Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Felak
İzahı5
İzahı
Hadîste zikredilir ki; Rasûlullah (s.a.)a büyü yapılmış ve öyle ki yapmadığı şeyi yapıyormuş gibi hayâl eder olmuş. İmâm Mâzeri der ki: Ehl-i sünnet mezhebinin ve bu ümmetin bilginlerinin cumhurunun ka-nâatına göre; sihir vardır, onu inkâr edenlerin ve hakikat olduğunu reddedenlerin hilâfına o diğer var olan şeyler gibi gerçek bir varlığa sahiptir. Onu inkâr edenler, sihir sonunda meydana gelen uydurma hayâllerin hakîkatla ilgisi bulunmadığını söylerler. Allah Teâlâ büyüyü kitabında zikretmiş ve bunun öğrenildiğini bildirmiştir. Yine Kur'ân'da sihir yapanın tekfir edileceğine işaret olmak üzere; kişiyle eşinin arasının büyü ile ayırıldığını belirtmiştir. Bütün bunların gerçekliği olmayan bir şeyin neticesi olması imkânsızdır. Sahîh hadîs, sihrin varlığını açıkça belirtmektedir. Akıl bakımından da uzak sayılamaz. Allah Teâlâ birbiri ardı sıra iliştirilen sözler veya cisimlerin terkibi veya büyücüden başka kimsenin bilmediği güçlerin birleştirilmesi yoluyla âdetlerin üstünde âdetleri yok edebilir. Sihir yapılması halinde fiilin faili yine Allah'tır. Ondan çıkan şey ise, Allah'ın kullarından dilediğinin eliyle gerçekleştirdiği bir âdettir. Eğer derseniz ki; kendisinden kaçılan şey, Allah'ın kaza ve kaderiyle midir, yoksa değil midir? Eğer Allah'ın kaza ve kaderiyle ise nasıl kader olan bir şeyden Allah'a sığınılması istenebilir? Eğer Allah'ın kaza ve kaderiyle değilse bu, kudretin yırtılması demek olur. Ben derim ki: Varlıkta meydana gelen her şey Allah'ın kader ve kazası iledir. Okuma ve rukye ile şifâ dileme de Allah'ın kaza ve kaderi iledir. Bunun doğruluğu Tirmizî'nin İbn Ebu Hazâme'den naklettiği şu hadistir: İbn Ebu Hazâme babasından nakleder ki; o, şöyle demiştin Ben, Rasûlullah (s.a.)a: Ey Allah'ın Rasûlü, görüyor musun biz bir ruk-ye ile korunuyoruz. Bir deva ile tedâvî oluyoruz ve bir sakınma ile sakınıyoruz. Bütün bunlar Allah'ın kaderinden bir şeyi reddetmek midir? diye sordum da Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Bu, Allah'ın kaderinden-dir. Tirmizî der ki: Bu, hasen bir hadîstir. Hz. Ömer de; biz Allah'ın r kaderinden diğerine kaçıyoruz, demiştir,
Bazı bid'at ehli Hz. Aişe (r.a.)nin üzerinde ittifak bulunan hadîsini inkâr etmişler ve bunun peygamberlik makamının değerini düşürdüğünü, onda kuşkular yarattığını ve bunu uygun görmenin şeriata güveni engelleyeceğini sanmışlardır. Bu bid'at ehline, iddia ettikleri şeylerin bâtıl olduğu bildirilerek karşı çıkılmıştır. Çünkü kesin olan nakli deliller, Rasûlullah'm doğru ve ma'sûm olduğuna ve tebliğ ettiği şeylerde yalan bulunmadığına delâlet etmektedir. Mucizeler de bunun şahididir. Delilin ortaya koyduğunun aksini caiz görmek ise, bâtıldır. Dünya işleriyle ilgili bazı hususlara gelince; bu, insan olarak ânz olan şeylerdir. Peygambere dünya işleriyle ilgili bazı gerçek olmayan şeylerin gösterilmesi mümkündür. Denildi ki: Peygambere eşleriyle birleşmediği halde, birleşmiş olduğu vehmi verilmişti. Bu tür şeyler insanın rü'yâsmda karşılaştığı şeylerdir. Rü'yâda karşılaşılan şeylerin uyanık