Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> İhlas
İzahı6
İzahı
Buradaki «O» zamiri, şe'n içindir. «Allah bir tektir.» dediğimizde; o, O'nun şe'ni demektir. Sözgelimi siz; Zeyd dışarı çıkmıştır, dediğinizde; onun o andaki hali böyledir, demek istemişsinizdir. Yani mes'ele şudur: Allah bir tektir, O'nun ikincisi yoktur. Burada o zamiri (gramer yönünden) mübtedâdır, arkasından gelen cümle de bunun haberidir. Zamirin bir mercie ihtiyâcı yoktur, çünkü o, müfred hükmündedir. Tıpkı sizin; Zeyd senin çocuğundur, sözünüz gibi. Yani o, mânâ bakımından daha başlangıç durumundadır, mübtedâdır. «Allah bir tektir.» kavli, Allah'ın bütünüyle ondan ibaret olduğu bir şe'ni (hali) ifâde eder. Zeyd'-in babası gitmiştir, sözü ise böyle değildir. Çünkü Zeyd ve babası gitmiştir, sözleri farklı iki mânâya delâlet eder. Binâenaleyh bunların ikisinin birleştirilmesini gerektiren bir edat lâzımdır. İbn Abbâs (r.a.) tan nakledilir ki: Kureyş'liler Hz. Muhammed'e; bizi kendisine davet ettiğin Rabbını bize anlat, demişler de bu âyet nazil olmuş. Yani niteliğini sorduğunuz zât, o bir tek olan Allah'tır. Bu takdirde (gramer bakımından) «bir tektir» sözü hazfedilmiş olan bir mübtedânın haberi olur. Yani o bir tektir, demektir. Bu da aynı mânâya gelir.
Akıl bakımından O'nun bir tek olduğuna gelince; âlemin yaratılmasında ve idaresinde, ya tek başına O, yeterli olacaktır veya olmayacaktır. Eğer yeterli olursa diğeri lüzumsuz olacaktır ve ona ihtiyâç duyulmayacaktır. Bu ise, O'nun eksik olduğunu gösterir. Eksik olan da tanrı olamaz.
Eğer âlemin yaratılması ve yönetilmesinde bir tek tanrı yeterli değilse; o zaman bu eksik demektir. Akıl, failin mef'ûle (etkilenenin etkileyene) muhtâc olmasını gerekli kılar. Fail ise mef'ûl için yeterlidir. Birden fazla fâii bulunması halinde bir failin diğerine tercih edilmesini gerektiren bir neden bulunmaz. Bu ise sonsuza kadar sayısız faillerin bulunmasını öngörür ki muhaldir. Öyle ise iki tanrının bulunması muhaldir.
Diğer taraftan, iki yaratıcıdan birisi fiillerinden bir kısmını diğerinden ya gizleyecektir veya gizleyemeyecektir. Gizleyebilirse; gizlemesi diğerinin bundan habersiz olması demektir. Gizleyemezse bu takdirde onun âciz olması îcâbeder.
Hem biz iki yok farzetsek ve bu yok olanlar da vücûdu mümkün olsa bu ikisinden biri o yoku var etme gücüne sahip olmazsa, onlardan her birisi âciz olur. Âciz ise tanrı olamaz. Birisinin var etmeye gücü yetse de diğerinin yetmese, diğeri ilâh olabilir. Hepsi birlikte muktedir olurlarsa ya birleşerek yoku var edeceklerdir ki, bu takdirde her biri diğerinin yardımına muhtaç olur. Binâenaleyh her biri âciz olacaktır. Eğer iki ilâhtan her biri yoku var etmeye başlı başına muktedir olursa ve bunlardan birisi de yoktan var edecek olursa, ikincisi ya var etme gücüne sahip olduğu halde var etmemiş olacaktır ki bu, muhaldir. Eğer var etme gücüne sahip olamazsa bu takdirde birincisi ikincisinin kudretini ortadan kaldıracaktır ve o birincinin gücü altında ezilip âciz duruma düşecektir. Bu takdirde de o, tanrı olamayacaktır.
Eğer derseniz ki: Birisi kendi gücünün yettiğini yoktan var ederse, var ettikten sonra onun kudreti yok olmuştur, bu takdirde diğerinin kendi nefsini âciz kılması gerekecektir. Ben derim ki: Birisi kendi gücü dâhilinde bulunanı yoktan var edince, onun var etme gücü tükenmiş olacaktır. Var etme gücü tükenen ise âciz olmaz, ancak ortak olan diğeri kendi gücünü tüketmemiş olacaktır. Yani birinin gücü diğerinin gücü nedeniyle tükenmiş olacaktır ki bu da ona acz isnadıdır.
«Allah'tır, Samed'dir.» Bu kelime mef'ûl anlamında bir fiildir. Kendisine yönelindi, dayanıldı, anlamına gelir. Bu, ihtiyâçlar halinde kendisine dayanılan efendidir. Mânâ şöyle olur: Sizin tanıdığınız Allah O'dur. Göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu kabul ettiğiniz ve sizi yarattığını i'tirâf ettiğiniz O Allah, bir tektir, eşi yoktur ve bütün mah-lûkât O'na dayanır. Ve hiç bir kimse O'ndan müstağni olamaz ama O, hepsinden müstağnidir, onlara gereksinme duymaz.
«Doğurmamıştır.» O'nun cinsi yoktur ki kendi cinsinden bir arkadaş edinebilsin de birlikte doğum yapmaları sağlansın. Allah Teâlâ'rnn «Onun nasıl çocuğu olur ki eşi yoktur» kavli de bu mânâya delâlet eder. «Doğurulmamıştır.» Çünkü doğurulan, sonradan meydana gelmedir ve cisimdir. Halbuki O, Kadîm'dir varlığının başlangıcı yoktur. Eğer Kadîm olmazsa hadis (sonradan meydana gelmiş) olması gerekir. Çünkü aralarında aracı bulunmayacaktır. Sonradan meydana gelmiş olsaydı, ikinci bir sonradan meydana gelmiş olana ihtiyâç duyacaktı. İkincisi üçüncüye ve böylece teselsül edecekti. Teselsül ise bâtıldır. O, cisim değildir. Çünkü cisim bileşik nesnelerin adıdır. Eğer cisim olsaydı, onun her bölümünün kemâl nitelikleriyle nitelenmiş olması gerekirdi. Bu takdirde de onun her bölümünün ilâh olması îcâbederdi. O halde böyle demek fâsid bir söz olur. Tıpkı iki ilâhın varlığım söylemek veya kemâl sıfatıyla muttasıf olmayan bir tanrının varlığını söylemek gibi. Yani zıdla-nyla nitelenme durumu meydana çıkar. Bu ise sonradan meydana gelmenin özelliklerindendir ki Allah için muhaldir.
«Hiç bir şey O'na denk değildir.» O'na denk olan ve benzer hiç bir şey yoktur. Müşrikler; peygamberden, davet ettiği tanrısını anlatmasını istediklerinde; Allah Teâlâ'nm sıfatlarını ihtiva eden bu âyet kendişine vahyedildi. «O, Allah'tır.» kavli, O'nun eşyanın yaratanı ve yoktan var edeni olduğuna işarettir. Yaratma ve yoktan var etme kavlinin içinde de kudret ve bilgi sahibi olduğu özelliği yer alır. Çünkü yaratma, kudreti ve bilgiyi gerektirir. Çünkü son derece muhkem, düzenli, nizamlı ve intizamlı bir meydana geliş, ancak yaratma adını alır. Bu nitelikler ise diri olması sebebiyle Allah Teâlâ'nm vasfıdır. Çünkü kudret ve bilgi sıfatlarıyla muttasıf olan zâtın mutlaka diri olması îcâbeder. Diri olunca da duyan, gören, konuşan ve irâde eden gibi diğer kemâl sıfatlarının da bulunması gerekir. Çünkü tanrı bu sıfatlarla nitelendirilmiş olmasaydı, bunun zıdlarıyla nitelendirilmesi gerekirdi ki bunlar eksikliğin ifadesidir. Aynca sonradan meydana gelmenin göstergesidir. Öyleyse Kadîm olan bir zâtın o niteliklerle nitelenmesi müstahîl olur. «Bir tektir» kavli ise birlik sıfatıyla muttasıftır, demektir. Yani ortağı yoktur ve O, yokları var etmede tek basınadır, demektir. Gizlileri bilmede tek basınadır. «O, Samed'dir» kavli, O'nun kendinden başka hiç birine muhtaç olmadığını gösterir. Kendinden başka hiç bir şeye muhtaç olmayınca da, başkalarına gereksinme duymuyor, demektir. Halbuki herkes O'na ihtiyâç duyar. «Doğurmamıştır.» kavli; benzerlik, eş ve cinsi reddetmektedir^ «Doğurulmamış» kavli de sonradan meydana gelmeyi reddetmektedir. Öncelikle kadîm olma vasfını isbât etmektedir. «Hiç bir şey O'na denk değildir.» kavli ise, herhangi bir şeyin O'na benzer olması durumunu ortadan kaldırmaktadır. Benzerliğin reddedilmesi geçmişle ilgili bir olaydır, şu anda da reddini göstermez halbuki kâfirler şu anda onun benzerlerinin bulunduğunu iddia ediyorlar sözüne gelince; bu, sapıklığa dalmaktan başka bir şey değildir. Çünkü eğer geçmişte onun benzeri yoksa, zorunlu olarak şu anda da benzeri olmayacaktır. Sonradan meydana gelen, öncesiz olana (Kadîm) denk ve benzer olamaz. Kâfirlerin sözünün özü ise şirke, teşbihe ve Allah'ın gücünü yok etmeye yöneliktir. Belirttiğimiz gibi sûre bütün bunları reddetmektedir.2
İmâm İbn Teymiyye der ki: Hişâm İbn Hakem ve Muhammed İbn Kerrâm ile onlara uyanlardan Allah'ın cisim olduğunu söyleyenler «Allah Samed'dir» kavlini delil getirirler. Onlar derler ki; O, Samed'dir. Samed, karnı olmayan demektir. Bu ise ancak ses çıkaran cisimler için' bahis mevzuudur. Çünkü bu cisimlerin karnı olmaz. Dağlar ve kayalar gibi ve yine taştan yapılan direkler gibi. Bu sebeple bu âyetin tefsirinde; Samed; kendisinden bir şey çıkmayan ve kendine bir şey girmeyen, ye-yip içmeyen demektir, demişlerdir. Bunların olumsuzluğu ise ancak cisim olan şeyler için düşünülebilir. Derler ki: Samed'in aslı birleşmedir, mal biriktirmek de buradan gelir. Bu ise ancak toplanabilen cisimler için düşünülebilir. Bunu reddedenlere gelince; onlar derler ki: Samed, ayrılıp bölünmesi caiz olmayan şeydir. Evrendeki her cismin ise ayrılıp bölünmesi caizdir. Ve yine derler ki: O, bölünme ve ayrışmayı kabul etmeyen bir tektir. Evrende bulunan her cismin, bölümlere ayrılması ve parçalanması caizdir. Ve onlar derler ki: Siz ona cisimdir derseniz, bu takdirde o; cevherlerden ya da madde ve suretten mürek-keb bir bileşik olacaktır. Mürekkeb ve bileşik olan şey ise parçasına muhtaç olur. Binâenaleyh Allah Teâlâ Samed'dir. Samed ise başkasından müstağni olan şeydir, dolayısıyla bileşik olan şey samed olmaz. İbn Teymiyye'nin sözü burada son buluyor.
