Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Enbiya
Hesâb Görme Zamanı2
Hesâb Görme Zamanı
Allah Teâlâ kıyametin yaklaştığı ve insanların ondan gaflet içinde olduğu, onun için amel işlemedikleri, kıyamete hazırlıkta bulunmadıktan tenbîhinde bulunuyor. Neseî der ki: Bize Ahmed îbn Nasr... Ebu Saîd el-Hudrî'den, o da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet ediyor ki insanlar: ((Dünyada gaflet içinde yüz çevirmektedirler.» Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Allah'ın emri geldi. Artık onu acele istemeyin.» (Nahl, 1), «Saat yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar bir âyet görürlerse, yüz çevirirler ve; süregelen bir büyüdür, derler.» (Kamer, 1-2),
îbn Asâkir'in Âmir İbn Rabîa'nın hal tercemesinde Mûsâ İbn Ubeyd el-Âmidî kanalıyla...Âmir tbn Rabîa'dan rivayetine göre bir arap ona müsâfir olmuş, Âmir ona güzelce ikramda bulunmuş ve Allah Ra-sûlü (s.a.) nden bahsetmiş. Adam daha sonra Âmir'e gelip : Allah Ra-sûlü'nden araplâr içinde bir vâdîyi bana arazî olarak vermesini istedim. Allah Rasûlü; (bu isteğimi kabul edip bana o yeri verdi) istiyorum ki sana ve senden sonra nesline âit olacak ondan bir parçayı sana vereyim, dedi. Âmir ona şöyle cevab verdi: Senin bana vereceğin arazîye ihtiyâcım yok. Bugün öyle bir sûre nazil oldu ki bize dünyayı unutturdu. O, şu sûredir: «İnsanların hesâb görme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çeviriyorlar.»
Sonra Allah Teâlâ, Kureyş ve onlara benzeyen kâfirlere hitaben onların, Allah'ın Rasûlüne indirmiş olduğu vahye kulak vermediklerini haber verip şöyle buyurur: «Rablanndan kendilerine yeni bir uyan gelmeye dursun. Onlar bunu mutlaka eğlenerek dinlemişlerdir.» İbn Abbâs der ki: Size ne oluyor ki kitâb ehline ellerinde olanları soruyorsunuz; onlar kitâblannı tahrif etmişler, değiştirmişler, ona ziyâdede bulunmuş ve eksiltmişlerdir. Halbuki sizin kitabınız, Allah'ın kitâbla-rının en yenisidir. Sâdece onu okuyun ki o eskimemiştir. İbn Abbâs'ın bu sözünü bizim verdiğimize benzer şekilde Buhârî rivayet etmiştir.
Allah Teâlâ : «Zulmedenler gizlice fısıldattılar : Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir?...» buyurur ki; onlar, bu sözleriyle Allah Rasûlü (s.a.) nü kasdediyorlar ve onun peygamber olmasını uzak görüyorlardı. Zîrâ Hz. Peygamber de onlar gibi bir insandır. O halde nasıl olur da vahiy kendilerine değil, ona gelebilir? Bu sebepledir ki onlar : «Siz, göz göre göre büyüye mi aldanacaksınız?» Ona tâbi olup da sihir olduğunu bile bile sihir yapan kimse gibi mi olacaksınız? diye konuşurlar. Allah Teâlâ da onların iftira ve uydurduklanna bir cevab olarak şöyle buyurur : Dedi ki: «Benim Rabbım gökte ve yerde söyleneni bilir.» O'na hiç bir gizlilik gizli kalmaz. İlklerin ve sonların haberini içine alan şu Kur'an'ı indiren O'dur. O Kur'an ki göklerde ve yerde gizliyi bilen Allah'tan başka onun gibisini hiç kimse getiremez. Allah Teâlâ : «O; sizin sözlerinizi en iyi işiten ve sizin durumlarınızı en iyi bilendir.» buyurur ki; bu, onlar için bir tehdîddir. «Onlar : Hayır, bunlar saçma sapan rü'yâlardır. Hayır, onu uydurmuştur...» âyeti kâfirlerin inâd ve inkârlarını, Kur'an'ı nitelemelerinde ihtilâfa düştüklerini, Kur'an hakkında şaşkınlık ve sapıklıklarını haber veriyor. Bir keresinde onu sihir, diğer bir keresinde şiir, başka bir zaman saçma sapan rü'yâlar, diğer bir keresinde de uydurma saymışlardır. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur : «Bir bak, sana nasıl misâller getirip saptılar. Bir daha yol bulamazlar.» (Furkân, 9).
«Haydi önceki peygamberler gibi o da bize bir mucize getirsin.» sözleriyle Salih (a.s.) in devesini, Hz. Mûsâ ve îsâ (a.s.) nın mucizelerini kasdediyorlar. Allah Teâlâ başka bir âyette : «Bizi âyetlerle göndermekten alıkoyan şe-y; ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd'a da gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik de, ona zulmetmişlerdi.» (İsrâ, 59) buyururken aynı sebeple burada : «Onlardan önce helak etmiş olduğumuz kasabalar halkı îmân etmemişti. Şimdi bunlar mı imân edecekler?» Kendilerine elçiler gönderilen kasabalardan hangisinin peygamberine mucize vermişsek îmân etmemişler, aksine onları yalanlamışlardır. Biz de bu sebeple onları helak etmişizdir. Onlar îmân etmemişken bunlar mı mucizeleri görseler îmân edecekler? Hayır : «Doğrusu, üzerlerine Rabbının sözü hak olanlar inanmazlar. Onlara her türlü âyet gelse bile, elem verici azabı görünceye kadar.» (Yûnus, 96-97) buyurmuştur. Onların hepsi (Kureyş kâfirleri) Allah Rasûlü (s.a.) nün ellerinde diğer peygamberlerden müşahede olunandan daha açık, daha parlak, daha kesin ve mağlûb edici mucizeleri, kesin hüccetleri, apaçık delilleri müşahede etmiş, görmüşlerdir.
İbn Ebu Hatim —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Zeyd İbn Hubâb kanalıyla... Ubâde İbn Sâmit'i gören birisinden rivayetle anlatıldığına göre; o, şöyle anlatıyor : Biz mescidde idik. Ebubekir es-Sıd-dîk (r.a.) bizimle beraberdi. Bir kısmımız diğer bir kısmımıza Kur'an okutuyordu. Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl geldi. Yanında bir yastık ve bir örtü vardı. Bunları koydu ve yaslandı. İbn Übeyy güzel yüzlü, fasih konuşan çokça mücâdele eden birisiydi. Ey Ebubekir, Muhammed'e söyle evvelkilerin getirdiği gibi bize bir mucize getirsin. Mûsâ levhaları getirmiş, Dâvûd Zebur'u getirmiş, Salih deveyi getirmiş, îsâ İncil'i ve sofrayı getirmiş, dedi. Ebubekir (r.a.) ağladı. Allah Rasûlü (s.a.) dışarı çıktı. Ebubekir Allah Rasûlü (s.a.) ne; kalkın, şu münafığa karşı ondan yardım isteyelim, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : Benim için kalkılmaz, kalkmak ancak Allah içindir, buyurdu. Biz : Ey Allah'ın elçisi, biz şu münafıktan (hoşlanmadığımız bazı şeyler) gördük, bize eziyye-ti dokundu, dedik. Şöyle buyurdu : Cibril bana dedi ki: Çık ve Allah'ın sana bahşettiği nimetleri, senin üstün kılındığın faziletini haber ver. Bana müjdeledi ki Allah beni kırmızı ve siyah (derililere) gönderdi, cinleri uyarmamı bana emretti, ümmî olduğum halde bana kitabını verdi,, geçmiş ve gelecek günâhımı bağışladı, adımı ezanda zikretti, beni meleklerle te'yıd buyurdu, bana zaferi bahşetti, korkuyu önümde kıldı, bana Kevser'i verdi, kıyamet günü benim havuzumu havuzların en büyüğü kıldı, insanlar başlarını dikerek koşuşturdukları zamanda bana Makâm-ı Mahmûd'u va'detti, beni insanlardan haşrolunacak İlk zümre içinde kıldı, benim şefaatıma ümmetimden yetmiş bin kişiyi he-sâbsız olarak cennete koydu, bana hükümranlık ve mülk verdi, beni Naîm cennetleri içinde cennetin en yüce odasında kıldı. Benim üzerimde Arş'ı taşıyan meleklerden başka hiç kimse yoktur. Bana bizden öncekilerden hiç kimseye helâl kılmadığı halde ganimetleri helâl kıldı. Bu hadîs gerçekten garîbdir.1
7 — Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.
8 — Biz onları yemek yemez bir cesed kılmadık ve onlar ebedî de değillerdi.
9 — Nihayet onlara verdiğimiz sözün doğruluğunu gösterdik. Kendilerini ve dilediklerimizi kurtardık, aşırı gidenleri de yok ettik.
Peygamberlik Müessesesi3
Peygamberlik Müessesesi
Allah Teâlâ, insanlardan elçiler gönderilmesini inkâr edenlere red makamında şöyle buyuruyor: «Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik.» Daha önce geçen elçilerin hepsi beşerden erkekler idi. İçlerinde meleklerden hiç kimse yoktu. Başka âyetlerde ise şöyle buyrulur: «Senden Önce gönderdiğimiz elçiler de ancak kasabalar halkından, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerdi.» (Yûsuf, 109), «De ki: Ben, peygamberlerin ilki değilim.» (Ah-kâf, 9). Allah Teâlâ geçmiş ümmetlerin de bunu inkâr ederek : «Bir insan mı bizi hidâyete eriştirecek?» (Teğâfoün, 6) dediklerini hikâye eder. Bunun içindir ki burada : «Bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.» Yahûdî, Hıristiyan ve diğer dinlere mensûb olanlar gibi ümmetlerden ilim ehline sorun: Onlara gelen elçiler insan mı yoksa melek mi imişler? Onlar ancak insan idiler, buyurur. Bu, Allah'ın yaratıklarına olan nimetlerinin kemâlindendir. Zîrâ onlara kendi içlerinden Allah'tan alarak tebliğ ettiklerini alabilecekleri elçiler göndermiştir.
«Biz onları yemek yemez bir cesed kılmadık.» Aksine onlar yemek yiyen cesedler idiler. Başka bir âyette Allah Teâlâ : ((Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, sokaklarda gezinirlerdi.» (Furkân, 20) buyurur ki; onlar, beşer nevinden bir insan idiler. İnsanlar gibi yer içerlerdi. Kazanç ve ticâret için çarşılara da girerlerdi. Müşrikler: «Bu peygambere ne oluyor ki, yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Ona beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazîne verilmeli veya besleneceği bir bahçe olmalı değil miydi? O zâlimler dediler ki: Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına tâbi olmuyorsunuz.» (Furkân, 7-8) diyorlar ama bütün bunlar onlara bir zarar verecek ve tınlardan hiç bir şey de eksiltecek değildir. «Onlar dünyada ebedî de değillerdir.» Aksine yaşar, sonra ölürler. «Senden önce hiç bir insanı ebedî kılmadık.» (Enbiyâ, 34). Onların özelliği, kendilerine Allah Teâlâ'dan vahyolunmasıdır. Melekler onlara, Allah Teâlâ'dan yaratıkları hakkındaki hükümlerini, O'nun emir ve yasaklarını indirirler. «Nihayet onlara verdiğimiz sözün doğruluğunu gösterdik.» Zâlimler mutlaka helak olunacaktır. Allah Teâlâ va'dinde doğru söylemiş ve böylece de yapmıştır. Bunun içindir ki: «Kendilerini ve dilediklerimizi (onlara tâbi olan inananları) kurtardık, (elçilerin getirmiş olduğunu yalanlayan) aşırı gidenleri de yok ettik.» buyurmuştur.2
10 — Andolsun ki, size içinde zikrinizin bulunduğu bir Kitâb indirdik. Hâlâ akletmiyor musunuz?
11 — Biz, zulmeden nice kasabayı kırıp geçirdik. Ve onlardan sonra başka bir kavmi var ettik.
12 — Bizim baskınımızı hissettikleri zaman onlar oradan kaçmaya yelteniyorlardı.
13 — Koşup kaçmayın, size nimet verilen yere, yurtlarınıza dönün. Elbette sorguya çekileceksiniz.
14 — Dediler ki: Vay başımıza gelenlere, doğrusu biz zâlimler idik. , .
15 — Bu haykırmaları devam edip dururken Biz; onları, biçilmiş bir ot, sönmüş bir ocak haline getirdik.
Baskına Tutulanlar4
Baskına Tutulanlar
Allah Teâlâ Kur'an'm şerefine işaret ve onun kadrini bilmeye teşvikle şöyle buyurur: «Andolsun ki, size içinde zikrinizin bulunduğu bir kitâb indirdik.» îbn Abbâs âyetteki keiinıesini; sizin şerefiniz, olarak açıklar. Mücâhid aynı kelimeyi : Sİ2in sözünüz, sizden bahseden, olarak açıklarken Hasan da: Sizin dininiz, demiştir. «Hâlâ akletmiyor musunuz?» Hâlâ bu nimeti anlayıp kabul ile karşılamıyor musunuz? Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur : «Doğrusu bu; sana ve kavmine bir öğüttür. Ondan sorguya çekileceksiniz.» (Zuhruf, 44). Allah Teâlâ : «Biz zulmeden nice kasabayı kırıp geçirdik.» buyurur ki, buradaki edatı çokluk bildiren bir edattır. Nitekim şu âyetlerde de böyledir : «Nûh'dan sonra nice nesilleri yok etmişizdir.» (İsrâ, 17), «Nice kasabaları zulüm ederken helak ettik. Şimdi onların altları üstlerine gelmiş, ıpıssız durmaktadır, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır.» (Hacc,45).
«Ve onlardan sonra başka bir kavmi, (başka bir ümmeti) var ettik. Bizim baskınımızı hissettikleri zaman onlar (peygamberlerinin va'dettiği gibi azabın başlarına geleceğini anladıklarında) oradan kaçmaya yelteniyorlardı. Koşup kaçmayın, size nimet verilen yere, yurtlarınıza dönün.» Burası takdirî olarak (Allah'ın bir kaderi olarak) onlarla alay etmedir. Onlara takdirî olarak şöyle deniliyor : Âzâbın tepenize inmesinden kaçmaya yeltenmeyin. Nimet, sevinç, hoş bir hayat ve mesken içinde olduğunuz yerlere dönün. Katâde buranın onlarla bir alay olduğunu söyler. «(İçinde bulunduğunuz hale, nimete şükrü yerine getirip getirmediğinizden) elbette sorguya çekileceksiniz.» Günâhlarını itirafın kendilerine hiç bir fayda vermediği anda «Vay başımıza gelenlere, doğrusu biz zâlimler idik.» diyerek günâhlarını itiraf ettiler. «Bu haykırmaları, (âdetleri olduğu şekilde, zulümlerini itiraf ettikleri sözlerine) devam edip dururken Biz; onlan, biçilmiş bir ot, sönmüş bir ocak haline getirdik. (Hareketleri ve sesleri söndü gitti.)»3
16 — Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.
17 — Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik. Fakat asla edinmedik.
18 — Hayır; Biz gerçeği, bâtılın tepesine indiririz de onun beynini parçalar. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir. Allah'a yakıştırdıklarınızdan dolayı yazıklar olsun size.
19 — Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Katında olanlar O'na kulluk etmekten büyüklenmezler ve usanmazlar.
20 — Gece gündüz hiç durmaksızın O'nu tesbîh ederler.
Oyun Olsun Diye Bir Şey Yaratmadık. 4
Oyun Olsun Diye Bir Şey Yaratmadık
Allah Teâlâ : «Kötülük edenlere yaptıklarının karşılığını vermek, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırmak...» (Necin, 31) üzere gökleri ve yeryüzünü hak ile, adaletiyle yarattığını haber veriyor. O, bunları boş yere ve oyun olsun diye yaratmamıştır. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurur : «Biz göğü, yeryüzünü ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bu, küfretmiş olanların zannı-dır. Vay o küfretmiş olanlara cehennem ateşinden.» (Sâd, 27). «Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik. Fakat asla edinmedik.» âyetini Mücâhid'den rivayetle İbn Ebu Ne-cîh şöyle açıklar : «Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik.» Cenneti, cehennemi, ölümü, yeniden diriltmeyi ve hesabı yaratmazdık. Hasan, Katâde ve başkaları da âyetteki «eğlence» anlamında olan kelimenin Yemen ahâlîsinin dilinde kadın anlamına geldiğini söylerler. İbrâhîm en-Nehaî âyeti şöyle anlıyor : Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan, hurilerden edinirdik. İkrime ve Süddî ise burada eğlenceden maksadın,, çocuk olduğunu söylerler. Bu ve bundan önceki iki açıklama birbirinin tamamlayıcısı gibidir. Bu, Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir : «Şayet Allah, çocuk edinmek isteseydi, yaratıklarından dilediğini seçerdi. O, bundan münezzehtir.» (Zümer, 4). Allah Teâlâ zâtını mutlak olarak çocuk edinmekten tenzih buyuruyor. Özellikle Allah'ın îsâ'yı veya melekleri çocuk edindiği gibi iftiralarından ve bâtıl olarak söylediklerinden zâtını tenzih etmiştir. Allah Teâlâ onların söylediklerinden münezzehtir, mukaddestir, yücedir. Allah Teâlâ : «Fakat asla edinmedik.» buyurur. Katâde, Süddî, İbrâhîm en-Nehaî ve Muğîre tbn Miksem burayı şöyle anlarlar: Asla Biz onu yapacak değiliz. Mücâhid, âyetteki her kelimesinin inkâr anlamında olduğunu söylemiştir.
«Hayır'; Biz gerçeği, bâtılın tepesine indiririz.» Gerçeği açıklarız, böylece batıl zail olur, ortadan kalkar. «Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.» Allah'a yakıştırarak söyleyip attığınız İftiralardan, Allah'a çocuk lsnad etmenizden ötürü yazıklar olsun size.
Sonra Allah Teala, meleklerin kendisine ibadet üzere olduklarım, gece ve gündüz âdetlerinin Allah'a İtaat olduğunu haber verip şöyle buyuruyor: «Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Katında olan (melek) lar O'na kulluk etmekten büyüklenmezler, bundan usanmazlar.» Başka bir âyette şöyle buyrulur : «Mesîh, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez. Gözde melekler de. Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa; bilsin ki O, hepsini huzuruna toplayacaktır.» (Nisa, 172). «Ve büyüklenmezler, usanmazlar. Gece gündüz hiç durmaksızın O'nu tes-bîh ederler.» Gece ve gündüz amel etmek onJarda âdet haline gelmiştir. Gerek niyyet ve amelleriyle Allah'a itaat ederler, ancak buna güçleri yeter. «Ki onlar, Allah'ın kendilerine emrettiğine kat'iyyen baş kaldırmazlar ve emrolunduklannı yaparlar.» (Tahrîm, 6). İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Ebu Dülâme el-Bağdâdî'nin... Hakîm İbn Hi-zâm'dan rivayetinde o, şöyle anlatmış : Allah Rasûlü (s.a.) ashabı arasında idi. Birden onlara : Benim işittiğimi işitiyor musunuz? diye sordu. Onlar : Biz hiç bir şey işitmiyoruz, dediler. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Şüphesiz ben, gökyüzünün inleyişini işitiyorum. O, inlemeden dolayı elbette ayıplanacak değildir. Onda hiç bir karış yer yoktur ki üzerinde secde eden veya kıyamda olan bir melek bulunmasın. Hadîs garîb olup tahrîc etmemişlerdir. Ayrıca İbn Ebu Hatim hadisi Yezîd îbn Zürey' kanalıyla... Katâde'den mürsel olarak da rivayet etmiştir. Ebu îshâk'ın Hassan îbn Muhârık'tan, onun Abdullah îbn Haris İbn Nevfel'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Ben çocuk İken bir gün Kâ'b el-Ahbâr'ın yanma oturmuştum. Ona : Allah Teâlâ'nm : «Gece gündüz hiç durmaksızın O'nu tesbîh ederler.» kavli hakkında ne dersin? Konuşma, mesaj iletme ve amel onları teşbihten alıkoyup meşgul etmez mi? dedim. Kim bu çocuk? diye sordu. Abdülmuttalib oğul-larmdandır, dediler. Başımı öptü, sonra bana şöyle dedi: Yavrucuğum, Allah sizin için nasıl nefes alıp verme yaratmışsa, onlar için de tes-bîhi yaratmıştır. Sen nefes alıp verirken konuşmuyor musun? Nefes alıp verirken yürümüyor musun?4
21 — Yoksa onlar yerden birtakım tanrılar edindiler de onlar mı ölüleri diriltecekler?
22 — Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak ki bozulup gitmişti. Arş'ın Rabbı olan Allah, onların nitelendirdiklerinden münezzehtir.
23 — O; yaptığından sorumlu değildir, fakat onlar sorumludurlar.
Allah Teâlâ kendisi dışında ilâhlar edinenlere inkâr sadedinde şöyle buyurur: «Yoksa onlar yerden birtakım tanrılar edindiler de onlar mı ölüleri diriltecekler?» Yeryüzünden onları diriltip çıkaracaklar? Onlar elbette bunun hiç birine güç yetirici değildirler. O halde nasıl olur da Allah için eşler koşar ve O'nunla birlikte bunlara tapınırlar? Sonra Allah Teâlâ, Allah dışında ilâhlar olmuş olsaydı, göklerin ve yeryüzünün bozulup gideceğini haber verip şöyle buyurur: «Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak ki bozulup gitmişti.» Allah Teâlâ başka bir âyette : «Allah hiç bir çocuk edinmemiştir ve O'nunla birlikte hiç bir ilâh da yoktur. Olsaydı, o zaman her ilâh, kendi yarattığını alıp götürür ve birbirinden üstün çıkmaya1 çalışırlardı. Allah, onların nitelendirdiklerinden münezzehtir.» (Mü'minûn, 91) buyururken burada da : «Arş'ın Rabbı olan Allah, onların nitelendirdiklerinden münezzehtir.» Allah'ın oğlu veya ortağı olduğuna dâir söylediklerinden Allah Teâlâ münezzehtir, onların uydurup iftira ettiklerinden yücedir, uzaktır, buyurur. «O, yaptığından sorumlu değildir, fakat onlar sorumludurlar.» O; hükmü değiştirilmeyecek, azameti, celâli, kibriyâsı, yüceliği, hikmeti, adaleti ve lut-fu ile karşısına kimsenin çıkamayacağı yegâne hâkimdir.' «Fakat onlar sorumludurlar.» O, yaratıklarına yaptıklarından soracaktır. Başka bir âyette : «Rabbma andolsun ki, onların hepsine birden mutlaka soracağız; yapmakta oldukları şeyleri.» (Hıcr, 92-93) buyurur ki bu, yine Allah Teâlâ'nm : «Barındıran, ama banndınlmaya muhtaç olmayan kimdir.» (Mü'minûn, 88) âyeti gibidir.5
24 — Yoksa O'ndan başka tanrılar mı edindiler? De ki: Kesin delilinizi getirin, işte benimle birlikte olanların zikri ve benden öncekilerin zikri. Hayır; onların çoğu hakkı bilmezler de onun için yüz çevirirler.
25 — Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk edin, diye vah-yetmişizdir.
«Yoksa O'ndan başka tannlar mı edindiler? (Ey Muhanımed) de ki: (Söylediğinize) kesin delilinizi getirin.» İşte benim ve ümmetimin kitabı olan Kur'an ve benden öncekilerin geçmiş semavî kitâbları. Bütün bunlar sizin söylediğiniz ve sandığınızın tersinedir. Allah Teâlâ'-nın gönderdiği her peygambere indirdiği bütün kitâblar Allah'tan başka ilâh olmadığını söylemekte, bildirmektedir. Fakat ey müşrikler, siz gerçeği bilmemektesiniz ve bu yüzden ondan yüz çevirmektesiniz. «Senden önce gönderdiğimiz her peygambere : Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk edin, diye vahyetmişizdir.» Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Senden Önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor. Biz, Rahmân'dan başka ibâdet edilecek tanrılar meşru' kılmış mıyız?» (Zuh-ruf, 45), «Andolsun ki her ümmete : Allah'a ibâdet edin ve putlardan kaçının, diye peygamberler göndermişizdir.» (Nahl, 36). Allah'ın göndermiş olduğu her peygamber, tek ve ortağı olmayan Allah'a İbâdete çağırır. Yaratılış da buna zâten şâhiddir. Müşriklerin ise bir delili, oür-hânı yoktur. Rablart katında onların delilleri çürütülmüştür. Allah'ın gazabı onlar üzerinedir ve onlara şiddetli bir azâb vardır.6
26 — Dediler ki: Rahman çocuk edindi. O'nun şAnı yücedir. Hayır, onlar ikram edilmiş kullardır.
27 — Onlar sözle asla O'nun önüne geçemezler. Ancak O'nun emriyle hareket ederler.
28 — O, onların önlerindekilerini de bilir, arkaların-dakini de bilir. Onlar, Allah'ın hoşnûd olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve O'nun korkusundan titrerler.
29 — Bunlardan kim: Tanrı O değil de benim, derse; onu derhâl cehennemle cezalandırırız. Biz, zâlimlerin cezasını böyle veririz.
Rahman Çocuk Edindi Diyenler6
Rahman Çocuk Edindi Diyenler
Allah Teâlâ araplardan bazılarının : Melekler Allah'ın kızlarıdır, dedikleri gibi Allah'ın meleklerden çocuğu olduğunu sananların bu inançlarını red makamında şöyle buyuruyor: «O'nun sânı yücedir. Hayır, melekler ikram edilmiş, Allah katında yüce makamlarda Allah'ın şerefli kullarıdır. Onlar söz ve iş olarak son derecede Allah'a itaat üzeredirler. Allah'tan önce söz söyleyemezler. Ancak O'nun emriyle hareket ederler. O'nun huzurunda herhangi bir işte öne geçemezler. O'nun hiç bir emrine muhalefet etmezler. Aksine O'nun emrini yerine getirmeye koşarlar. Allah Teâlâ'nın ilmi onları kuşatmıştır. Onlara gizli olan hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz. «O, onların Önlerindekilerini de bilir, arkalarındakini de bilir. Onlar, Allah'ın hoşnûd olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler.» Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir?» (Bakara, 255), «Allah'ın katında, kendisine izin verdiğinden başkası şefaat edemez.» (Sebe', 23). Bu anlamdaki âyetler çoktur. «Allah'ın korkusundan titrerler. Bunlardan kim (Allah'ın dışında Allah ile beraber bir ilâh olduğunu iddia eder) ve: Tanrı O değil de benim, derse; onu derhâl cehennemle cezalandırırız. Biz, zâlimlerin cezasını böyle veririz.» Bu durumda olan herkesi işte böylece cezalandırırız. Bu, şart olup şartın bulunması onun meydana gelmesini gerektirmez. Nitekim şu âyetlerde de böyledir : «De ki: Eğer Rahmân'ın çocuğu olsaydı, kulluk edenlerin ilki ben olurdum.» (Zuhruf, 81), «Eğer Allah'a ortak koşarsan şüphesiz amellerin boşa gider.» (Zümer, 65).7
30 — O küfredenler görmezler mi ki, gökler ve yer bitişikken Biz ayırdık onları. Ve her şeyi sudan canlı kıldık. Hâlâ inanmıyorlar mı?
31 — Onlar sarsılmasın diye yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdik. Doğru yolda gitsinler diye orada geniş yollar açtık.
32 — Gökyüzünü de korunmuş bir tavan kıldık. Fakat onlar bundaki âyetlerden yüz çeviriyorlar.
33 — Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'-dur. Her biri bir yörüngede yüzer.
Korunmuş Tavan. 6
Korunmuş Tavan
Allah Teâlâ tâm kudretine, eşyayı yaratmadaki yüce hükümranlığına, bütün mahlûkâtı kahr u galebesi altına almasına işaretle buyurur ki: O küfredenler, Allah'ın Hanlığını inkâr edenler, O'nunla birlikte başkasına tapınanlar bilmezler mi ki Allah yegâne yaratıcı, yegâne idare edicidir. Nasıl olur da O'ndan başkasına tapınma ve O'na bir başkasıyla ortak koşma uygun düşer? «Onlar görmezler mi ki, gökler ve yer bitişikken Biz ayırdık onları.» Her şey birbirine bitişik, yapışık, birbirinin üzerinde yığılmış halde idi. Başlangıçta bu böyle idi. Bonra Allah Teâlâ birini diğerinden ayırdı; gökleri ve yeryüzünü yedi kat kıldı. Dünya semâsı ile yeryüzünün arasım hava ile ayırdı. Gökyüzü yağmur yağdırdı ve yeryüzü bitki bitirdi. Bunun İçindir ki: «Ve her şeyi sudan canlı kıldık. Hâlâ İnanmıyorlar mı?» Onlar yaratıkların azar azar, ayân-beyân olarak meydana geldiğini müşahede etmektedirler. Bu ise dilediğine güç yetiren, fâil-i muhtar bir yaratıcının varlığına delildir. Şair'in dediği gibi:
«Her şeyde O'nun bir olduğuna delâlet eden bir alâmet vardır.» Süfyân es-Sevrî'nin babasından, onun da îkrime'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : ibn'Abbâs'a : Gece mi yoksa gündüz mü daha önce oldu? diye soruldu da, şöyle dedi: Görmüyor musunuz; gökler ve yer bitişik iken aralarında karanlıktan başka bir şey var mıydı? Bu, gecenin gündüzden önce olduğunu bilmeniz içindir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... îbn Ömer'den rivayetine göre bir adam ona gelip gökleri ve yeri sorup : «Gökler ve yer bitişikken» ne durumda idiler? demişti. Dedi ki: Şu ihtiyara git ve ona sor. Sonra gel, sana ne söylediğini bana da haber ver. Adam İbn Abbâs'a gidip ona sordu da, îbn Ab-bâs şöyle dedi: Evet, gökler bitişik idi, yağmur yağdırmıyordu. Yeryüzü bitişik idi, bitki bitirmiyordu. Allah Teâlâ yeryüzü halkım yarattığı zaman bunu (gökleri) yağmurla; şunu da (yeryüzünü) bitkilerle yardı. Adam İbn Ömer'e dönüp bunları haber verdi de İbn Ömer: İşte şimdi gerçekten İbn Abbâs'a Kur'an hakkında ilim verilmiş olduğunu bildim, doğru söylemiş, gerçekten öyle idi, dedi. İbn Ömer der ki: îbn Abbâs'ın Kur'an tefsîrindeki cür'eti beni şaşırtıyor, derdim. Şimdi ise ona Kur'an hakkında ilim verildiğini gerçekten bildim. Atıyye el-Avfî der ki: Şu (gökyüzü) bitişik olup yağmur yağdırmıyor idi, yağmur yağdırdı. Şu yeryüzü bitişik olup bitki bitirmiyordu, bitki bitirdi.
îsmâîl İbn Ebu Hâlid der ki: Ebu Salih el-Hanefî'ye «Gökler ve yer bitişikken Biz ayırdık onları.» âyetini sordum, şöyle dedi: Gök bir idi, onu yarıp yedi gök yaptı. Yeryüzü bir idi, yeryüzünü de yedi kat olarak ayırdı. Aynı şeyi söyleyen Mücâhid şöyle ilâve eder : Gök ve yer birbirine temas eder durumda değildiler. Saîd İbn Cübeyr ise: Aksine gök ve yer birbirine bitişik idiler. Gökyüzünü yükselttiği ve yeryüzünü ondan ayırıp ortaya çıkardığı zaman Allah Teâlâ'nın kitabında anmış olduğu ayırma meydana gelmiştir, der. Hasan ve Katâde de : İkisi bir bütün idiler de, ikisi arasını şu hava ile ayırdı, demişlerdir.
Allah Teâlâ: «Ve her şeyi sudan canlı kıldık.» buyurur ki, bütün canlıların aslı sudur. îbn Ebu Hâtİm'in babası kanalıyla... Ebu Hürey-re'den rivayetinde o: Ey Allah'ın elçisi, ben seni gördüğüm zaman gözüm aydın oluyor ve gönlüm hoşnûd oluyor. Bana «her şey» den haber ver, demiş de Allah Rasûlü (s.a.) : Her şey sudan yaratıldı, buyurmuş. İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Ebu Hüreyre'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Ben : Ey Allah'ın elçisi, şüphesiz ben seni gördüğüm zaman gönlüm hoş, gözüm aydın oluyor. Bana her şeyden haber ver, dedim. Her şey sudan yaratıldı, buyurdu. Bana öyle bir işden haber ver ki onu yaptığım zaman cennete gireyim, dedim. Selâmı yay, yemek yedir, sıla-i rahmda bulun, insanlar uykudayken geceleyin kalk (geceyi ihya et) sonra da selâmetle cennete gir, buyurdu. İmâm Ahmed hadîsi Abdüssamed, Affân ve Behz kanalıyla Hemmâm'dan da rivayet etmiş olup hadîsi rivayette İmâm Ahmed tek kalmıştır. Hadîsin isnadı, Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygundur. Ancak hadîsin isnâdında bulunan Ebu Meymûne Sünen hadîslerinin ricalinden olup adı Selîm'dir. Tirmizî onun hadîsini sahîh kabul eder. Hadîsi Saîd îbn Ebu Arûbe de Katâde'den mürsel olarak rivayet etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
«Onlar sarsılmasın diye yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdik.» Yeryüzünü durduran, tesbît eden, insanları sarsıp hareket ettirmesin diye ağırlaştıran dağlar yaratıp yerleştirdik. Şayet böyle yapmamış olsaydık, onlar yeryüzü üstünde karâr bulamazlardı. Zîrâ yeryüzü, dörtte bir miktarı dışında suya batmış durumdadır. Bu dörtte birlik kısmı hava ve güneşle temas halindedir. Böylece yeryüzü ahâlîsi, gökyüzünü ve ondaki parlak alâmetleri, hikmetleri ve delâletleri müşahede edebilirler. Bunun için Allah Teâlâ : «Onlar sarsılmasın diye.» buyurmuştur. «Doğru yolda gitsinler diye orada geniş yollar açtık.» Dağlar arasında geçitler açtık. Onlardan bir ülkeden başka bir ülkeye, bir iklimden başka bir iklime yollar bulup girsinler diye. Nitekim yeryüzünde görünen de budur. Dağlar bir ülke ile diğer bir ülke arasında engeldir. Allah Teâlâ insanların buradan oraya yol bulup gitmeleri için onların içinde gedikler yaratmıştır. Bunun içindir ki: «Doğru yolda gitsinler diye.» buyurmuştur.
((Gökyüzünü de yeryüzü üzerinde onun üzerindeki bir kubbe gibi korunmuş bir tavan kıldık.» Nitekim başka âyetlerde şöyle -buyrulur : «Göğü, gücümüzle Biz kurduk. Ve muhakkak ki Biz genişleticiyiz.» (Zâriyât, 47), «Andolsun göğe ve onu bina edene.» (Şems, 5), «Üstlerindeki göğe hiç bakmazlar mı; onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız? Onda hiç bir çatlak da yoktur.» (Kât 6). Burada bina; kubbe di-kilmesidir. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) de : İslâm; beş şey üzerine bina edilmiştir, beş direk üzerine bina edilmiştir, buyurur. Bu, arapların da alıştığı üzere ancak çadırlarda olur. «Gökyüzünü de (erişilmekten) korunmuş (yüksek) bir tavan kıldık.» Mücâhid, âyetteki kelimesini; yükseltilmiş,-, anlamına almıştır. İbn Ebu Hâtim'in Ati İbn Hüseyn kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetinde bir adam: Ey Allah'ın elçisi, şu gökyüzü nedir? diye sormuş, da, şöyle buyurmuş : O, sizden men'olunmuş bir dalgadır. Hadîsin isnadı garîbdir. «Fakat onlar bundaki âyetlerden yüz çeviriyorlar.» âyeti Allah Teâlâ'nm şu kavli gibidir : ((Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, yüzlerini çevirerek onları görüp geçerler.» (Yûsuf, 105). Onlar Allah'ın onda yaratmış olduğu uçsuz bucaksız genişlik, parlak yükseklik, geceleyin onun süslendiği sabit yıldızlar ve seyyareler, bir gün ve gecede miktarını ancak takdîr eden, emri altına alan ve yürütenin bilebileceği bir hedefe doğru yürüyüp bütün uzayı kat'eden gündüzündeki şu güneş üzerinde düşünmüyorlar.
