.) at üzerinde yaptığı son teftişi de bitir­dikten sonra, attan indi ve bizzat yürüyerek o küçük ordusunun sıra ve saflarını tanzim etti. Sağ ve sol kanadı tertîb ve tanzim etti. (İbn Sa'd, II/l, 27). Askerlerine zırhlı elbiselerini çift olarak giyinmelerini söyledi. (Taberî, I, 1393; îbn Hişâm, 576; Mişkât da Ebu Dâvûd (Cihâd bahsi 75); İbn Mâce (No: 2806) ve el-Bezzâz rivayet ederler.) Diğer bir rivayete göre; kendi zırhlı elbisesini Kâ'b İbn Mâlik'inki ile değiş­tirmiştir. (İstî'ab, No: 916); gayesi tebdîl-i kıyafet etmek ve harp es­nasında kendisini emniyete almaktı.

Kureyşîler de, bir gece hücumundan korkarak İkrime'nin reisli­ğinde bir muhafız kuvveti ile karargâhlarını bütün bir gece, devriyele­rin murakabesi altına aldılar. (îbn Kesîr, IV, 27). Savaş sabahı ana kuvvetleri ile ve İkrime'nin kumandasında süvârî kuvvetlerinin he­men hemen yarısı ile Hz. Peygambere (s.a.) doğru yürüyüşe kalktılar. Düşman ordusu kumandanı Ebu Süfyân idi. Kadınlar tanburinlerle onları harbe teşvik ediyorlar ve bu arada intikam türküleri söylüyor­lardı. Süvârî kuvvetlerinin diğer yansı Hâlid îbn Velîd kumandasında arkadan dolaşıp İslâm ordusunun gerilerine sarkmak üzere, harekete geçmişti. (...)

Küreydiler, bütün kuvvetleriyle Zagabe'deki karargâhlarından ha­reketle Uhud'a gelince, bugünkü batı tarafında bulunan şehîdüğin ya­kınında, müslüman ordusu İle karşılaştılar. Fakat, Hâlid'in kumanda­sındaki düşman süvârî kıtasının acaba Ayneyn tepesi doğusundan müs­lüman ordusu arkasına sarkması nasıl oldu? Acaba harp sahasına bir kilometre kalıncaya kadar gelip, sonra onlardan ayrılıp hemen çark ederek Ayneyn tepesinin öbür tarafına mı dolaştılar? Her ne ise, fakat bu kuvvetin burada gözükmesi, kuvvetlerinden bir kısmını tehlikeyi önlemek için buraya çevirmeye kadir olan müslümanlar için, bir şaş­kınlık vesilesi teşkil etmedi. Bazı kimseler Uhud dağının arkasından bir geçit olduğunu ve bunun doğruca, Hz. Peygamberin (s.a.) karar­gâhını kurduğu harp sahasının hemen bitişiğinde bir boğazla girilen iç mahfuz girintiye açıldığını ileri sürmüşlerdir. (...)

Harbin ilk safhası Kureyşlilerin ana kuvvetlerinin veya öncüle­rinin mağlûbiyeti ile sona erdi. Hâlid'in süvarileri ise, muhtelif hü­cumlar yaptılar ve her defasında da müslüman atlılar ve Ayneyndeki okçuların işbirliği ile muvaffakiyetle püskürtüldüler. Sonra, herkes ga-nâimden ne kapabilirse onu yağma ile meşgul olmaya başladı. (Taberî, I, 1401). Müslüman okçular vazifeli bulundukları yerleri boş bıraktık­ları zaman harp henüz sona ermemişti. Kumandanlarının evvelki sert ve kat'î ihtarlarına rağmen harbin sona erdiğini zannederek yağmaya başlamışlardı, okçuların kumnadanı yedi veya sekiz askerle birlikte mevkilerinde kalmışlardı ki, bu sırada Hâlid tekrar hücuma teşebbüs etti. Bu defa ise kolay bir zafer kazanarak harp sahasına, yani müslü­man ordusunun arkasına sarkmış oldu. (îbn Hişâm, 570)

Buradaki müslümanlar bu darbeyi beklemiyorlardı. Bu sefer düş­man atlılarının müthiş yüklenişlerine karşı koyabilmek için durup ge­ri döndüler. Bu sırada harp sahasından çekilmekte olan Kureyşliler, ana kuvveti artık ta'kîb edilmediklerini görerek, onlar da durdular ve yeniden tertîb ve nizâma girdiler. Müslümanlar iki taraftan da geri çekilmişlerdi; ne zaman ki, düşman okçularından biri «Hz. Peygam­beri (s.a.) vurup öldürdüğünü» haykırması (öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamberin (s.a.) evvelce de söylediğimiz gibi zırhlı elbisesini baş-kasımnki ile değiş tokuş etmesi bu okçuyu yanıltmış olacak) ve bu ha­berin de ordu içinde yayılmasından sonra, müslüman askerler ümitsiz­liğe kapıldılar ve her bir istikâmette dağılıp kaçıştılar. (İbn Hişâm, 570)

Yetmiş müslüman, hayatını kaybetti; buna mukabil düşmandan' yirmiüç silâhlı öldürülmüştü ki, anlaşılan bunların çoğu, harbin ilk safhasında katledilmişlerdir. (îbn Hişâm, 610)

Burada, bazı küçük teferruatın kaydedilmesi gerekmektedir.

Hz. Peygamberin Medine'de içtimâ, teftiş gibi işlerle meşgul oh duğu son iki günde müstakbel harp sahası düşman keşif kıtaları istih­kâm ve ağır birlikleri tarafından mânialandırılmıştı. Ebu Âmir er-Râ-hib isimli Medîne'li bir papaz evvelden Mekke'ye hicret etmiş ve bura halkını müslümanlara karşı kıtale teşvik ve teşcî' işine iştirak etmişti. Şimdi de kendisiyle beraber gelen elli kadar arkadaşı ile birlikte Kureyş ordusu içinde yer almış, Uhud'a kadar gelmişti. Tarihî kaynak­larda şu ma'lûmât veriliyor ki, bu râhib harbin cereyan ettiği bu sa­hada birçok çukurlar açmış ve onları basan ile kamufle etmişti ki, işte harbin son safhasında bunlardan birine; Hz. Peygamber (s.a.) düş­müş bulunuyordu. (İbn Hişâm, 572)

Uhud harb sahası taşlık ve molozluktur. Harbin son safhasında, düşman, dağılan müslüman askerler üzerine bunları yağdırmağa baş­lamıştı. Bazılarının sırtlarından yaralanmalarına mukabil, Hz. Pey­gamber (s.a.) yüzünden isabet almış, gelen taş ön dişlerini incitmişti; giymiş olduğu zırhlı elbisenin demir halkaları derin surette yüzüne bat­mış ve buraya takılıp kalmıştı. Ashâbdan biri bunu görüp dişleri ile bunları çıkarmak isterken, kendi dişini kırdı, fakat bu halkaları da Hz. Peygamberin (s.a.) yüzüne batmış olduğu yerlerinden (kemikten) söküp çıkarmaya muvaffak olamamıştı. (İbn Hişâm, 571). Daha son­raları, Hz. Peygamber (s.a.) günlük ibâdeti için abdesti sargılar İçinde almakta bir müddet devam etmiştir. (Sarahsî'nin Şerh Siyer'ül-Kebîr, I, s. 89 veya Müneccid neşri, I, 127).

Hakîkaten îmân sahibi küçük bir muhafız birliği, Hz. Peygamberi (s.a.) sonuna kadar yalnız bırakmadı, onu muvaffakiyetle korudu. Bunlardan bir çoğu, bu asîl ve mukaddes vazife uğrunda hayatlarını feda ettiler. Bu muhafaza vazifesine bîr kadın da katılmış, onun yap­tığı bu hareket, Hz. Peygamberin (s.a.) medh ve senasına mazhar ol­muştur. (İbn Kesîr, IV, 34; îbn Hişâm, 873)

Hz. Peygamber, birkaç mü'minin yardımıyla düşman safındaki mezkûr Ebu Âmir tarafından kazılmış olan içine düştüğü çukurdan çık­maya muvaffak oldu ve Uhud dağında bir mağaraya doğru tırmandı, (îbn Hişâm, 572, 576). Bu mağara, Uhud dağının yarım dâire şeklin­deki boşluğunun doğu tarafına isabet etmektedir; bir insanın rahatça uzanabilmesine yetecek kadar büyüklükte ve düşman atış mesafesin­den uzakta bulunuyordu.

Müslümanların mukavemeti kırılır kırılmaz, düşman son derece sevinç ve neşeye kapıldı. Mekkelilerin kumandanı Ebu Süfyân'ın ka­rısı, Hz. Peygamberin (s.a.) amcalarından biri olan ve çarpışmada şe-hîd düşen Hz. Hamza'nm cesedini yardı ve ciğerini sökerek Bedr sava­şında Hz. Hamza ile teke tek döğüşüp, neticede mağlûb olarak ölen babasının intikam hislerini dindirmek için bunu parça parça yutmaya başladı. (İbn Hişâm, 581)

(...) Yavaş yavaş Hz. Peygamberin (s.a.) sağ ve salim olduğu ha­beri etrafa yayıldı ve müslümanlar tekrar O'nun etrafında toplanmaya başladılar. Bir kısım düşman mağaraya doğru tırmanmak isteyince, sayılan epey yüksek olan müslümanlar yukandan düşman üzerine taş­lar atmak suretiyle, şiddetle karşı koydular. Düşman da bu vaziyetten Hz. Peygamberin (s.a.) orada olduğuna dâir hiçbir şüphe uyanmamıştı. Daha fazla da ısrar etmeyerek çekilmişlerdi. Düşman ordusu kuman­danı Ebu Süfyân; anlaşılan ordusuna karargâha dönmek hususunda kat'î emirler verdikten sonra harp sahasında son bir defa daha dolaştı ve Hz. Peygamberin (s.a.) yaşadığına dâir bazı emareler tesbît etti. Harp sahasında durmadan meydân okuyarak bağırıyordu. Fakat, Hz. Peygamber (s.a.) cevâb vermemelerini arkadaşlarına emretti. Ancak, vaktâ ki, Ebu Süfyân, Hz. Peygamber (s.a.) hakkında hakâretâmiz söz­ler sarfetti, o sırada Hz. Peygamber (s.a.) tarafında olan Hz. Ömer or­taya çıktı ve aralarında tarihen meşhur olan şu söz düellosu cereyan etti: (İbn Hişâm, 582-583; İbn Sa'd, II/l, 33) Ebu Süfyân — «Hübelin» (sânı) yüce olsun,

— Bizim Hübelimiz var, sizin ise yok!

— Allah bizim (sevgili) dostumuz (Mevlâmız)dır. Sizin ise değil!

— Ey Ömer! Bana hakikati söyle! Muhammedi (s.a.) öldürdüğünü iddia eden Kamî'e'den çok, sana i'timâd ederim, bu iddiası doğru mu?

— Ey Allah'ın düşmanı! Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir hayat­tadır ve şimdi seni işitip dinlemektedirler.

— Uhud, Bedr'e mukabildir. (Onun intikamıdır.)

— Evet! Fakat bizim ölülerimiz (şehîdlerimiz) cennette sizinkiler İse cehennemdedirler.

Kureyşliler, artık tamamen karargâhlarına çekilmişlerdi. Kuman­danları bu söz kavgasından sonra, adamlarını çağırıp, müslümanların bu son mukavemet birliğine hücum etmeleri için emir vermedi veya veremedi ve dönüş için onları ta'kîb etti.

Hz. Peygamber (s.a.) onların bu şüpheli çekilişlerinden kuşkulan-mıştı. Onların müdâfaa tedbîrleri alınmamış olan Medine şehrini zap­tetmeye hazırlandıklarım zannediyordu. Yaralarına rağmen, hemen mümkün olduğu kadar en iyi işe yarar adamlarından bir avuç kuvvet tertîb ve teşkil etti; gayesi şehri müdâfaa idi. Müslüman istihbarat as­kerleri düşman karargâhı hakkında bazı haberler getirmişlerdi; bun­lara göre, Kureyşliler, develerine biniyorlar, atlar ise sırtları çıplak ola­rak bunların yanı başlarında yedekte bırakılıyordu. Hz. Peygamber dedi ki: «Bu halde, onlar memleketlerine dönmek üzere uzun yolculuk ni­yetinde olsalar gerek, bu tarz yola çıkış, yeni bir harbe girmemek niye­tinde olduklarını gösterir. (İbn Hişâm, 583)

Fakat, Hz. Peygamberin (s.a.) hâlâ gönlü rahat edememişti. Düş­manın pek yakında bu dönüşten vazgeçip tekrar Medine üzerine hü­cuma geçeceğini ve elde ettikleri muvaffakiyeti tamâma erdireceğini zannediyordu; haklıydı da. Hz. Peygamber (s.a.) düşmanın arkasından epey bir müddet yürüdü! Hattâ bazı ileri keşif kollan çıkardı. Bunlar­dan ikisi esîr edilmiş ve düşman tarafından şehîd edilmişlerdir. (İbn Sa'd, C. II/l, 35). Fakat bütün bu harekât, düşman üzerinde, Hz. Pey­gamberin (s.a.) ordusunu yeniden tertîb ve teşkil ettiği, hattâ Uhud'-da karşılaştıkları müslüman ordusundan daha kuvvetli bir ordu ile tek­rar karşılarına çıkmak istediği zehabını uyandırdı. Bu suretle, düşma­nın mukabil blöfü müslümanlar üzerinde hiçbir te'sîr icra etmemiş olu­yordu. Hz. Peygamber (s.a) Medine'den 16 kilometre mesafedeki Ham-râ'ül-Esed mıntıkasında Vadî el-Akîk üzerinde Zu'1-Huleyfe'nin solun­da otağ kurdu ve bütün bir gece askerlerine, beş bin kadar ateşi mü­temadiyen yakmalarını emretti. Birkaç gün sonra, artık düşmanın tek­rar dönmesine imkân olmadığı anlaşılınca Medine'ye dönüş için yürü­yüşe geçti. 5

176 — Küfre koşanlar, seni üzmesin. Şüphesiz onlar Allah'a zarar veremezler. Allah onlara âhirette hiç bir na-sîb vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azâb vardır.

177 — îmân karşılığı küfrü satın alanlar, Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. Onlar için elem verici bir azâb vardır.

178 — Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi; sa­kın kendileri için hayırlı sanmasınlar, Biz, onlara sırf gü­nâhları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçal-tıcı bir azâb vardır.

179 — Allah; müzminleri, oldukları halde bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, peygamberlerin­den dilediğini seçer. Bunun için siz, Allah'a ve peygamber­lerine inanın. İnanır ve sakınırsanız size çok büyük bir mükafat vardır.

180 — Allah'ın fazl-ı kereminden verdiği şeylerde cimrilik edenler; bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu, onlar için şerlidir. Cimrilik ettik­leri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Ve Allah işlediğiniz şeylerden haberdârdır.

