Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Fil
İzâhı5
İzâhı
Bu yüce sûre, bize Allah Teâlâ'nın peygamberine ve kendisinin ri-sâletini tebliğ edenlere, kudretinin yüceliğini belirten işlerinden birini gösterip dikkatleri bu noktaya celbetmek istediğini belirtiyor. O'nun kudretinin dışında her kudret zayıftır. Her şey Allah'ın kudretine boyun eğer. Kullan üzerinde kahredici güç O'nundur. Hiç bir güç O'nu alıkoyamaz. Hiç bir kuvvet O'na başkaldıramaz. Bu büyük olay şudur: Bir topluluk filleriyle üstünlük sağlama arzusuna düşüp Allah'ın kullarından bir kısmını mağlûb ederek onlara kötülük ve eziyyet vermek istedi de Allah Teâlâ onları helak etti, ordularını geri tepti, ordularına ve güçlerine güvenir iken tedbîrlerini bozdu ve sâhib oldukları hiç bir şey kendilerine fayda sağlamadı.
Bu âyetlerin bu kadarlık manâsıyla yetinmemiz ve bunun ötesinde daha başka hiç bir tafsilâta girişmememiz yeterli olabilirdi. Öğüt ve İbret bakımından bu kadarı kâfi idi. Nitekim Uhdûd ashabının kıssasında bu kadarcıkla yetinmiştik. Ancak bu sûrede açıklamayı biraz uzatmamız uygun olur. Nitekim Fîl vak'ası diğer âyetlerde vârid olduğu gibi, bizatihi mütevâtir rivayetlerle bilinen bir vak'adır. Hattâ bazıları onu, bir tarih başlangıcı yapmışlar ve olayların seyrini onunla tanzim ve tesbît etmişlerdir. Bu sebeple; Pîl yılında falanca doğmuştu veya Fîl yılından iki ay sonra şu olay olmuştu, gibi ifâdeler araplar arasında kullanılır olmuştu.
Bu vak'anın tevatür derecesine varan nakline göre, Habeş'li bir komutan —ki Yemen'lileri yenmiş olan bir grubun komutanıydı— şerefli saydığı Kâ'beye saldırmak ve onu yıkmak istedi. Maksadı araplann hac için oraya gitmesini önlemekti. Ya da arapları ezip horlamak istiyordu. Bu maksadını gerçekleştirmek için büyük bir orduyla Mekke'ye doğru yöneldi. Daha fazla korku salmak ve kalbleri dehşete sürüklemek için ordusunda bir veya birçok da fil bulunduruyordu. Bu komutan, karşılaştığı herkesi yenerek yürüyüşüne devam etmiş ve nihayet Mekke yakınlarındaki el-Muğammes isimli yere gelmişti. Sonra Mekke halkına haber göndererek; onlarla savaşmak için gelmediğini, yalnızca Beytul-lah'ı yıkmak istediğini bildirdi. Mekke'liler bundan dehşete düştüler ve dağların tepesine çıkarak onun ne yapmak istediğini seyretmeye koyuldular.
Ve ikinci günü askerlerin arasında çiçek ve kızamık hastalığı yaygınlaştı. İkrime'nin dediğine göre Arap memleketlerinde çıkan ilk çiçek hastalığı idi bu. îbn Utbe de; ilk defa o yıl Arap memleketlerinde çiçek ve kızamık hastalığı görüldü, der. Mikrop Ebrehe'nin askerlerinin vücûdunda eşine rastlanmayan bir te'sîr gösterdi. Etleri lime lime eriyor ve dağılıyordu. Hem askerler, hem de kumandan dehşete kapıldılar ve geri dönerek kaçtılar. Habeşistan'a geldikleri zaman hâlâ etleri parça parça düşüyordu. Nihayet ordu kumandanına mikrop sirayet etti ve San'â'da Öldü.