İbn Ebu Dünya, —Allah ona rahmet eylesin— «et-Tefekkür ve'l î'tibar» adlı kitabında şöyle anlatıyor: îsrâiloğulları zâhidlerinden birisi otuz sene İbâdet etmiş. Onlardan birisi otuz sene ibâdet ettiği zaman onu bir bulut gölgelendir irmiş. Bu adam başkalarına görünen bu durumdan hiç bir şey görmemiş de, annesine bunu şikâyet etmiş. Annesi ona : Oğulcuğum, herhalde bu ibâdetin süresinde bir günâh işledin, demiş; o: Hayır, Allah'a yemîn olsun ki bilmiyorum, demiş. Annesi : Herhalde bir şey düşündün, demiş, o : Hayır, hiç bir şey düşünmedim, demiş. Annesi: Herhalde gözünü göğe çevirdin, sonra tefekkür etmeksizin aşağı indirdin, demiş, o : Evet, çokça yaptım, demiş. Annesi : İşte senin başına gelen buradan gelmiştir, demiş.
Sonra Allah Teâlâ, âyetlerinden bazılarına işaretle şöyle buyurur : «Geceyi ve gündüzü yaratan O'dur.» Şu, karanlığı ve sükûneti içindedir; diğeri aydınlığı ve ünsiyyeti iledir. Bazan biri uzayıp diğeri kısalır, bazan aksi olur. «Güneşi ve ayı yaratan O'dur.» Birine O'na hâs bir nûr, O'na mahsûs bir felek, başlı başına bir zaman, O'na özgü bir hareket ve yürüyüş tahsis etmiş; diğerine de başka bir nûr, başka bir felek, başka bir seyir, başka bir ölçü koymuştur. «Her biri bir yörüngede yüzer (döner.)» İbn Abbâs der ki: İğin iğ ağırşağı (iğin üzerine yerleştirilen tahta veya demirden bir sap) içinde döndüğü gibi dönerler. Mücâhid de : Ne iğ ağırsaksız, ne de ağırşak iğsiz dönmez. Yıldızlar, güneş ve ay da ancak onunla, o da ancak bunlarla döner. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmaktadır : «Sabahı yanp çıkarandır. Geceyi bir sükûn, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. İşte bu; Azîz, Alîm olanın takdiridir.» (En'âm, 96).8
İzahı8
İzahı
İkinci Mes'ele; burada geçen «görme» ile ilgilidir. Birisi şöyle diyebilir : «O küfredenler görmezler mi ki?» âyetinde geçen «ru'yet» kelimesini ancak iki şekilde anlayabiliriz; görmek veya bilmek. Bu kelimenin görmek mânâsında anlaşılması imkânsızdır. Çünkü inkâr eden o zamanın kâfirleri kâinatın yaratılışını görmemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ «Oysa onları; ne göklerin ve yerin yaratılmasında, ne de... şâhid tuttum.» (Kehf, 51) buyurmaktadır. Âyette geçen «ru'yet» kelimesinin, bilmek mânâsına gelmesi de imkânsızdır. Çünkü bütün eşya yapısı îcâbı ayrışma ve bitişmeye aynı oranda müsaittirler. Binâenaleyh yer ve göklerin bitişik halde iken ayrılmış olmalarını kabul ve iddia etmek ancak nass (âyet ve hadîs) ile mümkün olabilir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.), peygamberliğini inkâr eden kâfirlerle münazara etmekteydi. Bu durum muvacehesinde nübüvveti inkâr eden kâfirlerle ancak peygamber (s.a.) in getirdiği nass ile bilinebilen böyle bir konuda yine nass ile istidlalde bulunmak ne derece isabetli olur? Böyle diyene cevabımız şöyle olacaktır : Bize kalırsa burada geçen «ru'yet» kelimesi, ilim (bilmek) mânâsına gelmektedir. Bu kelimenin bilmek mânâsına gelemeyeceğini ileri sürüp bu konuda birtakım deliller ser-dedenlere ise birkaç şekilde cevab vermek mümkündür : l)Biz, Hz. Mu-hammed (s.a.) in peygamberliğini evvelâ onun göstermiş olduğu diğer mucizelerle isbât ediyor, ondan sonra da onun sözleriyle istidlalde bulunuyor, bu sözleri bu kâinatta bulunan nizâma oradaki inayete delil yapıyoruz. İşte bu delil de, Allah (c.c.) in birliği hakkında zikrolunan
diğer delilleri te'kîd etmektedir. 2) Âyette geçen ve kelimelerinin bitişebilme ve ayrılabilme mânâsına alınması aklen mümkündür. Çünkü cisimler birbirleriyle birleşebilir ve birbirlerinden ayrılabilirler. Binâenaleyh cisimlerin bitişik ve ayrı olma hallerinden herhangi biri İle tahsîs edilmeleri bir tahsis ediciyi gerektirir. 3) Ya-hûdî ve hıristiyanlar yer ve göklerin Önce bitişik olup sonra birbirinden ayrıldığını biliyorlardı. Çünkü Tevrât'da şöyle bir ibare vardı: «Allah Teâlâ bir «cevher» yarattı. Sonra bu cevhere heybet ve azamet nazarıyla baktı. Bunun üzerine o cevher su oldu. Sonra Allah (c.c.) ondan (yani sudan) yer ve gökleri yarattı ve bunları birleşik kıldı.» Ayrıca putperestlerle yahûdîler arasında, Hz, Muhammed (s.a.) e karşı takındıkları ortak düşmanlık dolayısıyla bir nevi dostluk ve anlaşma söz konusu idi. Bunun içindir ki putperest olan müşrikler bu konuda yahûdîlerin fikirlerini kabul ettikleri için, Allah Teâlâ bunlara da bu delille (dünya ve âhiretin önce bitişik halde olup sonra birbirinden ko-parıldıkları tarzındaki delille) mukabele etmiştir.
Üçüncü Mes'ele : Âyet-i kerîme'de ikili sîga ile denip çoğul sîgasıyla denmemiştir. Çünkü, «semâvât» kelimesi her ne kadar çoğul bir kelime ise de burada bu kelime ile cinse delâlet eden bir (tekil) kasdolunmaktadır. Arap nahiv bilgini A'hfeş de göklerin bir nevi, yerin de bir nevi olduğunu söylemektedir. «Allah zeval bulmasınlar diye gökleri ve yeri tutmaktadır.» (Fâtır, 41) âyetindeki kullanılış ile arapların «iki kavmi barıştırdık» tarzında ikili sîga ile geçen ifâdeleri bu kullanılışın arap dilinde mevcûd olduğunu gösteren misâllerdir.
Dördüncü Mes'ele : Lugatta kelimesi bitiştirmek kelimesi ise bitişik olan iki şeyi birbirinden ayırmak mânâsına gelmektedir. Zeccâc kelimesinin masdar olduğunu, dolayısıyla âyette buraya «bitişme sahibin İdiler tarzında mânâ vermek gerektiğini söyler. Mufaddal ise bu âyet hakkında şöyle demektedir: Ayet-i kerl-me'de «Onlar bitişik idiler» tarzında bir ifâde kullanılmaması, «Biz onlan yemek yemez bir cesed kılmadık.» (Enbiyâ, 8) âyetindeki üslûba benzemektedir. Nasıl ki son âyette söz konusu edilen «onların her biri» bir cesed olarak düşünülmüşse, bu âyette de yer ve göklerin ayrı ayrı her birinin bitişik olduğu dikkate alınmıştır.
Beşinci Mes'ele: Müfessirler ve kelimelerinden neyin anlaşılması gerektiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilâfları birkaç görüş halinde mütâlâa etmek mümkündür: 1) Hasan el-Basrî, Katâde, Saîd İbn Cübeyr'in görüşüne ve îkrime'nin İbn Abbâs (r.a.) tan rivayetine göre bu âyetin mânâsı şudur : Yer ve gökler birbirine bitişik bir tek parça halinde idiler. Allah onlan birbirinden ayırdı. Semâyı şu anda bulunduğu yere yükseltti ve yer küreyi de bulunduğu yerde bıraktı. Bu görüş dünyanın (yer kürenin), semâdan önce "yaratılmış olmasını gerektirir. Kâ'b bu âyete, bu görüşe uyan bir mânâ verir ve: Allah, yer ve gökleri birbirine bitişik olarak yarattı. Daha sonra aralarında bir rüzgâr yaratarak onları birbirinden ayırdı, der. 2) Ebu Salih ve Mücâhid'in ileri sürdüğü bu görüşe göre bu âyetin mânâsı şöyledir: Gökler bitişik idiler. Sonra yedi gök haline getirildiler. Aynı durum dünya (yer yuvarlağı) için de söz konusudur. 3) İbn Abbâs, Hasan el-Basrî ve ekseri müfessirlerin görüşü ise şu tarzdadır: Yer ve gökler katılık ve yerleşik olmada (istikrar) birbirlerine bitişik halde idiler. Sonra Allah (c.c.) göklere yağmuru, dünyaya da bitki ve ağaçlan vererek yer ve gökleri birbirinden ayırdı. «Dönüşü olan göğe andolsun ki, yarılması olan yere andolsun ki.» (Târik, 11) âyeti de bu mânâyı açıklamaktadır. Ulemâ bu âyetten sonra gelen «Ve her şeyi sudan canlı kıldık.» (Enbiyâ, 30) âyetine dayanarak bu görüşü daha önceki görüşlerden daha çok tercihe şayan kabul etmektedirler. Zîrâ bu âyette zikredilen suyun daha Önceki âyetle bir ilgisi olması gerekir. Bu ilgi de ancak âyete gökler ve yerlerden birinin yağmurla, diğerinin de bitkilerle aynlması halinde kurulabilir. Ancak burada denilebilir ki, bu görüş tercihe şayan değildir. Çünkü yağmur göklerden değil, dünya semâsı olan bir tek gökten yağar. Buna verilebilecek cevab şudur: Âyette gök değil de gökler denmiş olmasının sebebi, onun her bir parçasının bir gök (semâ) olmasındandır. Burada şunu ifâde etmeliyiz ki; bu âyet-i kerîme'ye bu tarzda bir mânâ verdiğimiz zaman, orada geçen «ru'yet» kelimesini görmek mânâsına alabiliriz. 4) Ebu Müslim Isfahânî şöyle bir görüş daha ileri sürer: Bu âyette geçen kelimesi îcâd etme (yaratma) ve ortaya çıkarma mânâlanna alınabilir. Nitekim Cenâb-ı Allah başka âyetlerde «Göklerin ve yerin yaratanı.» (Yûsuf, 101), «Hayır Rabbınız göklerin ve yerin Rabbıdır ki onları, O yaratmıştır.» (Enbiyâ, 56) buyurmaktadır. Allah Teâlâ bu âyette yer ve göklerin yaratılmasını ifâde etmek için (birbirinden ayırma); yaratılmalarından önceki halleri için de (birbirine bitişik olma) ta'bîrlerini kullanmıştır. Burada şunu ifâde etmeliyiz ki: Aslında yokluk, hâlis ve tâm^bir olumsuzluk (nefy) tur. Yoklukta birbirinden ayrılabilen, birbirine zıd varlıklar bulunmak. Yokluk, birbirine benzeyen bitişik bir tek şey gibidir. Ancak eşya yokluk âleminden varlık âlemine çıktığı zaman, bu var olma ve oluşma anında birbirinden ayrı özelliklere ayrılır ve birbirinden kopar. îşte bu mânâya gelmek üzere kelimesi yokluğu; kelimesi, ise varolmayı mecaz yoluyla güzel bir şekilde ifâde etmiştir. 5) «Gece de onlar için bir âyettir. Gündüzü ondan soyup alırız.» (Yâsîn, 37) âyetinin de ifâde ettiği gibi, gece gündüzden önce yaratılmıştır. O halde önceleri yer ve gökler karanlık idi, sonra Allah Teâlâ aydınlık olan gündüzü yaratarak onları birbirinden ayırmıştır. Eğer; sizce bu görüşlerin hangisi âyetin zahirî mânâsına daha uygun düşmektedir? gibi bir suâl sorulacak olursa, buna verilecek cevab şudur : Âyetin zahirî; göklerin de, yerin de kendi şartları, yapı özellikleri içinde olmak üzere birbirleriyle bitişik olmalarım gerektirir. Bunlar mevcûd olmadan bu şekilde bulunamazlar. Bitişik olma ise ayrılmış olmanın zıddıdır. Bunlardan, «ayrılmak» sıfatı ayrılmanın ta kendisi olduğuna göre, «bitişme» sıfatı da birbiriyle beraber olmayı gerektirir. O halde bu noktalar nazar-ı dikkate alındığında, dördüncü ve beşinci görüşler tercîhe şâ-yân olamazlar; birinci görüş birinci derecede tercîhe şâyân olurken, ikinci görüş birinci görüşü ta'kîb eder. Buna göre âyetin mânâsı: Yer ve göklerin her biri birbiriyle bitişik iken onların her birini yedi tane yapmak suretiyle birbirinden ayırmıştır, şeklinde olur. Yer ve .gökler; her hangi bir bozukluk ve aralarında bir açıklık olmaksızın katı bir madde halinde bulunuyorlardı. Sonra, gökten yağmur yağması ve yer yüzünde bitkiler bitmesi için Allah Teâlâ onları birbirinden ayırdı, tarzında ileri sürülen görüş ise üçüncü derecede tercîhe şayandır.
Altıncı Mes'ele : Yukarıdaki âyette geçen fiiller, Allah (c.c.) in varlığı ve birliğine gayet açık bir tarzda delâlet etmektedir. Çünkü O'n-dan başka hiç bir varlık böyle bir şey yapamaz. Yer ve göklerin niçin önce birbiriyle bitişik yaratıldığı ve sonra niçin ayrıldığı konusuna gelince, burada akla en yakın olan görüş şudur: Cenâb-ı Allah meleklerin istifadesine uygun olduğu için, onları önce birbiriyle bitişik bir halde yaratmış daha sonra yeryüzünde insanları yerleştirince, kullarının yararlarına olacağı için yer ve gökleri birbirinden ayırmıştır.
Bu âyette Allah Teâlâ'nın varlığı ve birliğine delâlet eden ikinci delil «Ve her şeyi sudan canlı kıldık.» cümlesidir. Burada birkaç mes'e-le vardır:
Birinci mes'ele : Keşşaf tefsirinin müellifi şöyle demektedir : Bu âyette geçen fiili ya bir nesne veya iki nesne için geçişli olur. Şayet bu kelimeyi bir nesneye geçişli kabul edersek bu takdirde âyetin bu cümlesinin mânâsı: Biz her şeyi sudan yarattık, tarzında olur; «Allah hareket eden her canlıyı sudan yaratmıştır.» (Nur, 45) âyetinde olduğu gibi. Yahut da canlıların suya olan aşırı ihtiyâcı ve onun yokluğuna karşı tahammüllerinin azlığından ötürü : Biz onları sudan yaratmışızdır, mânâsına gelir ki bu ifâde tarzını «İnsan aceleden yaratılmıştır.» (Enbiyâ, 37) âyetinde de müşahede etmekteyiz. Şayet fiili, iki nesneye geçişli bir fiil olarak düşünülürse bu takdirde de âyetin mânâsı: Biz canlı olan her şeyi su sebebiyle yarattık; insan onsuz olamaz, tarzında olur ve bu âyette geçen edatı, Hz. Peygamber (s.a.) in: Ben, oyun ve eğlenceden değilim, oyun ve eğlencede benden değildir, hadîsinde geçen harfinin kullanıldığı mânâda İsti'mâl olunmuşdur.
îkind mes'ele : Şöyle bir som akla gelebilir : Bu âyet-i kerîme'de «Ve her şeyi sudan canlı kıldık.» buyuruluyor. Oysa bir başka âyette «Daha önce de cinleri alevli ateşten yarattık» (Hıcr, 27) buyurulur-ken, Hz. îsâ (a.s.) hakkında da şöyle buyuruluyor: «Hani Allah: Ey Meryem Oğlu îsâ; senin ve ananın üzerindeki nimetimi hatırla... Hani sen; Benim iznimle çamurdan kuş gibi bir şey yapıyordun da içine üflüyordun ve Benim iznimle kuş oluyordu, demişti» (Mâide, 110) Ayrıca Hz. Âdem (a.s.) hakkında «Allah onu topraktan yarattı.» (Al-i İmrân, 59) Duyurulmuştur. Bu âyetler arasında görülen çelişki nasıl giderilebilir? Bu soruya verilebilecek cevab şudur: Âyet-i kerîme'de geçen «sudan canlı kıldık.» lafzı her ne kadar âmm (genel karakterli) bir lafız ise de cümlenin siyakında bu lafzı tahsis edecek bir karîne mevcûddur. Ma'lûm olduğu üzere bu cümle, . müşriklere karşı bir delil olarak vârid olmuştur. İleri sürülen bir delilin istenen neticeyi daha iyi verebilmesi için onun duyularla müşahede olunan bir şey olması îcâb eder. Hal böyle olduğuna göre melekler; cinler, Âdem (a.s.) ve îsâ (a.s.) nın kıssası bir delil olarak zikredilen «sudan canlı kılma» olayına dâhil olmazlar. Çünkü müşrikler, bu olaylardan herhangi birini görmüş değillerdir.
Üçüncü mes'ele: Müfessirler «her şey» kelimesinden neyin kas-dedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimler bu kelimenin kapsamına sâdece hayvanların gireceğini söylerken, bazıları da su ile büyüdüğü rutubet, yeşillik, çiçek ve meyve verdiği gerekçesiyle bitki ve ağaçların da bu kelimenin kapsamına gireceğini söylemişlerdir. Bize göre bu ikinci görüş, âyetin siyakına daha uygun düşmektedir. Burada Cenâb-ı Allah sanki: Biz yağmur yağdırmak için semâyı dünyadan ayırdık ve o (indirdiğimiz) sudan yeryüzünde bulunan bitkiyi ve diğer her şeyi canlı kıldık, buyurmaktadır. Birinci görüşü ileri sürenler, bitkilere canlı denemeyeceği gibi i'tirâzî bir delil serdedebilir-ler. Ki, bu doğru değildir. Çünkü Allah Teâlâ «Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor...?» (Rûm, 50) âyetinde bitkileri de canlılar kategorisine almaktadır. «İnanmıyorlar mı?...» cümlesinden kas-dolunan mânâ ise : Onlar bu delilleri düşünerek bunlar vasıtasıyla hiç bir şeye benzemeyen Yaratıcıyı tanıyıp îmân etmiyorlar ve şirk yolunu bırakmıyorlar mı? tarzındadır.
Üçüncü Nevi: «Onlar sarsılmasın diye yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdik.» (Enbiyâ, 31) âyetidir. Bu âyette birkaç mes'ele yardır:
Birinci mes'ele : Âyette geçen «sarsmasın diye» lafzının aslı; sarsılmasını istemediği için, veya sarsılmaması için, şeklindedir. Herhangi bir karışıklık, yanlış anlama söz konusu olmayacağı için âyetin metninde olumsuzluk edatı lâfzan gösterilmemiştir.
tkinci mes'ele : Âyette geçen kelimesi; dağlar, manasınadır ve yerin içine gJ.-miş olan mânâsına gelen kelimesinin çoğuludur.
Üçüncü mes'ele : İbn Abbâs (r.a.) şöyle diyor : Önceleri dünya (yer küre) su üzerinde yüzüyor ve bir gemi gibi üstünde bulunan yolcuları İle birlikte bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ ağır dağları yaratarak dünyayı sabit kıldı, dengeledi.
Dördüncü Nevi: «Doğru yolda gitsinler diye orada geniş yollar açtık.» (Enbiyâ, 31) âyetidir. Burada da birkaç mes'ele vardır :
Birinci mes'ele : Keşşaf tefsirinin müellifi bu âyette geçen kelimesinin, geniş yol mânâsına geldiğini söylemektedir. Burada şöyle'bir soru akla gelebilir : Âyette geçen kelimesi; «geniş»
mânâsına gelen bir sıfattır. Arap dili gramerinde cümle dizilişinde sıfat isimden (mevsûftan) sonra geldiğine göre, burada da kelimesinin kelimesinden sonra gelmesi gerektiği haide niçin ondan önce gelmiştir? Nitekim «Orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için.» (Nûh, 20) âyetinde kelimesi mevsûftan sonra gelmiştir. Bu sorunun cevabı şöyledir : Burada kelimesi sıfat olduğu halde mevsûftan önce gelmemiştir. Bu "kelime gramer bakımından «hâl»dir. Burada kelimesinin mevsûftan sonra gelmesi halinde mânâ: Allah Teâlâ orada geniş yollar açtı, şeklinde olurken, önce gelmesi hâlinde ise : Onları yarattığı zaman bu nitelikte yarattı, tarzında olur. Dolayısıyla bu âyet, birinci âyette kapalı bırakılan bir konuyu açıklamaktadır.
İkinci mes'ele: Âyette geçen kelimesi hakkındadır. Bu kelimedeki zamirinin neye ait olduğu konusunda iki görüş vardır: 1) Bu zamîr âyette geçen dağlara aittir. Yani: Biz kazık ve direkler mâhiyetinde olan dağlarda geniş yollar yarattık, demektir. Mukâtil ve Dahhâk'a âit olan bu görüş, Atâ'nın İbn Abbâs ve îbn Ömer yoluyla rivayet ettiği şu söze uymaktadır: Daha önceleri dağlar birbirine bitişik halde bulunuyordu. Allah Teâlâ.Nuh (a.s.) un kavmini tufanda boğduktan sonra dağlan birbirinden ayırmış ve onlar üzerinde yollar açmıştır. 2) Bu görüşe göre âyetteki bu zamîr dünyaya dönmektedir. Yani: Biz dünyada yol ve geçitler açtık, demektir. Kelbî bu görüştedir.
Üçüncü mes'ele; «Umulur ki yollarını bulurlar»- mânâsı veren edatı «yollarını bulmaları için» mânâsına kullanılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ için tereddüd ve şüphe gibi bir durum düşünülemez.
Dördüncü mes'ele : fiilinin mânâsına dâirdir. Bu kelimenin mânâsı hakkında iki görüş vardır: 1) «Yollarını bulmaları için» demek; şehirlerin yollarını bulmaları için, demektir. 2) «Yollarını bulmaları için» demek; istidlal yoluyla Allah Teâlâ'nın birliğine giden yolu bulmaları için, demektir. Mu'tezile bu te'vîlin, Allah Teâlâ'nın mükelleflerin hidâyete ermelerini murâd ettiğine delâlet ettiğini söylemişdir. Mu'tezile'nin söz konusu,ettiği bu mes'ele üzerinde daha önce açıklama yapmıştık. Burada- üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür, ki buna göre ihtida kelimesi; hem şehirlere giden yolu bulma ve hem de Allah Teâlâ'nın bir olduğunu bilmeye götüren yolu bulma mânâlarında müşterektir. Bu durumda âyet her İki mânâyı da içine almış olacak ve müşterek bir lafzın bir anda iki mânâ için kullanılmasını da gerektirmeyecektir.
Beşinci Nevi: «Gökyüzünü de, korunmuş bir tavan kıldık. Fakat onlar bundaki âyetlerden yüz çeviriyorlar.» (Enbiyâ, 32) âyetidir. Bu âyette de birkaç mes'ele vardır :
Birinci mes'ele: Bu âyette semâya «tavan» denmesinin sebebi, onun yeryüzü (dünya) için bir evin tavanı mesabesinde olmasıdır.
İkinci mes'ele : «Korunmuş» kelimesi hakkındadır. Bu kelimenin mânâsı konusunda iki görüş vardır: 1) Semâ, diğer tavanlar için cereyan etmekte olan düşmekten, çökmekten korunmuştur : Nitekim «îzni olmadıkça, göğü yerin üzerine düşmemesi İçin O tutar.» (Haca 65), «O'nun âyetlerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyruğuyla durmasıdır.» (Rûm, 25), «Allah, zeval bulmasınlar diye gökleri ve yeri tutmaktadır.» (Fâtır, 41), «Onları koruyup gözetmek O'na ağırlık vermez.» (Bakara, 255) âyetleri bu görüşü desteklemektedir. 2) Âyette geçen «korunmuş» kelimesi; şeytânlardan korunmuş, mânâsına gelmektedir. «Ve onları, kovulmuş her şeytândan koruduk.» (Hicr, 17) âyeti de bunu te'yîd etmektedir. Şeytânlardan korumanın nasıl olduğu konusunda da iki görüş vardır. Bunlardan birinci görüşe göre, gök şeytânlardan melekler vasıtasıyla korunmuştur. İkinci görüşe göre ise bu koruma yıldızlarla olmaktadır. Bize göre birinci görüş daha kuvvetli görünmektedir. Çünkü âyetleri bu görüşe hamletmede nimetleri daha da büyütüp artırıcı bir mânâ vardır. Çünkü bu durumda Allah Teâlâ onu korumayı, mükelleflerin üstüne düşma-sine mâni olmayı üzerine almış oluyor. Oysa ikinci görüşte böyle bir mânâ bulunmamaktadır. Çünkü cinlerin semâyı dinlemesinden korkulmaz.
Üçüncü mes'ele : «Fakat onlar bundaki âyetlerden yüz' çeviriyorlar.» (Enbiyâ, 32) cümlesinin mânâsına dâirdir. Yani: Fakat onlar hâlâ Allah Teâlâ'nm göklerde vaz'etmiş olduğu delilleri; göklerin hareketleri, hareket keyfiyeti ve yönü, doğuş ve batış yerleri, birbirlerine bitişik ve ayrı olmalarında bulunan ibretleri, ince hesaba, sonsuz hikmet ve üstün kudrete delâlet eden o hayret verici nizâm gösteren âyetleri düşünmeden yüz çevirip gitmektedirler, demektir.
Dördüncü mes'ele : Âyet-i kerîme'de geçen kelimesiyle ilgilidir. Bu kelime tarzında tekil olarak da okunmuştur. Bu durumda bir tek âyet değil de, âyet denen nesnenin cinsi murâd edilmiş olur. Buna göre âyetin bu kısmının mânâsı şöyle olur : Onlar semâdan gelen oradaki ayın ışığıyla aydınlanmak, yıldızlanyla yol bulmak ve yeryüzünün onun yağmurlarıyla canlanması gibi dünyevî faydalarını kesinlikle bildikleri halde bunların, yaratıcısının varlığına ve birliğine açık bir delil olduklarını "düşünmeden yüz çevirip giderler.
Altıncı Nevi: «Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzer.» (Enbiyâ, 33) âyetidir. Burada da birkaç mes'ele vardır :
Birinci mes'ele : Allah Teâlâ önce «Fakat onlar bundaki âyetlerden yüz çeviriyorlar.» buyurduktan sonra burada da o âyetlerin neler olduğunu birer birer zikretmiştir. Zîrâ Allah Teâlâ gök ve yeri yaratıp da gece ve gündüz, soğuk ve sıcak dolayısıyla birçok faydalar elde edilecek ay ve güneşi yaratmamış olsaydı; kullarına lütfetmiş olduğu nimetleri eksik kalacak, hattâ Allah Teâlâ'mn kullarına bahşetmiş olduğu nimetler sâdece ay ve güneşin kendilerine âit yörüngelerde hareketlerinden ibaret olacaktı. İşte bunun içindir ki Allah (c.c.) : «Her biri bir yörüngede yüzmektedir.» (Yâsîn, 40) buyurmuştur. Bu yörüngede yüzmeyi biraz açalım: Rasatlarla görülmüştür ki, yıldızların muhtelif hareketleri mevcûddur. Bu hareketlerden biri bütün yıldızları içine alan ve doğudan batıya doğru cereyan eden harekettir. Bu hareket, güneşin yapmakta olduğu günlük harekettir. Filozofların çoğunluğu ve astronomi âlimlerine göre, bu hareketten başka bir de batıdan doğuya doğru cereyan etmekte olan bir hareket daha vardır ki, bu hareket gezegen yıldızlarda açıkça görüldüğü halde, sabit yıldızlarda açık değil, gizlidir. Filozoflar ve astronomi âlimleri bu görüşlerini şöyle delillendirmektedirler : Hareket eden yıldızlara bakıyoruz. Bunlardan daha hızlı hareket eden bir yıldız, kendisinden daha ağır hareket eden bir yıldızla bir noktada buluştuğu zaman onu batıda bırakıp kendisi doğuya geçiyor. Bu durum ayda çok açık bir şekilde görülmektedir. Batıda güneşle bir araya gelen ay, bir iki gün sonra güneşten uzak bir yerde görünür. Bundan sonra her gün güne-ı şi biraz daha batıda bırakan ay, nihayet ayın onbeşine doğru güneşin bulunduğu yerin tam karşısında olur. Ayın doğuya doğru olan yolculuğunda daha doğuda bulunan yıldızlar her geçen gece aya biraz daha yakınlaşır. Ay, bu yıldızların her birine kavuştuğu zaman onun batı tarafından başlayarak tutulduğu (görülmez olduğu) görülür. Bu müşahede bize, hareket eden bu yıldızların batıdan doğuya doğru hareket etmekte olduğunu gösterir. Keza sabit yıldızların da burçlar boyunca cereyan eden ağır hareketlerini ve bunların da batıdan doğuya doğru olduğunu görmekteyiz. Bu zâtlar böyle diyorlar. Fakat biz bu konuda onlar gibi düşünmemekteyiz. Bize göre böyle bir hareket imkânsızdır. Çünkü güneş batıdan doğuya doğru ağır hareket ediyor olsaydı —şüphesiz bu hareketini, batıdan doğuya doğru yapmakta olduğu .günlük hareketi dolayısıyla yapacaktı—; bir cismin bir anda iki ayrı yöne iki hareket yapması gerekirdi. Bu ise muhaldir. Çünkü bir yönde meydana gelen bir hareket, hareketi yapan cismin hareketin meydana geldiği yönde bulunmasını gerektirir. Hal böyle olduğuna göre eğer bir cisim bir anda iki ayrı yöne doğru hareket etseydi bu, onun bir anda iki ayrı yerde olmasını gerektirirdi. Bu ise muhaldir. Burada şöyle bir soru da akla gelebilir: Niçin güneşin doğuya doğru yaptığı hareketi anında batıya doğru, batıya doğru yaptığı ha reketi anında doğuya doğru olan hareketinin durabileceğini söylemeyelim? Sizin bir şeyin bir anda iki ayrı yöne hareket etmesinin muhal olduğu şeklinde ileri sürdüğünüz görüş ise doğru değildir. Meselâ bir değirmen taşı üzerinde bulunan karınca bir anda taş bir yöne, kendisi diğer bir yöne hareket etmek suretiyle bir anda iki ayrı yöne doğru hareket edebilmektedir. Bu i'tirâza şu tarz bir cevab vermek mümkündür : Güneşin bir yöne hareket ederken diğer yöne doğru yaptığı hareketin duracağı tarzında ileri sürdüğünüz görüşü ele alalım. Bu görüş yine sizin ileri sürdüğünüz esâslara ters düşmektedir. Zîrâ size göre feleklerin yapmakta olduğu hareketler durmazlar. Karınca ve değirmen örneğine gelince bu her ne kadar ihtimâl dâhilinde bir misâl ise de bizim bahsettiğimiz kesin delile karşı çıkabilecek güçte değildir. Ayrıca tüm yıldızların batıdan doğuya doğru hareket etmekte olduğu tarzında ileri sürülen görüş zayıf bir görüştür. Çünkü şöyle bir görüşü benimsemek için hiç bir mâni bulunmamaktadır : Bütün yıldızlar doğudan batıya doğru hareket etmektedirler. Ancak yıldızların bazısı diğerlerinden daha ağır hareket ettiği için onlardan geri kalmakta, dolayısıyla onların, ters istikâmette hareket ettiği zannedilmektedir. Meselâ Felek-i A'zam 24 saatta tâm bir devir yapar. Oysa sabit yıldızların bulunduğu felek bu zaman içinde ondan bir saniyelik daha eksik bir devir yapmaktadır. Bunu gören bazı kimseler bu feleğin bir saniyelik bir süre için büyük feleğin dönüşüne ters bir yönde döndüğünü zanneder. Oysa gerçekte böyle bir şey yoktur. Sâdece bir saniyelik bir geri kalma söz konusudur. Binâenaleyh tüm yıldızların yapmakta olduğu hareketler doğu yönünden meydana gelmektedir. Bu hareketlerin en hızlısı sırasıyla günlük hareket, sabit yıldızların hareketi, zühâl yıldızının hareketi ve en sonunda ayın hareketidir. Çünkü ay, feleklerlerin en ağır hareket edenidir. Bizim görüşümüz bu merkezdedir. Yukarıda zikrettiğimiz delilin de te'yîd ettiği bu görüş varlık sıralamasına daha yakın bir görüştür. Buna göre hareketin sonu Felek-i A'zam hareketsizliğin sonu da en uzakta olan yeryüzü kütlesidir. Felek-i A'zam'a en yakın olanın hareketi en hızlı en uzak olanın hareketi ise en yavaş olanıdır.
Feleklerin boylanılan doğrultusunda yaptıkları hareketler konusunda söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Enlemleri istikâmetinde yaptıkları harekete gelince, bu açıktır ve kuzeye ve güneye doğru eğimlerinin farklılığı sebebiyle olmaktadır. Bu hükmü verdikten sonra şunu da ifâde etmeliyiz ki: Eğer. yıldızlar bu eğimle hareket etmemiş olsalardı, etkileri yalnız bir bölgeye mahsûs olur ve diğer yönler o yıldızlardan faydalanamazdı. Onlara yakın olan bir yer hep aynı halde kalır; eğer yaptığı etki meselâ sıcaksa orada bulunan tüm nemi kurutur, varlıkları ateş haline getirirdi. Hulâsa yıldızların yörüngesinde olan yerler bir çeşit, yörüngeye parelel olmayan yerler bir başka çeşit, bunların ortasında olan yer ise daha başka bir çeşit olurdu. Meselâ, bir bölge sürekli kış .olur; burada soğuk ve buz olur, bir başka bölgede sürekli sıcak bir yaz hüküm sürer, daha başka bir bölgede ise besinlerin olgunlaşmasına elvermeyen sürekli bir ilkbahar veya sonbahar olurdu. Öte yandan peşpeşe devam etmekte olan dönmeler olmayıp yıldızlar ağır hareket ediyor olsaydı, faydası az olmakla birlikte son derece fazla olur ve hiç güney-kuzey yönünde eğilip meyletmemesi halinde meydana gelen duruma yakın bir hal vâki' olurdu. Bir de yıldızların bu yapmakta olduğundan daha hızlı hareket ettiğini düşünelim. İşte o zaman yine faydasızlık söz konusu olurdu. Fakat bahsettiğimiz güney-kuzey yönünde sapma söz konusu olduğu zaman, bu meyil önce hareketin bir müddet bir bölge ve yönde olmasını, sonra bir başka bölge ve yöne geçmesini ve her bölge ve yönde yeteri kadar kalması neticesini doğurur ve böylece ifrat ve tefritten ko-runulmuş olur. Hulâsa insan aklı, mahlûkâtın taşıdığı sırların ancak bir kısmına nüfuz edebilmektedir. Üstün hikmet ve sonsuz kudretle kâinatı idare eden ne yücedir?..
İkinci mes'ele: «Her biri bir yörüngede yüzer.» âyetinin kapsamına ay ve güneşten başka yıldızlar da girmediği sürece cümlenin yapı ve mânâsı bozuk ve eksik olur. Çünkü sâdece ay ve güneşle (iki şeyle) cemî ve «her biri» mânâları düşünülemez. Binâenaleyh, her ne kadar yıldızlar ay ve güneş gibi açıktan açığa zikredilmemişlerse de, âyette bulunan cemî zamîrinin kapsamına girmektedir.