Küfre Koşanlar18

Küfre Koşanlar

Allah Teâlâ peygamberine, «küfre koşanlar seni üzmesin» buyuru­yor. Rasûlullah (s.a.) insanların müslüman olmalarını çok arzu ettiği için kâfirlerin kendisine muhalefete, inada ve isyana koşmaları onu üzerdi. Bunun için Allah Teâlâ : Ey Peygamberim bu seni üzmesin. Şüphesiz onlar Allah'a zarar veremezler. Allah onlar hakkındaki hik­meti, dilemesi ve kudreti gereği onlara âhirette hiçbir nasîb vermemek istiyor. Onlar İçin büyük bir azâb vardır, buyuruyor.

Allah Teâlâ bundan kesinleşmiş bir haber olarak şöyle sözediyor:

îmân karşılığı küfrü satın alanlar, îmânla küfrü değiştirenler Al­lah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Ancak kendilerine zarar verirler. Onlar için elem verici bir azâb vardır.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için ha^ yırlı sanmasınlar. Biz onlara sırf günâhları çoğalsın diye mühlet veri­yoruz. Onlar için alçaltıcı bir azâb vardır.

Allah Teâlâ'nın bu kavli, şu âyetleri gibidir:

«Kendilerine mal ve oğullar vermekle zannederler mi ki; iyilik­lerde onlar için acele davranmaktayız, hayır farkında değiller.» (Mü1-minûn, 55-56)

«Bu sözü yalanlayanları bana bırak! Biz onları kendilerinin bilme­yecekleri bir yönden derece derece azaba yaklaştıracağız.» (Kalem, 44)

«Artık onların mallan da, çocukları da seni imrendirmesin. Doğ­rusu Allah ancak bununla onlara dünya hayatında azâb etmeyi ve kâ­firler olarak canlarının çıkmasını ister.» (Tevbe, 55)

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

«Allah mü'minleri oldukları halde bırakacak değildir. Nihayet mur­darı temizden' ayıracaktır.»

Allah muhakkak ki mihneti bir sebeb kılacak, bununla dostları meydana çıkacak, düşmanları da rezîl olacaktır. Böylece sabreden mü'-min ve günahkâr' münafık bilinecek. Bu âyetle rnü'minlerm imtihan edildiği Uhud günü kastedilmektedir. Bu günde mü'minlerin sabrı, kuvveti, Allah ve Rasûlüne itaatleri meydana çıkmış, o sayede müna­fıkların örtüleri parçalanmış, onların muhalefetleri, cihâddan kaçma­ları, Allah ve Rasûlüne hainlikleri ortaya çıkmıştır. îşte bunun içindir ki Allah Teâlâ: «Allah mü'minleri; oldukları halde bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır.» buyurmaktadır.

Mücâhid diyor ki: Allah Uhud gününde aralarını ayırmıştır. Yani mü'minle münafığı tefrik etmiştir.

Katâde diyor ki: Allah onlann arasını cihâd ve hicretle ayırmış, tefrik etmiştir.

Süddî diyor; kâfirler; eğer Muhammed (s.a.) doğru ise, bizden ki­min kâfir, kimin mü'min olduğunu bize haber versin bakalım, dediler. Allah Teâlâ da «Allah mü'minleri oldukları halde bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden; mü'mini kâfirden ayıracaktır..» âyetini indirdi.

Bunların hepsini İbn Cerîr rivayet etmektedir.

Allah Teâlâ sonra şöyle buyuruyor : «Allah size gaybı da bildirecek değildir.» Siz Allah'ın yaratıkları hakkındaki gaybını bilemezsiniz. Şa­yet Allah açıklayacak sebepler yaratmasaydı siz mü'minle münâfıkı birbirinden ayıramazdınız.

Sonra Allah şöyle buyuruyor: «Fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçer.» Allah'ın bu âyeti şu âyet gibidir:

«Görülmeyeni bilendir. Görünmezliklerini kimseye muttali' kılmaz. Ancak beğenip seçildiği bir peygamber bundan müstesnadır. Çünkü O, peygamber (ler) in önüne ve arkasına gözcüler koyar.» (Cinn, 26 - 27)

Sonra Allah şöyle buyuruyor: «Bunun için siz, Allah'a ve peygam­berlerine inanın.» Siz Allah ve Rasûlüne İtaat edin. Sizin için koyduk­larında ona tâbi olun. «İnanır ve sakınırsanız size çok büyük bir mü­kâfat vardır.»

Allah Teâlâ devamla şöyle buyuruyor : «Allah'ın fazl-u kereminden verdiği şeylerde cimrilik edenler; bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu, onlar için şerlidir.» Cimri; mal toplamasının kendisine fayda sağlayacağını zannetmesin. Bilakis bu, hem dinine, hem de dünyasına zararlıdır.

Sonra Allah Teâlâ o cimri kişinin topladığı malın kıyamet günün­deki durumunu haber Vererek: «Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.» buyuruyor.

Buhârî diyor: Bize Abdullah îbn Mtinîr... Ebu Hüreyreden nak­letti ki o, şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) buyurdular: Kime Allah mal verir de zekâtını vermezse kıyamet günü o mal iki gözlü başı açık bir yılan şeklinde onun karşısına getirilir. Yılan kendisini boğar ve avurt­larına alarak : Ben senin malınım, ben senin hazînenim, der. Sonra Al­lah Rasûlü: «Allah'ın fazl ve kereminden verdiği şeylerde cimrilik edenler bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu, onlar için şerlidir...» âyetini okudu.

Hadîsi bu şekliyle sadece Buhârî rivayet etmiştir. Başka bir şekilde Müslim de rivayet eder. Hadîs İbn Hibbân tarafından da Sahîh'inde ri­vayet edilmiştir.

îmâm Ahmed diyor: Bize İbn el-Müsennâ... İbn Ömer'den, o da Rasûlullah (s.a.) dan nakletti ki o, şöyle buyurdu: Malının zekâtını vermeyen kimseye, Allah Teâlâ kıyamet gününde bu malım güçlü, kuv­vetli iki gözlü bir yılan olarak karşısına çıkarır. Sonra yılan ona yapı­şarak boğar ve : Ben senin hazînenim, ben senin hazînenim, der.

Hadîsi Neseî de rivayet edip şöyle der : Abdülazîz'in İbn Ömer'e dayanan rivayeti, Abdurrahmân'ın Ebu Hüreyre'ye dayanan rivayetin­den daha sağlamdır.

Ben de derim ki: İkisinin arasında aykırılık yoktur. Herhalde Ab­dullah îbn Dinar da hadîsi iki şekliyle birden kaydetmiştir.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh de hadîsi başka bir şekilde ve Ebu Hüreyre'ye dayanan bir isnâdla rivayet etmiştir.

îmâm Ahmed diyor: Bize Süfyân... Abdullah'dan, o da Rasûlul­lah (s.a.) dan nakletti ki o şöyle buyurdu : Malının zekâtını vermeyen hiç bir kul yoktur ki, o mal, kendisi için güçlü kuvvetli bir yılan yapıl­masın. Yılan peşinden gelir. O kişi de kaçar. Yılan arkasından gelerek : Ben senin hazînenim, der. Sonra Abdullah bu mânâdaki «Cimrilik et­tikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.» âyetini okudu.

Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce de bunu Süfyân İbn Uyeyne hadîsin­den... Abdulalh İbn Mes'ûd'a varan bir senedle rivayet ederler. Sonra Tirmizî; hadîs hasendir, sahihtir, der. Hadîsi Hâkim de Müstedrek'inde İbn Mes'ûd'a varan bir senedle rivayet etmiştir. İbn Cerîr de hadîsi îbn Mes'ûd'dan mevkuf olarak başka bir şekilde rivayet eder.

Hafız Ebu Ya'lâ diyor: Bize Ümeyye îbn Bistâm'm... Sevbân'dan, onun da Rasûlullah (s.a.) dan naklettiğine göre, efendimiz şöyle buyurdu: Kim kendisinden sonraya bir hazîne bırakırsa, kıyamet günü o hazîne iki göziü güçlü kuvvetli bir yılan olarak karşısına çıkarılacak. Yılan onun peşine düşer. Adam şöyle der: Sen kimsin yazıklar olsun sana. Yılan şöyle der: Ben, kendinden sonraya bıraktığın hazinenim. Yılan peşinden gelmeye devam eder ve elini ağzına alarak yer, sonra cesedini yer ve diğer taraflarım da yer. Bu hadîsin isnadı ceyyid ve kavî olmakla birlikte, başkaları tahrîc etmemişlerdir. Bunu Taberânî de Cerîr îbn Abdullah el-Becelî'den rivayet etmiştir. Aynı şekilde İbn Cerîr ve tbn Merdûyeh de Behz îbn Hakîm hadîsinden rivayet ettiler ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Bir adam efendisine gelir ve ya­nında bulunan malının fazlasından ister de, o da vermezse; kıyamet günü o vermeyen adam için, vermediği fazlalığı ağzında dolandıran bir yılan çağrılır. Hadîs'in lafzı İbn Cerîr'e aittir.

İbn Cerîr diyor : Bize îbn el-Müsennâ... Ebu Kezea'dan, o da biri­sinden, o da Rasûlullah (s.a.) dan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) birisi akrabasına varır da; Allah'ın kendisine vermiş olduğu malın fazlasın­dan ister ve o da cimrilik yapıp vermezse, kıyamet günü cehennemden dilini ağzında dolaştıran bir yılan çıkarılır ve yılan kendisini boğar, buyurdular.

İbn Cerîr hadîsi başka bir tarîktan ve Ebu Mâlik el-Abdî'den mev­kuf olarak; başka bir şekliyle de Ebu Kezea'dan mürsel olarak rivayet etmiştir.

Avfî, İbn Abbâs'dan rivayetle der ki: Bu âyet yanlarında bulunan semavî kitapları beyân etmemek suretiyle cimrilikte bulunan ehl-i ki-tâb hakkında nazil olmuştur.

Bunu îbn Cerîr rivayet eder. Fakat sahîh olan, daha önce rivayet ettiğimizdir. Bu da her ne kadar âyetin mânâsına giriyorsa da, diğe­rinin âyetin mânâsına girmesi daha evlâdır.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Göklerin ve yerin mîrâsı Allah'ındır.» Allah'ın sizi, üzerine halîfe kıldığı şeylerden infâk ediniz, harcayınız. Muhakkak ki bütün işlerin dönüp varacağı yer Allah'tır. O halde Al­lah'a döneceğiniz günde size fayda sağlamak üzere mallarınızdan har­cayınız. Allah, işlediğiniz şeylerdeki niyetlerinizden ve kalblerinizdekin-den haberdârdır.6

İzahı19

İzahı

Bu konuda Kâdî Beydâvî de şöyle der : Bu âyet gösteriyor ki; insan duyularla kavranan şu iskeletin dışında bir varlıktır. O kendiliğinden idrak edici olan bir cevherdir. Bedenin harab olmasıyla yokolmaz. în-sanın idrâki, elem ve zevkleri bedene bağlı değildir. Nitekim Allah Teâlâ'nın Firavun hanedanı hakkında söylemiş olduğu «ateşe sunulurlar» kavli bunu destekler. Yine Abdullah İbn Abbâs (r.a.) dan nakledilen; şehîd ruhlarının bir kuş kafesi içinde olduğunu belirten hadîs-i şerif de bunu te'yîd eder... Bunu inkâr eden ve ruhun bir rüzgâr ve arazdan ibaret olduğunu söyleyenler ise; şehîdlerin kıyamet günü diri olacak­larını belirtmişlerdir. Burada şu anda diridirler diye nitelendirilmele­rinin sebebi; bunun kesinkes gerçekleşmesinin yakın olmasından dola­yıdır. Yalnızca şehîdler, hâtıraları ile veya inanç yoluyla diridirler. Bu ayette cihâda ve şehîd olmaya teşvik vardır. Keza itaatin arttırılma­sına kendilerinin eriştikleri nimetin benzerine kardeşlerinin erişmesi için temenni edenlere öğüt vardır. Ayrıca mü'minlere kurtuluş müjdesi vardır.7

181 — Gerçekten, Allah fakirdir, bizler zenginiz! di­yenlerin lafını Allah işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürdüklerini yazacağız. Ve : Tadın o yan­gın azabını, diyeceğiz.

182 — Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Allah kullarına asla zulmedici değildir.

183 — Doğrusu ateşin yiyeceği bir kurban getirme­dikçe hiçbir peygambere inanmamamız için Allah bize and verdi, diyenlere; benden önce nice peygamberler size apaçık delillerle ve dediğiniz şeylerle geldi. Doğru söylü-, yorsanız niçin onları öldürdünüz? de.

184 — Seni yalanladılarsa senden önce açık mucize­ler, sahîfeler ve nurlu kitabı getirenler de yalanlanmıştı

Yahudi'lerin Ham Hayâlleri20

Yahudi'lerin Ham Hayâlleri

Saîd İbn Cübeyr diyor ki; îbn Abbâs şöyle dedi: «Kimdir o ki Al­lah'a güzel bir borç versin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin.» (Bakara, 245) âyeti nazil olunca, yahûdîler; Ey Muhammed, Rabbın fakır düştü de kullarından borç mu istiyor? dediler. Allah Teâlâ da: «Gerçekten Allah fakirdir bizler zenginiz, diyenlerin lafını Allah işit-miştir...» âyetini inzal buyurdu.

Hadîsi İbn Merdûyeh ve îbn Ebu Hatim rivayet etmişlerdir.

Muhammed İbn îshâk diyor: Bize Muhammed tbn Ebu Muham-med'in... İbn Abbâs'dan naklettiğine göre o, şöyle dedi: Ebubekir es-Sıddîk (r.a.) Beytü'l-Midrâs'a girdi ve orada yahûdî âlim ve haham­larından Finhâs isimli bir adamın etrafına toplanmış yahûdileri gör­dü. Finhâs'ın yanında bir adam daha vardı ki, onun da adı Eşya idi. Ebubekir: Yazık sana ey Finhâs, Allah'tan kork ve müslüman ol. Val­lahi sen de bilirsin ki Muhammed Allah'ın Rasûlüdür ve size Allah katından hakkı getirmiştir, onu yanınızda bulunan Tevrat ve İncil'de yazılı olarak bulmaktasınız, dedi.

Finhâs: Vallahi ey Ebubekir, biz Allah'a muhtaç değiliz, ama o bize muhtaçtır. Ama onun bize yalvardığı gibi biz ona yalvarmıyoruz. Biz ondan müstağniyiz. Eğer o, bizden zengin olsaydı dostunuzun zan­nettiği gibi bizden borç istemezdi. O size faizi yasaklıyor ama bize ve­riyor. Şayet zengin olsaydı bize faizi vermezdi, dedi.