Râzî de der ki: Müşebbihe'nin câhillerinden bir topluluk bu âyeti delil getirerek, Allah Teâlâ'nın cisim olduğunu söylemişlerdir. Bu ise bâtıldır. Çünkü biz O'nun bir tek olmasının cisim olmasına aykırı olduğunu açıklamıştık. Binâenaleyh bu âyetin mukaddimesi, Samed'den bu mânânın kasdedilmiş olmasının imkânsızlığını gösterir. Bu tefsire göre; samed, üst üste binmiş olan cisimlerin niteliğidir. Allah ise bundan münezzehtir. Öyleyse bu ifâdenin mecaz anlamına hamledilnıesi gerekir. Bunun sebebi ise şudur: Bu şekilde olan bir cismin başkasından etkilenmesi ve te'sîr altında kalması imkânsız olur. Bu da Allah Teâlâ'nın kendiliğinden vâcib olduğunu, varlığında değişmenin imkânsız olduğunu, bütün sıfatlarıyla birlikte beka sıfatının da bulunduğunu gösteril. Râ-zî'nin görüşü de burada son buluyor.
Ben derim ki: Samed kelimesinin te'vîli konusunda en sahîh görüş bizim ilk zikrettiğimiz görüştür. Bu görüş İbn Cerîr'in ve başkalarının Arap dilinde bu kelimeden çıkarmış oldukları anlamdır, (Bu kelimenin mânâsı konusunda iki meşhur görüş vardır. Birincisi; samed, karnı olmayan şeydir. İkincisi; ihtiyâçlar halinde kendisine başvurulan efendi, demektir. Birinci görüş, sahabe ve tabiînden selef-i sâlihîn'in ekseriyetinin görüşü ile lügat ehlinden bazılarının görüşüdür. İkinci görüş ise, selef ve haleften bir taifenin görüşü ile lügat bilginlerinin hepsinin görüşüdür.) Bu kesinleştiğine göre, bunun ötesinde ikinci görüşe gerek kalmaz.
Üçüncü olarak İbn Teymiyye der ki: Nasıl Allah Teâlâ'yı her türlü ayıp ve eksiklikten tenzih etmek gerekiyorsa, yaratıklarından herhangi bir şeye benzemekten de tenzih etmek gerekir. O'nun için sabit olan kemâl sıfatlarından hiç birine benzemediğini belirtmek îcâbeder. Bu iki tür tenzih Allah için vâcib olan tenzihleri ifâde eder ve bu sûre her iki tenzih şekline de delâlet eder. Çünkü «Hiç bir şey O'na denk değildir.» kavlindeki «bir» ifâdesi benzerlik ve ortaklıkları nefyetmektedir. «Sa-med'dir» ifâdesi ise bütün kemâl sıfatlarını ihtiva etmektedir. Binâenaleyh her türden eksiklikler Allah Teâlâ'dan nefyedilmektedir. Yaratıklara hâs olan her şey eksikliktir ve bunun Allah Teâlâ'dan tenzih edilmesi icâbeder. Allah'ın tavsif edildiği şeyler bunun hilâfmadır. Kullar bu sıfatlardan ilim, kudret, rahmet ve benzeri ona uygun düşen niteliklerle nitelenirler. Çünkü bunlar eksiklik değil, Allah tarafından tes-bît edilmiş olan Özelliklerdir. Bunlar Allah için kabul edilir, ancak hiç bir şekilde yaratıklar O'na benzemek şöyle dursun, yaklaşacak biçimde bile isnâd edilmez. Hattâ Allah'ın cennette yaratmış olduğu yiyecek, içecek ve giyeceklerden hiç birisi dünyada yarattığına benzemez. Her ikisi de yaratılmış olmakla beraber, aralarında yalnız isim birliği vardır. Allah Teâlâ mahlûkâtın kendi aralarındaki benzerliklerinden uzak olarak yaratandır. Allah Teâlâ kendisine Alîm, Halîm, Rauf, Rahim, Semî', Ba-sîr, Azız, Melik, Cebbar ve Mütekebbir gibi isimleri vermiştir. Ve bazı yaratıklarını da bu isimlerle zikretmiştir. Ancak yaratıklardan hiç birisi bu isimlerle anlamların hiç birisinde yaratıcıya benzer veya denk değildirler.
Dördüncüsü: İhlâs sûresinin Kur'ân'm üçte birine denk olduğuna dâir yer alan ve bizim de daha önce zikretmiş olduğumuz hadîsle ilgili görüştür. Bu konuda değişik görüşler zikredilmiştir. Ebu'l-Abbâs İbn_ Süreye der ki: Kur'ân, üç bölüm olarak indirilmiştir: Üçte biri ahkâm,
üçte biri vaad ve vaıd, üçte biri de isimler ve sıfatlardır. Bu sure, ısim-leri ve sıfatlar^ içinde toplamıştır.
tmâm Gazzâlî merhum Cevahir el-Kur'ân'da der ki: Kur'ân'ın asıl görevi; Allah'ı bildirmek, âhireti bildirmek, sırât-ı müstakimi bildirmektir. Asıl bilgi bu üçünün bilgisidir. periye kalanlar buna bağlıdır. İhlâs sûresi bu üçten birini ihtiva eder ki bu, Allah'ı tanımak, O'nun kudsiyye-tini kabul edip cins ve tür bakımından her türlü ortaklıktan uzak olarak O'nun birliğini açıklamaktır, tşte bu; asıl, fer' ve denkliğin nefyi ile kasdedilen husustur. Qazzâlî der ki: Samed niteliği ise O'nun varlıkta kendinden başka hiç birine muhtaç olmayan efendi olduğunu iş'âr etmektedir. Evet burada âhiret ve sırât-ı müstakimden bahis yoktur. Bu sebeple İhlâs sûresi Kur'ân'ın üçte birine denktir. Yani Kur'ân'm üç temel esâsından birini anlatmaktadır. Nitekim hacc, Arafat'ta durmaktır sözü de böyledir. Yani haccın asıl hükmü Arafat'ta durmaktır. Geriye kalanlar buna bağlıdır.
İbn el-Kayyim el-Cevzî, Zâd el-Meâd'da der ki: Rasûlullah (s.a.), .sabah namazının sünnetiyle vitirde îhlâs ve Kâfirûn sûrelerini okurdu. Bu ikisi ilim ve amel birliği ile bilgi ve irâde birliğini, inanç ve maksad birliğini birleştiren iki sûredir. İhlâs sûresi inanç ve bilgi birliğini ihtiva eder. Her ne şekilde olursa olsun, Allah Teâlâ için ortaklığı mutlak anlamda reddeden birliğin tesbîtini gerektiren şeyleri ihtiva etmektedir. Samediyyet ise O'na hiç bir şekilde eksikliğin İlişemeyeceği, kemâl sıfatlarının hepsinin isbâtıdır. Baba ve çocuğun nefyi ise samediyyet sıfatının gereğidir. O'nun muhtaç olmayışının ve birliğinin icâbıdır. Teş-bîh, temsil ve benzerin reddi demek olan denkliğin nefyi ise, yine bu sûrede yer alan bir diğer husustur. Öyleyse bu sûre Allah için her kemâli isbât etmekte, her noksanlığı da reddetmekte, benzer ve eşlik konusunda her görüşü nefy etmekte, mutlak ortaklık durumunu ortadan kaldırmaktadır. İşte bu esâslar, ilmî ve i'tikâdî tevhidin hepsini birleştirir. Ve bu, sahibini her türlü sapıklık ve şirk fırkalarından ayırır. Bu sebeple ihlâs sûresi, Kur'ân'm üçte birine denk olur.' Çünkü Kur'ân'ın ana maksadı haber ve inşâdır. İnşâ emir, nehiy ve mübâh olmak üzere üç şeyden ibarettir. Haber ise iki türlüdür: Biri Yaratıcının zâtından, isimlerinden, sıfatlarından ve rükünlerinden haberdir; diğeri de yaratıklarından haberdir. İhlâs sûresinde O'nun zâtından isimlerinden ve sıfatlarından haber verildiği için o, Kur'ân'ın üçte birine denk olur. Ve okuyanı ilmî şirkten kurtarır. Tıpkı Kâfirûn suresi kasıdlı, iradî ve amelî şirkten kurtardığı gibi. Nasıl ilim, amelden önce ve ilim, amelin önderi, rehberi, hâkimi ise; ihlâs sûresi de Kur'ân'ın üçte birine denktir. Bu konuyla ilgili hadîsler hemen hemen tevatür derecesine ulaşmıştır. Kâfirûn sûresi ise Kur'ân'ın dörtte biridir. Tirmizî'nin, İbn Abbâs'tan naklettiği bir rivayette; Zilzâl sûresi Kur'ân'ın yarısına, İhlâs sûresi üçte birine, Kâfirûn sûresi de dörtte birine eşittir, denilir. Hâkim, Müstedrek'-inde bu rivayeti nakleder ve; isnadı sahihtir, der.3
İslâm Düşüncesinde Tevhîd Gerçeği9
İslâm Düşüncesinde Tevhîd Gerçeği
Tevhîd İslâm düşüncesinin dayandığı ilk temel esâstır. İslâm düşüncesinin dayandığı ilk temel esâs olduğu gibi düşünce sisteminin hususiyetlerinden de birincisidir. İslâm düşüncesi hâlis tevhîd inancı ile yeryüzünde geçerli olan diğer i'tikadî ve felsefî düşünce sistemlerinden ayrılır. İşte bunun içindir ki biz burada «İslâm düşüncesinin hususiyetlerinden» bahsederken «tevhîd» akidesinden söz ediyoruz. Bu araştırmamızın ikinci bölümünde İslâm düşüncesinin esaslarından bahsederken de tekrar bu konuya döneceğiz.