Üçüncü mes'ele: Araplar dönen her bir şeye «felek» derler. Bu kelimenin çoğulu «eflâk» gelir. İlim erbabı feleğin mâhiyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre felek bir cisim değil, bu yıldızların bulunduğu yörüngedir. Dahhâk bu görüştedir. Ulemânın çoğunluğu ise feleğin bir cisim olduğu ve yıldızların da bu cisim üzerinde döndüğü görüşündedirler. Bu görüş, Kur'an'ın zahirî mânâsına daha yakın görünmektedir. Ayrıca feleğin keyfiyeti de ihtilaflıdır. Bazı alimler felek; güneş ay ve yıldızların kendisinde dalıp gittiği korunmuş bir dalgadan^, ibarettir derken Kelbî onun, yıldızların içinde akıp gittiği toplu bir su olduğunu söylemekte, yüzme fiilinin ancak suda olabileceğini de delil göstermektedir. Bize kalırsa bu görüş doğru değildir. Çünkü koşarken ayaklarını uzatan ata da «yüzmektedir» denir. Filozofların çoğunluğu ile astronomi bilginlerine göre ise felek §öyle ta'rîf edilir : Onlar katı cisimlerdir, ne ağırdır ve ne de hafiftirler. Onlar ayrılmaya, birleşmeye, çoğalma ve azalmaya elverişli değildirler. Burada filozoflara cevab verecek değiliz. Çünkü onlara cevab vermeye elverişli olan kitablarda bu cevablar verilmiştir. Gerçek şu ki, göklerin sıfatlarının neler olduğunu bilmek ancak nass ile mümkün olacak bir hâdisedir.
Dördüncü mes'ele : Âlimler yıldızların hareketleri konusunda da ihtilâf etmişlerdir. Yıldızların yapmakta olduğu hareketin üç mümkün şekli vardır: 1) Felek sakin (durgun) olur. Yıldızlarsa onda, durgun suda hareket eden balık gibi hareket ederler. 2) Felek de yıldızlar da hareket halinde olurlar. Bu durumda yıldızların hareketi feleğin hareketiyle ya aynı yönde veya ters yönde olur; ya sür'at ve yavaşlıkta feleğin hareketinin aynı viya, ondan farklı olur. 3) Veya felek hareket eder, yıldızlar ise durur vaziyette olurlar. Bunlardan birinci görüş filozoflara göre bâtıldır. Çünkü bu, feleklerin parçalanıp ayrılmasını gerektirir ki; bu muhaldir. İkinci görüşe gelince, şayet: Yıldızlar feleğin yaptığı hareketin tersi istikâmetinde hareket ediyorlar, diyecek olursak, bu da yine feleklerin parçalanmasını gerektirir. Bu hareketin feleğin hareketiyle aynı yönde olduğunu kabul edersek, bu durumda şayet ondan daha hızlı veya yavaş hareket ederse yine parçalanmayı gerektirir; aynı yön ve aynı sür'atle olmaları da parçalanmayı doğurur. Çünkü yıldızlar bu durumda feleklerin hareketleri dolayısıyla hareket etmiş olurlar ve kendi hareketleri feleklerin hareketleri üzerine zâid hareket olarak kalır. Bu da parçalanmayı gerektirir. O halde yalnız üçüncü şekil kalmış oluyor. Buna göre yıldızlar feleğe tesbît edilmiş ve orada durmakta olacaklar; felek hareket edecek, bu hareket sebebiyle de yıldız hareket edecektir.
Biz burada şunu hemen belirtelim ki: Yukarıdan beri serdedilen görüşlerin tümü feleklerin parçalanamayacağı görüşü dikkate alınarak ileri sürülmektedir ve doğru da değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu üç şeklin üçü de hadd-i zâtında mümkündür, Allah Teâlâ da bütün mümkinâtı yaratmaya kadirdir. Ayrıca Kur'an'ın lafzının delâlet ettiğine göre felekler durmakta, yıldızlar ise suda balıkların yüzmesi gibi o feleklerde yüzmektedirler.
Beşinci mes'ele: Keşşaf müellifi, âyette geçen kelimesindeki tenvînin muzafun ileyhden bedel olduğunu söylemekte ve âyetin mânâsı: Onların her -biri bir yörüngede yüzerler, şeklindedir, demektedir.
Altıncı mes'ele: îbn Sînâ âyette geçen «yüzerler» kelimesi ile «ben ayı ve güneşi bana secde eder gördüm» âyetinde geçen kelimesindeki çoğul şeklinin, akü sahibi varlıklara mahsûs bir şekil olduğuna dayanarak, yıldızların da insanlar gibi' konuşabilen canlılar olduğunu ileri sürmektedir. Oysa yıldızların burada insanlara mahsûs sîga ve çoğul bir kelimeyle vasıflanmaları onların canlı ve konuşabilen varlıklar olduğundan değil, yaptıkları yüzme fiilinden dolayıdır.9
«O küfredenler görmediler mi ki gökler ve yeryüzü yapışık idi de onları Biz ayırdık.» Çeşitli nevllere ve farklara bölerek Biz ayırdık. Aslında onlar tek bir şeydiler ve birleşik bir hakîkattılar. Muhtelif hareketlendirmelerle onlar birbirinden ayrıldı. Gökler bir tek yapıya sahipti. Muhtelif tahriklerle parçalanarak felekler oluştu. Yerler de bir tek parçaydı, keyfiyet ve hallerinin farklı oluşuna göre katlar ve iklimler var edildi. Denildi ki: Gökle yer yüzü; aralarında hiç bir ayrık olmayacak biçimde birleşik idiler, sonra ayırıldılar. Ve yine denildi ki: Gökler ve yeryüzü verimsiz, yağmursuz ve bitkisiz idiler, bitki ve yağmurla onlar birbirlerinden ayrıldı. Bu takdirde göklerden maksad, dünya göğü olur. Bunun cemî olarak kullanılması ufuklar itibârıyladır. Kâfirler her ne kadar bunu bilmeseler de, bu bilgiyi nazarî olarak elde etme imkânına sahiptirler. Çünkü ayırma arazî bir haldir ve gerek başlangıç olarak, gerek aracı olarak vâcib olan bir müessiri gerektirir. Veya bilginlerin görüşleri alınarak kitaplar mütâlâa edilmekle böyle bir müesire ihtiyâç olduğu bilinir. Allah Teâlâ; «o ikisi» buyurmuş da «onlar» dememiştir. Çünkü maksad, göklerin bütünü ile yerin bütünüdür. «Ve- her şeyi sudan canlı kıldık.» Bütün canlıları sudan yarattık. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette : «Allah her canlıyı sudan yaratmıştır.» buyuruyor. Çünkü su, canlının sâ-hib olduğu maddelerin başında gelir. Ayrıca canlının suya ihtiyâcı çok fazladır. Bizzat canlının sudan istifâde etme ihtiyâcı da vardır. Veya âyete şöyle de mânâ verilebilir : Biz her şeyi su sebebiyle canlı kıldık, Su olmadan canlılığını devam ettiremez.10
Gök Küresi13
Gök Küresi
Gök küresi rengi, tadı ve kokusu bulunmayan gazların karışımından ibarettir. Bunun yanı sıra su buharı da yer alır. Çünkü su buharı kuru havadan yoğunluk bakımından da ağırlık bakımından da daha azdır. Bu ise yüce Yaratıcının delillerinden biridir. Çünkü O havaya buharı atmosferin yüksek kısımlarına taşıyıp çıkarma imkânlarını vermiş ve o kısımlarda çıkan buhar, bulut yağmur halinde yeryüzüne inip topraktan fışkıran tatlı suların meydana gelmesini sağlamıştır.
Havanın bileşiminde bulunan gazların en önemlileri azot (%. 78), oksijen (% 21) ve çok âz miktarda öteki gazlar {% 1) bulunur. Atmosferde yüksek miktarda azotun bulunması yangınların sönmesinde büyük Önem ifâde etmektedir. Eğer azot oranı düşük, oksijen oranı yüksek olsaydı (% 78) orman ve diğer alanlardaki yangınların hiç birisinin söndürülmesi mümkün olmazdı. Keza atmosferdeki azot sayesinde şimşek ve yıldırım meydana gelmekte, bunlar azotun toprağa taşınmasına, suda erimesine ve zirâatın mümkün olmasına yardım etmektedirler. İnsanlar sun'î gübreyi keşfetmezden Önce yeryüzü tabiî olarak bu yolla zirâata elverişli bir hale gelmişti. Yağmur havayı yıkar. Gökyüzündeki kirleri, pislikleri ve mikropları temizler. Yağmur yağdıktan sonra havanın ne kadar tatlı olduğu bilinmelrtedir. Kışın bile yağmurdan sonra havada ısınma olur. Çünkü yağmur haline dönüşen buharda saklı bulunan ısı çevreye yayılır. Bu ısıyı deniz suyu güneşten almaktadır. Güneşin ısısıyla buharlaşan hava yağmur halinde tekrar yeryüzüne inerken çevresine ısı dağıtmaz. Atmosferdeki oksijen, canlı varlıkların nefes almasını ve özümlemesini sağlar. Hava kanı temizlemek ve insanoğluna çalışma gücünü te'mîn etmek üzere akciğerlerimiz tarafından emilir. Göğe doğru yükseldikçe hava miktarı azalacağından havadaki oksijen miktarı da azalır. Deniz seviyesinde havadaki oksijen miktarı 200 birim ise, 10 kilometre yükseldiğinde 40'a, 20 kilometre yükseldiğinde 10'a düşer. Bundan sonra her 30 kilometrede de iki birim iner. Yani insan 10 kilometre yukarıya çıkacak olursa tamamen boğulur. Bunun için ya gaz tüpü kullanılması lâzımdır, yahut da korunmuş bir yere sığınması.
Kur'ân-ı Kerîm, havadaki oksijen miktarının yükseldikçe düşmesine ve teneffüs edilen bu oksijenin insan sağlığı için yeterli olmayacağına işaretle şöyle buyuruyor : «Dalâlete düşürmek istediğinin kalbini de öyle dar ve kasvetli kılar ki ona göğe çıkmak kadar zor gelir.» (En'âm, 125).
Eğer başlangıcından beri dünyadaki varlıklar havanın oksijenini alıp karbondioksit salarak havayı kirletmiş olsalardı ve bunun dışında bir ameliye mevcûd olmasaydı, zamanla havanın içindeki oksijen miktarı tükenecek ve yeryüzündeki yaratıklar nefes alamayacak duruma geleceklerdi. Ama Yüce Yaratıcı bizi yeryüzüne yerleştirdiği gibi kloroform adı verilen özümleme ameliyesiyle oksijenin tükenmesini önleyen değişik bir ameliyeyi var ederek hayatın devamım sağlamıştır. Şöyle ki: Bitkiler havadaki karbondioksiti alırlar, güneş ışığının etkisiyle sâf oksijeni ayırarak tekrar havaya verirler. İçindeki karbonu da biriktirirler. Bitki, bu karbonu kökünün teşekkülünde, sakkari-aasyon ameliyesinde ve gelişmesinde kullanır. Şüphesiz ki bu özümleme olayı Yaratıcının fevkalâde büyük mucizelerinden biridir. Kirli olan havadaki karbondioksiti alıp sonra içindeki sâf oksijeni -'dışarı bırakarak alınan karbondioksitten bitki için lâzım olan organik yapıyı sağlamak ve hayvanlar âleminin gıdasını bu yolla te'mîn etmek. Bütün canlılar gıdalarını havanın karbondioksitinden arıtılmış olan karbon sayesinde te'mîn etmektedirler. İnsanoğlu neden bu gerçekleri düşünmekten kaçmıyor ve bunların tesadüfen meydana geldiğini iddiaya yelteniyor? Şüphesiz bu gerçekler karşısında duyuları çalışmaz hale getirmek, Yaratıcının gücünü takdisten kaçınmak demek; fikir hürriyetini öldürmek, vicdanı kasden ortadan kaldırmak demektir ki, bu insan için en büyük kötülüktür.
Dediğimiz gibi hava su buharını taşır, yülcseklere çıkınca hava soğur. Soğuyunca içindeki buharı taşıyamaz hale gelir ve su buharı küçük noktacıklar halinde yoğunlaşır. Mevcûd ısı derecesine bağlı olarak yağmur veya kar tanecikleri halinde tekrar dünyamıza iner. Yağmur yüklü bulutla yağmur yüklü olmayan bulut arasında ne fark vardır? Mesele gayet basittir. Yağmur getiren bulutun yoğunlaşabil-mesi, içindeki su buharını bırakarak yağmur, dolu veya kar halinde yeryüzüne indirmesi için bir yardımcıya ihtiyâcı vardır. İşte bu yardımcı esen rüzgârdır. Nitekim bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır : «O Allah ki Rüzgârları gönderip bulutlan yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım kısım yığan Allah'tır. Artık sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün.» (Rûm, 48)
«Rüzgârları da aşılayıcı olarak gönderdik, gökten su indirip onunla sizi suladık. Yoksa siz onu biriktiremezdiniz.» (Hıcr, 22)
İşte gökyüzü ile yeryüzü arasındaki su deveranı böyle teşekkül etmektedir. Tatlı suyun, içinde yaşadığımız bu büyük feza kesimindeki hikâyesi ma'lûmdur. Güneş ışınları okyanuslardaki ve denizlerdeki suların bir kısmını buharlaştmr. Buharlar yukarı doğru yükselir ve hava tarafından göğe çıkarılır. Yüksek kısımlarda bulutlar haline gelir ve bulutlardan inen yağmurlar yeniden ırmakları, su kaynaklarını meydana getirir ve oradan sular denizlere akar gider. Teneffüs ettiğimiz havayı mikroplardan arıtan yağmur, tatlı su kaynağını teşkil eder ki su yeryüzündeki hayatın esâsını meydana getirir. İster kuyulardan, ister ırmaklardan, ister çeşmelerden, ister yağmurlardan elde edilsin yeryüzünde hayatın kaynağı sudur. Havanın en önemli özelliklerinden birisi de, dünyamızı aydınlatıcı bir tabaka olmasıdır. Yeryüzünün üstünde hava küresi 1,000 kilometrelik bir miktar uzamasına rağmen gündüzün dünyamızı aydınlatan tabaka 200 kilometrelik genişliği olan ince kabuk tabakasıdır. Güneşten çıkan ışınlar nisbeten büyük kesafete hâiz olan tabakada parçalanıp dağılır. En çok dağılan renk mavidir. Bu yüzden gök kubbesi mavi renk alır. Şu halde mavi kubt>e, sâdece bir ışık oyunudur-: Yüce Allah ışınları muhtelif yönlere dağıtmıştır. Böylece gündüzün evlerimiz değişik yönlerden ışık alır. Biz bir füzeye binip bu aydınlık tabakanın üzerine çıktığımız zaman dünyamızın yeniden karardığını ve gökyüzünde başka yıldızların belirdiğini görürüz. Güneş zaman zaman görülür zaman zaman kaybolur. Ama ışınları cisimler üzerine iğne ucu gibi yansır. İçinde bulunduğu karanlık feza boşluğunu aydmlatamaz. Dünya ekseni etrafında döndükçe karanlık tabakadan aydınlık tabakaya doğru bir geçiş başlar. Nitekim bu hususta Kur'ân-ı Kerîm Yâsîn sûresinde şöyle buyurur : «Gece de onlar için bir delildir, gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta kalıve-rirler.» (Yâsîn, 37). Bir koyunun derisi soyulduğu gibi fezadaki gündüz de geceden soyulur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi gök kürenin en büyük faydalarından birisi de, bizi zaman zaman öldürücü olan ve fezada yaygın halde bulunan ışınlardan koruması, meteorlardan ve öldürücü gök taşlarından muhafaza etmesidir. Ayrıca fezadaki yüksek ve alçak ısılardan da bizi korumakta ve kâinatımızın ısısını sıfırın altında 270 derecede tutmaktadır. Dünyamızın tavanı olan atmosferin bizi şerrinden koruduğu ışınların en tehlikelisi güneş tarafından gönderilen ültraviyole ışınlarıdır. Bu ışınlar çok yakıcıdırlar. Ancak atmosfer, bunun pek çok hastalık için faydalı olan az bir kısmının dünyamıza ulaşmasına müsâade etmektedir. Ültraviyole ışınlarından istifâde edilecek yerler deniz kıyılarıyla yüksek dağ tepeleridir. Atmosfer, dünyamızın yüzeyini aşınma faktörüyle aşındırarak, üzerinde hayatın elverişli olmasını sağlamıştır. Rüzgâr, yağmur, kar ve dalgalar her an dağlardan kayaları parçalayarak zirâat için elverişli toprağın oluşmasını, dalgalar karalara vurarak kumların teşekkülünü sağlarlar. Yeryüzündeki hayat için atmosferin bu aşındırma ameliyesi pek Önemlidir. Nitekim Yüce Kur*an bu konudan şöyle bahseder : «Bundan sonra da yeri döşedik.» (Nâzİât, 30) Balık ve benzeri deniz hayvanları havanın oksijenini su yoluyla te'mîn ederler. Bunun için akvaryumlarda beslenen süs balıklarının suyunun değiştirilmesi gerekir. Bugün yeryüzünde 3 milyardan fazla nüfus yaşamaktadır. Bu nüfus dünyanın nimetlerinden karşılıksız olarak istifâde etmektedir ki, bunu atmosfere borçludur. Hava akımlarının ve rüzgâr hareketlerinin dünyamızın muhtelif mıntıkalarına uygun ölçüde ısının yayılmasında ne kadar önemli rol oynadıklarını bize meteorolojik gözlemler bildirmektedir. Hava, dönencelerle veya ekvatordan aldığı ısıyı kutub bölgelerine kadar ulaştırır. Keza denizlerin yüzeyinin güneşten elde ettikleri ısıyı su buharı halinde toplayan bulutlar, hava akımıyla susuz alanlara doğru sürüklenir ve yükselen havanın su buharını taşıyamaz hale gelmesinin neticesinde insanların faydasına olmak üzere yeryüzüne iner. Aslında bizim, Allah'ın bu nimetlerini iyice araştırıp şükretmekten başka yapmamız gereken bir şey yoktur.
«Şüphesiz ki; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârların değiştirilmesinde, gökle yer arasında emre hâzır bekleyen bulutta elbette akleden bir kavim için âyetler vardır.» (Bakara, 164)
Gece yarısı balkonunuzda oturup gökyüzünü gözlediğiniz zaman görürsünüz ki, yığınlarca meteor üstünüzde hızla kayıp düşmekte ve size yaklaşmadan Önce yanıp kül olmaktadırlar. Meteorlar hava ile sürtüşmenin neticesinde kazandıkları yüksek ısı sebebiyle yanar ve akkor hale gelirler. Saniyede yirmi veya daha fazla millik bir hız kazanırlar.
Bu yanan meteorların parçaları yoğunlaşan çekirdek adını alır veya bu noktalardaki havadaki su buharı bulutun içerisinde su veya kar halinde toparlanır. Gözlemle tesbît edilmiştir ki gökyüzünde meteorlar bol oldukça yeryüzünde yağmur da fazla yağar ve dünyamız böylece hayır ve berekete nail olur. Şüphesiz ki atmosferin faydalarını ve Önemini burada sıralayacak durumda değilim. Bu saydıklarımızın yanı sıra iletken rolü oynar. Bitkilerin aşılanmasında önemli rol alır. Atmosferin bir unsuru olan rüzgârlar sayesinde gemiler denizlerde yüzer. İnsanoğlu henüz sun'î gübreyi bilmezden önce şimşek ile yeryüzüne azot inmekte ve böylece yeryüzü tarıma elverişli olmakta idi. Atmosfer tabakasının önemini şöyle sıralayabiliriz:
1- Sudaki canlıların da yaşaması için gerekli olan oksijen atmosfer tabakasında bulunur.
2- Dünyanın sathından uzaklaştıkça havada uçan kuşların uçuşuna elverişli bir ortam rolünü oynar.
3- Bitkilerin gövdesini meydana getirmek için lâzım olan karbondioksiti şekere çevirir ve bundan bitki kökü ve ağaç kökü meydana gelir. Karbondioksit deveranı zamanla oksijenin tükenmesini im-kânsızlaştınr. Çünkü bitkiler, güneş ışığı sayesinde havanın karbondioksitini emer ve onu sâf oksijen haline çevirir.
4- Hava, su buharından daha ağırdır. Yoğunluk oranı 5/8'dir. Bu sayede hava su buharını taşır. Ancak yükseklere çıkınca soğur ve su buharım taşıma gücü azalır. Böylece yoğunlaşma olayı ve bulutlar meydana gelir. Bulutlardan hayat için elzem olan tatlı su kaynağı olan yağmur yeryüzüne iner.
5- Hava sesin iletilmesini sağlar.
6- Rüzgâr ve yağmurla birlikte atmosfer olayları dünya yüzeyinin hayata elverişli kılınmasını te'mîn eder.
7- Gündüzün aydınlığı sağlar.
8- Meteorları ve gök taşlarını parçalar. Eğer dünyamızın tavanı hava şeklinde değil de katı bir şekilde olsaydı; bir süre sonra atmosfere çarpan meteorlar ve göktaşlarıyla parçalanırdı. Ama Yüce Yaratıcı yeryüzünün tavanının bu cisimleri parçalamasını ve bunların oksit halinde süzülmesini irâde buyurmuştur.
9- Gök taşlarından ve meteorların parçalanmalarından meydana gelen toprak ve tozlar, yağmurlama ameliyesini mümkün kılan en önemli faktörlerdir. Çünkü bu tozlar bir yoğunlaşma nüvesi meydana getirirler ve orada biriken su damlaları kar ve yağmur halinde yeryüzüne iner. 1946 yılında atmosferde büyük bir meteor parçalandı ve bu olay Mısır'da açıkça görüldü. Şayet bu meteor atmosferde parçalanma-yıp dünyamıza ulaşmış olsaydı 1908 yılında Sibirya'ya düşen büyük meteorun yaptığı gibi dünyamızın büyük bir bölgesini mahvederdi. Gerek Sibirya meteoru ve gerekse Arizona meteoru parçalandığı yerdeki 100.000 metrekarelik bir alanı mahvetmişti.
10- Havadaki yüksek azot oranı yangının sönmesine yardım etmektedir. Eğer havanın bileşiminde yüksek derecede azot olmayıp oksijen olsaydı, yangınların söndürülmesi imkansızlaşırdı. Bu da Allah'ın bize bir lutfudur.
11- Fezadan ve güneşten gelen birçok öldürücü ışınlan atmosfer tabakası alıkoyar ve dünyamıza gelmesini önler. Bu konuda manyetik alan önemli rol oynar. Hava, şeffaf bir madde olma özelliğiyle yeryüzünde görme yeteneğini te'mîn eder.
12- Rüzgârların hareketi, bulutların taşınması ve yağmurun yağması gibi ameliyeler, aslında güneş enerjisinin dünyamızın yüzeyine âdil olarak dağıtılmasını sağlayan ameliyelerdir. Çünkü bu sayede güneş enerjisi çok olan yerlerden ısısı az olan yerlere doğru taşınır. Bilimsel olarak buharlaşma ve yoğunlaşma ameliyesinin güneşten dünyamızın yüzeyine gelen enerjinin 1/3'ini kullandığı tesbît edilmiştir. Ne yücedir O yaratıcı ki şöyle buyurmaktadır :
«Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârların değiştirilmesinde, gökle yer arasında emre hâzır bekleyen bulutta elbette akleden bir kavim için âyetler vardır.» (Bakara, 164)
Bütün bunların tesadüfen meydana geldiğini ve bunları yaratanın bulunmadığını söyleyebilecek bir kişi çıkabilir mi? Şüphesiz ki bunu söyleyecek olanlar Allah'ın delillerinden yüz çeviren budalalardır.
Atmosfer tabakası pek çok bölümlere ayrılır, ancak gerçekten hangi tabakanın nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek mümkün değildir. Hatta mütehassıslar bunu ta'yîn edememektedirler. Ancak bu ayranın esâsı genellikle ısı derecesinin farklılığına dayanmaktadır. 1950 yılında Sidney tarafından atmosferin üç ana tabakaya avrıldığı ortaya konmuştur. Bunlar stratosfer, mezosfer, iyonosferdir. Bilâhare Sidney, mezosferi iki tabakaya ayırmış ve her biri arasındaki maksimum ısı derecesini ölçü almıştır. Öteki meteoroloji bilginleri ise tro-pesferi 80 kilometre yukarılara kadar stratosfer olarak kabul edilen kısımları içine alacak şekilde tasnif etmişlerdir. Ve troposferi eski adı iyonosfer olarak adlandırmak gelenek halindedir. 1960 yılında Sovyet bilgini Nikolay yeryüzü tabiatı beynelmilel kongresinde Helsinki'de verdiği bilgide stratosferle troposfer arasında 50 kilometrelik bir fark olduğunu ifâde etmiştir. Mezosfer ise, stratosferle iyonosfer arasında yer almıştır. Normal hava rasatları için kullanılan balonlar hemen hemen atmosferde 30 kilometreye kadar yükselirler. Bunun için stratosfer, üst ve alt basamakları olmak üzere ikiye ayrılmıştır. 30 kilometrelik sınır, ozon gazının fazla bulunduğu üst stratosfer bölgesinin hududu olarak kabul edilmiştir. Alt bölgede kalan stratosfer bölümünde havadaki ozon gazı muhtelif hava kütlelerinin deveranında rol oynar. Bir başka bilgin, atmosferi 80 kilometreye kadar homosfer ve bunun ötesinde kalan kısımları ise hidrosfer diye tasnif etmiştir. Dünyamızın yüzeyinde yüzlerce kilometre yüksekliklere çıkınca atmosfer tabakasındaki moleküllerin çoğu dünyanın çekim alanından çıkar ve boşlukta istediği yörüngede hareket eder. Bu tabakaya iksosfer adı verilir. Dünyamızın yüzeyinden yukarı doğru çıktıkça hava basıncı hızlıca düşer.11
34 — Senden önce hiç bir insanı ebedî kılmadık. Sen ölürsen onlar bakî mi kalırlar?
35 — Her nefis ölümü tadıcıdır. Bir imtihan olarak sizi iyilik ve kötülükle deneriz. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.
Her Canlı Ölümü Tadacaktır15
Her Canlı Ölümü Tadacaktır
Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muhammed, senden Önce hiç bir insanı dünyada ebedi kılmadık. Aksine «Yeryüzünde bulunan her şey sonludur. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbının zâtı bakî kalacak.» (Rahman, 26-27). Âlimlerden Hızır (a.s.) m ölmüş olup şimdiye kadar diri olmadığı görüşündekiler bu âyet-i kerîme'yi delil getirirler. Zîrâ Hızır da ister velî, ister peygamber, isterse rasûl olsun nihayet bir insandır. Allah Teâlâ ise: «Senden önce hiç bir insanı ebedî kılmadık.» buyurmuştur. «(Ey Muhammed.) sen ölürsen onlar bakî mi kalırlar?)) Senden sonra yaşayacaklarını mı umarlar? Bu asla olmayacaktır. Bilakis her şey yok olacak, sona erecektir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Her nefis ölümü tadıcıdır.» buyurmuştur. Şafiî —Allah ona rahmet eylesin— den rivayet edildiğine göre; o, söylediği şu iki beyti delil getirmiş :
«Bir takım kimseler benim ölmemi temenni ediyorlar. Eğer ben ölürsem bu öyle bir yoldur ki ben bu yolda yegâne değilim. Geçmişin tersini isteyene söyle : Sanki kesin olarak olmuş gibi diğer bir misline hazırlan.»
«Bir imtihan olarak sizi iyilik ve kötülükle deneriz.» Sizi; kim şükredecek, kim inkâr edecek, kim sabredecek, kim ümit kesecek görelim diye bir keresinde musibetlerle, diğer bir keresinde nimetlerle deneriz. Nitekim İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, âyeti şöyle açıklıyor : Bir imtihan olarak sizi kötülükle ve iyilikle; zorluk ve bollukla, sağlık ve hastalıkla, zenginlik ve fakirlikle, helâl ve haramla, itaat ve ma'siyetle, hidâyet ve sapıklıkla deneriz. «Sonunda Bize döndürüleceksiniz (de, size amellerinizin karşılığını vereceğiz.)»12
36 — O küfredenler seni gördükleri zaman, alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. Ve: Tanrılarınızı diline dolayan bu mudur? derler, tşte Rahmân'ın kitabını inkâr edenler onlardır.
37 — insan aceleden yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim. Ama o kadar çabuk istemeyin.
Allah Teâlâ peygamberi (s.a.) ne hitaben şöyle buyuruyor: «(Ebu Cehil ve benzerleri gibi Kureyş'ten o küfredenler seni gördükleri zaman; alaya almaktan, (seni ayıplamaktan) başka bir şey yapmazlar.) Ve : Tanrılarınızı diline dolayan, (sizin ilâhlarınıza söven, rü'yâlarmızı bayağı gören) bu mudur?» derler. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: «İşte Rahmân'ın Kitâbı'm inkâr edenler onlardır.» Onlar Allah Rasûlü ile alay etmeleriyle birlikte Allah'ı da inkâr etmektedirler. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur; ((Seni gördükleri vakit: Bu mu Allah'ın gönderdiği elçi? diye alaya almaktan başka bir şey yapmazlar.» Gerçekten tanrılarımız üzerinde direnmeseydik bizi az kalsın onlardan sap-tıracaktı, derler. «Azabı gördükleri vakit, kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir.» (Furkân, 41-42).
Allah Teâlâ burada : «İnsan aceleden yaratılmıştır.» buyururken başka bir âyette şöyle buyurmaktadır : «Ve insan; esasen çok acelecidir.» (İsrâ, 11) Mücâhid der ki: Allah Teâlâ Âdem'i, yaratıkları yarattığı günün gündüzü sonunda her şeyden sonra yarattı. Rûh onun gözlerini, dilini ve başını diriltip aşağı kısmına ulaşmıştı ki: Rabbım, güneşin batmasından önce yaratılmamda acele buyur, dedi. İbn Ebu Hâ-tim'in Ahmed İbn Sinan kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş : «Kendisinde güneşin doğduğu gün-, lerin en hayırlısı cuma günüdür. O günde Âdem yaratılmış, o günde cennete konulmuş, o günde cennetten (yeryüzüne) indirilmiş, o günde kıyamet kopacaktır. Onda öyle bir saat vardır ki inanan kişi namaz kılarken o saata rastlar da —Allah Rasûlü (s.a.) parmaklarını kapatıp onların sayısını azalttı— Allah'tan hayır dilerse muhakkak Allah ona verir. Ebu Seleme'nin rivayetinde Abdullah İbn Selâm şöyle dermiş : Bu saati bildim, o, cuma günü gündüz saatlarının sonudur. Allah Teâlâ'nın Âdem'i yaratmış olduğu saat da odur. Allah Teâlâ : «İnsan aceleden yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim. Ama o kadar çabuk istemeyin.» buyuruyor.
Burada insanın aceleciliğinin amlmasındaki hikmet şudur : Allah Rasûlü (s.a.) ile alay edenler zikredildiği zaman inananların gönüllerine hemen intikam alma fikri düştü, bunda gönülleri acele etti de Allah Teâlâ: «İnsan aceleden yaratılmıştır.» buyurdu. Zîrâ Allah Teâlâ zâlime mühlet verir; ama sonunda yakaladığı zaman asla kurtulamaz. Te'hîr edip geciktirir, sonra hemen azabı tepesine indirir. Ona mühlet verir, bekletir, sonra da (vakti gelince) asla geciktirmez. Bunun İçindir ki: «Size âyetlerimi, (intikamımı, hükmümü, Bana karşı gelenlere iktidarımı) göstereceğim. Ama o kadar çabuk istemeyin.» buyurmuştur.13
38 — Doğru sözlüler iseniz bu vaad ne zaman? derler.
39 — O küfredenler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelleyemeyecekleri ve yardım göremeyecekleri zama: m keski bilseler.
40 — Doğrusu o, aniden gelecek ve onları şaşırtacaktır. Artık onu geri çevirmeye güçleri yetmeyecektir. Ve onlara mühlet de verilmeyecektir.
Allah Tealâ müşriklerin yalanlama, inkâr, küfür ve inâdlarından, azabın kendilerine gelmesini uzak görerek başlarına azabın hemen gelmesini istediklerini haber verip şöyle buyurur: «Doğru sözlüler iseniz bu vaad ne zaman? derler.» Buna karşı Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «o küfredenler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelleyemeyecekleri ve yardım göremeyecekleri zamanı keski bilseler.» Şayet azabın mutlaka başlarına geleceğini kesin olarak bilmiş olsalar, anlamış olsalardı elbette acele gelmesini istemezlerdi. «Hele bir de azâb üstlerinden ve altlarından onları sardığmdaki durumlarını bir bilmiş olsalardı.» (Zümer, 16), «Onlar için cehennemde bir döşek ve üstlerine de örtüler vardır.» (A'râf, 41). Bu âyette: «O küfredenler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelleyemeyecekleri zamanı keski bilseler.» buyrulurken, başka bir âyette Allah Teâlâ: «Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş, bürüyecektir.» (İbrâhîm, 50) buyurmaktadır. Azâb her yönlerinden onları kuşatmış olacak ve onlar yardım da göremeyeceklerdir. Onlara yardım edecek hiç kimse yoktur. Nitekim Allah Teâlâ bagka bir âyette: «Allah'a karşı onları koruyacak kimse de yoktur.» (Ra'd, 34) buyurur. «Doğrusu azâb (ateş) aniden gelecek, onları şaşırtacak (korkutacak) tır.» Ateşe doğru gidip teslim olurlarken şaşkın, ne yapacaklarını bilmez durumda olacaklardır. «Artık onu geri çevirmeye güçleri yetmeyecektir, buna bir çâre bulamayacaklardır. Ve onlara mühlet de verilmeyecek, (azâb onlardan bir an dahi geciktirilmeyecek) tir.»14
41 — Andolsun ki senden önce de birçok peygamberle alay edilmişti. Ama alaya alanları, eğlendikleri şey mahvetmişti.
42 — De ki : Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmân'dan kim koruyabilir? Ne var ki onlar, Rablarının zikrinden yüz çevirmektedirler.
43 — Yoksa kendilerini Bize karşı savunacak tanrıları mı var? Oysa bunlar kendilerine bile yardım edemezler. Bizden yakınlık ta görmezler.
Peygamberle Alay Edenler17
Peygamberle Alay Edenler
Allah Teâlâ müşriklerin kendisiyle alay etme ve yalanlama suretiyle eziyet etmelerine karşı Rasûlünü teselli ederek şöyle buyurur: «Andolsun ki senden örice de birçok peygamberle alay edilmişti. Ama alaya alanları, eğlendikleri (ve meydana gelmesini uzak görmekte oldukları azâb) mahvetmişti.» başka bir âyette şöyle buyrulur : «Andolsun Ki; senden önce de nice peygamberler yalanlandı da, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler. Nihayet onlara yardımımız gelip yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur. Andolsun ki; peygamberlerin haberinden bir kısmı sana gelmiştir.» (En'âm, 34). Sonra Allah Tealâ kullarını gece ve gündüz koruması, asla uyumayan gözleriyle onları gözetmesi şeklindeki nimetlerini anar ve şöyle buyurur : «De ki: Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmân'dan, (Rahmân'ın yerine) kim koruyabilir?» (...)
Allah Teâlâ buyurur ki: Ne var ki onlar, Rablarının zikrinden yüz çevirmekte, onlara olan nimetlerini ve iyiliklerini i'tirâf etmemekte; aksine âyetlerinden ve nimetlerinden yüz çevirmektedirler. Allah Te-âlâ'nın : «Yoksa kendilerini bize karşı savunacak tanrıları mı1 var?» kavli onları azarlama, suçlama ve inkâr şeklinde bir sorudur. Yani: Bizim dışımızda onları gözetip koruyacak ve musibetlerin (azabın) onlara ulaşmasını engelleyecek ilâhları mı var? Durum hiç de onların vehmettikleri ve sandıkları gibi değildir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Oysa bunlar (onların Allah'ın dışında dayandıkları bu ilâhlar) kendilerine bile yardım edemezler.» buyurmuştur. «Bizden yakınlık da görmezler.» âyetindeki kelimesini îbn Abbâs'tan rivayetle Avfî: Barındırılmazlar, şeklinde; Katâde : Hayır görmezler, hayırla beraber olmazlar, şeklinde; bir başkası ise; (Herhangi bir azabı) engelleyemezler, şeklinde açıklamıştır.15
44 — Evet, Biz onlara da, atalarına da geçimlikler verdik. Öyle ki ömürleri kendilerine uzun geldi. Fakat şimdi görmüyorlar mı ki Biz, o yeryüzüne gelip çevresinden eksiltip durmaktayız. Onlar mıdır gâlib gelenler şu halde?
