Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> İsra
İsrâ ve Mi'râc Konusunda Vârid Olan Hadisler3
İsrâ ve Mi'râc Konusunda Vârid Olan Hadisler
I — Enes İbn Mâlik'in Rivayeti:
Abdülazîz İbn Abdullah der ki : Bize Süleyman, Şerik İbn Abdullah'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Enes İbn Mâlik'in, Rasûlullah (s.a.) in Kâ'be mescidinden mi'râca götürüldüğü gece hakkında şöyle dediğini işittim: Hz. Peygamber Mescid-i Harâm'da uyumakta iken, ona vahyedilmezden önce üç nefer geldi. İçlerinden birincisi; o hangisidir? dedi. Diğeri; ortada olandır ve O en hayırlılarıdır, dedi. Öbürü ise : En hayırlılarını alın, dedi. O gece Hz. Peygamber onları görmemişti. Nihayet ertesi gece kalbi gören ve gözü uyuyup kalbi uyumayanların göreceği şekilde —Peygamberler böyledirler, gözleri uyur kalpleri uyumaz— Onunla konuşmaksızm onu götürdüler. Zemzem kuyusunun yanma koydular. Sonra Cebrâîl onlardan teslim aldı. Cebrâîl, Rasûlul-lah'ın boğazından gırtlağına kadar olan kısmını yardı. Göğsünü ve karnını boşalttı ve eliyle onu zemzem suyunda yıkadı. Nihayet karnını arıttı. Sonra kendisine altından bir tas getirildi, içinde hikmet ve îmânla bezenmiş bir kap vardı. Onunla göğsünü ve boğazmdaki damarları sıvazladı. Sonra yardığı yeri tekrar kapadı ve Allah Rasûlünü dünya semâsına çıkardı. Dünya göğünün kapılarından bir kapıyı çaldı. Gök ehli; kimdir o? diye seslendiler. Cibril diye karşılık verdi. Beraberinde kim var? dediler. Cebrâîl: Beraberimde Muhammed (s.a.) var, dedi. O peygamber olarak gönderildi mi? dediler. Cebrâîl; evet, dedi. Onlar; merhaba, hoş geldi, safâlar getirdi, dediler ve gök ehli onu muştuladılar. Gök ehli Allah kendilerine bildirinceye kadar yeryüzü için Allah'ın onunla neyi murâd ettiğini bilmiyorlardı. Dünya göğünde Hz. Âdem'i buldu. Cibril ona; bu, babandır kendisine selâm ver, dedi. O; Âdem'e selâm verdi. Âdem kendisinin selâmını iade ederek; merhaba, hoş geldin, hoş geldin ey oğul, dedi. Ne güzel oğulsun sen. O bir de baktı ki dünya göğünde uzanıp giden iki ırmak vardır. Ey Cebrâîl bu iki ırmak da nedir? dedi. Cebrâîl; bunlar Nîl ve Fırat'ın köküdür, dedi. Sonra onunla birlikte gökte yollarına devam etti. Bir de ne görsün, bir başka nehir daha var. Üzerinde de inci ve zebercedden bir köşk var. Elini vurdu, baktı ki o misktir. Ey Cibril bu nedir? dedi. Cebrâîl; Rabbmın seni kendisi ile sevindirdiği senin için sakladığı Kevser işte budur, dedi. Sonra ikinci göğe yükseldi. Orada da melekler birincideki gibi; kimdir o? dediler. Cibril, dedi. Beraberindeki kim? dediler.
Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem, dedi. Ona peygamberlik verildi mi? dediler. Evet, dedi. Merhaba, hoş geldi safâlar getirdi, dediler. Sonra üçüncü göğe yükseltti onu. Birinci ve ikincidekilerin dedikleri gibi oradakiler de dediler. Sonra onu dördüncüye yükseltti. Aynı şekilde dediler. Sonra onu beşinci göğe yükseltti. Aynı şekilde dediler. Sonra onu altıncıya yükseltti. Onlar da aynı şekilde dediler. Sonra onu yedinci göğe yükseltti. Onlar da aynı şekilde dediler. Her gökte peygamberler vardı. Enes bunların adını sıralamıştı ama ben içlerinden ikinci gökte İdrîs'in, dördüncü gökte Harun'un, beşincide de adını hatırlamadığım bir başkasının, altıncı gökte İbrahim'in ve yedinci gökte Musa'nın bulunduğunu hatırımda tuttum. Allah Musa'ya konuşması ile üstünlük bahsetmişti. Mûsâ dedi ki: Rabbım kimsenin benden daha üstününe yükseltileceğini sanmıyorum. Sonra Hz. Peygamberi Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği daha üstün yerlere yükseltti. Nihayet Sidre el-Müntehâ'ya geldi. İzzet sahibi Rabb Cebbâr-ı Zülcelâl'a yaklaştı, aşağıya sarktı iki yay aralığı kadar, hattâ daha az (Kabe Kavseyni ev Ednâ) olmuştu. Nihayet Allah Teâlâ, orada vahyettikleri arasında ümmetine de her gün ve gecede elli vakit namaz diye vah-yetmişti. Sonra Hz. Peygamber inmiş ve Musa'ya uğramıştı ki, Mûsâ onu yanında tuttu. Ve dedi ki: Ey Muhammed Rabbm sana ne ahdetti? O; her gece ve gündüzde elli vakit namaz ahdetti, dedi. Mûsâ dedi ki: Ümmetin buna güç yetiremez, dön de Rabbın senin ve ümmetin için bunu hafifletsin. Hz. Peygamber bu konuda istişare edercesine Cibril'e yöneldi. Cibril de ona; evet dercesine işaret etti ve istersen peki, dedi. Ve kendisini Cebbâr-ı Zülcelâl'in huzuruna yükseltti. O'nun huzurunda iken dedi ki: Ey Rabbım bizim için hafiflet, çünkü ümmetim buna güç yetiremez. Bunun üzerine Allah Teâlâ ondan on vakit namazı indirdi. Sonra o, Musa'ya döndü, Mûsâ onu yanında tuttu. Nihayet beş vakit namaz kalıncaya kadar Mûsâ onu her seferinde Rabbına geri gönderiyordu. Sonra Mûsâ, beş namaz kısmında onu tuttu ve dedi ki: Ey Muhammed, Allah'a yemîn olsun ki ben, kavmim olan İsrâiloğullarını bundan daha az bir şeye yönlendirdim, onlar zayıf kaldılar ve terkettiler. Senin ümmetin ise beden, gönül, ce-sed, gözler ve kulaklar bakımından çok daha zayıftırlar. Öyleyse dön de 'Rabbm bunu sana hafifletsin. Hepsinde de Hz. Peygamber istişare etmek için Cibril'e yönelirdi. Cibril bundan kaçınmazdı. Beşincide onu yine yükseltti. O dedi ki; ey Rabbım, benim ümmetim cesed, kalb, kulaklar ve bedenler bakımından zayıftırlar. Bizim için hafiflet. Cebbâr-ı Zülcelâl, ey Muhammed, dedi. O, emrin başımla gözüm üstüne buyur, dedi. O buyurdu ki: Sana ana kitabda farz kıldığım gibi, Benim katımda söz değiştirilmez. Buyurdu ki: Her iyiliğe on katı vardır. O ana kitabda ellidir. Senin üzerine yükleneni ise beştir. Hz. Peygamber Hz. Musa'ya döndü. O; nasıl yaptın? dedi. Hz. Peygamber bizim için hafifletti ve bize her iyiliğe on katını verdi, dedi. Mûsâ dedi ki: Doğrusu Allah'a andolsun ki ben, İsrâiloğullanna bundan daha azını götürdüm, onlar bunu terkettiler. Rabbına dön, senin için yine hafifletsin Rasûlullah (s.a.) : Ey Mûsâ, doğrusu Allah'a andolsun ki ben Rabbı-mın huzuruna gidip gelmekten utanır oldum, dedi. Hz. Mûsâ da; Allah'ın adıyla in, dedi. Enes İbn Mâlik der ki o uyandığında Mescid el-Harâm'da idi.
Buhârî bu rivayeti Kitab et-Tevhîd'de böylece nakleder. Hz. Peygamberin sıfatı bahsinde de îsmâîl İbn Ebu Üvey kanalıyla... Süleyman İbn Bilâl'den bu hadîsi nakleder.
Müslim ise bu hadîsi Hârûn İbn Saîd kanalıyla... Süleyman İbn Bilâl'den nakleder. Ancak biraz fazla, biraz az takdim ve te'hirli olarak rivayet eder. Burada râvîler arasında yer alan Şerîk İbn Abdullah İbn Ebu Nemr, hadîsi iyi ezberlememiş ve yazmamıştır. Bu sebepten hadîsi muzdaribdir. Nitekim bu husus diğer hadîslerin açıklanması esnasında gelecektir. Bazıları da bunu daha sonra vuku bulacak mi'râc hâdisesi için hazırlık olarak kabul ederler. Doğrusunu en iyi Allah bilir
Hafız Ebu Bekr el-Beyhaki der ki: Şerîk'in hadîsinde münferid kaldığı fazlalıklar vardır. Hz. Peygamberin Rabbmı gördüğünü İddia edenlerin mezhebine göre; Şerîk'in bu hadîsi münferid hadîstir. Bununla hadîsteki şu ifâde kasdediliyor: Sonra Rabb-i İzzet'in yanına yaklaştı, aşağıya indi iki yay aralığı kadar, hattâ daha az, vardı. Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî der ki: Âişe, İbn Mes'ûd ve Ebu Hüreyre'nin sözü bu âyetlerin Cibril'i gördüğüne hamledişleri şeklindedir ki bu husus daha da doğrudur. Bu konuda gerçek, Beyhakî'nin söylediği ifâdedir. Çünkü Ebu Zerr şöyle demiştir : Ey Allah'ın Rasûlü, Rabbını gördün mü? O şöyle buyurmuştur: Bir nurdur, O'nu nasıl görebilirim ki. Bir başka rivayette "de : Ben, bir nûr gördüm, demiştir. Bunu Müslim —Allah ona rahmet eylesin— tahrîc eder.
Necm süresindeki ((Sonra yaklaştı ve sarktı» kavliyle kasdedilen; Cibril Aleyhisselâm'dır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde sabit olduğuna göre, mü'minlerin annesi Hz. Âişe ve Abdullah İbn Mes'ûd, böyle demişlerdir. Müslim'in Sahîh'inde Ebu Hüreyre (r.a.) den de böyle menkûldür. Bu âyetîh bu şekilde tefsir edilişine karşı çıkan hiç bir sahabe bilinmemektedir.
İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan İbn Mûsâ,.. Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Bana burak getirildi. O, merkebden büyükçe, katırdan küçük durumda, beyaz bir hayvandı. Ayağını gözünün uzandığı en son noktaya koyardı. Ona bindim. Beni götürdü. Nihayet Beyt el-Mukaddes'e geldim. Hayvanı peygamberlerin bağladıkları halkaya bağladım. Sonra içeri girdim ve orada iki rek'at namaz kılıp çıktım. Sonra Cebrail bana biri içki, biri süt dolu iki kap getirdi. Ben .sütü tercih ettim. Cebrail dedi ki: Fıtrata uydun. Sonra beni dünya göğüne yükseltti. Cebrail kapının açılmasını istedi. Kimsin sen? denildi. Cebrail, dedi. Beraberinde kim var? denildi. O; Muhammed, dedi. O gönderildi mi? denildi. Cebrail; evet o peygamber olarak gönderildi, dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Bir de baktım ki ben Âdem ile beraberim. O beni ağırladı ve hayır duada bulundu. Sonra bizi ikinci göğe yükseltti. Cebrâîl kapının açılmasını istedi. Kimsin sen? denildi. O; Cebrâîl, dedi. Beraberindeki kim? denildi. O; Muhammed, dedi. O gönderildi mi? denildi. Cebrâîl; o gönderildi, dedi. Bize kapı açıldı. Bir de baktım ki ben iki halam oğlu Yahya ve îsâ ile karşı karşıyayim. Her ikisi beni ağırladılar ve benim için hayır duada bulundular. Sonra biz üçüncü göğe çıktık. Cebrâîl kapının açılmasını istedi. Kimsin sen? denildi. Cebrâîl, dedi. Beraberindeki kim? denildi. O; Muhammed, dedi. O peygamber olarak gönderildi mi? denildi. O; evet peygamber olarak gönderildi, dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Bir de baktım ki; ben Yûsuf'un yanındayım. Ve gördüm ki ona güzelliğin yarısı verilmiş. O, beni ağırladı ve benim için hayır duada bulundu. Sonra biz dördüncü göğe çıktık. Cebrâîl kapının açılmasını istedi. Kimsin sen? denildi. O; Cebrâîl, dedi. Beraberindeki kim? denildi, Muhammed, dedi. O peygamber olarak gönderildi mi? denildi. Cebrâîl; evet gönderildi dedi. Bunun üzerine kapı açıldı bir de baktım ki; ben İdrîs ile karşı karşıyayım. O, beni ağırladı ve hayır duada bulundu. Sonra Hz. Peygamber dedi ki: Allah Teâlâ onun için «Ve onu yüce bir yere yükselttik» buyurur. Sonra biz beşinci göğe çıktık. Cebrâîl kapının açılmasını istedi. Kimsin sen? denildi, Cibril, dedi. Beraberindeki kim? denildi. Muhammed, dedi. O peygamber olarak gönderildi mi? denildi. O; evet peygamber olarak gönderildi, dedi. Bize kapı açıldı bir de baktım ki Hârûn ile karşı karşıyayım, O beni ağırladı ve hayır duada bulundu. Sonra biz altıncı göğe çıktık. Cebrâîl kapının açılmasını istedi. Kimsin sen? denildi. Cebrâîl, dedi. Beraberindeki kim? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? denildi. Cebrâîl; o gönderildi, dedi. Bize kapı açıldı. Birden ben Mûsâ ile karşılaştım. Beni ağırladı ve hayır duada bulundu. Sonra biz yedinci göğe çıktık. Cebrâîl, kapının açılmasını istedi. Kimsin sen? denildi. Cibril, dedi.
Beraberindeki kim? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? denildi. Gönderildi, dedi. Bunun üzerine bize kapı açıldı. Bir de baktım ki ben, İbrahim ile karşı karşıyayım. Ve o, Beyt el-Ma'mûr'a dayanmış. Baktım ki oraya her gün yetmiş bin melek giriyor, sonra bir daha geri dönmüyor. Sonra beni Sidre el-Müntehâ'ya götürdü. Baktım ki oranın yaprakları fil kulağı gibi, meyveleri de küp gibi. Allah'ın emri onu kuşatınca o değişti. Allah'ın yaratıklarından hiç kimse onun güzelliğini tavsif edemez. Hz. Peygamber buyurdu ki: Allah Teâlâ bana vah-yedeceğini etti. Ve her gece ve gündüzde elli namaz farz kıldı. Sonra indim ve Musa'ya uğradım. O, dedi ki: Rabbın ümmetine ne farz kıldı? Her gece ve gündüzde elli namaz, dedim. O, Rabbına dön hafifletilmesini iste, çünkü ümmetin buna güç yetiremez, ben îsrâiloğullanm tecrübe ettim, dedi. Hz. Peygamber der ki: Ben Rabbıma döndüm ve dedim ki: Ey Rabbım, ümmetime Jıafîflet. O, benden beşini indirdi. Döndüm Musa'ya geldim. Dedi ki ne yaptın? Beşini indirdi, dedim. Mûsâ dedi ki: Ümmetin buna güç yetiremez. Rabbına dön ve ümmetin için hafifletilmesini iste. Hz. Peygamber buyurdu ki: Ben Rab-bımla Mûsâ arasında gidip geliyordum ve her seferinde beşer beşer düşüyordu. Ve nihayet buyurdu ki: Ey Muhammed, her gün ve gecede beş namaz, her namaza on bedel. Böylece hepsi elli yapar. Kim de bir iyiliği kasdeder ve işleyemezse, ona bir sevâb yazılır. Şayet işlerse on sevâb yazılır. Kim de bir kötlüğü kasdeder ve işlemezse ona bir şey yazılmaz. İşleyecek olursa bir tek kötülük yazılır. Ben indim Musa'ya vardım ve durumu haber verdim. Mûsâ dedi ki; Rabbına dön ve kendisinden ümmetin için hafifletilmesini iste. Çünkü ümmetin buna güç yetiremez. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki : Ben Rabbıma döndüm fakat haya ettim.
Bu hadîsi Müslim Şeybân İbn Ferrûh kanalıyla Hammâd İbn Se-leme'den bu şekilde rivayet eder ki, bu rivayet Şerîk'in rivayetinden daha sahihtir. Beyhakî de der ki: Bu ifâde gösteriyor ki; mi'râc hâdisesi, Hz. Peygamberin Mekke'den mukaddes eve götürüldüğü gece olmuştur. Onun söylediği bu söz, şüphe ve tartışma götürmez gerçeğin kendisidir.
İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) a mi'râc'a çıkarıldığı gece binmek üzere eğerli ve yularlı bir Burak getirildi. Buna binmek Hz. Peygambere zor geldi. Cibril Aleyhisselâm dedi ki: Seni bunun üzerine taşıyan nedir? Allah'a andolsun ki Allah katında senden daha şerefli hiç bir kimse ona binmedi. Enes îbn Mâlik der ki: Rasûlullah (s.a.) kan-ter içinde kaldı. Bu hadîsi Tirmizî de, îshâk İbn Mansûr kanalıyla Abdürrezzâk'dan nakleder ve; bu garîb bir hadîstir, ondan başka bir kimseden nakledildiğini bilmiyoruz, der.
Yine İmâm Ahmed der ki bize Ebu Muğîre... Enes İbn Mâlik'den naklettiler ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle demiş: Rabbım Azze ve celle beni katına yükselttiği gece bir topluluğa rastladım ki; bakırdan tırnakları vardı. Tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini paralıyorlardı. Bunlar kimdir ey Cebrail? diye sordum. Cebrâîl dedi ki: Bunlar insanların etini yiyenler ve namuslarına tecâvüz edenlerdir. Ebu Dâvûd bu hadîsi Safvân İbn Amr kanalıyla Abdürrezzâk'dan ve Enes'in yer almadığı bir tarîk ile rivayet eder. Allah en iyisini bilendir.
Yine İmâm Ahmed der ki: Bize Vekf... Enes'den nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Mi'râc'a çıkarıldığım gece Mûsâ Aleyhisselâm'a rastladım. O, kabrinde ayağa kalkmış namaz kılıyordu. Bu hadîsi Müslim de Hammâd îbn Seleme kanalıyla Süleyman ibn Tarhân ve Sabit el-Benânî'den Enes İbn Mâlik'e ulaşan bir rivayetle nakleder. Neseî ise; bu rivayetin Süleyman, Sabit ve Enes kanalıyla nakledilenden daha sahîh olduğunu söyler. Ebu Ya'lâ el-Mavsılî, Müs-ned'inde der ki: Bize Vehb îbn Bakiyye Enes'den nakletti ki, o şöyle demiş : Peygamberin ashabından bir kısmının bana bildirdiğine göre; Hz. Peygamber, mi'râc'a çıkarıldığı gece Hz. Musa'ya rastlamış. O, kabrinde namaz kılıyormuş. Ebu Ya'lâ der ki: Bize İbrahim îbn Mu-hammed... Mu'temir kanalıyla babasından nakleder ki; o, Enes'in şöyle dediğini işitmiş : Hz. Peygamber mi'râc'a çıkarıldığı gece Musa'ya rastlamış. Mûsâ kabrinde namaz kılıyordu. Enes der ki: Zikredildiği-ne göre, Hz. Peygamber Burâk"üzerinde taşınmıştır. O hayvanı ya da atı bağlamıştı. Ebubekir demiş ki: Ey Allah'ın Rasûlü onu bana anlat. Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Burak şöyle ve şöyledir. Bunun üzerine Hz. Ebubekir; ben şehâdet ederim ki sen Allah'ın Rasûlüsün, demiştir. Ve Hz. Ebubekir Burak'ı görmüştü.
Hafız Ebu Bekr Ahmed İbn Amr el-Bezzâr Müsned'inde der ki: Bize Seleme İbn Şerîk... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ben uykuda iken birden Cibril Aleyhisse-lâm geldi. İki omuzumun arasına vurdu. Kalktım, kuş yuvası gibi iki yuvanın bulunduğu bir ağaca çıktım, Cebrâîl o yuvalardan birine, ben de diğerine oturdum. Bismillah deyip yükseldi ve ötelerin ötesine kadar gitti. Ben gözümü çevremde dolaştırıyordum. Göğe elimle dokunmak isteseydim dokunurdum. Cibril bana yöneldi. Sanki o, bir eğerin atın sırtına yapışması gibi yerinde yapışmıştı, ondan hiç ayrılmıyordu. Onun Allah Teâlâ'nın bilgisi konusundaki üstünlüğünü anladım. Bana göklerin kapılarından bir kapı açıldı. En büyük nuru gördüm.