Siz bu kuşların sinek veya sivrisinek cinsinden bir takım hastalık mikrobu taşıyan uçucu varlıklar olduğunu kabul edebilirsiniz. Kurumuş çamurdan taşların da zehirli ve sert çamurlar olduğunu, rüzgârlar vasıtasıyla bir yerden bir yere taşındığını ve bu hayvanların ayağına takılarak o bölgelere kadar geldiğini, bir insan cesedine temas edince de mikropların vücûdda kılların dibindeki deliklerden vücûda sirayet ettiğini ve insan bünyesinde a'râzlara sebep olarak etin lime lime düşmesine vesile olduğunu kabul edebilirsiniz. Hem bu zayıf, uçucu varlıkların çoğunluğu Allah'ın insanlar arasında helak etmek istediklerini, helak etme mevzuunda en büyük askerleri arasında sayıldığını, günümüzde mikrop denen varlığın da bunların dışında bir şey olamayacağını kabul edebilirsiniz. Mikropların çok çeşitleri vardır. Sayılarını Allah'tan başka kimse bilmez. Allah'ın zâlimleri kahretmesinde tecellî eden kudretinin eserlerinin mutlak şekilde azabı getiren kuşlann dağlar kadar büyük veya Zümrüd-ü Anka cinsinden bir kuş olmasını, muhtelif şekillerde ve renklerde bulunmasını, hattâ attıkları taşların mikdârını ve te'sîr keyfiyetini bilmeyi îcâb ettirmez. Çünkü Allah'ın her türlü varlıktan askerleri vardır:
Her şeyde bir delil vardır O'na,
Delâlet eder O'nun birliğine.
Kâinatta bulunan bütün kuvvetler, Allah'ın kuvveti karşısında boyun eğerler. Allah'ın evini yıkmak isteyen bu zâlime karşı da Allah Te-âlâ çiçek ve kızamık mikroplarını taşıyan uçucu varlıklarını gönderip, hem o zâlimi, hem de onun kavmini daha Mekke'ye girmeden helak etti.
İşte bu sûrenin tefsirinde güvenilecek yegâne rivayet budur. Bunun dışında anlatılanlara gelince, kabule şâyân değildir. Eğer diğer rivayetlerin nakli sahîh ise; o takdirde te'vîli daha uygundur. Ayrıca Allah'ın kudretinin azametini ifâde eden hususlardan birisi de Allah'ın dost ayaklı hayvanların en büyüğü olan file güvenerek gurûrlananları, . Allah tarafından gönderilen gözle görülmeyecek kadar küçük varlıklarla tutup yok etmesidir. Akıl sahiplerinin yanında şüphesiz ki bu, çok büyük, acâyib ve hayret verici bir gerçektir.2
Ayrıca konu ile ilgili olarak «İslâm Düşüncesi» isimli eserinde de Seyyid Kutub şöyle diyor:
Biz karşımızda İslâm düşüncesinden dönme ve sapma hususunda muayyen bir olayı alıp ta bütün dikkatimizi onun üzerine sarfetmek istemiyoruz. İslâm düşüncesinin özelliklerini ve esâslarını yerleştirmeye çalışırken de bütün dikkatimizle-o ana noktayı tashih etmeye ve onun üzerinde durmaya çalışmıyoruz. Sadece İslâm düşüncesinin Kur'ân'da gelen şekliyle gerçeklerini, tam ve mükemmel şekilde birbirine uygun bir düzen içinde belirtmeye çalışıyoruz. Tıpkı bu kâinatın nizâm ve intizâmı, insan fıtratının muvâzene ve uyumu gibi muayyen bir sapıklığı veya eksikliği göz önünde bulundurarak onu bertaraf etmek için çalışmak ve İslâm düşüncesinin gerçeklerini sırf ona karşı koyacak tarzda düzenlemek ve antitez olarak çıkmaya çalışmak çok tehlikeli bir me-toddur. Böyle bir hareket, İslâm düşüncesinde eski bir sapmayı yok etmek İçin yeni yeni sapmaların meydana gelmesini sağlar. Netice itibarıyla da her halükârda sapmalar belirir. Biz İslâm'ı müdâfaa etmek için, İslâm'a karşı çıkan eski veya yeni îmânsız materyalistlere veya garaz-kâr müsteşriklere karşı antitez olarak çıkan araştırmaların, pekçok tehlikeli örneklerini müşâhade etmiş bulunuyoruz. Ayrıca muayyen bir muhitte ve muayyen bir sapmaya karşı koymak için