Ebubekir öfkelendi, şiddetli bir şekilde Finhâs'ın yüzüne vurdu ve şöyle dedi: Nefsim yed-İ kudretinde olan (Allah'a) yemîn ederim ki, eğer aramızda anlaşma olamasaydı boynunu vururdum ey Allah'ın düşmanı. Eğer doğru iseniz gücünüz yettiğince bizi yalanlayın, baka­lım.

Finhâs Rasûlullah (s.a.) a giderek; arkadaşın bana ne yaptı gör­dün mü? dedi. Rasûlullah (s.a.) Ebubekir'e sordu; bunu yapmana se­bep nedir? Ebubekir şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bu Allah düşmanı büyük bir söz etti; zannediyor ki, Allah fakirdir ve onlar Allah'tan zen­gindirler. Böyle deyince söylediğinden dolayı Allah için öfkelendim ve yüzüne vurdum. Finhâs bunu inkâr ederek; böyle söylemedim, dedi ve Allah da Finhâs'ı red, Ebubekir'i de tasdik makamında olmak üzre: «Gerçekten Allah fakirdir bizler zenginiz, diyenlerin lafını Allah işit-mişti...» âyetini indirdi.

Hadîsi tbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ'nın : «Dediklerini yazacağız...» sözü bir tehdîdtir onun içindir ki: «Haksız yere peygamberlerini öldürdüklerini...» kavli ile birlikte getirmiştir. Bunun anlamı şudur: Onların Allah hakkındaki sözleri budur. Allah'ın peygamberlerine yaptıkları da budur. Allah bun­lara karşı onları, en kötü ceza İle cezalandıracaktır. Bunun için buyu­rur ki: «Ve : tadın o yangın azabını, diyeceğiz. Bu, yaptığınızın karşı­lığıdır. Allah kullarına asla zulmedici değildir.» Bu sözler onları azarla­ma, tahkir ve küçültme maksadıyla söylenecektir.

Allah Teâlâ devamla buyuruyor ki: «Doğrusu ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiç bir peygambere inanmamanız için Allah bize and verdi diyenlere...»

Allah Teâlâ, ümmetinden birisi tasaddukta bulunup ta sadakası­nın kabulüne dâir gökten bir ateşin inerek sadakasını yemesi mucize­sini gösterinceye kadar, hiç bir peygambere inanmamalarına dâir Al­lah'ın kendilerine and verdiğini zannedenlere red makamında olmak üzere böyle buyurmuştur.

Bunu İbn Abbâs, Hasan ve başkaları zikretmektedirler.

Allah Teâlâ devamla buyuruyor: Benden önce nice peygamberler size apaçık delillerle, hüccet ve burhanlarla ve dediğiniz şeylerle, kabul edilen kurbanları yiyen bir ateşle geldi. Doğru söylüyorsanız, hakka tâbi olup peygamberlere boyun eğiyorsanız, niçin onları yalanlama, mu­halefet ve inâdlaşma ile karşılayıp onları öldürdünüz? de.

Allah Teâlâ sonra da peygamberi (s.a.) teselli ederek şöyle buyu­ruyor : «Seni yalanladılarsa, senden önce açık mucizeler, sahîfeler ve nurlu kitabı getirenler de yalanlanmıştı.» Ey Rasûlüm, onların seni ya­lanlaması seni üzmesin. Senin için senden önceki peygamberlerin ta'-kîb ettikleri bir yol, âdet vardır, onlar da kesin burhanlar ve hüccetler­den ibaret apaçık deliller, gökten almış oldukları kitaplar, Rasûllere indirilen sahîfeler, apaçık ve nurlu kitâb getirmiş olmalarına rağmen yalanlanmalardı.8

185 — Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz verilecektir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır, cennete sokulursa; artık o kurtulmuştur. Zâ­ten dünya hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey de­ğildir.

186 — And olsun ki; mallarınız ve canlarınız konu­sunda deneneceksiniz. Sizden önce kendilerine kitâb veri­lenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, azme değer işlerdendir.

Allah Teâlâ;

«Yeryüzünde bulunan her şey fânidir. Ancak azamet ve ikram sa­hibi Rabbının zâtı bakî kalacak.» (Rahman, 26-27) âyetinde olduğu gibi, bütün yaratıkları içine alacak şekilde haber vererek; «Her canlı Ölümü tadacaktır» buyuruyor. Diri olup ölmeyecek olan yegâne Allah'­tır. İnsanlar ve cinler ölecektir. Melekler ve Arş'ı taşıyanlar da (Hame-let'ül-Arş) da böyledir. Devamlılık ve beka ile Vâhid, Ehad, Kahhâr olan yegâne O'dur ilk olduğu gibi son da O, olacaktır.

Bu âyette bütün insanlara bir ta'ziye ve teselli vardır: Yeryüzün­de hiç kimse kalmayıp ölecektir. Süre bitip de Allah'ın, Âdem'in sul­bünden varlığını takdir buyurduğu nutfe ve toprak bitince Allah kıya­meti koparacak, yaratıkları âmelleriyle cezalandıracak; büyük olsun küçük olsun, az olsun çok olsun, hiç kimseye zerre miktarınca dahi zul­metmeyecek. Bunun için şöyle buyuruyor: «Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz verilecektir.»

îbn Ebu Hatim diyor: Bize babam... Ali İbn Ebu Tâlib'den nak­letti ki, o, şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) vefat edip te ta'ziye için gelin­diğinde, onlara birisi geldi. Geldiğini hissediyor, fakat kendisini görmü­yorlardı. Şöyle konuştu : Selâm size ey ehl el-Beyt, Allah'ın rahmeti ve bereketleri size olsun. Her canlı ölümü tadacaktır, kıyamet günü ecir­leriniz size eksiksiz verilecektir. Muhakkak ki Allah, katında her mu-sîbete sabır, her yok olana (helak olana) bir halef, her kaçana bir te­lâfi vardır. Ancak Allah'a güvenin ve O'na dönün. Gerçek musibete uğ­rayan; sevâbtan mahrum kalandır. Selâm size, Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun. Cafer İbn Muhammed diyor ki: Babam bana Ali İbn Ebu Tâlib'in şöyle dediğini haber verdi: Biliyor musunuz bu kimdir? Bu hızır (s.a.) dır.

Allah Teâlâ buyuruyor: «O vakit kim ateşten uzaklaştırılır, cen­nete sokulursa artık o, kurtulmuştur.»

îbn Ebu Hatim diyor: Bize babam... Ebu Hüreyre (r.a.) den riva­yet etti ki, o şöyle dedi: Rasûlulah (s.a.) buyurdular: Cennetteki bir kamçı yeri dünyadan ve dünyada olan şeylerden daha hayırlıdır. Diler­seniz «O vakit kim ateşten uzaklaştırılır, cennete sokulursa artık o, kurtulmuştur» âyetini okuyun.

Hadîs, Buhârî ve Müslim'de buradaki fazlalık olmaksızın başka bir şekliyle mevcuttur. Keza bu ziyâdesi olmaksızın hadîsi Ebu Hatim, İbn Hibbân sahîh'İerinde, Hâkim Müstedrek'inde Muhammed İbn Amr ta­nkıyla rivayet etmişlerdir.

Hadîsi İbn Merdûyeh de başka bir şekilde rivayet eder ki; Muham­med İbn Ahmed İbn İbrahim... Sehl İbn Sa'd'm şöyle dediğini rivayet etti. Rasûlullah (s.a.) buyurdular ki: Sizin cennetteki bir kamçı yeriniz, dünyadan ve dünyadakilerden hayırlıdır. Râvî şöyle der: Rasûlullah (s.a.) «O vakit kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, kurtulmuştur.» âyetini okudular.

Şimdi göreceğimiz İmâm Ahmed'in Vekî' kanalıyla... Abdullah İbn Amr İbn el-Âs'dan rivayet ettiği hadîs daha önce; «Ve herhalde müslü-man olarak can verin.» (Âl-i İmrân, 102) âyetinde geçmişti. Buna göre; Rasûlullah (s.a.) buyurdular: Kim cehennemden uzaklaştırılmak ve cennete girmek isterse, ölüm kendisini yakaladığında Allah'a ve âhiret gününe îmân eder halde olsun. İnsanlara, kendisine yapılmasını iste­diği şekilde muamele etsin.

«Zaten dünya hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir.» âyeti ise; «Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha bakîdir.» (A'lâ, 16 -17) «Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan ise daha hayırlı ve daha devamlıdır.» (Kasas, 60) âyetlerinde olduğu gibi, dünyanın değerini küçültmek, durumunu tahkir etmek içindir. Dünya değersizdir, fânidir, geçicidir, azdır ve yok olucudur.

Bir hadîs-i şerifte şöyle denir: Allah'a andolsun ki âhirete göre, dünyanın durumu, birinizin denize parmağını daldırması gibidir. Bak­sın bakalım, parmağı ona denizden ne getiriyor?

Katâde «Zaten dünya hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir.» âyeti hakkında şöyle der: O bir geçimliktir, terk edilecek bir geçimliktir. Kendisinden başka ilâh olmayan Allrvh'a yemîn ederim ki, sahiplerini terkedeyazdı (mutlaka terkedecektir). O halde bu geçim­likten gücünüz yettiğince Allah'a itaat için yararlanınız. Kuvvet ancak Allah'ındır.

«Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda deneneceksiniz.» âyeti, Allah Teâlâ'nın; «Andolsun ki sizi; biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiklikle imtihan ede­ceğiz, sabredenleri müjdele. Ki, onlara bir musibet geldiği zaman : Biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz, derler » (Bakara, 155 -156) âyeti gibidir.

Her mü'min mutlaka, nefsi, çocuğu ve ailesi ile denenecektir. Mü'-min dininin kuvveti ile de denenecektir; şayet dininde kuvvetli ise im­tihanı artırılacaktır.

«Sizden önce kendilerine kitâb verilenlerden ve Allah'a §irk koşan­lardan birçok incitici şeyler işiteceksiniz.»

Allah TeâJâ; mü'minlerin Bedir harbinden önce, Medine'ye geldik­lerinde, ehl-i kitâb ve müşriklerden görmüş oldukları eziyetlere karşı onları teselli için böyle buyurmaktadır. Allah Teâlâ, Allah kendilerini genişliğe çıkarıncaya kadar onlara sabrı, müsamahayı ve affetmeyi emrederek: «Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, azme değer işler­dendir.» buyurmaktadır.

îbn Ebu Hatim diyor: Bize babam... Üsâme îbn Zeyd'den haber verip şöyle dedi: Rasûluliah (s.a.) ve ashabı Allah'ın kendilerine em­rettiği Ü2ere müşrikleri ve ehl-i kitâb'ı bağışlar, eziyetlere sabrederler-di.' Allah Teâlâ : «Sizden önce kendilerine kitâb verilenlerden ve Al­lah'a şirk koşanlardan birçok incitici şeyler işiteceksiniz.» buyurdu. Râvî der ki; Rasûluliah (s.a.) kendisine bu konuda izin verilinceye kadar Allah'ın emrettiği gibi bağışlayıcı idi.

Hadîsi Îbn Ebu Hatim bu şekilde, muhtasar olarak rivayet etmiştir.

Buhârî ise bu âyetin tefsirinde hadîs-i şerifi uzun bir şekilde şöyle zikretmektedir: Bize Ebu'l-Yemmân... Usâme îbn Zeyd'den naklede­rek haber verdi ki, Rasûluliah (s.a.) Bedir harbinden önce Sa'd İbn Ubâde'yi, Haris İbn el-Hazrec kabilesi içinde ziyarete gitmek üzere, bir merkebe bindi. Üzerinde fedek kadifesinden bir elbise vardı. Zeyd oğlu Üsâme'yi arkasına aldı. Üsâme diyor: Abdullah îbn Übeyy müslüman olmadan önce idi. Mecliste müslümanlar müşrikler, puta tapanlar, yahûdîler vardı. Abdullah İbn Revâha da o mecliste bu­lunuyordu. Hayvanın çıkardığı toz meclisi kapayınca Abdullah İbn Übeyy burnunu elbisesiyle örterek; bizi tozutma dedi. Rasûluliah (s.a.) selâm verdi, sonra durdu, indi ve onları Allah'a çağırdı. Onlara Kur'an okudu, Abdullah İbn Übeyy; ey adam, söylediğin şey güzel değildir; eğer doğru ise bize meclisimizde onunla eziyet etme. Binitine dön, onu sana gelene anlat, dedi. Abdullah İbn Revâha : Evet ey Allah'ın Rasûlü, meclisimizde bizi onunla (başbaşa) bırak. Biz öylesini seviyoruz, dedi. Müslümanlar, müşrikler ve yahûdîler birbirlerine ağır konuşmaya baş­ladılar, o kadar ki neredeyse birbirlerinin üzerine atılacaklardı. Rasû­luliah (s.a.) onları yatıştırmaya çalışıyordu, nihayet sustular. Sonra Rasûluliah (s.a.) binitine bindi, yürüdü ve Sa'd İbn Ubâde'nin yanına girdi. Rasûluliah (s.a.) Sa'd İbn Ubâde'ye; ey Sa'd Ebu Hubâb'm —Ab­dullah İbn Übeyy'i kasdediyor— şöyle şöyle dediğini duymadın mı, buyurdular. Sa*d; ey Allah'ın Rasûlü onu bağışla. Sana kitabı indiren Allah'a yemîn olsun ki, Allah sana hakkı gönderdi, bu şehrin halkı da onu başkan yapmak üzere anlaştı. Allah Teâlâ sana verdiği hak ile bunu kabul etmediğinde o bununla boğulacaktır. İşte sana yaptığını gördü­ğün şey budur, dedi.

Rasûlullah (s.a.) da onu bağışladı. Rasûlullah (s.a.) ve ashabı Al­lah'ın kendilerine emrettiği gibi müşrikleri ve ehl-i kitâb'ı bağışlarlar ve kendilerine yapılan eziyete sabrederlerdi. Allah Teâlâ da: «Sizden önce kendilerine kitâb verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan birçok incitici şeyler işiteceksiniz...» buyurdu. Allah Teâlâ başka bir âyet-i ke-rîme'de de şöyle buyurur : «Kitâb ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra; içlerindeki çekememezlikten Ötürü, sizi îmândan sonra küfre döndürmek isterler. Allah'ın açıklayıcı emri gelene kadar onları affedin, geçin.» (Bakara, 109)

Rasûlullah (s.a.) Allah'ın emrettiği şekilde, kendisine onlarla mu­harebeye izin verilinceye kadar bağışlardı. Rasûlullah (s.a.) Bedir'de harbedince Allah, Kureyş kâfirlerinin büyüklerini öldürdü. Bunun üze­rine Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl ve yanındaki müşrikler; bu ilerle­yen bir iştir, diyerek Rasûlullah'a geldiler ve İslâm üzere o'na itaat ede­rek müslüman oldular.

