Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Cin

1 / 7

Cinnlerden Bir Topluluk. 2

Cinnlerden Bir Topluluk

Allah Teâlâ, yüce Rasûlüne emrederek kavmine; cinlerin Kur'ân'ı dinleyip onu doğrulayarak îmân ettiklerini ve ona bağlandıklarını ha­ber vermesini bildiriyor. Ve diyor ki: «De ki: Bana vahyolundu ki, cin­lerden bir topluluk onu dinlemiş ve şöyle demişlerdir: Doğrusu biz, hay­rete düşüren bir Kur'ân dinledik. O, doğru yola iletiyor.» Başarıya ve dosdoğru yola. «Biz de ona îmân ettik. Ve Rabbımıza hiç bir şeyi şirk koşmayacağız.» Bu makam, Ahkâf süresindeki şu âyete benzemektedir: «Hani Kur'ân dinlesinler diye sana cinlerden bir taife yöneltmiştik.» (Ahkâf, 29) Bu konuda vârid olan hadîsleri orada zikretmiştik. Burada tekrarına gerek yoktur.

«Muhakkak ki Rabbımızm şanı yücedir.» Ali tbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; «Rabbımızm şanı.» kavlinden maksadr onun fiili, emri ve kudretidir! Dahhâk ise İbn Abbâs'tan nakleder ki; Allah'­ın sânı, kudreti, işaretleri ve mahlûkâtı üzerindeki nimetidir. Mücâhid ve İkrime'nin de; Rabbımızm celâli, diye manâ verdikleri rivayet edil­miştir. Katâde ise; Rabbımızm celâli, azameti ve emri, der. Süddî, Rab-bımızın emri yücedir, anlamını verir. Ebu Derdâ, Mücâhid ve İbn Cü-reyc'den de; Rabbımızm sânı yücedir, anlamını verdikleri nakledilir. Saîd İbn Cübeyr ise buna, Rabbımız yücedir, anlamını vermiştir. İbn Ebu Hâtim'in rivayet ettiği hadîse gelince, burada Muhammed îbn Ab­dullah İbn Yezîd... İbn Abbâs'tan nakleder ki kelimesi, baba anlamınadır. Eğer cinler insanların ataları bulunduğunu bilselerdi, as­la Rabbımızm yüceliği anlamındaki ifâdeyi kullanırken de­mezlerdi. Bu rivayetin isnadı sağlamdır. Ancak ben bunun anlamım kav­rayamadım. Belki bu isnadın bir kısmı düşmüştür. Allah en iyisini bi­lendir.

«O, eş ve çocuk edinmemiş tir.» Eş ve çocuk edinmekten yüce ve münezzehtir. Yani cinler şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ'nın celâl ve azameti yücedir ve münezzehtir. Müslüman olup Kur'ân'a inandıkları zaman, Allah'ın çocuktan ve eşten münezzeh olduğunu belirtmişlerdir. Sonra da «Doğrusu bizim beyinsizimiz, Allah'a karşı yalanlar söylü­yormuş.» Mücâhid, İkrime, Katâde ve Süddî; «Bizim beyinsizimiz» kav­li ile, İblîs'in kasdedildiğini söylemişlerdir. Süddî de, Ebu Mâlik'ten nakleder ki ( tiaki ) kelimesi zulüm anlamına gelir. İbn Zeyd de buna büyük bir zulüm diye mânâ vermiştir. «Bizim beyinsizimiz» kavli ile, Allah'ın eşi ve çocukları bulunduğunu iddia eden- herkesin içine girdiği bir cins isim kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Bu sebeple cinler «Bi­zim beyinsizimiz, Allah'a karşı yalanlar söylüyormuş.» demişlerdir. Ya­ni müslüman olmazdan önce, bâtıl ve yalan sözler söylüyormuş. Ve mü­teakiben «Doğrusu öyle zannettik ki; insanlar ve cinler Allah'a karşı asla yalan söyleyemezler.» Biz, insanların ve cinlerin Allah'a eşler ve çocuklar nisbet ederek, yalan söyleyeceklerini hiç sanmamıştık. Bu Kur'-ân'ı işitip ona îmân edince öğrendik ki; onlar bu konuda Allah'a yalan isnâd ediyorlar.