yazılmış araştırma örneklerine de rastlan?aktayız. Bir takım Hıristiyanlar ve Siyonistler İslâm dininin, kılıç dini olup kılıç zoruyla yayılmış olduğunu kasden ileri sürmektedirler. Aramızdan bir takını kimseler çıkıp İslâm'ı müdâfaa etmeye çalışmakta ve bu ithamlara cevâb vermeye çalışmaktadır. İslâm'ı müdâfaa ederken o derece hamaset göstermektedirler ki, İslâm'da cihâd mefkuresinin değerini tamamen düşürmekte, hududunu daraltmakta, her türlü cihâd hareketlerini sırf müdâfaa için yapılmış olduğunu özür dileyerek anlatmaktadırlar ve cihâdı en dar manâsıyla müdâfaa anlamına kullanmaktadırlar. Bunu yaparken de şu noktayı unutmaktadırlar: İslâm, insanlık için gelmiş en son ilâhî nizâm olması sıfatıyla elbette yeryüzünde kendi nizâmını kurmak ve insanlığı bu nizâmın iyiliklerinden faydalandırmak mecburiyetindedir. Her ferd bu nizâm dâhilinde dilediği akideye inanmak hürriyetine sâhibtir. Zîrâ inanç bakımından ((Dinde zorlama yoktur.» Şu kadar var ki İslâm nizâmını yerleştirmek, İslâm inancına boyun eğen ve eğmeyen bütün İnsanları bu nizâmın huzur gölgesi altında dinlendirmek için elbette cihâd gerekmektedir. Evvelemirde nizâmı kurmak, muhafaza etmek ve bu nizâm çerçevesi dâhilinde herkesi kendi inancında serbest bırakmak için cihâd etmek mecburiyeti vardır. Çünkü bütün bu saydığımız hususlar; yeryüzünde hayrın ifâdesi olan bir hâkimiyet kurulmadan, mutlak hayrın ifâdesi olan kanun ve nizâmlar yerleşmeden, yeryüzünde inanma ve inanılan davaya davet etme hürriyetine tecâvüzü önleyecek bir nizâm kurulmadan yerleşemez.
Bu husus İslâm düşüncesini müdâfaa etmek, iğrenç hücumlara karşı koymak için kahramanca savunma mevzûuyla alâkalı ve İslâm düşüncesinin yozlaştırılmasının sadece bir yönüyle ilgili tek bir örnektir,
Muayyen bir devrede karşılaşılan hâdiselere karşı koymak için yazılmış araştırmalara gelince; bunlar da ayrı bir sapmanın tohumunu ekmişlerdir. Bu konuda en yakın örnek, büyük âlim Şeyh Muhammecl Abduh'un yazılan ile, büyük şâir Muhammed İkbâl'in İslâm'da dinî düşüncenin yeniden teşekkülü konusundaki konferansları gelir.
Üstâd Şeyh Abduh, fikrî yapının tamamen donuklaştığı, ictihâd kapışım sonuna kadar kapatan, Allah'ın şeriatını anlamak ve ondan hüküm çıkarmak konularında aklın fonksiyonunu inkâr eden bir toplulukta yetişiyor. Genellikle dinî konularda hurafeye sapmış düşüncelere dayanan ve aynı zamanda aklî donukluk devrinden kalma te'lîflerle yetinen bir müslüman kitleyle karşılaşıyor. Ayrıca aynı devrede Avrupa'da akıl en üstün noktasına ulaştırılıyor ve Avrupa'lı için bir ilâh yerine konuyor. Hele büyük zaferleri sağlayan ilmî inkişâflarla aklın putlaştı-rüması son dereceye varıyor. Bu arada aklî esâslara dayanan felsefenin hâkimiyeti her tarafı sarsıyor. Bir takım müsteşrikler de Abduh'un yetiştiği devrelerde İslâm düşüncesine karşı son derece büyük hücumlara girişiyorlar. Kaza ve kader inancını dillerine doluyorlar. Bu inancın, hayatta müsbet mânâda insan aklını ve enerjisini dumura uğrattığım bağırarak i'lân ediyorlar. İşte üstâd Abduh bu muayyen çevredeki bu muayyen hâdiselere karşı çıkmak isteğiyle nasslar karşısında aklın değerini isbât etmeye çalışıyor. İctihâd fikrini yeniden canlandırmak ve İslâm düşüncesine sonradan sokuşturulmuş olan cehaleti, hurafeyi ve bilgisizliği yok etmek için,çırpınıyor ve İslâm'ın akla değer verdiğini, aklın din ve hayat bakımından önemini isbâta kalkıyor. Bir takım Frenklerin müslümanları