Kim hak üzere olur, ya da İyilikle emreder veya kötülükten men ederse mutlaka ona eziyet edilir. O kimsenin, Allah için sabır, Allah'­tan yardım dileme ve Allah'a dönmekten başka çâresi yoktur.9

İzahı22

İzahı

187 — Hani Allah kendilerine kitâb verilenlerden; onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemiyeceksi-niz, diye söz almıştı. Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir değere değiştiler. Satın aldıkları şey ne kötüdür!"

188 — Ettikleri ile sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin azâbdan kurtarılacaklarını sanma. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır.

189 — Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye Kâdir'dir.

Bu ifâde; ehl-i kitâb'ı azarlama ve tehdîddir. O ehl-i kitâb ki, Al­lah Teâlâ peygamberlerinin dilinden Muhammed (s.a.) e îmân edeçeklerine, insanlar arasında O'nun adını anıp yücelteceklerine ve pey­gamber olarak Allah Teâlâ kendisini gönderdiğinde o'na uyacaklarına dâir söz almıştı. Onlar ise, bunu gizlediler, basit dünyevî bir haz, alçak ve boş bir karşılık ile O'nun dünya ve âhirette va'detmiş olduğu hayra karşı çıktılar. Verdikleri söz ve bîat ne kötü oldu.

Bu âyette aynı zamanda bilginler uyarılmakta ve ehl-i kitâb'm gittiği yoldan giderek, onların başlarına gelen âkibetin kendi başlarına gelmesinden ve bu sebeble insanların onların yoluna girmesinden sa-kındırılmaktadır. Âlimlere düşen, sahib oldukları, faydalı ve sâlih amel­lere ileten ilmi; etraflarında bulunanlara bolca vermeleri ve bilgilerini saklamamalarıdır.

Müteaddit tarîklerden rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Rasûlul-lah (s.a.) .

Kim kendisine bildiği (konuda) bir bilgi sorular da onu gizlerse; kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir, buyurmuşlardır.

«Ettikleri ile sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin azâbtan kurtarılacaklarını sanma.» âyet-i kerîme'si ile, kendisinde bu­lunmayan şeyleri fazlasıyla varmış.gibi göstermeye çalışan riyakârlar kastedilmektedir. Nitekim Buhârî ve Müslim'de rivayet edilen bir ha­dîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) :

«Kim kendini çok (zengin) göstermek gayesiyle yalan iddiada bu­lunursa, Allah Teâlâ ancak onun azlığım fazlalaştırır.» buyurmuşlar­dır.

Sahîh bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur: Kendisine verilme­yen bir şey ile tok ve zengin görünen kişi yalanın iki elbisesini giyen kişidir (hem etrafındakilere hem de Allah'a karşı yalan söylemiştir.)

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Haccâc... Humeyd îbn Abdurrahmân îbn Avfdan rivayet etti ki; Mervân kapıcısı Râfî'e; ey Râfi' îbn Ab-bâs'a git ve sor; bizden yaptığı ile sevinen ve yapmadığı şeyle övülmeyi isteyen her bir kişi azaba dûçâr olacak ise, bu demektir ki hepimiz azâblandınlacağız. öyle mi?

îbn Abbâs; bundan size ne? Bu âyet ehl-i kitâb hakkında nazil olmuştur, diyerek «Hani Allah kendilerine kitâb verilenlerden... satın aldıkları şey ne kötüdür.» âyetini, sonra da: «Ettikleri ile sevinen ve yapmadıktan şeylerle Övülmeyi sevenlerin azâbtan kurtarılacaklarını sanma.» âyet-i kerîme'sini okudu.

İbn Abbâs dedi ki: Rasûlullah (s.a.) onlara bir şey sordu da; on­lar Rasûlullah (s.a.) in sorduğunu gizleyerek, onun dışında bir şeyi haber verdiler ve çıktılar. Sonra da Hz. Peygamberin sorduğunu haber verdiklerine inandırdıklarını sandılar. Bununla övünmek istediler ve Rasûlullah (s.a.) m sorduğunu gizlediklerinden dolayı da sevindiler.

Bu hadîsin bir benzerini Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Neseî tefsir­lerinde, İbn Ebu Hatim, İbn Cerîr, îbn Merdûyeh ve Hâkim müsted-rek'inde rivayet etmişlerdir.

Buhârî der ki: Bize Saîd İbn Ebu Meryem... Ebu Saîd el-Hudrî'-den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) m zamanında Rasûlullah (s.a.) harbe çıktığında münafıklardan bir kısmı geride kalır ve Rasûlullah (s.a.) a muhalefet ederek oturup kalmalanyla sevinirlerdi. Rasûlullah (s.a.) harpten döndüğünde, o'na özür beyân ederek yemîn ederler ve yapmadıkları şeylerle övülmek isterlerdi. Bunun üzerine; «Ettikleri ile sevinen ve yapmadıkları şeylerle Övülmeyi sevenlerin azâbdan kurta­rılacaklarını sanma.» âyet-i kerîme'si indirildi.

îbn Merdûyeh tefsîrinde Leys İbn Sa'd tarîki ile Zeyd İbn Eşlem' den rivayet eder ki; o şöyle demiştir : Ebu Saîd, şöyle cevab verdi: Bu, o sebepten değildir; münafıklardan bir kısmı Rasûlullah (s.a.) bir seriyye gönderdiğinde (harp için bir grubu gönderdiğinde) geride ka­lırlardı. Giden grubun başına bir felâket geldiğinde geride kalmaları ile sevinirler; Allah'tan bir zafer ve fetih müyesser olunca da yaptık­larından razı olduklarına yemîn ederek mü'minlerin kazandıkları za­fer ve fethe sevinmeleri İle övünürlerdi.

Mervân: Bu nerede, o nerede? deyince, Ebu Saîd: Bu, bunu bili­yor, dedi. Mervân: Öyle mi ey Zeyd? diye sorunca, o: Evet, Ebu Saîd doğru söyledi, diye cevâb verdi. Sonra Ebu Saîd Râfî' İbn Hadîc'i kaste­derek : Bu da bunu biliyor. Fakat sana haber verirse zekâttaki devele­rini geri alacağından korkar, dedi. Mervân'ın yanından çıktıklarında Zeyd Ebu Saîd el-Hudrî'ye: Senin İçin yaptığım bu şehâdetten dolayı beni övmeyecek misin? dedi. Ebu Saîd: Doğru şehâdette bulundun, derken Zeyd'de, doğru şâhidlik yaptığından dolayı beni övmeyecek-misin? diye sordu.

İbn Merdûyeh... Sabit İbn Kays el-Ansârî'den rivayet etti ki;- o şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemîn ederim ki helak olmaktan korkarım. Rasûlullah (s.a.) : Niçin? diye sorunca, o şöyle cevâb verdi: Allah kişiyi yapmadığı ile övülmeyi sevmekten men'etti. Ben, kendime bakıyorum ve görüyorum ki övülmeyi seviyorum. Allah ise kibri ve kendini beğenmeyi yasakladı. Ben güzelliği seviyorum. Al­lah Teâlâ sesimizi senin sesinden daha fazla yükseltmemizi yasakladı. Benim ise sesim yüksektir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: Övülmüş olarak yaşamak, şe-hîd olarak öldürülmek ve cennete girmeye razı olmazmısın? Sabit tbn

Kays buna cevaben: Evet ey Allah'ın Rasûlü, dedi ve o, övülmüş ola­rak yaşadı, Müseylime el-Kezzâb ile yapılan harpte şehîd edildi.

Allah Teâlâ : «Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye Kâdir'dir.» buyuruyor. O her şeyin sahibidir. Her şeye gücü yeter ve hiç bir şey O'nu âciz bırakamaz. O'ndan korkun ve O'na karşı gelmeyin. O'nun Öfkesinden ve azabından salanın. O öyle büyüktür ki, O*ndan daha büyüğü yoktur. Öyle güçlüdür ki, ondan daha güçlüsü yoktur.10

190 — Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gün­düzün birbiri ardınca gelmesinde; akü sahipleri için elbet­te âyetler vardır.

191 — Onlar ki; ayakta, oturarak ve yanları üstü ya­tarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşü­nürler. Rabbımız; Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pâk ve münezzehsin. Bizi o ateş azabından koru.

192 — Rabbmuz; Sen kimi ateşe sokarsan, şüphesiz onu perişan edersin. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur.

193 — Rabbımız; doğrusu biz; «Rabbınıza inanın,» diye îmâna çağıran bir davetçiyi işittik ve îmâna geldik. Ey Rabbımız; günâhlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört, ca­nımızı da iyilerle birlikte al.

194 — Rabbımız; bize peygamberlerinin vaad ettiklerini ver ve kıyamet günü rezil etme bizi. Sen, sözünden asla dönmezsin.

Göklerin ve Yerin Yaratılışını Tefekkür23

Göklerin ve Yerin Yaratılışını Tefekkür

Taberânî der ki: Bize Hüseyin îbn İshâk et-Tüsterî... tbn Abbâs' dan rivayet etti ki o şöyle demiştir:

Kureyşliler; yahudîlere giderek; Mûsâ size ne getirdi diye sordu­lar. Onlar: Asasını ve bakanlar için beyaz elini, dediler. Sonra Hıristi-yanlara giderek; îsâ nasıldı? diye sordular. Onlar da: Anadan doğma körleri ve alaca tenlileri iyileştirir ve ölüleri diriltirdi, diye cevâp ver­diler. Sonra Rasûlullah (s.a.) a gelerek; Rabbına bizim için duâ et de, Safa dağını bize altın yapsın, dediler. Rasûlullah (s.a.) da Rabbına duâ edince bu âyet nazil oldu : «Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için elbette âyetler vardır.» Bunların üzerinde düşünsünler.

Bu izah, müşkiPdir. Çünkü bu âyet Medine'de nazil olmuştur. Hal­buki Kureyş'in Safa tepesini (dağını) altın yapmasını istemeleri Mek­ke'de olmuştur.

Âyetin anlamına gelince; Allah Teâlâ buyurur ki: Göklerin ve ye­rin yaratılışında, göklerin yüksekliği ve genişliğinde, yerin alçaklığı, yoğunluğu ve zelîl oluşunda, onlarda müşahede edilen âyet ve delil­lerde, yıldızlar, seyyareler, sabit yıldızlar, denizler, dağlar, çukurlar, ağaçlar, bitkiler, ekinler, meyveler, hayvanlar, madenler ve menfaat­ler... çeşitli renkler, tatlar, kokular ve özellikler bulunmasında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde uzunluk ve kısalıkta birbirlerin­den ahp-vererek peşpeşe gelmelerinde : Bazan birinin uzayıp diğerinin kısalmasında —Bunların hepsi Azız ve Hakîm olanın takdiri iledir— akıl sahipleri için elbette âyetler vardır. Öyle akıl sahipleri ki, eşyayı bütün açıklığıyla ve gerçekliğiyle bilirler. Allah Teâlâ'nın haklarında: «Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, yüzlerini çevirerek onları görüp geçenler. Onların çoğu Allah'a îmân etmezler, ille de şirk koşan­lardır onlar.» (Yûsuf, 105 -106) buyurduğu aklı ermeyen sağır ve dil­sizler gibi değildirler.

Sonra Allah Teâlâ, bu akıl sahiplerini nitelemeye başlıyor: «On­lar ki ayakta, oturarak ve yanlan üstü yatarken Allah'ı anarlar.»

Sahîh-i Buhârî'de İmrân İbn Husayn'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

Ayakta namaz kıl, buna gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üstü yattığın halde kıl. Yani onlar bütün durumlarda İçleriyle, kalbleriyle ve dilleri ile Allah'ın zikrini bırakmazlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Onlardaki yaratıcının büyüklüğüne, gücüne, ilmine, hikmetine, ihtiyarına ve rahmetine delâlet eden hik­metleri anlarlar.

Şeyh Ebu Süleyman ed-Dârânî der ki: Evimden çıktığımda gözüm neye takılsa onda Allah'ın bana lütfettiği bir nimetini görür ve ondan ibret alırım.

Bunu, îbn Ebu Dünyâ «Et-Tevekkül ve'1-î'tibâr» isimli kitabında zikretmiştir.

Rivayete göre; Hasan el-Basrî: Bir saat düşünmek bir gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır, demiştir.

Fudayl, Hasan'ın şöyle dediğini nakleder: Düşünme, iyiliklerini ve kötülüklerini sana gösteren bir aynadır.

Süfyân îbn Uyeyne de şöyle demiştir: Düşünmek, kalbine giren bir nurdur.

Şu beyit te bu hususu güzel anlatıyor:

«Kişi, iyi düşününce;

İbret vardır her şeyde.

Rivayete göre îsâ (a.s.) şöyle demiştir: Uyuması zikir, susması tefekkür ve bakışı ibret olan kişiye ne mutlu.

Lokman el-Hakîm demiştir ki: Yalnızlığın uzaması daha çok dü­şünme ilham edici, düşünmenin uzaması da cennet kapışım çalmanın bir delilidir.

Vehb îbn Münebbih şöyle der: Kişinin düşünmesi uzayanca anlar, anlayınca bilir ve bilen kişi de mutlaka amel eder.

Ömer îbn Abdülazîz demiştir ki: Allah'ı zikretmek güzeldir. Al­lah'ın nimetleri hakkında düşünmek ise ibâdetlerin en üstünüdür.

Muğîs el-Esved der ki: Her gün kabirleri ziyaret ediniz; bu, sizi düşünmeye sevkeder. Kıyamet günü duracağınız yeri kalblerinizle gö­rünüz. Cennete ya da cehenneme gidenlere bakınız. Kalblerinizi ve bedenlerinizi cehennemi, cehennem topuzlarını ve cehennemin katla­rım hatırlamaya alıştırınız. Muğîs sözün burasında ağlar ve sanki ak­lını yitirmiş gibi yere düşerek arkadaşları tarafından tutulup kaldırılır.

Abdullah İbn Mübarek anlatıyor : Bir adam kabir ve çöplüğün ya­nında duran bir rahibe rastladı ve ona seslenerek şöyle dedi: Ey râhib, senin yanında dünya hazînelerinden ikisi duruyor; onlara bak da İbret al; insanların hazînesi ve mallarının hazînesi...

Rivayet edildiğine göre İbn Ömer kalbi ile ahidleşmek (sözleşmek) istediği zaman, bir harabeye gider, kapısında durarak üzüntülü bir sesle seslenir şöyle derdi: Nerede senin ahâlîn? Sonra nefsine döner ve; Allah'ın dışında her şey helak olucudur, derdi.

îbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: Düşünü­lerek kılman kısa iki rek'at namaz, kalbin gafil bulunduğu bütün bir gece kılınan namazdan daha hayırlıdır.

Hasan şöyle demiştir: Ey Âdemoğlu, karnının üçte birini yemeye, üçte birini içmeye ayır. Kalan üçte birini de düşünebilmek için nefes almak Üzere bırak.