İslâm düşüncesinin hususiyetlerinden söz ederken tevhîd akidesinden bahsedişimizin gayesi, İslâm düşüncesinin tevhîd prensibiyle diğer inanç ve sistemlerden ne derece ayrıldığını göstermektir.
Bu arada şunu da belirtmek isteriz ki «tevhîd» Allah indinden gelen her dinde karşılaştığımız en bariz hususiyetlerden birisidir. Ayrıca ilâhî dinlerin dayandığı temel esâsların da başında gelir. Esâs itibarıyla tarih boyunca gelen semavî dinlerin hepsi İslâm esâsına dayanmaktadır. Ve hepsinin genel adı İslâm'dır. Çünkü İslâm, tek başına Allah'ın dinine teslim olmak ve hayat hâdiselerinde yalnız Allah'ın nizâmına uymak ve her türlü işte Allah'ın emrini benimseyerek O'nun nizâmına, şeriatına uyarak Allah'a kulluk etmektir. Gerek pratik hayat hâdiselerinde, gerekse ibâdet duygulannda yalnız Allah'a kulluk etmektir. Ne var ki zamanla bu ilâhî dini getiren peygamberlerin peşinde gidenlerin düşünce sistemleri bozulmuş, bir takım sapıklıklar ve tahrifler başgös-termiş, bunun yanı sıra câhiliyet düşünceleri dinlere baskın çıkmış ve yeryüzünde sağlam dinî esâslara dayalı bir düşünce sistemi kalmamış. Sâdece Allah'ın hıfz u inayeti ile tahrif elinin uzanamadığı insanların hayatına hâkim olan câhiliyetin ışığını söndüremediği ve Hz. Muham-med (s.a;)in getirdiği bu düşünce sistemi kalmıştır. Tevhîd beşeriyetin sahip olduğu yegâne ilâhî din olan İslâm'ın ana hususiyetlerinden birisi olarak devam edip gitmiştir.
Bir de belirtmek zorunda kaldığımız başka bir husus var. O da tevhîd akidesinin sâdece bu düşünce sistemine mahsûs olarak kapladığı sâ-hâ. Ve tevhîd düşüncesine dayalı pratik hayatın muhtelif yönleriyle ilgili ahlâkî ve içtimaî tanzîmât... Müslümanm düşünce sisteminde tevhîd akidesi kâinatın her safhasına yayılmıştır. Kâinattaki yegâne faal güç Allah'ın birliğinde ortaya çıkan güçtür. Müslümanın hayatında tek başına hâkim olan güç Allah'ın birliğine dayalı güçtür. Ayrıca tevhîd inancı insanlığın gizli açık... Büyük küçük... Üstün basit... Duygu ve hüküm... İnanç ve amel... Ferd ve toplum... Dünya ve âhiret ile alakalı bütün yönlerini tanzim eden bir unsurdur... Ve varlıklar dünyasında âlemşümul tevhîd akidesinin dışında bir zerre bile oynayamaz.
İslâm düşüncesi şu esâsa dayanır: Ortada bir ulûhiyet gerçeği vardır. Bir de kulluk gerçeği. Ulûhiyet tek başına Allah'ın zâtına mahsûstur. Kullukta ise Allah'ın dışında kalan her şey ve her varlık müşterektir. Hak Teâlâ ulûhiyet gerçeği ile nasıl tek başına temayüz etmişse buna bağlı olarak ulûhiyetin hususiyetleri ile ilgili konularda da tek basınadır. Her şey ve her canlı, kulluk konusunda nasıl müşterek ise aynen öyle de her şey ve her canlı ulûhiyetin hususiyetlerinden tamamen uzaktır. Şu halde meydanda birbirinden tamamen farklı ve ayrı iki varlık bulunmaktadır. Biri Allah Teâlâ'nın zâtı, diğeri de Allah'tan başka Allah'a kul olanların varlığı. Ve bu iki varlık arasındaki münâsebet yaratanın yaratılmışla, Allah'ın kulla olan münâsebetidir...
İşte İslâm düşüncesindeki ilk temel kaide budur. Diğer kaideler bu temel kaideden doğar ve onun üzerine kâim olur. Ve İslâm düşüncesinin böyle bir temel kaide üzerine oturmuş olması daha önce de belirttiğimiz, gibi onun belli başlı özelliklerinden birisidir.
Biraz önce söylemiş olduğumuz tevhîd akidesinin Allah indinden gelmiş bütün dinlerde temel kaide olduğu gerçeğini Kur'ân-ı Kerîm muhtelif yerlerde defalarca tekrar eder. Hem her peygamberin kıssasını anlatırken, hem de toplu halde zikrederken kesin olarak bu hususu belirtir:
«Andolsun ki Nuh'u kavmine gönderdik de: Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük günün azabından korkarım, dedi.» (A'râf, 59)
«Âd'a da kardeşleri Hûd'u gönderdik. De ki: Ey kavmim; Allah'a ibâdet edin. Sizin için O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız? dedi.» (A'râf, 65)
«Semûd milletine de kardeşleri Salih'i gönderdik: Ey milletim, Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Rabbınızdan size bir belge geldi, dedi.» (A'râf, 73)
«Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Rabbınızdan size apaçık bir burhan gelmiştir.» (A'râf, 85)
«Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine: Durun, ben bir ateş görd.üm. Size ya ondan bir kor getirir; veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum, demişti. Ateşin yanına gelince; kendisine: Ey Mûsâ, diye seslenildi: Şüphesiz ki senin Rabbın Benim Ben. Pabuçlarını çıkar. Zîrâ sen, mukaddes vâdîde, Tuvâ'dasın. Ve Ben, seni seçtim. Öyleyse vahyolunanları dinle. Şüphesiz Ben, Allah'ım. Benden başka hiç bir ilâh yoktur. Öyleyse Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl.» (Tâha, 9-14)
«Allah buyurmuştu ki: Ey Meryem Oğlu îsâ; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edinin, dedin? Demişti ki: Tenzih ederim seni, hak olmayan bir sözü söylemek bana yaraşmaz. Eğer ben, onu söylemişsem; Sen onu elbette bilirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben Senin zâtında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en İyi bilen Sensin Sen. Ben; onlara Senin bana buyurduğundan başkasını söylemedim. Rabbım ve Rabbınız olan Allah'a kulluk edin dedim. Ben aralarında bulunduğum sürece üzerlerine şâhid idim. Beni öldürdüğünde onların murakıbı Sensin. Sen her şeye şâhidsin. Eğer onlara azâb edersen; şüphesiz onlar Senin kullarındır. Şayet bağışlarsan; muhak-kajc ki Sensin Sen Azız, Hakîm.» (Mâide, 116-118)
«Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk ediri, diye vahyetmişizdir.» (Enbiyâ, 25)
Ne var ki bütün peygamberlerin getirmiş oldukları bu tevhîd akidesi zamanla tahrifata uğramış ve muhtelif inanç şekillerinden kırpıntılar karışmıştır. Gerek semavî dinlerden, gerekse putperest dinlerden eskiden kalma mitolojik hususiyetler bu dinlere karışarak onların asıl rengini değiştirmiştir. Kitabımızın baş taraflarında bu konuyla ilgili bir takım bilgiler sunmuştuk. İslâm düşüncesindeki tevhîd akidesinin kapladığı sahayı açıklamaya girişmeden önce tevhîd esâsının, İslâm düşüncesine hâs özelliklerden birisi olduğunu iyice kavrayabilmek için diğer düşünce sistemlerindeki ulûhiyyet ve kulluk ile alâkalı düşünüş tarzlanna temas etmemiz yerinde olur. Özellikle birbirinden ayn bir varlığı kabul edip bir nevi ilâh düşüncesine sahip olan fikir sistemleriyle karşılaştırmamız yerinde olur. Meselâ Hinduizm tek bir varlığa inanır. Var olan tek varlık «Brahma»dır. Hinduizm'de Brahma'nın sıfatları kendisine hâstır ve diğer varlıklardan ayrılır. Mutlak kemâle sâ-hibtir, tek başına hayrın temsilcisidir. Gerek devamlı olması, gerekse ezelî oluşu bakımından, yegâne varlıktır. Ve Hinduizm'de varolan bu tek varlığın dışındaki bütün varlıklar, varlığı mevcûd olmayan «yokluktan» ibarettir... Bu kâinat ve içinde bulunan her şey esâs itibarıyla yokluktan ibarettir.
Ne var ki Hinduizm bir taraftan bu tek varlık fikrini belirtirken, diğer taraftan hayrın ve kemâlin ifâdesi olan gerçek varlığın, şerrin ve eksikliğin timsâli olan «yokluğa» hulul ettiğine inanmaktadır. Brahma yokluktan ibaret olan bu varlıklar dünyasının her parçasına hulul etmiştir. Dolayısıyla insanın da içinde bulunduğu bu varlıklar dünyasının her parçası hem varlıktan, hem de yokluktan meydana gelmiştir. Hem hayırdan, hem serden. Hem kemâlden, hem de noksanlıktan, hem bekadan hem de fenadan.