mutlak bir cebrîliğe ve irâde yoksunluğuna götürdüğünü iddia ettikleri hususlara cevab vermeye kalkışıyor. Evet, işte' Abduh Şark'taki bu "aklî donukluğu ve Garb'daki aklın putlaştınlması-nı müşahede edince bu duruma karşı koymak isteyerek insan aklını, insanların hidâyete errnesî konusunda vahye eş bir seviyeye yükseltiyor. Aklın beşer bünyesindeki vâsıtalardan bir vâsıta olduğunu ve vahyi almakla mükellef bulunduğunu, aklî mefhûmlarla vahyin getirdiği hususlar arasında hiç bir ihtilâfın bulunmayacağım, aklın kendi idrâkinin içindeki şeyleri idrâk edip kendi idrâkinin dışında olan şeyleri bilemeyeceğini, bir insan uzvu olarak mutlakiyet ifâde edemeyeceğini, her şeyi kavrayamayacağını, zaman ve mekân hudûdları ile mahdûd olduğunu söylemekle kalmıyor. Halbuki vahiy; ulûhiyyet gerçeği gibi her zaman mutlak hakîkatları ihtiva eden ilâhî irâdenin, vakıaların meydana gelişine taallukunun keyfiyetini açıklar. Aklın bu mutlak kül-İI gerçekleri kabul etmesi ve kendisinin kavraması mümkün olan konulan i'tirâf etmesi gerekir. İşte Abduh bu konularda dış görünüşü itibarıyla mantıkî gibi beliren, ancak aklı hor görmek ve fonksiyonunu ihmâl etmek gibi muayyen bir muhitte ortaya çıkan sapmaları düzeltmeye gayret ederek, «Risâlet'üt-Tevhîd» adlı eserinde şöyle diyor:
«İlâhî risâlete dayalı vahiy müessesesi Allah'ın eserlerinden bir eserdir. İnsan aklı da böyle. Dolayısıyla Allah'ın eserlerinin birbiriyle uyuşması gerekir...»
Umûmu itibarıyla bu görüş doğrudur. Fakat geriye bir husus ka-hyor. O da vahiy ve aklın birbirine eş olamayacağı. Vahiy akıldan hem çok daha büyük, hem de daha şümullüdür. Ve bunlardan birisi diğerinin baş vuracağı temel esâs olmak için gelmiştir. Aklın düşünce ve mefhûmlarını, prensib ve delillerini değerlendireceği ölçü; vahiydir. Sapma ve yanlışlarını ona göre tashih eder ve şüphesiz ki, her ikisinin arasında bir uygunluk ve insicam sözkonusudur. Fakat bu esâsa göre... Yoksa ikisinin birbirine denk ve eş olduğu, her ikisinin de birbirinin aynı seviyede bulunduğu esasına göre değil... Ayrıca da kusur ve eksikliklerden arınmış bir akıl, realiteler dünyasında varlığı sözkonusu olmayan bir şeydir. Böyle bir şey ancak hayâller âleminde sözkonusu edilebilir.
Üstâd Abduh'un «Amme cüz'ü» tefsirinde bu görüşün te'sîri altında kaldığı açıkça görülür. Onun talebesi merhum Reşîd Rızâ, onun da talebesi üstâd Mağribî'nin Tebâreke cüz'ü tefsirinde de açıkça bu te'sîrler göze çarpar. Hattâ birkaç kere, akla uydurmak için nassları te'vîl etmenin gerektiğini sarahaten ifâde eder. Ancak bu, tehlikeli bir metoddur. Akıl kelimesi mes'eleyi realitenin ötesine götürür. Daha önce de dediğimiz gibi, meydanda pekçok akıl vardır. Benim aklım, senin aklın, onun aklı, falanın aklı, filanın aklı. Ortada eksikliklerin, cehaletin, şehvetin ve hevâî nefsin te'sîr etmediği mutlak mânâda bir akıl yoktur ki Kur'ân âyetleri o aklın prensiblerine göre muhakeme mevzuu yapılsın. Şayet biz Kur'ân âyetlerini bu pekçok akıl çeşitlerine göre uydurmak için te'vîl yoluna sapacak olursak neticede anarşiye varırız.
Gerçekte bütün bu düşünceler muayyen bir yanlışı göz önüne alarak mes'elelere dalmak hatâsından doğuyor. Şayet mes'eleler objektif olarak ele alınsaydı; aşırılığa gitmeksizin, ifrata dalmaksızın, hudûdlan kısıtlamaksızın aklin yeri ve sahası belirtilebilirdi. Vahyin sahası da belirtilirdi. Ve her ikisi arasındaki uygunluk yerli yerinde oturtulurdu.