Perdenin ötesinde inci ve yâkût refrefi vardı. Allah Teâlâ dilediği kadar şeyi bana vahyetti. Hafız Ebu Bekr der ki : Bu hadîsi, Enes'ten başka kimsenin rivayet ettiğini bilmiyorum. Ebu İmrân'dan da Haris İbn Abîd'den başka bir kimsenin bu hadîsi rivayet ettiğini görmedim. O, Basra'lı meşhur bir kişi idi. Hafız Beyhakî, Delâil en-Nübüvve isimli eserinde bu hadisi Ebu Bekr el-Kâdî kanalıyla ...Saîd İbn Mansûr'-dan rivayet eder ve aynı senedleri zikreder. Başkası da bu hadîsin sonunu şöyle ifâde eder: Benim önümde veya perdenin ötesinde inci ve yâkût refrefi belirivermişti. Sonra da Beyhakî der ki: Haris İbn Abîd böyle rivayet etmiştir. Bu hadîsi Hammâd İbn Seleme de... Muham-med İbn Umeyr îbn Utârid'den nakleder. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a.) ashabından bir topluluk ile beraberken Cibril Aleyhisselâm kendisine gelmiş ve belini dürtmüş. O, Cebrail'le beraber iki kuş yuvası gibi bir şeyin bulunduğu bir ağaca gitmiş. İki kuş yuvasından birine o, diğerine Cebrâîl oturmuş. Rasûlullah demiş ki : O, bizi ufka varıncaya kadar yükseltti. Eğer elimi göğe uzatmış olsaydım ona erişirdim. Bir sebebe asıldı ve nûr indi. Cibrîl sanki (devenin hamutunun sırtına yapışması gibi) yapışıp bayılıverdi. Ben onun haşyetinin benim haşyetimden daha üstün olduğunu anladım. Bana şöyle vahyedildi: Hükümdar peygamber mi, kul peygamber mi? Ve cennette sen nereyi istersin? Cibrîl uzandığı yerden bana îmâ ederek tevazu' göstermemi işaret etti. Ben de; hayır, kul peygamber, dedim. Ben derim ki: Bu hadîs eğer sahih ise, olayın isrâ gecesinden başka bir gecede vuku bulmuş olması gerekir. Çünkü hadîste Beyt el-Mukaddes zikredilmediği gibi göğe çıkış da zikredilmemiştir. Binâenaleyh bu olay, bizim bahis mevzuu ettiğimiz mi'râc gecesinden başka bir zamanda olmuştur. Allah en iyisini bilendir.
Yine Bezzâr der ki bize Amr İbn îsâ... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; Hz. Muhammed (s.a.) Aziz ve Celîl olan Rabbını görmüştür. Bu hadîs garîbdir.
Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bize Yûnus... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; o, şöyle demiştir: Cibrîl Aleyhisselâm Hz. Peygambere Bu-râkı getirdiğinde, sanki o, kuyruğunu oynatıyordu. Cibrîl ona; dur ya Burak, dedi. Allah'a andolsun ki senin binitinin benzeri yoktur. Rasûlullah (s.a.) Burak üzerinde yürüdü. (Hz. Peygamber der ki:) Ben yolun kenarında yaşlı bir kocaya rastladım. Ey Cibrîl bu nedir? dedim. Cibrîl; yürü ya Muhammed, dedi. Râvî der ki Allah'ın yürümesini istediği mikdarda yürüdü. Bir de baktı ki yolun bir köşesinde uzaklaşan birisi kendisini çağırıyor; gel ya Muhammed, diyor. Cibrîl ona dedi ki: Yürü ya Muhammed. O da Allah'ın yürümesini istediği kadar yürüdü. Râvî der ki: Ona yaratıklardan büyük bir kalabalık rastladı ve kendisine: Selâm olsun sana ey evvel, selâm olsun sana ey âhir, selâm olsun sana ey haşir, dediler. Cibril ona dedi ki: Ya Mu-hammed, onların selâmını iade et. Hz. Muhammed de onların selâmını iade etti. Sonra üçüncü bir kalabalığa rastladı. Onlara da ilk söylediği gibi söyledi. Sonra üçüncüye, sonra Beyt el-Mukaddes'e ulaştı. Orada kendisine su, içki ve süt sunuldu. Rasûlullah (s.a.) sütü aldı. Cibril ona dedi ki: Sen fıtratı tutturdun. Eğer suyu içseydin ümmetin suya dalar ve sen de suya boğulurdun. İçkiyi içseydin sen de azı-tırdın ümmetinde azıtırdı. Sonra ona Hz. Âdem ve diğer peygamberler (Allah'ın selâmı onların üzerine olsun) gönderildi. Rasûlullah (s.a.) o gece onlara imamlık etti. Sonra Cibril ona dedi ki: Yolun kenarında gördüğün yaşlı kocaya* gelince; o, dünyadır. Dünyanın ömrü o yaşlı kocanın ömründen daha fazla kalmamıştır. Kendisine dönmeni isteyene gelince; o, Allah düşmanı İblîs'tir. Senin kendisine meyletmeni istedi. Sana selâm verenlere gelince; bunlar, îbrâhîm, Mûsâ ve îsâ Aley-hisselâm'dır. Beyhakî, Delâil en-Nübüvve isimli eserinde bu hadîsi Vehb kanalıyla rivayet eder. Bu hadîsin lafızlarında kısmen garîblik ve mün-. kerlik vardır. Enes İbn Mâlik'den nakledilen bir başka rivayette de gerçekten garîblik ve münkerlik bulunmaktadır. Bu rivayeti Neseî'nin Sünen'inin seçmelerinde mevcûddur, ancak büyük Sünen'inde görmedim. Neseî der ki: Bize Amr İbh Hişâm... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Merkebden büyükçe, katırdan küçükçe bir hayvan getirildi. Ayağım gözünün uzandığı noktaya kadar basardı. Ben onun üzerine bindim. Cibril Aleyhisselâm vardı. Yürüdüm. Cibril; in ve namaz kıl, dedi. Ben de indim ve namaz kıldım. Nerde namaz kıldın biliyor musun? dedi. Taybe'de (Taybe Medine'nin ismi) namaz kıldın, Hicret edilecek yer orasıdır, dedi. Sonra; in, namaz kıl, dedi. Ben de indim, namaz kıldım. Nerde namaz kıldım? dedim. Tûr-i Sina'da. Allah Teâlâ'nın Mûsâ Aleyhisselâm'la konuştuğu yerde, dedi. Sonra; in ve namaz kıl, dedi. Ben de namaz kıldım. Nerde namaz kıldın biliyor musun? dedi. Beyt el-Lahm'de, îsâ Aleyhisselâm'ın doğduğu yerde, dedi. Sonra Beyt el-Mukaddes'e girdim. Benim için peygamberler toplandı. Cibril beni öne sürdü ve onlara imâm oldum. Sonra beni dünya göğüne yükseltti. Bir de baktım ki Adem Aleyhisselâm orada bulunuyor. Sonra beni ikinci göğe yükseltti. Baktım ki orada teyzem oğlu îsâ ve Yahya Aleyhisselâm var. Sonra beni üçüncü göğe yükseltti. Baktım ki orada Yûsuf Aleyhisselâm var. Sonra teni dördüncü göğe yükseltti. Baktım ki orada Hâ-rûn Aleyhisselâm var. Sonra beni beşinci göğe yükseltti. (Baktım ki orada İdrîs Aleyhisselâm var. Sonra beni altıncı göğe yükseltti. Baktım ki orada Mûsâ Aleyhisselâm var. Sonra beni yedinci göğe yükseltti. Baktım ki orada İbrahim Aleyhisselâm var. Sonra beni yedi göğün üstüne çıkardı. Sidre el-Müntehâ'ya geldim. Beni bir titreme kapladı secdeye kapandım. Bana denildi ki: Doğrusu Ben gökleri ve yeri yarattığım gün sana ve ümmetine elli namazı farz kıldım. Kalk, sen ve ümmetin onu edâ edin. Dündüm İbrahim Aleyhisselâm'a geldim. Bana hiç bir suâl sormadı. Sonra Musa'ya geldim. Mûsâ : Allah sana ve ümmetine ne kadar farz kıldı? dedi. Ben; elli namaz, dedim. Mûsâ dedi ki: Ne sen, ne de ümmetin onu yerine getirmeye güç yetiremezsi-niz. Öyleyse dön ve Rabbmdan hafifletilme iste. Ben Rabbıma döndüm, bana on namaz indirdi. Sonra Musa'ya gittim, tekrar dönmemi emretti. Döndüm, Rabbım bana on namaz hafif lettj. Sonra beş namaza kadar döndürüldüm. Mûsâ dedi ki: Rabbına git, hafifletilmesini iste. Çünkü İsrâiloğullarının üzerine iki namaz farz kılındı da onu yerine getiremediler. Ben; Rabbım Azze ve Celle'ye döndüm ve hafifletmesini istedim. Buyurdu ki: Ben gökleri ve yeri yarattığım günde sana ve ümmetine elli namazı farz kıldım. Beş, elli yerinedir. Git, sen ve ümmetin onu yerine getirin. Bunun üzerine anladım ki; bu, Allah Azze ve Celle'nin karârıdır. Ve dönüp Musa'ya geldim. Mûsâ; geri git, dedi. Ben Allah Teâlâ'nm kesin karârının bu olduğunu bildim ve bir daha dönmedim.
Bu Hadîsin Bir Başka Tarîki de Şöyledir :
İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam.... Enes İbn Mâlik'in şöyle dediğini nakletti: Hz. Peygamber geceleyin Beyt el-Mukaddes'e yürütüldüğünde Cibril kendisine merkebden büyük katırdan küçük bir hayvan getirdi. Cibril Hz. Peygamberi onun üzerine bindirdi. Adımını gözünün uzandığı en son noktaya basardı. Beyt el-Mukaddes'e ulaşıp Muhammed Aleyhisselâm'ın kapısı denilen yere vardığımda orada bulunan taşa geldim. Cibril eliyle taşı deldi. Ve sonra Burak'ı bağladı. Sonra Mescidin içerisinde duruncaya kadar yükseldiler. Cibril dedi ki: Ey Muhammed, Rabbından sana Hûr el-în'i göstermesini istedin mi? Hz. Peygamber; evet, dedi. Cebrail dedi ki: Öyleyse o kadınların yanma var. Onlara selâm ver, kendileri kayanın solunda oturmaktadırlar. Rasûlullah dedi ki: Ben, onların yanma vardım ve kendilerine selâm verdim. Onlar selâmımı iade ettiler. Sizler kimlersiniz? dedim. Onlar: Biz hayırlı güzelleriz, İyi bir topluluğun hanımlarıyız. O topluluk temizlendiler kirlenmediler. Namaza durdular zorlanmadılar, sonsuzlaştılar ölmediler, dediler.
Hz. Peygamber buyurdu ki: Sonra orada fazla durmadım ayrıldım.
Nihayet büyük bir kalabalık toplandı. Sonra müezzin ezan okudu ve namaza duruldu. Hz. Peygamber dedi ki: Biz saflar halinde ayağa kalktık. Kim bize imâm olacak diye bekliyorduk. Cebrail Aleyhisselâm elimi tuttu ve beni öne itti. Ben de onlara namaz kıldırdım. Namaz bitince Cebrâîl dedi ki: Ey Muhammed, arkanda namaz kılanların kim olduğunu biliyor musun? Ben; hayır, dedim. Cebrâîl; arkanda Allah Azze ve Celle'nin gönderdiği her peygamber namaz kıldı, dedi.
Hz. Peygamber buyurdu ki: Sonra Cebrâîl elimden tuttu ve beni göğe yükseltti. Kapıya vardığımızda kapının açılmasını istedi. Kimsin sen? dediler. O; ben Cebrail'im, dedi. Beraberindeki kim? dediler. O; Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Cebrail; evet, dedi. Hz. Peygamber der ki: Kapıyı açtılar ve sana da beraberindekine de merhaba hoş geldiniz dediler. Hz. Muhammed der ki: Ortasına gelince bir de baktım ki orada Âdem var. Cebrâîl bana dedi ki: Ey Muhammed, baban Âdem'e selâm vermez misin? Hz. Peygamber der ki: Evet, dedim varıp ona selâm verdim. O da benim selâmımı iade ederek, merhaba yavrum, sâlih peygamber, dedi. Hz. Peygamber der ki: Sonra beni ikinci göğe yükseltti, açılmasını istedi. Kimsin sen? dediler. Cibril, dedi. Beraberindeki kim? dediler. Muhammed, dedi. O gönderildi rni? dediler. Evet, dedi. Ona göğü açarak merhaba sana ve beraberindekine, dediler. Bir de baktım ki orada îsâ ve teyzesi oğlu Yahya Aleyhimesselâm var. Hz. Peygamber buyurdu ki : Sonra beni üçüncü göğe çıkardı. Açılmasını istedi; kimsin sen? dediler. Cibril, dedi. Beraberindeki kim? dediler. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Bunun üzerine açıverdiler ve; merhaba sana ve beraberindekine, dediler. Bir de baktım ki orada Yûsuf Aleyhisselâm var. Sonra beni dördüncü göğe çıkardı. Açılmasına istedi. Kimsin sen? dediler. Cibril, dedi. Beraberindeki kim? dediler. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Göğü onun için açtılar ve dediler ki : Merhaba sana ve beraberindekine. Bir de baktım ki orada İdrîs Aleyhisselâm var. Hz. Peygamber buyurdu ki: Sonra beni beşinci göğe yükseltti ve açılmasını istedi. Kimsin sen? dediler. Cibril, dedi. Ya beraberindeki kim? dediler. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet dedi. Onlar açıp; merhaba sana ve beraberindekine, dediler. Bir de baktım ki orada Hârûn Aleyhisselâm var. Sonra beni altıncı göğe yükseltti ve açılmasını istedi. Kimsin sen? dediler. Cibril, dedi. Beraberindeki kim? dediler. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Açtılar ve; merhaba sana ve beraberindekine, dediler. Bir de baktım ki orada Mûsâ Aleyhisselâm var. Sonra beni yedinci göğe yükseltti. Cibril açılmasını istedi. Kimsin sen? dediler. Cibril, dedi. Beraberindeki kim? dediler. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Bunun üzerine açıp; merhaba sana ve bera-berindekine, dediler. Bir de baktım ki orada İbrahim Aleyhi&selâm var. Cibril dedi ki: Ya. Muhammed, atan İbrahim'e selâm vermez misin? Hz. Peygamber diyor ki: Evet, dedim ve varıp ona selâm verdim. O, selâmımı iade etti ve; merhaba sana ey oğlum, ey sâlih peygamber, dedi. Sonra beni yedinci göğün ortasına kadar götürdü. Nihayet üzerinde yâkût, inci ve zeberced bulunan çadırların yeraldığı bir ırmağa ulaştırdı. Çadırın üzerinde yeşil bir kuş vardı. Gördüğüm kuşların en güzeliydi. Dedim ki: Ey Cibril, bu kuş ne kadar güzel? Cibril dedi ki: Ey Muhammed, onun yenmesi kendisinden de güzel. Sonra devam etti: Bu nehir hangi ırmak biliyor musun? Hz. Peygamber der ki: Hayır, dedim Cebrail; bu Kevser ırmağıdır. Allah onu sana verdi. Bir de baktım ki onda altın ve gümüşten kaplar var. Yâhût ve zümrütten çakılların üzerinden akıyor. Suyu sütten daha ak. Hz. Peygamber der ki: Ben o al-tın kaptan birini aldım, o suya daldırdım ve alıp içtim. Bir de ne göreyim baldan daha tatlı, miskten daha güzel kokulu. Sonra beni götürdü nihayet bir ağaca yardık. Orada her renkten 'bir bulut beni kapladı. Cebrail beni bıraktı ve bsn, Allah Azze ve Celle'ye secde ederek kendimden geçtim. Allah Azze ve Celle bana buyurdu ki: Ey Muhammd, doğrusu Ben gökleri ve yeri yarattığımda sana ve ümmetine elli vakit namazı farz kıldım. Kalk, sen ve ümmetin onu yerine getirin.
Hz. Muhammed der ki: Sonra bulut kayboluverdi ve Cibril elimden tuttu. Ben hızlıca döndüm ve İbrahim'in yanına geldim. O bana bir şey demedi. Sonra Musa'ya geldim. O dedi ki: Ey Muhammed ne yaptın? Ben dedim ki: Rabbım bana ve ümmetime elli namazı farz kıldı. Mûsâ dedi ki: Ne sen, ne de ümmetin buna güç yetiremezsiniz. Dön, Rabbın-dan senin için hafifletmesini iste. Ben, hızlıca döndüm, ağacın yanma vardığımda yine bir bulut beni kapladı ve Cebrail benim yanımdan ayrıldı. Ben secde ederek kendimden geçtim ve dedim ki: Rabbım, bana ve ümmetime elli namazı farz kıldın. Ama ne ben ne de ümmetim buna güç yetiremeyiz. Bizim için hafiflet. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: Ben sizin için on indirdim. Hz. Muhammed der ki: Sonra üzerimden bulut kayboldu ve Cibril elimden tuttu. Hızlıca oradan ayrıldım. İbrahim'in yanma vardım, o bana bir şey demedi. Sonra Musa'ya vardım; dedi ki; Ne yaptın ya Muhammed? Ben; Rabbım, bana on indirdi, dedim. Mûsâ dedi ki: Kırk namaz. Ne sen, ne de ümmetin buna güç yetiremezsiniz. Dön, Rabbına da kendisinden sizin için hafifletmesini dile. Sonra râvî hadîsi diğer rivâyetlerdeki gibi beşer namaz İndirilen şekilde zikrediyor. Mûsâ Hz. Peygamberin yine Rabbına dönüp hafifletmesini dilemesini istiyorsa da Hz. Peygamber diyor ki: Ben, Allah Teâlâ'dan daha fazla hafifletmesini istemekten haya ettim. Hz. Peygamber buyurdu- ki: Sonra vazgeçtim. RasûluIIah (a.s.) Cibril'e dedi ki: Neden her göğe gittiğimde beni güler yüzle ağırladılar. Yalnız bir kişi güler yüzlü değildi. Ben, ona selâm vprdim o selâmımı iade etti, beni ağırladı, fakat gülmedi. Cibril dedi ki: Ya Muhammed, o cehennemin bekçisi olan Mâlik'tir. Yaratıldığı günden beri gülmedi. Eğer bir kişiye gülecek olsaydı, elbette sana gülerdi. Râvî der ki: Sonra Hz. Peygamber bineğine bindi ve ayrıldı. O bir süre yol almıştı ki Ku-reyş'li bir kervana rastladı; üzerinde biri siyah biri beyaz olan iki çuvalın bulunduğu bir devenin yemek taşıdığını gördü. Devenin hizasına gelince deve ürktü ve döndü. O deve bağırarak çöktü. Sonra Hz. Peygamber döndü. Sabah olunca kavmine başından geçenleri haber verdi. Müşrikler Hz. Peygamberin sözünü duyunca Hz. Ebubekir'e gelip; ey Ebubekir arkadaşında bir şeyler mi var? dediler. Bu gece bir aylık mesafeye gidip döndüğünü haber veriyor. Hz. Ebubekir dedi ki: Eğer bunu o söylemişse, muhakkak doğru söylemiştir. Biz onun için bundan daha ötesini tasdik ederiz, onun göklerden haber aldığını doğrularız. Müşrikler Hz. Peygambere dediler ki: Söylediğinin delili nedir? Hz. Peygamber dedi ki: Kureyş'li bir kervana rastladım. O falanca, yerdeydi. Kervan bizden ürktü ve yön değiştirdi. O kervandan bir devenin üzerinde siyah ve beyaz çuval bulunmaktadır, bağırıp yıkıldı, dedi. Kervan dönünce durumu sordular onlar da Hz. Peygamberin anlattığı şekilde haber verdiler. Bu sebeple Hz. Ebubekir'e «Sıddîk» ismi verildi. Sonra Hz. Peygamber'e; seninle beraber Musa ve îsâ da varmıydı? diye sordular. Hz. Peygamber; evet, dedi. Onları bize vasfet, dediler. Hz. Peygamber, peki, dedi. Hz. Mûsâ esmer tenli bir kişidir, sanki Ummânlı Ezd kabilesinin erkekleri gibidir. Hz. îsâ ise orta boylu uzuncadır. Kızıla çalar gibidir. Sanki saçlarından inci cevher dökülür gibidir. Bu rivayet garîblikler ve acâyibliklerle doludur.