«Doğrusu insanlardan bazı kimseler; cinlerden birtakım kimselere sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.» Biz, kendimizin in­sanlardan üstün olduğumuzu kabul ediyorduk. Çünkü insanlar bir vâ-dîye veya çölde yalnız bir yere gittiklerinde, bize sığınıyorlardı. Nitekim araplann câhiliyet döneminde âdetleri böyle idi. Gittikleri yerdeki bü­yük cinnîye sığınırlar ve kendilerini rahatsız edecek kötülüğün başla­rına gelmesinden korunmaya çalışırlardı. Nitekim onlar kendi düşman­larının baskını halinde büyük bir adamın yanma sığınır, onun pençesi altında emniyyet bulmaya çalışırlardı. Aynen bunun gibi bir yere var­dıklarında da o yerin en büyük cinnîsine sığınırlardı. Cinler insanların korku halinde kendilerine sığındıklarını görünce «Bu, onların azgınlık­larını artırırlardı.» korku dehşet ve ürpertilerini. Böylece onlardan da­ha fazla korkup daha çok sığınmaya başladılar. Katâde'nin dediği gibi, kelimesi, günâh anlamına da gelir. Böylece cinler onlara sal­dırmakta daha cür'etkâr davranırlardı. Sevrî, Mansûr kanalıyla İbra­him'den nakleder ki; «Onların azgınlıklarını artırırlardı» kavline; cin­ler onların aleyhinde daha cür'etli davranırlardı, anlamım vermiştir. Süddî der ki: Kişi ailesiyle evinden çıkar, bir yere konaklar ve şöyle derdi: Cinlerden bu vadinin efendisine sığınırım. Bana, malıma, çocuğu­ma veya hayvanıma zarar verilmesinden ona sığınırım. Süddî der ki: Onlar Allah'ı bırakıp ta cinlere sığınınca, cinler de artık onlara karşı azgınlıklarını ve eziyetlerini daha da artırırlardı.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd, İkrime'nin şöyle dediğini bil­dirdi: İnsanlar, cinlerden korkup kaçtıkları gibi, cinler de insanlardan korkup kaçarlardı. İnsanlar bir vâdîye indiklerinde, cinler kaçtılar. O topluluğun başı; biz bu vadinin halkının efendisine sığınırız, deyince cinler; bizim onlardan korkup kaçtığımız gibi onlar da bizden korkup kaçıyorlar, dediler ve insanlara yaklaştılar, onların delirmelerine ve akıllarını yitirmelerine sebep oldular. İşte Allah Teâlâ'nın «Doğrusu in­sanlardan bazı kimseler; cinlerden birtakım kimselere sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.» kavlinin mânâsı budur. Ebu'l-Âliye, Rebî' İbn Enes ve Zeyd İbn Eşlem kelimesinin, korku anlamına geldiğini söylerler. Avfî de İbn Abbâs'tan bunun, günâh anlamına geldiğini nakleder. Katâde de böyle demiştir. Mücâhid ise; kâfirlerin azgınlığını artırırlar, diye mânâ vermiştir.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Kerdem İbn Ebu Sâib el-An-sârî'nin şöyle dediğini nakletti: Ben bir ihtiyâç nedeniyle babamla be­raber Medine'den çıktım. Bu, Rasûlullah (s.a.)ın Mekke'de ilk anılma­ya başlandığı dönemlerde idi. Bizim geceleyin yatacağımız yer bir da­var çobanının yanı oldu. Gece yarısı olunca bir kurt gelip koyunu aldı, kaçırdı. Çoban koşup dedi ki: Ey vâdînin i'mâr edicisi komşuna yar­dım et. Görmediğimiz bir ses şöyle dedi: Ey kurt bırak onu. Koyun ko­şa koşa gelip sürünün arasına girdi. Ona hiç bir şey olmamıştı. Bu sı­rada Allah, Mekke'deki Rasûlüne: «Doğrusu insanlardan bazı kimse­ler; cinlerden birtakım, kimselere sığınırlardı da onların azgınlıklarını arttırırlardı.» âyetini inzal buyurmuştu. Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Ubeyd İbn Umeyr, Mücâhid, Ebu'l-Âliye, Hasan, Saîd İbn Cübeyr ve İbrahim en-Nehaî'den de buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Bu ku­zuyu kapan kurdun, insanları korkutup ürkütmek isteyen bir cinnî ol­ması mümkündür. Sonra yakınında bulunan sesten dolayı onu geri iade etmiştir. Maksadı, o kulu sapıtıp küçük düşürmek ve Allah'ın dininden dışarı çıkarmak olabilir. Allah en iyisini bilendir.

«Doğrusu onlar da, sizin sandığınız gibi, Allah'ın yeniden kimseyi diriltemeyeceğini sandılar.» Bu süreden sonra Allah'ın bir daha pey­gamber göndermeyeceğini zannettiler. Kelbî ve İbn Cerîr böyle mânâ vermişlerdir.1

İzâhı3

İzâhı

8 — Doğrusu biz, göğü yokladık da, onu sert bekçiler ve alevlerle doldurulmuş bulduk.

9 — Doğrusu biz, göğün dinlenebileceği bir yerinde oturmuştuk; ama şimdi kim onu dinleyecek olursa, kendi­sini gözetleyen bir alev buluyor.

10 — Doğrusu biz bilmiyoruz; yeryüzünde onlara kötü­lük mü dilenmiştir, yoksa Rabları onlara iyilik mi dilemiş­tir?