45 — De ki: Ben, ancak sizi vahiy ile uyarıyorum. Sağırlar uyarıldıkları, zaman çağrıyı işitmezler.
46 — Andolsun ki Rabbınm azabından onlara bir esinti dokunsa; eyvâhiar bize, doğrusu biz gerçekten zâ-limlermişiz, diyeceklerdir.
47 — Biz, kıyamet günü adalet terazilerini kurarız. Hiç kimse hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesâb görenler olarak da Biz yeteriz.
Allah Teâlâ müşriklerden haber vererek şöyle buyuruyor : Onları içinde bulundukları sapıklığa teşvik edip sürükleyen ancak onların dünya hayatında faydalandırılmaları, kendilerine nimet verilmesi, içinde bulundukları durumda Ömürlerinin onlara uzatılmasıdır. Böylece onlar, bir gerçek üzere olduklarına inanmışlardır. Daha-sonra onlara öğütte bulunarak : «Fakat şimdi görmüyorlar mı ki Biz, o yeryüzüne gelip çevresinden eksiltip durmaktayız.» buyurur. Müfessirler buranın anlamında ihtilâf etmişlerdir. Biz, Râ'd sûresinde daha önce bu konuda bilgi vermiştik. Bu âyetin tefsirinin en güzeli Allah Teâlâ'nın : «An-dolsun ki Biz, çevrenizdeki kasabaları da yok ettik. Belki doğru yola dönerler diye âyetleri tekrar tekrar açıkladık.» (Ahkâf, 27) kavli ile tefsir edilmesidir. Hasan el-Basrî : Bununla İslâm'ın küfre gâlib gelmesi kasdediliyor, demiştir. Buna göre mânâ şöyle oluyor: Allah Teâlâ'nın düşmanlarına karşı dostlarına yardım etmesinden, halkı zâlim olan kasabaları ve yalanlayan ümmetleri helak etmesinden, inanan kullarım kurtarmasından onlar ibret almıyorlar mı? Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Onlar mıdır gâlib gelenler şu halde?» buyurmuştur ki aksine onlar mağlûb olan, alçaltılan, en fazla hüsrana uğrayıp rezîl olanlardır.
«De ki: Ben, ancak sizi vahiy ile uyarıyorum.» Ben ancak Allah'tan tebliğ ediciyim. Sizi uyarmış olduğum azâb ve cezalandırma, ancak Allah'ın bana vahyetmiş olduğundan ibarettir. Fakat Allah'ın basiretini bağlamış, kulağını ve kalbini mühürlemiş olduğu kimselere elbette bu bir fayda vermez. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Sağırlar uyarıldıkları zaman çağırıyı işitmezler.» buyurmuştur.
«Andolsun ki Rabbınm azabından onlara (şu yalanlayanlara) bir esinti dokunsa; (günâhlarını ve dünyada iken kendilerine zulmetmekte olduklarını itiraf ederek); eyvâhlar bize, doğrusu biz gerçekten zâ-limlermişiz, diyeceklerdir.»
«Biz, kıyamet günü adalet terazilerini kurarız. Hiç kimse hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesâb görenler olarak da Biz yeteriz.)) Âlimlerin çoğunluğu mizanın (terazinin), kıyamet günü bir tek terazi olacağı görüşündedirler. Ancak içinde tartılacak amellerin müteaddid olması itibarıyla burada çoğul olarak getirilmiştir. «Hiç kimse hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesâb görenler olarak da Biz yeteriz.» Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde : «Ve Rabbm kimseye asla zulmetmez.» (Kehf, 49), «Allah; şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik yapılsa onu kat kat artırır. Ve kendi katında büyük bir mükâfat verir.» (Nisa, 40) buyururken Lokman da şöyle söylemiştir: "Oğulcuğum, işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirir, (ortaya çıkarır).
Muhakkak ki Allah Latiftir, Habîr'dir.» (Lokman, 16). Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyuruyor : İki kelime vardır ki bunlar dile hafîf (ve kolay), mizanda ağırdırlar, Rahmân'a sevgilidirler. Bunlar : Allah'ı teşbih eder, O'na hamd ederim, Yüce Allah'ı teşbih ederim, sözleridir. İmâm Ahmed'in İbrahim İbn İshâk et-Tâlekânî kanalıyla... Abdullah İbn Amr İbn Âs'tân rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Muhakkak Allah Teâlâ kıyamet günü bütün yaratıkların gözleri önünde ümmetimden birisini seçer. Ona karşı doksan dokuz (amel) defteri açar. Her defter göz uzanabildiği kadar büyüktür. Sonra : Bunlardan bir şeyi inkâr ediyor musun? Yazıcı hafaza meleklerim sana zulmetmiş mi? diye sorar. O : Hayır Rabbım, der. Senin bir ma'zere-tin veya bir iyiliğin var mı? diye sorar, kişi şaşırıp kalır da : Hayır, Rabbım, der. Bilakis var. Senin Bizim katımızda bir tek iyiliğin vardır. Bugün sana asla haksızlık yok, buyurur, onun için üzerinde : «Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim.» yazılı olan bir etiket (bir vesika) çıkanr ve : Onu hazır edin, getirin, buyurur. Kul: Rabbım, bu defterlerle beraber şu etiketin ne değeri olabilir? der de Rab Teâlâ : Sen asla haksızlığa uğratılmayacaksın, buyurur. Defterler terazinin bir kefesine, o etiket de diğer kefesine konulur, defterler hafîf kalıp etiket ağır çeker. Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur : «Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla» kelimesinden daha ağır bir şey yoktur. Hadîsi Tirmizî ve İbn Mâce, . Leys İbn Sa'd kanalıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî hadîsin hasen, ga-rîb olduğunu söyler.
İmâm Ahmed'in Kuteybe kanalıyla... Abdullah İbn Amr İbn Âs'-tan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Kıyamet günü teraziler konulur, kişi getirilir ve bir kefesine konulur. Onun hakkında yazılıp kaydedilmiş olanlar da konulur. Mîzân (terazi) yazılanlar tarafına meyledip ağır çeker. O kişi cehenneme gönderilir. Arkasını döndürüp götürdüklerinde Rahmân'ın katından birisi: Acele etmeyin, muhakkak ki onun için bir şey daha kalmıştır, diye bağırır. İçinde : «Allah'tan başka ilâh yoktur» yazılı bir etiket (bir vesika) getirilir, kişi ile beraber bir kefeye konulur da terazinin o kefesi ağır basar. Yine İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Nûh Kurâd'ın... Hz. Âişe'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabından birisi (gelip) onun huzurunda oturmuş ve : Ey Allah'ın elçisi, benim iki kölem var. Beni yalanlıyor, bana hainlik ediyor ve bana karşı geliyorlar. Ben de onları dövüyor, onlara sövüyorum. Onlarla benim durumum nasıl olacak? demişti. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Onların sana ihanetleri, karşı gelmeleri, yalanlamaları ile senin onları cezalandırman hesâb edilecek. Eğer senin cezalandırman onların günâhlarından daha az ise bu, senin onlara karşı bir üstünlüğün olur. Şayet senin onları cezâlamhr-man günâhları miktannca olursa bu (her iki taraf için de) yeterli olacak, ne senin lehine ne de aleyhine olacaktır. Şayet senin onları cezalandırman onların günâhlarından üstün ve fazla ise senin cezalandırmandan kalan fazlalık onların lehine senden kısasla alınacaktır. Adam, Allah Rasûlü (s.a.) nün huzurunda sesli olarak ağlamaya başladı da, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Buna ne oluyor? Allah'ın kitabını okumuyor mu? «Biz kıyamet günü adalet terazilerini kurarız, hiç kimse hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesâb görenler olarak da biz yeteriz.» buyurulmuyor mu? Adam : Ey Allah'ın elçisi, şunlardan —kölelerini kasdediyor— ayrılmaktan benim için daha hayırlı hiç bir şey görmüyorum. Seni şahîd tutarım ki onların hepsi hürdürler, dedi.16
48 — Andolsun ki, Biz, Mûsâ ile Harun'a bir ışık, takva sahihleri için de bir zikir olan Furkân'ı verdik.
49 — Onlar ki görmedikleri halde Rablarmdan korkarlar ve kıyamet saatından titrerler.
50 — İşte bu da Bizim indirdiğimiz mübarek bir Zikir'dir. Yoksa siz onu inkâr mı ediyorsunuz?
Mûsâ ve Hârûn. 18
Mûsâ ve Hârûn
Daha önce de çok yerde işaret ettiğimiz gibi Allah Teâlâ Hz. Mûsâ ile Hz. Muhammed ve kitablarını birlikte zikreder. Bunun içindir ki burada da: «Andolsun ki, Biz Mûsâ ile Harun'a Furkân'ı verdik.» buyurur. Mücâhid buradaki Furkân'ın kitab olduğunu söylerken; Ebu Salih Tevrat olduğunu, Katâde ise : Helâli, haramı ile Tevrat ve Allah'ın hak ile bâtılın arasını ayırdığı (hükümleri) dir, demiştir. İbn Zeyd burada onlara yardımın (zaferin) kasdeü"ildiğini söyler. Buranın tefsirinde toparlayıcı olan görüş şudur: Semavî kitablar hak ile bâtılın, hidâyetle sapıklığın, azgınlıkla doğru yolun, helâl ile haramın arasını ayıran, kalblerde bir nûr, bir hidâyet bir korku, Allah'a dönüş ve haşyet meydana getiren şeylere sahiptirler. Bunun içindir ki: «Mûsâ ile Hâ-rûn'a bir ışık, takva sahipleri için de bir zikir olan Furkân'ı verdik.» buyurmuştur. Sonra Allah Teâlâ o takva sahihlerini: «Onlar ki görmedikleri halde Rablarından korkarlar.» şeklinde niteler. Şu âyetlerde de onların niteliklerinden bahsolunmaktadır : «Görmediği halde Rah-mân'dan korkan ve Allah'a yönelik bir kalb ile geJen kimselere aittir.» (Kaf, 33), «Muhakkak ki, Rablarından gıyaben korkanlar; işte onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.» (Mülk, 12). Ve kıyamet saatından korkup titrerler. Önünden ve ardından bâtılın gelemeyeceği, Hakîm ve Hamîd olan Allah katından indirilme olan şu yüce Kur'-an'da bizim indirdiğimiz mübarek bir Zikir'dir. Yoksa son derece açık ve parlak olduğu halde siz onu inkâr mı ediyorsunuz?17
51 — Andolsun ki Biz, daha önce İbrahim'e de rüş-dünü vermiştik. Ve Biz, onu bilenlerdik.
52 — Hani o, babasına ve kavmine demişti ki: Şu tapınıp durduğunuz heykeller de nedir?
53 — Onlar da: Babalarımızı bunlara tapar bulduk, demişlerdi.
54 — O : Andolsun ki sizler de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içerisindesiniz demişti.
55 — Onlar: Sen, bize gerçeği mi getirdin, yoksa bizimle eğleniyor musun? dediler.
56 — O da dedi ki: Hayır, Rabbmız göklerin ve yerin Rabbıdır ki onları, O yaratmıştır. Ve ben buna şâhidlik edenlerdenim.
İbrâhîm Halîlullah. 19
İbrâhîm Halîlullah
Allah Teâlâ, Halil'i İbrahim (a.s.) e küçüklüğünden itibaren doğru yolu bulma kabiliyetini verdiğini, ona gerçeği ve kavmine karşı huçceti ilham buyurduğunu haber verir. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurmaktadır : «İşte bu, bizim huccetimizdir. Onu kavmine karşı İbrahim'e verdik.» (En'âm, 83). Hz. İbrahim'i babasının, o henüz süt emen bir çocuk iken bir hayvan inine veya bir mağaraya koyduğu, günler sonra onu çıkardığı, İbrahim'in yıldızlara ve yaratıklara bakıp onlar üzerinde düşündüğü ve buna benzer müfessirlerin hikâye ettikleri birçok şeyin tamâmı İsrâiliyyâttandır. Bunlardan elimizdeki korunmuş, muhafaza olunmuş Kur'an'a ve gerçeğe uyan, sahîh olan haberlere muvafık düştüğünde kabul ederiz. Bunlardan herhangi birine muhalif olanı ise reddederiz. Ne muvafık ve ne de muhalif olmayanlara gelince; onları ne tasdik eder ne de yalanlarız. Bilakis olduğu halde terkederiz. Bu çeşitten olanların rivayetini Seleften çokları caiz görerek buna ruhsat vermişlerdir. Halbuki bunların bir çoğu faydasız şeylerdendir. Dinde fayda getirmeyecek hususlardandır. Şayet mükelleflere dinlerinde herhangi bir fayda sağlamış olsaydı, herhalde bu mükemmel ve şümullü şeriat bunları beyân eder, açıklardı. Bu çeşit açıklamalarda bizim yolumuz, zaman kaybına sebep olacağı ve içlerine karıştırılmış yalanlarla dolu olduğu için bu tür İsrâilî haberlerin çoğundan yüz çevirmektir. Zîrâ bu tür haberleri rivayet edenler onların sahihleri ile yanlışlarım ayıracak durumda değildirler. Nitekim bu ümmetin itkân sahibi hafız imamları da bu yolu tutmuşlardır. Burada maksad, Allah Teâlâ'nm Hz. İbrahim'e bundan önce doğru yolu bulma kabiliyetini vermiş olmasıdır. «Ve Biz onu, (buna ehil ve lâyık olduğunu) bilenlerdik. Hani o, babasına ve kavmine demişti ki: Şu tapınıp durduğunuz heykeller de nedir?» Allah Teâlâ'nm Hz. İbrahim'e vermiş olduğu doğru yolu bulma kabiliyeti, kavminin Allah dışında putlara ibâdetini küçüklüğünden itibaren inkâr etmesidir. O : «Şu tapınıp durduğunuz, (de? vâmlı olarak ibâdet ettiğiniz) heykeller de nedir?» demişti. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Muhammed es-Sabâhıın... Asbâğ İbn Nübâte'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Hz. Ali satranç oynayan bir topluluğa uğrayıp şöyle dedi: Bu başına toplandığınız heykeller de nedir? Sizden birinin sönünceye kadar bir kor parçasına dokunması bunlara dokunmasından kendisi için daha hayırlıdır.
«Onlar da : Babalarımızı bunlara tapar bulduk, demişlerdi.» Onların bu işlerinde, sapıtmış babalarının yaptıklarından başka herhangi bir hüccetleri yoktu. Bu sebepledir ki Hz. İbrâhîm : «Andolsun ki sizler de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içerisindesiniz.» demiştir. Yani yaptıklarım delil getirdiğimiz babalarımızla konuşmak sizinle konuşmak gibidir. Onlar ve siz sapıklık üzeresiniz, doğru olmayan bir yoldasınız. Hz. İbrâhîm onlan beyinsizlikle, babalarını da sapıklıkla niteleyip ilâhlarını tahkir edince onlar : «Sen, bize gerçeği mi getirdin, yoksa bizimle eğleniyor musun?» Senin söylemiş olduğun şu sözü sen bir eğlence olarak mı yoksa gerçekten mi söylüyorsun? Biz bunu senden önce hiç işitmedik, dediler. O da dedi ki: «Hayır, Rabbmız göklerin ve yerin Raibbıdır ki onları, O yaratmıştır.» Sizin Rabbmız kendinden başka ilâh olmayandır. Gökleri ve yeri, onların ihtiva ettiği yaratıkları yaratan, onları ilk olarak (yoktan) var eden, her şeyi yaratıcı olandır. «Ve ben buna şâhidlik edenlerdenim.» O'ndan başka ilâh, O'nun dışında Rab olmadığına ben şehâdet ederim.18
57 — Allah'a yemîn ederim ki siz arkanızı dönüp gittikten sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım.
58 — Derken hepsini paramparça edip içlerinden büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bıraktı.
59 — Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Doğrusu o, zâlimlerden biridir, dediler.
60 — Dediler ki: Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını duymuştuk.
61 — Dediler ki: O halde bunların şâhidlik edebilmeleri için onu insanların gözleri önüne getirin.
62 — Ey îbrâhîm, tanrılarımıza bu işi sen mi yaptın? dediler.
63 — Dedi ki: Belki onu şu büyükleri yapmıştır. Ko-nuşabiliyorlarsa onlara sorun.
Hz. îbrâhîm Halîl kavminden bir kısmına işittirecek şekilde onların putlarına bir tuzak hazırlayacağına, onlara eziyet verip onlar arkalarını dönüp bayram yapmaya gittiklerinde onları kıracağına yemin etti. Onların kasabaları dışına çıkıp kutladıkları bir bayramları varmış. Süddî der ki: Bu bayram vakti yaklaştığında babası ona : Ey oğulcuğum, keşke bizimle birlikte bayram yerine çıkmış olsaydın bizim dinimiz senin de mutlaka hoşuna giderdi, demişti. Hz. îbrâhîm onlarla beraber çıktı. Yolun bir kısmında iken kendini yere atıp: Ben hastayım, dedi. O yere yıkılmış halde iken yanından geçmeye başladılar. Onlar : Sana ne oldu? diyor o da : Ben hastayım, diye cevab veriyordu. Onların hepsi geçip de zayıfları kaldığında : Allah'a yemîn ederim ki. putlarınıza bir tuzak kuracağım, dedi ve kavminin zayıfları bunu işittiler. Ebu İshâk'm Ebu'l-Ahvas'dan, onun da Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatmış : İbrahim'in kavmi bayram yapmaya gittiklerinde ona uğrayıp : Ey İbrahim, bizimle birlikte çıkmıyor musun? diye sordular, o : Ben hastayım, dedi. Ertesi gün olduğunda ; Allah'a yemîn ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım, dedi ve içlerinden bazısı bunu işitti.
Derken hepsini kırıp paramparça etti, içlerinden sâdece onlar katında putların en büyüğünü bıraktı. Allah Teâlâ bu durumu başka bir âyette şöyle haber veriyor : «Nihayet üzerlerine yürüyüp sağıyla vurdu.» (Sâffât, 93). «İçlerinden en büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bıraktı.» Anlattıklarına göre Hz. İbrahim, putları kırmış olduğu keseri en büyük putlarının diğer putlan kıskanıp kendisiyle beraber bu küçük putlara tapınılmasını istemediği ve kıskandığı için onları kırdığına inansınlar diye en büyüklerinin eline koymuştu.
Dönüp geldikleri ve Hz. İbrahim'in putlarına yapmış olduğunu onların ilâh olmadıklarına, onlara tapmanlann akıllarının ne kadar zayıf olduğuna delâlet eden hakareti müşâhade ettikleri zaman : «Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Doğrusu o, (yaptığı bu işte) zâlimlerden biridir, dediler.» Mz. İbrahim'in onların putlarına tuzak kuracağına dâir yeminini işiten kimseler dediler ki: «Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını duymuştuk.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Avf'ın... İbn Abbâs'tan rivayetinde O : Allah ancak peygamberleri genç olarak göndermiş, her bir âlime ilim ancak genç iken verilmiştir, demiş ve: «Dediler ki: Kendisine İbrahim denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.» âyetini okumuş.
«Dediler ki: O halde bunların şâhidlik edebilmeleri için (onu bütün insanların hazır bulunacağı büyük bir toplantıda) onu insanların gözleri önüne getirin.» Zâten Hz. İbrahim'in en büyük maksadı ve gayesi; kendilerinden hiç bir zararı def edemeyen, kendileri için hiç bir yardıma güçleri yetmeyen bu putlara tapınmada onların akıllarının azlığı ile bilgisizliklerinin derecesinin böyle büyük bir toplantıda meydana çıkması idi ki, bu durumda olan putlardan nasıl olur da herhangi bir zararı defetmeleri veya yardım etmeleri istenebilir?
«Ey İbrahim, tanrılarımıza bu işi sen mi yaptın? dediler.» Kırmayarak bırakmış olduğu putu kasdederek «Dedi ki: Belki onu şu büyükleri yapmıştır. Konuşa biliyorlarsa onlara sorun.» Hz. İbrahim bu davranışı ile onların, kendiliklerinden putların konuşamayacaklarını itiraf etmelerini istemiştir. Zîrâ böyle bir şey elbette cansız olan o puttan sâdır olacak değildir. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Hişâm İbn Hassan kanalıyla... E bu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Hz. İbrahim (a.s.) şu üç durum öışmda yalan söylememiştir. Bunlardan ikisi Allah'ın zâtı hakkındadır. Bunlar : «Belki onu şu büyükleri yapmıştır.» sözü ile «Ben hastayım.» sözüdür. İbrahim yanında Sârre olduğu halde zâlimlerden birinin ülkesinde yürürken bir yerde konakladı. O zâlime birisi gelip : Senin arazînde bir adam konakladı ki yanında insanların en güzeli olan bir kadın var, dedi. O zâlim Hz. İbrahim'e birisini gönderip çağırttı. İbrahim zâlimin yanına geldi. O : Bu kadın senin neyin olur? diye sordu da : O, kız kardeşimdir, dedi. O zâlim : Git, onu bana getir, dedi. İbrahim Sârre'ye gidip : Muhakkak şu zâlim bana seni sordu. Ona senin kız kardeşim olduğunu söyledim. Onun yanında beni yalancı çıkarma. Muhakkak sen Allah'ın kitabında benim kız kardeşimsin. Yeryüzünde benim ve senin dışında hiç bir müslüman yok, dedi. İbrahim onu götürdü, sonra kalkıp namaza durdu. O zâlim Sârre'nin yanma girdiğinde onu gördü ve ona doğru ilerleyip tuttu. Sârre'yi tutar tutmaz onu şiddetli bir sar'a yakalayıverdi de : Benim için Allah'a duâ et. Sana hiç bir zarar vermem, dedi. Sârre onun için duâ etti ve bu durum ondan giderildi. Yine ona doğru ilerleyip tuttu, bir önceki gibi veya daha şiddetli bir sar'aya yakalandı. Bunu üçüncü kere yaptı ve yine sar'aya tutuldu. İlk iki seferdeki sözlerini tekrarlayıp: Benim için Allah'a duâ et, sana hiç bir zarar vermem, dedi. Sârre onun için duâ etti ve bu durumdan kurtuldu. Sonra en yakın kapıcıyı çağırıp : Şüphesiz sen bana bir insan değil, bir şeytân getirmişsin. Onu çıkar ve Hâcer'e ver, dedi. Çıkarılıp Hâcer'e verildi. Dönüp geldiğinde İbrahim onun gelişini hissedince namazından ayrıldı ve : Durumun nedir, neler oldu? diye sordu da, şöyle cevabladı: Allah Teâlâ kâfir ve günahkârın tuzağını engelledi ve beni Hâcer'in hizmetine verdi, dedi. Muhammed İbn Şîrîn der ki: Ebu Hüreyre bu hadîsi rivayet ettiği zaman : Ey gök soyunun oğullan (ey araplar) işte o, sizin annenizdir, dermiş.19
64 — Bunun üzerine kendilerine dönüp dediler ki: Hiç şüphesiz, zâlimler, sizsiniz siz.
65 — Sonra eski kafalarına döndürüldüler: Bunların konuşamayacağını andolsun ki, sen de bilirsin, dediler.
66 — Dedi ki: O halde Allah'ı bırakıp ta size hiç bir fayda veya zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız?
67 — Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Daha akıllanmayacak mısınız?
Allah Teâlâ Hz. İbrahim'in, kavmine yukarıda haber verilen sözlerini söylediği zamanda onların durumlarım anlatıp şöyle buyurur : Bunun üzerine onlar tanrılarını korumadıklarından ötürü kendi kendilerini ayıplayarak dediler ki: «Hiç şüphesiz zâlimler, sizsiniz siz.» Tanrılarınızı yanlarında bir koruyucu olmaksızın ihmâl edip terket-menizde haksızsınız. «Sonra (başlarını yere eğip) eski kafalarına döndürüldüler ve : Bunların konuşamayacağını andolsun ki sen- de bilirsin, dediler.» Katade der ki: Kavim kötü bir hayrete yakalanıp dehşetle : «Bunların konuşamayacağını andolsun ki sen de bilirsin, demişlerdir.» Süddî der ki: Sonra fitne içindeki eski kafalarına döndürüldüler. İbn Zeyd ise : Sonra eski görüşlerine döndürüldüler, der. Anlam itibarıyla Katâde'nin sözü daha kuvvetlidir. Zîrâ onlar bu yaptıklarını, ancak bir hayret ve bir aciz ifâdesi olarak yapmışlardır. Bu sebepledir ki Hz. İbrahim'e : «Bunların konuşamayacağını andolsun ki, sen de bilirsin.» O halde onların konuşamayacağını bile bile niçin bize : «Konuşabiliyorlarsa onlara sorun.» dersin? demişlerdir. îşte onlar bunu itiraf ettiklerinde Hz. İbrahim kendilerine : Madem ki onlar konuşamıyor, hiç bir zarar ve fayda vermiyorlar, «O halde Allah'ı bırakıp ta size hiç bir fayda veya zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız? Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Daha akıllanmayacak mısınız?)) Ancak bir bilgisize, bir zâlim ve günahkâra yaraşan içinde bulunduğunuz şu sapıklık ve ağır küfür hakkında hiç düşünraez misiniz? demiş, onların aleyhine delil getirmiş ve bu delille onları susturmuştur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «İşte bu, bizim huccetimizdir. Onu kavmine karşı İbrahim'e verdik.» (En'âm, 83) buyurmuştur.20
68 — Onlar : Bir şey yapacaksanız şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin, dediler.
69 — Biz de : Ey ateş; ibrahim'e karşı serin ve selâmet ol, dedik.
70 — Ona düzen kurmak istediler. Ama Biz, onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık.
Selâmet Yurdu Olan Ateş. 21
Selâmet Yurdu Olan Ateş
Onların delilleri hükümsüz kalıp güçsüzlükleri ortaya çıkınca, hak ortaya çıkıp bâtıl defedilip reddedilince krallarının makamından istifâde ile onu kullanmaya döndüler ve : «Bir şey yapacaksanız şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin.» dediler. Çokça odun topladılar. Süddî'nin söylediğine göre, onlardan bir kadın hastalansa iyileştiği takdirde İbrahim'in yakılması için odun taşımayı adarmış. Sonra odunları çukur bir yerde topladılar, tutuşturdular. Öyle bir şerare ve o derece yüksek alevleri varmış ki benzeri bir ateş asla yakılmamış. Kürd asıllı İran çöl araplarından birisinin işareti, yol göstermesi ile Hz. îb-râhîm'i mancınığın kefesine koymuşlar. Şuayb el-Cübbâî bu adamın isminin Heyzen olduğunu söyler. Allah Teâlâ onu yerin dibine batırmış, kıyamet gününe kadar da batmakta devam edecekmiş. Hz. İbrahim'i ateşe attıkları zaman o : Allah bana yeter, O ne güzel Vekîl'dir, demiş. Buhârî'nin îbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hz. İbrâ-hîm ateşe atıldığında : Allah bana yeter, o ne güzel Vekîl'dir, demiştir. Bu sözü Hz. Muhammed de «Düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan korkun.» (Âl-i İmrân, 173) dediklerinde söylemiştir. Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Ebu Hişâm'ın... Ebu Hüreyre'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : İbrahim (a.s.) ateşe atıldığında : Allah'ım, şüphesiz Sen gökte teksin, ben de yeryüzünde tekim, Sana ibâdet ediyorum, dedi. Yine rivayet edildiğine göre Hz. îbrâhîm'i bağlamaya başladıklarında şöyle demiş : Senden başka ilâh yok, Seni teşbih ederim, hamd Sanadır, hükümranlık Senindir, Senin hiç bir ortağın yok. Şuayb el-Cübbâî'nin belirttiğine göre; o zamanda Hz. İbrahim onaltı yaşında imiş. En doğrusunu Allah bilir. Seleften birisinin anlattığına göre Cibril havada olduğu halde ona görünmüş ve : Bir ihtiyâcın var mı? diye sormuş. Hz. İbrahim : Sana olan ihtiyâcımı soruyorsan yok, ama Allah'a' olan ihtiyâcımı soruyorsan evet O'na ihtiyâcım var, demiş.
Saîd İbn Cübeyr der ki: —Aynı açıklama îbn Abbâs'tan da rivayet edilir— Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman yağmurla müvekkel olan melek : Ne zaman yağmur yağdırmam e'mredilecek de yağmuru salıvereceğim? demeye başlamış. Allah'ın emri meleğin emrinden daha sür'atli olmuştur. Allah Teâlâ : «Ey ateş; İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol.» buyurmuştur. Yeryüzünde hiç bir ateş kalmamış, sönmüştür. Kâ'b el-Ahbâr der ki: O gün hiç kimse ateşten istifâde edememiş, ateş bağları dışında Hz. İbrahim'in hiç bir yerini yakmamıştır, A'meş kanalıyla... Hz. Ali İbn Ebu Tâlib'den rivayetle Sevrî şöyle diyor : «Biz de : Ey ateş; İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol, dedik.» Ateş Hz. İb-râhîm'e o kadar soğudu ki neredeyse öldürecekti. Sonunda : «İbrahim'e karşı selâmet ol.» denildi de, ona zarar vermedi. İbn Abbâs ve Ebu Âliye şöyle diyorlar: Şayet Allah Teâlâ (ateşe) : «İbrahim'e karşı selâmet ol.» dememiş olsaydı, ateşin soğukluğu İbrahim'e eziyyet verirdi.
Cüveybir'in Dahhâk'dan rivayetinde o, «Ey ateş; İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Hz. İbrâhîm için kuru odundan bir duvar ördüler. (îbrâhîm'i onun içine attıktan sonra) her taraftan ateşlediler. Ateşten İbrahim'e hiç bir şey erişmemiş olarak (orada) sabahladı. Nihayet Allah Teâlâ ateşi söndürdü. Cibril'in orada Hz. îbrâhîm ile beraber olduğu, yüzünün terini sildiği ve İbrahim'e bunun dışında ateşten hiç bir zarar erişmediği anlatılır. Süddî ise, orada îbrâhîm ile beraber gölge ile müvekkel meleğin, olduğunu söyler.
îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Minhâl İbn Amr'-dan rivayet etti ki o, şöyle demiştir : Bana haber verildiğine göre Hz. İbrâhîm ateşe atıldı. Orada ya elli, veya kırk gün kaldı. O, şöyle demişti : Orada olduğum kadar hoş bir şekilde yaşadığım gün ve gecelerim olmamıştır. Bütün yaşantı ve hayatımın orada olduğum zamandaki yaşantım gibi olmasını isterdim. Ebu Zür'a İbn Amr îbn Cerîr'in Ebu Hüreyre'den rivayetinde o, şöyle demiştir : Hz. İbrahim'in babası, İbrâhîm ateşte iken onun yanından tabağı kaldırdığı zaman alnının terlediğini görmüş ve işte o zaman: Ey İbrâhîm, senin Rabbin ne güzel Rabdır, demiş. İşte İbrahim'in babasının söylediklerinin en güzeli budur.
Katâde şöyle diyor : Kertenkele dışında o gün gelen her bir hayvan Hz. İbrahim'in ateşini söndürmüştür. Zührî der ki: Hz. Peygamber (s.a.) onun (kelerin) öldürülmesini emretti ve onu «Füveysık» olarak isimlendirdi. İbn Ebu Hatim der ki: Bize İbn Vehb'in kardeşi oğlu Ebu Abdullah'ın... Fâkih İbn Muğîre eî-Mahzûmî'nin bir cariyesinden rivayetinde o, şöyle anlatmış : Hz. Âişe'nin yanma girdim ve evinde bir mızrak gördüm. Ey mü'minlerin annesi, bu mızrakla ne yaparsınız? diye sordum. Dedi ki: Bununla şu kelerleri öldürürüz. Şüphesiz Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : İbrahim ateşe atıldığı zaman keler dışında yeryüzünde ateşi söndürmeyen hiç bir hayvan kalmamıştır. O ise Hz. İbrâhîm üzerine (ateşe) üfürdü. Allah Rasûlü (s.a.) bize onun öldürülmesini emretti.
«Ona düzen kurmak istediler. Ama Biz, onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık.» Alçaltılmış, mağlûblar kıldık. Zîrâ onlar, Allah'ın peygamberine tuzak kurmak istediler. Allah Teâlâ da onların düzenlerini başlarına geçirdi, peygamberini ateşten kurtardı ve işte orada mağlûbiyete uğradılar. Atıyye el-Avfî der ki: Hz. İbrâhîm ateşe atıldığında kralları ona bakmak üzere geldi. Ateşten bir şerare kopup başparmağına düştü ve onu bir yün parçası gibi yaktı.21
73 — Onları emrimizle insanlara doğru yolu gösteren imamlar kıldık. Ve onlara hayırlar yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar Bize kulluk eden kimselerdi.
74 — Lût'a da hüküm ve ilim verdik, onu çirkin işler yapan o memleketten kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavim idiler.
75 — Ve onu rahmetimize kattık. Doğrusu o, sâlih kimselerdendi.
Lût ve Kavmi22
Lût ve Kavmi
Allah Teâlâ yine Hz. İbrahim'den haber veriyor ki Allah Teâlâ onu kavminin ateşinden ve onların aralarından kurtarmış; Şam ülkesine, oranın kudsal kılınmış yerlerine hicret ederek çıkmıştır. Nitekim Rebî' İbn Enes'in Ebu Âliye'den, onun da Übeyy İbn Kâ'b'dan «Âlemler için mübarek kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.» âyeti hakkında rivayetine göre o şöyle demiştir : Burası Şam'dır. Hiç bir tatlı su yoktur ki kaya altından çıkmasın. Ebu Âliye de böyle söylemiştir. Katâde ise şöyle diyor : Onlar Irak ülkesinde idiler. Şam'a doğru çıkıp kurtuldular. Şam için; Hicret yurdunun direği, denilir. Yeryüzünden eksiltilen her şey Şam'a ilâve edilir. Şam'dan eksiltilen ise Filistin'e eklenir. (Orası hakkında) Mahşer ve kabirlerden çıkarılma yeridir. Meryem Oğlu îsâ (a.s.) oraya inecektir ve Mesîh Deccâl orada helak olacaktır, denilirdi. Kâ'b el-Ahbâr ise, «Âlemler için mübarek kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.» âyetinde Harran'ın kasdedildiğini söyler. Süd-dî der ki: İbrahim ve Lût Şam'a doğru gittiler. İbrahim Sârre'ye rastladı. Sârre, Harran kralının kızıdır. Kavminin dinine karşı çıkmıştı. Hz. İbrahim onunla, üzerine başka bir kadınla evlenmeme şartıyla evlenmiştir. Süddî'nin bu sözünü İbn Cerîr rivayet eder ki garîbdir. Meşhur olan ise; Sârre'nin, Hz. İbrahim'in amcası kızı olduğudur. Ülkesinden hicret ederken onu da çıkartmıştır. İbn Abbâs'tan rivayetle Av-fî der ki: (Allah Teâlâ onlan) Mekke'ye doğru çıkarın, kurtarmıştır. Allah Teâlâ'nın : «Muhakkak ki; insanlar için konulmuş ilk ev, çok mübarek olarak kurulan ve âlemler için hidâyet olan Mekkedekidir.» (Âl-i İmrân, 96) kavlini işitmez misin?
«Ona İshâk'ı, üstelik bir de Ya'kûb'u ihsan ettik.» âyetindeki ( «ÜÇ ) kelimesi, Atâ ve Mücâhid'e göre; atıyye, ihsan anlamındadır. İbn Abbâs, Katâde ve Hakem İbn Uyeyne bu kelimenin «oğulun oğlu» anlamında olduğunu söylerler. Bununla da Ya'kûb'un, İshâk'ın oğlu olduğunu kasdederler. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette : «Biz de ona İshâk'ı, İshâk'ın ardından Ya'kûb'u müjdeledik.» (Hûd, 71) buyurmuştur. Abdurrahmân İbn Zeyd İbtı Eşlem der ki: Hz. İbrahim bir çocuk isteyip : «Rabbım, bana sâlihlerden olacak bir çocuk ver.» (Sâffât, 100) demiş, Allah Teâlâ da ona İshâk'ı verip Ya'kûb'u da bir ihsan, bir atıyye olarak fazladan vermiştir.