Hakimlerden birisi demiştir ki: Kim ibret almaksızın dünyaya ba­karsa, bu gafletinin miktânnca kalbinin nuru (basireti) gider.

Bişr tbn Haris el-Hafî de şöyle demiştir : Şayet insanlar Allah Teâ-la'nın büyüklüğünü düştinebilselerdi, asla O'na karşı gelmezlerdi.

Hasan, Âmir îbn Abdülkays'ın şöyle dediğini nakleder: Bir, iki; Üç değil, Rasûlullah (s.a.) in ashabının bir çoğunun şöyle dediklerimi işittim: îmanın ışığı, ya da îmânın nuru tefekkürdür. (Düşünmedir.)

Rivayete göre; îsa (a.s.) şöyle demiştir: Ey güçsüz Âdemoğlu, ne­rede olursan ol, Allah'tan kork. Dünyada bir misafir ol. Mescidleri ev edin. Gözlerine ağlamayı, cesedine sabrı ve kalbine düşünmeyi öğret. Yarının rızkı ile gamlanma. (Üzülme, yarının rızkını düşünerek ken­dini üzme.)

Rivayete göre; mü'minlerin emîrl Ömer İbn Abdülazîz bir gün ar­kadaşlarının arasında ağladı. Sebebi sorulunca şöyle dedi: Dünyayı, onun lezzet ve şehvetlerini düşündüm de ibret aldım. Şehvetleri bit­mek üzere ve sonunda acılığı onu bulandıracak. Eğer ibret alacaklar İçin bunda bir ibret yoksa bile hatırlayanlar için nice Öğütler vardır.

Düşüncedir gezisi mü'mînin;* İbrettir zevki mü'mînin.

Yalnız Allah'a hamd ederiz Her an uyanık bekleriz.

Kimileri var ki hep eğlenirler, Ömür biter de, farkında değüler.

Kimileri de öyle bir hayat sürer ki; Arzulananın da üstünde, zarîf bir çiçek glbL

Şırıltısında çeşmelerin, Gölgesinde ağaçların,

Sevincinde bitkilerin, Tatlılığında meyvelerin

Değiştirir onu ve ailesini, Başkalarıyla zamanın hızlı akışı.

Yalnız Allah'a hamd ederiz, Yalnız O*na i'tibâr ederiz.

Bundadır doğrusu ibret; Akıllı için, alırsa eğer ibret. (B. K)

Allah Teâlâ zâtına, sıfatlarına, şeriatına, kaderine ve âyetlerine delâlet eden yaratıklarından ibret almayanları kınayarak: «Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, yüzlerini çevirerek onları görüp geçer­ler. Onlann çoğu Allah'a imân etmezler, ille de şirk koşanlardır onlar.» (Yûsuf, 105) buyururken, mü'min kullarını da överek : «Onlar ki ayak­ta, oturarak, ve yanlan üstü yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rabbımız, Sen bunlan boşuna yaratmadın, bu yaratıklarını boşuna değil, kötülük yapanları yaptıklarına karşılık ce­zalandırmak ve iyilik yapanları da iyilikle mükâfatlandırmak üzere yarattın, derler. Sonra bu kimseler Allah Teâlâ'yı abesle meşgul ol­maktan ve bâtıl olanı yaratmaktan tenzih ederek şöyle derler: Al­lah'ım Sen bâtıl bir şeyi yaratmaktan münezzehsin. Bizi o ateş aza­bından koru. Ey yaratıkları hak ve adaletle yaratan, noksanlıklardan, ayıptan ve abesten münezzeh olan; gücün ve kuvvetinle bizi ateşin aza­bından koru. Bizim için razı olacağın amellere bizi muvaffak kıl. Bizi kendileriyle Naîm cennetlerine erdireceğin acıklı azabından koru. Bizi kendisiyle kurtaracağın sâlih ameller yapmaya muvaffak kıl.

Sonra onlar şöyle diyecekler: Rabbımız; Sen kimi ateşe sokarsan şüphesiz onu perişan edersin. Onu alçaltır ve kıyamet günü toplanan herkesin önünde perişanlığını ayân-beyân kılarsın. Zâlimlerin kıyamet günü hiç yardımcıları yoktur. Onları senden kurtaracak hiç kimse bu­lunmayacak ve senin dilediğinden kaçınmaları da imkân dışı olacaktır. Rabbımız; doğrusu bizi «Rabbınıza inanın» diye îmâna çağıran bir da-vetçiyi, Rasûlullah (s.a.) ı işittik; Rabbınıza îmân edin dedi, biz de o'nun bu çağrısına icabet ettik, o'na uyduk ve îmâna geldik. Ey Rabbı­mız; Senin peygamberine îmân edip uyduğumuz için günâhlarımızı ba­ğışla. Onları ört. Canımızı da İhsan edenlerle birlikte al. Böylece bizi sâlih kullarına ulaştır. Rabbımız; bize, peygamberinin diliyle vaad et­tiklerini ver.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu'l-Yemmân... Enes İbn Mâlİk'den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

Askalân (Şam yakınlarında bir şehir ki oraya Arûs'üş-Şam da derler.) iki Arûstan biridir. Allah Teâlâ kıyamet günü Askalân'dan he-sâbsız yetmişbin kişi, Allah Teâlâ'ya gidecek ellibin şehîd diriltecek. Şe-hîdlerin safları oradadır. Kesik başlan ellerinde, şah damarlarından kan akar olduğu halde; Rabbımız, bize peygamberinin vaadettiklerini ver ve kıyamet günü rezîl etme bizi. Şüphesiz Sen; sözünden asla dön­mezsin, diyecekler. Allah Teâlâ da : Kullarım doğru söyledi, onları bey-da nehrinde yıkayınız, buyuracak. Böylece onlar, bu nehirden tertemiz, bembeyaz çıkarak cennette diledikleri yerde dolaşacaklar, gezecekler­dir.

Bu hadîs, Müsned'in garîb hadîslerinden sayılır. Bunu, mevzu (uy­durma) hadîs sayanlar da vardır.

«Kıyamet günü (bütün yaratıkların huzurunda) rezîl etme bizi. Şüphesiz Sen; sözünden asla dönmezsin. (Senin peygamberlerine haber vermiş olduğun sözün mutlaka gerçekleşecektir ki, o da kıyamet günü Senin huzurunda kalkıp dikilmektir.)»

Hafız Ebu Ya'lâ diyor ki: Bize Haris İbn Süreç... Câbir îbn Abdul-lah'dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

Âdemoğlunun kıyamet günü Allah Teâlâ'nın huzurundaki utanma ve perişanlığı o dereceye ulaşır ki; kul bir an evvel cehenneme gönde­rilme emrinin verilmesini temenni eder. Bu hadîs garîbtir.

Rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) Âl-i İmrân sûresinden bu on âyeti geceleyin teheccüd namazı kılmak için kalktıklarında okur­lardı.

Bu konuda Buhârî diyor ki: Bize Saîd İbn Ebu Meryem... İbn Ab-bâs'tan rivayet etti ki; o şöyle demiştir :

Teyzem Meymûne'nin yanında geceledim; Rasûlullah (s.a.) aile­si ile bir saat konuştuktan sonra, uyudular. Gecenin son üçte biri olun­ca kalkıp göğe nazar buyurdular ve: «Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akü sahipleri için elbette âyetler vardır...» buyurdular. Sonra kalkıp abdest aldılar ve dişlerini misvâkladılar. Ve onbir rek'ât namaz kıldılar. Bilâl'in ezan okuması üzerine; iki rek'at daha namaz kılarak çıktılar, sonra sabah namazını kıldırdılar.

Bu hadîsin bir benzerini Müslim de rivayet etmiştir.

Buhârî değişik tanklardan, Mâlik'den... o da îbn Abbâs'tan riva­yet ediyor ki; İbn Abbâs teyzesi olan Rasûlullah (s.a.) in hanımı Mey-mûne'nin yanında gecelediğini şöyle anlatmış :

Ben yastığın geniş tarafına yattım, Rasûlullah ve ailesi de uzun tarafına yattılar. Rasûlullah (s.a.) uyudular. Gece yarısı olunca —az önce, ya da az sonra— Rasûlullah (s.a.) uykusundan uyanarak yüzün­den uykuyu atmak üzere elleriyle yüzünü ovuşturmaya başladılar. Son­ra Âl-i İmrân sûresinin sonlarından on âyet okudular. Sonra asılı bir kırbayı alarak güzelce abdest aldılar. Sonra namaz kılmaya kalktılar. Ben de kalkıp o'nun yaptıklarını yaparak gidip yanına durdum. Rasû­lullah (s.a.) sağ elini başına koydu ve sol kulağını ovuşturmaya başla­dı. Önce iki rek'at, sonra iki rek'at, sonra iki rek'at daha, sonra iki rek'at, sonra iki rek'at, sonra iki rek'at ve sonunda da tek rek'at na­maz kıldı. Sonra da müezzin gelinceye kadar yattı. Müezzin gelince kalkarak kısa iki rek'at namaz kıldı. Sonra mescide çıkarak sabah na­mazım kıldırdı.

Cemâatin diğer mensûblan da hadîsi muhtelif tanklardan bu şe­kilde tahrîc etmişlerdir. Müslim ve Ebu Dâvûd da değişik şekillerde bu hadîsi rivayet etmiştir.

İbn Merdûyeh Asım îbn Behdele'den rivayet ediyor: ...tbn Ab-bâs'ın rivayetine göre; Rasûlullah (s.a.) bir gece, gece ilerledikten son­ra çıkarak göğe bakmış ve; «Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için elbette âyet­ler vardır...» âyet-i kerîme'sinden başlayarak sûrenin sonuna kadar okuduktan sonra : Allah'ım, kalbimde bir nûr, kulağımda bir nûr, gö­zümde bir nûr, sağımdan, solumdan, önümden, arkamdan, üstümden ve altımdan bir nûr kıl. Kıyamet günü benim nurumu büyült, buyur­dular.

Bu duâ bazı sahîh tarîklerle Küreyb'İn rivâyetiyle İbn Abbâs'tan sabittir.

Sonra tbn Merdûyeh ve îbn Ebu Hatim, Ca'fer îbn Ebu Muğîre ta­rîki ile îbn Abbas'tan rivayet ettiler ki; Kureyşliler yahûdîlere gelerek : Mûsâ size hangi mucizeleri getirdi? diye sordular. Onlar da : Asasını ve bakanlara beyaz elini, diye cevâb verdiler. Hiristiyanlara gelerek: Si­zin aranızda îsâ nasıldı? diye sordular. Onlar da : Anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalanmış olanı iyileştirir, ölüleri diriltlrdi, diye cevâb verdiler. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.) a gelen Kureyşliler: Rabbına duâ et de Safa tepesini bizim için altın yapsın, dediler. Rasû­lullah (s.a.) m Rabbma duâ etmesi üzerine: «Göklerin ve yerin ya­ratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için elbette âyetler vardır.» âyet-i kerîme'si nazil oldu. Rasûlullah (s.a.) : Bunlan düşünün, buyurdular. İbn Merdûyeh'in lafzı bu şekildedir. Bu hadîsin Taberanî rivayeti bu âyetin başında geçmişti. Buna göre bu âyetin mekkî olması gerekir. Halbuki meşhur olan görüş; bu âyetin Medine'de nazil olduğudur. Delili ise şu serdettiğimiz son ha­dîstir.

tbn Merdûyeh diyor ki: Bize İsmail îbn AJi... Atâ'dan rivayet etti ki, o şöyle demiştir:

Abdullah İbn Ömer, Ubeyd İbn Umeyr ve ben Hz. Aişe'nin yanına gittik. Onunla bizim aramızda bir perde vardı... Ey Ubeyd, seni bizi ziyaret etmekten alıkoyan nedir? dedi. O da; şâirin «az ziyaret et, çok sevilirsin» sözüdür, dedi. tbn Ömer: Bizi bırak ta, Rasûlullah (s.a.) dan görmüş olduğun en garîb (en hayret verici) şeyi bize haber ver, dedi.

Hz. Âİşe ağladı ve; onun her işi hayret vericiydi. Benim sıram ol­duğu bir gece bana geldi. Cildi cildime temas etti sonra: Beni bırak, Rabbıma ibâdet edeyim, buyurdu. Ben şöyle dedim : Allah'a yemîn ederim ki; ben Senin bana yakınlığını çok severim. Fakat Rabbına İbâdet etmeni de severim. Kalktı, su kırbasını alarak abdest aldı. Suyu fazla harcamadı. Sonra namaza durdu ve o kadar ağladı ki sakalı ıs­landı. Sonra secdeye vardı ve yer ıslanıncaya kadar ağladı..Sonra yan üzeri uzanıp yine ağladı. Bu Bilâl'in kendisine gelerek sabah namazını haber vermesine kadar devam etti. Bilâl: Ey Allah'ın Rasûlü, seni ağ­latan nedir? Halbuki Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır, deyince Rasûlullah (s.a.) : Yazık sana ey Bilâl, ben nasıl ağlamayayım; bu gece bana; «Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için elbette âyetler vardır.» âyet-i kerîme'si nazil oldu, buyurup şöyle ilâve etti: Bu âyeti okuyup da üzerinde düşünmeyen kimseye yazıklar olsun.

Bu hadîsi daha uzunca Abd İbn Humeyd... Atâ'dan rivayet et­miştir.

Ebu Hatim ve İbn Hibbân Sahîh'inde bu hadîsi İmrân İbn Mûsâ kanalıyla... Atâ'dan rivayet etmişlerdir. Ancak Atâ burada sadece Ubeyd İbn Umeyr ile Hz. Âişe'nİn yanına vardıklarını kaydetmiştir.

Bu hadîsi «Kitab'üt-Tefekkür ve'1-İ'tibâr» adlı eserinde Şücâ* İbn Eşrec'den rivayet eden Abdullah İbn Muhammed İbn Ebu Dünyâ son­ra şöyle der: Bana Süfyân es-Sevrî'den merfû' olarak Hasan îbn Ab-dülazîz rivayet etti ki; o şöyle demiştir: Kim Al-i İmrân sûresinin so­nunu okur da üzerinde düşünmezse ona yazıklar olsun ve parmakla­rıyla ona kadar saydı.

Hasan îbn Abdülazîz şöyle demiştir: Bana Ubeyd îbn Sâib haber vererek şöyle dedi: Evzaî'ye: Bu âyetlerin üzerinde en iyi düşünmen nedir? diye sordular. O: Anlayarak okumaktır, dedi.