Şu halde inanmış bir Hindunun en mühim vazifesi devamlı olarak kendi benliği ile mevcûd olan hayır, kemâl ve beka varlığını; yokluk, şer, noksanlık ve fena varlığından sıyırarak Brahma'ya ulaşmak için gayret sarf etmektir. İşte bunun içindir ki Budizm de yokluktan ibaret olan bedenin feda edilerek ona hulul etmiş olan varlığa ulaşmak ve hür olmak herkesin idealidir. Erişilen bu mertebenin adı Budizm'de «Nirva-na»dır. Nirvana, varlıklar dünyasından kurtulup hürriyete ulaşarak Brahma'ya dönmektir. Esasen noksanlıklardan, serden, fenadan ve yokluktan meydana gelmiş olan bu âlemi Brahma yaratmış değildir. Sadece ona hulul etmiştir. Brahma bu kâinatın idaresini ve tasarrufunu elinde bulundurmaz. Yalnız ona hulul etmekle her şey kendiliğinden olur.
Bununla birlikte hulul inancına sahip olan bu tek ilahlı düşünce sistemine mâlik Hinduizm'e teslis akidesinden de birçok hususlar sızmıştır. Zîrâ HinduiznVde Brahma, tek bir ilahın üç şekilde görünme-sıyle ifâde edilir. Brahma.bir taraftan yaratıcı şekilde görünür, diğer bir ilâh olan «Fişna» koruyucu şekildedir, «Seyfa» adını verdikleri diğer ilah ise yıkıcı şekilde gözükür; Sonra Hinduizm'de ilahlığm ve feleklerin kaderine hâkim olan «bir karma ilâh» inancı vardır. Bu karma ilâh âlemin deveranını, varlığı ve yokluğu idare eder ve işte böylece tevhîd akidesi o kadar yanlışlıklarla dolu olmasına, hulul akîdesiyle karışık bulunmasına rağmen kendisini koruyamamıştır.
Eski Mısır dini Achnaton inancında da bir nevi tevhîd şekline rastlanmıştır. Çünkü Achnaton'un tavsif ettiği ilah «Aton» faaliyet ve vahdaniyet sıfatlarına sahiptir. Kâinatı o yaratmıştır, koruyucusu ve idarecisi de odur. İşte «Achnaton» un ilâh anlayışı, beşeriyetin tanıdığı semavî olmayan dinlerin içerisinde en üstün bir ilâh anlayışıdır. Şu kadar ki «Achnaton» inancına karışmış olan semavî dinlerin te'sîrini de gözden uzak tutmamak gerekir. Bununla birlikte Achnaton'un inancına hâkim putperest unsurlardır. Zîrâ Achnaton maddî olarak gördüğümüz güneşi, ilâhın bir remzi olarak kabul eder ve güneşe ilâhî adım takar. Böylece tevhîd akidesine yaklaşan Achnaton inancı, putperestlikle karışır gider.
Aristo da «Vâcib el-Vücûd olan» bir ilâh ile «mümkin el-Vücûd olan» ilâhı birbirinden ayırır. Şu kadar var ki inandığı ilâh sistemini Aristo kâinat karşısında menfî bir tavır takınmış olarak kabul eder. Önce kâinatı yaratan Allah değildir. Kâinatın idaresi ile onun ilgisi yoktur. Sadece kâinatın hareketi kendi derûnunda gizli bulunan vâcib el-Vücûd'a karşı şiddetli bir şevk ve arzu ile meydana gelmektedir. Ve böylece kâinat Mümkin el-Vücûd halden vücûd haline intikâl etmektedir.
İbrahim (a.s.)in dininde de tevhîd akîdesi temel esâsı teşkil ediyordu. Hz. İbrahim bunu İsmail'e ve İshâk'a da tavsiye etmşiti. Hz. İs-hâk'ın oğlu Ya'kûb (a.s.) da tevhîd dinine bağlıydı. Kur'ân-ı Kerîm'de anlatıldığı gibi Hz. Ya'kûb vefat edeceği sıralarda çocuklarına tevhîd akidesini tavsiye etmişti:
«Kendini bilmezden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir. Andolsun ki dünyada onu seçmiştik. Muhakkak ki o, âhirette de sâlih-lerdendir.
Hani Rabbı ona; teslim ol, buyurduğu zaman; o da: Âlemlerin Rabbına teslim oldum, demişti. İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. Ya'kûb da: Oğullarım, Allah dinini sizin için seçti. Onun için siz de yalnız müslüman olarak can verin, dedi.
Yoksa Ya'kûb'a ölüm geldiğinde siz orada mıydınız? Hani o, oğullarına: Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz? demişti. Senin ilâhı-,na ve ataların İbrahim'in, İsmail'in, İshâk'm tek ilâhı olan Allah'a ibâdet edeceğiz. Ve biz, O'na teslim olmuşuzdur, demişlerdi.» (Bakara, 130-133)
Hz. Mûsâ İsrâiloğullanna peygamber olarak geldiği zaman tevhîd akidesini getirmişti. Ve hâlâ da Yahudilik tevhîd esâsına dayalı bir din olarak kabul edilir. Şu kadar var ki gerek Hz. Musa'dan önce, gerekse sonra İsrâiloğullan tevhîd akidesini tahrif etmişler, lekelemişler, Allah'ın hükümlerinin yerini değiştirmişlerdir. Sırf îsrâiloğullarına mahsûs bir ilâh kabul etmişler ve onun birliğini kabullenmişlerdir". İsrâiloğul-lannın ilâhı, millî bir ilâhtır ve diğer ilâhların kullarına karşı onlan korur. Bunun da ötesinde İsrâiloğullan kendi millî ilâhlarına iftira etmisler ve kendilerinin Allah'ın oğulları olduklarını, dostları bulunduklarını ve işledikleri günâhlar yüzünden kendilerini azâblandırmayacağı-nı ileri sürmüşlerdir. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmişler ve kendi aralarından kızlarla evlenerek Amâlika kavmini dünyaya getirdiğini iddia etmişlerdir. Nitekim Yahova bu kavmin de kendisi gibi ilâhlaşmasından korkarak onların arasına inmiş ve dillerini karıştırmıştır. Yahudiler Hz. Ya'kûb'un bir keresinde bu ilâhla çarpıştığını iddia etmişler, bahçelerin gölgelerinde gezinerek havasından istifâde ettiğini söyleyerek birçok efsâne ve hurafeleri tevhid akidesine karıştırıp gerçek tevhîd akidesini de lekelemişler ve kirletmişlerdir.
Nihayet Hz. îsâ gelmiş, o da tevhidi getirmiştir. Sonra Hıristiyanlar onu tevhîd esâsından kaydırarak üçlü bir ilâh sistemine dönüştürmüş, baba, oğul ve rûhu'l-Kudüs'ün teşkil ettiği üç uknuma dayalı tek bir Allah şeklinde göstermeye çalışmıştır. Ne varki oğulun uknumu ve irâdesi diğerlerinden tabiatı itibarıyla ayrılır. İşte böylece kendi dinlerinin esâsı olan tevhîd akidesinden uzaklaşmışlar ve kiliselerinin ortaya attığı, gerçekle alâkası bulunmayan çeşitli inançlara sapmışlardır.
İşte bütün bunlardan dolayı açıkça diyoruz ki, saf ve mükemmel tevhîd esasına dayalı olarak bakî kalmış olan yegâne düşünce sistemi İslâm düşüncesidir. Tevhîd bu düşünce sisteminin belli başlı özelliklerinden birisidir ve bugün yeryüzünde hâkim olan inanç sistemleri arasında tevhîd esâsına dayalı yegâne düşünce sistemi İslâm düşüncesidir.
Şimdi İslâm düşüncesindeki tevhidin mâhiyetini ve hududunu açıklamaya girişebiliriz. Daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm akîdesi ulû-hiyetin ayrı, kulluğun ayrı şeyler olduğunu bildirir. Ulûhiyet yalnız Allah'a mahsûstur. Her şey ve canlı varlık, O'nun ulûhiyetini müştereken kabullenir. Ulûhiyetin hâssaları da yalnız Allah'a mahsûstur ve her kul bu hâssaları yalnız Allah'a mahsûs olarak kabul eder. Ulûhiyetle kulluğun gerekleri ve İnsan hayatındaki neticeleri bu esâsa dayanır. Hak Teâlâ zâtı itibarıyla tektir. Ve bütün hususiyetlerinde eşsizdir.