«Ve her birini sâlih kimseler, (hayır ve salâh ehli) kıldık. Onları emrimizle insanlara doğru yolu gösteren (Allah'ın izni ile insanları Allah'a çağıran ve kendilerine uyulan) imamlar kıldık. Ve onlara hayırlar yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar Bize kulluk eden (insanlara emrettiklerimi bizzat kendileri yapan) kimselerdi.» Burada namaz kılma ve zekât vermenin iyi şeyler yapmaya .atfedilmesi, daha özel olanın daha genel olana atfedilmesi kabîlinden-dir. Daha sonra Allah Teâlâ Lût'u zikreder. Bu Lût; Lût İbn Haran İbn Âzer'dir. Hz. İbrahim'e îmân etmiş, tâbi olmuş ve onunla birlikte hicret etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette : «Bunun üzerine Lût ona inandı ve : Doğrusu ben, Rabbıma hicret edeceğim, dedi.» (Ankebût, 26) buyurur. Allah Teâlâ ona da hüküm ve ilim vermiş, ona vahyetmiş, Sedom ile havalisindeki kasabalara peygamber olarak göndermiştir. Ona muhalefet etmişler, yalanlamışlar ve Allah Teâlâ da Kitâb-ı Azîz'inde başka bir yerde haberlerini anlattığı üzere onları toptan helak buyurmuştur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ burada: «Çirkin işler yapan o memleketten kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavim idiler. Ve onu rahmetimize kattık. Doğrusu o, sâlih kimselerdendi.» buyurmuştur.22
76 — Nün da, hani daha önceleri Bize niyaz etmişti. Onun duasını kabul edip kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.
77 — Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı ona yardım ettik. Doğrusu onlar, kötü bir kavim idiler. Biz de hepsini birden suda boğduk.
Nûh ve Kavmi23
Nûh ve Kavmi
Allah Teâlâ, kulu ve elçisi Nûh (a.s.), kavminin kendisini yalanlaması üzerine onlara beddua ettiğinde onun duasına icabet buyurduğunu haber veriyor. «O da Rabbına yalvarmış; ben yenildim, bana yardım et, demişti.» {Kamer, 10), "Nûh dedi ki: Rabbım, kâfirlerden yeryüzünde yurt tutan hiç bir kimse bırakma. Çünkü Sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden ve öz kâfirden başka da evlâd doğurmazlar.» {Nûh, 26-27). Bunun içindir ki burada da şöyle buyuruyor : «Nûh da, hani daha önceleri Bize niyaz etmişti. Onun duasını kabul edip kendisini ve (ona îmân etmiş olan) ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.» Başka bir âyette ise şöyle buyrulur: «Nihayet buyruğumuz gelip sular kaynamaya başlayınca : Her cinsten birer çifti ve hakkında hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye al, dedik. Zaten onunla beraber pek az kimse inanmıştı.» (Hûd, 40). «Büyük sıkıntıdan; şiddetten, yalanlamadan ve eziyyetten kurtardık.» Nûh, kavmini dokuz yüz elli sene Allah'a davet ederek aralarında kalmış, onlardan ancak çok azı kendisine îmân etmişti. Ona eziyet ve kötülük ediyorlar, nesil be nesil birbirlerine ona muhalefet etmeyi vasiyet ediyorlardı. «Âyetlerimizi yalanlayan kavme karşı ona yardım ettik. {Kavminden onu kurtardık.) Doğrusu onlar, kötü bir kavim idiler. Biz de hepsini birden suda boğduk.» Allah Teâlâ onların bütününü helak buyurmuş, peygamberleri kendilerine beddua ettiği içindir ki onlardan hiç birini yeryüzünde bırakmamıştır.23
78 — Dâvûd ve Süleyman da, hani, kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken Biz onların hükmüne şâhidlerdik.
79 — Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmiştik. Her birine hüküm ve ilim verdik. Dâvûd ile birlikte teşbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları yapanlar Bizdik.
80 — Biz, ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma san'atını öğrettik. Artık şükreder inisiniz?
81 — Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı müsahhar kıldık. Rüzgâr onun emriyle mübarek kıldığımız yere doğru eserdi. Ve Biz her şeyi bilenleriz.
82 — Denize dalacak ve bundan başka işler görecek şeytânları da onun emrine verdik. Onları gözetenler de Bizdik.
Dâvûd ve Süleyman. 23
Dâvûd ve Süleyman
Mürre kanalıyla İbn Mes'ûd'dan rivayetle Ebu îshâk otlatılan bu ekinin, salkımları oluşmuş bir bağ olduğunu söyler. Şüreyh de böyle
söylemiştir. İbn Abbâs, âyette geçen ( otii)t ) kelimesinin otlatma anlamında olduğunu söylerken; Şüreyh, Zührî ve Katâde gece otlatma anlamında olduğunu söylemişlerdir. Katâde gündüz otlatmaya ise arap
dilinde denildiğini belirtir. İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Kü-reyb Hârûn İbn İdrîs el-Asâmm'ın... İbn Mes'ûd'dan rivayetlerine göre; o, «Dâvûd ve Süleyman da, hani, kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken...» âyeti hakkında şöyle demiştir : Bu, salkımları oluşmuş bir bağ idi ve koyunlar onları bozmuştu. Dâvûd, koyunların bağ sahibine âit olduğuna hükmetti. Süleyman ise şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi hüküm bundan başkadır. Hz. Dâvûd : Hüküm nasıldır? diye sordu da, şöyle cevabladı: Bağı koyun sahibine verirsin, eski haline dönünceye kadar ona bakar. Koyunları da bağ sahibine verirsin. Onlardan istifâde eder. Nihayet bağ eski hâline döndüğü zaman bağı sahibine, koyunları da sahibine verirsin. İşte AUah Teâlâ'nın: «Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmigtik.» âyeti budur. Avfî de aynı açıklamayı İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Hammâd İbn Seleme'nin Ali İbn Zeyd kanalıyla... İbn Abbâs't'an rivayetinde o, şöyle anlatmış: Hz. Dâvûd, koyunların ekin sahibine ait olmasına hükmetmişti. Çobanlar yanlarında köpekleri ile çıktıklarında Süleyman onlara: Aranızda nasıl hüküm verdi? diye sordu, onlar Hz. Davud'un hükmünü haber verdiler. Şayet işinizi ben üstlenmiş olsaydım bundan başka bir hüküm verirdim, dedi. Bu, Hz. Davud'a haber verildi de Hz. Süleyman'ı çağırdı ve : Aralarında nasıl hükmedersin? diye sordu. Koyunları ekin sahiplerine veririm, koyunların yavruları, sütleri, yağları ve faydaları onların olur. Koyunların sahipleri de ekin sahiplerinin zirâat yaptıkları gibi onlar için ekin ekerler. Ekin eski haline ulaştığı zaman ekin sahipleri ekini alır, koyunlar da sahiplerine geri verilir, dedi. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam'ın... Mesrûk'dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Koyunların içinde otlamış olduğu ekin bağ idi. Koyunlar orada otlamış ve üzüm salkımı bırakmayıp yemişlerdi. Onlar (bağın sahipleri) Hz. Davud'a gelmişler ve koyunların sahipliğini onlara vermişti. Hz. Süleyman şöyle dedi: Hayır, aksine koyunlar alınır ve bağ sahiplerine verilir. Koyunların sütleri ve faydalan onlara âit olur. Koyunların sahiplerine de bağ verilir, onu ıslâh eder ve i'mâr ederler. Tâ ki koyunların otladığı gecedeki haline gelinceye kadar. Sonra koyun sahiplerine koyunları bağ sahiplerine de bağları verilir. Şüreyh, Mürre, Mücâhid, Katâde, İbn Zeyd ve bir çokları da böyle söylemiştir.
İbn Cerîr'in İbn Ebu Ziyâd kanalıyla... Âmir'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Şüreyh'e iki kişi geldi. Birisi: Şu adamın koyunu benim bir ipimi kopardı, dedi. Şüreyh: Gündüz mü yoksa gece mi? Eğer gündüz olmuşsa koyun sahibi suçsuzdur. Şayet gece olmuşsa tazmin edecektir, dedi, sonra: «Dâvûd ve Süleyman da, hani, kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken...» âyetini okudu. Ştireyh'in bu söylediği İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd ve İbn Mâ-ce'nin Leys îbn Sa'd kanalıyla... Haram İbn Muhayyısa'dan rivayet etmiş olduğu şu hadîse benzemektedir: Berâ îbn Âzib'in devesi bir bahçeye girmiş vff orayı talan etmişti. Allah Rasûlü (s.a.)," bahçe sahiplerinin onu gündüzün korumalarına hükmetti. Yayılan hayvanların geceleyin talan ettikleri şey ise sahipleri tarafından tazmin edilir hükmünü verdi. Bu hadîs illetli bulunmuştur. Biz bu hadîs hakkında el-Ahkâm adlı eserde genişçe bilgi verdik. Tevfîk Allah'tandır.
Allah Teâlâ : «Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmiştik. Her birine hüküm ve ilim verdik.» buyurur ki, İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Humeyd'den rivayetine göre; İyâs İbn Muâviye'ye kadılık teklif edildiği zaman Hasan'a gelmiş ve ağlamıştı. Hasan: Seni ağlatan nedir? diye sordu. O, şöyle dedi: Ey Ebu Saîd, bana ulaştığına göre kadılar şöyle imişler: Birisi İctihâd eder ve hatâ ederse o ateştedir. Birisini arzuları (haktan) meylettirirse o da cehennemdedir. Birisi ictihâd eder ve içtihadında doğruyu bulursa; o cennettedir. Hasan el-Basrî ona şöyle dedi: Allah Teâlâ'nm Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman ve peygamberlerin haberlerinden anlatmış olduklanndaki hüküm, bu insanların sözlerini geri çevirip reddecektir. Allah Teâlâ: «Dâvûd ve Süleyman da, hani, kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken Biz onların hükmüne şâhidlerdik.» buyurmuş; Hz. Süleyman'ı överken Hz. Davud'u da kötülemiştir. Sonra Hasan şöyle ilâve etti: Muhakkak Allah Teâlâ, kadılardan şu üç konuda ahid almıştır : Hükümlerini az bir pahaya satmayacaklar, hükümleri konusunda arzularına uymayacaklar ve bu konuda hiç kimseden korkmayacaklar. Daha sonra Hasan : «Ey Dâvûd, seni gerçekten yeryüzüne halîfe kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Heveslere uyma...» (Sâd, 26), «İnsanlardan korkmayın da Ben'den korkun. Ve âyetlerimi az bir değerle değiştirmeyin.» (Mâide, 44) âyetlerini okudu. Ben de derim ki: Şüphesiz peygamberlerin tamâmı ma'sûmdur-lar ve Allah tarafından te'yîd edilip desteklenmişlerdir. Selef ve Halef âlimlerinin muhakkıkları arasında bu konuda ihtilâf yoktur. Peygamberlerin dışındaki (hâkim) lere gelince; Buhârî'nin Sahîh'inde Amr İbn Âs'tan rivayetle sabit olduğuna göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Hâkim, ictihâd ettiğinde doğruya ulaşırsa onun için iki ecir vardır. İctihâd edip hatâ ettiğinde ise onun için bir ecir vardır. Bu hadîs İyâs'ın;1 Kadı ictihâd edip te hatâ ettiğinde ateştedir, şeklindeki vehmini açıkça reddetmektedir. En doğrusunu Allah bilir. Sü-nen'lerde rivayet edilen bir hadîste şöyle buyrulur: Kadılar üçtür: Bunlardan birisi cennette, ikisi ise cehennemdedir: Bir kişi ki gerçeği bilir ve onunla hükmederse, işte o cennettedir. Kişi insanlar arasında bilgisizce hüküm verirse o ateştedir. Yine birisi gerçeği bilir ve bunun tersine hükmederse işte bu da cehennemdedir. İmâm Ahmed'in Müsned'inde rivayet etmiş olduğu şu kıssa, kur'an'da anılan bu kıssaya yakındır: İmâm Ahmed'in Ali îbn Hafs kanalıyla... Ebu Hüreyre'-den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: İki kadının yanlarında iki oğullan varken kurt gelip iki oğuldan birini alıp gitmişti. İki kadın Hz. Davud'un hakemliğine baş vurdular da, kalan çocuğun büyüğe ait olduğuna hükmetti. İkisi Hz. Davud'un yanından çıktıklarında Süleyman ikisini çağırdı ve: Bir bıçak getirin, çocuğu ikisi arasında pay edeyim (çocuğu ikiye böleyim) dedi. Kadınlardan küçük olanı: Allah sana rahmet eylesin bu onun oğludur, onu kesme, dedi de çocuğun küçük olan kadına ait olduğuna hükmetti. Buhârî ve Müslim, hadîsi Sahihlerinde tahrîc etmişler ve Neseî Kitâb el-Kazâ'da «Hâkim gerçeği öğrenmek üzere vereceği hükmün tersine bir hüküm vereceğini hissettirir babı» diye müstakil bir bâb ayırmıştır. Yukardakine benzer şekilde Hafız Ebu'l-Kasım tbn Asâkir «Tarih» inin Hz. Süleyman'ın terceme-i halinde Hasan tbn Süfyân kanalıyla... tbn Abbas'-tan rivayetle uzunca bir kıssa nakleder ki, özeti şudur: tsrâiloğulları zamanında güzel bir kadın varmış. Onlann ileri gelenlerinden dördü onu kendilerine ram etmek istemişler, kadın onların hepsini reddetmiş. Bunlar kadın aleyhinde bir araya gelmişler ve Hz. Davud'un huzurunda, kadının köpeği ile cinsel İlişki kurduğuna ve köpeğini buna alıştırdığına şehadet etmişler. Hz. Dâvûd da kadının taşlanarak öldürülmesini emretmiş. O günün akşamı olduğunda Hz. Süleyman oturmuş, Hz. Davud'un etrafında toplandıkları gibi gençler onun çevresinde toplanmışlar aralarında hâkim olarak kalkmış, onlardan dördüne Hz. Davud'un yanında şahadet eden dört kişinin elbisesini, bir diğerine de kadının elbisesini giydirmiş. Bu dört kişi diğeri aleyhinde olmak üzere onun köpeği ile cinsî ilişki kurduğuna şehâdet etmişler. Hz. Süleyman : Şunların aralarını ayarın, demiş, sonra birincilerine: Köpeğin rengi ne idi? diye sormuş. O; siyah demiş, onu serbest "bırakmış, diğerini çağırıp köpeğin rengini sormuş. O; kırmızıdır, demiş. Bir diğeri boz renkli olduğunu, dördüncüleri de beyaz olduğunu söylemiş. Hz. Süleyman dördünün de öldürülmesini emretmiş. Bu Hz. Davud'a nakledilince, derhâl o dört kişiyi çağırmış, her birine ayrı ayrı olarak o köpeğin rengini sormuş, köpeğin renginde ihtilâf etmişler. Bunun üzerine Hz. Dâvûd, onlann öldürülmelerini emretmiş.
Allah Teâlâ: «Dâvûd ile birlikte tesbîh etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları yapanlar Bizdik.» buyurur ki; bu, kitabı olan Zebur'u okumasında sesinin hoşluğundandır. Zebur'u terennüm ettiği zaman kuşlar havada durup ona cevab verir; dağlar da teşbihle, aks-İ sadâ İle ona cevab verirlermiş. Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Mûsâ el-Eş'arî geceleyin Kur'an okurken ona uğradığı zaman —ki önün çok hoş bir sesi vardı— durur ve onun okumasını dinleyip : Muhakkak ki şuna Dâvûd ailesinin seslerinden verilmiş, buyurmuş, Ebu Mûsâ da : Ey Allah'ın elçisi, şayet senin dinlediğini bilmiş olsaydım; onu senin için güzelleştirir, süslerdim, demiş. Ebu Osman en-Nehdî der ki: Ebu Mûsâ (r.a.) nın sesi gibi ne bir tef, ne bir ud ve ne de bir düdük sesi işitmedim. Bununla birlikte şöyle ilâve edermiş: Şüphesiz ona Dâvûd ailesinin seslerinden bir ses verilmiştir.
«Biz, ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma san'atını öğrettik.» Katâde der ki: Hz. Dâvûd'dan önce zırhlar yassı, dümdüz imiş. Zırhı halkalar halinde örenlerin ilki odur. Nitekim Allah Teâlâ: «Ve ona demiri yumuşak kıldık. Geniş zırhlar yap ve dokumasını sağlam tut, diye.» (Sebe\ 10-11) buyurur. Halkayı çivi tutmaz halde genişletmez, çiviyi de halkayı yaracak kadar sert yapmazmış. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Biz ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma san'atını Öğrettik. Artık (Allah'ın size olan nimetlerine) şükreder misiniz?» Zîrâ O, kulu Davud'a zırh yapma san'atını İlham buyurmuş ve bunu sizin için ona öğretmiştir, buyurur.
«Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı müsahhar kıldık. Rüzgâr onun emriyle mübarek kıldığımız yere (Şam ülkesine) doğru eserdi. Ve Biz her şeyi bilenleriz.» Hz. Süleyman'ın ahşaptan bir halısı vardı. Ülke işlerinden ihtiyâç duyulan her şey; atlar, develer, çadırlar ve askerler onun üzerine konulur, sonra rüzgâra onu taşımasını emrederdi de, rüzgâr o halının altına girer, yüklenir, yükseltir ve onu götürürdü. Kuşlar oriu gölgeleyip arzuladığı yere kadar sıcaktan korurdu. Onun arzu ettiği yere indirir, âletleri ve odunları (keresteleri) konurdu. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: «Bunun üzerine Biz de rüzgârı emrine verdik. Emri ile istediği yere kolayca giderdi.» (Sâd, 36), «Gündüz estiğinde gidişi bir aylık mesafedir. Akşamleyin de gelişi bir aylık mesafedir.» (Sebe', 12).
îbn Ebu Hâtim'in Süfyân İbn Uyeyne'den, onun Ebu Sinan'dan, onun da Saîd îbn Cübeyr'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Hz. Süleyman için altı yüz bin kürsü konulur, onu ta'kîb eden kürsülere ihsanların mü'minleri, onların arkalarına da cinlerin mü'minleri oturur. Kuşlara emreder de onlan gölgeler. Rüzgâra emreder de onu taşırdı. Abdullah îbn TJbeyd îbn Umeyr der ki: Hz. Süleyman rüzgâra emreder ve rüzgâr yüce, büyük bir dağ gibi toplanırdı. Sonra tahtının getirilmesini emreder ve toplanan rüzgârın en yüksek yerine konurdu. Sonra kanatlı olanlarından bir kısrağı çağırır, kısrak tahtının üzerine çıkıncaya kadar yükselirdi. Paha sonra rüzgâra emreder ve rüzgâr onu göğün altında yüceliklere yükseltirdi. Hz. Süleyman bu durumda başını eğer, sağa ve sola dönmezdi. Bu; Allah'a olan ta'zîminden ve AU lah'ın hükümranlığı yanında içinde bulunduğu durumun bir hiç olduğunu bilmesinden dolayı şükründen idi. Tâ ki rüzgâr kendisini istediği yere koyuncaya kadar.
«(Cevherler, inciler ve başka şeyler çıkarmak üzere) denize dalacak ve bundan başka işler görecek şeytânları da onun emrine verdik.» Başka bir âyette de şöyle buyrulur: «Bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytânları da, demir halkalarla bağlı diğerlerini de.» (Sâd, 37-38).
Allah Teâlâ: «Onları gözetenler de Bizdik.» buyurur ki, şeytânlardan herhangi birinin ona bir kötülük etmesine karşı Allah onu korurdu. Aksine onların hepsi onun elinde, kahr u galebesi altındaydı., Onlardan hiç birisi ona yaklaşmaya cesaret edemez, tam tersine o, onların hakkında yegâne hâkim idi. Onlardan dilediğini serbest bırakır, dilediğini hapsederdi. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ başka bir âyette: «Demir halkalarla bağlı diğerlerini de.» (Sâd, 38) buyurmuştur.24
83 — Eyyûb da, hani Rabbına niyaz etmiş: Bu dert beni sarıverdi. Sen merhametlilerin merhametlisisin, demişti.
84 — Biz de onun duasını kabul etmiş ve uğradığı sıkıntıyı kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hâtıra olmak üzere ona hem ailesini, hem de bir kadını vermiştik.
Sabır Çağlayanı Eyyûb. 25
Sabır Çağlayanı Eyyûb
Allah Teâlâ Eyyûb (a.s.) un malı, çocukları ve bedenine isabet eden musibeti anlatıyor. Onun birçok malları, hayvanları, ekinleri, evlâdı ve hoşnûd olunacak evleri vardı. Bütün bunlarüa imtihana tâbi tutuldu, musibete dûçâr kaldı ve sonunculanna varıncaya kadar hepsi gitti. Sonra* bedeninde belâya dûçâr kaldı. Onun cüzzâma yakalandığı söylenir. Kalbi ve dili dışında hastalıktan kurtulan hiç bir yeri kalmamıştı. Bunlarla da Allah'ı zikrederdi. Nihayet onunla beraber oturanlar ondan tiksindi, ülkenin bir köşesinde tek başına kaldı. Hanımı dışında insanlardan ona şefkat gösterecek, acıyacak kimse kalmamıştı. Hanımı onun işlerini görürdü. Hanımının yoksul düştüğü, Hz. Eyyûb'a hizmet etmek için insanlara hizmet etmeye başladığı söylenir. Hz. Peygamber (s.a.) bir hadîslerinde : İnsanların en şiddetli belâya dûçâr kalanları peygamberler, sonra sâlih kişiler sonra derece derece onlara benzeyenlerdir, buyururken, diğer bir hadîste şöyle buyrulur: Kişi, dini ölçüşünce belâya dûçâr kılınır. Şayet dininde sağlam, güçlü ise onun musibeti (dininin sağlamlığı ölçüşünce) artırılır. Allah'ın peygamberi Hz."Eyyûb (a.s.), son derece sabırlı olup sabır konusunda darb-ı"mesel olmuştur.
Yezîdîbn Meysere der ki: Allah Teâlâ Hz. Eyyûb (a.s.) u ailesi, malı ve oğullarım kaybetmekle imtihan ettiğinde onun için zikirden daha güzel hiç birşey kalmamıştı. Bunlardan sonra şöyle derdi: Bana İhsanda bulunan, bana mal ve oğullar veren Rabların Rabbı Sana hamd ederim. Kalbimden "bunların girmediği hiç bir yer kalmamıştı. Sen bütün bunları benden aldın, kalbimi boşalttın, benimle Senin aranda engel olacak artık hiç bir şey yok. Şayet düşmanım îblts benim yaptığımı (veya bana yaptığını) bilmiş olsaydı, beni çekemezdi. Bu sebeple t-blîs, hoşlanmayacağı bir durumla karşılaşmış oluyordu. Yine Yezîd İbn Meysere der ki: Eyyûb (a.s.) şöyle dermiş : Rabbım, bana mal ve çocuk verdin. İşlemiş olduğum bir zulümden dolayı beni şikâyet eden hiç kimse kapıma dikilmedi. Bunu Sen de biliyorsun. Benim için yatak hazırlanırdı da, ben yatağı terk eder ve kendi nefsime : Ey nefis, şüphesiz ben yatakta yatmak için yaratılmadım, derdim. Bunu ancak Se^ nin rızânı dileyerek terkettim. Yezîd İbn Meysere'nin bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet eder.
Hz. Eyyûb'un haberi ile ilgili olarak Vehb İbn Münebbih'den rivayetle uzun bir kıssa anlatılır. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim, kendi se-nedleriyle Vehb İbn Münebbih'den rivayet ederler. Müteahhir müfessir-lerden bir çokları da bunu zikretmişlerdir. Ancak uzun olduğu için bizim terk ettiğimiz bu kıssada garîblik vardır.
Hz. Eyyûb (a.s.) un bu belâda uzun süre kaldığı rivayet edilir. Onu bu duaya sevk eden sebep konusunda ihtilâf etmişlerdir. Hasan ve Ka-tâde, Hz. Eyyûb (a.s.) un yedi sene birkaç ay îsrâiloğullan çöplüğüne atılmış halde musibete dûçâr kaldığını söylemişlerdir. İsrâiloğullan çöplüğünde atılmış halde iken bedeni üzerinde haşarat dolaşırmış, Allah Teâlâ ondan bu musibeti kaldırmış, ecrini çoğaltmış ve ona güzel övgüde bulunmuştur. Vehb îbn Münebbih: Belâda ne çok ne fazla; tam üç sene kalmıştır, der. Süddî şöyle anlatıyor : Eyyûb'un etleri dökülmeye başladı, sinir ve kemikleri dışmda bedeninden hiç bir şey kalmadı. Karısı onun işlerini görür, bulunduğu yere azığını getirirdi. Ağrısı uzayınca karısı ona: Ey Eyyûb, Rabbına duâ etsen de, senden bu belâyı giderse, dedi. Hz. Eyyûb : Yetmiş sene sağlıklı olarak yaşadım. Allah için yedi sene sabretmem çok mudur? diye cevab verdi. Kadın feryâd ederek çıktı. Bir ücret mukabili insanlara iş görür, bundan kazandığını Hz. Eyyûb'a getirir ve ona yedirirdi. İblîs, Hz. Eyyûb'un Filistin'den dostu ve arkadaşı olan iki kişiye gitti, onlara vardı ve : Kardeşiniz Eyyûb'a şöyle şöyle bir belâ isabet etti. Ona gidin,-onu ziyaret edin ve bir miktar ülkenizin içkisinden yanınıza alın. Eğer ondan içecek olursa iyileşir, dedi. Hz. Eyyûb'un bu iki arkadaşı ona geldiler. Ona baktıklarında ağladılar. Hz. Eyyûb : Siz kimsiniz? diye sordu. Onlar: Biz filan ve filanız, dediler. Onlara merhaba dedi ve: Musibet anında beni terketmeyene merhaba, diye ekledi. Onlar : Ey Eyyûb, belki de sen bir şey gizledin ve. gizlediğinin dışında bir şeyi izhâr ettin de bu sebeple Allah seni bu musibete dûçâr kıldı, dediler. Hz. Ey-yûb başını göğe kaldırdı, sonra şöyle dedi: O biliyor ki, ben bir şeyi gizleyip onun dışında bir şeyi izhâr etmedim. Fakat Rabbım ben sabredecek miyim yoksa feryâd mı edeceğim buna bakmak üzere beni bu belâya dûçâr kıldı. Onlar kendisine : Ey Eyyûb, bizim içkimizden iç. Eğer ondan içecek olursan sen muhakkak iyileşeceksin, dediler. Kızdı ve : Habis (İblîs) size gelip bunu mu emretti? Sözünüz, yiyeceğiniz ve içeceğiniz haram üzerinedir, dedi. Onun yanından kalktılar, karısı insanlara iş yapmaya gitti. Küçük çocukları olan bir aile için ekmek pişirdi. Oğulları uyuyordu. Onu uyandırmak istemediler ve ekmeği kadına verdiler. O da ekmeği Eyyûb'a getirdi. Hz. Eyyûb bunu hoş karşı-lamayıp; Sen bana bunu getirmezdin. Bugün sana ne oluyor? diye sordu. Kadın durumu anlattı da o : Belki de çocuk uyanmış ve ekmek isteyip bulamamış, ailesine ağlıyordur. Bu ekmeği ona götür, dedi. Kadın gidip o ailenin merdivenine ulaştığında, o ailenin "bir koyunu kendisini süstü de kadın: Kahrolası Eyyûb, dedi. Merdiveni çıktığında çocuğu uyanmış, ekmeği istiyor ve ailesine ağlıyor buldu. Onlardan ekmek dışında hiç bir şey kabul etmiyordu. Kadın: Allah Eyyûb'a rahmet eylesin, deyip ekmeği çocuğa verdi ve döndü. Sonra İblîs, bir doktor suretinde kadına geldi ve ona : Şüphesiz kocanın hastalığı uzamıştır. Şayet iyileşmek istiyorsa bir sinek alsın, filanca oğulları kabilesinin putu adına onu kessin, muhakkak o bununla iyileşecektir. Bundan sonra da tevbe eder, dedi. Kadın bunu Hz. Eyyûb'a söylediğinde o : Muhakkak sana habîs (îblîs) gelmiş. Allah'a yemin olsun ki, eğer iyile-şirsem sana yüz sopa vuracağım, dedi. Kadın, Hz. Eyyûb için yine çalışmaya çıktı fakat ondan rızık kesilmişti. Hangi aileye gitse kendilerine iş yapmasını İstemiyorlardı. Durumu daha da bozulup Hz. Ey-yûb'un aç kalmasından korktuğu zaman saçından bir bölüm traş edip onu eşrafın kızlarından küçük bir kız çocuğuna sattı. Ona hoş ve bol yemekler verdiler, bunları Eyyûb'a getirdi. Hz. Eyyûb bu yiyeceği gördüğü zaman hoş karşılamadı ve: Bu sana nereden geliyor? diye sordu. Kadın : Birtakım insanlara iş gördüm de, onlar bana yiyecek verdi, diye cevabladı. Hz. Eyyûb o yiyecekten yedi. Ertesi gün olduğunda kadın yine çıktı ve iş görmek istedi. İş bulamadı. Yine saçının bir bölüğünü kesip onu daha önceki satmış olduğu kız çocuğuna sattı. Bunun karşılığında ona yiyecek verdiler, o da bunu Eyyûb'a götürdü. Hz. Eyyûb : Allah'a yemin olsun ki bunun nereden olduğunu bilmeden yemeyeceğim, dedi. Kadın baş örtüsünü indirdi, kadının başını tıraş edilmiş olarak gördüğü zaman şiddetle feryâd etti. İşte o zamandır ki Rab-bına: «Bu dert beni sanverdi. Sen merhametlilerin merhametlisisin.» diye duâ etti. îbn Ebu Hâtİm der ki: Bize babamın... Nevi el-Bekâlî'den rivayetine göre Hz. Eyyûb'un yanına gelen şeytâna Savt denirmiş. Hz. Ey-yûb'un karısı: Allah'a dua et de sana şifâ versin, dedikçe o duâ etmez-miş. Nihayet ona İsrâiloğullarından bir grup uğramış ve birbirlerine : Bunun başına gelen ancak (işlemiş olduğu) büyük bir günâhtan olsa gerektir, demişler. İşte o zaman Hz. Eyyûb : «Bu dert beni sarıverdi. Sen merhametlilerin merhametliyisin.» demiştir. Yine İbn Ebu Hâ-tim'in babası kanalıyla... Abdullah îbn Ubeyd İbn Umeyr'den rivayetinde o, şöyle anlatmış: Hz. Eyyûb (a.s.) un iki kardeşi varmış. Bir gün gelmişler ve kokusundan ona yaklaşamamışlar. Uzağına oturmuşlar. Birisi diğerine: Şayet Allah Teâlâ Hz. Eyyûb'da bir hayır olduğunu bilmiş olsaydı, onu bu belâya dûçâr kılmazdı, demiş. Hz. Eyyûb, anların bu sözlerinden öyle bir feryâd koparmış ki, hiç .bir şeyden dolayı böyle feryâd etmemiş imiş. Allah'ım, şayet benim hiç bir gece tok olarak gecelemediğimi ve benim aç olanın durumunu bildiğimi biliyorsan beni tasdik et, demiş, o ikisi işitir olduğu halde gökten tasdik olunmuş. Sonra: Allah'ım, benim asla iki gömleğim olmadığını, çıplak olanın durumunu bildiğimi biliyorsan beni tasdik et, demiş, o ikisi işitir olduğu halde gökten tasdik olunmuş. Allah'ım, izzetin hakkı için, demiş, sonra secdeye kapanmış. Daha sonra: Allah'ım, izzetin hakkı için benden bu (belâyı) gidermedikçe başımı asla kaldırmayacağını, demiş, başını kaldırdığı zaman bu belâ kendisinden giderilmiş. İbn Ebu Hatim, yukardakine benzer şekilde bu hadîsi başka bir kanaldan merfû* olarak şöyle rivayet eder: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Enes İbn Mâ-lik'den rivayet ediyor ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Allah'ın peygamberi Eyyûb, belâda on sekiz sene kaldı. Kardeşlerinden en yakın ve sadık olan iki kişi dışında yakını ve uzağı onu terketti. Ancak o ikisi kendisine gelir giderlerdi. Biri arkadaşına: İyi bil ki, Allah'a yemîn ederim Eyyûb, âlemlerden kimsenin işlememiş olduğu bir günâh işlemiştir, dedi., Arkadaşı ona : Nedir o? diye sordu. O : On sekiz seneden beri Allah Teâİâ ona acımadı ki içinde bulunduğu belâyı ondan gidersin, dedi. İkisi Hz. Eyyûb'a gittiklerinde adam sabremedi, sonunda Hz. Eyyûb'a bunu anlattı. Hz. Eyyûb (a.s.) şöyle dedi: Senin söylediğini bilmiyorum. Şu kadar var ki Allah biliyor ben (bir gün) çekişmekte olan iki kişiye uğramıştım. Allahı'n adını anıyorlardı. Evime döndüğümde bir gerçek, bir hak dışında Allah'ın anılmasından hoşlanmadığım için onların yerine keffâretlerini vermiştim. Hz. Eyyûb, (bu belâ içinde iken) ihtiyâcını defetmek için çıkardı. İhtiyâcını giderdiği zaman karısı (yerine geri gelinceye kadar) elinden tutardı. Bir gün karısının gelmesi gecikmişti. Yerinde iken Hz. Eyyûb'a: Ayaklarını hareket ettir, yere vur. Bu yıkanılacak, soğuk ve içilecek bir sudur, diye vahyoluhdu. Bu hadîsin merfû' olarak rivayeti gerçekten garîbdir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle anlatmış : Allah Teâlâ (dûçâr kaldığı belânın sonunda) Eyyûb'a cennet hüllelerinden bir hülle giydirdi ve uzaklaşıp bir köşeye oturdu. Karısı geldiğinde onu tanımadı ve: Ey Allah'ın kulu, şuracıktaki belâya dûçâr kalmış kişi nereye gitti? Herhalde onu köpekler veya kurtlar götürmüş olsa gerek, deyip bir süre konuşmaya devam etti. Hz. Eyyûb: Yazık sana, ben Eyyûb'um, dediyse de kadın : Ey Allah'ın kulu, benimle alay mı ediyorsun? dedi. Hz. Eyyûb : Yazıklar olsun sana, ben Eyyûb'um. Allah Teâlâ benim bedenime sağlığımı geri verdi, dedi. İbn Abbâs şöyle ekler: Allah Teâlâ ona malını ve çocuklarını aynıyla ve bir misli fazlasıyla geri vermiştir. Vehb İbn Münebbih der ki: Allah Teâlâ Eyyûb'a vahyetti ve buyurdu ki: Sana aileni, malım ve onların bir misli fazlasını geri verdim. Şu suda yıkan. Muhakkak senin şifân bundadır. Karının yerine bir kurbân kes, onlar için istiğfar et. Şüphesiz onlar senin hakkında âsi olmuşlardır. Bu haberi İbn Ebu Hatim rivayet eder. Yine îbn Ebu Hâtim'in Ebu Zür'a kanalıyla... Ebu Hüreyre'-den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre, şöyle buyurmuş : Allah Teâlâ Eyyûb'a afiyet verip hastalığından kurtardığında üzerine altın çekirgeler yağdırmış. Eyyûb eliyle yakalayıp elbisesine doldurmaya başlamış. Ey Eyyûb, doymadın mı? denilmiş de : Rabbım, Senin rahmetinden kim doyar? demiş. Hadîsin aslı Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde mevcûd olup başka bir yerde tekrar gelecektir.