olarak düşünülmesi ve gerçek olmaması uzak sayılamaz. Ve yine denildi ki: Peygamber bir şeyi yapmadığı halde yapmış gibi olmuştur. Onun böyle sanması o şeyin doğruluğunu kabul etmeyi gerektirmez. Binâenaleyh ona inanmak doğruluk üzerinde olur. Kâdî İyâzder ki: Bazı rivayetlerde bu hadîsin peygamberin bedenîne büyünün musallat olduğu şeklinde kaydedildiği vâriddir. Buna göre büyü, dış organlarına ve bedenine hâkim olmuş, kalbine, aklına ve inancına hâkim olmamıştır. Bunda risâlete gölge düşürecek, bâiıl ve sapıklık ehlinin kınamasına vesîle olacak bir şey 'yoktur... 2
«Düğümlere' üfürenlerin şerrinden» İpleri düğümleyip onlara üfü-ren büyücü kadınların veya ruhların şerrinden kelimesi, üfürme demektir. Bunun bahusus zikri ise; rivayet edildiğine göre bir yahûdî kadının Hz. Peygambere büyü yapmasıdır. O, on bir düğüm çalarak bir kuyuya saklamıştı. Rasûlullah (s.a.) hastalanınca Nâs ve Fe-lak sûreleri indirilmiş ve Cebrâîl (a.s.) ona düğümün yerini haber vermişti. Hz. Peygamber de Hz. Ali (k.v.)yi göndererek onu getirtmiş ve bu sûreleri ona okumuştu. Her âyeti okuduğunda bir düğüm çözülmüş ve Peygamber de yavaş yavaş rahatlık duymaya başlamıştı. Bu, elbette-ki kâfirlerin peygamber için söylemiş oldukları; «büyülenmiştir» sözünü doğrulamayı gerektirmez. Çünkü onlar peygamber için; büyü yapılarak delirmiştir, ciemek istiyorlardı'. Denildi ki; düğümlere üfürmekten maksad, üfleyerek düğümleri yumuşatıp çözmek için muhtelif hilelerle yüklerin çözülmesini sağlamaktır. Çünkü her üfüren şirretlidir. Ama her karanlığın ve her hased edicinin durumu bunun aksinedir.
«Hased ettiğinde hased edenlerin şerrinden» Hasedini açığa çıkarıp ona göre davranan kişlerin şerrinden. Çünkü hasedini açığa vurmazdan önce hased edilene herhangi bir zarar gelmez. Özellikle hasedini açığa çıkarması sözkonusu edilmiştir, çünkü onun sevinmesi bunun üzülmesinin nedenidir. Bunun bahusus zikredilmesi ise insana zarar vermenin ana ilkesi olmasındandır. Hattâ başka canlılara da. «Karanlık» kavli ile aydınlıktan uzak olan şey kasdedilmiş olabilir. Keza buna benzer güçler de kasdedilmiş olabilir. Üfürmelerle de bitkiler kasdedilmiş olabilir. Çünkü onun* uzunluğunun, genişliğinin ve derinliğinin artması nedeniyle üfürme, bitkisel güce benzemektedir. Sanki o üç düğüm çalıp üşürmektedir. «Hased eden» kavli de hayvana delâlet edebilir. Çünkü o, başkasına sırf tamah nedeniyle kötü maksad taşımaktadır. Özellikle yaratıklar âleminde bunların seçilip sözkonusu edilmesi kötülüğün en basît nedeni olmalarından dolayıdır.3
«Düğümlere üfürenlerin şerrinden.» Bu üfürenlerden maksad; dostluk bağını koparan ve nefret duygularını alevlendiren nemîmeci (kovu-cu) kişilerdir. İfadenin âyet-i kerîme'deki şekilde vârid olmasının sebebi; sânı yüce olan Allah'ın, bu kovuculan istedikleri zaman kişiyle eşi arasındaki sevgi bağını çözmeye çalışan sihirbazlara benzetmek istemesindendir. Nitekim onlar avam katında bağlar bağlayarak bu vehmi uyandırırlar. Sonra bağladıkları bu düğümlere üfürürler. Karıyla kocanın arasındaki bağın çözülmesini gerçekleştirmek için bağladıkları bu düğümleri çözerler.