Sert Bekçiler3

Sert Bekçiler

Allah Teâlâ Rasûlü Muhammet! (s.a.)e Kur'ân'ı gönderip onu in­sanlara elçi olarak yolladığı sırada, yaşayan cinlerden bahsediyor. Al­lah'ın, Kur'ân'ı ve peygamberini koruma vâsıtalarından birisi de, göğün sert bekçiler ve alevlerle doldurulup her taraftan muhafaza altına alın­ması ve daha önce orada oturan şeytânların, oturdukları yerlerden ko­vulmalarıdır. Tâ ki Kur'ân'dan bir şey kapıp kaçmasınlar ve bunu kâ­hinlerin diline verip de işin karışmasına, iltibaslar doğmasına ve sonra da hangisinin gerçek Kur'ân olduğunun bilinemeyip şaşınlmasma ve­sile olmasınlar. Bu da Allah'ın kullarına rahmetinin, yaratıklarına lut-funun bir numûnesidir. Ayrıca değerli kitabını koruyuşunun bir örne­ğidir. Bu sebeple cinnîler dediler ki: «Doğrusu biz, göğü yokladık da, onu sert bekçiler ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Doğrusu biz, göğün dinlenebileceği bir yerinde oturmuştuk; ama şimdi kim onu dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir alev buluyor.» Kim, bugün kulağını bir şeye verip bir lâf çalmak isterse, kendisini gözetleyen bir alev buluyor. Dolayısıyla bulunduğu noktayı aşıp oraya varamıyor. Aksine bu alev onu mahvedip yok ediyor. «Doğrusu biz bilmiyoruz; yeryüzünde onlara kötü­lük mü dilenmiştir, yoksa Rabları onlara iyilik mi dilemiştir.» Gökyü­zünde meydana gelen bu durumun ne mâhiyette olduğunu bilmiyoruz. Bununla yeryüzünde bulunanlar için kötülük mü dilenmiştir, yoksa onlara Rabları iyilik mi dilemiştir? Bu da cinlerin ifâdelerindeki edep tavrını göstermektedir. Çünkü onlar kötülüğü bilinmeyen bir faile, iyi­liği de Allah'a izafe etmişlerdir. Sahîh hadîste de; şer sana iliştirilemez, buyurulmuştur. Bundan önce yıldızlar onları kovalıyorlardı, ancak bu her zaman değil, zaman zaman oluyordu. Nitekim İbn Abbâs'ın hadî­sinde denilir ki: Biz Rasûlullah (s.a.) ile beraber oturduğumuz sırada bir yıldız fırladı ve aydınlandı. Rasûlullah (s.a.); bunun hakkında ne dersiniz? dedi. Biz; büyük birisi doğuyor veya büyük birisi ölüyor, de­dik. O; hayır, böyle değildir ancak Allah gökte bir emri yapmayı ka­rarlaştırdığı zaman... diyerek daha önce Sebe' sûresinde tamâmını zikrettiğimiz hadîsi naklediyor. (Sebe', 23) İşte onların bunun sebebini araştırmalarına vesile olan şey budur. Bu sebeple cinler, yeryüzünün Doğusuna ve Batısına dağıldılar. Rasûlullah'ı ashâbıyla beraber namaz­da Kur'ân okurken buldular ve gökyüzünün bu kişi nedeniyle kendilerin­den korunup saklandığını anladılar. İçlerinden îmân edenler ona inan­dılar, geri kalanlar da isyan edip direndiler. Nitekim Ahkâf sûresinde (âyet, 29) bu hususta İbn Abbâs'tan nakledilen hadîs yer almıştır. Şüp­hesiz ki bu durum ortaya çıkınca, yani gökyüzünde pek çok alevin on­ları kovalaması hali ortaya çıkınca, bu insanları ve cinleri rahatsız etti ve korkup ürktüler. Bunun, âlemin yıkılacağı anlamına geldiğini sandılar. Nitekim Süddî şöyle der: Yeryüzünde bir peygamber veya Allah'­ın hâkim bir dini bulunmadığı sürece, gökyüzü korunmazdı. Şeytânlar Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce, dünya göğünde kendileri için oturacak yerler edinmişlerdi ve buradan gökyüzünde cereyan eden halleri dinlerlerdi. Allah Teâlâ Hz. Muhammed'i peygamber olarak gön-derince, gecelerden bir gece taşlandılar. Bu durumu gören Tâif halkı dehşete kapılarak; gök sakinleri helak oldu, dediler. Çünkü gökyüzün­de şiddetli ateşlerin ve alevlerin gidip geldiğini farkettiler. Kölelerini âzâd etmeye, hayvanlarını salıvermeye başladılar. Bunun üzerine Umeyr oğlu Amr oğlu Abd Yaleyl dedi ki: Ey Tâif halkı, yazıklar olsun size, mallarınızı toplayın ve yıldızların belirtilerine bakın. Eğer onlar olduğu gibi yerlerinde duruyorlarsa; gökyüzü halkı helak olmaz. Bu Ebu Kebşe oğlunun yüzündendir. —Hz. Muhammed'i kasdediyordu— Eğer yıldızla­rın yerlerinde durduklarını görmezseniz; bilin ki gökyüzü mahvolmuş­tur. Baktılar ki; yıldızlar yerlerinde duruyor, böylece gördüler ve mal­larını sakladılar, onlara sâhib oldular. O gece şeytânlar feryâd-ü fîgân ettiler ve İblîs'e gelip başlanndan geçeni ona haber verdiler. İblîs dedi ki: Yeryüzünün her tarafından birer avuç toprak getirin de onu kokla-yayım. Onlar birer avuç toprak getirdiler, îblîs onu koklayıp dedi ki: Adamınız Mekke'dedir. Nusaybin'li cinlerden yedi kişilik bir topluluğu oraya gönderdiler. Onlar Mekke'ye geldiler ve Rasûlullah (s.a.)m Mes-cid-i Harâm'da namaza durmuş, Kur'ân okuduğunu gördüler. Kur'ân'a tutkunluklarından ona yaklaştılar. Öyle ki göğüsleri peygambere değe­cekti neredeyse. Sonra rhüslüman oldular. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların durumunu Hz. Peygambere haber verdi. Biz, Sîret kitabının baş tarafında Hz. Peygamberin gönderilişi bölümünde bu konuyu uzun uza-dıya açıkladık. Allah en iyisini bilendir. Hamd ve minnet Allah'a mah­sûstur.2

İzâhı4

İzâhı

11 — Gerçekten aramızda, sâlihler de vardır ve bun­dan aşağı olanlar da. Biz, türlü türlü yollara ayrılmışız.