İbn Ebu Dünya der ki: Bana Kasım İbn Hâşim... Abdurrahmân tbn Süleyman'dan rivayet etti ki; o şöyle demiştir: Bu âyetler üzerin­de düşünmenin kişiyi hadîsteki «yazıklar olsun» hükmünden kurtara­cak en alt derecesini Evzaî'den sordum. Kısa bir süre başını önüne eğdi, sonra şöyle dedi: Kişinin bunları anlayarak okumasıdır.11

Îzâhı26

Îzâhı

195 — Nihayet Rablan onlara icabet etti: Birbiriniz­den meydâna gelen sizlerden; gerek erkek olsun, gerek dişi olsun, çalışanın işini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana, uğrayanların, muharebe edenlerin ve öldürülenlerin suçlarını elbette önleyeceğim. Allah katın­dan mükâfat olmak üzere; onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Sevabın en güzeli, Allah ka­tandadır.

Saîd îbn Mansûr der ki: Bize Süfyân... Ümmü Seleme'den rivayet etti ki; o şöyle demiştir : Ey Allah'ın Rasûlü, biz, Allah Teâlâ'nın hicret hususunda kadınları zikrettiğini hiç işitmedik. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Nihayet Rabları onlara icabet etti... Allah katında mükâfat olmak üzere onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Sevabın en güzeli Allah katındadır.» âyet-i kerîme'sini inzal buyurd,u-lar. Ansârdan Ümmü Seleme'nin Medîne-i Münevvere'ye ilk gelen ka­dın olduğunu söylemişlerdir.

Hadîsi Müstedrek'inde Süfyân Îbn tlyeyne'den rivayet eden Hâ­kim; Buhârî'nin şartlarına göre sahîhtir, ancak Buhârî ve Müslim ha­dîsi tahrîc etmemişlerdir, demiştir.

îbn Ebu Necîh'in Mücâhid'den, onun da Ümmü Seleme'den riva­yetine göre; Ümmü Seleme «Nihayet Rabları onlara icabet etti...» âyetinin son nazil olan âyet olduğunu söylemiştir. Ancak Kur'an-ı Ke-rîm'den en son nazil olan âyet değil de, hicret konusunda en son nazil olan âyetin bu olduğu kastedilmiş olabilir.

Bu hadîs îbn Merdûyeh tarafından da rivayet edilmiştir.

Âyetin anlamına gelince : Akıl sahipleri mü'minler yukarda geçen­leri Rablanndan isteyerek duâ ettiklerinde; Rabları onlara icabet etti, şeklindedir. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurulur: «Kullarım sana Beni sorarsa, şüphesiz ki Ben çok yakınım. Bana duâ edince Ben, o duâ edenin duasına karşılık veririm, öyleyse onlar da Benim davetime icabet etsinler, Bana îmân etsinler ki; doğru yola ulaşmış olalar.» (Ba-i kara, 186)

«Birbirinizden meydana gelen sizlerden; gerek erkek olsun, gerek dişi olsun, çalışanın işini boşa çıkarmam.» âyet-i kerîme'si Rablarının onlara icabetinin bir açıklamasıdır. Yani Rabları onlara icabet ederek; katında hiçbir çalışanın işini boşa çıkarmayacağını, erkek olsun, ka­dın olsun her çalışana çalışması ölçüsünde karşılık vereceğini, tâm ola­rak mükâfatlandıracağını, haber vermektedir.

Hicret edenlerin, şirk ülkesini terkederek îmân ülkesine gelen, sev­diklerinden, dostlarından, kardeşlerinden ve komşularından ayrılan­ların, müşriklerin eziyet ederek kendilerini sıkıştırdığı ve kendilerini aralarından çıkmaya mecbur ettikleri yurtlarından çıkarılanların, İn­sanlara karşı biricik suçlarının tek olan Allah'a îmân etmeleri olan, Benim yolumda işkenceye, hakarete ve ziyana uğrayanların...

Başka âyet-i kerîme'lerde Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuş­tur : «Halbuki onlar, Rabbınız olan Allah'a İnandığınızdan dolayı sizi ve peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar.» (Mümtahine, 1), «Onlar ancak Azîz, Hamîd olan Allah'a İnandıkları için mü'minlerden intikam almışlardı.» (Bürûc, 8)

Allah Teâlâ : «Muharebe edenlerin ve öldürülenlerin...» buyuru­yor. Allah yolunda savaşırken yaralanıpta insanın yüzünün kan ve toprağa bulanması, makamların en üstünüdür. Sahîh bir hadîste vârid olduğu üzere, bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü, ben sabrederek, sevabını AUah'dan bekleyerek, geri dönmeksizin devamlı ilerlerken öldürülür-sem Allah Teâlâ benim hatâlarımı bağışlar mı? diye sordu. Allah Ra­sûlü : Evet, buyurduktan sonra; nasıl demiştin? diye sordu. Adam söy­lediğini tekrarlayınca Allah Rasûlü; Evet. borç hâriç. Bunu biraz önce bana Cibril söyledi, buyurdular.

Bunun içindir ki; Allah Teâlâ : ...Suçlarını elbette örteceğim. Al­lah katında mükâfat olmak üzere onları altlarından, aralarından süt, bal, şârâb, berrak sular ve bunların dışında çeşitli içeceklerden oluşan, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve bir insanın hatı­rına gelmeyecek ırmaklar akan cennetlere koyacağım.

Allah Teâlâ: «Allah katında mükâfat olmak üzere...» buyurmak suretiyle mükâfatı, sevabı kendisine izafe ediyor ki, bu da O'nun büyük­lüğüne delâlet eder. Zîrâ büyük ve kerîm olan çok verir. Nitekim bunun bir mütemmimi olmak üzere : Sevabın en güzeli, amel-i sâlih işleyen kişiye mükâfatın en güzeli, Allah katındadır, buyurmaktadır.

İbn Ebu Hatim der ki: Dihyem İbn îbrâhîm... Hâriz îbn Osman'­dan rivayet eder ki, Şeddâd İbn Evs şöyle dermiş: «Ey insanlar, hük­münde Allah'ı itham etmeyiniz. Çünkü O bir mü'mine asla zulmetmez. Eğer sizden birine, sevdiği ve İstediği bir şey gelirse Allah'a hamdetsin, hoşlanmadığı bir şey geldiğinde de sabredip sevabını Allah'tan bekle­sin. Çünkü mükâfatın en güzeli Allah katındadır.12

196 — Küfredenlerin diyar diyar dönüp dolaşmaları sakın seni aldatmasın.

197 — Az bir geçim. Sonra varacakları yer cehen­nemdir. O ne kötü yataktır.

198 — Fakat Rablarından korkanlar için; altlarından ırmaklar akan cennetler var. Orada temelli kalacaklar. Allah tarafından ağırlanacaklar. Allah katında olanlar kendileri için daha hayırlıdır.

Rablanndan Korkanlar27

Rablanndan Korkanlar

Allah Teâlâ; şu kâfirlerin nimet, neş'e ve sevinç içinde bulunma­larına bakmayın; az zaman sonra bunların hepsi sona erecek ve kötü' amelleri karşılığında tutuklanacaklar. İçlerinde bulundukları halde onların küfürleri artsın diye kendilerine bir mühlet veriyoruz. Onlar­da bulunan şeylerin hepsi «az bir geçimdir. Sonra varacakları yer ce­hennemdir. O, ne kötü yataktır.» buyuruyor.

Bu âyet-i kerîme; Allah Teâlâ'nın şu âyetleri gibidir:

«Küfredenlerden başkası, Allah'ın âyetleri üzerinde tartışmaya gir­mez. Şimdilik onların memlekette gezip dolaşması seni aldatmasın.» (Ğafir, 4); «De ki: Allah'a karşı yalan uyduranlar hiç şüphesiz felah bulmayacaklardır. Onlara, dünyada bir müddet faydalanma vardır. So­nunda dönüşleri bizedir. Biz de küfürlerinden dolayı kendilerine en şiddetli azabı tattıracağız.» (Yûnus, 69 - 70); «Onları az bir süre geçin­dirir, sonra da ağır bir azaba sürükleriz.» (Lokman, 24); «Sen, şimdilik o kâfirlere mühlet ver, onları biraz geciktir.» (Tank, 17); «Şimdi ken­disine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve ona kavuşan kimse, dünya hayatında kendisine bir geçimlik verdiğimiz, sonra kıyamet gününde huzurumuza getirilmişlerden olan kimse gibi midir?» (Kasas, 61)

Allah Teâlâ kâfirlerin dünyadaki hallerini ve cehenneme varış­larını zikrettikten sonra, şöyle buyuruyor : «Fakat Rablanndan korkan­lar için altlarından ırmaklar akan cennetler var. Orada temelli kala­caklar. Allah tarafından ağırlanacaklardır. Allah katında olanlar iyiler için daha hayırlıdır.»

İbn Merdûyeh der ki: Bize Ahmed İbn Nasr... Abdullah İbn Amr îbn Âs'dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

Bunlara Ebrâr (iyilik yapanlar) ismi verildi. Çünkü onlar hem ba­balarına, hem çocuklarına iyilik yaparlar, (iyi davranırlar). Senin üze­rinde babanın hakkı olduğu gibi, çocuğunun da hakkı vardır.

Sonra îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Hasan'm şöyle dedi­ğini rivayet etti: Ebrâr (iyilik yapanlar) küçük bir kırmızı karıncaya bile eziyet etmeyen kimselerdir.

İbn Ebu Hatim yine der ki: Bize Ahmed İbn Sinan... Abdullah îbn Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet etti: «Gerek iyilik yapan ve ge­rekse günahkâr olan her nefîs için ölüm daha hayırlıdır. Şayet iyilik yapan bir nefis ise Allah Teâlâ onlar hakkında : «Allah katında olan­lar onlar için daha hayırlıdır.» buyurmuştur.

Sevri tarîki ile aynı şeyi A'meş'ten rivayet eden Abdürrezzâk son­ra : «Küfredenler kendilerine mühlet verdiğimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara, sırf günâhları çoğalsın diye mühlet ve­riyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azâb vardır.» âyetini okumuştur.

îbn Cerîr der ki: Bana Müsennâ... Ebu'd-Derdâ'dan rivayet etti ki, o şöyle dermiş: Hiçbir mü'min yoktur ki; ölüm onun İçin daha ha­yırlı olmasın. Yine hiçbir kâfir yoktur ki, ölüm onun için daha hayırlı olmasın. Kim benim bu sözümü doğrulamazsa bilsin ki; Allah Teâlâ : «Allah katında olanlar onlar için daha hayırlıdır.» ve «Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri İçin hayırlı sanmasınlar. Biz onlara, sırf günâhları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azâb vardır.» buyurmaktadır.13

199 — Ehl-i kitâb'dan öyleleri vardır ki; Allah'a, size indirilen ve kendilerine indirilmiş olana, Allah'a huşu' duyarak inanırlar. Allah'ın âyetlerini az bir pahaya değiş­mezler. İşte onların ecirleri Rabları katındadır. Allah, şüp­hesiz hesabı çabuk görendir.

200 — Ey îmân edenler, sabredin, sebat gösterin, düş­mana karşı durun ve Allah'tan sakının ki, felah bulaşınız.

Bu âyetlerde Allah Teâlâ ehl-i kitâb'dan bir grubu haber vererek onların gerçekten Allah'a, daha önceki kitâblara inanmakla birlikte Muhammed (s.a.) e de İndirilen kitaba îmân ettiklerini, Allah'a İtaat ve O'nun huzurunda zelîl bir halde durarak boyun eğdiklerini bildiri­yor ve: «Allah'ın âyetlerini az bir pahaya değişmezler.» buyuruyor. Yani onlar kendilerindeki Muhammed (s.a.) e dâir müjdeleri, o'nun güzel sıfatlarını, peygamber olarak gönderileceğini ve o'nun Ümmeti­nin sıfatlarını (HzlpmSütler Onlar ehl-i kitÂh'm en havırlı ve serkin-

Nitekim diğer âyet-i kerîme'lerde de Allah Teâlâ şöyle buyuru­yor : «Kendilerine daha öncede kitâb verdiklerimiz de buna inanırlar. Onlara Kur'an okunduğu zaman derler ki: Ona inandık, doğrusu o Rabbımızdan gelen gerçektir. Şüphesiz biz, daha önceden de müslü-man olmuş kimseleriz. İşte onlara sabrettiklerinden ötürü ecirleri iki defa verilir.» (Kasas, 52-54), «Kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler onu hakkıyla tilâvet ederler. İşte buna onlar inanırlar.» (Bakara, 121), «Musa'nın kavminden bir topluluk da vardır ki, (halkı) hakka irşâd ederler ve onunla hükmederler.» (A'râf, 159), «Hepsi bir değildir. On­lardan secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır.» (Âl-i İmrân, 113), «De ki: «İster ona inanın ister inanmayın, muhakkak ki ondan önce kendilerine bilgi verilenlere; o okunduğu zaman, yüzleri üstü secdeye kapanırlar ve derler ki: Ten-zîh ederiz Rabbımızı, Rabbımızın va'di şüphesiz yerine gelmiş olacak­tır. Yüzleri üstü kapanarak ağlarlar ve bu, onların Huşûunu arttırır.» (İsrâ, 107-109)

Bu sıfatlar yahûdîlerde bulunursa da çok azdır. Nitekim Abdul­lah İbn Selâm ve benzeri yahûdî din adamlarından îmân edenlerde bu sıfat bulunmaktaydı. Ancak sayıları ona bile ulaşmamaktadır. Hı-ristiyanlardan hidâyete erip de hakka boyun eğenler ise daha çoktur. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır ; «Andolsun ki, insanlardan îmân edenlere en şiddetli düşman olarak yahûdîleri ve Allah'a şirk koşanları bulacaksın. Andolsun ki, onlardan îmân eden­lere sevgice en yakını da, biz Hıristiyanlarız, diyenleri bulacaksın... Allah da onları dediklerinden dolayı altından ırmaklar akan cennet­lerle mükâfatlandırdı. Orada temelli kalacaklardır.» (Mâide, 82 - 85)

Burada ise şöyle buyurmaktadır: «İşte onların ecirleri Rablan katındadır.»

Bir hadîs-i şerifte vârid olduğu üzere Cafer İbn Ebu Tâlib Mer­yem sûresini Habeş kralı Necâşî'nin huzurunda, yanında patrikler ve papazlar olduğu halde okuduğunda; hem Necâşî ve hem de yanında­kiler ağlamışlardı. O kadar ağladılar ki sakallan ıslandı.

Yine Buhârî ve Müslim'de bulunan bir hadîse göre Necâşî vefat ettiğinde, Rasûlullah (s.a.) bunu ashabına haber vermiş ve, Habeşis­tan'da bir kardeşiniz ölmüştür. Haydin onun üzerine namaz kılın, bu­yurarak sahraya çıkmış, ashabını saf tutturarak cenaze namazı kıl­mıştır.