Kovuçuluk bir tür büyü de olabilir. Çünkü kovuculuk gizli ve yalan o{ bir nedenle iki dost arasındaki sevgiyi düşmanlığa dönüştürür. Nasıl gece; karanlığı ile, yürüyenlerin yolunu şaşırtırsa kovucu da dostların vicdanını şaşırtır. Bu sebeple Allah Teâlâ, «Bastırdığı zaman karanlığın şerrinden.» buyurduktan sonra: «Düğümlere üfürenlerin şerrinden» buyuruyor. Bir kişinin kovucuların şerrinden korunma hususunda ihtiyatlı davranması kolay değildir. Çünkü o, seninle ilgili olarak arkadaşına öyle şeyler anlatır ki; sen onun ne dediğini, ne de diyebileceğini bilirsin. Hattâ yanına geldiğinde sana kendisini yalanlamana imkân bırakmayacak şekilde dostluk gösterisinde bulunur. Öyleyse seni kovucunun şerrinden koruyacak ve ona sığınabileceğin yüce bir güç gerekir ki bu, Allah'ın gücüdür. Burada Hz, Peygamber ile ilgili bazı rivayetler nakledilir. Söylendiğine göre; Peygambere Lebîd İbn A'sam büyü yapmış ve büyüsü etkisini göstermiş. Peygamber bir işi yapmadığı halde yapıyormuş gibi tahayyül ediyormuş veya yapmadığı bir şeyi yapıyormuş gibi gösteriyormuş. Nihayet Allah Teâlâ ona bu büyüyü haber vermiş ve o da kuyunun dibinden büyü muskalarını çıkararak bu dertten kurtulmuş. Bunun üzerine bu sûre nazil olmuş, Şüphesiz ki büyünün Hz. Peygamberde yapmadığı bir şeyi yapıyormuş zannına vardıracak derecede te'sîrli olması, hastalıkların bedenlerdeki te'sîri kabilinden veya bazı günlük hallerde ortaya çıkan unutma ve yanı İma türünden bir hal değildir. Aksine bu aklı etkiler, ruhu yakalar ki bu da müşriklerin onun hakkında söylemiş oldukları sözü doğru çıkarma sonucunu doğurur. Şöyle ki; müşrikler onun için: «Siz, ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz» diyorlardı. Onlara göre büyülenmiş demek aklı karışmış ve olmayan şeyi oluyormuş gibi hayâl eden kimse demektir. Bu takdirde peygambere vahiy gelmediği halde vahiy geliyormuş vehmi izafe edilebilir.
Nübüvvetin ve nübüvvetin gereklerinin neler olduğunu bilmeyen birçok mukallidler dediler ki: Büyünün peygamberin ruhunda etkili olduğuna dâir haber doğrudur ve buna inanmak gerekir. Bunu doğrula-mamak bid'atçilerin uydurmasıdır. Çünkü o, büyüyü inkâr kabîlinden-dir. Halbuki Kur'ân, büyünün sabit olduğunu bildirmiştir.
Sağlam din ve apaçık gerçek, mukallidin nazarında nasıl bid'at oluyor bir bak. Biz bu durumdan Allah'a sığınırız. O, büyünün sabit olduğuna dâir Kur'ân'dan delil getiriyor ve müşriklerin peygambere iftira ettikleri büyüyü red sadedindeki Kur'ân'm hükmünden yüz çeviriyor. Onu te'vîl ediyor da bunu te'vîl etmiyor. Halbuki müşriklerin kasdetti-ği şey çok açıktır. Onlar diyorlar ki: Şeytân Hz. Peygamberi aldatıyor. Onlara göre, şeytânın aldatması sihir çeşitlerinden bir çeşit idi. Onların iddialarına göre, Lebîd'in büyüsü peygamberin akimi ve idrâkini karıştırmıştır.