II- Enes îbn Mâlik'in, Mâlik îbn Sa'saa Kanalıyla Rivayeti: Mâlik İbn Sa'saa'dan rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu :
Bir kerresinde ben, Beytullah'ın yanında uyku ile uyanıklık arası bir halde bulunuyordum. Allah Rasûlü burada, iki kişi arasındaki bir kişiden de bahsetti. Bana birisi gelip göğsümü yardı ve kalbimi çıkardı. Sonra içi îmân ve hikmet dolu bir tas getirildi ve boğazımdan karnımın altına kadar yarıldı. Karnım zemzem suyuyla yıkandıktan sonra içine îman ve hikmet dolduruldu. Daha sonra bana katırdan küçükçe, mer-kebden büyükçe beyaz renkli bir binek getirildi ki, o, Burâktır. Cibril'le beraber gittim. Nihayet dünya göğüne vardık. Kimdir o? denildi. Cibril, dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed, dedi. O'na Peygamberlik verildi mi? denildi. Evet, dedi. Merhaba ona; bu ne güzel geliştir, denildi. Âdem'e vardım. Ve Ona selâm verdim. Âdem merhaba oğul, merhaba ey peygamber, dedi. Sonra ikinci semâya çıktık. Kimdir o? denildi. Cibril, dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? denildi. Evet, dedi. Merhaba ona, bu ns £üzel geliştir, denildi. Orada Yahya ve îsâ'ya vardım. Merhaba ey kardeş, ey peygam-beraber gittim. Nihayet dünya göğüne vardık. Kimdir o? denildi. Cibril, dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? denildi. Evet, dedi. Merhaba ona, bu ne güzel geliştir, denildi. Orada Yûsuf'a gittim ve selâm verdim. Merhaba ey kardeş, ey peygamber, dedi. Sonra dördüncü semâya geldik. Kimdir o? denildi. Cibril, dedi. Yanındaki kim? denildi. Muhammed (s.a.), dedi. O gönderildi mi? denildi. Evet, dedi. Merhaba ona, bu ne güzel geliştir, denildi. Orada İd-rîs ile karşılaştım. Ve ona selâm verdim. Merhaba ey kardeş, ey peygamber, dedi.
Sonra beşinci göğe vardık. Kimdir o? denildi. Cibril, dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? denildi. Evet, dedi. Merhaba ona, bu ne güzel geliştir, denildi. Orada Hârûn ile karşılaştık. Ona selâm verdim. Merhaba ey kardeş, ey peygamber, dedi. Sonra altıncı göğe eriştik. Kimdir o? denildi. Cibril dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? Merhaba ona, bu geliş ne güzel bir geliştir, denildi. Orada Mûsâ ile karşılaştım. Ve Ona selâm verdim. Kardeşe, peygambere merhaba, dedi. Ben, Musa'yı bırakıp geçince Mûsâ ağlamaya başladı. Niye ağlıyorsun? denildi. O da, Ey Rab-bım benden sonra gönderilen şu genç peygamberin ümmetinden cennete girenler, benim ümmetimden cennete girenlerden daha çoktur (onun için ağlıyorum) dedi.
Sonra yedinci göğe geldik. Kapının açılmasını istedi. Kimdir o? denildi. Cibril, dedi. Yanındaki kimdir? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? Merhaba ona, bu ne güzel geliştir, denildi. İbrahim'in yanına vardım, selâm verdim. Merhaba ey peygamber, dedi.
Sonra bana Beyt el-Mâmûr gösterildi. Gördüm ki orada her gün yetmiş bin melek namaz kılıyor. Çıktıklarında artık bir daha oraya dönmüyor, (melekler'in sayısının ne derece çok olduğunu anlatmaya çalışıyor olmalı) Sonra karşıma Sidre el-Müntehâ çıkarıldı. Bir de gördüm ki, Sidre ağacının yemişleri Hecer destileri gibidir. Yapraklan da fillerin kulakları gibidir. Kökeninden dört nehir fışkırır. İki nehir açık, iki nehir de gizli. Ben: Ey Cibril, bu nedir? dedim. O dedi ki * Gizli olan iki nehir, cennetteki iki nehirdir. Açık olan ise Nil ve Fırat'tır. Sonra benim üzerime elli vakit namaz farz kılındı. Ben dönüp Mû-sâ'ya uğradığımda; Musa, ne yaptın? diye sordu. Bana elli vakit namaz farz kılındı, dedim. Mûsâ; ben insanları senden daha iyi bilirim. Ben İsrâiloğulları ile çok uğraştım. Senin ümmetin buna hiç güç yetire-mez. Binâenaleyh sen Rabbına dön (ümmetin için hafifletmesini iste) dedi. Ben de dönüp niyaz ettim. Kırk vakit farz kılındı. Bunun üzerine dönüp Musa'ya geldim. Mûsâ evvelkisi gibi tavsiye etti. Bu defa otuza indirildi. Ben yine Musa'ya geldim. Mûsâ da eskisi gibi öğüt verdi. Ben de Rabbıma niyaz ettim, yirmiye indirildi. Ben yine Musa'ya dönüp geldim. Mûsâ da Önceki gibi tavsiyede bulundu. Ben yine Rabbıma niyaz ettim. Ona indirildi. Dönüp Musa'ya geldim. Mûsâ bana evvelki gibi söyledi. Ben de Allah'a niyaz eyledim ve bu defa beş vakit namazla emrolundum. Bunun üzerine Musa'ya dönüp geldim. Mûsâ ne yaptın? diye sordu. Ben; her gün beş vakit namazla emrolundum, dedim. Mûsâ aynı şeyleri söyledi. Ben: Artık teslimiyet gösteriyorum, dedim de şöyle nida olundu. Farzlarımı imza ve irâde eyledim, kullarımdan fazlasını hafifletip indirdim. Bu hadîsi Buhârî ve Müs-Tlim Katâde kanalıyla aynı şekilde rivayet etmişlerdir.2
lir — Enes îbn Mâlik'in Ebu Zerr'den Rivayeti:
Buhârî der ki: Bize Yahya İbn Bükeyr... Ebu Zerr (r.a.) den nakletti ki Rasûlullah (s.â.) şöyle buyurmuş :
Ben Mekke'de iken evimin tavanı yarıldı. Cibril Aleyhisselâm indi. Göğsümü yardıktan sonra zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve îmân ile dolu altın bir tas getirip içindekini göğsümün içine boşalttı ve göğsümü kapadı. Sonra elimden tutup beni semâya doğru çıkardı. Dünya göğüne vardığımda Cibril Aleyhisselâm göğün hâ-zin'ine; aç, dedi. Kimdir o? deyince; Cibril, dedi. Beraberinde kimse var mı? deyince, evet, Muhammed Aleyhisselâm benimle beraber, dedi. O gönderildi mi? deyince, evet, dedi. Açılınca dünya göğünün üstüne çıktık. Bir de ne göreyim birisi oturmuş sağ tarafında birtakım karaltılar, sol, tarafında da diğer karaltılar var. Sağ tarafına baktığında gülüyor, sol tarafına baktığında ağlıyor. Hoş geldin, safa getirdin ey sâlih peygamber, hoş geldin safa getirdin ey sâlih oğul, dedi. Cibril'e bu kim? dedim. Âdem Aleyhisselâm'dır, sağında solunda olan bu karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağında olanlar cennet ehli, solunda olan karaltılar da cehennem ehlidir. Sağına bakınca güler, soluna bakınca ağlar, dedi. Derken beni ikinci semâya doğru çıkardı. Hâzin'e; aç, dedi. Hâzin de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra açtı.
Enes İbn Mâlik der ki: Ebu Zerr (r.a.) Hz. Peygamberin göklerde Âdem, İdrîs, Mûsâ, îsâ, İbrahim Aleyhisselâm'ı bulduğunu söylediyse de, ayrı ayrı yerlerini söylemedi. Sâdece Âdem'i dünya göğünde, İbrahim'i altıncı gökte bulmuş olduğunu söyledi. Enes İbn Mâlik der ki: Cibril Aleyhisselâm Hz. Peygamber ile birlikte İdrîs peygambere uğradıklarında, İdrîs Aleyhisselâm : Hoş geldin, safâlar getirdin ey sâlih peygamber, hoş geldin safâlar getirdin ey sâlih kardeş, demiş. Hz. Peygamber bu kim? diye sorunca; Cibril Aleyhisselâm : Bu İdrîs'tir, demiş. Sonra Musa'ya uğradım. O da; hoş geldin, safa getirdin ey sâlih peygamber, hoş geldin safa getirdin ey sâlih kardeş, dedi. Bu kim? diye sordum; bu Musa'dır, dedi. Sonra İsa'ya uğradım. O; hoş geldin safa getirdin ey sâlih kardeş, hoş geldin safa getirdin ey sâlih peygamber, dedi. Bu kim? dedim. Bu îsâ'dır, dedi. Sonra İbrahim'e uğradım. Merhaba ey sâlih peygamber, hoş geldin safa getirdin ey sâlih oğul, dedi. Bu kim? dedim. Bu İbrahim Aleyhisselâm'dır, dedi.
Muhammed İbn Şihâb ez-Zührî der ki: Bana İbn Hazm'ın bildirdiğine göre; Abdullah İbn Abbâs ve Ebu Habbe el-Ansârî şöyle derlermiş : Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sonra Cibril beni yukarıya gö-türe götüre nihayet kalemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere çıktım. İbn Hazm ve Enes İbn Mâlik derler ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Allah Azze ve Celle ümmetime elli vakit namazı farz kıldı. Ben bununla döndüm ve Musa'ya uğradım. Allah ümmetine neyi farz kıldı? dedi. Elli vakit namaz farz kıldı, dedim. Rabbına dön çünkü ümmetin buna .güç yetiremez, dedi. Döndüm Allah Teâlâ bir kısmını indirdi. Ben Musa'nın yanma dönüp; bir kısmını indirdi, dedim. O; Rabbına dön, zîrâ ümmetin buna güç yetiremez, dedi. Ben, Rabbı-ma döndüm ve bir kısmını indirdi. Musa'nın yanına döndüğümde; Rabbına dön çünkü ümmetin buna güç yetiremez, dedi. Bir daha döndüm ve Allah Teâlâ : Onlar beştir ama ellidir. Benim katımda karâr değiştirilmez, buyurdu. Musa'nın yanma vardım, O; Rabbına dön, dedi. Ben de artık Rabbımdan utanır oldum, dedim. Sonra Sidre el-Mün-tehâ'ya birlikte varıncaya kadar Cebrail beni götürdü. Sidre'yi öyle renkler kaplamıştı ki onlar nedir bilemem. Sonra cennete konuldum ki içinde birçok inciden kubbeler vardı. Toprağı da misk idi.
Bu; Buhârî'nin Kitâb'üs - Salât'daki lafzıdır. Aynı lafzı Buhârî, Benî İsrail ve Hacc konusunda da zikretmiştir. Peygamberlerin hadîsleri konusunda da bir başka kanalla Yûnus'tan bu hadîsi rivayet eder. Müslim de Sahîh'inde îmân kitabında Harmele kanalıyla Yûnus'tan bu hadîsi rivayet eder.
İmâm Ahmed der ki: Bize Afvân... Abdullah İbn Şakîk'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ebu Zerr'e dedim ki: Eğer Allah'ın Rasûlünü görmüş olsaydım, ona sorardım. Ebu Zerr neyi sorardın? dedi. Abdullah İbn Şakîk : Ben, ona Rabbını görüp görmediğini sorardım, dedi. Ben bunu ona sordum ve şöyle buyurdu : Ben O'nu nûr olarak gördüm, nuru nasıl görebilirim ki. Ahmed İbn Hanbel'ln rivayetinde böyle vârid olmuştur. Müslim de Sahîh'inde bu hadîsi Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe kanalıyla... Abdullah İbn Şakîk'den rivayet eder. Keza Mu-hammed İbn Beşşâr kanalıyla Abdullah İbn Şakîk'den rivayet eder ki; o, şöyle demiştir: Ebu Zerr'e eğer Rasûlullah'ı görmüş olsaydım ona bunu sorardım, dedim. O; neyi sorardın? dedi. Abdullah İbn Şakîk dedi ki: Ben, ona Rabbını gördün mü? diye sorardım. Ebu Zerr dedi ki: Ben ona bunu sordum, o da; nûr olarak gördüm, dedi.
IV- Enes İbn Mâlik'in Übeyy İbn Kâ'b el-Ansârî'den Rivayeti:
Übeyy İbn Kâ'b'ın anlattığına göre, Rasûllullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ben, Mekke'de iken evimin tavanı açıldı. Cibril indi ve göğsümü açtı. Sonra onu zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve îmân dolu, altından bir tas getirdi, onu kalbime boşaltıp kapadı. Sonra elimden tutup beni göğe yükseltti. Dünya göğüne gelince, o açıldı. Kimdir o? deyince; Cibril, dedi. Beraberinde kimse var mıdır? deyince; evet, beraberimde Muhammed var, dedi. O peygamber olarak gönderildi mi? deyince; evet, dedi ve kapı açıldı. Dünya göğüne y'ikseldi-ğimizde bir adam gördük ki sağında siyahlar, solunda siyahlar *ardı. Sağma bakınca güler, soluna bakınca ağlardı. O; merhaba sâlih pey-gamber ve sâlih oğul, dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki: Ben Cibril'e kimdir bu? dedim. O; bu, Âdem'dir, şu sağında ve solunda duran karaltılar ise çocuklarının zürriyetidir. Sağında bulunan karaltılar cennet ehli, solunda bulunan karaltılar da cehennem ehlidir. Sağ tarafına bakınca güler, sol tarafına bakınca ağlar. Hz. Peygamber dedi ki: Sonra Cibril beni yükseltti, nihayet ikinci göğe getirdi. Oranın hâzinine; aç, dedi. Oranın hâzini, dünya göğünün hâzininin söylediğini söyledi. Sonra ona kapı açıldı. Enes der ki: Anlatıldığına göre Hz. Peygamber göklerde Âdem, İdrîs, Mûsâ, îsâ, İbrahim peygamberleri görmüş, ancak onların yerlerinin nasıl olduğunu bana belirtmemişti. Sâdece o, Hz. Âdem'i dünya göğünde, İbrahim'i de altıncı gökte gördüğünü söylemişti. Enes der ki: Cibril Aleyhisselâm ve Hz. Peygamber îdrîs Peygambere rastlayınca, o şöyle dedi: Merhaba sâlih peygamber ve sâlih kardeş. Hz.' Peygamber dedi ki: Ey Cibril, bu kimdir? dedim. O; bu, İdrîs'tir, dedi. Hz. Peygamber dedi ki : Sonra Musa'ya rastladım. O; merhaba sâlih peygamber ve sâlih kardeş,
Cibril; bu, Musa'dır, dedi. Sonra ben, îsâ'ya rastladım. O; merhaba sâlih peygamber ve sâlih kardeş, dedi. Ben; bu kimdir? dedim. Cibril; bu, Meryem Oğlu îsâ'dır, dedi. Hz. Peygamber der ki: Sonra îb-râhîm'e rastladım. O; merhaba sâlih peygamber ve sâlih oğul, dedi. Ben bu kimdir? dedim. Cebrail; bu, İbrahim'dir, dedi, İbn Şihâb der ki: Bana tbn Hazm'ın bildirdiğine göre; îbn Abbâs ve Ansârdan olan Ebu Habbe derlerdi ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Sonra beni yükseltti, öyle bir seviye önümde belirdi ki; ben, kalemlerin cızırtısını işitiyordum. İbn Hazm ve Enes İbn Mâlik derler ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Allah Teâlâ ümmetime elli namazı farz kıldı. Mûsâ bana dedi ki: Habbma niyazda bulun, çünkü ümmetin buna güç yetire-mez. Hz. Peygamber dedi ki: Rabbıma niyazda bulundum, o bir kısmını indirdi. Bunun üzerine Musa'ya dönüp durumu haber verdim. O; Rabbma dön çünkü ümmetin buna güç yetiremez, dedi. Ben de döndüm. Rabbım buyurdu ki: o, hem beştir hem ellidir, Benim katımda söz değiştirilmez. Hz. Peygamber der ki: Bunun üzerine Musa'ya döndüm; Mûsâ; Rabbma niyazda bulun, deyince; artık ben Rabbım-dan utandım, dedim. Hz. Peygamber der ki: Sonra beni götürdü, nihayet Sidre el-Müntehâ'ya vardım. Hz. Peygamber der ki: Sidre el-Müntehâ'yı ne olduğunu bilmediğim renkler kaplamıştı. Sonra cennete girdirildim, orada inciden kubbeler vardı ve toprağı da miskti. Abdullah tbn Ahmed İbn Hanbel babasının Müsned'inde böyle rivayet eder. Ancak bu rivayet Kütüb-i Sitte'de. yoktur. Bu rivayet Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Yûnus kanalıyla Ebu Zerr'den benzer ifâdelerle geçmiştir. Allah en iyisini bilendir.
V- Zübeyde İbn Husayb el-Eslemî'nin Rivayeti:
Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Abdurrahmân... Büreyde'den nakletti ki; o, Rasûlullah şöyle buyurdu: demiş : Ben, geceleyin götürüldüğüm sırada Cibril Beyt el-Mukaddes'teki kayayı getirdi, parmağını onun üzerine koyup yardı ve Burak'ı oraya bağladı. Sonra Bez-zâr der ki: Bu ifâdeyi Zübeyr İbn Cünâde'den yalnızca Ebu Nümey-le'nin rivayet ettiğini biliyorum. Bu hadîsi yalnızca Büreyde'den öğrenmiş bulunuyoruz. Tirmizî Camii'nin tefsir bölümünde Yâkûb İbn İbrahim kanalıyla onu Ebu Nümeyle'den nakleder ve; garîbtir, der.
VI- Câbir İbn Abdullah'ın Riyâyeti:
Bize Ya'kûb... Ebu Seleme'den nakletti ki, o; Câbir İbn Abdullah'ın şöyle anlattığını duydum, demiştir. O da; Rasûlullah (s.a.) ı şöyle derken duydum demiştir : Ben, Beyt el-Mukaddes'e yürütüldüğümde Kureyş'liler beni yalanlayınca Kâ'be'de Hicr'de dikildim. Allah Teâlâ bana Beyt el-Mukaddes'i ayan beyân gösterdi. Ben ona bakarak Beyt el-Mukâddes'in alâmetlerini Kureyşlilere haber veriyordum. Bu hadîsi, Buhârî ve Müslim muhtelif yollarla Zührî'den naklederler.
Beyhakî der ki: Bize Ahmed İbn Hasan... İbn Şihâb ez-Zührî'den nakletti ki; o Saîd İbn elnMüseyyeb'in şöyle dediğini duydum, demiştir. Hz. Peygamber Beyt el-Mukaddes'e vardığında orada İbrâhîm, Mûsâ ve îsâ ile buluştu. Ve orada kendisine iki kâse getirildi. Bir kâsede süt, bir kâsede içki vardı. Bu iki kâseye baktı, sonra süt kâsesini aldı. Cibril dedi ki: İsabet ettin ve fıtratın doğru yolunu buldun. Eğer içkiyi seçseydin, ümmetin azıtırdı. Sonra Rasûlullah (s.a.) Mekke'ye döndü ve kendisinin geceleyin yürütüldüğünü haber verdi. Birlikte namaz kıldığı insanlardan pek çoğu bunda fitneye düştüler ve aldandılar. îbn Şihâb der ki: Ebu Seleme'nin ifâdesine göre; Kureyş'lilerden bir grup Ebubekir'in yanma gittiler -veya benzer bir ifâde kullanmıştır- ve, senin arkadaşında bir şeyler var mı? dediler. Kendisinin bir gecede Beyt el-Mukaddes'e gidip sonra Mekke'ye döndüğünü iddia ediyor. Ebubekir dedi ki: Öyle mi dedi? Evet, dediler. Ebubekir dedi ki: Eğer o, böyle demişse; ben onun doğru söylemiş olduğuna şehâdet ederim. Onlar; sen bir gecede Şam'a gidip sabah olmadan Mekke'ye dönebileceği konusunda onu doğruluyor musun? dediler. Ebubekir; evet ben cnun için bundan daha ötesini, gökten haber aldığını doğruluyorum, dedi. Ebu Seleme dedi ki: Bunun, üzerine Hz. Ebubekir'e «Sıddîk» sıfatı verildi. Ebu Seleme şöyle der: Ben Câbir İbn Abdullah anlatırken duydum ki o, Rasûlullah'ı şöyle buyururken dinlemiş. Ben, Beyt el-Mukaddes'e götürüldüğüm zaman Kureyş'liler beni yalanlayınca Hicr'de durdum. Allah Teâlâ bana Beyt el-Mukaddes'i ayan beyân gösterdi ve ben oradaki işaretleri Kureyş'lilere bildirirken bu gösterilen şekle bakıyordum.