12 — Doğrusu biz, yeryüzünde kalsak da Allah'ı âciz bırakamayacağımızı, kaçsak da O'nu asla âciz bırakama­yacağımızı anladık.

13 — Doğrusu biz, hidâyeti işittiğimizde ona inandık. Kim Rabbına îmân ederse; o, ecrinin eksiltilmesinden ve kendisine haksızlık edilmesinden korkmaz.

14 — İçimizde teslim olanlar da vardır, kendine yazık edenler de. Kim teslim olursa; işte onlar, doğru yolu ara­mış olanlardır.

15 — Kendilerine yazık edenlere gelince; onlar da, ce­henneme odun oldular.

16 — Şayet onlar, yol üzerinde istikâmeti bulmuş olsa­lardı; onlara bol bol su içirirdik.

17 — Ki onları bununla tecrübe edelim. Kim Rabbının zikrinden yüz çevirirse; onu, gittikçe artan bir azaba uğ­ratır.

Cinlerin Sâlihleri4

Cinlerin Sâlihleri

Allah Teâlâ, cinlerden haber vererek onlann kendi aralarında şöy­le konuştuklarını bildiriyor: ((Gerçekten aramızda, sâlihler de vardır ve bundan aşağı olanlar da.» Yani sâlih olmayanlar da. «Biz, türlü türlü yollara ayrılmışız.» Muhtelif yollara ve farklı görüşlere bölünüp parça­lanmışız. İbn Abbâs, Mücâhid ve bir başkası bu ifâdeye şöyle mânâ ver­mişlerdir: İçimizden mü'nıin olan da var, kâfir olan da. Ahmed İbn Süleyman en-Necâd, Emâlî isimli eserinde der ki: Bize Eşlem İbn Sehl... Ebu Muâviye'den nakletti ki; o, A'meş'in şöyle dediğini işittim, demiş: Bize bir.cinnî gidip gelirdi. Ben kendisine; en çok sevdiğiniz yemek ne­dir? dedim. O; pirinç, dedi. Biz ona pirinç yemeği getirdik. Ben, lokmala­rın kalktığını görüyor, ancak cinlerden hiçbirini görmüyordum. Dedim ki: Bizde bulunan bu mezheb sahiplerinden sizde de var mı? Evet, dedi. Ben; sizdeki Râfızîler ne durumdadır? dedim de o; içimizdeki en kötü­leri onlardır, dedi. Ben, bu rivayetin isnadını şeyhimiz Hafız Ebu'1-Hac-câc el-Mızzî'ye sunduğumda, o; bu rivayetin A'meş'e isnadı sahihtir, dedi.

Hafız İbn Asâkîr Şâm'lı Abbâs İbn Ahmed'in hâl tercümesinde şöy­le der: Ben, geceleyin evimde bulunduğum bir sırada bazı cinnîlerin şu şiiri okuduklannı işittim: öyle gönüller var ki; sevgi onları temizlemiş,

Ve yolları doğulardan batılardan bağlanmış.

Allah sevgisiyle koşarlar, Allah onların Rabbıdır,

Yaratıklardan uzaklaşıp gönülleri Allah'a bağlanmıştır.

«Doğrusu biz, yeryüzünde kalsak da Allah'ı âciz bırakamayacağı­mızı, kaçsak da O'nu asla âciz bırakamayacağımızı anladık.» Biz, Allah'­ın kudretinin üzerimizde hâkim olduğunu, istesek ve kaçmaya çalış­sak da, yeryüzünde Allah'ı âciz bırakamayacağımızı, her yerde O'nun bizim üzerimizde Kadir-i Mutlak olduğunu anladık. «Doğrusu biz, hi­dâyeti işittiğimizde ona inandık.» Bununla övünüyorlardı. Bu, yüce bir şeref, üstün bir nitelik ve övünülebilecek bir özelliktir.

«Kim Rabbına îmân ederse; o, ecrinin eksiltilmesinden ve kendisi­ne haksızlık edilmesinden korkmaz.» İbn Abbâs, Katâde ve başkaları der ki: İyiliğinin eksiltilmesinden veya kendi yaptığından başka kötülükle­rin üzerine yüklenmesinden korkmaz. Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi: «Kim de inanmış olarak sâlih ameller işlerse; o, zulümden ve hakkının yenmesinden korkmaz.» (Tâhâ, 112).

«İçimizde teslim olanlar da vardır, kendine yazık edenler de.» İçi­mizden kimimiz müslümandır, kimimiz azgın. Hakkı çiğneyip aşan. Bu­radaki kelimesi âdil anlamına gelen kelimesinin tersidir.

«Kim teslim olursa; işte onlar, doğru yolu aramış olanlardır.» Ken­dileri için kurtuluşu arayanlardır. «Kendilerine yazık edenlere gelince; onlar da, cehenneme odun oldular.» Cehennemin kendileriyle ısıtıldığı yakıt oldular.