İnanılması gereken şey, Kur'ân tarafından kesin olarak ifâde edilmiş olan şeydir. Allah'ın kitabı, ma'sûm olan peygamberden tevatür yoluyla gelmiştir. Onun var saydığına inanmak ve reddettiğine inanmamak gerekir. Kurlân peygamberden büyüyü reddetmiştir. Öyle ki peygamberle ilgili büyülenme halini, müşriklerin ve peygamberin düşmanlarının bir sözü olarak ifâde etmiş ve bu iddialarından dolayı onları azarlamıştır. Öyleyse peygamber kesinlikle büyülenmiş birisi değildir. Bu konuyla ilgili hadîse gelince —sahîh olduğu varsayılsa bile— âhad bir hadîstir. Akâid konusunda ise âhad hadîs esâs alınmaz. Peygambe-
rin aklının büyünün te'sîrinden korunmuş olduğuna dâir inanç, inkârı ancak kesin bir delille mümkün olabilecek bir inançtır. Ve bu konuda zan ve tahminlere göre hüküm yürütülmez. Bize âhad tarikiyle ulaşmış olan hadîs, sahîh olarak kabul edenler için dahi ancak zan peyda edebilir. Sahîh olmadığına dâir delil getirenlere göre ise bu, bir hüccet olarak alınamaz. Her halükârda bizim bu hadîsle ilgili mes'eleyi olduğu gibi terkedip inançlanmızı alâkadar eden bir hükme mesned almamamız gerekir. Buna karşılık kitabın hükmünü ve aklî delili esâs almamız îcâbeder. Çünkü peygamberin aklının karıştırıldığı —onların iddia ettikleri gibi— doğru olursa; onun bu esnada kendisine tebliğ edilmemiş olan bir şeyi tebliğ etmiş olması veya kendisine indirilmemiş olan bir şeyi indirilmiş gibi göstermesi vehmi de doğru olur. Halbuki bunun gerçek olmadığı açıklamayı dahi gerektirmeyecek kadar sarihtir. Kaldı ki peygamberin büyülenmemiş olduğunu söylemek, mutlak anlamda büyüyü reddetmeyi gerektirmez. Peygamberden başkasının delilik yoluyla büyülenmiş olması caiz olabilir, ama peygamberin büyülenmiş olması caiz olmaz: Çünkü Allah, onu bundan korumuştur?
Câhil dost ne kadar da zararlı oluyor ve sevdiğini sandığı kişiye ne büyük zararlar veriyor.Biz, Allah'ın katında rüsvâylıktan yine Allah'a sığınırız. Büyüyü reddeden kişinin bid'atçi olması caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ Bakara sûresinde (âyet 285) mü'minlerin inanması gereken şeyleri zikretmiştir. Ve başka âyetlerde de bu konu sözkonusu edilmiştir. Keza müslümanm, müslüman olması için inanması gereken hususlar Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olmuştur. Bu hususlar arasında her milletten putperestlerin inandığı biçimde büyünün varlığına ve gerçekleşeceğine inanmanın gerektiğini bildiren hiç bir hüküm yoktur. Kaldı ki sahîh hadîste vârid olan hüküm, büyü öğretmenin küfür olduğu şeklindedir. Öyleyse şeriat bizden halkın nezdinde sihir olarak bilinen ve bu adı alan şeye dikkatle bakmamamızı istemektedir, Büyünün zikri, Kur'ân'da muhtelif yerlerde vârid olmuştur. Ancak bu ifâdeden c körlerin anladığı mânâyı anlamamız gerekmez. Çünkü lügatta sihir; bir şeyin gerçek şeklini değiştirmek demektir. Nitekim Ferrâ, Mü'minûn süresindeki kavline; nasıl döndürülüyorsunuz? anlamını vermiştir. Öyleyse döndürülme ve te'sîr aynı anlamadır.