«Ey Muhammed, de ki: O Allah, bir tektir. Allah'tır, Samed'dir. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir.» (İhlâs)
«O'nun benzeri hiç bir şey yoktur.» (Şûra, 11)
«İşte Babbınız olan Allah budur. O'ndan başka hiç bir tanrı yoktur. Her şeyin yaratanıdır. Öyle ise O'na kulluk edin. Ve O, her şeye de Ve-kîl'dir.» (En'âm, 102)
«AUah, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş ve bir ölçüyle tak-dîr etmiştir.» (Furkân, 2)
«De ki: Allah'tan başka taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Yeryüzünde ne yaratmışlardır gösterin bana. Yoksa onların ortaklığı göklerde midir? Yoksa onlara bir kitâb verdik de onlar bundan bir delile mi dayanıyorlar?» (Fâtır, 40)
«De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir? Allah'ındır, de.» (En'âm, 12)
«O ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Çocuk edinmemiştir, mülkte ortağı yoktur.» (Furkân, 2)
«Ey insanlar; Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Allah'tan başka gökten ve yerden sizi nzıklandıran bir yaratıcı var mıdır? Ondan başka ilâh yoktur. O halde nasıl çevriliyorsunuz?» (Fâtır, 3)
«Nice canlılar vardır ki; rızkını kendi taşımaz. Sizin de, onlann da rızkım Allah verir.» (Ankebût, 60)
«Yeryüzünde yaşayan canlıların rızkını vermek Allah'a mahsustur. O, canlıları babalann sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta iken de bilir.» (Hûd, 6)
«Muhakkak ki zail olmasınlar diye gökleri ve yeri tutan Allah'tır. Eğer zail olurlarsa andolsun ki, bundan sonra onları kimse tutamaz. Şüphesiz ki O; Halım, Gafur olandır.» (Fâtır, 41)
«Göğün ve yerin O'nun emriyle ayakta durması da yine O'nun âyetlerindendir.» (Rûm, 25)
«Biz; her şeyi apaçık bir kitâbta saymışızdır.» (Yâsîn, 12)
«O, kulları üzerinde yegâne hâkimdir. Ve size koruyucular yollar. Nihayet herhangi birinize ölüm gelince, elçilerimiz bir eksiklik yapmaksızın onun canını alırlar. Sonra onlar, gerçek mevlâlarına döndürülürler. Dikkat edin, hüküm O'nundur. Ve O, hesâb görenlerin en sür'atli-sidir.» (En'âm, 61-62)
«De ki: Bana haber verir misiniz; eğer Allah, kulağınızı, gözlerinizi alır ve kalblerinizin üstüne mühür vurursa; Allah'tan başka onları size getirecek İlâh kimdir?» (En'âm, 46)
«Sonra, göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin.» îkisi de dediler ki: «İsteyerek geldik.» (Fussilet, 11)
«Göğün ve yerin, O'nun ile ayakta durması da O'nun âyetlerinden-dir. Sonra sizi bir çağırmaya görsün, yerden hemen çıkıverirsiniz. Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur.» (Rûm, 25-26)
«Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler, büyüklük tasîa-maksızın Allah'a secde ederler.» (Nahl, 49)
«O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur.» (İsrâ, 44)
İslâm düşüncesindeki tevhîdle alâkalı konularda verdiğimiz bu kadar bilgi yeter. Bu açıklamamızda Allah'ın tek başına ulûhiyeti açıkça belirdiği gibi, Allah'tan başka herkesin ve her şeyin O'nun ulûhiyetine kulluğu da ortaya çıkmaktadır. Yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki alâkamn sadece kullukla ilgili olduğu belirmekte, ikisi arasında yakınlık bulunmadığı, zât, sıfat ve hususiyet bakımından ortaklık ve benzerliğin sözkonusu olmadığı açığa çıkmaktadır. Bu kadarlık ma'lûmât bile tevhîdin, İslâm düşüncesinin temel esâslarından birisi olduğunu belirtmeye yeter.
Şu kadar var ki, tevhîd hususiyetinden söz ederken kısa da olsa bu tevhidin insan hayatındaki gereklerine de İşaret etmek lâzımdır. Ayrıca tevhidin îcâbı olan hususlar tevhîd akidesinin neden İslam düşüncesinin temel hususiyetlerinden birisi olduğunu belirtmek yönünden lüzumludur.
İslam düşüncesindeki Allah'ın birliği inancının başta gelen gereği; beşer hayatına hükmetme bakımından ancak tanrıya hâs olan özellikleri yalnız Allah'a tahsis etmektir. Nasıl ki inanç ve düşüncede, duygu ve ibâdette yalnız başına O'nu ilâh olarak tanıyorsak, beşer hayatına hükmetme mevzuunda da yalnız başına O'na teslim olmak mecburiyetindeyiz.
Nasıl ki bir müslüman Allah'tan başka bir ilâh, Allah'tan başka ibâdete lâyık birisi, Allah'tan başka bir yaratıcı, Allah'tan başka bir rı-zık verici olmadığını, Allah'tan başka birisinin fayda ve zarar vermesinin sözkonusu olamayacağım, gerek kendisiyle alâkalı hususlarda, gerekse bütün kâinatla ilgili konularda Allah'tan başka bir hakim-i Mutlak bulunmadığını kabul ederse ve bu inancından dolayı kulluk vazifesini îfâ ederek, tek başına Allah'a yönelip yalnız O'ndan ister ve yalnız O'ndan sakınıp korkarsa... Tıpkı bunun gibi müslüman inanır ki, Allah'tan, başka bir hâkim-i Mutlak yoktur. Allah'tan başka temel hükümler koyacak birisi yoktur. Allah'tan,başka beşer hayatını ve beşerin kâinat ve canlılarla olan ilgisini ve kendi cinsinden insanoğullan ile olan münâsebetlerini tanzim edecek Allah'tan başka birisi mevcûd değildir. İşte bundan dolayı bütün hüküm ve teşkilâtını, hayat nizâmını, geçim programını, münasebet kaidelerini, değer ve ölçü kıstaslarını Allah'tan alır ve hepsinde yalnız O'na yönelir. İbâdet ve kulluk nişanesi olarak Allah'a yönelmek, ümid ve istekle, korku ve çekinme ile Allah'a teveccüh etmekle hüküm ve nizâmı Allah'tan olmak, maişet programını, hayat sistemini O'nun emirlerine göre tanzim etmek, içtimaî münâsebet kaidelerini, değer ve ölçü kıstaslarını ona göre ayarlamak arasında fark yoktur. Her iki husus da tevhîd akidesinin îcâblarındandır. Her iki husus da farksız olarak müslümanın hayatında ve vicdanında tevhîd akidesinin muhtevası içerisine girer.
Kur'ân-ı Kerîm, tevhîd akîdesiyle bunun gereği olan konuların hayat ve vicdanda hâkim olması arasında kuvvetli bağlar kurar. Ve müslümana yüklediği mükellefiyetlerin hepsini ulûhiyet ve ubudiyeti, vahdâniyyeti, hâkimiyet ve saltanatın birliği esâsına göre tanzim eder. Bu mükellefiyetler, gerek vicdanî duygularla alâkalı olsun, gerek ibâdet şekilleriyle ilgili bulunsun, gerekse teşriî kaidelerle alâkalı olsun aynıdır... İşte bakınız tek bir âyet-i kerime içerisinde hem tevhîd akidesi yer alıyor, hem hâkimiyet ve sulta mevzuu vârid oluyor. Hem de dünya hayatı ile âhiret hayatındaki konular hem de tevhîd akidesinin zarurî bir îcâbı olması münâsebetiyle Allah'ın şeriatına uyma emri tekrar ediliyor:
«Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O'dur Rahman, Rahim.»
«Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip, yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârların değiştirilmesinde, gökle yer arasında emre hâzır bekleyen bulutta, elbette akleden bir kavim için âyetler vardır.»
«İnsanlardan kimi de, Allah'tan başkasını O'na emsal edinir, Allah'ı sever gibi onları severler. îmân edenlerin Allah sevgisi ise, daha fazladır. Zulmedenler, azabı görecekleri zaman; bütün kuvvetin Allah'a âit olduğunu ve Allah'ın pek çetin azabı bulunduğunu keski bilselerdi.»
«O zaman uyulanlar, uyanlardan uzaklaşmış ve azabı görmüş oldular. Aralarındaki bütün bağlar kopmuştur.»
«Uyanlar dediler ki: Bizim için (dünyaya) bir dönüş olsaydı da (şimdi) bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsaydık. Böylece onların bütün yaptıklarını Allah, hasretler halinde kendilerine gösterecektir ve onlar ateşten çıkacak değildirler.»
«Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin. Şeytânın adımlarına uymayın. Şüphesiz ki o, sizin için apaçık bir düşmandır.»
«O, size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyi söylemenizi emreder.»
«Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, onlar: Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, dediler. Peki ya ataları bir şey akledemeyen doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?»
«Küfredenleri (hakka) çağıran kimsenin misâli; bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan (hayvanlar) a haykıranmki gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akledemezler.»
«Ey îmân edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin, Allah'a şükredin, eğer O'na' kulluk ediyorsanız,»
«Allah size, ölüyü, kam domuz etini ve Allah'tan başkası için kesileni haram kılmıştır. Ancak kim mecbur kalırsa saldırmamak ve sının aşmamak şartıyla (yemesinde) günah yoktur. Muhakkak ki Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.» (Bakara, 163-173).
Kur'ân-ı Kerîm'in akışı içerisinde yer alan bu âyet-i kerîme üzerinde düşündüğümüz zaman âyet-i kerîme'nin önce Allah'ın birliğini belirttiğini .görürüz. Bundan sonra ilâhî kudretin tecellî ettiği kâinat sahnelerinden manzaralar sunarak bu gerçeği dile getiriyor. Onu müteakiben de Allah'ın hâkimiyetinden başka hâkimiyetin sozkonusu olmayacağı kıyamet manzaraları sunuyor ve bütün bunların sonunda insanlara helâl ve haram konusunda Allah'ın şeriatına uymalarını emrediyor. Şeytâna uymaktan da sakındırıyor. Bu konuda câhiliyetin geleneklerine uyanları tehdîd ederek Allah'tan başkasınm emir ve telakkilerine uymanın caiz olmadığını belirtiyor. Sonra inananlara dönüyor, Allah'ın helâl olarak belirttiği güzel nesnelerden yemelerini emrediyor. Şayet Allah'a kulluk ediyorlarsa mesele bu şekildedir. Allah kendileri için dilediği şeyi helâl, dilediğini haram kılmıştır. Zîrâ tek başına kulluk edilmeye şâyeste olan, kendisi olduğu gibi helâl ve haram hükmünü verecek olan da O'dur. Bu kâinatı tek başına idare eden O'dur ve kıyamet gününde de yalnız başına kudret ve hâkimiyet O*nun elindedir. Allah'ın birliği hem konulan nizâmlardan, hem yapılan ibâdetlerden, hem de belirtilen günde ortaya çıkar. Bunların hepsi birleşmeden tevhîd inancı mümkün olamaz.
Tıpkı bu âyet-i kerîme'ye benzer birçok âyetler vardır Kur'ân'da ve hepsi tevhidin mânâsını, şümul sahasını belirtir. Konuyu aydınlığa kavuşturmak için bir başka örnek daha vermemiz yerinde olacaktır sanırım. Ayrıca İslâm düşüncesinin hususiyetlerini ve esâslarını şümullü ve mükemmel olarak açıklama yönünden Kur'ân'ın metodunu öğrenebilmek için de bu örnek faydalı olacaktır:
«Şehirlerin anasını ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve hakkında hiç bir şüphe bulunmayan o toplanma günüyle korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir.»