(Şâyet onlar, yol üzerinde istikâmeti bulmuş olsalardı; onlara bol bol su içirirdik. Ki onları bununla tecrübe edelim.» Tefsîrciler bu âye­tin mânâsı üzerinde iki ayrı görüş serdetmişlerdir:

1- Eğer azgınlar, İslâm yolunda dosdoğru istikâmete girseler, dö­nüp müslüman olsalar ve bu istikâmette devam edip gitselerdi; onlara bol bol su verirdik. Bu bol sudan maksad, rızık genişliğidir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur: «Eğer onlar; Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rablarmdan indirilmiş olanı, dosdoğru tutsalardı; mu­hakkak ki hem üstlerinden hem de ayaklarının altlarından yiyecekler­di.» (Mâide, 66), «Şayet kasabaların halkı inanmış ve sakınmış olsalar­dı; elbette üzerlerine gökten ve yerden bereketler açardık.» (A'râf, 96). Bu takdirde «Onları bununla tecrübe edelim» kavlinin mânâsı; onları deneyip imtihan edelim, demek olur. Nitekim Mâlik, Zeyd İbn Eşlem'-den nakleder ki; o, buraya şöyle anlam vermiştir: Kimin hidâyet üzere devam edip gittiğini, kimin de azgınlığa yuvarlandığını tecrübe edelim. Avfî de İbn Abbâs'tan nakleder ki; «Şayet onlar, yol üzerinde istikâmeti bulmuş olsalardı» kavlindeki istikâmetten maksad, itaattir, demiştir.

Mücâhid ise; yoldan maksad, İslâm'dır, der. Saîd tbn Cübeyr, Saîd İbn Müseyyeb, Atâ, Süddî ve Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî de böyle derler. Katâde «Şayet onlar, yol üzerinde istikâmeti bulmuş olsalardı.» kavli­ne şöyle mânâ vermiştir: Eğer onların hepsi inanmış olsalardı; yeryüzü­nü onlar için genişletirdik. Mücâhid ise «Şayet onlar, yol ürerinde is­tikâmeti bulmuş olsalardı» kavimdeki yolun, Hak yolu olduğunu söyle­miştir. Dahhâk da böyle söyler ve yukarıda zikrettiğimiz bu iki âyeti buna delil getirir. Bunlar ve çoğunluk, buradaki .«tecrübe edelim» kav­line imtihan ve deneme anlamını vermişlerdir. Mukâtil der ki: Bu âyet; yedi yıl yağmur yağmayınca Kureyş'li kâfirler hakkında nazil olmuştur.

2- «Şayet onlar, yol üzerinde istikâmeti bulmuş olsalardı» Sapık yola istikâmet tutturmuş olsalardı, «Onlara bol bol su içirirdik.» Onla­rı kötülüğe götürmek için nzıklannı derece derece genişletirdik. Nite­kim Allah Teâlâ'nm şu kavilleri de bu anlamdadır: «Onlar, kendilerine hatırlatılan şeyleri unutunca; Biz de kendilerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilen o şeyler yüzünden sevinince; onları, ansızın yakaladık ve bütün ümitlerinden mahrum kaldılar.» (En'âm, 44), «Zannederler mi ki; kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyilikler­de onlar için acele davranmaktayız? Hayır farkında değiller.» (Mü'mi-nûn, 5^-56). Bu, Ebu Miclez'in sözüdür. O; «Şayet onlar, yol üzerinde istikâmeti bulmuş- olsalardı» kavimdeki yoldan maksad, sapıklık yolu­dur, demiştir. îbn Cerîr Taberî ve îbn Ebu Hatim böyle rivayet ederler. Beğavî de, Rebî' İbn Enes, Zeyd İbn Eşlem ve Kelbî ile îbn Keysân'dan böyle nakleder. Bu âyetin devamındaki «Ki onları bununla tecrübe ede­lim» kavli bu yönelişi te'yîd edici niteliktedir.

«Kim Rabbının zikrinden yüz çevirirse; onu, gittikçe artan bir aza­ba uğratır.» Gittikçe artıp şiddetlenen, elem verici bir azaba. îbn Ab-bâs, Mücâhid, İkrime, Katâde ve İbn Zeyd; gittikçe artan bir azaba kavlinin, birlikte rahat etme imkânı bulunmayan sıkıntılar ve meşak­katler anlamına geldiğini söylemişlerdir. îbn Abbâs, bunun cehennem­de bir dağ olduğunu söylerken, Saîd İbn Cübeyr onun, cehennemde bir kuyu olduğunu söylemiştir.3

18 — Muhakkak ki mescidler, Allah içindir. Öyleyse Allah ile beraber başkasına ibâdet etmeyin.

19 — Doğrusu Allah'ın kulu, kalkıp O'na yalvarınca; neredeyse çevresinde keçe gibi oluyorlardı.

20 — De ki: Ben, ancak Rabbıma yalvarırım. Ve O'na hiç kimseyi ortak koşmam.

21 — De ki: Ben, size zarar vermeye de, iyilik yapma­ya da muktedir değilim.

22 — De ki: Doğrusu kimse beni Allah'a karşı savuna­maz. Ve ben O'ndan başka bir sığmak da bulamam.

23 — Benim vazifem, ancak Allah katından olanı ve O'nun risâletlerini tebliğ etmektir. Kim, Allah'a ve Ra* sûlüne isyan ederse; muhakkak ki onun için, cehennem ateşi vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır.

24 - Nihayet kendilerine va'dedüenleri gördükleri za­man, kimin yardımcısının daha zayıf ve sayıca daha az ol­duğunu bileceklerdir.