Hiç şüphesiz ki akıl, vahyi almak konusunda tamamen reddedilmiş, ihmâl edilmiş ve saf dışına atılmış değildir. Aldığı vahyi anlamak ve idrâk etmek konusunda da kapı dışan atılmış değildir. Şu kadar var ki; vahiy, aklın sahasının dışındadır. Bunu kabullenmek gerekir. Her mes'-elede başvurulacak son hüküm kaynağı akıl değildir. Nasslar muhkem olarak kaldığı müddetçe te'vîle sapmaksızın nassların açık hükmü en son hükümdür. Ve aklın, prensiblerini bu sarih nasslardan alması gerekir. Ve kendi metodunu bu sahîh esâslarına göre yürütmesi îcâb eder.
İkbâl; kendisinin de söylediği gibi, İran menşeli tasavvuf dalgalarının bilinmezlikleri arasında boşu boşuna dolaşan bir düşünce muhîtinin Şark dünyasını sardığını görmüştü. İnsanın var oluşu ile alâkası bulunmayan bu olumsuzluk onun kafasını çelmişti. Tabiatı haliyle İslâm, bunlardan hiç birisi değildir. Bir taraftan da İkbâl, Batı dünyasındaki empiristlerin ve pozitivistlerin hissî düşüncesiyle karşılaşmıştır. Ni-etzsche, «Zerdüşt Böyle Dedi» adlı eserinde süper insanın doğusuyla «Süperman» Tanrının —hâşâ— ölüşünü dile getiriyordu. Nietzsche'in bu eserinde sar'a çarpıntılarına rastlanıyor. Bir kısmı da bunun adına felsefe diyordu. İşte İkbâl, İslâm düşüncesinden ve İslâm hayatından o gereksiz ve lüzumsuz subjektivizm'i temizlemek istedi. Bunun yanı sıra İslâm düşüncesine, emprizm ile pozitivizm'in üzerine dayandığı tecrübe realitesini yerleştirmek istedi. Şu kadar ki, neticede insan objesini açıklaması yönünden karışıklıklar belirdi. Bunun üzerine İkbâl, İslâm düşüncesinin tabiatına zıd olduğu gibi Kur'ân âyetlerinin de tabiatına zıd olarak te'vîllere sapmak zorunda kaldı. Arzusu ölümün tecrübenin sonu olmadığını, kıyametin bile tecrübeyi sona erdirmediğini isbâtlamaktı. tkbâl'e göre tecrübe ve gelişme, insanın zâtında cennet ve cehennemden sonra da vardı. Halbuki İslâm düşüncesi, dünyanın çalışma ve denenme diyarı olduğunu, âhiretin ise ceza ve mükâfat diyân olduğunu kesin şekilde belirtmiştir. Ve insan için bu dünyadan başka bir yerde çalışma şekli mevcûd değildir. Bunun yanı sıra âhiret diyarında hesâb ve cezadan sonra yeniden çalışılacak hiç bir sâhâ mevcûd değildir. Ancak bu aşırılık, «Ben»in varlığını ve devamlılığını İsbât etme arzusundan doğmuştur. Veya İkbâl'in, Hegel felsefesi deyimlerinden adapte ederek dediği gibi «ego»nun. Bir başka taraftan da İkbâl, tecrübe deyimine Batı düşüncesinde ve bu düşünce tarihinde kullanılandan daha geniş bir mânâ vermek zorunda kaldı. Ancak böylece müslümanın yaptığı ve büyük hakîkatlarmdan zevk aldığı ruhî tecrübe sahasına uzanabiliyordu. Felsefî bir terim olarak tecrübe, Batı terminolojisinde hiç bir zaman için ruhî yönü ihtiva etmezdi. Zîrâ Batı düşüncesi, her şeyden önce duyulara ve deneye dayanmayan her türlü bilgi vâsıtalarını ter-ketme esâsından dolmuştur.
İşte İkbâl'i böyle bir çırpınışa sevkeden esâs âmil, Batı terminolojisini İslâm'a adapte etme arzusudur... Ki açıkça zorlama ve katılık göze çarpmaktadır. Hattâ İkbâl'in canlı, hareketli, üstün ve parlak şairliğine rağmen...