«Şayet Allah dileseydi, hepsini tek bir ümmet yapardı. Ama O, dilediğini rahmetine sokar. Zâlimler için ne bir velî vardır ne de bir yardımcı.»
«Yoksa O'ndan başka velîler mi edindiler? İşte Allah, O'dur velî. ölüleri O diriltir. Ve O, her şeye kadirdir.»
«İhtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm Allah'ındır. İşte Rabbım Allah budur. Ben, O'na tevekkül ettim ve yalnız O'na yöneldim.»
«Göklerin ve yerin yaratanı, size kendinizden eşler yarattı. Davarlardan da çiftler. Bu suretle çoğalmanızı sağlıyor. O'nun benzeri hiç bir şey yoktur. Ve O, Semî'dir, Basîr'dir.»
«Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğinin rızkını genişletir ve kısar. Muhakkak ki O, her şeyi bilendir.»
«Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşrî' buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidâyete iletir.»
«Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olsaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüd içindedirler.»
«Şu halde sen bunun İçin davet et ve emrolunduğun şekilde dos^ doğru bir istikâmet tuttur. Onların heveslerine uyma. Ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba İnandım ve aranızda adalet etmekle emrolun-dum. Allah bizim de Rabbımız, sizin de Rabbınızdır. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak hiç bir şey yoktur. Allah, hepimizi bir araya toplar ve dönüş de O'na-dır.» (Şûra, 7-15)
Bu âyet-i kerimeler üzerinde de düşündüğümüz zaman görürüz ki âyetler önce vahiy ve risâlet mevzularını belirtmekte ve Rasûlullah'ın kıyamet günüyle onları korkutması, âhiret gününde mü'minlerle zâlimlerin akıbetlerinin farklı olacağını, herkesin dünyadaki ameline göre mükâfatlandırılacağım, fakat kesin ve mutlak hüküm ve hikmet sahibinin Allah Teâlâ olduğunu beyân etmektedir. Bundan sonra kıyamet gününde ölülerin yeniden diriltilmesiyle tecellî eden ilâhî kudretin birliği ve eşsizliği belirtiliyor. Daha sonra yegâne hâkimiyet sahibinin yüce Allah olduğunu ve dolayısıyla yalmz O'na güvenmek ve dayanmak îcâbettiğini açıklıyor. Yegâne sığınağın Allah'ın kudreti olduğunu ifâde ediyor. Müteakiben de Allah'ın göklerde, yerde, insanların ve hayvanların çifter çifter yaratılmasında ortaya çıkan ilâhî kudreti örnekleriyle açıklıyor ve bunun yalmz başına eşi ve benzeri bulunmayan Allah'a mahsûs olduğunu bildiriyor. «Göklerin ve yerin anahtarları kendi elinde» bulunması münâsebetiyle tek başına hâkimiyet yetkisinin Allah'a mahsûs olduğunu, «rızıklan dilediği kimseye daraltıp, dilediği kimseye genişletmesi» ile gerçek rızıklandıncınm yalnız başına O olduğunu belirtiyor. Allah'ın zâtı, sıfatları, kudreti ve saltanatı ile tek başına ve yalnız olduğu açıklandıktan sonra hemen meseleyi risâlet müessesesinin başından beri yegâne hüküm vaz'edenin kendisi olduğunu, O'ndan başka kimsenin hüküm vaz'etme yetkisinin" bulunmadığını belirtiyor. Kendisinin koyduğu şeriatın gerçek mânâda din mefhûmunu karşıladığını açıklıyor. En sonunda da Rasûlullah (s.a.)a Allah'ın vaa-dettiği nizâma ve şeriata insanları davet etmesini bildiren bir emir yer alıyor. İnsanlann hevâ ve hevesine uymaktan da hehyediyor. İlk olarak da peygamberin Allah'ın adaletle muamele etmesine dâir emrini yerine getireceğini ve insanlar arasında Allah'ın şeriatına göre hüküm icra edeceğini bildiriyor. Bölüm içerisinde yer alan âyetlerin son kısmında da Allah'ın şeriatına göre hükmeden mü'minlerle diğerleri arasındaki kesin ayrılık belirtiliyor. Neticede her iki grubun dönüp varacağı yer Allah'ın huzurudur.
öyle sanıyoruz ki bu iki örnek İslâm düşünce sistemindeki Hanlıkla hâkimiyetin birliği anlayışıyla, bu birlik inancının insan hayatı üzerindeki te'sîrlerini. açıklamış bulunmaktadır. Ve yine bu iki örnek bu iki anlamdaki tevhîd inancının İslâm düşüncesinin hususiyetleri arasında yer almasındaki ehemmiyeti de açıklamış olmaktadır.
İslâm düşüncesinin temeli olan tevhîd inancı ve bunun insanların hayatı üzerindeki te'sîrine dâir bu kadarlık ma'lûmât kâfi gelir sanırım. Bundan sonra artık şu gerçeği açıkça söyleyebiliriz: Gerçekten tevhîd esâsına dayalı bulunan İslâm düşüncesi insan ruhunda ve gönlünde öyle te'sîrler icra ediyor ki, bir başka düşünce sisteminin bunları te'mîn etmesi imkân hâricidir. Ayrıca insanın pratik hayatı üzerinde de bu düşünce sisteminin icra ettiği fonksiyonu başka bir düşünce sisteminin icra etmesi mümkün değildir.
İslâm düşüncesi insanın ruhunda, gönlünde ve hayatında bir kontrol te'sîs ediyor ve bu kontrol sayesinde insanın gözü önünde şekiller birden değişmiyor, değer ölçüleri kıymetini yitirmiyor, hareket ve yaşayışta sarsıntı ve deprasyonlar meydana gelmiyor.
Ulûhiyeti bu anlayış içerisinde düşünen, kulluğun hududunu bu çevreler dâhilinde değerlendirebilen kişi şüphesiz ki kendi yönünü tes-bît eder, hareketlerini kontrol eder, dikkat ve itinâ içerisinde kim olduğunu, varlığının gayesinin nelerden ibaret bulunduğunu, gücünün neye yetebileceğini ve neye yetmeyeceğini kavrar ve bilir. Kâinatta mev-cûd olan eşyanın mâhiyetini kavrar. Kâinatta geçerli olan gerçek kuvveti görür ve bilir. Bütün bunlardan dolayı da eşya ile muamelesini yürütürken mazbut hudûdlar dâhilinde hareket eder, sapmaz, - ayağı kaymaz, yalpalamaz... Düşünce sistemindeki otokontrol; aklî değer ve ölçülerde de muvâzene ve kontrolü sağlar. Gönülle ilgili konularda ve değer ölçülerinde ağırlığını hissettirir. Ayrıca kâinattaki ilâhî kanunlarla faaliyet icra etmek ve değer ölçülerini bu ilâhî kanunlara intibak ettirmek bu kontrol ve muvâzeneyi destekler, takviye eder ve sağlamlaştırır.
Bu gerçeği; yaratan, kudret sahibi, idare eden, nzık veren ve kahredici güce sahip bulunan bir ve tek Allah'a dayanarak hareket eden müslüman bir ferd ile diğer düşünce sistemlerine bağlı ferd arasında mukayese yaptığımız zaman çok daha iyi anlarız. Diğer düşünce sistemlerine bağlanmış olan ferdler ister hayır ve şer ilâhının varlığına inanan çok. tanrılı dinlere bağlanmış olsunlar, ister tek ve var olup ta yokluk denilen kâinatın yapısına hulul etmiş olduğuna inanan dinlere bağlanmış olsunlar, tster kâinat meseleleriyle ilgilenmeyen ve bu hususlara önem vermeyen bir ilâh anlayışına sahip bulunsunlar, ister donuk, kör, sağır ve hiç bir şey hissetmeyen madde ilâhına bağlanmış olsunlar, isterse aklın ve hafsalanın kabul etmeyeceği hurafe ve efsânelerin bataklığına gömülmüş dinlere bağlanmış bulunsunlar bu kıyâs önemini asla kaybetmez.
Ayrıca İslâm düşünce sistemi, insanın aklına ve gönlüne bir istikâmet verir. Rabbı Zülcelâl'e İslâm'ın belirttiği sıfatlar dâhilinde inanan ve bu mazbut ölçüler dâhilinde onunla ilgi kuran insanın gönlü ve- kafası elbette ki huzur ve istikâmet içerisinde bulunacaktır. Düşüncesiyle hayatı arasında bir anarşi bulunmayacaktır. Müslüman Rabbı ile olan münâsebeti ve düşüncesi sayesinde Rabbımn neden hoşlanıp neden kızdığım gayet iyi bilir. O'nun nzâsına nail olabilmek ,için gerçek mânâda inanmanın şart olduğunu, Allah'ın sıfatlanın bilmenin gerektiğini, O'nun belirttiği metod ve nizâm çerçevesinde hareket etmenin îcâbettiğini bilir ve kabul eder. Hiç bir zaman için Allah'a oğullar ve yakınlar isnâd ederek iftira etmez. Araya şefâatçılar ve aracılar koyarak yaklaşılacağını kabul etmez. O'nun emirlerine uyup nehyettiklerinden sakınmaktan başka bir hedef ve gaye ile O'na kulluk etmez. S&; dece hükmüne ve şeriatına uyarak ibâdet vazifesini yerine getirir...
Ve işte bu bilgi ve anlayış, elbetteki mü'minin kafasında ve gönlünde istikâmet duygusu meydana getirecektir. Doğru bir düzünce sistemine bağlanmış olmaktan doğan doğru bir istikâmet. Doğru hareket etmekten neş'et eden doğru bir istikâmet.