VII- Huzeyfe İbn El-Yemmân'm Rivayeti:
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Nadr Zürr İbn Hü-beyş'ten nakletti ki; o, şöyle demiş : Huzeyfe İbn el-Yemmân'a vardım. O Hz. Muhammed'in mi'râc'a çıkarıldığı geceden söz ediyordu. Hz. Peygamber şöyle demişti: Gittik ve nihayet Beyt el-Makdis'e vardık. Sonra Huzeyfe dedi ki; o ikisi buraya girmediler. Zürr İbn Hubeyş der ki: Ben; hayır Rasûlullah {s.a.) o gece1 oraya girdi ve içinde namaz kıldı, dedim. Huzeyfe; adın nedir senin ey dazlak? dedi. Yüzünü tanıyor fakat adını bilmiyorum. Zürr : Ben; Zürr İbn Hubeyş'im, dedi.
Huzeyfe dedi ki: Rasûlullah (s.a.) m o gece orada namaz kıldığını nereden biliyorsun? Zürr der ki: Ben; bunu Kur'an haber veriyor, dedim. Huzeyfe dedi ki: Kim Kur'an'la konuşursa, o gâlib gelir, oku. Zürr İbn Hubeyş dedi ki: Ben «Şanı yücedir o Allah'ın ki; kulunu geceleyin Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürmüştür...» âyetini okudum. Huzeyfe dedi ki: Ey dazlak, orada namaz kıldığına dâir bir şey var mı? Ben; hayır dedim. Ebu Huzeyfe dedi ki: Allah'a andolsun ki Rasûiullah (s.a.) orada o gece namaz kılmadı. Şayet kılmış olsaydı, orada kıldığı namaz sizin üzerinize de yazılırdı. Nitekim Beyt el-Atîk'de kıldığı namaz, sizin üzerinize farz kılınmıştır. Allah'a andolsun ki onlar Burak'tan ayrılmadılar, nihayet kendilerine göklerin kapıları açıldı. Cenneti ve cehennemi gördüler. Âhiret va'dini bütünüyle gördüler. Sonra da başta olduğu gibi hemen geri döndüler. Zürr İbn Hubeyş dedi ki : Sonra ön dişleri görününceye kadar güldü. Ve onun kaçmaması için Burak'ı bağladığından söz ederler. Halbuki görüleni ve görülmeyeni bilen Allah onu müsahhar kılmıştır. Ben dedim ki: Ey Ebu Abdullah, Burak nasıl bir hayvandır? O dedi ki: Şöyle uzunca, bembeyaz bir hayvandır. Adımı ğöz alacak kadardır. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî, bu hadîsi Hammâd İbn Seleme ve Âsim kanalıyla Zürr İbn Hubeyş'ten nakleder. Tirmizî ve Neseî de Tefsîr'inde Âsim kanalıyla -ki o Âsim İbn Ebu Necûd'dur- rivayet eder, der. Tirmizî; hasen ve sahihtir, der. Huzeyfe'nin söylemiş olduğu bu söz kabule şayan değildir. Halbuki Rasûlullah (s.a.) m hayvanı halkaya bağladığı ve Beyt el-Makdis'te namaz kıldığı daha önce geçtiği şekilde sabittir. Allah en doğrusunu bilendir.
VIII- Ebu Saîd Sa'd İbn Mâlik İbn Sinan el-Hudrî'nin Rivayeti:
Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî, Delâil en-Nübüvve isimli kitabında der ki : Bize Muhammed İbn Abdullah el-Hâfız... Ebu Saîd el-Hudrî'-den rivayet eder ki; Rasûlullah'a ashabı şöyle demiştir : Ey Allah'ın Rasûlü, senin geceleyin götürüldüğün olaydan bize haber ver. Allah'ın Rasûlü demiş ki: Azîz ve Celîl olan Allah : «Sânı yücedir o Allah'ın ki; kulunu geceleyin Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürmüştür. Bir kısım âyetlerimizi gösterelim diye. Muhakkak ki O'dur O, Semî, Basîr.» buyuruyor. Ebu Saîd el-Hudrî dedi ki: Rasûlullah (s.a.) onlara haber vererek şöyle buyurdu : Ben, akşamleyin Mescid el-Harâm'da uyuyorken biri gelip beni uyandırdı. Uyandığımda bir şey göremedim. Bir de baktım ki hayâl gibi bir şekil ile karşı karşıyayım. Gözümle onu izledim, nihayet mescidin dışına kadar çıktım. Bir de baktım ki; ben, sizin şu hayvanlarını- za, şu katırlarınıza daha az benzeyen bir hayvanın üzerindeyim. İki kulağı sakat olan bu hayvana Burak deniyordu.. Benden önce peygamberler de ona binerlerdi. Ayağım gözünün uzandığı noktaya kadar basardı. Ben ona bindim ve üzerinde yürüdüğüm bir sırada anîden sağımdan bir seslenen şöyle seslendi: Ey Muhammed, bana bak, sana sorayım, ey Muhammed bana bak, sana sorayım. Ben, cevab vermedim ve yanında da durmadım. Ben hayvanın üzerinde yürüdüğüm sırada bir de baktım ki solumdan bir seslenen beni çağırdı: Ey Muhammed, bana bak, sana sorayım. Ben ona da cevab vermedim ve yanında durmadım. Ben böylece giderken bir de baktım ki kollarını sıvamış bir kadın. Üzerinde Allah'ın yarattığı her zînetten süsler var. Dedi ki: Ey Muhammed, bana bak, sana sorayım. Ben ona da bakmadım ve yanında durmadım. Nihayet Beyt el-Makdis*e vardım ve hayvanımı peygamberlerin bağladıkları halkaya bağladım. Cibril Aleyhisse-lâm bana iki kap getirdi: Birisi içki, diğeri süt kabıydı. Ben sütü içtim ve içkiyi bıraktım. Cibril Aleyhisselâm dedi ki: Fıtrata uydun. Ben; AUahu Ekber, Allahu Ekber, dedim. Cibril dedi ki: Şu yanında ne görürsün? Hz. Peygamber buyurdu ki: Ben yürürken birden beni bir çağıran sağımdan çağırdı ve ey Muhammed; bana bak, sana sorayım, dedi. Ben ise cevab vermedim ve yanında durmadım. Cibril dedi ki; işte o çağıran yahûdîdir. Eğer sen ona cevab verseydin veya yanında durmaydın, senin ümmetin de yahûdîleşirdi. Hz. Peygamber dedi ki: Ben yürüdüğüm sırada bir çağıran solumdan çağırdı ve; ey Muhammed, bana bak, sana sorayım, dedi. Ben ona bakmadım ve yanında da durmadım. Cibril Aleyhisselâm dedi ki: İşte o çağıran da Hrİstiyan-lardır. Eğer sen ona cevab verseydin, ümmetin Hristİyan olurdu. Hz. Peygamber dedi ki: Ben yürürken kolları yırtık bir kadın gördüm, üzerinde Allah'ın yarattığı her türlü zînetten süs vardı. Ve bana; ya Muhammed, bana bak, sana sorayım, dedi. Ben de ona cevab vermedim ve yanında durmadım. Cebrail dedi ki: İşte o da dünyadır. Şayet sen ona cevab verip yanında dursaydın, senin ümmetin dünyayı âhirete tercih ederlerdi. Hz. Peygamber buyurdu ki: Sonra ben ve Cibril Beyt el-Mukaddes'e girdik. Her birimiz ikişer rek'at namaz kıldık. Sonra âdemoğullarının ruhlarının göğe yükseldiği bir yükseltici getirildi. Ondan daha güzel bir yükselticiyi mahlûkât görmemiştir. Görmez misin ölünün gözü açıldığı zaman, göğe doğru bakar. Bunun sebebi; göğe doğru yükselen yükselticiye hayretle bakmasıdır. Hz. Peygamber dedi ki: Ben ve Cibril onunla yükseldik. Bir de baktım ki; ben, «tsmâîl» denilen bir meleğin yanındayım. O, dünya göğünün sahibidir. Yanında yetmiş bin melek vardı. Her melekle birlikte yüz bin melekten müteşekkil ordusu bulunuyordu. Hz. Peygamber dedi ki: Allah Teâlâ «Rabbının askerlerini ondan başkası bilemez,» buyuruyor. Cibril, gök kapısının açılmasını istedi. Kimdir o? denildi. Cibril, - dedi. Beraberindeki kimdir? denildi. Muhammed'dir, dedi. O peygamber olarak gönderildi mi? denildi. Evet, dedi. Bir de baktım ki; ben, Allah'ın yarattığı suret üzere Hz. Âdem'le karşı karşıyayim. Ona mü'min zürriyet-lerinin ruhları sunulur ve o der ki: Temiz bir ruh, temiz bir nefis onu yücelerin yücesine (İlliyyîn) koyun. Sonra ona, soyundan kötü insanların ruhları sunulur ve o; kötü bir rûh, kötü bir nefis onu Siccîne koyun, der.
Sonra bir süre gittim ve bir de baktım ki; orada üzerinde serilmiş etlerin bulunduğu bir sofra var. Kimse ona yaklaşmıyor. Sonra başka sofralar gördüm. Üzerinde kokmuş ve bozulmuş etler vardı. Orada insanlar gördüm, bu etleri yiyorlardı. Dedim ki: Ey Cibril, bunlar kimlerdir? Cibril dedi ki: Bunlar senin ümmetinden helâli terk edip haram yiyenlerdir. Hz. Peygamber dedi ki: Sonra biraz daha gittim ve bir de baktım ki; karınları evler gibi olan bir topluluk var. Onlardan birisi kalktığında hemen yıkılır ve der ki: Allah'ım kıyamet kopmasın. Hz. Peygamber dedi ki: Bunlar, Firavun hanedanının yolu üze-rindeydiler. Yolcular geliyor ve onları çiğniyorlardı. Hz. Peygamber dedi ki: Onların Allah Azze ve Celle'ye yalvararak çığlık attıklarını duydum. Ve dedim ki: Ey Cibril, bunlar kimlerdir? Bunlar ümmetinden .faiz yiyenlerdir. Onlar; ancak şeytân çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar, dedi. Hz. Peygamber dedi ki: Sonra az bir müddet daha gittik bir de baktım ki; dudaklan deve dudağı gibi olan bir toplulukla karşı karşıyayım. Onlar ağızlarını açıyorlardı ve o kor ateşten ağızlarına sokuluyordu. Sonra altlarından çıkıyordu. Onların da Allah Azze ve Celle'ye yalvarıp gürültü ettiklerini duydum ve; bunlar kimdir ey Cibril? dedim. Bunlar; senin ümmetinden yetimlerin mallarım zulmen yiyenlerdir. Onlar; karınlarına ancak ateş yerler ve yakında cehenneme ulaşacaklardır, dedi. Sonra bir müddet daha gittim birden memelerinden bağlanmış kadınlar gördüm. Bunlar da Allah Azze ve Celle'ye yalvararak ses çıkarıyorlardı. Dedim ki: Ey Cibril, bu kadınlar da kimlerdir? Bunlar senin ümmetinden zina edenlerdir, dedi.
Hz. Peygamber der ki: Sonra az bir müddet daha gittim bir de baktım ki; bir topluluk, yan taraflarından etler kesiliyor ve ağızlarına lckma olarak veriliyor. Sonra onlara; ye, tıpkı kardeşinin etini yemiş olduğun gibi, deniyordu. Dedim ki: Ey Cibril, bunlar kimlerdir? Bunlar ümmetinden laf götürüp getiren, ağzı geveze insanlardır, dedi.
Hz. Peygamber diyor ki: Sonra ikinci göğe yükseldik bir de baktim ki; Allah Azze ve Celle'nin yarattığı mahlûkâtm içinde en güzel olan bir erkekle karşı karşıyayım. Güzellikte o kişi insanlara öylesine üstün olmuş ki, ayın ondördüncü gecesi ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibi. Dedim ki: Ey Cibril kimdir bu? O; bu, kardeşin Yûsuf'tur. Beraberinde de kavminden bir topluluk var. Ona selâm verdim, o da bana selâm verdi. Sonra üçüncü göğe çıktım. Bir de baktım ki; Yahya ve îsâ Aleyhisselâm ile beraberlerinde kavimlerinden bir topluluk var. O ikisine selâm verdim, onlar da bana selâm verdiler. Sonra dördüncü göğe çıktım. Bir de baktım ki; İdrîs var. Allah onu üstün bir yere yükseltmiş. Ben ona selâm verdim, o da bana selâm verdi. Sonra beşinci göğe çıktım. Orada Harun'la karşılaştım. Sakalının yarısı beyaz, yarısı siyahtı. Sakalı neredeyse göbeğine değecekti. Dedim ki: Ey Cibril kimdir bu? Cebrail dedi ki: Bu, kavmi tarafından sevilmiş olan Hâ-rûn İbn İmrân'dır. Beraberinde de kendi kavminden bir topluluk var. Ben ona selâm verdim, o da bana selâm verdi. Sonra altıncı göğe yükseldim, orada Mûsâ İbn İmrân'la karşılaştım. O esmer tenli, çok saçlı bir adamdı. Eğer üzerinde iki gömlek bulunsaydı, saçları gömleğin dışına taşardı ve baktım ki o, şöyle diyor: Halk, benim Allah katında şundan daha üstün olduğumu iddia ediyor. Halbuki Allah katında şu, benden daha değerlidir. Hz. Peygamber diyor ki: Ey Cibril kimdir bu? dedim. Bu, kardeşin îmrân Oğlu Mûsâ Aleyhisselâm'dır, Beraberinde de kavminden bir topluluk var, dedi. Ben ona selâm verdim, o da bana selâm verdi. Sonra yedinci/göğe yükseldim. Orada babamız, Rah-mân'ın dostu İbrahim'le karşılaştım, belini Beyt el-Ma'mûr'a dayamıştı. Erkeklerin en güzeli gibiydi. Dedim ki: Ey Cibril kimdir bu? Bu, baban Halîlulrahmân'dır, beraberinde de kavminden bir topluluk var, dedi. Ona selâm verdim, o da bana selâm verdi. Bu sırada ümmetimden iki bölük gördüm. Bir bölüğün üzerinde, kâğıt gibi beyaz elbiseler vardı. Bir bölüğün üzerinde de kül rengi elbiseler vardı. Hz. Peygamber diyor ki: Beyt el-Ma'mûr'a girdim, üzerinde beyaz elbise olanlar da benimle beraber girdiler. Kül rengi elbiseli olanlar ise içeri girdirilmediler. Benimle gelenler hayır üzereydiler. Ben ve beraberimdekiler Beyt el-Ma'mûr'da namaz kıldık. Sonra ben çıktım, onlar da beraber geldiler. Hz. Peygamber der ki: Beyt el-Ma'mûr'da her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Sonra kıyamet gününe kadar bir daha oraya hiç dönmezler.
Hz. Peygamber der ki: Sonra bana Sidre el-Müntehâ gösterildi. Bir de baktim ki oradaki her yaprak, bu ümmeti kaplayacak derecede. Ve yine baktım ki orada Selsebîl denilen bir kaynak fışkırıyor ve bundan iki nehir ayrılıyor. Biri Kevser, diğerine Rahmet nehri deniyor.
Orada yıkandım benim gelmiş geçmiş günâhlarımın hepsi bağışlandı. Sonra ben cennete götürüldüm. Beni bir câriye karşıladı. Ona; ey câriye sen kiminsin? dedim. O, ben Zeyd İbn Hârise'nin câriyesiyim, dedi. Baktım ki orada bozulmamış sudan nehirler, tadı değişmemiş sütten ırmaklar, içenlere zevk veren içkiden ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar akmaktadır. Ve yine gördüm ki; orada narlar kova büyüklüğünde. Kuşlan ise sizin uzun boyunlu Buhtî deveniz gibi. Bu sırada Hz. Peygamber şöyle dedi: Muhakkak ki Allah; sâlih kulları için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer kalbine gelmeyen şeyler hazırlamıştır. Sonra bana cehennem gösterildi: Orada Allah'ın azabını, kızgınlığını ve gazabını gördüm. Cehenneme taşlar ve demirler atılmış olsaydı onları da yerdi. Bilâhare cehennemin kapıları r.."\me kapandı. Sonra ben, Sidre el-Müntehâ'ya iletildim. O, beni kaplayıver-di. Onunla aramda iki yayın aralığı kadar ya vardı ya yoktu. Hz. Peygamber der ki: Sidre el-Müntehâ'nın her bir yaprağından bir melek iniyordu. Bana elli namaz farz kılındı. Sonra buyuruldu ki: Her iyiliğine karşılık on iyilik vardır. Bir iyilik yapmak isteyip de yapmadığın takdirde; sana bir iyilik yazılır. Yaptığın takdirde; on iyilik yazılır. Bir kötülük yapmak isteyip de yapmadığın takdirde; sana hiç bir şey yazılmaz. Eğer yaparsan; sana tek bir kötülük yazılır. Sonra Musa'ya döndürüldüm. Mûsâ dedi ki: Rabbm sana ne emretti? Elli namaz, dedim. O; Rabbına dön ve ümmetin için hafifletilmesini niyaz et. Çünkü ümmetin buna güç yetiremez. Güç yetiremeyince de küfreder. Rab-bıma döndüm ve; ey Rabbım ümmetime hafiflet, çünkü o ümmetlerin en zayıfıdır, dedim. Bunun üzerine benden on indirilerek kırk kılındı. Ben, Mûsâ ile Rabbım arasında gidip gelmeye devam ettim. Musa'ya her geldiğimde o, ilk söylediği gibi söylüyordu. Nihayet ona döndüğümde; Rabbın'sana ne emretti? dedi. Ben de on namaz emretti, dedim. Mûsâ dedi ki: Rabbına dön, ümmetin için hafifletmesini niyaz et. Rabbıma döndüm ve; ey Rabbım, ümmetim için hafiflet. Çünkü o, ümmetlerin en zayıfıdır, dedim. Bunun üzerine benden beş daha indirdi ve böylece beş namaz kaldı. Bu esnada huzurunda bulunan meleklerden birisi bana şöyle seslendi: Farzlarımı tamamladım kullanma yeterince hafiflettim ve onlara her iyiliğe mukabil benzer on iyilik verdim. Sonra Musa'ya dönüm, o; Rabbın sana ne emretti? dedi. Ben de, beş namaz, dedim. O; Rabbına dön ve hafifletmesini niyaz et, çünkü bu onun için hiç de önemli değildir, ümmetin için hafifletmesini İste. Ben dedim ki: Rabbıma o kadar gittim ve niyaz ettim, ki artık gitmeye utanıyorum.
Sonra Hz. Peygamber sabahleyin hayret verici haberi Mekke'lilere anlattı ve şöyle dedi: Dün gece ben Beyt el-Makdis'e gittim. Oradan göklere çıkarıldım ve şunu şunu gördüm. Ebu Cehil tbn Hişâm dedi ki: Muhammed'in dediğine hayret etmiyor musun? O dün gece Kudüs'e gittiğini iddia ediyor. Sonra da sabahleyin yanımızda oluvermiş. Halbuki bizlerden birimiz bineğiyle bir ayda oraya gider ve bir ayda ancak dönebilir. Bu dediğin iki aylık yolu bir tek gecede aşmış. Ebu Saîd el-Hudrî der ki: Hz. Peygamber onlara Kureyş'lilerin kervanını haber verip şöyle dedi: Ben göğe doğru çıktığımda onları falanca, falanca yerde gördüm içlerinden bir deve ürkmüştü. Dönüşümde onu Akabe'nin yanında gördüm. Ve onlara her kişiyi devesiyle birlikte teker teker haber verdim. Şu devesi, şu yükle yüklü, dedi. Ebu Cehil ise; bize bazı şeyleri bildiriyor, dedi. Müşriklerden bir adam kalkıp dedi ki: Ben insanlar arasında Beyt el-Makdis'i en iyi bilenim. Onun yapısı nasıldır? Şekli nedir? Dağa yakınlığı ne kadardır? Eğer Mu-hammed doğru söylüyorsa size onu bildiririm, eğer yalan söylüyorsa onu da bildiririm. O müşrik geldi ve dedi ki: Ey Muhammed, ben insanlar arasında Kudüs'ü en iyi bilenim. Onun yapısı nasıldır bana bildir. Onun şekli nasıldır? Dağa yakınlığı ne derecedir? Ebu Saîd el-Hudrî der ki: Rasûlullah (s.a.) in gözünün önüne oturduğu yerde Beyt el-Makdîs getirildi. Bizden birimizin evine bakması gibi Rasûlullah da ona baktı. Yapısı şöyle ve şöyledir, şekli şöyle ve şöyledir, dağa yakınlığı şu kadardır, dedi. Öbür adam da; doğru söylersin deyip arkadaşlarına vardı ve Muhammed söylediğinde doğrudur, ya da buna benzer bir şey söyledi.
İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî de, bu hadîsi uzun olarak Muhammed İbn Abd'ül-A'lâ kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî'den yukarda geçen ifâdelerle zikretmiştir. Keza İbn Ebu Hatim de babası kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî'den bu rivayeti nakletmiş, diğerlerinin ifâdelerinden daha düzgün, daha güzel ve üslûblu biçimde uzun olarak zikretmiştir. Ancak bunda garîblik ve münkerlik vardır. Ayrıca Beyhakî bu olayı, Nûh İbn Kays kanalıyla Ebu Hârûn el-Abdî'den rivayet etmiştir ki, onun adı İmâre îbn Cüveyn'dir. Bu zât hadîs imamları yanında zayıf kabul edilmiştir. Biz bu zâtın rivayetini, sâdece Beyhakî naklettiği için ve ayrıca diğer hadîslerdeki rivayetleri doğrulayan ifâdeler bulunduğu için buraya kaydettik.
Ebu Osman İsmâîl İbn Abdurrahmân... Yezîd İbn Ebu Hâtim'den nakleder ki; o şöyle demiş : Rü'yâmda Rasûlullah (s.a.) ı gördüm ve dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü ümmetinden Süfyân es-Sevrî denilen bir adam var. Onda bir fenalık var mıdır, yok mudur? Rasûlullah; onda hiç bir kötülük yoktur, dedi. Ebu Hârûn el-Abdî, Ebu Saîd el-Hudrî'-den senin mi'râca çıktığın geceyi bize anlattı ve senin gökte şunları gördüm dediğini söyledi. Sen bu hadîsi söyledin mi söylemedin mi? dedim. Rasûlullah (s.a.) bana; evet, söyledim, dedi. Sonra dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, senin ümmetinden bazı kişiler senin gece yürüyüşün hakkında acâyib şeyler naklediyorlar. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Onlar; kıssacılarm sözlerinden ibarettir.
IX- Şeddâd İbn Evs'in Rivayeti
İmâm Ebu îsmâîl Muhammed İbn İsmâîl et-Tirmizî der ki: Bize îshâk İbn İbrahim... Şeddâd İbn Evs'den şöyle dediğini nakletti: Ey Allah'ın Rasûlü, senin gece yürüyüşün nasıl oldu? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben ashabımla birlikte Mekke'de yatsı namazını gecikerek kılmıştım. Bu sırada Cebrâîl bana beyaz bir hayvan getirdi. Mer-kebden büyükçe katırdan küçükçe idi. Ve; bin, dedi. Ona binmek bana zor geldi. Bunun üzerine Cebrâîl, kulağından onu tutup beni üzerine bindirdi. Hayvan yürüdü, bizi uçuruyordu. Öyle ki ayağını gözünün ulaştığı yere basıyordu. Nihayet bizi hurmalıklı bir arazîye götürdü, beni orada indirdi. Ve; namaz kıl, dedi. Ben namaz kıldım. Sonra bindik. Nerede namaz kıldın biliyor musun? dedi. Ben; en iyisini Allah bilir, dedim. Yesrib'de, güzellikler yurdunda namaz kıldın, dedi. Hayvan bizi uçururcasma götürüyordu, gözünün eriştiği yere tırnağını basıyordu. Sonra bir yere ulaştık. Cebrâîl; in dedi, indim. Sonra; namaz kıl, dedi. Namaz kıldım. Sonra bindik. Dedi ki: Nerde namaz kıldın biliyor musun? Ben en iyisini Allah bilir, dedim. Dedi ki: Med-yen'de, Musa'nın ağacının yanında namaz kıldın. Sonra hayvan bizi uçururcasma götürdü. Ayağını gözünün erdiği yere basıyordu. Nihayet bir yere vardık, karşımızda köşkler belirdi. İn, dedi indim, namaz kıl, dedi kıldım. Sonra bindik, nerede namaz kıldın biliyor musun? dedi. Ben; Allah en iyisini bilendir, dedim. Beyt el-Lahm'de, Meryem Oğlu îsâ Mesih'in olduğu yerde namaz kıldın, dedi. Sonra hayvan bizi götürdü, bir şehre Yemen tarafındaki kapısından girdik. Mescidin ön tarafına geldi ve oraya hayvanı bağladı. Biz mescide, güneşle ayın eğim gösterdiği kapısından girdik. Ben o mescidde, Allah'ın dilediği kadar namaz kıldım ve çok fazla susuzluk hissettim. Bana iki kap getirildi, birinde süt, diğerinde bal vardı. Her ikisi birlikte uzatıldı, ben hangisini alayım diye düşünürken, Allah Azze ve Celle bana hidâyet nasîb etti de, sütü aldım ve içtim. Ve kab alnıma değinceye kadar hepsini içip bitirdim. Önümde minbere yaslanmış bir İhtiyar vardı. Dedi ki: Arkadaşın fıtratı aldı. O doğru yola iletilecektir. Sonra hayvan bizi götürdü, nihayet şehrin bulunduğu vâdîye girdik. Bir de baktık ki; cehennem toz gibi beliriyor. Şeddâd İbn Evs der ki: Ey Allah'ın Rasûlü, onu nasıl buldun? dedim. Rasûlullah buyurdu ki: Sıcak su kaynağı gibi. Sonra benden uzaklaştırıldı. Bu sırada falanca ve falanca yerde Kureyş kervanına rastladık. Develerinden birini yitirmişlerdi. Onu falanca toplamıştı. Ben onlara selâm verdim. Bazıları dediler ki: Bu, Muhammed'in sesidir. Sonra Mekke'de sabah olmadan önce, ashabımın yanma geldim. Ebubekir (r.a.) bana gelerek dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü bu gece neredeydin? Ben, senin bulunacağın yerlerde seni aradım. Hz. Peygamber dedi ki: Biliyor musun, ben bu gece Beyt el-Mak-dis'e götürüldüm? Ebubekir dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, orası bir aylık yoldur. Onu bana anlat, Rasûlullah dedi ki: Bana bir yol açıldı, ben oraya bakıyor gibiydim. O bana ne sorarsa, onu kendisine bildiri-yordum. Ebubekir dedi ki: Ben, senin Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâ-det ederim. Müşrikler ise dediler ki: İbn Ebu Kebşe'ye bakın. Bu gece Beyt el-Makdis'e gittiğini iddia ediyor. Şeddâd İbn Evs der ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Benim söylediğim sözün delili olarak size bildireyim ki; falanca ve falanca yerde sizin kervanınıza rastladım. Onlar develerini yitirmişlerdi. Falanca onu bulmuştu ve onlann bulundukları yer şu kadar şu kadar mesafededir, falanca gün de buraya geleceklerdir. Kervanın önünde siyah bir deve var, üzerinde siyah bir örtü bulunmaktadır. İki de siyah çuval vardır. O gün olunca halk onların gelişini beklemeye koyuldu. Nihayet günün yarısına yaklaşıldığında, kervan döndü. Önlerinde Rasûlullah (s.a.) in anlattığı deve bulunuyordu. Beyhakî de iki yoldan Ebu îsmâîl et-Tirmizî kanalıyla bu hadîsi rivayet etmiştir. Hadîsin bitiminde de, bunun isnadı sahihtir, bu olay parça parça olarak başka hadîslerde rivayet edilmiştir, înşaal-lah elimize geçeni biz zikredeceğiz, der. Sonra bu hadîse delil olmak üzere isrâ olayıyla ilgili pek çok hadîs anlatır. Bu hadîsi Şeddâd İbn Evs'den uzun olarak İmâm Ebu Muhammed Abdurrahmân îbn Ebu Hatim de Tefsîr'inde, babası kanalıyla tshâk İbn İbrahim'den nakleder. Şüphesiz ki Şeddâd İbn Evs'den nakledilen bu hadîs birçok bölümler ihtiva etmektedir. Beyhâkî'nin dediği gibi, içinden bir kısmı sahihtir. Bir kısmı da münkerdir. Nitekim Beyt el-Lahm'de peygamberin namaz kılmış olması ve Ebubekir Sıddîk'm Beyt el-Makdis'in niteliğini sorması ve daha diğerleri bu meyândadır. Allah en iyisini bilendir.
X- Abdullah îbn Abbâs'ın Rivayeti:
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Osman İbn Muhammed... Abdullah İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakletti: Hz. Peygamber geceleyin yürütüldüğü sırada cennete girdi ve orada bir fısıltı işitti. Dedi ki; ey Cibril bu nedir? Cebrail; bu müezzin Bilâl'dir, dedi. Rasûlullah (s.a.) insanların yanına gelince: Bilâl kurtuldu, onu falanca falanca yerde gördüm, dedi. İbn Abbâs der ki: Hz. Peygamber Mûsâ Aleyhissslâm ile karşılaştı, Mûsâ Aleyhisselâm onu ağırladı ve; merhaba ümmî peygamber, dedi. Hz. Peygamber onun esmer benizli, uzun orta boylu, saçı kulaklarının hizasında veya daha yukarıda olduğunu bildirdi. Hz. Peygamber; ey Cebrail bu kimdir? dedi. Cebrail; bu, Musa'dır, dedi. Hz. Peygamber gitti ve îsâ ile karşılaştı. îsâ onu ağırladı ve peygamber; ey Cebrail bu kimdir? dedi. Cebrail; bu, İsa'dır, dedi. Hz. Peygamber gitti; yaşlı, heybetli bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar onu ağırladı, o ihtiyara selâm verdi. Hepsi peygamberi selâmlıyordu, Hz. Peygamber; ey Cibril, bu kimdir? dedi. Cebrail; bu, baban İbrahim'dir, dedi. îbn Abbâs der ki: Hz. Peygamber ateşe baktı bir de ne görsün, bir topluluk leş yiyorlar. Ey Cebrail kimdir bunlar? dedi. Cebrail; bunlar insanların etlerini yiyenlerdir, dedi. Sonra gerçekten kırmızı ve mavi bir adam gördü. Ey Cebrail bu kimdir? dedi. Cebrail; bu, deveyi kesen adamdır, dedi. İbn Abbâs der ki: Hz. Peygamber Mescid-i Aksâ'ya gelince, namaza durdu. Sağa sola bakındı, bir de ne görsün peygamberlerin hepsi toplanmış onunla birlikte namaz kılıyorlar. Namazı bitirince iki kâse getirildi. Biri sağdan diğeri soldan sunuldu. Birinde süt, diğerinde bal vardı. Hz. Peygamber sütü aldı, ondan içti. Elinde kâse olan kişi dedi ki: Sen fıtratı tutturdun. Bunun isnadı sahihtir, ancak hadîs imamları tahrîc etmemişlerdir.
Bu Hadîsin Bir Başka Rivayeti:
İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan... Abdullah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletti: Geceleyin Hz. Peygamber Beyt el-Makdis'e götürüldü. Sonra aynı gece geri getirildi. Hz. Peygamber, geceleyin gidiş-geli-şini anlattı ve Beyt el-Makdis'in alâmetiyle Kureyş'lilerin kervanlarının işaretini söyledi. Bazı kişiler dediler ki: Biz, Muhammed'in söylediğini tasdik etmeyiz. Onlar küfür elbisesi giyindiler. Allah Teâlâ, Ebu Cehil ile birlikte onların boynunu vurdu. Ebu Cehil ise dedi ki: Mu-hammed bizi zakkum ağacıyla korkutuyor. Üzüm ve hurma getirin de yiyelim, zakkûmlanalım, dedi. Hz. Peygamber Deccâl'i göz görüşüyle gördü, rü'yâ görüşüyle değil. îsâ'yı da, Musa'yı da, İbrahim'i de. Hz. Peygambere Peccâl sorulduğunda şöyle dedi: Ben onu büyük cüsseli, bembeyaz birisi olarak gördüm. İki gözünden birisi sağlamdı. O, yıldız gibi bir inciydi. Başının saçları bir ağacın dallan gibiydi. îsâ'yı da bembeyaz gördüm. Saçı kısaydı, gözü keskindi, yaratılış bakımmdan karnı büyükçeydi. Musa'yı da esmer tenli, siyah biri olarak gördüm. Saçı fazlaydı, yaratılışı şiddetliydi. İbrahim'i gördüm, ancak onun hangi uzvuna baktımsa onun benim gibi olduğunu, arkadaşınızın aynı olduğunu gördüm. Cebrail, bana Mâlik'e selâm vermemi söyledi, ben de ona selâm verdim. Bu hadîsi Neseî, Ebu Zeyd Sabit İbn Yezîd kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan rivayet eder ve isnadının sahîh oldu&unu söyler.
Hadisin Bir Başka Kanaldan Rivayeti:
Beyhakî der ki bize Ebu Abdullah el-Hâfız... Ebu'l-Âliye'den"rivayet etti ki; o, şöyle demiş : Bize peygamberimizin amcasının oğlu Abdullah îbn Abbâs anlattı ve şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Geceleyin götürüldüğümde, Mûsâ İbn İmrân'ı gördüm. O, uzunca boylu, kısa saçlı idi ve Şenûe erkeklerine benziyordu. Meryem Oğlu îsâ'yı gördüm. Yaratılışı düzgündü. Kırmızı ile beyaz arasındaydı, saçları düzdü (kıvırcık değildi). Cehennemin hâzini Mâlik ile Deccâl'ı gördüm. Allah Teâlâ âyetlerinde onları göstermişti. Sonra, «Onunla karşılaşacağınızdan şüphede olmayın» âyetini okudu. Katâde bu âyeti şöyle tefsir ediyor : Muhakkak ki Allah Nebî'si Mûsâ ile karşılaşmıştır. Ve «onu İsrâiloğullarma hidâyet rehberi kıldık» âyetinizde Musa'nın îs-râiloğullarma önder olduğu şeklinde tefsir ediyordu. Müslim Sahîh'in'-de bu hadîsi Abd İbn Humeyd kanalıyla Şeybân'dan rivayet eder. Bu-hârî ve Müslim ise Şu'be kanalıyla Katâde'den muttasıl olarak bu hadîsi rivayet eder.
Bir Başka Yoldan Rivayeti:
Beyhakî der ki: Bize Ali İbn Ahmed İbn Abdan... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Mi'râca çıkarıldığım gece, çok güzel bir koku ile karşılaştım. Bu ne kokusudur? dedim. Dediler ki: Firavun'un kızının ve çocuklarının taraklarının kokusudur. Tarağı elinden düşmüştü. O sırada Allah'ın adıyla diyerek almak istedi. Firavun'un kızı; babamın adıyla, dedi. O; benim, senin ve babanın Rabbı olan Allah'ın adıyla, dedi. Firavun'un kızı; senin babamdan başka bir Rabbın mı var? deyince, o; evet, benim, senin ve babanın Rabbı olan Allah, dedi. Bunun üzerine Firavun onu çağırdı ve dedi ki: Senin benden başka Rabbın mı var? O; evet, benim ve senin Rabbın olan Allah Azze ve Celle, dedi. Firavun emretti, bakırdan bir parça kızartıldı, sonra onunla dağlanmasını bildirdi. Kadın dedi ki: Benim, senden bir isteğim var. Firavun neymiş o? dedi. Kadın dedi ki; Benim ve çocuklarımın kemiğini bir yerde toplayasm. Firavun; peki Öyle olsun, bizim üzerimizde hakkın olduğu için bunu yapalım, dedi. Firavun emretti; onları birer birer attılar. Nihayet içlerinden meme emen birine varınca, o dedi ki: Anneciğim çekinme gir, sen muhakkak hak üzeresin. Dördü birlikte çocukken böyle konuştular. Yûsuf, Cüreyc'in arkadaşı, îsâ İbn Meryem Aleyhisselâm da buna şehâ-det ettiler. Bu rivayetin isnadında bir beis yoktur. Ancak hadis imamları tahrîc etmemişlerdir.
Bir Başka Yoldan Rivayeti:
İmâm Ahmed der ki bize Muhammed İbn Ca'fer... Abdullah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletti. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Mi'râca çıkarıldığım gecenin, ertesi sabah Mekke'de oldum. Durumumdan endişelenerek halkın beni yalanlayacağını bildim. Hz. Peygamber bu şekilde yalnız basma üzüntülü halde oturmuşken, Allah düşmanı Ebu Cehil geldi ve onun yanına oturarak onunla alay edercesine : Ne o bir şeyler mi var? dedi. Rasûlullah (s.a.); evet, dedi. Ebu Cehil neymiş o? dedi. Rasûlullah (s.a.); bu gece ben götürüldüm, dedi. Ebu Cehil; nereye? dedi. Hz. Peygamber; Beyt el-Makdis'e, dedi. Ebu Cehil; sonra -sabahleyin aramıza geri mi döndün? dedi. Hz. Peygamber; evet, dedi. Ebu Cehil; halkı çağırınca Hz. Peygamberin aynı şeyi söylediğini inkâr etmesinden korkarak, onu yalanlamadı ve; ister misin kavmini çağırayım da bana anlattıklarını onlara da anlatasm? dedi. Rasûlullah (S.a.); peki, dedi. Ebu Cehil; ey Kâ'b İbn Lüeyy oğulları koşun gelin, dedi. Bunun üzerine meclis kaynadı ve çevreden insanlar gelip ikisinin yanma oturdular. Ebu Cehil Hz. Peygambere; bana anlattıklarını kavmine de anlat, dedi. Rasûlullah (s.a.); bu gece ben götürüldüm, dedi. Onlar nereye? deyince; Beyt el-Makdis'e, dedi. Onlar; sonra sabahleyin de aramızda mı oldun? dediler. Hz. Peygamber; evet, deyince; içlerinden kimisi alkış tutarak, kimisi de yalana hayret içerisinde elini başına koyarak dediler ki; sen, bize Kudüs'teki mescidi tavsif edebilir misin? Aralarında Kudüs'e gidip mescidi görmüş olanlar vardı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben onlara Kudüs'teki mescidin niteliklerini anlatıyordum ve bazan nitelikler birbirine karışır gibi olmuştu. Benim yanıma mescid getirildi ve sanki Akil'in evinin önüne konulmuş gibi ona bakıyordum. Abdullah İbn Abbâs der ki: Hz. Peygamber orayı öylesine güzel tavsif etmişti, ancak ben onları ezberleyeme-dim. Abdullah İbn Abbâs der ki: Halk; anlattığın şeyler Allah'a an-dolsun ki doğrudur, onlarda] isabet ettirdin, dediler. Neseî bu hadîsi, Avf İbn Ebu Cemile kanalıyla tahrîc eder. Beyhakî de Nadr kanalıyla Avf îbn Ebu Cemile el-Arabî'den nakleder. O güvenilir imamlardan biridir.
XI- Abdullah İbn Mes'ûd'un Rivayeti;
Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî der ki: Bize Ebu Abdullah el-Hâfız..
Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) geceleyin yürütüldüğünde Sidre el-Müntehâ'ya vardı. O altıncı göktedir. Çıkılacak şey oraya kadar varır ve ondan sonra alıkonulur. Ve iniş orada son bulur. Yukardan inenler oraya kadar iner ve* oradan sonra tutuluverirler. Çünkü Sidre'yi kuşatan şey kuşatmıştır. Sidre'yi altından bir örtü kuşatmıştır. Rasûlullah (s.a.) a beş namaz ile Bakara sûresinin son kısımları orada verilmiştir. Allah'a şirk koşmayarak günâh işleyenlere mağfiret orada verilmiştir. Müslim, Sahîh'inde Muham-med İbn Abdullah kanalıyla Abdullah İbn Nümeyr'den ve Abdullah İbn Mes'ûd'dan bu hadîsi zikreder. Beyhakî sonra şöyle der : Abdullah İbn Mes'ûd'un zikrettiği bu hadîs, mi'râc hadîsinin bir parçasıdır. Enes İbn Mâlik, Mâlik İbn Sa'saa kanalıyla Hz. Peygamberden, Ebu Zerr de Hz. Peygamberden bu olayı rivayet etmiştir. Sonra Beyhakî bu hadîsi, bir kere de mürsel olarak o ikisini zikretmeden rivayet etmektedir. Ayrıca Beyhakî yukarıda geçen üç hadîsi zikretmiştir. Ben derim ki: Abdullah İbn Mes'ûd'dan bundan daha geniş olanı rivayet edilmişse de, onda garabet bulunmaktadır. Hasan İbn Arafe'nin meşhur hadîs cüz'-ünde rivayet ettiğine göre; Mervan İbn Muâviye, Ebu Zabyân el-Cen-bîden şöyle dediğini nakleder : Biz Ebu Ubeyde İbn Abdullah'ın, yani İbn Mes'ûd'un ve Muhammed İbn Sa'd İbn Ebu Vakkâs'ın yanında oturuyorduk. O ikisi otururken Muhammed İbn Sa'd, Ebu Ubeyde'ye şöyle dedi: Babanın rivayet ettiği Hz. Peygamberin isrâ hâdisesini bize anlat. Ebu Ubeyde dedi ki: Hayır, sen babandan duyduğunu bize anlat. Muhammed dedi ki: Ben sana sormadan evvel sen bana sorsay-dın anlatırdım. Ebu Zabyân der ki: Ebu Ubeyde, babasından sorulan şeyi anlatmaya başladı ve şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Cebrâîl bana merkebden büyükçe, katırdan küçükçe bir hayvan getirdi ve beni üzerine bindirdi. Sonra hayvan bizi hızla götürmeye koyuldu. Bir tepeye tırmandığında arka ayakları ön ayaklarının seviyesinde oluyordu. Bir tepeyi indiğinde ön ayakları arka ayaklarının seviyesinde oluyordu. Nihayet orta, uzunca boylu, esmer tenli bir adama rastladık. Sanki o Ezd Şenûe kabilesinin erkeklerindendi. Ve o yüksek sesle; ona ikram ettim, lütfettim, diyordu. Hz. Peygamber buyurdu ki: Onun yanına vardık ve kendisine selâm verdik. O da selâmımızı iade etti ve dedi ki: Ey Cibril, beraberinde bulunan bu kişi kimdir? Bu, Ahmed'dir, dedi. Merhaba ümmî Arap peygambere, dedi. O ki Rabbının risâletini tebliğ etti ve ümmetine nasîhatta bulundu, diye ekledi, Hz. Peygamber diyor ki: Sonra gittik ve ben; ey Cibril kimdir bu? dedim. Bu İmrân Oğlu Musa'dır, dedi. Hz. Peygamber diyor ki: Kime kızıyor? dedim. Cebrâîl, Rabbına senin için, dedi. Rab-bına karşı sesini yükseltiyor ha? dedim. Cebrâîl dedi ki: Allah onun kızgınlığını bilmektedir. Sonra gittik ve bir ağaca rastladık. Yüksek ağaçlar gibi meyvesi vardı, altında da bir yaşlı ve ailesi oturuyordu. Hz. Peygamber buyurdu ki: Bana Cibril baban İbrahim'e var, dedi. Ona vardım ve selâm verdim. O da selâmı iade etti. İbrahim dedi ki: Ey Cibril, yanındaki kimdir? O oğlun Ahmed'dir, dedi. İbrahim; merhaba ümmî peygambere, dedi. O ki Rabbımn risâletini tebliğ etti ve ümmetine öğüt verdi. Yavrucuğum; sen bu gece Rabbınla buluşacaksın. Senin ümmetin, ümmetlerin en sonuncusu ve en güçsüzüdür. Eğar ümmetin konusunda niyazın olabilecekse, onu yap. Hz. Peygamber diyor ki: Sonra gittik ve nihayet Mescid-i Aksâ'ya vardık. İndim, hayvanı mescidin kapısında bulunan ve peygamberlerin hayvanlarını bağladıkları halkaya bağladım. Sonra Mescide girdim. Rükû'da kıyamda ve secdeye varmış kimseler arasında peygamberleri tanıdım. Sonra bana iki kâse getirildi. Bal ve süt vardı. Ben sütü aldım, içtim. Cebrâîl Aleyhisselâm omuzuma vurarak dedi ki: Sen fıtratı seçtin, Muham-med'in Rabbına andolsun ki, sonra namaz kılındı ben onlara imâm oldum. Sonra dönüp geldik.
Bu hadîsin isnadı garîb olup, muhaddisler onu tahrîc etmemişlerdir. Bu hadîsteki garîblikler şunlardır : Peygamberlerin, önce Hz. Peygambere suâl sormaları sonra onun peygamberlerden ayrıldıktan sonra suâl sormasıdır. Halbuki sahîh hadîslerde meşhur olan rivayet daha önce geçen gibidir. Şöyle ki; Cebrâîl ona önce peygamberleri tanıtıyor ve giderek selâm vermesini söylüyordu. Yine bu hadîste peygamberlerin Hz. Peygamberin mescide girmesinden önce toplandıkları belirtilmektedir. Doğrusu ise; onların göklerde toplanmış olmaları, sonra onlarla birlikte Beyt el-Makdis'e inmeleri ve orada namaz kılmalarıdır. Sonra da Burak'a binerek Mekke'ye doğru hareket etmiş olmasıdır. Allah en iyisini bilendir.
Bu Hadisin Bir Başka Yoldan Rivayeti :
İmâm Ahmed der ki: Bize Hüseyin... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Mi'râca götürüldüğüm gece İbrâhîm, Mûsâ ve îsâ ile karşılaştım. Onlar, kıyametin durumunu tartışıyorlardı. Hz. Peygamber dedi ki : Bu konuda meseleyi İbrâhîm Aleyhisselâm'a götürdüklerinde, o; ben onu bilmem, dedi. Sonra konuyu Mûsâ Aleyhisselâm'a götürdüler o da; benim bu konuda bilgim yoktur, dedi. Bunun üzerine meseleyi îsâ Aleyhisselâm'a sordular. O da; onun zamanını Allah Azze ve Celle'den başka kimse bilmez, dedi. Rabbımın bana verdiği ahde göre Deccâl çıkacaktır. Benim yanımda iki tane kamçı vardı. Deccâl beni görünce bakırın, kurşunun eriyişi gibi eriyecektir. O beni gördüğünde, Allah onu helak edecektir. Öyle ki taş ve ağaç bile; ey müslüman altımda bir kâfir var, gel cnu öldür, diyecektir. Sonra Allah onları helak edecek, ve insanlar ülkelerine, yurtlarına döneceklerdir. Bu sırada her yönden çoğalan Ye'cûc ve Me'cûc çıkacak, onların ülkelerini çiğneyecektir. Neye rastlarlarsa cnu mahvedeceklerdir. Hangi suya ulaşırlarsa onu içeceklerdir. Sonra insanlar bana gelip dert yanacaklar, ben de onlar için düşmanlarının aleyhinde Allah'a dua edeceğim, Allah onları helak edip öldürecek ve öyle ki, yeryüzü onların kokularının pisliği ile dolup taşacak. Sonra Allah, yağmur indirecek ve onların cesedlerini sürükleyerek denize atacak. Rabbımın bana verdiği ahidde, bütün bunlar olduktan sonra bunları tamamlayıcı bir taşıyıcı olarak kıyamet gelecektir. İnsanlar kıyametin kendilerini ne zaman ansızın yakalayacağını, geceleyin mi gündüzün mü tu tu vereceğini bilmezler. İbn Mâce, bu hadîsi Bündâr kanalıyla Avam İbn Havşeb'den nakleder.
XII- Abdurrahmân İbn Kurt'un Rivayeti:
Saîd İbn Mansûr der ki : Bize Miskin... Abdurrahmân İbn Kurt'-tan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) Mescid-i Harânı'dan Mescid-i Ak-sâ'ya götürüldüğü akşam, zemzem ile makam arasında bulunuyormuş. Cibril sağında, Mîkâîl solunda duruyormuş. Onu uçurup yüce göklere erdirdiler. Dönüşünde dedi ki: Yüce göklerde pek çok tesbîh ile birlikte bir tesbîh işittim. Yüce gökler sânı yüce olan Allah'ın huzurunda diz çökerek mehabetle O'nu tesbîh ediyorlar ve yücelerin yücesini tesbîh ederiz, tenzih ve yücelik O'nundur, diyorlardı. Abdurrahmân İbn Kurt bu hadîsi aynı sûrenin «Yedi gök onu tesbîh eder.» âyetinin tefsirinde zikretmektedir.
XIII- Ömer İbn Hattâb (r.a.) in Rivayeti:
İmâm Ahmed der ki: Esved İbn Âmir... Ubeyd İbn Âdem, Ebu Meryem ve Ebu Şuayb'dan rivayet eder ki; Ömer İbn Hattâb Câbiye'de imiş ve Beyt el-Makdis'in fethi zikredilmiş. Ebu Seleme (Hammâd İbn Seleme) demiş ki: Bana Ebu Sinan Ubeyd İbn Âdem'in şöyle dediğini anlattı: Ben Ömer İbn Hattâb'ın Kâ'b'a şöyle dediğini duydum berede namaz kılmamı uygun görürsün? O dedi ki: Eğer beni dinlersen kayanın arka tarafında namaz kılarsın. O zaman bütünüyle Kudüs önünde kalır. Bunun üzerine H";. Ömer (r.a.) dedi ki: Yahûdî kadına benzedin. Hayır, orada değil Rasûlullah (s.a.) in namaz kıldığı yerde kılacağım. Kıbleye doğru yöneldi ve namazını kıldı. Sonra geldi, örtüsünü yere serdi ve örtüsündeki süprüntüleri temizledi. Halk da böylece temizlediler. Hz. Ömer kayaya ta'zîm göstererek onu Kâ'b el-Ah-bâr'ın işaret ettiği gibi önüne alıp namaz kılmadı, aksine arkasında bıraktı. Çünkü Kâ'b kayaya ta'zîm eden bir kavme mensûbtu ve onlar burayı kıblegâh yapmışlardı. Fakat Allah Teâlâ, Kâ'b'a İslâm'ı lütfetti de o Hakk'ın hidâyetine erdi. Bu sebeple Kâ'b ona kayaya doğru namaz kılmasını ifâde edince; mü'minlerin emîri kendisine; yahûdî kadına benzettin, dedi. Ancak Hristiyanlar gibi orayı çiğnemedi. Çünkü Yahudilerin kıblesi olduğu için Hristiyanlar orayı mezbeleye çevirmişlerdi. Hz. Ömer, oradaki pislikleri temizleyip süprüntüleri elbisesiyle süpürerek namaz kıldı. Bu ifâde Müslim'in Sahîh'inde Ebu Mirsed'den nakledilen ve Rasûlullah (s.a.) in; kabirlere oturmayınız ve orada namaz kılmayınız, kavline benzemektedir.
XI- Ebu Hüreyre'nin Rivayeti :
Ebu Hüreyre'nin rivayeti gerçekten uzun ve garîbliklerle doludur. Nitekim İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî bu âyetin tefsirinde şöyle der : Bize Ali İbn Seni... Ebu Hüreyre'den veya —bu şüphe Ebu Ca'fer er-Râzî'dendir— başkalarından bu âyetin tefsiri konusunda şöyle dediğini haber verdi: Cibril Hz. Peygamberin yanına geldi.* Beraberinde Mîkâîl vardı: Cibril Mıkâıl'e dedi ki: Bana bir tas zemzem suyu getir ki onunla Muhammed'in kalbini temizleyeyim ve göğsünü yarayım. Râvî der ki: Hz. Peygamberin karnını yardı ve onu üç kere yıkadı. Mîkâîl ona üç tas zemzem suyu getirdi. Bununla göğsünü yardı ve içinde bulunan pislikleri attı. Göğsünü dilim dilim îmân, yakın ve İslâm ile doldurdu. Ve iki omuzunun arasına peygamberlik mührünü vurdu. Sonra ona bir at getirdi ve atın üzerine bindirdi. O atın her adımı gözünün vardığı noktaya kadar —ya da gözünün görebildiği en son noktaya kadar— uzanıyordu. Hz. Peygamber beraberinde Cibril ile birlikte yürüdüler. Sonra bir gün toprağı eken ve hemen ertesi gün hasâd yapan bir topluluğa rastladılar. O topluluk ekinlerini biçtikçe eskisi gibi oluyordu. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Cebrâîl, bu nedir? Cebrail dedi ki: Bunlar, Allah yolunda cihâd eden mücâhidlerdir. Bunların iyilikleri yedi yüz kat artmaktadır. Ne infâk ederlerse arkadan onlara verilmektedir. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Sonra başlan balta ile ezilen bir topluluğun yanma geldi. Başlan ezildikçe tekrar eski haline döndürülüyordu. Ve bu ezme işlemi, durmadan devam ediyordu. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Cebrâîl, bunlara ne oluyor? Cebrail dedi ki: Bunlar, farz namazları için kalkmayanlardır. Sonra bir başka topluluğun yanına geldi. Bunların da önlerinde ve arkalarında yamalar vardı. Deve ve hayvanların koşusu gibi koşuyor ve hurma ağacı dikeniyle zakkum ve cehennemin kızgın taşlarından yiyorlardı. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Cebrail, bunlar da ne? Cebrâîl dedi ki: Bunlar mallarının zekâtlarını vermeyenlerdir. Allah onlara hiç bir şekilde zulmetmemiştir. Allah, kullara zulmedici değildir. Sonra bir başka topluluğun yanına vardı. Onların önünde, bir kazanda pişmiş et bulunuyordu. Bir başka kazanda da pis ve kokmuş et vardı. O insanlar güzel pişmiş eti bırakıyorlar, pis ve kokmuş etten yiyorlardı. Hz. Peygamber ey Cebrâîl bu da ne? dedi. Cebrâîl dedi ki: Bu, senin ümmetinden o adamdır ki yanında temiz, helâl hanımı bulunur da, o pis bir kadının yanına varır ve sabaha kadar orada kalır. Kadın da temiz ve helâlından kocası bulunurken gider pis bir erkeğin yanında kalır ve sabaha kadar orada geceler.
Ebu Hüreyre der ki: Sonra Hz. Peygamber bir ağaca rastladı. Yolun kenarında bulunan bu ağaç, kim geçerse onun elbisesini yırtıyor veya parçalıyordu. Rasûlullah dedi ki: Ey Cebrâîl bu da ne? Cebrâîl dedi ki: Bu, senin ümmetinden öyle bir topluluğun misâlidir ki, onlar yol üzerine otururlar ve yolu keserler. Sonra «Va'dedüdiğiniz her yolun üzerine de oturmayın.» âyetini okudu. Ebu Hüreyre der ki: Sonra Hz. Peygamber bir adama rastladı. Adam büyük bir ağacın dallarını toplamıştı, ancak götüremeyeceği halde gittikçe üzerine yüklüyordu. Dedi ki: Ey Cebrâîl bu da ne? Cebrâîl dedi ki: Bu, senin ümmetinden o kimsedir ki, insanların emânetleri onun üzerinde bulunur ve o bu emânetleri ödemeye güç yetiremediği halde hâlâ bunun üzerine ilâve yüklenmek ister. Sonra dilleri ve dudakları, demirden makaslarla kesilen bir topluluğa rastladı. Bunlar kesildikten sonra tekrar eski haline dönüyor ve bu kesilme durup bitmiyordu. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Cebrâîl bunlar da ne? Cebrâîl dedi ki: Bunlar fitne hatîbleridir. Yapmadıklarını söylerler. Sonra küçük bir çukurun yanına geldiler. O çukurdan büyük bir öküz çıkıyordu. Ancak öküz çıktığı yere tekrar girmsk istiyor, fakat buna güç yetiremiyordu. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Cebrâîl bu da ne? Cebrâîl dedi ki : Bu, büyük söz söyleyip sonra pişman olan ve geri dönmeye gücü yetmeyen kişinin misâlidir.
Sonra bir vâdî kenarına geldi ve orada soğuk, güzel bir rüzgâr hissetti. Misk kokusu duydu ve bir ses işitti. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Cebrâîl, bu soğuk ve güzel rüzgâr nedir? Bu misk nedir? Bu ses nedir? Cebrâîl dedi ki: Bu, cennet sesidir. Diyor ki: Ey Rabbım bana va'dettiğini ver. Odalarım çoğaldı. İncim, mercanım, dîbâcım, sündüsum, ipeğim, atlasım çoğaldı. Altınım, gümüşüm, kupalarım, sergilerim, ibriklerim ve bineklerim arttı. Balım, suyum, içkim, sütüm fazlalaştı. Bana va'dettiklerini ver. Cenâb-ı Allah buyurur ki: Müslüman her kadın ve her erkek, mü'min her kadın ve her erkek senindir. Bana ve peygamberlerime îmân edip sâlih amel işleyen Bana başka eşler koşmayıp ortaklar aramayanlar senindir. Kim Benden korkarsa; o emniyyet bulmuştur. Kim Benden isterse, ona veririm. Kim Benden borç alırsa, onu silerim. Kim Bana tevekkül ederse; ona kâfiyim. Ben Allah'ım, Benden başka ilâh yoktur. Ben sözümden dönmem. Mü'min-ler doğrusu felah bulmuşlardır. Yaratıcıların en güzeli olan Allah yüce ve Münezzeh'tir. Cennet der ki: Doğrusu ben razı oldum.
Ebu Hüreyre dedi ki: Sonra Hz. Peygamber bir vâdîye geldi. Orada çirkin bir ses duydu ve pis bir koku buldu. Dedi ki: Ey Cebrâîl bu koku nedir? Bu ses nedir? Cebrâîl dedi ki: Bu, cehennemin-sesidir. Der ki: Ey Rabbım, bana va'dettiklerini ver. Benim zincirlerim, bukağılarım, Saîr'im, Hamîm'im, kızgın ' taşlarım, irinlerim ve azabım çoğaldı. Derinliğim arttı, sıcağım fazlalaştı. Bana va'dettiklerinin hepsini ver. Allah Teâlâ buyurur ki: Müşrik her kadın ve erkek, kâfir her kadın ve erkek, kötü her kadın ve erkek senindir. Hesâb gününe inanmayan her azgın zorba senindir. Cehennem der ki: Ben razı oldum.
Ebu Hüreyre dedi ki: Sonra Hz. Peygamber yürüdü ve Beyt el- Mak-dis'e vardı. Bineğinden indi ve atını kayaya bağladı. Sonra mukaddes eve girip orada melekler ile namaz kıldı. Namazı bitirince melekler dediler ki: Ey Cebrâîl, beraberindeki kimdir? Cebrâîl dedi ki: Muham-med Aleyhisselâm'dır. Melekler dediler ki: Muhammed Aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi mi? O Evet, dedi. Onlar dediler ki: Allah o kardeşi ve o halîfeyi ağırlasın. Ne güzel kardeştir o, ne güzel halîfedir. Ne güzel gelendir bu gelen.
Ebu Hüreyre der ki: Sonra Hz.Peygamber, peygamberlerin rûh-larıyla karşılaştı. Onlar Rablarma hamd've senada bulundular. İb-râhîm Aleyhisselâm dedi ki: Hamd o Allah'a mahsûstur ki; beni dost kılmış ve bana büyük bir mülk vermiştir. Herkesin bana uyduğu doğru yolda yürüyen, ibâdet eden bir ümmet kılmıştır. Ve beni ateşten kurtarmış, ateşi bana soğukluk ve selâmet yurdu kılmıştır. Sonra Mû-sâ AJeyhisselâm Rabbına hamd ve senada bulunarak dedi ki: Hamdol-sun o Allah'a ki; benimle sözlü olarak konuşmuş ve Firavun hanedanının yok olup îsrâiloğullarının kurtuluşunu benim elimden sağlamıştır. Benim ümmetimden hakkı bulup ona göre adaletli davranan bir topluluk meydana getirmiştir. Sonra Dâvûd Aleyhisselâm Rabbına hamd ve sena edip şöyle demiş : Hamdolsun o Allah'a ki; bana büyük bir mülk vermiş, Zebur'u öğretmiş ve demiri elimde yumuşatmıştır. Dağları benim emrime vererek kuşlarla birlikte tesbîh ettirmiş, hikmeti ve güzel konuşmayı bana vermiştir. Sonra Süleyman Aleyhis-selânı Rabbma hamd ve senada bulunarak dedi ki: Hamdolsun o Allah'a ki; rüzgârı emrime vermiş, şeytânları benim buyruğum altına almış, istşdiğim mihrâbları, temsilleri yapmalarını sağlamıştır. Büyük havuzlara, benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yapmalarım te'-mîn etmiştir. Bana kuş dilini öğretmiş ve her şeyden üstün nimetler lütfetmiştir. Şeytânlardan, insanlardan ve kuşlardan askerleri emrime vermiş ve mü'min kullarından bir çoğuna beni üstün kılmıştır. Bana, beriden sonra kimsenin sahip olamayacağı, büyük bir mülk vermiş ve benini mülkümü hesâbsız olarak güzelliklerle donatmıştır. Sonra îsâ Aleyhisselâm Rabbı Zülcelâl'ım överek dedi ki: Hamdolsun o Allah'a ki; beni kelimesi kılmış ve beni Âdem'e benzetmiş. Âdem'i topraktan yaratmış sonra ona ol, deyivermiş ve o da olmuş. Bana kitabı öğretmiş, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i beüetmiştir. Ve benim çamurdan bir kuş şekli yapıp üfürmemle, Allah'ın izniyle kuş haline getirme imkânını bana vermiştir. Benim abraşları, sağırları iyileştirmemi, ölüleri Allah'ın izniyle diriltmemi sağlamıştır. Beni yüceltmiş, arıtmış, annemi ve beni kovulmuş şeytânın şerrinden korumuş ve şeytânın bizim üzerimizde bir yol bulmasına müsâade etmemiştir. Sonra Muhammed Aleyhisselâm Rabb-ı Zülcelâl'ım överek demiş ki: Her biriniz Rabbı-nızı övdünüz, ben de Rabbımi öveceğim. Hamdolsun o Allah'a ki; beni âlemlere rahmet olarak göndermiş, bütün insanlara uyarıcı ve korkutucu, müjdeleyici ve ihtar edici olarak irsal buyurmuştur. Bana Fûrkanı indirmiştir ki onda; her şeyin açıklaması vardır. Benim ümmetimi insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı, orta ümmet kılmış. Benim ümmetimi hem öndekiler, hem de sonrakiler kılmış. Göğsümü yarmış, yükümü hafifletmiş, şanımı yüceltmiş ve beni hem açıcı hem kapayıcı kılmıştır. İbrahim Aleyhisselâm demiş ki: İşte böylece Allah Muhammed Aleyhisselâm'ı size üstün kılmıştır. Ebu Ca'fer er-Râzî der ki: Peygamberliği sona erdiren kıyamet gününde de şefâa~ tın açıcısı, fâtihi odur.