«Ona hem ailesini, hem de bir katım vermiştik.» İbn Abbas'tan rivayetle daha önce geçtiği üzere o: Ona (malı, ailesi ve çocuklarının) aynıları geri verildi, demiştir. İbn Abbâs'm bu sözünü Avfî de rivayet etmiştir. Bu açıklamanın benzeri İbn Mes'ûd ve Mücâhid'den de rivayet edilmiş olup, Hasan ve Katâde de böyle söylemişlerdir. Bazıları hanımının isminin Rahmet olduğunu sanmışlardır. Şayet böyle söyleyen ki§i bunu âyetin akışından almışsa bu uzak olup âyetten anlaşılmaz. Eğer kitab ehlinin nakillerinden almış ve onlardan rivayeti sahîh ise bu; ne doğrulanır, ne de yalanlanır. İbn Asâkir, «Tarihainde —Allah ona rahmet eylesin— Eyyûb'un zevcesinin ismini verir ve şöyle der: İsminin Leyyâ Bint Mineşşâ İbn Yûsuf İbn Ya'kûb İbn İshâk İbn îb-râhîm olduğu söylenir. Yine İbn Asâkir şöyle diyor : Leyyâ Bint Ya'kûb (a.s.), Eyyûb'un zevcesi olup Beseniyye ülkesinde onunla beraberdi denilir.
Mücahid der ki: Hz. Eyyûb'a : Ey Eyyûb, muhakkak senin ailen cennettedir. Dilersen sana onları getireyim, dilersen senin için onları cennette bırakıp onların yerine benzerlerini vereyim, denildi. Hayır, onları benim için cennette bırak, dedi de, onlar cennette onun için bırakıldılar ve dünyada onların yerine bedel olarak benzerleri verildi. Hammâd İbn Zeyd'in Ebu înırân el-Havnî'den, onun da Nevf el-Bek-kâlî'den rivayetinde o, şöyle 'demiştir: Onların ecirleri âhirette, benzerleri dünyada (Hz. Eyyûb'a) verilmiştir. Râvî der ki: Bunu Mutar-rif'e rivayet ettim de: Bu günden önce (bu âyetin) açıklamasını, tevcihini bilememiştim, dedi. Katâde, Süddî ve Seleften bir çoklarından da böyle rivayet edilmiş olup, en doğrusunu Allah bilir.
«Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hâtıra olmak üzere» ona böyle yapmıştık. Onu bu konuda bir örnek kıldık ki belâya dû-çâr olanlar onlara bu belâyı bizim katımızda hakîr oldukları için verdiğimizi sanmasınlar ve Allah'ın takdirine, kullarından dilediğini belâya dûçâr kılmasına sabrederek katlansınlar. Şüphesiz bu husustaki en yüce hikmet Allah'ındır.25
85 — İsmail, İdrîs ve Zülkifl de. Onların her biri sabredenlerdendi.
86 — Ve onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar, sâlih kimselerdendi.
İsmâîl ve Diğerleri27
İsmâîl ve Diğerleri
Burada İsmail'den murâd, İbrahim Halil (a.s.) in oğlu olan İsmail'dir. Daha önce Meryem sûresinde anılmıştı. İdrîs (a.s.) de öyle.
Zülkifl'e gelince; âyetin akışından anlaşıldığına ve peygamberlerle birlikte zikredildiğine göre o da bir peygamberdir. Diğerleri ise: O ancak sâlih bir kişi, âdil bir kral, adaletli bir hakem idi, demişlerdir. İbn Cerîr de bu konuda ihtiyatlı davranmıştır. En doğrusunu Allah bilir. İbn Cüreye'in Mücâhid'den rivayetine göre; o, Zülkifl hakkında şöyle demiştir : Sâlih bir kişidir. Peygamber değildir. Bir peygambere kavmi için kefîl olmuş, kavminin işleri için onun yerini tutmayı tekeffül etmiş, peygamberin yerine onların işlerini üstlenmiş, aralarında adaletle hükmetmiştir. Böyle yaptığı için ona Zülkifl ismi verilmiştir. İbn Ebu Necîh de bu açıklamayı Mücâhid'den rivayet eder.
İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Müsennâ'mn... Mücâhid'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: el-Yesâ ihtiyarladığı zaman:
Ben hayatta iken insanlara onları idare edecek birisini yerime halîfe olarak bıraksam da nasıl iş yapacağını görsem, dedi. İnsanlar toplandılar da o: Şu üç şartla bunu benden kim kabul eder: Halîfe olarak bırakacağım kişi gündüz oruçlu olacak, geceyi ihya edecek ve Öfkelenmeyecek, dedi. Gözlerin hakir göreceği birisi kaiktı ve: Ben, dedi. el-Yesâ : Sen gündüz oruç tutar, geceyi ihya eder ve öfkelenmez misin? diye sordu. Adam: Evet, diye cevabladı. O gün kavmi geri çevirdi. Diğer gün aynı sözleri söyledi, herkes sustu, yine o adam kalktı ve ben, dedi. el-Yesâ onu kendine halîfe tayîn etti. Iblîs, şeytânlara: Falancaya dikkat ediniz, onu azdırmak görevinizdir, dedi. Ancak o kişi şeytânları "bundan âciz bıraktı da Iblîs : Onu bana bırakın, dedi ve fakîr, yaşlı bir ihtiyar suretinde ona gitti. Öğle uykusu için yatağına yattığı zaman ona vardı. Gece ve gündüz sâdece o kısa uykusundan başka uyku uyumazdı. İblîs kapısını çaldı, o : Kimdir o? diye sordu. İblîs : Mazlum yaşlı bir ihtiyar, dedi. Kalkıp kapıyı açtı ve îblîs ona: Benimle kavmim arasında bir hasımlık var. Onlar bana zulmettiler, -bana şöyle yaptılar, şöyle yaptılar... diye uzun uzun anlatmaya başladı, sonunda günün sonu geldi ve adamın öğle uykusu gitti de : Ben geldiğim zaman bana gel, senin hakkını alıvereyim, dedi. Gitti, yerinde iken ihtiyarı görür müyüm diye bakmaya 'başladı, göremedi. Kalktı aradı. Ertesi gün olunca insanlar arasında hükmetmeye ve onu beklemeye başladı, yine onu göremedi. Öğle uykusuna dönüp de yatağına yattığında, İblis ona gelip kapıyı çaldı. O : Kimdir o? diye seslendi. Mazlum, yaşlı ihtiyar, diye cevab verdi. Onun için kapıyı açtı ve : Ben sana demedim mi ki ben (hükmetmek için) oturduğum zaman bana gel? dedi. îblîs: Onlar; en habîs bir kavimdir. Senin (hükmetmek için) oturur olduğunu bildikleri zaman : Biz sana hakkını veririz, dediler. Sen kalktığın zamansa benim hakkımı inkâr ettiler, dedi. O kişi: Git, ben (insanlar afasında hüküm vermek üzere) geldiğim zaman bana gel, dedi Böylece öğle uykusunu kaçırdı, gitti ve onu beklemeye başladı da, onu göremedi. Uykusuzluk ona ağır gelmeye başladı ve ailesinden birine: Hiç kimseyi şu kapıya yaklaşmaya bırakmayın ki uyuyayım. Şüphesiz uykusuzluk bana ağır gelmeye başladı, dedi. Yine o saat gelince îblîs ona geldi. Kapıya dikmiş olduğu kişi tblîs'e : Gerisin geri dön ve git, dediyse de İblîs: Muhakkak ben dün gelmiş ve ona durumumu anlatmıştım, dedi. Adam: Hayır, Allah'a yemîn olsun ki o kendisine yaklaşmak İçin kimseyi bırakmamamızı bize emretmiştir, dedi. Şeytân çaresiz kalınca baktı ve evde bir delik görüp oradan tırmandı ve eve girdi. Kapıyı içerden çaldı. Adam uyandı ve : Ey filan, ben sana em-retmemiş miydim? dedi. Kapıdaki adam: Benim tarafımdansa Allah'a yemîn olsun ki sana kimse gelmedi. Sana geldiğine bak, dedi. Kapıya baktı ve bir de gördü ki daha önce kapatmış olduğu şekilde kapalıdır ve adam evde onunla beraberdir. Onu tanıdı ve : Sen Allah'ın düşmanı mısın? dedi. İblis : Evet, sen beni her bir şeyde âciz bıraktın ve ben de seni kızdırabilmek için gördüğün işi yaptım, dedi. Allah Teali da ona Zülkifl adını verdi. Zîrâ o, bir işi tekeffül etmiş ve bu kefaletine vefa göstermişti. Hadisi İbn Ebu Hatim de Züheyr îbn îshâk kanalıyla... MÜc&hid'den yukardakine benzer şekilde rivayet etmiştir.
İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın,.. İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle anlatmış : Isrâiloğulları içinde bir hâkim vardı. Ölüm zamanı gelince : Öfkelenmemek şartıyla benim yerimi kim tutar? diye sordu. Birisi: Ben tutarım, dedi de, ona Zülkifl adı verildi. Bütün gecesini namazla geçirir, sabahleyin oruçlu olduğu halde insanlar arasında hüküm verirdi. Onun için öğle uykusu uyuduğu bir saat vardı. O uyku saatında iken şeytân ona geldi. O adamın ashabı şeytâna: Neyin var (hacetin nedir) ? dediler, o : Yoksul bir insanım. Bir adam üzerinde hakkım var. Bana üstün geldi (ve hakkımı vermedi), dedi. Onlar : Uyanmcaya kadar bu halde dur, dediler. O, uyuyanın üst tarafında idi. Kasden bağırmaya başladı ve nihayet onu uyandırdı. Onun sesini işitti ve : Neyin var? diye sordu. Şeytân : Bir adam üzerinde hakkı olan yoksul bir insan, diye cevab verdi. O adam: Git ve ona söyle hakkını versin, dedi. Şeytân : Vermemekte diretiyor, dedi. Adam : Sen ona git, dedi. Şeytân gitti, ertesi gün yine geldi. Adam : Neyin var, sana ne oluyor? dedi de, şeytân: Ona gittim, senin sözüne kulak asmadı, dedi. Adam : Ona git, söyle, senin hakkını versin, dedi. Şeytân gitti, ertesi günü adam öğle uykusuna yattığında yine geldi. Adamın arkadaşları ona : Çık, Allah seni kahretsin, her gün .uyuduğu zaman geliyorsun ve bırakmıyorsun ki uyusun, dediler. Şeytân bağırmaya başladı: Tabiî, ben yoksul bir insan olduğum için bu böyle. Şayet zengin olsaydım... Adam yine işitti ve : Neyin var? diye sordu. Şeytân ; Ona gittim, beni dövdü, dedi. Adam: Yürü ki seninle beraber geleyim, dedi. Adam şeytânın elini tutmuşken onun kendisiyle beraber gittiğini görünce, elini ondan kurtardı ve kaçtı. Bu haber, Abdullah îbn Haris, Muhammed îbn Kays, İbn Huceyre el-Ekber ve Seleften başkalarından bu kıssaya benzer şekilde rivayet edilmiş olup en doğrusunu Allah bilir. Yine İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Ebu Kinâne el-Ah-nes'den rivayetine göre o, şöyle demiş: el-Eş'arî'yi şu minber üzerinde şöyle derken işittim : Zülkifl; bir peygamber değildi. Fakat İsrâiloğul-ları içinde sâlih bir adam vardı. Her gün yüz (rek'at veya vakit) namaz kılardı. Zülkifl ondan sonra bu sâlih kişinin işlerini deruhde etmeyi tekeffül etti, her gün yüz namaz kılardı. Bunun Üzerine «Zülkifl» diye isimlendirildi. Hadîsi İbn Cerîr de, AbdÜrrezzâk kanalıyla... Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den munkatı' bir isnâdla rivayet etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
îmânı Ahmed garîb bir hadîs rivayet eder ve der ki: Bize Esbât İbn Muhamnıed'in... İbn Ömer'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) nden öyle bir hadîs işittim ki, bir veya iki —'İbn Ömer, yedi kereye kadar saymıştır.— kere işitmiş olsam neyse. Fakat onu bundan daha fazla işitmişimdir. Şöyle buyurdu : îsrâiloğulların-dan el-Kifl, hiç bir günâh bırakmayıp işlemişti. Bir kadın ona geldi ve o da kendisiyle münâsebette bulunma şartıyla kadına 60 dînâr verdi. Kadınla münâsebete teşebbüs edip o vaziyete geldiğinde, kadın Allah korkusuyla titreyip ağladı. el-Kifl: Seni ağlatan nedir? Seni bu işe ben mi zorladım? diye sordu. Kadın : Hayır, fakat bu öyle bir iş ki hiç yapmadığım bir şeydir. Buna beni ancak ihtiyâç sevk etmiştir, dedi. Adam : Sen bu işi yapıyorsun ve şimdiye kadar hiç yapmadım diyorsun öyle mi? deyip üzerinden indi ve : Git, dinarlar senindir, diyerek şöyle devam etti: Allah'a yemîn olsun ki el-Kifl, bir daha asla Allah'a âsî gelmeyecek. Ve o gece öldü. Kapısında sabahleyin şöyle yazıyordu : Şüphesiz Allah el-Kifl'i bağışlamıştır. Bu rivayette adamın ismi, Zülkifl şeklinde değil el-Kifl olarak geçmektedir. En doğrusunu Allah bilir. Bu hadîsi Kütüb-i Sitte sâhiblerinden hiç biri tahrîc etmemiştir. İsnadı da garîbdir. Her halükârda hadîsin lafzında el-Kifl denilmiş; Zülkifl denilmemiştir. Herhalde başka bir adanı olsa gerektir. En doğrusunu Allah bilir.26
87 — Zünnûn'u da, hani o, öfkelenerek giderken kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Ama sonunda karanlıklar içinde: Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim, diye niyaz etmişti.
88 — Biz de onun duasını kabul edip üzüntüden kurtarmıştık, işte inananları böyle kurtarırız.
Ve Zünnûn. 29
Ve Zünnûn
Bu kıssa, bu sûrede, Saffât sûresinde ve Nûn (el-Kalem) sûresinde zikredilmiştir. Allah Teâlâ, Yûnus İbn Matta (a.s.) yi Nine-va kasabası halkına peygamber olarak göndermişti. Nineva, Musul ülkesinde bir kasabadır. Onları Allah'a çağırmış, icabet etmemişler ve küfürleri üzere devam etmişlerdi. Onlara kızgın olarak aralarından çıkmış, üç gün scnra başlarına azâb geleceğini onlara müjdelemişti. Bunun gerçek olduğunu kesin olarak anlayıp, peygamberlerin yalan söylemediğini bildiklerinde; çocuklarını ve hayvanlarını sahraya çıkarmışlar, annelerle çocuklarını birbirlerinden ayırmış, sonra Allah'a yalvarıp yakararak O'na sığınmışlardı. Develer ve yavruları, inekler ve yavruları böğürmüş, koyunlar ve kuzuları melemişti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlardan azabı kaldırmıştır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor : «îmân edip îmânı kendisine fayda sağlayan bir kasaba olsaydı ya? Yûnus'un kavmi müstesna. Onlar, îmân ettikleri zaman üzerlerinden bu dünya hayatında rüsvâylık azabını kaldırdık, bir zamana kadar da kendilerini faydalandırdık.» (Yûnus, 98). Yûnus (a.s.) a gelince; o, gidip bir kavimle birlikte bir gemiye binmişti. Deniz yükselip gemi dalgalar arasında bocalamaya başladı da, batmaktan korktular ve içlerinden birini denize atıp böylece hafiflemek üzere atılacak kişiyi te&bît için kur'a çektiler. Kur'a Yûnus'a çıktı. Onu atmak istemediler ve Kur'ayı tekrarladılar. Yine ona çıktı. Atmak istemediler sonra kur'-ayı tekrarladılar da, bu sefer yine ona çıktı. Allah.Teâlâ buyurur ki: «Kur'a çekmişti de yenilenlerden olmuştu.» (Saffât, 141). Üçüncü defada kur'a Yûnus'a çıkınca kalktı, elbiselerini çıkardı, sonra kendini denize attı. İbn Mes'ûd'un anlattığına göre; Allah Teâlâ, yeşil denizden denizi yara yara ilerleyen bir balık gönderdi. Balık gelip Hz. Yûnus kendini gemiden attığı zaman onu yuttu. Allah Teâlâ bu balığa, onun etini yememesini ve herhangi bir kemiğini incitip kırmamasını vahyetti. Buyurdu ki: Yûnus senin için bir rızık değildir. Senin karnın onun için sâdece bir hapishane olacak.
«Zünnûn'a da, hani o, —Dahhâk'ın söylediğine göre kavmine— öfkelenerek giderken kendisine güç yetiremeyeceğimizi, (balığın karnında onu sıkış tır anlayacağımızı) sanmıştı.». Âyetin, «Kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı.» kısmının : Balığın karnında sıkıştırama-yaeağımızı sanmıştı, şeklindeki açıklaması İbn Abbâs, Mücâhid, Dah-hâk ve başkalarından da rivayet edilmiş olup, İbn Cerîr bu açıklamayı tercih eder. İbn Cerîr bu tercihine Allah Teâlâ'nm: «Rızkı kendisine daraltılmış bulunan da, nafakayı Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah kimseyi kendisine verdiğinden fazlasıyla yükümlü tutmaz.
Allah güçlüğün ardından bir kolaylık İhsan eder.» (Talâk, 7) âyetini delil getirir. Atıyye el-Avfî ise «Kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı.» âyetini: Aleyhine hüküm vermeyeceğimizi sanmıştı, şeklinde açıklayıp âyetteki fiilini; takdîr etme, hükmetme anlamında almıştır. Bu fiilin takdîr etme anlamında kullanılışı arap dilinde var-dır.(...)
«Ama sonunda karanlıklar içinde : Senden başka hiç bir İlâh yoktur. Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim, diye niyaz etmişti.» îbn Mes'ûd der ki: Balığın karnının karanlığı, denizin karanlığı ve gecenin karanlığı âyette zikredilen karanlıklardır. İbn Abbâs, Âmir İbn Meymûn, Saîd İbn Cübeyr, Muhammet! İbn Kâ'b, Dahhâk, Hasan ve Katâde'den de böylece rivayet edilmiştir. Salim İbn Ebu Ca'd da der ki: Âyette zikredilen karanlıklar denizin karanlığındaki balığın karnında bulunan karanlıktır. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve başkaları şöyle diyor : Balık onu denizi yara yara denizde götürdü ve nihayet denizin dibine ulaştırdı. Yûnus, deniz dibinde çakılların teşbihini işitti, orada ve o sırada : «Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen münezzehsin.» dedi. Avf da der ki: Yûnus balığın karnına düştüğünde önce öldüğünü sandı. Sonra ayaklarını hareket ettirdi. Ayakları hareket edince de bulunduğu yerde secde etti, sonra: Rabbım, Senin için öyle bir yerde secde yeri edindim ki hiç kimse (burayı) secde yeri edinmemiş-tir, diye nida etti. Saîd İbn Hasan el-Basrî, Hz. Yûnus (a.s.) un balığın karnında kırk gün kaldığını söyler. Avf ve Saîd İbn Hasan'ın sözlerini îbn Cübeyr rivayet etmiştir.
Muhammed İbn İshâk İbn Yesâr kendisinden rivayette bulunduğu birisi kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayet eder ki, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ Hz. Yûnus'u balığın karnında hapsetmeyi murâd buyurduğunda, balığa : Onu al, hiç bir etini incitme, hiç bir kemiğini kırma, diye vahyetti. Balık onu denizin dibine ulaştırdığı zaman Yûnus bir ses, bir hareket işitti. Kendi kendine : Bu da nedir? diye konuştu O, balığın karnında iken Allah Teâlâ kendisine şöyle vahyetti: Muhakkak bu deniz hayvanlarının teşbihidir. Hz. Yûnus da balığın karnında iken Allah'ı tesbîh etti. Melekler onun ,tesbîhini işitip : Rabbımız, biz garîb bir yerden zayıf bir ses işitiyoruz, dediler. Rab Teâlâ : Bu, kulum Yûnus'tur. Bana isyan etti, Ben de onu denizde balığın karnında hapsettim, buyurdu. Melekler: Her gün ve gece kendisinden sâlih ameli Sana yükselmekte olan sâlih kuldan mı? diye sordular Allah Teâlâ : Evet, buyurdu. İşte o zaman melekler Yûnus için şefâatta bulundular da, Allah Teâlâ balığa onu sahile atmasını emretti. Allah Teâlâ'nın da buyurduğu üzere balık, (tonu hasta olarak» (Saffât, 145) sahile attı.
Hadîsi İbn Cerîr ile Müsned'inde el-Bezzâr, Muhammed İbn îshâk kanalıyla... Ebu Hüreyre'den yukardakine benzer şekilde rivayetle zikretmişlerdir. Sonra el-Bezzâr : Bunun Hz. Peygamber (s.a.) den bu şekilde-ve bu isnâdla olanın dışında rivayetini bilmiyoruz. İbn Abdülhak da Şu'be kanalıyla... Hz. Ali'den hadîsi merfû' olarak rivayet etmiştir. Bu hadîste şu kısım vardır : Bir kula : Ben, Yûnus İbn Mettâ'dan daha hayırlıyım, demek yaraşmaz. Muhakkak o, Allah'ı karanlıklar içinde tesbîh etmiştir. Hadîs bu fazlalık olmaksızın İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve Abdullah İbn Ca'fer'den de rivayet edilmiş olup, bu rivayetlerin is-nâdları ilerde Nûn (el-Kalem) sûresinde gelecektir.
İbn Ebu Hâtim'in Ebu Abdullah Ahmed îbn Abdurrahmân kanalıyla... Enes İbn Mâlik'den —Enes'in hadîsi Allah Rasûlü (s.a.) nden merfû' olarak rivayetini biliyorum— rivayetinde şöyle buyrulmuştur: Peygamber Yûnus (a.s.) a balığın karnında iken bu kelimelerle duâ etmesi fikri aklına geldiğinde : «Ey Allah'ım, Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim.» dedi. Bu duâ gelip Arş'ı kuşattı. Melekler : Rabbımız, bilinmeyen bir ülkeden bilinen zayıf bir ses? dediler. Rab Teâlâ : Bunu tanımıyor musunuz? diye sordu, onlar : Hayır, Rabbımız, o kimdir? dediler. Allah Teâlâ : Kulum Yûnus'tur, buyurdu. Melekler : Devamlı olarak kendisinden makbul amel ve icabet olunmuş duâ yükselen kulun Yûnus mu? diye sordular. Rab Teâlâ : Evet, buyurdu. Onlar : Ey Rabbımız, bolluk ve ferahlık halinde bunları yapan (kuluna) acıyıp onu belâdan kurtarmayacak mısın? dediler de, Allah Teâlâ : Evet, kurtaracağım, buyurdu ve balığa emretti de onu bir düzlüğe attı.
Biz de onun duasını kabul edip, onu balığın karnından, bu karanlıklardan çıkarıp, üzüntüden kurtarmıştık. İşte inananları böyle kurtarırız. Onlar sıkıntıya dûçâr kalıp, Bize dönerek duâ ettiklerinde; özellikle de belâ halinde bu duâ ile duâ ettiklerinde... peygamberlerin.efendisinin bu duâ ile duaya teşvik ettiğine dâir hadîsler vârid olmuştur. İmâm Ahmed'in İsmâîl İbn Ömer kanalıyla... Sa'd îbn Ebu Vakkas'-dan rivayet ettiğine göre o, şöyle anlatmıştır: Mescidde Osman îbn Affân (r.a.) a rastladım, ona selâm verdim. Benden (beni gördüğünden) gözleri doldu, selâmıma cevab vermedi. Ömer İbn Hattâb'a gelip iki kere: Ey mü'minlerin emîri, İslâm'da yeni bir şey mi meydana geldi? diye sordum. Hayır, o da nedir? dedi. Ben: Hayır, ancak biraz önce mescidde Osman'a rastladım, ona selâm verdim, benden (benim yüzümden) gözleri doldu, sonra benim selâmıma cevab vermedi, dedim. Ömer, Hz. Osman'a birini gönderip onu çağırdı ve: Kardeşinin selâmına cevab vermekten seni alıkoyan nedir? diye sordu. Hz. Osman: Böyle, bir şey yapmadım, dedi. Sa'd şöyle anlatır : Ben : Hayır, yaptın, dedim. Sonunda o da yemîn etti, ben de yemîn ettim. Sonra Osman hatırlayıp şöyle dedi: Evet, yaptım, Allah'tan mağfiret diler ve tevbe ederim. Şüphesiz sen, biraz önce benimle karşılaşmıştın. Ben, Allah Rasûlü (s.a.) nden işitmiş olduğum bir kelimeyi kendi kendime konuşuyordum. Hayır, Allah'a yemîn olsun ki onu ne zaman hatırlasam, gözüm buğulanıp kalbime bir perde geliyor, dedi. Sa'd der ki: Ben onu sana haber vereyim. Allah Rasûlü (s.a.) bize, ilk vaki' olan duayı andı. Sonra bir bedevi gelip onu meşgul etti. Nihayet Allah Rasûlü (s.a.) kalktı, ben de peşine düştüm. Ben yetişmeden evine gireceğinden korktuğumda ayağımı yere vurdum. Allah Rasûlü (s.a.) döndü ve: Kimdir o? Ebu İshâk mı? diye sordu. Ben : Evet, ey Allah'ın elçisi, dedim. Ne istiyorsun? diye sordu, ben : Bir şey istemiyorum. Şu kadar var ki sen bize ilk duayı andın, sonra şu bedevi gelip seni meşgul etti, dedim. Evet, Zünnûn'un duâsıdır. O balığın karnında iken : «Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim.» demişti. Hiç bir müslüman yoktur ki Rabbma hangi hususta olursa olsun bu duayı yapsın da, ona icabet olunmasın. Hadîsi Tirmizî ile el-Yevm ve'1-Leyle'de Neseî, İbrâhîm Ton Muhammed İbn Sa'd kanalıyla... Sa'd'dan rivayet etmişlerdir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Sa-îd el-Eşecc'in... Sa'd'dan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Kim, Yûnus'un duası ile dua ederse; duasına icabet olunur. Ebu Saîd der ki: Bununla Allah Rasûlü (s.a.), «İşte inananları böyle kurtarırız.» âyetini kasdediyor.
İbn Cerîr'in İmrân İbn Bekkâr el-Kelâî kanalıyla... Sa'd İbn Mâlik —ki bu zât, İbn Ebu Vakkâs'tır— den rivayetine göre o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işittim : Duâ edildiği zaman icabet olunan, kendisiyle istendiği zaman verilen Allah'ın ismi; Yûnus İbn Mettâ'nın duâsıdır. Ben : Ey Allah'ın elçisi, bu sâdece Yûnus'a mı hâstır yoksa müslümanlar topluluğuna mı? diye sordum da : O, Özellikle Yûnus İbn Mettâ'ya, genelde de onunla duâ ettikleri zaman mü'min-leredir. Allah Teâlâ'nın : «Ama sonunda karanlıklar içinde : Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim, diye niyaz etmişti. Biz de onun duasını kabul edip üzüntüden kurtarmıştık. İşte inananları böyle kurtarırız.» kavlini işitmez misin? Bu, Allah Teâlâ'nın kendisine bu duâ ile duâ edenler için bir şartıdır, buyurdu. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Kesîr îbn Ma'-bed'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor : Hasan'a sorup : Ey Ebu Saîd, kendisiyle duâ edildiği zaman icabet olunan, kendisiyle istendiği zaman verilen Allah'ın en yüce ismi nedir? dedim. Ey kardeşim oğlu, Kur'an'ı okumuyor musun? «İşte inananları böyle kurtarırız.» kısmına kadar «Zünnûn'u da, hani o, öfkelenerek giderken...» âyetlerini okumaz mısın? İşte bu, kendisiyle duâ edildiği zaman icabet olunan ve kendisiyle istenildiğinde verilen Allah'ın en yüce ismidir, dedi.27
İzahı31
İzahı
89 — Zekeriyyâ da, hani Ratabma niyaz etmiş ve : Rabbım, beni tek başıma bırakma. Sen vârislerin en ha-yırlısısın, demişti.
90 — Biz de ona icabet ederek Yahya'yı ihsan etmiş, eşini doğum yapabilecek bir hale getirmiştik. Doğrusu onlar; hayırlı şeylerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.
Zekeriyyâ Aleyhisselâm.. 31
Zekeriyyâ Aleyhisselâm
Allah .Teâlâ, kulu Zekeriyyâ'dan haber veriyor. O, Allah Teâlâ'dan, kendisinden sonra peygamber olacak bir çocuk ihsan buyurmasını istemişti. Bu kıssa daha önce geniş olarak Meryem ve Âl-i İrmân sûrelerinde (Meryem sûresinin 2-15 ve Âl-i İmrân sûresinin 37-41, âyetlerinde) geçmişti. Dolayısıyla burada tekrarına gerek görmüyoruz. «Zekeriyyâ da, hani Rabbma (kavminden gizli olarak) niyaz etmiş ve: Rabbım, beni (çocuksuz ve benden sonra insanlar içinde yerimi tutacak bir vârisim olmaksızın) tek başıma bırakma. Sen vârislerin en ha-yırlısısın, demişti.» Duasının son kısmı istediğine uygun bir övgü ve bir duadır. Allah Teâlâ da buyurdu ki: «Biz de ona icabet ederek Yahya'yı ihsan etmiş, eşini doğumu yapabilecek bir hale getirmiştik.» tbn Abbâs, Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr: Eşi kısır olup doğurmazken doğurdu, derler. Abdurrahmân îbn Mehdî ise Talha İbn Amr'dan, o da Atâ'dan rivayetle şöyle diyor: Onun dilinde bir uzunluk vardı da, Allah Teâlâ bunu düzeltti. Başka bir rivayete göre ise onun yaradılışında bir şey (bir bozukluk) vardı. Allah Teâlâ bunu düzeltti. Mu-hammed İbn Kâ'b ve Süddî de böyle söylemişlerdir. Ancak âyetin akışından açık olan birinci açıklamadır.
«Doğrusu onlar; hayırlı şeylerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı.» Âyet-i kerîme'nln «korkarak ve umarak...» kısmını Sevrî: Bizim katımızda olanları umarak ve Bizim katımızda olanlardan korkarak... şeklinde açıklar. Ali îbn Ebu Talha ise İbn Ab-bâs'tan rivayetle âyetin «Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.» kısmını : Allah'ın indirdiklerini doğrulayarak, şeklinde açıklar. Mücâhid burayı : Gerçekten inanmış kimseler olarak, diye açıklarken; Ebu Âliye : Korkar kimseler olarak, diye tefsir eder. Ebu Sinan der ki: Huşu', kalb-den kat'iyyen ayrılmayan ve ona yapışan korfcuaur. Müc&hid'derı rivayete göre âyetteki mütevâzi', alçak gönüllü olanlar, anlamındadır. Hasan, Katâde ve Dahhâk ise bu kelimeyi; Allah için kendilerini alçaltanlar, hakîr görenler, şeklinde açıklamışlardır. Bütün bu sözler birbirine yakındır.
İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Abdullah İbn Hakîm'den 28 rivayetine göre Ebubekir (r.a.) bir hutbesinde şöyle demiş : Besmeîe, hamdele ve salveleden sonra; muhakkak ben size Allah'tan korkmanızı, lâyık olduğu şekilde O'na senada bulunmanızı, umutla korkuyu birbirine karıştırmanızı (hem umutlu hem korkar halde olmanızı), istemede ısrarlı olmanızı öğütlerim. Muhakkak Allah Teâlâ Zekeriyyâ ve ailesini övmüş ve : «Doğrusu onlar; hayırlı şeylerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvanyorlardı. Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.» buyurmuştur.29
İzahı31
İzahı
91 — Mahrem yerini koruyana da ruhumuzdan üf-lemiş; onu da, oğlunu da âlemler için bir âyet kılmıştık.
Hz. Meryem.. 31
Hz. Meryem
Allah Teâlâ bu şekilde Hz. Meryem ile oğlu îsâ (a.s.) nın kıssasını ve Zekeriyyâ ile oğlu Yahya (a.s.) nın kıssasını birlikte zikretmiştir. Önce Zekeriyyâ'nm kıssasını zikredip peşinden Meryem'in kıssasını anar. Zîrâ bu, diğeri için bir hazırlık mesabesindedir. Birincisi yaşı ilerlemiş bir ihtiyar ile gençliğinde çocuk doğurmamış kısır bir ihtiyar kadından çocuk yaratmaktadır. Sonra bundan daha garip olan Meryem kıssasını zikrediyor. Bu; erkeksiz olarak bir dişiden çocuk yaratmaktır. Âl-i İmrân ve Meryem sûrelerinde de bu şekilde vâki' olmuştur. Burada da Allah Teâlâ, Önce Zekeriyyâ'mn kıssasını zikredip Meryem'in kıssasını peşinden getirir. Bu; «Mahrem yerini koruyana da...» kavlidir ki burada Hz. Meryem (a.s.) kasdedilmektedir. Nitekim Tah-rîm sûresinde de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Mahrem yerini korumuş olan îmrân kızı Meryem'i de an. Ona ruhumuzdan üflemiştik.» (Tahrîm, 12).
«Onu da, oğlunu da âlemler için (Allah'ın her şeye güç yetirici olduğuna, O'nun dilediğini yaratan olduğuna delâlet eden) bir âyet kılmıştık.» O'nun emri, bir şeyi murâd ettiği zaman, sâdece; ol, demektir. O da oluverir.» (Yâsîn, 82). Allah Teâlâ'nın bu sözü, «Onu insanlar için bir âyet kılacağız.» (Meryem, 21) kavli gibidir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... «Âlemler için...» âyeti hakkında İbn Ab-bâs'tan rivayetinde o, şöyle demiştir : Âlemler; cinnler ve insanlardır.30
92 — Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ve Ben de Rabbınızım, artık yalnız Bana ibâdet edin.
93 — Onlar aralarında kendi işlerinde bölük bölük oldular. Ama hepsi Bize döneceklerdir.
94 — Artık inanmış olarak sâlih amel işleyenlerin ameli inkâr edilmez. Ve Biz onu yazanlarız.
Gerçek Din. 32
Gerçek Din
«Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir.» âyeti hakkında îbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Katâde ve Abdurrahmân İbn Zeyd îbn Eslem'in söylediklerine göre; sizin dininiz, bir tek dindir, bu-yurulmaktadır. Bu âyet hakkında Hasan el-Basrî der ki: Allah Teâlâ onlara, sakınacaklarım ve yapacaklarını beyân buyurmuş sonra da : «Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir.» Sizin yolunuz bir tek yoldur.» buyurmuştur. Burada ( .A* ) ismi işareti baştaki kelimesinin ismidir. kelimesi, aynı edatın haberidir. Buna göre buranın anlamı: Bu; size beyân olunan ve açıklanan şerîatınızdır, şeklindedir. «Bir tek din olarak» kısmı ise cümlede hal olarak man-sûbdur. Bunun içindir ki: «Ve Ben de Rabbınızım, artık Bana kulluk edin.» buyurmuştur. Nitekim başka bir âyette : «Ey peygamberler, temiz şeylerden yeyin, sâlih amel işleyin. Doğrusu Ben yaptığınızı bilirim. Şüphesiz bu, tek bir ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbınızım. Benden korkun.» (Mü'minûn, 51-52) buyururken, Allah Rasûlü (s.a.) de: Biz peygamberler topluluğu, anaları bir kardeş-lerizdir. Dinimiz birdir, buyurmuştur ki, burada kasdedilen; peygamberlerin değişik, çeşitli şeriatları ile tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdettir. Nitekim başka bir âyefcte şöyle buyrulur : «Sizden her biriniz için bir yol, bir şeriat kıldık.» (Mâide, 48).