Bunun yanısıra son derece sadelik, aydınlık, hareket ve gidişattaki kolaylık, düşünce ve fikirlerdeki açıklık... İşte tevhîd es^sı üzerine kâim olan İslâm düşüncesini bu mânâda ve bu çerçeveler dâhilinde değerlendiren ve Hıristiyan kilisesini üç uknumda birleşmiş tek ilâh inancı ile mukayese eden insan bu hususiyetlerin hepsini görür. Hıristiyanlıktaki tek bir Allah inancına yakıştırılması mümkün olmayan oğul isnadı ve kiliseye verilen bağışlama sebepleri gibi basit ve esrarengiz prensiblerle mukayese eden kişi bu hususiyetleri açıkça müşahede eder.
Tabîatı ilâhlaştıranlar için de aynı şeyler söylenebilir. Evet duymayan, görmeyen, emir ve nehiy kabiliyeti bulunmayan, kullarından hiç bir fazilet ve amel istemeyen, hiç bir kötülükten ve rezaletten nehyet-meyen tabiat ilâhı için de aynı hususlar belirtilebilir. Tabiata kul olan insanlar hangi metodu ve sistemi benimsemek durumunda bulunanlardır. Kafaları ve gönülleri hangi hususta huzura erecek? Genellikle inandıkları ilâhın mâhiyetini bile bilmemektedirler. Her gün bu yeni ilâhın yeni bir ma'rifetini keşfetmekle meşguldürler. Her gün bir gün önce bilmedikleri şeyin mâhiyetini ve niteliklerini biraz daha öğren-mekteler. Bu bilgileri de.çoğu kere tesadüflere ve deneylere bağlı.
Daha önce bahis mevzuu ettiğimiz diğer düşünce sistemleri için de aynı durumu belirtebiliriz. Onların hepsinde kapalılık, girifttik ve zorluk mevcûd olduğu gibi hiç birisi de mensûblarına doğru bir istikâmet, sağlam bir düşünce ve hareket sistemi vermiyor ve işte bundan dolayıdır ki insan kalbi ve kafası İslâm akidesi ile ilk karşılaştığı anda bir istikâmet hissediyor, bir sadelik görüyor. Bir aydınlığın varlığını müşahede ediyor. Ve İşte gerek Avrupacılardan, gerekse Amerikalılardan çağdaş müslümanları bu dine cezbeden en mühim husus budur. Bu dine ilk girdikleri zaman neler hissettiklerini yaptıkları konuşmalardan veya yazdıklarından okuyoruz. Hepsi c-e aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyorlar. Eskiden de, şimdi de Asya ve Afrika'nın ilkel toplumlarını bu dine cezbeden en önemli husus yine bu noktaydı. İşte görüyorsunuz ki insan fıtratı gerek ibtidâî, gerekse medenî olsun hep bu dinin esâs prensib-leri üzerinde birleşiyorlar.
Ayrıca bu düşünce sistemi gerek ferd, gerekse cemiyet halinde olsun müslümanlann benliğinde bir şahsiyet ve kuvvet te'mîn eder, gerek diğer düşünce sistemlerinin, gerekse dinlerin sebep olduğu parçalanmayı, yıpranmayı ve birbirine düşmeyi önler. Asıl yaradılışı itibânyla bir birlik arzeden insan bünyesi, bu düşünce sisteminde kendisiyle birlikte faaliyet icra eden tek bir ulûhiyetin karşısında yer alır. Bu ulû-hiyet anlayışı ile inanç ve şuur; ibadet ve yöneliş bakımından, hüküm ve nizâm yönünden, dünya ve âhiret bakımından birlikte faaliyet icra eder. Ve insan bünyesi muhtelif ilâhlara bağlanarak parça parça inançlara bölünmez. Veya tek bir ulûhiyete bağlılık muhtelif unsurların elinde kaybolup gitmez. Yahut da bir kısmı ilâhlık kavgasında, bir kısmı da onun dışında ve zıd güçlerin elinde yok olmaz. Hiç bir kanunu bulunmayan, uyuşma imkânı mevcûd olmayan belirli bir şekle girmemiş olan tabiat kuvvetlerinin elinde veya muhtelif ilâhların karşısında mah-volmaz.
Müslüman inanç, şuur ve ibâdet bakımından bir yöne teveccüh edip pratik hayat nizâmı bakımından da başka bir yöne yönelerek bocalayıp durmaz. O, her iki hususu da tek bir kaynaktan alır. Hem şuura, hem vicdana, hem harekete, hem de amele hükmeden tek bir kanuna uyar... Müslümanın uyduğu bu kanun; sadece insan varlığına hükmetmekle kalmaz, bütün kâinatı hâkimiyeti'altına alır. İnsan bünyesi bu kâinatla müşterek bir faaliyete girişince hiç dağılmadan, parçalanmadan, şuraya buraya koşarak bocalamadan bu tek kanunun ışığı altında hareket eder ve bu birlik düşüncesi karşısında hiç bir güç tanımayan korkunç bir enerji kaynağı haline getirir ferdleri... Beşer tarihi boyunca İslâm hayat sisteminin ve akidesinin ferdler üzerinde meydana getirdiği hârikaların esrarı bu noktada gizlidir. Ve işte bu düşünceden doğmuştur o hârikaları meydana getiren birleşik enerji kaynaklan. Kendi bünyesinde toplanıp karşılıklı anlayış içerisinde faaliyet icra eden ve kâinatın enerji kaynakları arasında da birleşmeyi sağlayan o düşünce sistemidir. Çünkü bu düşünce sistemi gerek ferdleri, gerekse kâinat kanunlarını aynı noktada toplar ve daha önce belirttiğimiz gibi tek bir ulûhiyet sistemine yöneltir.
Nihayet İslâm düşüncesinin müslüman ferdlerin gerek vicdanlarında, gerekse günlük yaşayışlarında, toplum yapısında ve kuvvet kaynaklarında meydana getirdiği, tevhîd akidesine dayalı o kendine hâs ve mümeyyiz te'sîrler üzerine gelmiş bulunuyoruz. Aslında tevhîd insanın hürriyetini elde etmesi... Bir başka ta'bîrle... İnsanlığın yeniden doğuşudur.
Ulûhiyetin birliği ve ulûhiyetin hususiyetlerinin yalmz Allah'a âit olması, geriye kalan varlıkların Allah'a kulluk hususunda birleşmeleri ve ulûhiyete dâir hususiyetlerden tamamen feragat etmeleri... Evet bunun mânâsı ve icâbı şudur: İnsanlar hayatları ile ilgili konularda Allah'tan başka kimseden hüküm ve şeriat alamazlar. Allah'tan başka birisine ibâdet etmeyecekleri gibi Allah'tan başkasının hükmüne de rızâ göstermezler. Ulûhiyetin başta gelen özelliklerinden olan hâkimiyet yetkişini Allah'tan başka bir kula vermezler. Aslında bu konuda bir mü'-min tartışmaya bile girmez.
Kur'ân-ı Kerîm'deki hükümler bu mânâyı belirttiği gibi, münâkaşa ve şüpheye mahal bırakmayacak kadar da kesin olarak ifâde eder:
«Hüküm; ancak Allah'ındır. Kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din.» (Yûsuf, 40)
«Yoksa Allah'ın izin vermediği bir şeyi, dinde onlara şeriat kılacak ortaklan mı var?» (Şûra, 21)
«Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin kendileridir.» (Mâide, 44)
«Hayır, Rabbıma andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem ta'yîn edip sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen testfm etmedikçe îmân etmiş olmazlar.» (Nisa, 65)
Daha Önce de belirttiğimiz gibi İslâm düşüncesi ibâdetle, Allah'a yönelme hususu ile, Allah'ın şeriatına bağlanma hususu arasında asla bir ayrılık kabul etmez. Her iki hususu da Allah'ı iyi tanımanın ve ulû-hiyeti sadece Allah'a tahsis etmenin gereği olması itibarıyla aralarında bir farklılık gözetmez ve bu konulardaki yanlış tutum ne olursa olsun insanı kesin şekilde îman ve îslâm'dan çıkarmaya vesile olur. Nitekim yukarıdaki âyetler bu hususu kesin şekilde belirttiği gibi Rasû-lullah (s.a.)ın da aşağıdaki âyeti tefsirinde bu mevzuu açık şekilde beyân ettiğini görüyoruz:
«Onlar Allah'tan ayrı hahamlarım, râhiblerini rablar edindiler. Meryem Oğlu Mesih'i de. Halbuki tek tanrıdan başkasına ibâdet etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yoktur. O; şirk koştukları şeylerden münezzehtir.» (Tevbe, 31)
Bu âyet-i kerîme'de sözü edilen ehl-i kitâb, Meryem Oğlu Mesih (a.s.)i itaat ve ibâdet konusunda Rab olarak benimsemişlerdi. Hahamlarım ve râhiblerini, itaat ve ibâdet bakımından değil de emir ve hüküm kaynağı olması hasebiyle Rab olarak kabul etmişlerdi. Fakat âyet-i kerîme onların Hz. îsâ'yı Rab olarak benimsemeleri Üe, râhiblerini ve hahamlarını Rab olarak benimsemeleri hususunu aynı noktada birleştiriyor ve bu yaptıklarının tek bir ilâha kulluk etmekle emrolunduklan hususa muhalif olduğunu bildiriyor. Bu sebepten dolayı şirk damgası ile damgalıyor onları. Hz. îsâ'yı Rab olarak benimsemeleri ile râhibleri ve hahamları hüküm nokta-i nazarında tanrılaştırmaları arasında şirki ifâde etmesi yönünden münâkaşa kabul etmeyecek kadar bir birlik vardır. Ayrıca Hz. Peygamber bu âyet-i kerîme'yi her türlü münâkaşa ve değerlendirmelerin dışında tutmak üzere kesin şekilde açıklamıştır:
tmâm Ahmed ve Tirmizî muhtelif yollarla Adiyy İbn Hâtem'den rivayet ediyorlar. RasûluUah'ın İslâm daveti kendisine tebliğ edildiği zaman Adiyy Şam'a firar etmişti. Adiyy câhiliyet devrinde Hıristiyanlığı kabullenmişti. Müslümanlar Adiyy'in kızkardeşi ile kendi kavminden bir topluluğu esîr almışlardı. Sonra Rasûlullah Adiyy'in kızkarde-şini bağışladı ve serbest bıraktı. Kadın kardeşinin yanına gitti ve Adiyy'i İslâm'a girmeye teşvik etti. Sonra ikisi birlikte Medine'ye gelmişlerdi. Adiyy kendi kavmi olan Tayy kabilesinin reîsi idi. Herkes onun dönüşünden sözediyordu. Adiyy Rasûlullah'ın huzuruna geldiğinde boynunda gümüşten bir haç vardı. Ve Rasûlullah (s.a.) bu âyet-i kerîme'yi okuyordu. «Onlar Allah'tan ayrı hahamlarını, râhiblerini rablar edindiler.» Adiyy diyor ki: Ey Allah'ın Rasûlü; onlar hahamlarına ve râhiblerine tapınmıyorlar ki? dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu: Evet, onlar tapınıyorlar. Hahamları ve râhibleri kendilerine Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri de haram takdim ettiler. Onlar da buna uydular. İşte onların tapınmaları bu şekildedir.