Eğer biz büyü kelimesinden; kişi ile eşinin arasını ayıran şey, kocayı karısından ve karıyı kocasından koparan fitne metodlarmı anlarsak ne olur? Nitekim günümüzde bu hususta yazılmış kitablar, verilmiş dersler bulunduğunu ve bazı hükümetlerce siyâsî ajanlara yaptırılmak istenen ayrılık ve fitne taktiklerim öğreten öğrenim kurumları bulunduğunu hocaların peşinde koşulduğunu görüyoruz. Kişiyle eşinin zikredilmiş olması da temsilî olabilir. Ve konuyu en kötü biçimde anlatmak için böyle ifâde edildiği düşünülebilir. Yani o büyücüler o derece kötü hîle ve bozukluk yollarını öğretiyorlardı ki, bununla karıyla kocanın arasım ayırmak mümkün oluyordu. Âyetin seyrinin böyle anlaşılması engellenemez. Şeytânların zikredilmesi de bizim Allah'ın insanlardan aşağılık münafıklara şeytân adını vermiş olduğunu anlamamızı önlemez. Nitekim Allah «Şeytânları ile başbaşa kalınca da...» (Bakara, 14), «İşte böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytânlarını düşman yaptık. Onlardan kimi, kimini aldatmak için cazip sözler fısıldarlar.» (En'âm, 112) buyurmaktadır. Firavun'un büyüsü de bir tür hîle idi. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Bir de ne görsün; onların iplen ve değnekleri büyüleri yüzünden kendisine gerçekten yürüyorlarmış- gibi geldi.» buyurmuştur. (Tâhâ; 66) Ama büyüleri ile bunları yürütüyordu, dememiştir. Nitekim Yûnus şöyle der: Araplar; bu şeyden seni alıkoyan nedir? anlamına seni ne büyüledi? derler.
Eğer bu kişiler güçlü olarak kitabı görebilseler ve arap dilini, akıl sahibi konuşan insanlara yetecek derecede anlayabilselerdi; bu kötülüğü işlemezler ve İslâm'a bu lekeyi sürmezlerdi. Bu sûrenin peygamberin büyülenmişliği ile nazil olduğunun söylenmesi nasıl doğru olabilir? Çünkü bu sûre Atâ, Hasan, Câbir ve İbn Küreyb'in îbn Abbâs'tan naklettiğine göre; Mekke'de nazil olmuştur. Onların iddia ettikleri büyü vak'ası ise, Medine'de olmuştur. Ne var ki olmaz şeyleri söylemeye alışanlarla hiç bir şekilde konuşmak mümkün olmaz. Ğayıbtan Allah'a sığınırız.