Allah Teâlâ kullarına yalnız ve yalnız kendisine ibâdet etmelerini, kendisine başkasını ortak koşmamalarını emrederek buyuruyor ki: »(Mu­hakkak ki mescidler, Allah içindir. Öyleyse Allah ile beraber başkasına ibâdet etmeyin.» Katâde der ki: Yahûdî ve Hıristiyanlar, havralarına ve kiliselerine girdiklerinde Allah'a şirk koşarlardı. Bu sebeple Allah Te­âlâ Nebiy-yi Zîşânına; yalnız ve yalnız kendisinin birliğini haykırmala­rım emretmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Ali İbn Hüseyn... İbn Abbâs'-tan nakletti ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir: Bu âyetin indiği gün, yeryüzünde Kabe'deki Mescid-i Haram ve mukaddes evdeki llyâ mescidinden başka bir mescid yoktu. A'meş der ki: Cinler; ey Allah'ın Rasûlü, bize izin ver de seninle birlikte mescidinde namaza duralım, de­diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Muhakkak ki mescidler, Allah için­dir. Öyleyse Allah ile beraber başkasına' ibâdet etmeyin.» âyetini indir­di ve böylece; namaz kılın, ama insanların araşma karışmayın, denil­di. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abd İbn Humeyd... Saîd İbn Cübeyr'den nakletti ki; o, «Muhakkak ki mescidler...» âyeti hakkında şöyle de­miş: Cinler Hz. Peygambere: Biz mescide nasıl gelebiliriz? Biz onlardan uzağız, dediler. Yani namaza nasıl katılabiliriz? Biz senden uzağız, de­diler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Süfyân der ki: Husayf, İkrime'nin bu âyetin bütün mescidler hakkında nazil olduğunu söyledi­ğini bildirir. Saîd İbn Cübeyr ise bu âyetin secdeye katılan organlar hak­kında nazil olduğunu söyler; Yani secde yapan organlar Allah içindir, onlarla Allah'tan başkasına secde etmeyin. Bu konuda bir de sahîh ha­dîs rivayet edilir. Abdullah İbn Tâvûs, İbn Abbâs'tan nakleder ki; Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ben, yedi kemiğim üzerine secde et­mekle emrolundum: Alın kemiği —eliyle burnunu gösterdi— iki el, iki diz ve iki ayağın çevresi.

«Doğrusu Allah'ın kulu, kalkıp O'na yalvarınca; neredeyse çevre­sinde keçe gibjl oluyorlardı.» Avfî, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini bildirdi: Cinler Hz. Peygamberin Kur'ân okuduğunu işitince; onun okuduğu Kur'ân'a tutkunluklarından dolayı üzerine yığılıverdiler. Peygambere yaklaştılar, nihayet peygamber onların durumunu bilmeden bu sûre­nin baştarafını okumaya başladı. Onlar Kur'ân'ı dinliyorlardı. Bu, Zü-beyr îbn Avâm'dan da rivayet edilen görüştür. İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Muhammed İbn Ma'mer... İbn Abbâs'ın şöyle dediğini bildirdi: Cinler, kendi kavimlerine dediler ki: «Doğrusu Allah'ın kulu, kalkıp O'na yalvarınca; neredeyse çevresinde keçe gibi oluyorlardı.» Yani on­lar peygamberin ve ashabının namaz kıldığını, rükû'a ve secdeye var­dıklarım görünce; ashabının peygambere itâatmdan hayrete düştüler de kendi kavimlerine «Doğrusu Allah'ın kulu, kalkıp O'na yalvarınca; neredeyse çevresinde keçe gibi oluyorlardı.» dediler. Bu ikinci görüş de Saîd îbn Cübeyr'den rivayet edilmiştir.

Hasan der ki: Rasûlullah (s.a.), Lâ İlahe İllallah diyerek kalkıp in­sanları gerçek Rablarına davet edince; araplar ona karşı toplandılar. Katâde de bu âyetin tefsirinde der ki: İnsanlar ve cinler bu dini sön­dürmek için toplandılar, ama Allah Teâlâ onu desteklemek, ileri götür­mek ve karşı çıkanlara üstün kılmak üzere onları durdurdu. Bu üçün­cü görüş de İbn Abbâs, Mücâhid ve Saîd ibn Cübeyr'den rivayet edil­miştir. İbn Zeyd'in ve İbn Cerîr Taberî'nin de tercih ettiği görüş bu­dur. Müteâkib ifâdeden de açıkça bu görüş anlaşılmaktadır: «De ki: Ben, ancak Rabbıma yalvarırım. Ve O'na hiç kimseyi ortak koşmam,» Yani Hz. Peygambere işkence edilip karşı çıkılıp yalanlayarak aleyhin­de toplanılınca; getirdiği hakkı ibtâl etmek üzere herkes ona düşman­lıkta birleşince; o: «Ben, ancak Rabbıma yalvarırım.» demiştir..Yalnız ve yalnız eşi ve benzeri olmayan Rabbıma ibâdet eder, ücretimi O'ndan diler ve O'na dayanıp tevekkül ederim. «Ve O'na hiç kimseyi ortak koş­mam.» demiştir.