Ben bu açıklamalarla gerek üstâd Abduh'u, gerekse onun talebelerini veya Allah'ın engin rahmetine kavuşan büyük şâir İkbâl'in İslâm düşüncesini geliştirmek yolunda sarfettikleri faydalı, büyük çalışmaların değerini küçültmek arzusunda değilim. Sadece dikkatleri bir noktaya çekmek istiyorum. O da şudur: «Muayyen bir çıkmaza karşı koymak için yapılan atılımlar çok kere bir başka çıkmaza varır. İslâmî araştırma metodunun en uygun olanı şümullü tekâmülüne ve engin uygunluğuna denk olarak îslâm düşüncesinin temel gerçeklerini açıklamaya çalışmaktır. Hem de îslâm düşüncesinin özel tabiatına ve kendisine hâs üslûbuna uygun olarak...»
Son olarak da bu kitap bir felsefî araştırma veya teoloji veya me-tafizikî konularda yapılan bir çalışma değildir. Sadece pratik hayatı gözönüne alan bir araştırmadır. Ve doğrudan doğruya pratik hayata hitâb eder. İslâm, beşeriyeti hayat düşüncesi ve ağırlıklarıyla ezen çamurlardan kurtarmak için gelmiştir. Beşer hayatını ve düşüncesini, yolunu yitirerek saptığı bataklıklardan kurtarmak için gelmiştir. Bunlardan kurtardıktan sonra insanlığa kendine hâs özel ve farklı bir düşünce sistemi kurmak ve Allah'ın sapasağlam nizâmına uygun olarak yürüyen bir başka hayat tarzı teşkil etmek için gelmiştir. Ama görüyorsunuz ki bugün beşeriyet, o iğrenç bataklığa ve çamurluğa doğru yüzükoyun yuvarlanıyor. İslâm, eline insanlığın liderliğini teslim edeceği ve beşeriyeti bu çamurluklardan ve bataklıklardan kurtaracak bir İslâm ümmeti inşâ etmek için gelmiştir. Ama bugün bakıyoıuz ki bu ümmet, liderlik mekanizmasını ve liderlik sistemini bir kenara iterek o iğrenç çamurlarda ve bataklıklarda bocalayan milletlerin gerisinde el açıp dolaşıyor.
İşte bu kitap îslâm düşüncesinin hususiyetlerini ve esâslarını belirtmek için yapılmış bir çalışmadan ibarettir. Ki bu özelliklerden, Allah'ın istediği pratik hayat nizâmı ile san'atla ilgili ilmî ve fikrî çalışma esâsları neş'et eder. Bumann gelişip tekâmül etmesi için daha Önce gelen esâs düşünceye dayalı şümullü bir açıklamanın bulunması gerekir. Gerek İslâm nizâmı ile alâkalı, gerekse İslâm düşüncesinin muhtelif yönlerinden birisi ile ilgili yapılacak bütün araştırmalar evvelemirde îslâm düşünce sisteminin esâslarına dayanmak mecburiyetindedir. Bu düşünce sistemini aydınlığa kavuşturmak akim, hayatın ve realitenin ortaya çıkardığı bir ihtiyâçtır. Bu düşünce sisteminin aydınlanmasına hem İslâm ümmeti hem de bütün beşeriyyet muhtaçtır. İşte elinizde bulunan bu birinci kısım, îslâm düşüncesinin özelliklerine temas ediyor. İkinci kısım'ise inşâallah İslâm düşüncesinin temel dayanaklarını araştırma konusu yapacak. Muhakkak ki insanı doğru yola götüren, hak yolunda yardımcısı olan ve her şeyde muvaffak kılan Allah Teâlâ'dır.
İslâm geldiği gün yeryüzü korkunç bir bataklığın içinde kıvranıyordu. Düşünce ve inanç bataklığının... Felsefe ve efsâneler bataklığının, evham ve hurafeler bataklığının. Âdet ve alışkanlıkların bataklığı... İçtimaî ve siyâsî bataklık... Yeryüzünde hak bâtıla karışmış, doğru sahte ile iç içe girmiş, din hurafeye bürünmüş, felsefe mitolojiye dalmıştı. Ve insan vicdanı, bu korkunç bataklığın içinde habire karanlıklara doğru yuvarlanıyor, nizâmlar arasında mahvoluyordu... Hiç bir konuda istikrarlı bir bilgiye sahip değildi. Bu korkunç bataklığın te'sîriyle insanIık hayatı devamlı olarak bozuluyor ve inhilâl ediyordu. Zulüm ve zillete doğru yuvarlanıyordu. İğrenç bir bedbahtlık sarmıştı her yanı... İnsanın insanlığına yakışmayan uğursuzluklar vardı... Bu hal insana değil bir hayvan bölüğüne bile yaraşmazdı.