«Hased ettiğinde hased. edenlerin şerrinden.» Hased eden, hased edilenden nimetin yok olmasını temenni eder ve onda nimetlerin mev-cûd olmasını, istemez. Hased eden kişi, kıskandığı şeyi uygulayıp ve kıskandığı kişideki nimeti yok etmek için ciddiyetle işe koyulduğunda Allah'ın yaratıkları içerisinde en çok eziyyet veren, en kötü vâsıtalara başvuran kişidir. Kıskanılan kişinin kıskananı memnun etmesi hiç bir şekilde mümkün değildir. Onun tasavvur ettiği ve planladığı kötülükleri durdurmaya da gücü yetmez, öyleyse ondan yalnızca Allah'a sığını-labilir. Onun eziyyetini yok edecek, gayretini boşa çıkaracak yalnız ve yalnız Allah'tır. Allah, bizi hîlekârlann hilesinden korusun, kıskançların kötülüğünden muhafaza etsin. Allah en iyisini bilendir.4
«De ki: Tanyerini ağartan Rabba sığınırım.» Yokluk karanlığını (a'dem) varlık nuruyla yaran Rabba. O (Rab), vücûdu kendiliğinden vâcib olan ilk mebde'dir. Ve vücûdunun kendiliğinden vâcib oluşu, ilk kasıdla kasdedilmiş olan hüviyyetindeki mutlak hayırlı oluşun lâzım-lanndandır. Ondan sudur eden varlıkların ilki O'nun kazası (hükmü) dır. O'n (un hükmünde) asla kötülük (şer) yoktur. Ancak ilk nurun üzerine panldaması neticesinde saklı kalan kısmı müstesnadır. Bu da hüviyyetinden kaynaklanan mâhiyyeti için lâzım olan bulanıklıktır. Bundan sonra sebeplerin birbiriyle çatışması sonucu gerekli olan serler doğar. Ük müsebbib olmak nedeniyle O'nun hükmünün ma'lûllerine nüfuz etmesi O'nun takdiridir ve O, onları bunun için yaratmıştır: Bu sebeple Allah Teâlâ; «Yaratıkların şerrinden» buyuruyor. Ve böylece şerri yaratılar cephesine verip takdir ediyor. Çünkü o şer, ancak takdîr sahibi olan cisimlerden kaynaklanır. Ayrıca cisimler O'nun kazası (hükmü) sonucu değil de kaderi sonucu olduğu için ve cisimler ancak maddede meydana geldikleri için, şe'rrin kaynağı bulunduklarından dolayı kaçınılmaz olarak şerri yaratıklara izafe etmiştir.
Diğer taraftan Allah Teâlâ, «Tanyerini ağartan» diyerek infilâkı yaratıkları için lâzım olan serden önce zikretmiştir. Tanyerinin ağartıl-ması demek olan infilâk, varlık nurunun mümkin mâhiyyetlere dağı-tılmasıdır. Zîrâ infilâk, yaratıkların birbiri için lâzım olan serden öncedir. Bu sebeple ilk maksadla hayır kasdedilmiş, ikinci maksadla da şer meydana gelmiştir. Bundan çıkan netice şudur: Varlık nuru ile a'dem karanlığını yaran; O vücûdu vâcib olandır. Kötülükler O'nun hükmünde (kaza) birinci derecede lâzım olmayıp ikinci derecede kaderi için lâzım olmuştur. Bu sebeple de mahlûkâttan şer lâzımı olanlara, tanyerini ağartan Rabba sığınmayı emretmiştir.
Denilirse ki: Neden «Tanyerini ağartan Rab» buyurdu da, «Tanyerini ağartan ilâh» buyurmadı veya başka bir ifâde kullanmadı? Denilir ki: Burada ilmin gerçeklerinden ince bir sırsaklıdır. Şöyle ki; Rab, terbiye edilenin terbiye edicisidir. Terbiye edilen de hiç bir şekilde terbiye edenden müstağni olamaz. Anne ve babası tarafından terbiye edilen çocuğa bak. O, terbiye edilen olduğu sürece terbiye edenden müstağni olabilir mi? Ayrıca mümkin nıâhiyyetler; ne varlığının herhangi bir ânında, ne de sabit olduğu hallerin herhangi birisinde ilk mebde'in feyzinden müstağni olmadıkları için; kaçınılmaz olarak Rab lafzı kullanılmıştır. İlâh ta böyledir. Çünkü fiiller ilâh olması bakımından ilâha muhtaç değildir. İlâh; ilâh olması bakımından ibâdete müstehaktır. Terbiye edilen ibâdete hak kazanma bakımından makbul olmaz. Öyleyse tanyerinin ağarması; mutlaka onu yaratan bir zâtın ve etkili bir Rabbın bulunmasını gerektirir. Ama bu haliyle o bir ma'bûda ihtiyâç duymaz.