İbn Ebu Hatim ve Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh'in Hammâd îbn Seleme tarîki ile... Enes İbn Mâlik'den rivayetine göre; o şöyle de­miştir : Necâşî vefat edince Rasûlullah (s.a.) : Kardeşinize istiğfarda bulununuz, buyurmuşlardı. Bunun üzerine bazıları; Habeşistan'da ölen kâfir bir adama istiğfarda bulunmayı bize emrediyor, deyince : «Ehl-i kitâb'dan öyleleri vardır ki; Allah'a, size indirilen ve kendilerine in­dirilmiş olana Allah'a hûşû' duyarak inanırlar...» âyet-i kerîme'si na­zil oldu.

Bu hadîsi Abd İbn Humeyd ve tbn Ebu Hatim başka bir tanktan Hammâd İbn Seleme'den... Hasan'dan Rasûlullah (s.a.) a ulaşan bir isnâd ile rivayet etmişlerdir. Sonra İbn Merdûyeh bu hadîsi değişik tarîklerden ve 'Humeyd kanalıyla... Enes İbn Mâlik'den geçen hadîse benzer şekilde rivayet etmiştir.

İbn Cerîr de, Ebu Bekr el-Huzelî tarîki ile... Câbir'den hadîsi şu şekilde rivayet eder: Rasûlullah (s.a.) Necâşî öldüğü zaman; kardeşi­niz Ashame ölmüştür, buyurarak çıktılar ve cenaze namazı gibi namaz kılarak dört tekbîr getirdiler. Bunun üzerine münafıklar; Habeş top­rağında ölen kâfir bir adam üzerine namaz kılıyor, deyince Allah Teâlâ: «Ehl-i kitâb'dan öyleleri vardır ki Allah'a... inanırlar...» âyet-i kerîmesini indirdi.

Hafız Ebu Abdullah el-Hâkim, Müstedrek'inde rivayet ediyor: Bize Merv'de Ebu'l-Abbâs es-Seyyârî... Abdullah îbn Zübeyr'den riva­yet etti ki, o şöyle demiştir: Necâşî'ye karşı, onların topraklarından bir düşman zuhur etti. Muhacirler Necâşî'ye gelerek, onlara karşı çık­mak ve senin yanında savaşmak istiyoruz. Böylece sen bizim cesare­timizi görmüş olacaksın ve bize yaptığına karşılık vermiş olacağız, de­diler. Necâşî de; hayır, Allah'ın yardımıyla bir ilâç insanların yardımıy­la olan ilâçtan daha hayırlıdır, dedi. Râvî der ki: Bunun üzerine : «Ehl-i kitâb'dan öyleleri vardır ki; Allah'a, size indirilen ve kendile­rine indirilmiş olana Allah'a hûşû' duyarak inanırlar.» âyet-i kerîme'­si nazil oldu.

Hâkim sonra der ki: Bu, isnadı sahih bir hadîstir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîç etmemişlerdir, der.

Ebu Dâvûd diyor ki: Bize Muhammed İbn Amr er-Râzî... Hz. Âişe'den rivayet etti ki, o şöyle demiştir: Necâşî öldüğünde biz, onun kabri üzerinde bir nûr görüldüğünden bahsederdik.

İbn Ebu Necîh Mücâhid'in «Ehl-i kitâb'dan Öyleleri vardır ki...» âyet-i kerîme'sinden ehl-i kitâb'dan müslümanların kastedildiğini söy­lediğini nakletmiştir.

Abbâd tbn Mansûr şöyle diyor: Hasan el-Basrî'ye: «Ehl-i kitâb'­dan öyleleri vardır ki Allah'a, size indirilen ve kendilerine indirilmiş olana, Allah'a huşu' duyarak inanırlar.» âyetini sordum. Şöyle cevâp verdi: Bunlar, Muhammed (s.a.) den önceki ehl-i kitâb'dır. O'na uy­dular ve islâm'ı tanıdılar. Böylece Allah Teâlâ da kendilerine Muham­med (s.a.) den önceki îmânları ve Muhammed (s.a.) e uymaları sebe­biyle iki ecir (mükâfat) birden verdi.

Bunu İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

Buhar! ve Müslim'de Ebu Musa'dan rivayet edilen bir hadiste Ra-sûlullah (s.a.), Üç sınıf vardır ki, onların ecirleri iki kere verilir : Bun­lar arasında birisi de ehl-i kitab'dan olup da hem kendi peygamberi­ne ve hem de bana inanan adamdır, buyurmuştur.

Allah Teâlâ: «Allah'ın âyetlerini az bir pahaya değişmezler.» bu­yuruyor ki; onlar kendilerinden rezil ve alçak bir grubun yaptığı gibi sahib oldukları bilgileri gizlemezler, bilakis bilgilerini karşılıksız ola­rak bolca dağıtırlar. İşte bunun içindir ki; Allah Teâlâ: «İşte onların ecirleri Rabları kalındadır. Allah şüphesiz hesabı çabuk görendir.» bu­yurmuştur.

Allah Teâlâ: «Ey îmân edenler, sabredin, sebat gösterin, düşma­na karşı durun...» buyuruyor. Hasan el-Basrî der ki: Bu âyet-İ kerî­me; îmân edenlerin Allah'ın kendileri için seçtiği dinleri —ki bu İs­lâm'dır— uğrunda sabretmelerini, müslüman olarak ölünceye kadar, ister darlıkta olsunlar, ister bollukta olsunlar, ister sevinç içinde ol­sunlar, ister sıkıntı içinde olsunlar dinlerini bırakmamalarını ve düş­manlarına karşı sabır ve sebat göstermelerini emrediyor.

Aynı görüş selef ulemâsından bir çoğu tarafından da söylenmiştir.

Âyet-i kerîme'deki «düşmana karşı durmak» kelime­sine gelince : Bu, ibâdet yerine devam ve sebat etmedir. Bunun namaz­dan sonra namazı beklemek olduğu da söylenmiştir ki, bunu İbn Ab-bas, Sehl İbn Huneyf, Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ve başkaları söylemişlerdir.

İbn Ebu Hatim burada, Müslim ve Neseî'nin Mâlik İbn Enes'den rivayet ettikleri şu hadîsi zikretmektedir: Alâ İbn Abdurahmân İbn Ya'kûb... Ebu Hüreyre'den, rivayet eder ki Rasûlullah şöyle buyur­muştur :

Allah'ın kendisiyle hatâlan sildiği ve dereceleri yükselttiği şeyi size haber vereyim mi? Zorluklara (hoşlanılmıyan şeylere) rağmen ab-desti güzelce almak, mescidlere giderken adımların çokluğu, bir na­mazdan sonra diğer bir namazı beklemek. İşte ribât budur, İşte ribât budur, işte ribât budur.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed İbn Ahmed... Ebu Seleme İbn Abdurrahmân'dan rivayet etti ki o şöyle demiştir: Bir gün Ebu Hüreyre bana gelerek; «Ey îman edenler, sabredin, sebat gösterin, düş­mana karşı durun...» âyeti ne hakkında nazil olmuştur? biliyormusun ey kardeşimin oğlu? diye sordu. Ben, hayır, deyince şöyle devam etti: Rasûlullah (s.a.) zamanında onların sabu sebat gösterecekleri ve düş­mana karşı duracakları bir harp yoktu. Bu âyeti ancak mescidleri i'mâr eden, namazları vakitlerinde kılan, sonra oralarda (mescidlerde) Allah'ı zikredenler hakkında nazil olmuştur. Onlar hakkında beş vakit namaza «sabredin,» nefislerinize ve arzularınıza karşı da «sabırlı olun» ve mescidlerinizde «sebat göstererek durun,» oralara devam edin. Aley­hinize olan şeylerde «AUah'dan sakının ki, felah bulaşınız.» buyurdu.

Hâkim de Müstedrek'inde Sâîd İbn Mansûr tarîki ile aynı hadîsi Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir.

îbn Cerîr der ki: Bana Ebu Sâib... Hz. Ali (r.a.) den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Günâhları ve hatâları ör­ten şeyi size göstereyim mi? Zorluklara rağmen abdesti güzelce almak ve namazdan sonra başka bir namazı beklemek. îşte ribât budur.

Yine İbn Cerîr diyor ki: Bana Mûsâ îbn Sehl... Câbir îbn Abdul-lah'dan rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) : Allah'ın hatâları sildiği ve günâhları örttüğü şeyi size göstereyim mi? buyurdular. Biz : Evet ey Allah'ın Rasülü, deyince de: Abdesti yerli yerince almak, mescidlere giderken atılan adımların çokluğu ve namazdan sonra diğer bir na­mazı beklemek. İşte ribât budur, buyurdular.

îbn Merdûyeh der ki: Bana Muhammed İbn Ali... Ebu Eyyûb (r.a.) den rivayet etti ki, o şöyle demiştir : Rasûlullah (s.a.) bizim kar­şımızda durup; size Allah'ın kendisiyle günâhlan sildiği ecirleri büyül­teceği şeyi göstereyim mi? diye sordular. Biz; evet ey Allah'ın Rasûlü o nedir? dedik. Zorluklara (hoşlanılmıyan şeyler) rağmen abdesti gü­zelce almak, mescidlere doğru atılan adımların çokluğu ve namazdan sonra diğer bir namazı beklemek, buyurarak devamla; işte bu, Allah Teâlâ'nın: «Ey îmân edenler, sabredin, sebat gösterin, düşmana kar­şı durun, ve Allah'tan sakının ki, felah bulaşınız.» âyetidir. İşte bu mescidlerdeki ribâttır, buyurdular.

Hadîs, bu şekliyle gerçekten garîbtir.

Abdullah îbn Mübarek der ki... Dâvûd İbn Salih rivayet edip dedi ki, Bana Ebu Seleme İbn Abdurahmân; ey kardeşimin oğlu, «sabre­din, sebat gösterin, düşmana karşı durun» âyeti ne hakkında nazil olmuştur biliyor musun? diye sordu. Ben, bilmiyorum deyince; ey kar­deşimin oğlu, Rasûlullah (s.a.) zamanında düşmana karşı durup bekle­necek bir harp yoktu. Fakat o, namazdan sonra diğer bir namazı bek­lemektir, dedi.

Bu hadîsi İbn Cerîr rivayet etmiştir. Bu anlamdaki İbn Merdû-yeh'in rivayeti daha önce geçmişti ki, o da Ebu Hüreyre'nin sözü idi. Allah en iyisini bilir.

Buradaki «Murâbata» dan harpte düşmana karşı durup (nöbet beklemek,) İslâm hudûtlarmdaki gedikleri koruyarak düşmanların müslümanların memleketlerine girmesine engel olmanın kastedildiği de söylenmiştir ki, buna teşvik zımnında hadîsler vârid olmuş ve bu­nun sevabının çokluğu anlatılmıştır.

Buhârî'nin Sahihinde Seni İbn Sa'd es-Sâidî'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

Allah yolunda bir gün (cephede) nöbet beklemek dünyadan ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır.

Müslim... Selmân el-Fârisî'den rivayet ediyor ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu ; Bir gün, bir gece nöbet tutmak bir aylık oruç ve ibâ­detten daha hayırlıdır. Eğer (o esnada) ölürse yapmakta olduğu ameli onun lehine devam eder, rızkı ona verilir, fettân'dan (şeytândan) da emîn olur.

İmâm Ahmed diyor : Bize İshâk İbn İbrahim... Fudâle İbn Ubeyd'-den rivayet etti ki, o Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduklarını işit­tim, demiştir: Her Ölenin ameli sona erdirilir. Allah yolunda (cephe­de) nöbet beklerken ölen hâriç. Zîrâ onun ameli kıyamet gününe ka­dar artar ve kabir fitnesinden de emîn olur.

Ebu Dâvûd ve Tirmizî de Ebu Hânî el-Havlanî hadîsinden aynı şekilde rivayet etmişler ve Tirnüzî; bu, hasen, sahîh bir hadîstir, de­miştir.

Hadîsi İbn Hibbân da Sahihinde tahrîc etmiştir.

İmâm Ahmed rivayet ediyor: Yahya İbn İshâk... Ukbe b. Âmir'-den naklediyor ki, o şöyle demiştir: Rasûlullah (sa..) in şöyle buyur­duğunu işittim. Allah yolunda (düşmana karşı harpte) nöbet bekle­yen kişi dışında her ölünün ameli sona erdirilir. Onun ameli İse Allah kendisini yeniden diriltene kadar devam eder. Ve fettân'dan (şeytân) da emîn olur.

Haris İbn Muhammed İbn Ebu Usâme de hadîsi Abdullah İbn Ye-zîd'den rivayet etmiştir. Ancak onun hadîsinde, «Fettân'dan emîn olur» kısmı, yoktur. İbn Lehîa —seneddeki râvî— hadîsin hasen oldu­ğunu belirtir.

Özellikle daha Önce geçen şâhidlerde bunu te'yîd etmektedir.

Ebu Abdullah Muhammed İbn Yezîd îbn Mâce Sünen'inde der ki: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki; Ra­sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Kim Allah yolunda (cephede düşmana karşı) nöbet beklerken ölürse, daha önceden yapageldiği sâ-lih amelleri onun lehine devam eder ve kendisine rızkı verilir. Fettân'­dan da emîn olur ve Allah Teâlâ kıyamet günü o kişiyi korkudan emîn olarak diriltir.

Aynı hadîsin diğer bir tarîki şöyledir :

İmâm Ahmed der ki: Bize Mûsâ... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Kim düşmana karşı dururken ölürse; kabir fitnesinden korunur, büyük korkudan (kıyametin kopması) emin olur, cennetten bir rüzgâr kendisine rızkını estirir, ve kıyamete kadar ona murâbıt sevabı yazılır.

tmâm Ahmed der ki: Bize İshâk İbn îsâ... Ümmü Derdâ'dan ri­vayet etti —ki Ümmü Derdâ hadisi merfû' olarak rivayet etmiştir— ki, o şöyle demiştir : Kim müslümanların sahillerinden birinde üç gün nöbet beklerse; onun için bir sene nöbet beklemek yerine geçer.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer'in, Mûs'ab İbn Sabit İbn Abdullah İbn Zübeyr'den rivayetine göre; Hz. Osman (r.a.) minberde hutbe okurken şöyle demiştir: Size Rasûlullah (s.a,) dan işitmiş olduğum bir sözü nakledeceğim. Bunu size aktarmama sadece size karşı cimri davranmam engel olabilirdi. Rasûlullah (s.a.) m şöy­le buyurduğunu işittim :

Allah yolunda bir gece bekçilik yapmak (nöbet beklemek) gündüzü oruçlu geçirilen ve gecesi ibadetle ihya edilen bin geceden daha ha­yırlıdır.

Hadîsin diğer bir tarîktan rivayeti şöyledir :

Tirmizî der ki: Hasan İbn Ali'nin Hz. Osman İbn Affân (r.a.) in kölesi Zühre İbn Ma'bed'den rivayetine göre; o, Hz. Osman (r.a.) in minberde şöyle dediğini işitmiş: Rasûlullah (s.a.) dan duyduğum bir sözü, sizin yanımdan dağılıp (ayrılıp) gitmenizi istemediğim için giz­lemiştim. Sonra da bunu size nakletmeyi münâsip gördüm. Kişi ondan kendine uygun geleni seçsin. Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işittim: Allah yolunda (harpte) bir gün nöbet beklemek, bunun dışın­daki yerlerde geçirilen bin geceden daha hayırlıdır.