Sonra ağzı kapalı üç kap getirilmiş. Getirilen kaplardan birinde su varmış. Hz. Peygambere iç, denmiş. Hz. Peygamber ondan azıcık içmiş. Sonra ona, içinde süt bulunan bir başka kap verilmiş ve; iç, denmiş. O kanmeaya kadar İçmiş. Sonra ona, içinde içki bulunan bir başka kap verilmiş ve; iç, denmiş. Ben kandım artık İçmek istemem, demiş. Cebrâîl demiş ki: İşte artık senin ümmetine bu yasak olacaktır.
Eğer ondan içmiş olsaydın, ümmetinden sana çok az kişi tâbi olacaktı.
Ebu Hüreyre der ki: Sonra göğe yükseldi ve açılmasını istedi. Kin.'dir o ey Cebrail? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Allah, o kardeşi ve halîfeyi ihya etsin, ne güzel kardeş, ne güzel halîfe ve ne güzel gelicidir gelen kişi denildi. Hz. Peygamber girdi, bir de baktı ki yaratılışı tam, hilkatında hiç eksiği bulunmayan bir kişi oturuyor. Sağından bir kapı açılıyor, oradan güzel bir koku çıkıyor, solundan bir kapı açılıyor oradan çirkin bir koku çıkıyor. Sağındaki kapıya bakınca müjdeleyip gülüyor. Solundaki kapıya bakınca ağlayıp üzülüyor. Ben dedim ki: Ey Cebrail, yaratılışında hiç bv: eksiklik bulunmayan, bu tâm yaratılışlı ihtiyar kimdir? Bu iki kapı nedir? Cebrail dedi ki: Bu baban Âdem'dir. Sağında bulunan kapı, cennet kapısıdır. Soyundan oraya girenleri gördükçe gülüp seviniyor. Solunda bulunan kapı, cehennem kapısıdır. Oraya girenlere baktıkça üzülüp ağlıyor. Sonra Cebrail onu ikinci göğe çıkardı, açılmasını istedi. Yanındaki kimdir? denildi. Allah Rasûlü Muhammed'-dir, dedi. Muhammed peygamber olarak gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Allah, kardeşimizi ve halîfeyi ihya etsin. O ne güzel kardeş ve ne güzel halifedir. Ne güzel gelişdir o, denildi. Hz. Peygamber girdi, bir de baktı ki orada iki genç var. Ey Cebrail, bu iki genç kimdir? dedi. Onlar birbirlerinin teyze oğulları, olan Meryem Oğlu îsâ ile Zekeriy-yâ Oğlu Yahya Aleyhisselâm'dır, dedi.
Ebu Hüreyre der ki: Cebrail onu üçüncü göğe çıkardı. Açılmasını istedi. Kimdir o? dediler. Cebrâîl, dedi. Ya beraberindeki? Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Allah, halîfe ve kardeşimizi ihya etsin. O ne güzel kardeştir, ne güzel halîfedir. Ne güzel gelicidir bu gelen, denildi. Hz.Peygamber girdi, bir de baktı ki; güzellikte insanlara üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibi elan bir adam var. Güzellikte böylesine üstün kılınmış olan bu adam kimdir ey Cebrâîl? dedi. Cebrâîl; bu, kardeşin Yûsuf Aleyhisselâm'dır, dedi.
Ebu Hüreyre der ki: Sonra onunla birlikte dördüncü göğe çıktı, açılmasını istedi, kimdir o? dediler. Cibril, dedi. Ya beraberindeki? dediler. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Allah, halîfe ve kardeşi ihya etsin, o ne güzel kardeş, ne güzel halîfedir. Ne güzel gelendir bu gelen, denildi. Hz. Peygamber girdi, birden karşısında bir adam gördü. Ejr Cebrâîl kimdir bu? dedi. Cebrâîl, bu İdrîs Aleyhisselâm'dır. Allah onu yüce bir mekâna yükseltti, dedi. Sonra beşinci göğe çıktı, açılmasını istedi, kimdir o? dediler. Cebrâîl dedi. Ya beraberindeki? dediler. Muhammed, dedi. O peygamber olarak gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Allah, halîfe ve kardeşi ihya etsin. O ne güzel kardeş ve ne güzel halîfedir, bu gelen ne güzel gelicidir, dediler. Sonra içeri girdi, oturan bir adam gördü. Etrafında bir. topluluk vardı, onlara bir şeyler anlatıyordu. Ey Cebrail kimdir bu? Ve şu çevresinde bulunanlar kimlerdir? dedi. Bu, kavmi tarafından sevilen Hâ-rûn, çevresinde bulunanlar da İsrailoğullarıdır. Sonra altıncı göğe yükseldi »açılmasını istedi, kimdir o? denildi. Cebrail, dedi. Beraberinde kim var? dediler. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. O halîfe ve kardeşi Allah ihya etsin. O ne güzel kardeş ve ne güzel halîfedir. Bu gelen de ne güzel gelicidir, denildi. Hz. Peygamber, oturmuş bir adam gördü. Onu geçti ve bunun üzerine adam ağladı. Hz. Peygamber, ey Cebrâîl bu kimdir, dedi. Cebrâîl, Mûsâ Aleyhisse-lâm'dır, dedi. Hz. Peygamber niçin ağlıyor? deyince, Cebrâîl dedi ki: İsrâüoğullan benim Hz. Âdem'in Allah katındaki en değerli evlâdı olduğumu iddia ediyorlardı. Şu Ademoğlu dünyaya benden sonra geldi ama ben ondan sonra oldum. Eğer o tek başına olsaydı, aldırmazdım ama her peygamber ümmetiyle beraber gelir, dedi.
Ebu Hüreyre der ki: Sonra yedinci göğe çıktı ve açılmasını istedi, kimdir o? denildi. Cebrâîl, dedi. Beraberinde kim var? denildi. Muhammed, dedi. O gönderildi mi? dediler. Evet, dedi. Allah, kardeşi ve halîfeyi ihya etsin. O ne güzel kardeş, ne güzel halîfedir. Ne güzel ge-licîdir bu gelen, dediler. Hz.Peygamber içeri girdi, bir de baktı ki; cennetin kapısında bir kürsü üzerine oturmuş ak saçlı bir adam bulunmaktadır. Onun etrafında beyaz yüzlü ap-ak topluluklar da oturmuşlardı. Bir topluluğun da rengi biraz bulanıktı. Rengi biraz bulanık olan bu topluluk bir nehre girdiler, yıkandılar, çıktılar ve renklerindeki bulanıklık gitti. Sonra bir başka nehre girdiler, yıkandılar, çıktılar renklerindeki diğer bulanıklık da gitti. Sonra bir başka nehre girdiler, yıkandılar, çıktılar ve renkleri arkadaşlarının renkleri gibi hâlis beyaz oldu. Geldiler ve arkadaşlarının yanına oturdular. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Cebrail, bu ak saçlı adam kimdir? Sonra bu ap-ak yüzlü insanlar kimlerdir? Renkleri bulanık olan şunlar necidirler? Girip renklerini arıttıkları bu ırmaklar nedir? Cebrâîl dedi ki: Bu, baban İbrahim'dir. Yeryüzünde saçı ağaran ilk insandır. Bu yüzü beyaz olanlar ise, îmanlarına zulüm karışmamış olanlardır. Renkleri bulanık olanlar ise, iyi amelle kötü ameli karıştırmış olan bir topluluktur. Tevbe ettiler, Allah onların tevbelerini kabul etti. Irmaklara gelince; birincisi Allah'ın rahmeti, ikincisi Allah'ın nimetidir. Üçüncüsünde ise Rabları onlara tertemiz içeceklerden içirmiştir.
Ebu Hüreyre der ki: Sonra Sidre el-Müntehâ'ya vardı. Kendisine : Burası Sidre'dir, senin ümmetinden sünnetine uyan herkes buraya kadar gidebilir, denildi. Hz. Peygamber "baktı ki Sidre, bir ağaçtır. Kökünden, tatlı sular akan nehirler çıkmaktadır. Tadı değişmemiş sütten nehirler, içenlere tat veren içkiden nehirler ve süzülmüş baldan nehirler çıkmaktadır. Sidre, öyle bir ağaçtır ki, süvariler onun gölgesinde yetmiş yıl giderler de yine bitiremezler. Onun bir yaprağı bütün ümmeti kaplayacak kadardır. Onu yüce Yaratıcının nuru kuşatmıştır Tıpkı kargaların ağaç üzerine toplanmaları gibi melekler onu kuşatmışlardır.
Ebu Hüreyre der ki: Allah Teâlâ o sırada Hz. Peygamberle konuşur. Ve ona; sor, der. O der ki: Sen İbrahim'i dost edindin ve ona büyük bir mülk verdin. Mûsâ ile konuştun, Davud'a büyük bir mülk verdin ve elinde demiri yumuşattın. Dağları buyruğuna müsahhar kıldın. Süleyman'a mülk verdin ve cinleri, insanları, şeytânları emrine âmâde kıldın. Rüzgârı buyruğuna verdin. Ondan sonra kimsenin sahip olamayacağı büyük bir mülk verdin ona. îsâ'ya Tevrat ve İncil'i öğrettin. Onun abraşları ve körleri iyileştirmesini, izninle ölüleri diriltmesine müsâade ettin. Onu ve annesini kovulmuş şeytandan muhafaza ettin. Şeytân bir daha onlara yol bulamaz. Rabbı Azze ve Celle ona der ki : Ben de seni dost edindim. Çünkü Tevrat'ta Rahmân'm dostu diye yazılıdır. Seni tüm insanlığa müjdesi ve uyarıcı olarak gönderdim. Göğsünü açtım, yükünü indirdim, zikrini yücelttim. Ben ne zaman zikredilirsem sen de beraber zikredilirsin. Senin ümmetini, insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı kıldım. Senin ümmetini vasat bir ümmet kıldım. Senin ümmetini hem evvel, hem âhir ümmet kıldım, Senin ümmetinin her hutbede senin, Benim kulum ve rasûlüm olduğuna şehâdet etmelerine imkân sağladım. Senin ümmetinden öyle topluluklar halk ettim ki kalbleri onların indileridir. Seni yaratılış bakımından peygamberlerin ilki, gönderiliş bakımından sonuncusu, hüküm verme bakımından evvelleri kıldım. Senden önce hiç bir peygambere verilmemiş olan iki kere tekrarlanan yediyi verdim (Fâtihâ sûresi) sana Bakara sûresinin son kısımlarını, senden önce hiç bir peygambere vermediğim Arş'ın altındaki hazineleri verdim. Sana Kevser'i verdim. Sana sekiz pay verdim. Bunlar İslâm, hicret, cihâd, sadaka, namaz, ramazan orucu, ma'rûf-u emir ve münkerden nehîydir. Seni hem açan, hem kapayan (Fâtih ve hatim) kıldım. Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki: Rabbım beni altı şeyle üstün kıldı. Bunlar; sözlerin başlarını ve sonlarını bana vermiş olması, sözlerin toplamını bana vermiş olması, beni bütün insanlara uyarıcı ve müjdeci olarak göndermiş bulunması, bir aylık mesafeden düşmanların kalblerine korkumu salıvermesi, benden önce hiçkimseye helâl kılınmamış olan ganimetleri bana helâl kılması ve bütünüyle yeryüzünü benim için temiz ve mescid kılmış olmasıdır.
Ebu Hüreyre der ki: Orada Hz.Peygambere elli namaz farz kılındı. Hz.Peygamber Musa'nın yanına dönünce; ey Muhammed (s.a.), sana ne emredildi? dedi. Elli namaz, dedi. Mûsâ; Rabbına dön ve hafifletmesini niyaz et. Çünkü senin ümmetin, ümmetlerin en zayıfıdır. Doğrusu ben, İsrâiloğullarından zorluk çektim, dedi. Hz. Peygam-' ber Rabb-ı Zülcelâl'ine döndü ve hafifletme niyaz etti. Ondan on indirildi. Sonra Musa'ya döndü, O; sana kaç emredildi? dedi. Kırk deyince, Rabbına dön hafifletme dile, çünkü senin ümmetin ümmetlerin en zayıfıdır. Doğrusu ben İsrâiloğullarından çok zorluk çektim, dedi. Hz. Peygamber Rabbına döndü ve hafifletme istedi. Ondan on daha indirildi. Bunun üzerine Musa'ya döndü, O, sana kaç emredildi? dedi. O, otuzla emrolundum, dedi. Mûsâ; Rabbına dön, O'ndan hafifletme niyaz et. Çünkü senin ümmetin, ümmetlerin en zayıfıdır. Doğrusu ben, İsrâiloğullarından çok zorluk çektim, dedi. Hz. Peygamber Rabbına döndü ve hafifletilme istedi. Bunun üzerine on indirildi. Musa'ya döndü, o; sana kaç emrolundu? deyince yirmi ile emrolundum, dedi. Mûsâ; Rabbına dön ve hafifletme dile, çünkü senin ümmetin ümmetlerin en zayıfıdır. Doğrusu ben İsrâiloğullarından çok çektim, dedi. Hz. Peygamber Rabbına döndü ve hafifletme istedi. Bunun üzerine kendisinden on daha indirildi. Tekrar Musa'ya geldi ve Mûsâ, kaç emro-lundun? deyince on ile emrolundum, dedi. Mûsâ; Rabbına dön ve ondan hafifletme iste. Çünkü senin ümmetin ümmetlerin en zayıfıdır. Doğrusu ben, İsrâiloğullarından çok zorluk gördüm, dedi. Hz. Peygamber Rabbından haya ederek vardı ve hafifletme istedi. Bunun üzerine beş daha indirildi. Musa'ya döndü ve Mûsâ ona; kaç ile em-rolundun? dedi. O da; beş, dedi. Bunun üzerine; Rabbına dön ve ondan hafifletme niyaz et. Çünkü senin ümmetin ümmetlerin en zayıfıdır. Doğrusu ben İsrâiloğullarından çok zorluk gördüm, dedi. Hz. Peygamber dedi ki: Ben Rabbıma o kadar gidip geldim ki, doğrusu artık haya ediyorum ve bir daha gidip gelecek değilim. Bunun üzerine denildi ki: Sen nasıl kendine beş vakit namaz için sabırlı davran-dınsa, sana elli namazlık mükâfat verilecektir. Çünkü her iyiliğin on katı vardır.
Ebu Hüreyre der ki: Hz. Muhammed tamamen hoşnûd oldu ve dedi ki ; Mûsâ Aleyhisselâm ile karşılaştığımda onu peygamberlerin en şiddetlisi olarak bulmuştum. Döndüğüm zaman ise onu en hayırlıları olarak buldum.
İbn Cerîr Taberî, Muhammed İbn Ubeydullah kanalıyla Ebu Hü-reyre'den bu hadîsi ayrıca rivayet eder ve aynı şekilde zikreder.
Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî de, Ebu Saîd kanalıyla... Ali İbn Sehl'den bu hadîsi İbn Cerîr'in naklettiği şekilde rivayet eder... Ayrıca Beyhakî der ki: Hâkim Ebu Abdullah... Ebu Hüreyre kanalıyla Hz. Peygamberden nakletmiştir.
îbn Ebu Hatim der ki: Ebu Zür'a... Ebu Hüreyre kanalıyla Ra-sûlullah (s.a.) dan bu hadîsi bizim anlattığımız gibi uzun uzadıya zikretmiştir.
Ben derim ki: Bu hadîste yer alan Ebu Ca'fer er-Râzî hakkında Ebu Zür'a; hadîste çok itham edildiğini söyler. Bir kısmı onu sika bir râvî sayarken, büyük bir kısmı da onu zayıf sayar. Açık olanı; onun iyi hadîs hafızı olmadığı ve münferiden naklettiği rivayetlerin üzerinde durulması gerektiğidir. Bu hadîsin bir takım sözlerinde çok aşırı münkerlik ve garîblik bulunmaktadır. Ayrıca Semüre İbn Cündeb'in Buhârî'den naklettiği uzun rü'yâlardan bazı rü'yâlar da buraya karışmıştır. Bu hadîs; mi'râc olayı dışında başka kıssalardan, rü'yâlardan ve değişik hadîslerden derlenmişe benzemektedir.
Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde Abdürrezzâk kanalıyla... Ebu Hü-reyre'den naklederler ki; o Rasûlullah (s.a.) in mi'râca gittiği zaman ile ilgili olarak şöyle buyurduğunu nakletmiştir : Ben orada Mûsâ ile karşılaştım. Ebu Hüreyre der M : Hz. Peygamber, Hz. Musa'nın vasıflarını çizdi ve —öyle sanıyorum ki şöyle dedi— Onun sakat bir adam olduğunu Şenûe'li erkekler gibi başı taralıydı. Hz. Peygamber der ki: îsâ Aleyhisselâm'la da karşılaştım. Hz. Peygamberin tavsif ettiğine göre; îsâ Peygamber orta boylu, kızılımtırak tenli birisiydi. Sanki hamamdan çıkmış gibiydi. Hz. Peygamber dedi ki: İbrahim'i de gördüm. Ben, çocukları içerisinde ona en çok benzeyenim. Yine Rasûlullah buyurdu ki: Bana iki kap getirildi. Birinde süt diğerinde içki vardı; istediğin birini al, denildi. Ben sütü alıp içtim. Bana; fıtratı seçtin veya fıtrata isabet ettirdin, denildi. Şayet sen içkiyi almış olsaydın, ümmetin azıtırdı. Buhârî ve Müslim bu hadîsi bir başka kanalla Zührî'-den de rivayet ederler.
Müslim'in Sahîh'inde Muhammed İbn Râfi' kanalıyla... Ebu Hü-reyre'den nakledilir ki; Rasûlullah şöyle demiştir : Sen beni Hıcr'da görmüştün. Kureyş'liler benim gece yolculuğumdan suâl ediyorlardı. Bana Beyt el-Makdis'de iyi zihnimde tutamadığım şeyleri soruyorlardi. Bunun üzerine çok sıkıntı duydum. Öyle ki benzer bir sıkıntıyı hiç bir zaman duymamıştım. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Beyt el-Makdis'i önüme getirdi. Onlar bana neyi sorarlarsa, onu kendilerine bildiriyor-dum. Sonra ben peygamberlerden bir cemâat ile görüldüm. Baktım ki Mûsâ ayakta namaz kılıyor. O, biraz az saçlı idi. Sanki Şenûe kabilesinin erkekler indendi. Sonra Meryem Oğlu îsâ'yı, Musa'ya en yakın kısımda namaz kılarken gördüm. O, en çok Sakîf kabilesinden Urve İbn Mes'ûd'a benziyordu. Sonra İbrahim'i namaz kılarken ayakta gördüm. O da arkadaşınıza —kendisini kasdediyor— en çok benzeyeni idi. Namaz vakti geldi, ben onlara imâm oldum. Namazı bitirince birisi dedi ki: Ey Muhammed, bu, cehennemin bekçisi olan Mâlik'dir. Ona selâm ver. Ben ona yöneldim ve o, ilkin bana selâm verdi. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Ebu Hüreyre'den nakletti ki Rasûlul-lah (s.a.) şöyle buyurmuş : Mi'râc gecesi yedinci göğe vardığımızda yukarıya baktım ki, üzerinde şimşek gök gürültüsü ve yıldırım var. Sonra bir topluluğun yanına vardım, karınları evler gibiydi. Karınlarının dışından içinde yılanların bulunduğu görülüyordu. Bunlar kimlerdir ey Cebrail? dedim. Cebrail; bunlar faiz yiyenlerdir, dedi. Dünya göğüne inince benden aşağıda olan kısma baktım bulut, duman ve sesler duydum. Bu nedir ey Cebrail? dedim. Bu, şeytânlardır, âdemoğul-larını saptırıyorlar ki göklerin ve yerin melekûtunu düşünmesinler. Böyle olmasaydı, göklerde ve yerdeki hârikaları göreceklerdi. Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel, Hasan kanalıyla Hammâd İbn Seleme'den rivayet eder. İbn Mâce de Hammâd kanalıyla aynı hadîsi rivayet eder.