«De ki: Ben, size zarar vermeye de, iyilik yapmaya da muktedir değilim.» Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim ve bana sadece vahyedil-mektedir. Ben, Allah'ın kullarından bir kulum. Sizi doğru yola sevket-mek veya eğri yola götürmek konusunda elimden bir şey gelmez. Her şeyin varıp duracağı yer Azîz ve Celîl olan Allah'tır. Ve arkasından da Rasûlullah, Allah'a karşı hiç bir kimsenin kendisini savunup müdâ­faa edemeyeceğini haber veriyor. Ve diyor ki: Eğer ben, O'na isyan et­miş olsam, hiç bir kimse beni O'nun azabından kurtaramaz. «Ve ben, O'ndan başka bir sığınak da bulamam.» Mücâhid, Katâde ve Süddî kelimesine, sığınak anlamını vermişlerdir. Bir başka riva­yette de Katâde bu kelimeye yardımcı ve sığınak anlamı veya dost ve bannak anlamını vermiştir.

«Benim vazifem, ancak Allah katından olanı ve O'nun risâletle-rini tebliğ etmektir.» Bazıları derler ki; Bu ifâde «Ve ben O'ndan baş­ka bir sığınak da bulamam.» kavlinden istisnadır. Yani Ben, O'ndan başka bir sığınak bulamam, ancak Allah katından olanı ve O'nun ri-sâletini tebliğ ederim. Ayrıca bu ifâdenin, «Doğrusu kimse beni Allah'a karşı savunamaz.» kavlinden istisna olması da mümkündür. Yani beni hiç bir kimse Allah'a karşı savunup kurtaramaz. Ancak Allah'ın benim üzerime yüklediği risâlet vazifesini tebliğ etmem beni kurtarabilir. Ni­tekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur: «Ey Peygamber; Rab-bından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan; O'nun elçiliği­ni yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan korur.» (Mâide, 67).

«Kim, Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse; muhakkak ki onun için, cehennem ateşi vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır.» Ben size yal­nızca, Allah'ın risâletini tebliğ ediyorum. Bundan sonra kim isyan eder­se; bu isyanına karşılık onun için cehennem azabı vardır. Orada ebe­diyyen kalacaklardır. Kaçıp kurtulma ve çıkış imkânları yoktur.

«Nihayet kendilerine va'dedilenieri gördükleri zaman, kimin yar­dımcısının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.» İnsan­lardan ve cinlerden şu müşrikler, kıyamet günü kendilerine va'dedilen şeylerin gerçekleştiğini görünce; kimin yardımcısının daha güçsüz ve sayısının daha az olduğunu göreceklerdir. Onlar mı, yoksa Allah'ın bir­liğini kabul eden mü'minler mi? Hayır, müşriklerin hiç bir yardımcıları yoktur ve onlar, Allah'ın orduları karşısında sayıca çok azdırlar.4

25 — De ki: Size va'dedilen yakın mıdır, yoksa Rabbım onu uzun süreli mi kılmıştır bilemiyorum.

26 — Gaybı bilendir. Gaybını kimseye açıklamaz.

27 — Ancak beğenip seçtiği bir peygamber müstesna­dır. Çünkü onun önünden ve ardından gözcüler koyar.

28 — Tâ ki, Rablarınm risâletlerini gerçekten tebliğ et­miş olduklarını bilsin. Onların yaptıklarını kuşatmış ve her şeyi bir sayı ile saymıştır.

Gaybı Bilendir6

Gaybı Bilendir

Allah Teâlâ; Rasûlüne, insanlara şöyle demesini emrediyor: Ben, kıyametin vaktini bilmem. Uzak mı yakın mı olduğunu da anlamam: «De ki: Size va'dedilen yakın mıdır, yoksa Rabbım onu uzun süreli mi kılmıştır bilemiyorum.» Bir müddet sonra mı gerçekleşecek bilmiyorum. Bu âyet-i kerîme câhil halkın arasında yaygın olan ve Peygamberin top­rağın altına ısınmayacağını bildiren hadîsin yalan ve aslı olmadığını göstermektedir. Gerçekte biz hiç bir kitabta da böyle bir hadîse rastla­madık. Zaman zaman Hz. Peygambere kıyametin vakti sorulurdu da o, bunlardan hiçbirine cevâb vermezdi. Nitekim Cebrâîl (a.s.) de bir be­devî suretine girip kendisine: Ya Muhammed, bana kıyametten haber ver, dediğinde: Soru sorulan da sorandan daha iyi bilir değildir, diye karşılık vermiştir. Yine bedevî yüksek bir sesle: Yâ Muhammed, kıya­met ne zamandır? diye seslendiğinde, Rasûlullah (s.a.): Yazıklar olsun sana, o olacaktır, hâlâ ona hazırlanmadın mı? demiştir. Bedevî; ben ona namazımın ve orucumun çokluğu ile hazırlanmadım, ancak Allah'ı ve Rasûlünü severim, dedi. Rasûlullah (s.a.): Öyleyse sen, sevdiğinle berabersin. Enes der ki: Müslümanlar bu hadîse sevindikleri kadar, hiç bir şeye sevinmemişlerdi. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Ebu Sa-îd el-Hudrî'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ey âdem-oğulları, aklınız başınızda ise kendinizi ölülerden sayın. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki; size va'dolunanlar muhakkak ge­lecektir. Ebu Dâvûd da el-Melâhim kitabının sonunda der ki: Bize Mû-sâ îbn Sehl... Ebu Sa'lebe'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş: Allah Teâlâ bu ümmeti yarım günden başka âciz bırakacak değildir. Bu hadîsin rivayetinde Ebu Dâvûd münferid kalmıştır. Sonra Ebu Dâvûd şöyle der: Bize Amr İbn Osman... Sa'd îbn Ebu Vakkâs'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ben umarım ki ümme­tim Rabbınuı huzurunda yanm günden başka geciktirilerek âciz bıra­kılmasın. Sa'dJÇbn Ebu yakkâs'ajjrarım gün ne kadar? dendiğinde o; beş yüz, yıldır, dedi. Bu rivayetin, naklinde de Ebu Dâyûd münferid kalmıs-