Uçsuz bucaksız kurak çöllerde hidâyet ve nurdan eser yoktu... Karâr ve yakîn nedir bilinmiyordu. Bu korkunç bataklık insanlığın tanrı ile ilgili bütün düşüncesini sarmıştı. Allah'ın sıfatları, kâinatla ilgisi ve kâinatın O'nunla alâkası mevzularında da durum aynı idi. İnsanın gerçek yönü ve bu kâinat içerisindeki temel fonksiyonu ve insan varlığının gayesi bilinmez olmuştu. İnsanın yaratılışındaki gayesini tahakkuk ettirme metodu meçhullere bürünmüştü. Özellikle Allah ile insan arasındaki münasebetlerin durumu içler acısı. îşte bu bataklıktan ve bu karanlıklardan doğuyordu bütün şer... Ve insanlık hayatını, şerri içinde boğuyordu, İnsanlığın üzerine kâim olduğu cemiyet nizâmı serâpâ şer yığınıydı.
Beşer vicdanı bir türlü istikrar bulamıyordu. Kâinatla ilgili hususlarda bir hükme varabilmiş değildi. Kendi kendisiyle ilgili konularda da böyle. Varlığın gayesini ve hayat nizâmını bilmiyordu. İnsanla kâinat arasındaki münâsebetlerde de durum bundan farksızdı. Gerek ferdler arasında, gerekse topluluklar arasındaki münasebetler tamamen yürekler acısı idi. Hiç bir konuda insan içten karâr veremiyordu. Ve zâten de karar veremezdi. Çünkü akîde konusunda bir karâra varmadıkça, Allah düşüncesinde sabit bir görüşe ulaşmadıkça hiç bir mevzuda karâr veremezdi. Bu boğucu karanlıklar içerisinde, bu korkunç bataklıkta ve bu ağır yüklerin altında akîde ve Allah konusunda açık ve kesin bir karâra varmadıkça hiç bir konuda karara varmak mümkün değildi. Bu konularda kesin bir karâra da varılmış değildi. Çünkü din düşüncesi tamamen Ortaçağın damgasını taşıyordu. Tıpkı Batı düşünürlerinin dediği gibi. —Şark'taki bir takım papağanlar da hemen aynı lafı kapıyor ve tekrarlıyorlar— Fakat... Bütün bu karanlıkların sebebi esâs itibarıyla iki önemli gerçeğe dayanıyordu ve bu iki gerçek, her yerde ve her zaman beşer hayatı ve ruhu için zarurî idi.
1- İnsanoğlu fıtratı itibarıyla bu dehşetengiz kâinatta bir türlü istikrar bulamaz. Çünkü o, kâinata atılmış korkunç derecede küçük, basit ve Önemsiz bir zerre mahiyetindedir. Şu halde insana, bu dehşetler dünyasında huzur ve istikrarı garanti eden muayyen bir bağın bulunması gerekir. İnsan, kâinat gerisinde kendi yerini ve durumunu iyice öğrenmelidir. Bu durumda insanın kâinatla olan ilgilerini açıklayan ve insanın kâinattaki yerini belirten âlemşümul bir inanca ihtiyâcı vardır. Bu; hem fıtratı itibarıyla, hem de duygusu itibarıyla insanoğlu için ilk şarttır. Bu zaruretin, asrın ve cemiyetin ihtiyâçları ile ilgisi sözkonusu değildir. İleride bu konuyu araştırdığımız zaman, insanoğlunun bu gerçek münâsebetleri yanlış bir yola götürdüğü ve bu açıklamayı gerçek mânâsı ile yapamadığı zaman ne büyük felâketlere ve kötülüklere dûçâr olduğunu göreceğiz.