İyi bil ki; burada ayrıca bilimlerin ve işlerin gizliliklerinden bir başka şeye daha işaret vardır. Şöyle ki; kelimeleri lügat bakımından başkasına sığınmaktan ibarettir. Mücerred olarak başkasına sığınmak emredildiğine göre; bu, şunu göstermektedir; kemâllerin elde edilmemesi, iyilikleri doğuran ve yayan zâta bağlı bir mes'eleden dolayı değil, onu kabul edici durumunda olana bağlı biı sebepten dolayıdır. Bu da kesinleşmiş olan şu sözün gerçek olduğunu gösterir: Ne kemâller, ne de onlardan herhangi bir şey ilk mebde' tarafından cimri davranılarak (kısılmış) değildir. Aksine hepsi (ondan) meydana gelmiştir. Yalnızca isti'dâd sahibi olanın alma yönünü oraya yöneltmesine bağlanmıştır. îşte söyleyenine salât ve selâm olası peygamberin (şu hadîsi ile) işaret ettiği mânâ budur: «Doğrusu dehrinizin şu günlerinde Rabbınızın rahmet nefhalarından esintileri vardır. Uyanın ve onu yakalayın.» Böylece lütuf esintilerinin sürekli olduğunu, eksikliğin onu alacak kişide bulunduğunu belirtmiştir. Bunun altında değerli kurallara ve önemli kaidelere bir uyarı yatmaktadır. Ki, düşünme halinde bunları elde etmek, mümkün olur.
Allah Teâlâ'nm «Bastırdığı zaman karanlığın şerrinden.» kavline gelince; sığman; insanın cüzi nefsidir. Ve o, kader donu altında kalan takdir sahiplerinin eşyada gerekli olan şerlerinden sığınmaktadır. Ayrıca insan nefsinin cevherine zarar verme bakımından en etkili olan şeylerin başında beden derisine giren şeyler gelir. Bu bir bakıma onun aracı, ve bir bakıma da üzerindeki yükü olur. Binâenaleyh bir bakımdan bütünüyle lehinde, bir bakımdan da bütünüyle aleyhinde olur. Ki bunlar canlılık güçleriyle, bitkisellik güçleridir. Canlılık güçleri karanlıktır, kapalılıktır, bulanıklıktır. Sen, maddenin yokluk, kötülük ve karanlık kaynağı olduğunu biliyorsun. Sığman durumunda olan nâtık nefse gelince; o, cevheri bakımından sâf, arınmış madde bulanıklıklarından ve ilintilerinden uzak her türlü suretleri ve gerçekleri kabul edici olarak yaratılmıştır. Ayrıca o incelikler ve nurlar; hayâl edici ve veh-medici canlılık güçlerinin, şehvet, gazab gibi eşyaya dışardan giren ve yenilenen diğer şeylerin etkisiyle yok olup gider. O halde bu karanlık da yenilenmektedir. Nefsin cevheri «bastıran karanlık» olduğu ve nâtık nefsin cevherine en yakın olan şeyin o «bastıran ve kaplayan karanlıklar» şeklini alarak bulandığı için bunun zikrini müteakiben ondan daha genel olan bir şeyin zikrine yer verilmiştir. Bastıran karanlıktan ortaya çıkan serler; yaratıkların şerrine, özel ve genelin birbiriyle iştiraki şeklinde iştirak ederler. Ne var ki bu özel şeyin, nefsin karanlık olmasından ayrıcalığı bulunduğundan kaçınılmaz olarak onun zikredilmesi uygun düşmüştür. Böylece nefiste onun kötülüklerin en büyüklerinden olduğu kesinleştirilmek istenmiş ve bu sebeple ondan uzaklaşıp onunla içice girmemek gerektiği önem (le belirtilmek istenmiştir.)