«Onlar aralarında kendi işlerinde bölük bölük oldular.» Ümmetler peygamberleri hakkında (onlara karşı davranışlarında) ayrılığa düşmüşlerdir. Onların aralarında doğrulayan da vardır yalanlayan da. Bu sebepledir ki: «Ama hepsi (kıyamet günü) Bize döneceklerdir.» buyurmuştur. Hepsi amellerine göre cezalandırılacaktır. Eğer amelleri hayır ise hayırla, şer ise şer ile karşılık göreceklerdir. Bunun için Allah Teâlâ: «Artık inanmış olarak, (kalbi tasdik eder halde) sâlih amel işleyenlerin ameli inkâr edilmez.» buyurmuştur. Nitekim başka bir âyette: «Muhakkak ki Biz, iyi hareket edenlerin ecrini zayi' etmeyiz.» (Kehf, 30) buyurulur ki; onun çalışması, ameli gizlenmez, inkâr edilmez. Aksine karşılığı verilir. Zerre ağırlığı ona haksızlık yapılmaz. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Ve Biz onu yazanlarız.» buyurmuştur. Onun bütün ameli yazılır ve onun için ondan hiç bir şey kaybolmaz.31
95 — Helak ettiğimiz kasaba halkının âhirette ceza görmek üzere Bize dönmemesi imkânsızdır.
96 — Ye'cûc ve Me'cûc (un şeddi) açılıp ta her tepeden ve dereden akın ettikleri vakit.
97 — Ve gerçek va'd yaklaştığı zaman, o küfredenlerin gözleri belerip kalır: Vah bize, bundan önce gaflet içindeydik, biz gerçekten zâlimler idik.
Ye'cûc ve Me'cûc. 32
Ye'cûc ve Me'cûc
Allah Teâlâ : «Helak ettiğimiz kasaba halkına... haramdır.» buyurur ki, İbn Abbâs burayı şöyle açıklar: Mukadder bir kader üzerine helak olunmuş her İnr kasaba halkı, kıyamet gününden önce asla dünyaya dönmeyecektir. îbn Abbâs, Ebu Ca'fer el-Bâkır, Katâde ve bir çokları da böyle açıklamışlardır.
İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre ise; «Onların... Bize dönmemesi İmkânsızdır.» âyetinde onların tevbe etmemelerinin imkânsızlığı kaydedilmektedir. Ancak burada birinci açıklama daha kuvvetli olup en doğrusunu Allah bilir.
Allah Teâlâ: «Ye'cûc ve Me'cûc (un şeddi) açılıp ta her tepeden ve dereden akın ettikleri vakit...» buyurur ki, biz daha önce onların Âdem (a.s.) in sülâlesinden, hattâ Hz. Nuh'un da neslinden olduğunu kaydetmiştik. Onlar, Türklerin babası olan Hz. Nuh'un oğullarından Yâfeş'ten türemişlerdir. Türkler onların küçük bir bölüğüdür. Zülkar- neyn'in inşâ etmiş olduğu şeddin arkacında bırakılmışlardır. Allah Te-âlâ başka bir âyette : «Bu, Rabbımm bir rahmetidir. Rabbımın va'di gelince, onu yerle bir eder. Rabbımın verdiği söz gerçektir. O gün Biz, onları bırakırız, dalgalar halinde birbirlerine girerler. Sûr'a üflenince hepsini bir araya toplarız.» (Kehf, 98-99) buyururken, bu âyet-i kerî-me'de de şöyle buyurur: «Ye'cûc ve Me'cûc (un şeddi) açılıp ta her tepeden ve dereden akın ettikleri (fesada yürümede süratlendikleri) vakit...» Âyet-i Kerîme'de geçen kelimesi; yeryüzünün yüksek yerleri anlamındadır. İbn Abbâs, İkrime, Ebu Salih, Sevrî ve başkaları böyle açıklamıştır. Onların, çıkışları durumundaki nitelikleri budur. Bunu işiten, sanki onu müşâhade etmiş gibidir. «Haberdâr olan gibi, kimse sana haber veremez.» (Fâtır, 14). Zîrâ bu, olmuş ve olacağı bilen, göklerin ve yerin gizliliklerini en iyi bilen, kendinden başka ilâh olmayanın verdiği bir haberdir. İbn Cerîr der ki: Bize Muham-med İbn Müsennâ'nın... Ubeydullah İbn Ebu Yezîd'den rivayetinde o, şöyle demiştir : İbn Abbâs, birbirinin üzerine sıçrayarak oynayan çocuklar gördü de : İşte Ye'cûc ve Me'cûc böyle çıkacak, dedi. Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkışı, Hz. Peygamberin Sünnet'inde müteaddid hadîslerde zikredilmiştir.
1- İmâm Ahmed'in Ya'kûb kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudri'den rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Ye'cûc ve Me'cûc açılıp; Allah Teâlâ'nın : «Her tepeden ve dereden akın ettikleri vakit...» buyurduğu veçhile çıktıklarında, bütün insanların başına musallat olup yeryüzünü kaplayacaklar. Müslümanlar onlardan kaçıp şehirlerine ve kalelerine sığınacaklar. Hayvanlarını da yanlarına alacaklar. Ye'cûc ve Me'cûc yeryüzünün sularını içecekler. O kadar ki onlardan bir kısmı bir nehre uğrayıp ondaki suyun hepsini içecek ve orayı kupkuru bir halde bırakacak. Ondan bir sonraki bu ne-hire uğradığında: Burada bir keresinde su vardı, diyecek. İnsanlardan bir kalede veya bir şehirde olan dışında hiç kimse kalmayınca içlerinden birisi: Bunlar yeryüzü ehlidir. Onların işlerini bitirdik, gök ehli kaldı, diyecek. Sonra onlardan birisi harbesini sallayıp onu göğe atacak. Harbe kendisine, bir imtihan ve fitne vesilesi olarak kana bulanmış halde geri dönecek. Onlar bu halde iken Allah Teâlâ birden onların boyunlarından, çekirgelerin boynunda çıkan çekirge kurtçuğu gibi bir kurtçuk gönderecek. Hiç bir hareket ve ses işitilmeyen ölüler haline gelecekler. Müslümanlar: Allah için kendini feda edip şu düşmanın ne yaptığına bakacak bir kimse yok mu? diyecekler. İçlerinden birisi kendini ölmüş sayarak aralarından sıyrılıp çıkacak, inecek ve onları birbirleri üzerine yığılmış Ölüler halinde bulacak da : Ey müslü-manlar topluluğu, müjdeler olsun, Allah Teâlâ sizin için düşmanınıza yeterli olup sizin yerinize onların hakkından geldi, diye bağıracak, şehirlerden ve kalelerden çıkıp hayvanlarını serbest bırakacaklar, Hayvanları için onların (Ye'cûc ve Me'cûc'un) etlerinden başka bir otlamaya ihtiyâçları olmayacak. Hayvanları daha önce bulup yedikleri hiç bir bitki ile semirmedikleri kadar güzel bir şekilde semizleyecekler. Hadîsi İbn Mâce de Yûnus İbn Bükeyr'den, o ise İbn İshâk'dan rivayet etmiştir.
2- Yine Ahmed der ki: Bize Velîd İbn Müslim Ebu Abbâs ed-Di-nıaşkî'nin... Nuvâs İbn Sem'ân el-Kilâbî'den rivayetinde o, şöyle anlatmıştır : Allah Rasûlü (s.a.) bir sabah bize Deccâl'den bahsetti. Bu konuda sesini alçaltıp yükseltti. Zannettik ki o (Deccâl), bir hurmalığın içindedir. Öğleyin ona geldiğimizde yüzümüzden anladı ve bize sordu da: Ey Allah'ın elçisi, sabahleyin Deccâl'i andın. Onu anarken sesini alçaltıp yükselttin. Biz de onun bir hurmalıkta olduğunu sandık, dedik. Sizin için Deccâl'den daha fazla korktuğum bir başkası var. Eğer ben içinizde iken Deccâl çıkacak olursa, sizin önünüzde ona karşı hüccetiniz benim. Ben sizin içinizde yokken çıkacak olursa, herkes kendi nefsinin hüccetidir. Allah Teâlâ her müslüman üzerine benim halî-femdir. Şüphesiz Deccâl çok kıvırcık saçlı, patlak gözlü bir gençtir. Şam ve Irak arasında bir yoldan çıkacak, sağı solu fesada boğacaktır. Ey Allah'ın kulları sebat üzere olun. Biz : Ey Allah'ın elçisi, yeryüzünde kalması ne kadardır? diye sorduk. Kırk gün; bir gün bir sene gibi, bir gün bir ay gibi, bir gün bir cum'a gibi, diğer günleri de sizin günleriniz gibidir, buyurdu. Biz : Ey Allah'ın elçisi, hani şu bir sene gibi olan günde bir gün ve gecenin namazı bize yeter mi? diye sorduk. Hayır, onun ölçüsünü ölçünüz (ve bu ölçüye göre namazlarınızı kılınız), buyurdu. Biz: Ey Allah'ın elçisi, yeryüzünde (fesada boğmaya koşmada) sür'ati nasıldır? diye sorduk. Arkasına rüzgârı almış yağmur gibidir, buyurdu. Ve şöyle devam etti: Bir kabileye uğrayıp onları (kendi yoluna) çağıracak. Ona icabet ederlerse göğe emredecek de yağmur yağdıracak, yeryüzüne emredecek de bitki bitirecek. Otlayan hayvanları boyları en uzun, böğürleri en etli, memeleri en fazla süt dolu olarak onlara gelecek. Bir kabileye de uğrayıp onları (kendi yoluna) çağıracak, onlar onun sözünü geri çevirecekler. Onların malları Dec-câl'ın peşine düşüp gidecek ve onlar kuraklığa dûçâr kalıp yoksul düşecekler. Mallarından hiç bir şey kalmayacak. Bir harabeye uğrayıp ona : Hazînelerini çıkar, diye emredecek. O harabenin hazîneleri, erkek anlar misâli onun peşine düşecekler. Bir adamın öldürülmesini emredecek de öldürülecek, ona kılıçla vurup iki parçaya bölecek. Sonra çağırdığında güler yüzlü olarak ona gelecek. Onlar bu haldelerken Allah Teâlâ Meryem Oğlu Mesih'i diriltecek ve o Şam'ın doğusunda beyaz minarenin yanına, iki sarı elbise giymiş, elini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak inecek, DeccâFm peşine düşecek ve onu Lüdd eş-Şarkî kapısının yanında yetişip öldürecek. Onlar bu haldelerken Allah Teâlâ Meryem Oğlu îsâ'ya şöyle vahyedecek : Muhakkak Ben kullarımdan Öyle kullar çıkardım ki senin onlarla savaşma gücün yoktur. Kullarımı uzaklaştırıp Tûr'a götür. Allah Teâlâ Ye'cûc ve Me'cûc'u diriltecek. Onlar Allah Teâlâ'nın da buyurduğu gibi: «Her tepeden ve dereden akın edecekler.» Hz. îsâ ve ashabı Allah Teâlâ'ya niyazda bulunacaklar. Allah da onların (Ye'cûc ve Me'cûc'un) üzerlerine boyunlarında birtakım kurtçuklar gönderecek ve onlar bir tek kişinin ölümü gibi bir anda Ölecekler. Hz. îsâ ve ashabı inip yeryüzünde onların pis kokularının dolmadığı hiç bir ev bulamayacaklar, o ve ashabı Allah Teâlâ'dan dilekte bulunacaklar da O, onların üzerine deve boyunları gibi kuşlar gönderecek, bu kuşlar onları yüklenip Allah Teâlâ'nın dilediği yere atacak.
îbn Câbir der ki: Bana Ata İbn Yezîd es-Seksekî Kâ'b'dan —veya bir başkasından— rivayet etti ki o, şöyle demiştir : Onları Mehbil adında bir çukura atacaklar. İbn Câbir şöyle diyor : Ey Ebu Yezîd, Mehbil nerededir? diye sordum : Güneşin doğduğu yerdedir, diye cevab verdi.
Allah Rasûlü şöyle devam buyurdu : Allah Teâlâ öyle bir yağmur gönderecek ki; kırk gün hiç bir köy, hiç bir kasaba, hiç bir ev ondan korunmayacak. Tertemiz oluncaya kadar yeryüzünü yıkayacak. Yeryüzüne : Meyvelerini bitir ve bereketini geri getir, denilecek. İşte o gün bir grup bir tek hurma yiyecek (onunla doyacaklar) ve kabuğunda gölgelenecekler. Hayvanlar bereketlenecek. O kadar ki sağmal bir deve insanlardan büyük bir topluluğa yetecek. Sağmal bir inek büyük bir aileye, sürüden bir koyun bir aileye yeterli olacak. Onlar bu haldelerken Allah Teâlâ, onların koltuk altlarından hoş bir rüzgâr gönderecek. Her bir müslümanın —veya her mü'minin demiştir— ruhlarını kabze-decek ve merkeblerin çekiştiği gibi, birbirleriyle çekişen insanların kötüleri kalacak. İşte kıyamet, onların üzerine kopacak. Hadîsi Buhârî değil sâdece Müslim tahrîc etmiş, diğer Sünen sahipleriyle beraber muhtelif kanallardan olmak üzere hadîsi Abdurrahmân İbn Yezîd İbn Câbir'den rivayet etmiştir. Tirmizî hadîsin hasen, sahîh olduğunu söyler.
3- İmâm AhmedUn Muhammed İbn Bişr kanalıyla... İbn Har-mele'den, onun da teyzesinden rivayetinde şöyle anlatmış : Allah Rasûlü (s.a.) bir akrep tarafından sokulan parmağını sıkarak onlara bir hutbesinde şöyle buyurmuş : Siz diyorsunuz ki düşman yok. Halbuki siz, Ye'cûc ve Me'cûc gelinceye kadar düşmanla savaşmaya devam edeceksiniz. Onlar (Ye'cûc ve Me'cûc) geniş yüzlü, küçük gözlü, kızıl saçlı olup her bir dereden ve tepeden boşanacaklardır. Onların yüzleri, sanki deri kaplı kalkanlar gibidir. Hadîsi İbn Ebu Hatim de, Muhammed İbn Amr kanalıyla Hâlid İbn Abdullah îbn Harmele el-Müdlicî'den, işe bir teyzesinden, o da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetle yu-kardakine benzer şekilde zikretmiştir.
4- Daha önce A'râf sûresi tefsirinin sonunda da geçtiği üzere İmâm Ahmed'in Hüşeym kanalıyla... İbn Mes'ûd'dan, onun da Allah Rasûlü (s.a.) den rivayetine göre şöyle buyurmuş: Mi'râc gecesi İbrâ-hîm, Mûsâ ve îsâ'ya uğradım. Aralarında kıyametin durumunu tartışıyorlardı. İşi İbrahim'e havale ettiler de o: Bu konuda benim bilgim yok, dedi. İşi Musa'ya havale ettiler: Benim bu konuda hiç bir bilgim yok, dedi. İşlerini îsâ'ya havale ettiler de o, şöyle konuştu : Onun zamanına gelince; Allah'tan başka hiç kimse bunu bilemez. Rabbımın bana va'dine göre Deccâl mutlaka çıkacaktır. Benimle birlikte iki değnek (asâ) bulunacak. Deccâl beni görünce kurşunun eridiği gibi eriyecek. Beni gördüğü zaman Allah Teâlâ onu helak edecek. O kadar ki taş ve ağaçlar : Ey müslüman, benim altımda bir kâfir var. Gel onu öldür, diyecek ve Allah Teâlâ onları helak buyuracak. Sonra insanlar ülkelerine ve vatanlarına dönecekler. İşte o sırada Ye'cûc ve Me'cûc her bir dereden ve tepeden boşanıp çıkacaklar. Onların (insanların) ülkelerini çiğneyecekler. Neye uğrarlarsa helak edecekler, uğradıkları her suyu içecekler. Sonra insanlar bana dönüp onları şikâyet edecekler de onların helaki için Allah'a dua edeceğim. Allah Teâlâ onları helak buyurup öldürecek. O kadar ki yeryüzü, onların kokularının pisliğinden kokuşacak. Allah Teâlâ bir yağmur indirecek ve bu yağmur onların ce-sedlerini sürükleyerek denize atacak. Rabbımın bana va'dine göre bunlar böylece olduğu zaman kıyamet, günü dolmuş hâmile bir kadın gibi olacak ki onun ailesi gece mi, yoksa gündüz mü birden doğuverecek diye beklemektedirler. Hadîsi İbn Mâce de, Muhammed İbn Beşşâr kanalıyla... Avvâm İbn Havşeb'den yukardakine benzer şekilde rivayet etmiş ve şöyle ilâve etmiştir: Avvâm der ki: Bunun Allah'ın kitabındaki tasdiki: «Ye'cûc ve Me'cûc (un şeddi) açılıp ta her bir tepeden ve dereden akın ettikleri vakit.» âyet-i kerîme'sidir. Burada İbn Cerîr de Cebele hadîsini rivayet etmiş olup, bu konuda hadîsler vs Seleften gelen haberler pek çoktur. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim, Ma'mer kanalıyla... Kâ'b'dan rivayet ederler ki o, şöyle demiştir: Ye'cûc ve Me'cûc'-un çıkış zamanı geldiğinde onlar (çukur veya hendekler, yeryüzüne çıkmak için tüneller) kazarlar. Nihayet kazanlann yanı başında onları ta'kîb edenler onlann kazma seslerini işitirler. Gece olduğunda : Yarın gelir, çıkarız, derler, Allah Teâlâ kazılan yeri eski haline döndürür. Ertesi gün geldiklerinde, Allah Teâlâ'nın orayı eski haline döndürdüğünü görür ve kazmaya başlarlar. Onların peşindekiler onların kazma seslerini işitecek hale geldiklerinde akşam olmuştur. O zaman Allah Teâlâ onlardan birinin diline ilhamda bulunur da; yarın gelir Allah dilerse çıkarız, der. Ertesi gün geldiklerinde orayı bıraktıkları halde bulurlar. Kazmaya devam eder ve nihayet çıkarlar. Onlardan birinci zümre bir göle uğrar, suyunu içer. Sonra ikinci zümre gelir çamurunu yalar. Sonra üçüncü grup gelir de : Bir keresinde burada su vardı, derler. İnsanlar onlardan kaçar, insanlara âit hiç bir şeyi ayakta bırakmazlar. Daha,sonra oklarmı göğe atarlar da, okları kendilerine kana bulanmış olarak döner. Yeryüzü ve gök ehline gâlib geldik, derler. Meryem Oğlu îsâ (a.s.) onlara beddua edip: Allah'ım, bizim onlara karşı gücümüz yok. Dilediğinle onların belâsını bizden kaldır, der. Allah Teâlâ onlara en-Neğaf denilen bir kurtçuğu musallat eder. Onların boyunlarını kırar. Allah Teâlâ onlar üzerine birtakım kuşlar gönderir de, gagalarıyla onları tutar ve denize atar. Allah Teâlâ «el-Ha-yât» denilen bir kaynak fışkırtır, yeryüzünü temizler ve orada bitkiler bitirir. O kadar ki bir hurma ile bir ev doyar. Kâ'b'a : Ey Kâ'b, es-Seken de nedir? denildi de; bir ailedir, diye cevab verdi ve şöyle devam etti : İnsanlar bu haldelerken bir haberci gelip ince bacaklı birinin Hz. İsa'nın üzerine geldiğini haber verir. Meryem Oğlu îsâ, yedi yüz veya yedi yüzle sekiz yüz kişi arasında öncü gönderir. Onlar yolun bir kısmmdalarken Allah Teâlâ hoş bir güney yeli gönderir. Bununla her bir mü'min kişinin ruhu kabzolunur. Sonra insanların rezîlleri kalır. Hayvanların birbirleri üzerine aştıkları gibi birbirlerinin üzerine yürürler. İşte o zaman kıyametin misâli, ne zaman doğuracak diye kısrağının etrafında dolanarak bekleyen kişinin misâli gibidir. Kâ'b sözünü şöyle tamamladı: Benim bu sözümden sonra veya bu bilgimden sonra kim herhangi bir zorlamada (ilâve bilgi edinmek arzusuyla zorlamada) bulunursa; işte o, gerçekten zorlayan kişidir (tekellüfte bulunan kişidir). Sahîh haberlerden şahidi olması hasebiyle, Kâ'b el-Ahbâr'dan rivayet edilen sözlerin en güzellerinden birisi budur. Hadîste sabit olduğu üzere Meryem Oğlu îsâ, Beyt-i Atîk'i haccedecektir. îiriâm Ahmed'in Süleyman İbn Dâvûd kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bu Beyt mutlaka Ye'cûc ve Me'cûc'un çıkışından sonra haccolunacak ve burada umre yapılacaktır. Hadîsi sâdece Buhârî tahrîc etmiştir.
Bu korkular, bu kaygılar, bu sarsıntılar görüldüğü zaman kıyamet günü ve gerçek va'd yaklaşmıştır ki, o zaman «küfredenler: Bu, gerçekten zor bir gündür. »(Kamer, 8) derler. O küfredenlerin gözleri müşahede etmiş oldukları bu büyük işlerin şiddetinden dolayı belerip kalır: Vah bize, dünyada bundan önce gaflet içindeydik, biz gerçekten zâlimler idik, diyerek, haksızlıklarını itirafın kendilerine hiç bir fayda vermeyeceği bir zamanda yaptıkları haksızlıklarını itiraf ederler.32
98 — Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz. Oraya gireceksiniz.
99 — Şayet bunlar tanrı olsaydı, oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada temelli kalacaklardır.
100 — Orada inim inim inleyecekler ve bir şey de işit-meyeceklerdir.
101 — Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar; bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır.
102 — Onun uğultusunu duymazlar. Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar.
103 — O en büyük korku bile onları tasalandırmaz. Melekler onları: Size söz verilen gün, işte bu gündür, diye karşılarlar.
Cehennem Odunları35
Cehennem Odunları
Allah Teâlâ Kureyş müşriklerinden ve putlara tapanlardan onların dinini kabullenmiş olanlara hitaben buyurur ki: «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz.» îbn Abbâs, âyetteki kelimelerini; cehennem yakıtısınız, diye açıklar. Bu, Allah Teâlâ'nın: «Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakacağı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.» (Tahrîm, 6) âyeti gibidir. Yine İbn Abbâs bu kelimenin: Cehennem ağaçları, anlamında olduğunu söyler. Ondan gelen rivayetlerden birinde ise burayı; zenci dilinde olmak üzere, cehennem odunu, diye açıklamıştır. Mücâhid, İkrime ve Katâde bu kelimeyi; cehennem odunu, şeklinde açıklarlar. Hz. Ali ve Hz. Âişe'nin kırâetlerinde kelime zâten odun anlamında olmak üzere şeklindedir. Dahhâk: «Cehennem odunusunuz.» âyeti hakkında : Oraya atılan şeylerdir, açıklamasını getirir. Bir baş-kaeı da böyle söylemiş olup bu açıklamaların hepsi birbirine yakındır.
«Oraya gireceksiniz. Şayet sizin Allah'ın dışında tanrılar edindiğiniz putlar ve Allah'a koştuğunuz eşler gerçek ilâhlar olsalardı, ateşe gitmez ve oraya girmezlerdi. Tapınanlar ve tapındıklarının hepsi orada temelli kalacaklardır.» Allah Teâlâ burada «Orada inim inim inle-yeceklerdir.» buyururken başka bir âyette: «Orada yüksek sesle solurlar.)» (Hûd, 106) buyurur. Buradaki nefeslerinin çıkışı, ise; nefeslerini içeri çekmeleridir. «Ve bir şey de işitmeye-ceklerdir.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İbn Mes'ûd'dan rivayetinde o, şöyle demiştir: Cehennemde sâdece orada temelli olanlar kaldığı zaman bunlar, içinde ateşten çivilerin olduğu ateşten tabutlara konulurlar. Onlardan hiç kimse kendi dışında cehennemde birine azâb olunduğunu görmez. Bu sözlerinden sonra Abdullah : «Orada inim inim inleyecekler ve bir şey de işitmeyeceklerdir.» âyetini okumuştur. İbn Mes'ûd'un bu sözünü İbn Cerîr, Haccâc İbn Muhammed kanalıyla... îbn Mes'ûd'dan rivayetle zikretmiştir.
Allah Teâlâ : «Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar...» buyurur ki; İkrime âyetteki kelimesini; rahmetle, bir başkası da mutlulukla tefsir etmiştir. «Bunlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır.» Allah Teâlâ önce, cehennem ehli ile Allah'a ortak koşmaları yüzünden dûçâr kalacakları azabı zikrettikten sonra bunların peşinden Allah'a ve Rasûllerine îmân eden mutlu kişileri zikreder. Allah Teâlâ'nın mutluluk sözü onlar içfh daha önce geçmiştir. Onlar dünyada daha önce sâlih ameller İşlemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Güzel davrananlara, daha güzeli ve fazlası var.» (Yûnus, 26), «İyiliğin karşılığı, iyilikten başka bir şey midir?» (Rahman, 60). Nasıl ki onlar dünyada güzel ameller işlemişlerse, Allah Teâlâ da onların akıbetlerini ve mükâfatlarını güzel yapmış, onları azâbdan kurtarmış, onlara bol sevâb bahsetmiştir. Buyurur ki: «Bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır." Cehennemin uğultusunu duymazlar.» Onun cesedleri yakarken çıkardığı sesi de duymazlar. îbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Ebu Osman'dan rivayetinde o, «Cehennemin uğultusunu duymazlar.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu, sırat üzerinde onları sokacak yılanlardır. Onları soktukları zaman «hass hass» diye ses çıkarırlar.
«Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar.» Allah Teâlâ onları korktuklarından kurtarmış ve onlar için arzulanıp sevilen şeyleri meydana getirmiştir. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Nu'mân tbn Beşîr'den rivayetinde Nu'mân bir gece Hz. Ali ile beraber sohbette bulunmuş ve: «Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar; bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır.» âyetini okumuş da, Hz. Ali şöyle demiş : Ben onlardanım, Ömer onlardandır, Osman onlardandır, Zübeyr onlardandır, Talha onlardandır, Abdurrah-mân onlardandır —veya Sa'd onlardandır, demiştir— Nu'mân der ki: Namaz için ikâmet olundu da kalktı. Öyle sanıyorum ki elbisesini toparlarken «Cehennemin uğultusunu duymazlar.» diyordu. Şu'be'nin Ebu Bişr kanalıyla... Muhammed İbn Hâtıb'dan rivayetinde o, «Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar...» âyeti hakkında Hz. Ali'nin şöyle dediğini işitmiş : Bunlar Osman ve ashabıdır. Hadîsi İbn Ebu Hatim de rivayet etmiştir. Yine İbn Cerîr'in Yûsuf İbn Sa'd kanalıyla... Hz. Ali'den rivayetle zikretmiş olduğu bu hadîsin İbn Cerîr rivayetinde lafzı: Osman onlardandır, şeklindedir. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, «Şüphesiz ki daha Önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar; bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır.» âyeti hakkında şöyle der: Bunlar Allah'ın dostlarıdır. Şimşekten daha sür'atli olarak sırat üzerinden geçerler. Kâfirler ise orada diz çökmüş olarak kalır. Bu açıklamalar, bizim zikretmiş olduklarımıza uygundur. Başkaları İse şöyle diyor: Aksine bu âyet, tapınılanlardan bir istisna olarak nazil olmuştur. Böylece Uzeyr ve Me-sîh, onlanh arasından çıkmış oluyor. Nitekim Haccâc İbn Muhammed el-A'ver'in îbn Cüreyc ve Osman İbn Atâ'dan, onların Atâ'dan, onun da ibn Abbâs'tan rivayetine göre Allah Teâlâ önce : «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz.» buyurmuş, sonra bunlardan istisna ederek : «Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar...» buyurmuştur. Bunların; Allah'ın dışında tapınılan melekler, Isâ ve benzerlerinin olduğu söylenir, tkrime, Hasan ve İbn Cüreyc de böyle söylemiştir. İbn Abbâs'tan rivayetle «Şüphesiz ki daha Önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar...» âyeti hakkında Dahhâk der ki: Meryem Oğlu îsâ ve Üzeyr (a.s.) hakkında nazil olmuştur. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Hz. Ali'den «Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar...» âyeti hakkında o, şöyle demiştir: Güneş, ay ve Meryem Oğlu îsâ dışında Allah'tan başka İbâdet olunan her şey cehennemdedir. Hadîsin isnadı zayıftır. îbn Ebu Necîh'in Mücâhid'den rivayetine göre; o, «Bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır.» âyetinde îsâ, Üzeyr ve meleklerin kaydedildiğini söyler. Dahhâk da : îsâ, Meryem, melekler, güneş ve ay, demiştir. Bu açıklama Saîd İbn Cübeyr, Ebu Salih ve bir çoklarından da rivayet edilmiştir. îbn Ebu Hatim bu konuda gerçekten garîb bir hadîs rivayet edip der ki: Bize Fadl İbn Ya'kûb er-Rûh-hânî'nin... Ebu Hüreyre'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den «Şüphesiz ki daha önce; kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar; bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır.» âyeti hakkında rivayetine göre; o, şöyle buyurmuştur: Bunlar îsâ, Üzeyr ve meleklerdir. Bazıları İbn Zeb'arî kıssası ile müşriklerin münazaraları kıssasını zikretmişlerdir ki, bu meyânda olmak üzere Ebu Bekr İbn Merdûyeh şöyle diyor: Bize Muhammed İbn Ali İbn Sehl... İbn Abbâs'tan rivayet etti ki o, şöyle anlatmıştır : Abdullah İbn Zeb'arî Hz. Peygamber (s.a.) e geldi ve : Sen Allah'ın sana «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz, oraya gireceksiniz.» âyetini indirdiğini iddia ediyorsun. Güneşe, aya, meleklere, Üzeyr'e ve Meryem Oğlu îsâ'ya da ibâdet olunmuştur. Bütün bunlar sizin tanrılarınızla birlikte cehennemdeler mi? dedi de, bunun üzerine : «Meryem Oğlu misâl verilince senin kavmin hemen bağrıştı ve : Bizim tanrılarımız mı, yoksa o mu daha iyidir? dediler. Sana sâdece tartışmaya girişmek için böyle dediler. Hayır, onlar yaygaracı bir kavimdir.» (Zuhruf, 57) âyeti, peşinden de : «Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar; bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır.» âyeti nazil oldu. Hadîsi Hafız Ebu Abdullah, el-Ehâdîs'ül-Muhtâra (Seçme Hadîsler) adlı kitabında rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İbn Abbas'tan rivayetinde o, şöyle demiştir: «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz, oraya gireceksiniz.» âyeti nazil olduğunda müşrikler : Allah'ın dışında meleklere, Üzeyr'e ve îsâ'ya da ibâdet olunuyor, demişlerdi. Bunun üzerine : «Şayet bunlar tanrı olsaydı, oraya girmezlerdi, —ki bunlar tapınılan tanrılardır— Ve hepsi orada temelli kalacaklardır.» âyeti nazil oldu. Bu haberin benzeri Ebu Kü-deyne kanalıyla... İbn Abbas'tan rivayet edilmiş olup, bu rivayette o: «Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar; bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır.» âyeti nazil oldu, demiştir.
Muhammed îbn îshâk îbn Yessâr —Allah ona rahmet eylesin— «es-Sîre» adlı kitabında der ki: Bana ulaştığına göre bir gün Allah Rasûlü (s.a.) Velîd îbn Muğîre ile birlikte mescidde oturmuştu. Nadr İbn Haris gelip onlarla birlikte oturdu. Kureyş'den bir çokları mescidde idiler. Allah Rasûlü (s.a.) konuştuğunda Nadr İbn Haris ona karşı çıktı. Allah Rasûlü (s.a.) onunla konuştu ve onu ilzam edip susturdu. Ona: «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz, oraya gireceksiniz. Şayet bunlar tanrı olsaydı, oraya girmezlerdi... Orada İnim inim inleyecekler ve bir şey de işitmeyecekler-dir.» âyetini okuyup kalktı, (biraz sonra) Abdullah İbn Zeb'arî es-Seh-mî gelip oturdu. Velîd îbn Muğîre, Abdullah İbn Zeb'arî'ye : Allah'a yemîn olsun ki Nadr İbn Haris, biraz önce Abdülmuttalib oğluna karşı duramadı, onun karşısında yenilgiye uğradı. Muhammed bizim ve tapındığımız şu ilâhların cehennem odunu olduğunu sanıyor, dedi. Abdullah İbn Zeb'arî şöyle dedi: Allah'a yemîn olsun eğer onu bulmuş olsaydım; mutlaka ona üstün gelir, onu sustururdum. Muhammed'e sorun bakalım; Allah'tan başka tapınılan her şey onlara tapmanlarla birlikte cehennemde midir? Biz meleklere tapınırız, yahûdîler Üzeyr'e tapınır, Hıristiyanlar Meryem Oğlu îsâ'ya tapınırlar. Velîd ve onunla birlikte mecliste olanlar, Abdullah îbn Zeb'arî'nin sözünden çok hoşlandılar ve onun hasmım susturacak bir delil getirdiğini sandılar. Bu, Allah Rasûlü (a.s.) ne anlatıldı da : Allah'tan başka kendisine tapımlma-yı seven her şey kendisine tapmanla beraberdir. Şüphesiz onlar şeytânlara ve şeytânların tapınmalarını emrettiklerine ibâdet ediyorlar, buyurdu. Allah Teâlâ da : «Şüphesiz ki daha önce, kendilerine Bizden güzellik va'di geçmiş olanlar; bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır. Onun uğultusunu duymazlar. Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar.» âyetini İndirdi. Hz. îsâ, Üzeyr, Allah'a itaat üzere geçip giden rahipler ve din adamlarından kendilerine tapınılanları dalâlet ehli içinden onlara tapmanlar Allah dışında kendilerini Rablar edinmişlerdir. Onların meleklere tapındıkları ve meleklerin Allah'ın kızları olduklarına dâir söyenenler hakkında ise : Bunlardan kim: Tanrı o değil de benim, derse; onu derhâl cehennemle cezalandırırız. Ve Biz zâlimlerin cezasını böyle veririz, kısmına kadar olmak üzere «Dediler ki: Rahman çocuk edindi. O'nun sânı yücedir. Hayır onlar ikram edilmiş kullardır. Onlar sözle asla O'nun Önüne geçemezler...» (Enbiyâ; 26-29) âyetleri nazil oldu. Hz. îsâ'nın durumu, Allah'ın dışında-ona tapmıl-dığı, Velîd ile orada hazır bulunanların Abdullah İbn Zeb'arî'nin delil ve münâkaşasından hoşlanılmasma dâir anlatılanlar hakkında ise: «Meryem Oğlu misâl verilince senin kavmin hemen bağrıştı. Ve: Bizim tanrılarımız mı, yoksa o mu daha iyidir? dediler. Sana sâdece tartışmaya girmek için böyle dediler. Hayır, onlar yaygaracı bir kavimdir. O, sâdece kendisine nimet verdiğimiz ve îsrâiloğullanna örnek kıldığımız bir kuldur. Şayet dileseydik yeryüzünde yerinizi tutacak melekler var ederdik. Şüphesiz ki O, beklenen saati bildirir. Ondan şüphe etmeyin hiç.» (Zuhruf, 56-61) âyetleri nazil olmuştur. Hz. îsâ'ya verilen ölüleri diriltme ve hastaları iyileştirme mucizeleri kıyâmetirl bilinmesine (kiyâmetin vukuuna) yeterli delildir. Allah Teâlâ onun (Hz. îsâ'nuı) şöyle dediğini haber verir: «Ondan şüphe etmeyin hiç ve bana tâbi olun. îşte dosdoğru yol.» (Zuhruf.61).
İbn Zeb'arî'nin söylemiş olduğu bu söz, büyük bir hatâdır. Zîrâ bu âyet ancak Mekke ehline hitaben, onların aklı olmayan cansız şeylerden ibaret putlara tapınmaları konusunda onlara tapınanlan bir azarlama ve suçlama olarak nazil olmuştur. Bu sebepledir ki: «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz.» buyurmuştur. Salih amelleri olan, kendilerine tapınanların tapınmasına razı olmayan Mesîh ve Üzeyr gibileri nasıl olur da buna hamlolunabilir? İbn Cerîr tefsirinde, buradaki îsm-i Mevsûl olan ( U ) edatının arap-lar katında aklı olmayan şeyler hakkında kullanıldığı cevabını verir. Bundan sonra Abdullah tbn Zeb'arî müslüman olmuştur. Meşhur şâirlerden birisi olup önceleri müslümanları hicvedermiş. Daha sonra Özür beyân eden şiirler söylemiştir.(...)