«Gaybı bilendir. Gaybını kimseye açıklamaz. Ancak beğenip seçti­ği bir peygamber müstesnadır.» Bu âyet-1 kerîme Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir: «Dilediği kadarından başka O'nun ilminden hiç bir şey kavrayamazlar.» (Bakara, 255). Burada ise buyuruyor ki: O, görüleni ve görülmeyeni bilir. Allah'ın haberdâr kıldıklarından başka mahlûkâ-tuıdan hiç bir kimse O'nun gaybmdan hiç bir şey bilemez. .«Kimseye gaybını açıklamaz. Ancak beğenip seçtiği bir peygamber müstesnadır.». Bu ifâde; gerek melek, gerekse beşer türünden peygamberleri içine alır. «Çünkü onun önünden ve ardından gözcüler koyar.» Aynca o peygam­bere, meleklerden gözcüler ve gözeticiler tahsis eder. Onu Allah'ın em­riyle korurlar ve beraberindeki ilâhî vahyi halka anlatmalarım sağlar­lar. Bu sebeple âyetin devamında «Tâ ki Rabîarınm risâletlerini gerçek­ten tebliğ etmiş olduklarını bilsin. Onların yaptıklarını kuşatmış ve her şeyi bir sayı ile saymıştır.» buyuruyor. Müfessirler «Rabîarınm risâletle­rini gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin.» kavlindeki zamirin kime âit olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun Hz. Peygambere râci' ol­duğunu söylemişlerdir. Nitekim îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abd îbn Humeyd... Saîd İbn Cübeyr'den nakletti ki; o, «Gaybı bilendir. Gaybını kimseye açıklamaz. Ancak beğenip seçtiği bir peygamber müstesnadır. Çünkü onun önünden ve ardından gözcüler koyar.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Cebrâîl ile beraber dört tane koruyucu melek vardır. «Tâ ki Rablannın risâletlerini gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin.» Yani Muhammed (s.a.) bunu bilsin. İbn Ebu Hatim de bu hadîsi Ya'kûb el-Kummî'den nakleder. Dahhâk, Süddî ve Yezîd İbn Ebu Habîb de bunu bu şekilde rivayet ederler.

Abdürrezzâk, Ma'mer kanalıyla Katâde'den nakleder ki; o, «Tâ ki Rablannın risâletlerini gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin.» kav­li hakkında şöyle.demiştir: Allah'ın nebîsi kendisine gelen elçilerin Al­lah'ın enirini tebliğ ettiklerini bilsin. Meleklerin onu koruyup savunduk­larım anlasın diye. Said İbn Ebu Arûbe de Katâde'den böylece rivayet eder. îbn Cerîr Taberî de bu rivayeti tercih eder.

Başka bir görüş daha zikredilmiştir. Şöyle ki: Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; «Ancak beğenip seçtiği bir peygamber müstesnadır. Çün­kü onun önünden ve ardından gözcüler koyar.» kavli ile kasdedilen pey­gamberi şeytânlardan koruyan gözcü meleklerdir. Tâ ki insanlara pey­gamber vasıtasıyla gönderilmiş olan gerçekler açıklık kazansın ve müş­rikler Rablannın risâletlerinin kendilerine tebliğ edildiğini bilsinler.

İbn Ebu Necîh de Mücâhid'den nakleder ki; o, «Tâ ki Rablarının risâ-letlerini gerçekten tebliğ etmiş olduğunu bilsin.» kavli hakkında şöyle demiştir: Peygamberi yalanlayan kimse bilsin ki; onlar Rablarının ri-sâletlerini gerçekten tebliğ etmişlerdir. Ancak bu görüşün üzerinde du­rulması gerekir.

Beğavî der ki: Ya'kûb bu âyetteki bilsin anlamına gelen kelimesini zamme ile şeklinde okumuş. Yani insanlara, pey­gamberlerin Allah tarafından alınan emirleri tebliğ ettikleri bildirilsin diye, şeklinde mânâ vermiştir.

Buradaki zamirin Azız ve Celîl olan Allah'a râci' olması da muhte­meldir. İbn el-Cevzî, Zâd el-Mesîr isimli eserinde bu görüşü nakletmiş-tir. O zaman mânâ şu şekilde olur: Allah Teâlâ elçilerini melekleriyle korur ki, onlar Rablarının risâletlerini yeterince ifâ etsinler, kendilerine vahyedilmiş olan gerçekleri korusunlar ve peygamberlerin kendilerine gelen risâletleri tebliğ ettiğini de bilsinler. Bu takdirde âyetin mânâsı Bakara süresindeki şu ifâdeye benzer: «Ve senin üzerinde bulunduğun kıbleyi, peygambere uyanları, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döne­ceklerden ayırdetmek için kıble yaptık.» (Bakara, 143). «Elbette Allah, inananları bilir ve doğrusu O, münafıkları da bilir.» (Ankebût, 11). Şüphesiz ki Allah Teâlâ bütün eşyayı, olmazdan önce kesin olarak bil­mektedir. Bu sebeple hemen ardından «Onların yaptıklarını kuşatmış ve her şeyi bir sayı ile saymıştır.» buyuruyor.5