Süddî de tefsirinde diyor ki: Onlar halkla karışarak Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar ve bunun için Allah Teâlâ: «Halbuki tek tanrıdan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı.» diye buyuruyor... Yani o bir şeyi haram kılarsa, o şey haramdır. Helâl kılarsa o şey helâldir. Koyduğu hükme ittibâ edilir, verdiği hüküm tatbik edilir...
Bu konuda bu derece kesin ve kat'î davranan İslâm düşüncesi, böylece insanın hürriyetini i'lân etmiş oluyordu. Hayır, sadece hürriyetini değil insanın yeniden doğuşunu müjdeliyordu...
Bununla İslâm, kulların kullara kul olmasını kaldırıyor ve bütün insanları yalnız Allah'a kul ediyordu. Tâm manâsıyla insan yeryüzünde ancak hürriyetine ulaştığı, kölelikten kurtulduğu, kullara kul olmaktan kurtulup akidesini ve vicdanını ne şekilde olursa olsun kullara Içul-luktan kurtardığı zaman hürriyetine ulaşabilir. İşte teşrî' ve hâkimiyet konusunu sadece Allah'a tahsis etmekle İslâm, kullan kullara kul olmaktan kurtaran ve yalnız başına Allah'a kul eden yegâne sistemdir. Diğer sistemlerin hepsinde hakimiyet ve teşrî' yetkisi insanların elinde bulunan nizâmların bütününde, çeşitli şekilde kullar kullara kul olmaktadırlar. Ve yalnız İslâm'dır ki, kulları kullara kul olmaktan kurtarmış, tek başına Allah'a kul etmiştir.
Şüphesiz ki bu, en geniş anlamıyla insanın hürriyetine ulaşmasının ifadesidir. Ve bunun içindir ki İslam'ın gelişi insanlığın yeniden doğuşu olmuştur. Ve İslâm gelmeden evvel insan, yücelik bakımından insanlık vasfını ihraz edebilmiş değildi...
İşte tevhîd akîdesiyle yeryüzündeki insanları hidâyete ulaştıran ilâhî kudretin insanlığa hediyesi budur...
İşte Allah'ın kullarına: «Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyet'i beğendim.» (M&ide, 3).
İşte tevhîd ehli müslümanların bütün beşeriyete verecekleri en büyük hediye de bu nimettir. Önce kendi nefislerinde tatbik ederek, sonra beşeriyete dağıtabilecekleri ve Allah'ın kendileri için seçmiş olduğu hususlarda kendilerinin de gönül rahatlığı içinde seçecekleri en büyük nimet bu nimettir...
İşte tevhîd ehli müslümanların dün geçmişlerinin takdim ettiği şekilde bugün beşeriyete takdim edecekleri en büyük yenilik budur. Beşeriyet dün bu yeniliği benimserken neler hissetmişse bugün de aynı şeyleri hissedecektir. Beşeriyetin inâdkâr tutumu ve sapkınlığı bu dinin cazibesi karşısında mukavemet gösterecek kudrette değildir. Çünkü bugün İslâm beşeriyete hiç bir zaman eline geçemeyecek şeyleri veriyor. Bütün gücümüzle belirtiyoruz ki, İslâm'ın beşeriyete takdim edeceği şeyler, onun karşısında bulunan düşünce ve inançlardan, felsefî ve fikrî akımlarından, nizâm ve sistemlerden tamamen farklıdır..
Âmir oğlu Rebî' İslâm orduları başkomutanının elçisi olarak İran orduları başkomutanı Rüstem'in yanına gittiğinde şu muhavere geçmişti aralarında: Rüstem Rebî'e sorar:
«Sizi ta buralara kadar getiren husus nedir?» İşte Âmir oğlu Rebî'-in birkaç kelimeyle ifâde ettiği bu karşılık, İslâm inancının tabiatım ve bu inançtan neş'et etmiş olan İslâm hareketinin mâhiyetini gayet güzel dile getirdiği gibi müslümanların bu inanç sistemini nasıl anladıklarını ve kendi vazifelerini ne şekilde idrâk ettiklerini belirtmesi bakımından gayet önemlidir.
Rebî' Rüstem'e şöyle der:
«Bizi Allah gönderdi ta buralara kadar. Allah'ın dilediği nisbette kullan kullara kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmektir muradımız. Dünyanın sıkıntısından, dünya ve âhiretin bolluğuna erişmektir kasdı-mız. Dinlerin zulmünden, İslâm'ın adaletine getirmektir istediğimiz.»
İşte bu birkaç kelimelik cümleler içerisinde gizlenir, İslâm inancının temel kaideleri ve işte bu ifâdelerde yatmaktadır İslâm düşüncesinden neş'et etmiş ve aynı idrâkten hareket etmiş olan İslâm hareketinin tabiatı.
Maksad, Allah'ın dilediği nisbette kullan kullara kul olmaktan kurtarmak ve tek başına Allah'a kul etmektir. Yaşarken ve ölürken, dünya ve âhirette kulların bütün meselelerini Allah'ın emrine havale etmektir. Saltanat, hâkimiyet ve teşri' koriulannda bütün hususiyetleri yalnız başına Allah'a tahsis etmektir. Bu nokta o kadar önemlidir ki, bir mü'min bu hususta tartışmaya girişemeyeceği gibi küfredenlerden başkası da bu konuda münâkaşa etme cür'etini gösteremez. İnsanlık Allah'a teslîm olmadan hürriyeti bulamaz. Hattâ insanlığını da bulamaz.
Tevhîd akidesine sahip olan müslümanlar bugün de bu inanca bağlandıkları ve yalnız tevhîd sancağını yükseltmeye çalıştıkları zaman Amr oğlu Rebî'in söylemiş oldukları şeylerin hepsini bütün insanlığa söyleyebilirler... Bugün de beşeriyet Amr oğlu Rebî'in yukarıdaki sözleri söylediği günden farksızdır. Bütün insanlık kullara kul olma bataklığına dalmıştır. Âlemşümul manâsıyla tevhîddir ki ancak insanları kullara kul olmaktan kurtarır ve yalnız başına Allah'a kul eder ve ancak böylece ve yalnız bu yolla insanoğlu hürriyetine kavuşabilir, hattâ yeniden doğabilir.
Tevhîd akidesine sahip olan müslümanlar Allah'ın kendilerine ihsan ettiği bu nizâma sarıldıkları ve Allah adına beşeriyete seslendikleri zaman insanlığa, insanlığını kaybettiren istisnasız yeryüzünün bütün sistemlerinden düşünce ve ekollerinden, nizâm ve prensiblerinden çok farklı ve insanlığını öğreten şeyler takdîm edebilirler. İşte bunun içindir ki, bugün ve yarın gelecek dönem İslâm dönemi olacaktır. Evet, yeniden doğmuş ulu bir insanlık âleminin devri. Beşeriyetin bataklığa daldığı, sapık zihniyetlerin yer bulamadığı asîl bir kumanda devri olacaktır. Ve müslümanlar Arap Yarımadasında yaşayan ümmî ve bilgisiz Arapların insanlık tarihinde icra ettiği fonksiyonun aynısını bütün insanlık âleminin varlığı için icra edeceklerdir. İnsanlığın varlığına ve âlemşümul insanlık kumandasının mevcudiyetine yöneltmiş bir sebep olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.
Bugün müslümanlar insanlığa ilim dehâlan, medenî keşifler takdîm edecek durumda değildirler. Beşeriyeti hayran edecek, kendi keşiflerini çok gerilerde fırakacak büyük buluşlar yapacak durumda değildirler. Ne var ki müslümanların insanlığa takdîm edecekleri daha başka şeyler var. Evet her türlü ilmî buluşlardan ve medenî fütuhattan çok daha büyük ve üstün şeyler. Müslümanlar insanlığa hürriyetini verecek, yeniden insanlığın doğuşunu müjdeleyecek bir nizamı takdîm edecek durumdadırlar.
Ve işte müslümanlar beşeriyete bu hediyeyi sundukları zaman beraberinde mükemmel bir hayat nizâmını da takdîm edeceklerdir. İnsana şerefli bir mevki' veren, insanın elini, kafasını, vicdanım ve ruhunu her türlü kölelikten kurtaran hayat nizâmını... İnsanlığın bütün gücünü yeryüzünde Allah'ın ^hilâfeti vazifesini îfâ etmek üzere şereflice, efendice ve Allah'ın irâde buyurduğu şekilde sarfettirecek hayat nizâmını... Müslüman, hür ve efendi olarak hilâfet vazifesini îfâ ederken, ona paralel olarak da ilmî keşiflerde bulunabilir, medeni fütuhata girişebilir. Ve bu sâhâda da beşeriyete büyük buluşlar takdîm edebilir... Evet onu yaparken de hürriyetin doruğunda, efendiliğin zirvesinde yerini alır. Makinanın kulu ve kölesi olmaz... Beşerin âleti durumuna düşmez... Bütünüyle köleliklerden kurtulur ve hür olarak şerefli mevkiinde oturur.
Allah bizi buna muvaffak kılsın.
«Ve hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsûstur...»4