Abdürrezzâk'ın Yahya îbn Rabîa'dan, onun da Atâ'dan rivayetine göre, «O en büyük korku bile onları tasalandırmaz.» âyetinde ölümün kasdedildiği söylenmiştir. İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî ve Ebu Sİnân Saîd tbn Sinan eş-Şeybânî ise buradaki büyük korkudan maksadın, Sûr'a üfürülmesi olduğunu söylemişlerdir. îbn Cerîr de tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir. Hasan el-Basrî'nin söylediğine göre ise bu büyük korku, kulun cehenneme atılması emredildiği zamandadır. Saîd İbn Cübeyr ve İbn Cüreyc'in söylediklerine göre bu korku, cehennemin cehennem ehli üzerine kapandığı zamandır. îbn Ebu Hâtim'in Ebu Bekr el-Hüzelî'den rivayetine göre ise o, bu korkunun; cennet ile cehennem arasında ölümün boğazlanması zamanında olduğunu söylemiştir.
Melekler onları kabirlerinden çıktıkları zamanda Allah'a dönecekleri o günleri ile müjdeleyip : «Size söz verilen gün, işte bu gündür. (Sizi sevindiren bu günle karşılaşın, sevinin) diye karşılarlar.»33
104 — Göğü kitab dürer gibi ettireceğimiz gün; yaratmaya ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir va'd olarak onu yeniden var edeceğiz. Doğrusu Biz yapanlarız.
Göğün Dürülüşü. 37
Göğün Dürülüşü
Allah Teâlâ buyurur ki: «Bu, göğü kitab dürer gibi düreceğimiz gün; —ki kıyamet günü olacaktır— o gün, mutlaka meydana gelecektir.» Allah Teâlâ başka bir âyette ise şöyle buyurmuştur: «Onlar Allah'ı gereği gibi takdîr edemediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun avucundadır. Ve gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktır. O, koştukları ortaklardan münezzehtir, yücedir.» (Zümer, 67). Bu-hârî der ki: Bize Mukaddem tbn Muhammed'in... tbn Ömer'den, onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetinde şöyle buyurmuştur: Şüphesiz Allah, kıyamet günü yerleri dürer, katlar ve gökler onun kudret elinde olur. Bu kanaldan hadîsin rivayetinde Buhârî —Allah ona rahmet eylesin— tek kalmıştır. îbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... İbn Ab-bâs'tan rivayetinde o, şöyle demiştir : Allah Teâlâ yedi kat göğü içinde olan yaratıklarla, yedi kat yeri.içinde olan yaratıklarla birlikte dürer, bütün bunlan kudret eliyle dürecektir. Bunların hepsi, O'nun kudret elinde bir hardal tanesi mesabesinde olacaktır.
«Göğü kitab dürer gibi düreceğimiz gün...» âyetindeki kelimesinden maksadın, kitab olduğu söylenmiştir. Buradaki sicili kelimesinden meleklerden bir meleğin kasdedildiği de söylenir. îbn Ebu Hâtim'in Ali îbn Hüseyn kanalıyla... «Göğü kitab dürer gibi düreceğimiz gün...» âyeti hakkında İbn Ömer'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Sicili, melektir. O (kulların) istiğfarını Allah'a yükseltip ulaştırdığı zaman: Onu bir *ıûr olarak yaz, buyrulur. îbn Ömer'in bu sözünü îbn Cerîr, Ebu Küreyb'den, o ise îbn Yemmân'dan rivayet etmiştir, îbn Ebu Hatim der ki: Âyetteki sicill'in melek olduğu görüşü Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali İbn Hüseyn'den de rivayet edilmiştir. Bu âyet hakkında Süddî der ki: Sicili; sahîfelerle görevlendirilmiş melektir, insan öldüğü zaman kitabı (amel defteri) sicili adındaki bu meleğe ulaştırılır, o bu defteri dürer ve kıyamet gününe ulaştırır. Bununla kas-dedilen Sahâbe'den birinin ismidir. Hz. Peygamber (s.a.) için vahiy yazardı, da denilmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nm... İbn Ayaş'tan rivayetinde o, «Göğü kitab dürer gibi düreceğimiz gün...» âyeti hakkında şöyle demiştir: Sicili; işte o bir adamdır. Nûh der ki: Bana Yezîd İbn Kâ'b'm... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle demiştir: Sicili; Hz. Peygamber (s.a.) in kâtibidir. Ebu Dâvûd ve Neseî'nin Ku-teybe İbn Saîd kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetlerine göre o, Sicill'in Hz. Peygamber (s.a.) in kâtibi olduğunu söylemiştir. Daha önce de geçtiği üzere İbn Cerîr bunu Nasr İbn Ali el-Cehdemî'den rivayet eder. İbn Adiyy ise Yahya îbn Amr îbn Mâlik en-Nükrî kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayet eder ki o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) in «es-Sicill» adı verilen bir kâtibi vardı. Allah Teâl&'nın : «Göğü kitab dürer gibi düreceğimiz gün...» âyeti budur. îşte bu Sicili denen kişinin kitabı dür-düğü gibi, Biz de gökyüzünü düreriz. Sonra İbn Adiyy bu hadîsin mahfuz olmadığını söyler. Hatîb el-Bağdâdî «Tarih» inde der ki: Bize Ebu Bekr el-Berkânî'nin... İbn Ömer'den rivayetine göre o: es-Sicill, Hz. Peygamber (s.a.) in bir kâtibidir, demiştir. Bu, Nâfi' kanalıyla îbn Ömer'den şeklinde rivayeti ile son derece münker bir hadîstir ve asla sıhhatli değildir. Ebu Dâvud ve başkalarınca İbn Abbâs'tan rivayetle geçen hadîs de böyledir. Ebu Davud'un Sünen'inde dahi olsa hafızlardan bir grup bu hadîsin uydurma olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Şeyhimiz Ebu Haccâc el-Mizzî, —Allah ömrünü uzun edip ecelini geciktirsin ve onun akıbetini sâlih amel ile bitirsin— bu hafızlar cümlesinden-dir. Ben, bu hadîs için başlı basma bir cüz tahsis ettim. İmâm Ebu Ca'fer îbn Cerîr bu hadîsin sahîh olup olmadığım tesbite çalışmış ve en güzel, en mükemmel bir şekilde bunu reddetmiştir. O, şöyle diyor: Sahabe içinde adı Sicili olan birisi tanınmıyor. Hz. Peygamber (s.a.) in vahiy kâtibleri bilinen kimselerdir. Onlar içinde adı Sicili olan hiç kimse yoktur. İmâm Ebu Ca'fer îbn Cerîr —Allah ona rahmet eylesin— bu konuda doğru söylemiştir. Bu; bu hadîsin münkerliğine delâlet eden delillerin en kuvvetlilerindendir. Sahabe içinde bu isimde birinin olduğunu söyleyenler başka bir şeye değil, sâdece bu hadîse dayanmışlardır. En doğrusunu Allah bilir. Görüşlerden sahîh olanı İse İbn Abbâs'tan rivayet edilen Sicill'in, sahîfe olduğu görüşüdür. Ali İbn Ebu Talha ve Avfî bu açıklamayı îbn Abbâs'tan rivayetle zikretmişlerdir. Mücâhid, Katâde ve bir çokları buna dayanmış, bunu belirtmişler ve İbn Cerîr de bu görüşü tercîh etmiştir. Zîrâ bu kelimenin, sahîfe anlamında olduğu arap dilinde bilinmektedir. Dolayısıyla sözün anlamı da bu olmalıdır. Dolayısıyla «Göğü kitab dürer gibi düreceğimiz gün...» âyetinde kelimesinin başında olan «lâm» harf-i cerri harf-i cerri anlamındadır. Nitekim «Böylece ikisi de teslîm olunca, babası; oğlunu alnı üzeri yatırdı.» (Saffât, 103) âyetindeki kelimesinin başında bulunan harf-i cer de böyledir ve bunun dilde daha birçok benzerleri vardır. En doğrusunu Allah bilir.
«Yaratmaya İlk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir va'd olarak onu yeniden vâr edeceğiz. Doğrusu Biz yapanlarız.» Bu; Allah Te-âlâ'nın' bütün yaratıkları yeni bir yaratılışla var ettiği gün mutlaka olacak, meydana gelecektir. Onları ilk olarak yarattığı gibi, onları yeniden yaratmaya da elbette güç yetiricidir. Bunun meydana gelmesi vâcibdir. Zîrâ va'dinden dönmeyen ve değiştirmeyen (sünnetinde hiç bir değişiklik olmayan) Allah'ın va'dl cümlesinderidir. O, buna güç yetiricidir. Bunun içindir ki: «Doğrusu Biz yapanlarız.» buyurmuştur îmâm Ahmed der ki: Bize Vekî1 ve İbn Ca'fer'İn mânâ olarak Şu'be kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetlerinde o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) bize öğüt vererek kalktı ve buyurdu ki: Şüphesiz siz yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak Allah'ın huzurunda haşrolunup toplanacaksınız. «Yaratmaya ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir va'd olarak onu yeniden var edeceğiz. Doğrusu Biz yapanlarız.» Ve râvî hadîsin tamâmını zikretmiştir. Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde hadîsi Şu'be'den rivayetle tahrîc etmişlerdir. Yine aynı hadîsi Buhârî, kitabının bu ayetin tefsirine dâir olan babında rivayet eder. Hadîsin bir benzeri Leys İbn Ebu Süleym tarafından Mücâhid'den, o Hz. Aişe'den, o da Hz. Peygamber (s.a.) den şeklinde bir isnâdla rivayet edilmiştir. «Taratmaya ilk başladığımız gibi onu yeniden var edeceğiz.» âyeti hakkında İbn Aibbâs'tan rivayetle Avfî şöyle der : İnsanlar yaratılmazdan önce olduğu gibi her şeyi helak edeceğiz.34
105 — Andolsun ki Biz, Zikir'den sonra Zebur'da da yazdık ki: Yeryüzüne ancak sâlih kullarım vâris olur.
106 — Doğrusu bunda ibâdet edenler için tebliğ vardır.
107 — Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed. 38
Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed
Allah Teâlâ burada sâlih kullan için yazıp takdir buyurduğu dünya ve âhiretteki mutluluğu, onlarm dünya ve âhirette yeryüzüne vâris olacaklarını haber vermektedir. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurur : «Yeryüzü muhakkak ki Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar ve akıbet müttakîlerindir.» (A'râf, 128), «Şüphesiz ki Biz, peygamberlerimize ve îmân etmiş olanlara hem dünya hayatında hem de şâhidlerin şehâdet edecekleri günde mutlaka yardım ederiz.» (Öâfİr, 51), «Allah; İçinizden îmân edip sâlih amel işleyenlere va'd etti ki: Onlardan Öncekileri nasıl halef kıldı ise onları da yeryüzüne halef kılacak ve onlar için beğendiği dini temelli yerleştirecektir.» (Nur, 55).
Aynca Allah Teâlâ, bunun şüphesiz ve mutlaka meydana geleceğinin şeriat kitablannda ve takdir-i ilâhide yazılmış olduğunu da haber vermiştir. Bunun İçindir ki: «Andolsun ki Biz Zikirden sonra Zebur'da da... yazdık ki...» buyurmuştur. A'meş şöyle diyor: Saîd tbn Cüıbeyr'e «Andolsun ki Biz, Zikir'den sonra Zebur'da da... yazdık ki...» âyetini sordum : Zebur; Tevrat, încil ve Kur'an'dır, dedi. Mücâhid, âyetteki Zi-kir'in kitab olduğunu söyler. îbn Abbâs, Şa'bî, Hasan, Katâde ve bir çoklan derler ki: Zebur; Davud'a indirilendir. Zikir ise Tevrât'dır. Îbn Abbâs'tan rivayete göre âyette anılan Zebur, Kur'an'dır. Saîd îbn Cü-beyr Zikir'in, gökte olan (kitab) olduğunu söyler. Mücâhid'e göre Zebur; Zikir'den sonraki kitablardır. Zikir de, Allah katındaki ana kitab-dır. îbn Cerîr —Allah ona rahmet eylesin— bu görüşü tercîh etmiştir. Zeyd Îbn Eşlem de bunun ilk kitab olduğunu söyler. Sevrî ise bunun Levh-i Mahfuz olduğunu söylemiştir. Abdurrahmân îbn Zeyd îbn Eşlem der ki: Zebur; peygamberlere indirilen kitablardır. Zikir ise bundan Önce kendisine eşyanın yazılı olduğu ana kitabdır. Îbn Abbâs'tan rivayetle Ali Îbn Ebu Talha "der ki: Allah Teâlâ Tevrat, Zebur ve göklerle yer olmazdan önceki geçen ilminde, Muhammed ümmetinin yeryüzüne vâris kılınacağını, onları cennete koyacağını, onların sâlihler olduklarını haber vermiştir. îbn Abbâs'tan rivayetle Mücâhid'in belirttiğine göre; o, «Yeryüzüne ancak sâlih kullarım vâris olur.» âyetinde geçen yeryüzünün, cennet arazîsi olduğunu söylemiştir. Ebu Aliyye, Mücâhid, Saîd îbn Cübeyr, Şa'bî, Katâde, Süddî, Ebu Sâlih, Rebî' Îbn Enes ve Sevrî de böyle söylemiştir. Ebu Derdâ: Bizler; sâlih olanlarız, demiştir. Süddî de, onların mü'minler olduğunu söyler.
Doğrusu kulumuz Muhammed (s.a.) e indirmiş olduğumuz şu Kur'-an'da da ibâdet eden bir kavim İçin tebliğ, menfaat _ve bir yeterlilik vardır. Onlar ki, Allah'a O'nun meşru' kıldığı, sevdiği ve hoşnûd olduğu şekilde ibâdet eder, şeytâna ve nefislerinin arzulanna itâata Allah'a itaati tercîh ederler.
Allah Teâlâ, «Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.» âyetinde Muhammed (s.a.) i âlemler için bir rahmet kıldığım haber verir. Onu, bütün âlemlere bir rahmet olarak göndermiştir. Bu rahmeti kabul edip bu nimete şükredenler dünyada ve âhirette mutluluğa ulaşırlar. Onu reddedip inkâr edenler ise dünyada ve âhirette hüsrana uğrarlar. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette : «Allah'ın verdiği nimeti küfre çevirip değiştirenleri ve milletlerini helak olacakları yere götürenleri görmüyor musun? Yaslanacakları cehenneme ki o, ne kötü bir karargâhtır.» (îbrâhîm, 28-29) buyururken, Kur'an'ı niteleme sadedinde diğer bir âyette şöyle buyurmuştur : «De ki: Bu, îmân edenlere hidâyet ve şifâdır. îmân etmemiş olanların İse kulaklarında ağırlık vardır. Ve bu; onlara kapalıdır. Sanki bunlara uzak bir mesafeden sesleniliyor da anlamıyorlar.» (Fussilet, 44). Müslim Sahîh'İnde der ki: Bize İbn Ebu Ömer'in... Ebu Hüreyre'den rivayetinde o, şöyle demiştir : Ey Allah'ın elçisi, müşriklere beddua et, denildi de : Şüphesiz ben, çok la'net edici olarak gönderilmedim. Ben ancak bir rahmet olarak gönderildim, buyurdu. Hadisi sâdece Müslim tahric etmiştir. Başka bir hadîste ise: Ben, ancak bahşedilmiş (hidâyete erdirilmiş ve hidâyete erdiren) bir rahmetten ibaretim, buyrulmuştur. Hadîsi Abdullah İbn Ebu Urâbe ve başkaları Vekî1 kanalıyla... Ebu Hüreyre'den merfû' olarak rivayet etmişlerdir. İbrâhîm el-Harbî der ki: Bir başkası hadîsi Vekî'den rivayet etmiş, fakat (hadîsin isnadında) Ebu Hüreyre'yi zik-retmemiştir. Buhârî'ye bu hadîs sorulmuş da, şöyle demiş : Bu hadis Hafs îbn Öıyâs'ın yanında mürsel olarak mevcûddur. Hafız İbn Asâ-kir : Mâlik İbn Süayr İbn el-Hıms... Ebu Hüreyre'den merfû' olarak rivayet etmiştir, dedikten sonra Ebu Bekr İbn el-Mukrî ve Ebu Ahmed el-Hâkİm kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayete göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) : Ben, ancak bahşedilmiş bir rahmetten İbaretim, buyurdu, diye hadisi zikretmiştir. Yine îbn Asâkir, Salt İbn Mes'-Ûd kanalıyla... İbn Ömer'den rivayet ediyor ki, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki Allah Teâlâ beni bahşolunmuş bir rahmet olarak gönderdi. Ben bir kavmi (inananları) yüceltmek ve diğerlerini alçaltmak için gönderildim.
Ebu Kasım Taberânî der ki: Bize Ahmed İbn Muhammed İbn Nâfi' et-Tahhân'ın... Muhammed İbn Cübeyr îbn Mut'im'den, onun da babasından rivayetinde o, şöyle anlatmıştır: Hz. Hamza'nın seriyyesin-den Mekke'ye dönüşünde Ebu Cehil Mekke'ye gelmiş ve: Ey Kureyş topluluğu, muhakkak ki Muhammed Yesrib'e inmiş ve öncülerini göndermiştir. O, ancak sizden bir şeyler elde etmek İstiyor. Onun yoluna uğramaktan veya ona yaklaşmaktan sakının. Şüphesiz o, yırtıcı bir arslan gibidir. Size karşı son derece öfkelidir. Zîrâ sizler, devenin ayağından (veya tırnağından) kurtçukların sökülüp atıldığı gibi onu Mekke'den sürüp çıkardınız. Allah'a yemin olsun ki onun bir büyüsü var. Onu ve ashabından birini gördüğümde mutlaka onlarla birlikte şeytânı gördüm. Sizler Kayle'nin iki oğlunun —Evs ve Hazrec kabilelerini kasdediyor— düşmanlığını İyi bilirsiniz. O (Muhammed), düşmandan yardım alan bir düşmandır, demişti. Mut'im İbn Adiyy ona şöyle dedi: Ey Ebu Hakem, Allah'a yemîn olsun ki sizin kovmuş olduğunuz kardeşinizden dili daha doğru, va'dinde daha sâdık birisini asla görmedim. Madem ki yaptığınız şeyleri yapmış bulundunuz, o halde insanların ondan geri, uzak duran ve ona ilişmeyeni olun. Ebu Süfyân îbn Haris ise şöyle dedi: İçinde bulunduğunuz halden daha şiddetli, katı ve sert olun. Eğer Kayle'nin iki oğlu sizi ele geçirecek olurlarsa, sizin hakkınızda hiç bir anlaşma ve merhamet gözetmezler. Eğer bana itaat edecek olursanız, sizi en hayırlı sığmağa sığındırırım veya Mühammed'i onların arasından çıkarırsınız da, kovulmuş halde ve tek başına kalır. Kay-le'nin iki oğluna gelince; Allah'a yemin olsun ki zillet ve alçaklıkta onlar Dehlek 35 ahâlîsiyle birdirler... Bu, Allah Rasûlü (s.a.) ne ulaştığında şöyle buyurdu : Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki onları mutlaka öldüreceğim, onları mutlaka asacağım ve onlar istemeye istemeye kendilerini Allah'ın beni göndermiş olduğu rahmete ulaştıracağım. Allah, dinini gâlib getirinceye kadar beni öldürme-yecektir. Benim beş ismim var: Ben Muhammed'im, Ahmed'im, ben Allah'ın benimle küfrü imha edeceği imha edici, siliciyim. Ben, insanların ayaklarım dibinde toplanacağı Hâşir'im. Ben, son gelenim. Ah-med İbn Salih der ki: Bu hadîsin sahîh olduğunu umarım.
İmâm Ahmed der ki: Bize Muâviye îbn Amr'ın... Amr İbn Ebu Kurra el-Kindî'den rivayetinde o, şöyle anlatmıştır: Huzeyfe Medâin'-deydi ve Allah Rasûlü (s.a.) nün söylediği birtakım şeyleri zikrediyordu. Huzeyfe, Selmân'a geldi de, Selmân şöyle dedi: Ey Huzeyfe, şüphesiz Allah Rasûlü (s.a.) öfkeliyken de hoşnûdluk ve şadlık halindeyken de bir şeyler söylerdi. Ben biliyorum ki Allah Rasûlü (s.a.) bir hutbesinde şöyle buyurmuştu : Ümmetimden birine öfkeli halimde sövmüş veya la'net etmişsem, ben ancak Âdemoğlundan birisiyim. Onların öfkelendiği gibi, ben de öfkelenirim. Allah beni ancak âlemlere bir rahmet olarak göndermiştir. Ben onu (bu rahmeti) kıyamet günü ona (o kula) bir dua kılacağım. Hadîsi Ebu Dâvûd, Ahmed îbn Yûnus'dan o da Zâide'den rivayet etmiştir.
Onu inkâr eden için hangi rahmet meydana gelmiştir, diye sorulursa buna Ebu Ca'fer İbn Cerîr'in rivayet ettiği şu hadîsle cevab veririz: îshâk İbnŞâhîn kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayete göte; o, «Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân etmişse, dünyada ve âhirette ona rahmet yazılır. Kim de Allah'a ve Rasûlüne îmân etmemişse, daha önceki ümmetlerin başına gelen yere geçirme ve başına taş yağdırmadan affolunmuştur. İbn Ebu Hatim de Mes'ûdî kanalıyla... îbn Abbâs'tan yukardakine benzer şekilde hadîsi rivayet etmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Ebu Kasım Taberânî'nin Abdan İbn Ahmed kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetinde ise o, «Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Kim ona tâbi olmuşsa, dünyada ve âhirette onun için bir rahmet olmuştur. Kim de ona uymamışsa, diğer Ümmetlerin başına gelen yere geçirme, yüzlerini silme ve başlarına tas, yağmadan affolunmuştur.36
İzahı40
İzahı
«Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik» âyetine gelince, burada birkaç mes'ele vardır.
Birinci Mes'ele : Hz. Muhammed (s.a.) in hem din ve hem de dünya işleri bakımından bir rahmet olmasına dâirdir. Hz. Peygamber (s.a.), din bakımından bir rahmettir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) efendimiz, insanların câhiliyet ve sapıklık içinde oldukları, ehl-i kitâb'ın kitabla-nnda bulunan farklılıklardan, doğru haberlerden mahrum bulunmalarından ve uzun süre öylece kalmalarından dolayı dinleri hakkında bir şaşkınlık içinde bulundukları bir zamanda gönderilmiş; hakkı arayan herhangi bir kimsenin kurtuluş ve sevâb yolunu bulamadığı bir zamanda gelerek insanları hakka çağırmış, onlara sevâb ve mükâfat yolunu göstermiş, birçok hükümler vaz'ederek helâl ve haramı belli etmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen bu ilâhî rahmetten ancak Hakk'ı arayan; taklîd, inâd ve kibir hastalıklarına tutulmayan, Allah Teâlâ-nın tevfîk ve hidâyetine mazhar olanlar faydalanabilmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Allah, bu duruma işaretle şöyle buyurmaktadır : «De ki: Bu, îmân edenlere hidâyet ve şifâdır. îmân etmemiş olanların İse, kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve bu onlara kapalıdır.» (Fussilet, 44).
Hz. Peygamber (s.a.) bu dünya hayatı bakımından da bir rahmet idi. Çünkü kendi zamanının insanları onun vasıtasıyla birçok fenalıklardan, yağma ve savaşlardan kurtulmuş ve onun dini hürmetine zaferler elde etmişlerdi. Ancak denebilir ki, Rasûlullah (s.a.) savaş ve küfredenlerin ve mallarının garıîmet olarak alınmasını mubah- görme gibi şeyler de getirmiştir. Binâenaleyh onun dünya nimetleri bakımından bir rahmet olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Bu soruya birkaç açıdan cevab vermek mümkündür: 1) Hz. Peygamber (s.a.), savaşı yalnız şirkde inâd eden, gurura kapılan ve gerçeği düşünmeyenler için getirmiştir. Allah Teâlâ'nın sıfatları arasında Rahman ve Rahîm de vardır. İşte .bu rahmet aynı zamanda âsîlerden intikam almayı gerektirir. Ayrıca bazan zarara da sebep olabilen yağmur hakkında Cenâb-ı Allah : «Gökten bereketli bir su indirdik.» (Kaf, 9) buyuruyor. Burada olduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.) in inâdçılara karşı yaptığı savaş, onun rahmet olması vasfım kaldırmaz. 2) Hz. Peygamber (s.a.) den önce gönderilen herhangi bir peygamberi ümmeti ısrarla reddettiği zaman Allah Teâlâ onları yere batırma, hayvan şekline sokma ve suda boğma gibi âfetlerle yok ederdi. Fakat Hz. Muhammed (s.a.) i tekzîb eden müşriklerin azabı öldükten sonraya veya ahirete te'hîr edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ «Halbuki sen içlerinde iken, Allah onlara azâb etmez.» (Enfâl, 33) buyurmuştur. Bu noktada «Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları azâblandırsın.» (Tevbe, 14) ve, «Allah'ın münafık erkekleri ve münafık kadınları cezalandırması için.» (Ahzâb, 73) âyetleri bu mesele ile çelişkili değildir. Çünkü bu iki âyet, amm (genel) olan bir duruma açıklık getirmekte, onu ta,hs& etmektedir. 3) Rasûlullah (s.a.) ((Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzerindesin.» (Kalem, 4) âyetinin de gösterdiği gibi, son derece güzel bir ahlâk sahibi idi. Ebu Hüreyre (r.a.) nin rivayet ettiğine göre; bir defasında kendisine : Ya Rasûlallah, müşrikler İçin beddua ediniz, dendiğinde; ben bir azâb olarak değil, sâdece bir rahmet olarak gönderildim, buyurmuştur. Huzeyfe (r.a.) nin rivayetinde İse şöyle buyurmaktadır: Ancak, ben de bir insanım. Herhangi bir insan gibi ben de sinirlenebilirim. Binâenaleyh herhangi bir kimseye acı bir söz söylemiş İsem, Allah'tan o-sözleri kıyamet günü o kimse İçin bir duâ hükmüna geçirmesini niyaz ederim. 4) Abdurrah-mân tbn Zeyd : Âlemlere rahmet olarak demek; özellikle mü'minler için rahmet olarak, demektir, demiştir. Ebu'l-Kâsım el-Ensârî bu iki görüşün aynı mânâyı ifâde ettiğini söylemektedir. Nitekim daha önce açıkladığımız gibi, şayet Allah (c.c.) m ve Rasûlü (s.a.) nün âyetlerini düşünmüş olsalardı, Hz. Peygamber (s.a.) herkes için bir rahmet olacaktı. Fakat ondan yüz çevirip gurura kapılanlar, âyette «Kur'an onlara kapalıdır.» (Fussİlet, 44) Duyurulduğu gibi, kendi kendilerini yine kendileri mihnet ve felâkete atmışlardır.
İkinci Mes'ele : Mu'tezile mezhebinde olanlar şöyle bir fikir ileri sürüyorlar: Eğer Allah Teâlâ ehl-i sünnet âlimlerinin söylediği gibi, kâfirlerin İşlemiş oldukları küfrü murâd edip, peygamber (s.a.) i kabul etmelerini düemememiş olsaydı, hattâ bu kimselerin -peygamberi sâdece reddetmelerini dileyip onlar için bunları yaratmış ve onları da yalnız bu fıtrat üzere yaratmış bulunsaydı; bu durumda onlara peygamber göndermesi onlar için- bir rahmet olmak şöyle dursun, bir azâb Ve felâket olurdu. Oysa nasslar bunun hilafını; Hz. Peygamber (s.a.) in bir rahmet olarak gönderildiğini gösteriyor. Hz. Peygamber (s.a.) in kâfirlere rahmet olarak gönderilmesini, daha önce gelmiş geçmiş milletlerin cezaları hemen bu dünyada verildiği gibi, bunların cezalarının bu dünyada verilmemesi açısından ele almak doğru olmaz. Çünkü bize göre o, bütün İnsanlara aynı ölçüde rahmettir. Sizin kâfirler nokta-i nazarından bulunduğunu söylediğiniz azabın te'hîr edilmesi mes'elesi mü'minler için de vâki'dir. O halde Hz. Peygamber (s.a.) in mü'minler için rahmet olması nokta-i nazarından kâfirler için de rahmet olması gerekir. Bu durumda bir ölçüde rahmet olma esâsı ihlâl edilmiş; â$î olan kâfirler mü'minlerden daha kazançlı olmuş olurlar. Ayrıca kâfirler için Rasûlullah (s.a.) m gönderilmesinden sonra vâki* olduğunu söylediğiniz birtakım nimetler, onun gönderilmesinden önce de vâki' idi. Hattâ ondan önce bu nimetler daha da fazla idi. Çünkü Rasûlul-lah (s.a.) in gönderilmesinden sonra müşrikler birtakım endîşe ve korkulara kapılmışlardır. Sonra bir de cihâd emri vardır ki bu, onlann çoğunun canlarına mal olmuştur. Binâenaleyh âyet-i kerîme'den nıurâd edilen mânâ, sizin ileri sürdüğünüz mânâ olampz. Buna cevaben şöyle diyebiliriz: Siz diyorsunuz ki, Allah Teâlâ Ebu Leheb'in îmân etmeyeceğini bildiği ve bunu haber verdiği İçin bütün bunlardan sonra ona, îmân etmeyi emretmesi Allah (c.c.) in ilmini cehle, doğru olan haberini yalana çeviren bir emir olur ki, bu muhaldir ve muhali emretmektir. İşte sizin İleri sürdüğünüz bu görüşe rağmen Hz. Muham-med (s.a.) in gönderilmesi insanlar için rahmet olabiliyorsa; Allah Te-âlâ'nın, kâfirin küfrünü yaratmış olması halinde bile, onun peygamber olarak gönderilmesinin bir rahmet olduğunu kabul etmemiz niçin mümkün olmasın? Zîrâ kâfirin gücü yalnız küfrü işlemeye elverişli bir güç ise bunun niçin böyle olduğunu Mu'tezİle'ye sormak gerekir. Şayet bu güç, hem küfre ve hem de îmâna kullanılmaya elverişli ise bunlardan birini tercih etmek, bu konuda bir teselsülü önlemek İçin, Allah Teâlâ'nm yaratacağı bir müreccihin bulunmasını gerektirir. Bu da Mu'tezile'nin görüşünün yanlış olduğunu gösterir. Sonra şunu da sorarız ki: Niçin Hz. Peygamber (s.a.), intikam azabını te'hîr etmek mânâsına kâfirler için bir rahmet olmuş olmasın? Mu'tezile âlimleri Hz. Peygamber (s.a.) in herkes için aynı bakımdan rahmet olması halinde, mü'minler için rahmet olduğu nokta-i nazardan kâfirler için de rahmet olması gerektiğini söylemektedirler. Bize göre yukarıdaki âyette, Rasûlullah (s.a.) m herkes için bir veya iki bakımdan rahmet olduğuna dâir herhangi bir kayıd yoktur. O halde bu kimselerin, Hz. Peygamber (s.a.) İn herkes için bîr bakımdan rahmet olduğunu iddia etmeleri delilsiz verilmiş bir hükümdür. Kâfirlerin Hz. Peygamber (s.a.) gönderilmeden önce de dünya nimetlerine sahip olduklarına, gelince; bu doğrudur. Fakat Hz. Peygamber (s.a.) mü'minlere rahmet olduğu için ilk zamanlar kâfirler, üzerlerine bir azâb gelmesinden korkmuşlardı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), aralarında bulunduğu için kendilerine herhangi bir azâb gelmeyeceği açıklanınca, Rasûlullah (s.a.) müşrikler için de bir rahmet olmuştur.
Üçüncü Mes'ele : Bazı âlimler bu âyete istinâd ederek, meleklerin de âlemler kelimesinin kapsamına girmesinden ötürü Hz. Muhammed (s.a.) İn meleklerden daha üstün olduğunu, dolayısıyla melekler için de bir rahmet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe şöyle cevab verebiliriz : Bu görüş, Allah Tealâ'nın melekler hakkında «Onlar, îmân edenler için af dilerler.» (Ğâfir, 7) âyetiyle çelişmektedir. Çünkü meleklerin mü'minler için af dilemesi, onların mü'minler için bir rahmet olduklarını gösterir ve Peygamber (s.a.) de mü'minlerden biridir. Keza «Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi Överler.» (Ahzâb, 56) âyeti de aynı mâhiyettedir.37
108 — De ki ; Gerçekten bana, sizin tanrınızın yalnızca bir tek tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık müslüman olacak mısınız?
109 — Şayet yüz çevirirlerse de ki : Ben, size eşitlik üzere bildirdim. Artık tehdîd edildiğiniz şeyin yakın mı, uzak mı olduğunu bilmem,
110 — Doğrusu O, sözün açığa vurulanını da bilir, gizlediklerinizi de bilir.
111 — Bilmem. Belki bu, sizin için bir deneme ve bir süreye kadar yararlanmadır.
112 — Dedi ki: Rabbım, hak ile hükmet. Rahman olan Rabbımız. Sizin nitelendirmelerinize karşı yardımına sığınılacak olandır.
Sizin İlâhınız. 41
Sizin İlâhınız
Allah Teâlâ Rasûlüne, müşriklere şöyle demesini emreder: ((Gerçekten bana, sizin tanrınızm yalnızca bir tek tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık (buna tâbi olup, boyun eğip teslim olacak) müslüman olacak mısınız? Şayet senin kendisine çağırıp, davet ettiğini terkeder ve yüz çevirirlerse de ki: «Ben, size eşitlik üzere bildirdim.» Sizin bana düşman olduğunuz gibi benim de size düşman olduğumu, sizin benden uzak olmanız gibi benim de sizden uzak olduğumu size bildirdim. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: «şayet seni yalanlarlarsa : Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir. Siz, benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım de.» (Yûnus, 41), «Eğer bir kavmin hiyânet etmesinden korkarsan; sen de onlara karşı aym şekilde davran.» (Enfâl/ 58) Bu, karşılıklı ve müsâvî olarak anlaşmaların bozulduğunu, senin ve onların bilmesi içindir. Burada ise şöyle buyuruyor : «şayet yüz çevirirlerse de ki: Ben, size eşitlik üzere bildirdim.» Benim sizden uzak olduğumu, sizin de benden uzak olduğu-, nuzu bildiğim için size bildirdim.
«Artık tehdîd edildiğiniz şeyin yakın mı, uzak mı olduğunu bilmem.» Bu, mutlaka meydana gelecektir. Fakat onun yakınlığı ve uzaklığı hakkında benim hiç bir bilgim yoktur. «Doğrusu O, sözün açı^a vurulanını da bilir, gizlediklerinizi de bilir.» şüphesiz Allah, gaybm hepsini bilir. Kulların açığa vurduğunu da gizlediklerini de bilir. Açık olan şeyleri ve gönüllerde olanları, gizliyi ve gizlinin de gizlisini en iyi O bilir. Kulların açık ve gizli hallerinde neler yapacaklarını da bilen O'dur. Az olsun, çok ve büyük olsun bunlar sebebiyle onları cezalandıracaktır.
«Bilmem. Belki bu, gecikme sizin için bir deneme ve bir süreye kadar yararlanmadır.» âyeti hakkında İbn Cerîr der ki: Belki de bunun geciktirilmesi, sizin için bir imtihan ve belirli bir süreye kadar geçindirme, faydalandırmadan ibarettir. Bunu Avn da İbn Abbâs'tan nakletmiş olup en doğrusunu Allah büir.
«Dedi ki: Rabbım, (gerçeği yalanlayan kavmimizle aramızda) hak ile hükmet.» Katâde der ki: Peygamberler: «Rabbımız, kavmimizle bizim aramızda Sen, hak ile hüküm ver. Sen, hüküm verenlerin en ha-yırlısısın.» (A'râf, 89) derlerdi. Allah Rasûlü (s.a.) de böyle demekle emrolundu. Mâlik'den, onun da Zeyd İbn Eslem'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) bir savaşta hazır bulunduğunda: «Rabbım hak ile hükmet.» derdi.
«Rahman olan Rabbımız sizin nitelendirmelerinize karşı yardımına sığınılacak olandır.» Onların söyleyip attıkları iftiralara karşı, yalanlama ve iftiralarının her bir makam ve derecesine karşı ancak Allah'tan yardım istenir.38