Allah Teâlâ'nm «Düğümlere üfürenlerin şerrinden» kavli ise (bedenin yönetimiyle) görevlendirilmiş olan nebatî güçlere işarettir. Zîrâ bitkisel güçler, bedenin yönetilmesi, gelişmesi ve büyümesiyle görevlidirler. Beden, birbiriyle çekişen ve ayrılmaya müsâid olan muhtelif unsurların bağlanmasından ortaya çıkan bir bağdır. Beden çekişme durumunda olan unsurların birbirleriyle etkileşmelerinden canlı olmuştur. Ancak ona canlılığı soluyan (nefes) şey, bitkisel güçtür. Zîrâ üfür-me, bir şeyin cevherinin her yönden —uzunluk, genişlik ve derinliği kas-dediyorum— mikdârının büyümesini sağlayan nedendir. Gelişen ve beslenen cismin, anıldığı gibi her yönden artmasında etkili olan işte bu güçlerdir. Genişliği, eni ve derinliği kasdediyorum. San'atlardan herhangi birinin bir yandan fazlalık vermesinin bir başka yandan eksikliği gerektirmemesi imkânsızdır. Sözgelimi demirci, bir demir parçasını alıp uzunluğuna büyütmek isterse; elbette eninden ve yoğunluğundan eksiltmesi gerekecektir. Ya da ona dışardan yabancı başka bir parçayı ekleme gereğini duyacaktır. Bitkisel güçlere gelince; soluk (nefes)e muhtaçtırlar. Çünkü nefes, besinin parçalarının, beslenen cismin iç kısmına sirayet etmesini sağlar ve böylece besini o cismin benzeri kılar, organların cevherinde üç cihetten (enine, uzunluğuna, genişliğine) artışa neden olur. Öyleyse objeler içerisinde nebatî güçlerin etkisine en çok benzeyen şey soluk (nefes) tur. Çünkü soluk bir şeyin şişmesinin nedenidir ve solunan şey her yönden, olduğundan daha fazla bir ölçüde büyür. Öyleyse düğümlere üfürenler; bitkisel güçlerdir, tnsan nefsi ile bitkisel güçler arasmda canlılık güçlerinin aracılığı ile bir ilişki bulunduğundan, kaçınılmaz olarak canlılık güçleri bitkisel güçlerden önce zikredilmiştir.
Özet olarak nefsin cevherinde bu iki gücün gerektirdiği kötülük, bedenin ilişkilerini kuvvetlendirir ve cevherine yarasan ve uygun gelen besinle beslenmesini sağlar. Bu da göklerin melekûtunun ihatası ve ebedî nakışlarla nakışlanmasıdır.
Allah Teâlâ'nın «Hased ettiğinde, hased edenlerin şerrinden» sözünden beden ile beden güçlerinin hepsi ve nefis arasında meydana gelen tartışma kasdedilmiştir. (Allah Teâlâ) önce beslenmenin gerektirdiği (sonucu olan) kötülüklere işaret ettikten sonra bunun açıklanmasını göstererek canlılık güçlerinin lâzımı (sonucu) olan serleri açıklamaya başlıyor. Sonra bitkisel güçlere geçiyor, sonra bir başka şey olarak iki gücünün bulunması, onunla nefis arasında bir başka (türden) çekişme olması nedeniyle bedenden sözediyor. Bu çekişme; menşei Âdemle İblîs arasındaki (çekişme olan) kıskançlıktır. Bu derdin devası, yine ondan ilk mebde'e sığınmaktır.
Bu sûre şerrin ilâhî hükme nasıl girdiğini ve bunun kendiliğinden değil arazî olarak kasdedilmiş olduğunu, insan nefsi bakımından kötülüklerin menbaımn canlılık güçleri, bitkisel güçler ve bedenin ilişkileri olduğunu ve bunun insan üzerinde bir yük ve vebal olduğunu göstermektedir. Öyleyse nefis bundan yüz çevirdiği durumlarda çok iyi olmaktadır. Bizzat veya her türlü hallerdeki ilişkileri bakımından ondan ayrılacak olursa; bu ayrılma ile çok büyük zevk elde edecektir. Allah, bize tâm tecfirrüdü ve kâmil teellühü (tanrının ahlâkı ile ahlâklanma-yı) ihsan etsin. Peygamber Muhammed (a.s.) ve onun temiz ailesi hakkı için. Hamd, âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsûstur. Salât da peygambere âline ve hepsine mahsûstur,5