2- Şüphesiz ki i'tikâdî düşünce ile içtimâi nizâmın arasında tabiî olarak çok kuvvetli bağlantılar vardır... Bunları birbirinden ayırmak imkânsızdır. Ayrıca bu bağlantının, çağın ve çevrenin ihtiyâçları ile ilgisi sözkonusu değildir. Hattâ bunu bağlantıdan da öteye götürebiliriz. İ'tikâdî düşünce ile içtimaî nizâm arasındaki münâsebet bir doğuş münâsebetidir, Sosyal nizâm ve mevcudatın şümullü açıklamasının bir bölümüdür. İnsanın yeryüzündeki fonksiyonu ve durumu, insanın varlığının gayesini çepeçevre açıklamanın sadece bir dalım teşkil eder. Ve böyle bir açıklama esâsına dayanmayan bütün içtimaî sistemler yapmacık olmaktan kendisini kurtaramaz. Köklü bir yaşam imkânı bulamaz. Şayet bir müddet yaşayacak olsa, insanlığı huzur yerine şekkvete götürür. Oysa bu sistemle insan fıtratı arasında kaçınılması güç, zarurî bir çatışma meydana gelir. Şu halde böyle bir bağlantı hem sistem itibarıyla zarurî, hem de duygu yönünden gereklidir.
Nûh Peygamberden beri îsâ (a.s.)ya kadar gelen bütün peygamberler insanlara işte bu gerçeği açıklamışlar, doğru bir tanrı inancı vermişlerdi. İnsanın kâinat içerisindeki yerini ve varlığının gayesini İzah etmişlerdir. Şu kadar var ki siyâsî şartların, beşerî arzuların ve insanî zaafların baskısı altında meydana gelen bu gerçekten sapmalar zaman zaman gerçeği kapamış ve beşeriyete ondan haber vermemiştir. Üzerine ağır kum yığınları serpmiş ve yeniden mükemmel olduğu kadar da şümullü olan bir risâlet gelmeksizin başını kumdan çıkaracak kolaylık .sağlamamıştır. Her gelen yeni risâlet, beşeriyeti bu ağır kum yığınlarının altından çekip çıkarmış, bu karanlıkları yırtıp atmış, bu çölleri aydınlığa kavuşturmuş ve i'tikâdî düşünceyi hakkın saf, temiz esâslarına istinâd ettirmiştir. Ve böylece insan hayatını, sağlam bir düşünce esâsı üzerine yerleştirmiştir. Yeryüzündeki sapık düşünce sistemlerine bağlı kimselerin, bu düşüncelerinden ayrılmaları ve üzerinde bulundukları sapık yoldan dönmeleri ancak bu risâlet müessesesi ile ve bu rasûller eliyle mümkün olmuştur. Ne doğru söylüyor ulu Allah:
«Kitâb ehlinden ve putperestlerden olan inkarcılar, kendilerine apaçık bir belge, içinde kesin ve en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahîfeleri okuyan, Allah katından bir peygamber gelene kadar inkârlarından vazgeçecek değillerdir.» (Beyyine, 1-3)
İnsanoğlu; bu risâletin zaruretini ve beşeriyetin içine dalmış olduğu karanlıklardan sıyrılıp kurtulmasının zorunluluğunu, i'tikâdî konularda açık ve kuvvetli bir karâra varmanın zaruretini ancak beşeriyetin o gün için daldığı bataklığın büyüklüğünü gördüğü zaman anlayabilir. Karanlıkların içerisine daldığı o sapık inanç ve düşüncelere, felsefe ve mitolojilere, evham ve hurafelere, âdet ve alışkanlıklara içtimaî ve siyasî nizâmlara muttali' olduğu zaman kavrayabilir. İşte İslâm, böyle bir devrede gelmiş ve bütün bu sakatlıkların insan vicdanını her yerde baskı altına aldığını görmüştür. İnsan bu karışıklığın, bu girift ve çapraşık durumun gerçek mâhiyetini kavramadan İslâm'ın getirdiği aydınlığı kavrayamaz. Geçmiş semavî dinlerin durumu da yürekler acısı idi. Her taraftan te'vîl ve tahriflerle yıpratılmış ve ilâhî kaynaklar beşer eliyle tahrifata uğramıştı. Semavî dinlere putperestliğin, felsefenin efsâne ve hurafeleri karışıp dolmuştu. Bizim ana gayemiz, bu araştırmayı yaparken o düşünceleri başlı başına açıklayıp izah etmek yerine İslâm düşüncesini arzetmek, İslâm düşüncesinin temel esâslarını ve hususiyetlerini belirtmek olduğuna göre; biz sadece Yarımada Arabistam-na ulaşmış olan o günkü Yahudilik ve Hıristiyanlığın sapık düşüncelerinden bazı örnekler vermek ve İslâm'ın geldiği zaman karşılaştığı câhili-yet devri Arap düşüncesinden numuneler sunmakla iktifa edeceğiz.3