Tirmizî hadîsin bu şekliyle hasen ve garîb bir hadîs olduğunu söy­ler. Buhâri, hadîsin senedinde ismi geçen ve Hz. Osman'ın kölesi Ebu Salih'in İsminin Bürkân, Tirmizî hâriç diğerleri ise Haris olduğunu söylemişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

Hadîsi, Leys îbn Sa'd ve Abdullah İbn Lehîa tarîki ile rivayet eden İmâm Ahmed'in rivayetinde şu fazlalık vardır : Kişi dilediği gibi (harp­te) nöbet beklesin. Tebliğ ettim mi? Orada bulunanlar; evet, dediler. Hz. Osman da devamla; Allah'ım şâhid ol, dedi.

Ebu îsâ Tirmizî der ki: Bize Abdullah İbn Ebu Ömer'in... Muham­med tbn el-Münkedir'den rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: Sel-mân el-Fârisî kendisine âit bir karakolda olan Şürahbil İbn Simt'e uğ­radı. Şürahbil ve arkadaşlarına orada durmak (beklemek) zor geliyor­du. Selmân; ey îbn Simt, Rasûlullah (s.a.) dan İşittim ki, o şöyle bu­yurdu : Allah yolunda bir gün nöbet beklemek, bir aylık oruç ve İbâdet­ten daha üstündür —ya da daha hayırlıdır— Kim o sırada Ölürse kabir fitnesinden korunur ve ameli kıyamet gününe kadar kendisi için artar.

Bu hadîsi bu şekliyle sadece Tirmizî rivayet etmiş ve hadîsin hasen olduğunu söylemiştir. Bazı nüshalarda ise hadîsin muttasıl olma­dığı ve îbn el-Münkedir'in Selmân el-Fârisî'ye yetişmediği kaydedil­miştir.

Ben derim ki: Anlaşıldığına göre Muhammed İbn el-Münkedir ha­dîsi Şurahbil İbn es-Simt'den duymuştur.

Müslim ve Neseî de Mekhûl ve Ebu Ubeyde İbn Ukbe tarîkıyla... Selmân el-Fârisî'den rivayet etmiştir ki; efendimiz : Bir gün nöbet bek­lemek, bir aylık oruç ve ibâdetten daha hayırlıdır. Eğer ölürse yapmak­ta olduğu ameli devam eder, rızkı kendine gönderilir ve fettan (şey­tân) dan emîn olur.

Müslim'in rivayeti daha önce geçmişti.

İbn Mâce der ki: Bize Muhammed İbn İsmail îbn Semüre'nin... Übeyy îbn Kâ'b'dan rivayet ettiğine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurdular : Allah yolunda ve sevabını Allah'dan bekleyerek müslüman-lara zarar gelecek yerlerde Ramazân ayı dışında bir gün nöbet bekle­mek; orucuyla kıyâmıyla yüz senelik ibâdetten daha üstündür. Yine Allah yolunda ve sevabını Allah'tan umarak, müslümanlara zarar ge­lebilecek yerlerde Ramazân ayında bir gün nöbet beklemek —orucuyla, kıyâmıyla bin senelik ibâdetten— Allah katında sevâbça daha ulu ve üstündür. Eğer Allah, kendisini ailesine sağ salim döndürürse bin se­nelik kötülüğü yazılmaz, iyilikleri ise yazılır ve nöbet bekleme sevabı kıyamete kadar artarak devam eder.

Bu hadîs garîb olduğu gibi, bu haliyle münkerdir. Zîrâ hadisin isnâdındaki Ömer îbn Subeyh müttehemdir.

İbn Mâce der ki: Bize îsâ îbn Yûnus'un Enes İbn Mâlik'ten riva­yetine göre; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işitmiş : Allah yolunda bir gece nöbet beklemek, kişinin ailesi yanındaki bin senelik oruç ve ibâdetinden daha üstündür. Sene 360 gündür, Bir gün İse bin sene gibidir.

Bu da garîb bir hadîs olup Ebu Zür'a ve imamlardan bir çokları hadîsin senedindeki Saîd İbn Hâl id'in zayıf olduğunu söylerken, Ukay-lî hadîsine tâbi olunmaz; İbn Hibbân onunla delil getirilmez; Hâkim de, Enes'den uydurma hadîsler rivayet etmiştir, demişlerdir.

İbn Mâce der ki: Bize Muhammed İbn Sabbâh'ın... Ukbe İbn Âmir'den rivayetine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: Allah, bekçilik yapan bekçilere rahmet etsin.

Hadîsin senedinde Ömer İbn Abdülazîz ile Ukbe İbn Âmir arasında kopukluk vardır. Hadîs, munkatı' hadîstir. Zîrâ Ömer İbn Abdülazîz, Ukbe İbn Âmir'e yetişmemiştir. Allah en doğrusunu bilir.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Ebu Tevbe'nin... Sehl İbn el-Hanzaliyye'-den rivayetine göre; onlar Huneyn günü Rasûlullah birlikte iken namaz vakti girmiş. Atlı bir adam gelerek efendimiz'e; ey Allah'ın Rasûlü, önünüzden gittim ve falanca dağa çıktım. Hevâzin kabilesinin bütün kadınlarının, eşyaları ve koyunları ile Huneyn'de top­landıklarını gördüm, dedi. Rasûlullah (s.a.) gülümseyerek : Onlar ya­rın inşâallah müslümanların ganimeti olacak, buyurup, bu gece kim bize koruculuk yapar? diye sordular. Enes İbn Ebu Mersed; ben, ey Al­lah'ın Rasûlü, dedi. Rasûlullah (s.a.) in; bir bineğe bin, emrine uyarak bir ata bindi ve Allah Rasûlüne geldi. Efendimiz ona; en yüksek ye-, rine varıncaya kadar şu vâdî tarafına git. Gece senin tarafından (bize) baskın olmasın, buyurdular. Sabah olunca Rasûlullah (s.a.) namaz kı­lacağı yere çıktı ve iki rek'at namaz kıldıktan sonra; atlınızı farkettiniz mi? buyurdular. Bir adam; ey Allah'ın Rasûlü hissetmedik, dedi ve (nafile) namaz kılmaya başladı. Rasûlullah (s.a.) namazda iken (o) vadiye doğru döndüler. Nihayet namazı bitirince: Müjdeler olsun size, atlınız geldi, buyurdular. Biz vadide ağaçların aralarına bakınırken, o çıkageldi, Rasûlullah (s.a.) in önünde durdu ve; Allah Rasûlünün bu­lunduğu vâdînin en yüksek noktasına kadar gittim. Sabah olunca her iki vâdînin de tepesine çıktım, oralardan baktım ve hiç kimseyi göre­medim, dedi. Efendimiz : Gece hiç atından indin mi? diye sordu. O; hayır, sadece namaz kılmak ve def-i hacet için indim, dedi. Rasûlullah (s.a.) : (Cenneti) kendine vâcib kıldın, artık bir şey yapmak senin için gerekmez, buyurdu.

Hadîsi Neseî de Muhammed tbn Yahya îbn Muhammed İbn Ke-sîr'den, o da Ebu Tevbe —ki Rebî' İbn Nâfi'dir— den rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Zeyd İbn el-Habbâb... Ebu Reyhâne'-den rivayet etti ki; o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) ile bir gazvede idik. Bir gece yüksek bir yere gelerek, orada geceledik. Hava o kadar soğuktu ki, içimizden yerde bir çukur kazarak oraya giren ve kalkanını (soğuktan korunmak üzere) üzerine örtenleri gördüm. Ashabının bu halini gören Rasûlullah (s.a.) : Bu gece bizi kim bekleyecek? (kim bize, koruculuk yapacak) Ona duâ edeceğim ve onun bundan dolayı üstün­lüğü olacak, buyurdular. Ansârdan birisi: Ben, ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Efendimiz ona; yaklaş, buyurdular. O da yaklaştı. Sordular; sen kimsin? Ansârî ismini söyledi. Rasûlullah (s.a.) duaya başladı ve o ka­dar çok duâ buyurdu ki, Ebu Reyhâne şöyle anlatır : Rasûlullah (s.a.) in ettiği duayı işitince; ben diğer (koruculuk yapacak) kişiyim, dedim. Efendimiz; yaklaş, buyurdular. Yaklaştım. Sen kimsin? buyurdular. Ben Ebu Reyhâne'yim, dedim. Bana da ansârîye yaptığı duadan az ol­mak üzere duâ ettiler ve : Allah korkusundan yaşaran —ya da ağla­yan— gözle Allah yolunda uykusuz kalan göz, ateşe (cehenneme) ha­ram kılındı, buyurdular.

Tirmizî der ki: Bize Nasr İbn Ali'nin... İbn Abbâs'dan rivayet etti­ğine göre; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işitmiş : îki göz var ki ateş onlara dokunmaz. Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yo­lunda koruculuk yaparken geceleyen göz.

Tirmizî bu hadîsin hasen, garîb olduğunu söyledikten sonra, bunu sadece Şuayb İbn Ruzeyk tankıyla biliyoruz, der ve bu konuda Osman ve Ebu Reyhâne'nin de hadîsinin bulunduğunu ilâve eder ki, bu daha önce geçmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya İbn Ğaylân... Muâz İbn Enes'-ten rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: Kim müslü-manlara zarar edebilecek yerde (hudutta) hükümdânn verdiği ücret karşılığı değil de, sevabını Allah'tan bekleyerek Allah yolunda koru­culuk yaparsa ateşi iki gözüyle son derecede az bir miktar dışında gör­meyecektir. Nitekim Allah Teâlâ : «İçinizde ona uğramayacak kimse yoktur.» (Meryem, 71) buyurmuştur.

Hadîsi rivayette İmâm Ahmed tek kalmıştır.

Buhârî'nin Sahîh'inde Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre; Ra­sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

Dînâr, dirhem, giyim-kuşam kulları yok olsun (helak olsun), veri­lirse hoşnûd olur, verilmezse kızar. Yok olsun, tersine dönsün, diken ba-tırılırsa dikeni çıkarılmasın. Allah yolunda atının dizginine sarılan,, saçı-başı birbirine kansan, ayakları toz-toprağa bulanan kula ne mut­lu. Bekçilik yapıyorsa, (gerçek) bekçilikte, geri saflarda bulunacaksa arka saflarda olur. Bir meclise girmek için İzin isterse izin verilmez. Bu konuda şefaatte bulunursa şefaati kabul edilmez.

Bu konuda zikredilmesi mümkün olan hadîsleri buraya kadar zik­retmiş olduk. Bol bol nimetlerinden dolayı yıllar ve günler boyu Allah'a hamd olsun.

îbn Cerîr der ki: Bize Müsennâ... Zeyd İbn EslenVden rivayet etti ki; o şöyle demiştir: Ebu Ubeyde (r.a.) Hz. Ömer (r.a.) e mektup ya­zarak ona Rumların çokluğunu ve onlardan çekindiği husûslan bil­dirdi. Hz. Ömer (r.a.) ona cevâb olarak şöyle yazdı: Mü'min kulun ba­şına bir darlık, bir zorluk ve sıkıntı geldiğinde, Allah bundan sonra bir genişlik ve ferahlık yaratır. Zorluk, asla iki kolaylığı alt etmeyecektir.

Zîrâ Allah Teâlâ kitâb'ında : «Ey îmân edenler sabredip sebat edin, düşmana karşı durun ve Allah'tan sakının ki felah bulaşınız...» bu­yurmuştur.

Hafız İbn Asâkir; Abdullah İbn el-Mübârek'in hayat hikâyesinde, Muhammed tbn İbrâhîm İbn Ebu Sekine kanalıyla şunu nakleder: Abdullah İbn el-Mübârek Tarsus'ta bana şu beytleri yazdırdı. Oradan gitmek üzereydi. 170 yılında onu benimle beraber Fudayl îbn İyad'a okudu. Bir rivayete göre de 177 yılında okumuştur:

Ey, Mekke'de, Medine'de ibâdet edenler görseydiniz eğer bizi; Anlardınız o zaman ibâdet ile eğlendiğinizi.

Ey, yanaklarım boyayanlar gözyaşlarıyla; Boynumuzdur bizim boyanan kanlarımızla. Veya, atıyla boş yere eğlenip duranlar, Atlanmızdır bizim sabah erken yorulanlar. Sizin için güzel koku saçan rüzgârdır. Bizim kokumuzsa atların nalları ve kalkan tozlardır. Geldi söz bize o yüce peygamberimizden; Bir söz ki doğru, sağlam ve yalanlanmayan. Hiç birleşir mi Allah yolundaki atların tozuyla Alevli ateşin dumanı, kişinin burnunda? İşte Allah'ın kitabı, haykırıyor peygamberimiz de : «Ölü değildir şehıd asla.» ve o, yalanlanamaz da.

(B. K.)

(.......................)

Mansûr İbn el-Mu'temir... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki; o şöyle demiştir : Bir adam : Ey Allah'ın Rasûlü bana öyle bir amel Öğret ki, onunla Allah yolunda mücâhede edenlerin sevabına nail olayım, dedi. Allah'ın Rasûlü: Hiç durmadan namaz kılar, hiç iftar etmeden oruç tutabilir misin? diye sordu. Adam : Ey Allah'ın Rasûlü ben buna gücü yetmiyecek kadar zayıfım, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) : Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki; buna gücün yetseydi (de yapsaydın) bile yine de Allah yolunda cihâdda bulunanlara erişe­mezdin. Bilmedin mi ki mücâhidin atı, kendisi üzerinde olmadan bile bir iki adım atsa bu yüzden o mücâhide iyilikler (sevabı) yazılır, bu­yurdular.

Allah Teâlâ : Bütün işlerinizde ve her halde Allah'tan sakının, kor­kun ki, dünya ve âhirette felah bulaşınız, buyuruyor. Allah Rasûlü de Muâz'ı Yemen'e gönderirken : Nerede olursan ol, Allah'tan sakın. Kö­tülüğün peşinden onu silecek bir iyilik yap. İnsanlara (dâima) iyi mua­melede bulun, buyurmuşlardı.

İbn Cerîr Taberî der ki: Yûnus'un... Muhammed îbn Kâ'b'dan ri­vayetine göre; o, «Allah'tan sakının ki, felah bulaşınız.» âyeti hakkın­da şöyle derdi: Benimle sizin aranızdaki şeylerde benden sakının ki, yarın bana kavuştuğunuzda felaha eresiniz.

Âl-i İmrân sûresinin sonu. Hamd ve minnet Allah'adır. O'ndan kitâb ve sünnet üzre Ölmek dileriz.14