XV- Sahâbe'den Bir Topluluğun Rivayeti:
Hafız Beyhakî der ki: Bize Hâkim Ebu Abdullah... Hemedân'da Abdan İbn Yezîd İbn Dekkâk'dan rivayet etti. Ona Hemedân'lı İbrâ-hîm İbn Hüseyn anlatmış. Ona Ebu Muhammed İsmâîl İbn Mûsâ el-Fezârî anlatmış. Ona Ömer İbn Sa'd en-Nasrî anlatmış. Bu zât Nasr îbn Kuayn oğullarındandır. Ona Abdülazîz anlatmış, ona Leys İbn Ebu Süleym ve Süleyman el-A'meş anlatmış, ona Atâ îbn Saîd anlatmış, o da Ali İbn Ebu Tâlib ve Abdullah İbn Abbâs'tan nakletmiş. Muhammed İbn İshâk İbn Yessâr, Abdullah İbn Abbâs'tan, Süleym İbn Müslim el-Akîlî kanalıyla, Âmir eş-Şa'bî'den o da Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletmiş. Cüveybir de Dahhâk İbn Müzâhim'den nakletmiş- ki; bunlar şöyle demişler : Rasûlullah (s.a.) yatsı namazını kılmış, Ümmühâ-nî'nin evinde uyuyordu. Ebu Abdullah el-Hâkim der ki: Bu ihtiyar bize bunu söyledi ve hadîsleri zikretti. Metin bir nüsha olarak ondan duyulup yazıldı. O, uzun bir hadîs anlattı. Hadîste derecelerin, meleklerin ve rivayet doğru ise, Allah'ın kudretinden inkârı imkânsız olan daha birçok şeylerin mevcudiyetinden bahsetti. Beyhakî der ki: Daha önce zikrettiğimiz Ebu Hârûn el-Abdî'nin hadîsinde isrâ ve mi'râc hâdisesinin isbâtı için yeterli bilgiler vardır. Tevfîk Allah'tandır. Ben derim ki: Bu hadîs, tabiîn ve tefsîrcilerin önderlerinden birçok kişiden mürsel olarak rivayet edilmiştir. Allah'ın rahmeti onların hepsinin üzerine olsun.
XVI- Mü'minlerin Annesi Hz. Âişe'nin Rivayeti:
Beyhakî der ki: Bize Hafız Ebu Abdullah... Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakletti: Hz. Peygamber geceleyin Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğünde, sabahleyin insanlara bunu söylemeye başladı. Bunun üzerine ona inanıp doğrulayanlardan bir kısım insanlar tekrar eski günlerine döndüler ve bu hususu gidip Ebubekir'e haber verdiler. Dediler ki: Arkadaşında bir şey var mı? O, bu gece Kudüs'e götürüldüğünü iddia ediyor. Hz. Ebubekir dedi ki: Onu o mu söyledi? Evet, dediler. Hz. Ebubekir dedi ki: Eğer o böyle demişse muhakkak doğru söylemiştir. Onlar; onun geceleyin Kudüs'e gidip sabah olmadan geri döndüğünü doğruluyor musun? dediler. O; evet ben onu bundan daha ötesinde doğruluyorum. Sabah akşam ona göklerden haber geldiğini doğruluyorum, dedi. Bunun üzerine Ebubekir'e Sıddîk ünvânı verildi. Allah ondan razı olsun.
XVII- Ebu Tâlib Kızı Ümnıühânî'nin Rivayeti;
Muhammed İbn İshâk der ki: Bize Muhammed İbn Saîd el-Kelbi, Ebu Salih kanalıyla Ebu Tâlib kızı Ümmühânî'den Hz. Peygamberin gece yürüyüşü hakkında şöyle dediğini nakletti: Hz. Peygamber geceleyin götürüldüğünde o benim evimde uyuyordu. O gece benim evimde yatıyordu. Yatsıyı kıldı sonra yattı. Biz de yattık. Şafak sökmeden önce Rasûlullah (s.a.) bizi uyandırdı. Sabah namazını kıldı. Biz de onunla beraber namaz kıldık. Dedi ki: Ey Ümmühânî, gördüğünüz gibi sizinle beraber yatsı namazını bu vadide kıldım. Sonra Beyt el-Mak-dis'e gittim, orada namaz kıldım. Sonra gördüğünüz gibi sabah namazını sizinle birlikte burada kıldım.
Bu rivayette yer alan Kelbî bir kerre metruk bir râvîdir. Ayrıca Ebu Ya'lâ Müsned'inde Muhammed İbn İsmâîl el-Ansârî kanalıyla Ümmühânî'den bundan daha geniş bir rivayet nakleder. Bu sebeple biz, onun rivayetini de buraya alalım :
Hafız Ebu'l-Kâsim et-Taberânî Abd'ül-A'lâ'nın hadisinde İkrime kanalıyla Ümmühânî'den rivayet eder ki; o, şöyle demiş : Mi'râca çıkarıldığı gece Rasûlullah (s.a.) benim evimde geceledi. Geceleyin ben onu araştırdım. Kureyş'lilerden bir kısmının ona bir şey yapmış olmasından korkarak uykum kaçtı. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Bana Cibril Aleyhisselâm geldi, elimden tuttu ve beni çıkardı. Bir de baktım ki; merkebden büyükçe, katırdan küçükçe bir hayvan kapıda duruyor. Beni onun üzerine bindirdi sonra götürdü, nihayet Beyt el-Makdis'e vardı. Orada bana İbrahim'i gösterdi. Onun yaratılışı benim yaratılışıma çok benziyordu. Benim yaratılışım da onun yaratılışına çok benziyordu. Bana Musa'yı da gösterdi. O uzun boylu, düz saçlı birisiydi. Ben onu Ezd Şenûe kabilesinin erkeklerine benzettim (çünkü onların boyları uzun olur.) Bana Meryem Oğlu îsâ'yı da gösterdi. O, orta boylu beyaz bir adamdı. Ancak kızıla çalıyordu. Ben onu Sakîf kabilesinden Urve tbn Mes'ûd'a benzettim. Bana Deccâl'ı da gösterdi. Sağ gözü kördü. Onu da Abd'ül-Uzzâ oğlu Katan'a benzettim : Varıp Kureyş'lilere gördüğümü haber vermek istiyorum, deyince; ben elbisesinden tuttum ve dedim ki: Allah adına sana hatırlatmak isterim. Sen söylediğini inkâr eden ve seni yalanlayan bir topluluğun yanına gidiyorsun, sana kötülüklerinin dokunmasından korkarım. Ümmühânî diyor ki: Elbisesini elimden çekip kurtararak gitti ve onları otururken görüp bana haber verdiği şeyleri onlara da haber verdi. Cübeyr İbn Mut'ım dedi ki: Ey Muhammed, eğer sen eskiden olduğun haldeki bir genç olsaydın aramızda bulunup da bize böyle sözler söylemezdin. O topluluktan bir adam da dedi ki: Ey Muhammed, falanca yerdeki bizim develere de rastladm mı? Hz. Peygamber; evet onları gördüm, bir deveyi yitirmişlerdi ve onu arıyorlardı, dedi. Adam; falanca oğullarının da devesine rastladın mı? dedi. Hz. Peygamber; evet onları da falanca ve falanca yerde gördüm. Onların kızıl bir devesi çökmüştü. Yanında bir kova su vardı ve o kovada bulunan suyu içmişti. Onlar dediler ki: Öyleyse bize onların sayısını ve başında bulunan çobanları haber ver. Rasûlullah dedi ki : Ben, o sırada meşgul olduğumdan sayamamıştım. Bunun üzerine Hz. Peygamber yattı gözünün önüne develer geldi, develeri saydı ve oradaki çobanların kimler olduğunu öğrendi. Sonra gelip Kureyş'lilere dedi ki: Siz, bana falanca oğullarının devesini sormuştunuz işte o, şöyle ve şöyledir, çobanları da falanca ve falancadır, dedi. Siz bana falanca oğullarının devesini sormuştunuz o da şöyle ve şöyledir. Çobanlan arasında İbn Ebu Kuhâfe ve falancayla falanca vardır. Yarın cnlar sizin yanınıza gelecektir. Tepede bekleyin. Onlar tepeye çıkıp Hz. Peygamberin dediğinin doğru olup olmadığını gözlemeye başladılar. Deveyi karşıladılar ve çobanlara; deveniz kayboldu mu? dedi-leı. Onlar; evet, dedi. Diğerine de; bir kızıl deveniz çöktü mü? dediler. Onlar evet, dediler. Yanınızda bir kova var mıydı? dediler. Ebubekir dedi ki; evet Allah'a andolsun ki onu ben koymuştum. Kimse ondan içmedi ve toprağa da dökmedi. Ebubekir Hz. Peygamberi doğrulayıp O'na îmân etti. Binâenaleyh o gün «Sıddîk» adını aldı.3
Konunun Açıklanması22
Konunun Açıklanması
Sahîh, hasen ve zayıf olmak üzere bu hadîslerin hepsine vâkıf olunca üzerinde ittifak edilen hususun muhtevası kısaca şöyledir : Ra-sûlullah (s.a.) Mekke'den Kudüs'e geceleyin gitmiştir. Rivayetlerin ifâdeleri farklı da olsa, bir kısmı fazla bir kısmı eksik de olsa bu gidiş bir kerre olmuştur. Bu durum normaldir. Çünkü peygamberden başka herkes hatâ edebilir. İnsanlardan bir kısmı rivayetlerin birbirinden farklı olduğunu görünce; müteaddid isrâlarm vuku bulduğunu zannetmişlerdir ki bu, çok uzak ve garîb bir zandır. Hiç bir talebi karşılamayacağı gibi, gidilmesi mümkün olmayan bir te'vîle gitmekten öteye geçemez. Müteahhirîn'den bazıları da Hz. Peygamberin bir kez Mekke'den yalnızca Kudüs'e, bir kez de Mekke'den yalnızca gök yüzüne, üçüncü kerre de Kudüs'ten gökyüzüne seyahat ettiğini belirtmişlerdir. Bu yolu tutmakla bir takım müşküllerden kurtulduklarını sanmaktadırlar. Bu da gerçekten uzaktır. Seleften hiç bir kimseden böyle bir şey nakledümemiştir. Eğer bu mi'râclar birçok kerre olsaydı, Hz. Peygamber bu ayrı mi'râcları ümmetine anlatırdı ve insanlardan pek çokları da bunu müteaçldid kerreler bize naklederlerdi.
Mûsâ İbn Ukbe, Zührî'den nakleder ki; İsrâ, hicretten bir yıl önce olmuştur. Urve de böyle der. Süddî ise altı ay önce vuku bulduğunu söyler. Gerçek odur ki: Hz. Peygamber rü'yâda değil uyanık olarak Mekke'den Kudüs'e götürülmüş, Burak'a bindirilmiş, Mescid'in kapısına varınca bineğini kapının yanına bağlamış, mukaddes eve girmiş ve orada kendi kıblesine dönerek iki rek'at tahiyyet el-mescid namazını kılmıştır. Sonra mi'râca gitmiş —mi'râc; merdiven gibi basamaklı bir şey olup onun üzerinde yukarılara tırmanılır— onunla dünya göğüne çıkmış sonra öteki yedi göğe çıkmış ve her gökte oraya yakın olan mukerrebûnla karşılaşmış ve makamlarına, derecelerine göre göklerde peygamberler onu selâmlamışlardır. Altıncıda Mûsâ Kelimul-lah'a rastlamış, yedincide İbrahim Halîlullah ile karşılaşmıştır. Sonra Hz. Peygamber o ikisinin ve diğer peygamberlerin makamlarını aşarak öyle bir noktaya varmış ki; orada kaderde olacak şeylere dâir yazıları yazan kalemlerin cızırtısını duymuş. Sidre el-Müntehâ'yı görmüş. Allah'ın azamet üstüne azamet dolu olan emriyle kuşatılmış. Altından yataklarda, müteaddid renkli döşeklerde oturmuş. Melekler onu bürüyüvermişler. Orada Cebrail'i gerçek şekli ile altı yüz kanatlı olarak görmüş. Orada Refrefi ufku tutmuş yemyeşil olarak görmüş. Beyt el-Ma'mûr'u görmüş. Yeryüzündeki Kabe'nin banisi olan İbrahim Ha-lîlullah'i görmüş. Sırtını oraya dayamış oturuyormuş. Semavî Kâ'be'-ye her gün ibâdet için yetmiş bin melek girer sonra kıyamet gününe kadar bir daha dönmezmiş. Cenneti ve cehennemi görmüş. Allah Te-âlâ orada kendisine elli vakit namazı farz kılmış, ionra, Allah'tan bir rahmet ve kullarına bir lütuf olarak beşe indirmiş. Bu itinâda namazın değeri ve önemi açık olarak görülmektedir. Sonra Beyt el-Makdis'e inmiş onunla beraber peygamberlerde inmişler ve namaz vakti gelince orada peygamberlere namaz kıldırmış. Bu namazın o günün sabah namazı olması muhtemeldir. Bazıları Hz. Peygamberin peygamberlere gökte imamlık ettiğini iddia etmektedirler. Rivayetlerin açık ifâdesine göre; Hz. Peygamber Beyt el-Makdis'te imamlık etmiştir. Ancak bazıları, Beyt el-Makdis'e ilk girdiğinde imamlık ettiğini söylerlerse de açık olan, tekrar Beyt el-Makdis'e dönüşünde imamlık etmiş olmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber peygamberlerin bulundukları makamda onlarla karşılaştıkça; teker teker Cebrail'e onların kim olduğunu soruyor ve o da kendisine bunlar hakkında bilgi veriyordu. Uygun olan da budur. Çünkü o, ilkin yüce huzura istenmişti ki kendisine ve ümmetine Allah'ın dilediği emirler farz kılınsın. Sonra istenileni yerine getirip tamamladıktan sonra o ve kardeşi peygamberler toplanmışlar ve o imamlığa geçirilerek diğer peygamberlere olan üstünlüğü ve fazileti ortaya konmuştur. Peygamberin imamlığı, Cebrail Aleyhisselâm'ın bu konudaki işareti üzerine olmuştur. Sonra Kudüs'ten çıkmış, Burak'a binip geceleyin Mekke'ye dönmüştür. En doğrusunu Allah Sübhânehu ve Teâlâ bilir.
Hz. Peygambere süt, bal veya süt ve içki veya süt ve su veya hepsinin birlikte sunulduğu kaba gelince; bunun Beyt el-Makdis'te olduğu vâriddir. Gökte iken olduğu da vâriddir. Bu, gelene bir ikram olduğu için, burada da, orada da olması muhtemeldir. Allah en iyisini bilendir.
Sonra insanlar mi'râcın Hz. Peygamberin bedeniyle ve ruhu ile birlikte mi, yoksa yalnızca ruhen mi olduğu konusunda iki ayrı görüş serdetmişlerdir.
Bilginlerden ekseriyyeti, Hz. Peygamberin bedeniyle ve ruhuyla uyurken değil uyanık olarak mi'râca çıktığı konusunda görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamberin bundan önce rü'yâ ile buraları görmüş olması, sonra uyanık olarak görmüş olması da reddedilemez. Çünkü Hz. Peygamber ne zaman bir rü'yâ görse rü'yâsı gün aydınlığı gibi çıkardı. Buna delil Allah Teâlâ'nın «kulunu geceleyin Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksâ'ya yürüten Allah'ı tesbîh ederiz» kavlidir. Tesbîh, ancak çok büyük işler sırasında olur. Eğer Hz. Peygamber uyurken gerçekleşmiş olsaydı, bu büyük olarak kabul edilebilecek önemli bir şey sayılmazdı. Ayrıca Kureyş'Ii kâfirler onu yalanlamaya tevessül etmezlerdi. Müslüman olmuş bulunan bazı kimselerin de dinlerinden dönmelerine neden olmazdı. Aynca «kul»; rûh ve bedenin toplamından ibarettir. Nitekim Allah Teâlâ «kulunu geceleyin götürmüştür» buyuruyor. Ayrıca «sana gösterdiğimiz rü'yâ ancak insanlar için bir imtihandır.» (İsrâ, 60) buyurmaktadır. İbn Abbâs der ki: Bu, gözle görülen bir rü'yâ idi. Rasûlullah (s.a.) a gösterilmişti. Bu kavli Buhârî rivayet eder. Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Göz ne kaydı ne de aştı.» (Necm, 17) Göz ruhun değil bedenin âletidir. Ayrıca Hz. Peygamber Burak'ın üzerinde taşınmıştır. Burak beyaz, parlak ve göz alıcı bir hayvandır. Bu da rûh için değil, ancak beden için bir araç olabilir. Rûh hareketleri bakımından üzerine bineceği bir bineğe ihtiyâç duymaz. Allah en iyisini bilendir.
Başkaları da dediler ki: Rasûlullah (s.a.) bedeniyle değil, ruhuyla mi'râca çıkmıştır. Muhammed İbn îshâk İbn Yessâr Sîret'inde der ki: Bana Ya'kûb İbn Utbe İbn Muğîre îbn el-Ahnes dedi ki: Muâvi-ye îbn Ebu Süfy.ân'a Hz. Peygamberin mi*râcı sorulduğu zaman, şöyle demiştir: Bu, Allah tarafından gösterilmiş sâdık bir rü'yâ idi.
Ebubekir'in ailesine mensûb bazıları bana dediler ki: Hz. Âişe şöyle dermiş; Rasûlullah (s.a.) in cesedi kaybolmadı sâdece o, ruhuyla mi'râca çıkmıştı. îbn İshâk der ki: Onun bu sözü reddedilmemiştir. Çünkü Hasan'ın ifâdesine göre; «Sana gösterdiğimiz rü'yâ ancak insanlar için bir imtihandı» âyeti bu vesile ile nazil olmuştur. İbrahim'den bahsederken de Allah Teâlâ şöyle hikâye etmektedir: «Ben rü'yâ-da seni kurbân kesiyor görüyorum. Bak ne dersin?» Sonra bunu uygulamaya geçti. Anladım ki vahiy peygamberlere hem uyanıkken hem de uyurken gelir. İbn İshâk der ki: Rasûlullah (s.a.) : İki gözüm uyuyor ama kalbim uyanıktır, buyurdu. Allah hangisinin gerçekleştiğini en iyi bilendir. Allah hangi durumu isterse onu uyurken ve uyanıkken gösterir. Bütün bunlar haktır, doğrudur. İbn İshâk'm ifâdesi burada son buluyor. Ancak Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî tefsirinde bu görüşü red ve inkâr ederek kötüler ve : Bu görüşün, Kur'an'ın akışınır açık anlamına aykırı olduğunu belirtip yukarıda geçen bazı delilleri irâd ederek bunu reddeder. Allah en iyisini bilendir.
Hafız Ebu Nuaym el-İsfahânî, Delâil en-Nübüvve isimli eserinde Muhammed İbn Ömer el-Vâkıdî'den nakleder ki; o; şöyle demiş : Bana Mâlik îbn Ebu Rical, Amr İbn Abdullah kanalıyla Muhammed îbn Kâ'b el-Kurazî'den nakletti ki; o şöyle haber vermiş : Rasûlullah (s.a.) Dihye İbn Halîfe'yi Kayser'e gönderdi. Muhammed îbn Kâ'b Dihye'-nin Kayser'e gidişini ve dönüşünü nakleder ki; bu ifâdede Heraklius'-un aklının genişliğine delâlet eden büyük işaretler vardır. Kayser'in huzuruna Şam'da bulunan tüccarlar çağrıldığında Ebu Süfyân Sahr İbn Harb ve arkadaşları getirildiler. Buhârî ve Müslim'in yeri gelince zikredileceği gibi rivayet ettikleri meşhur mes'eleleri, Kayser Heraklius onlara sordu. Ebu Süfyân, Hz. Peygamberin durumunu Kayser'in yanında küçük düşürmeğe ve önemsizmiş gibi göstermeğe gayret etti. Ve bu mahalde Ebu Süfyân der ki: Doğrusu benim Hz. Peygamberi Kayser'in gözünden düşürmek için yeterli sözleri söylememe engel olan husus, onun yanında bir yalan söyleyip de bundan dolayı beni sorumlu tutması endîşesi idi. Bu durumda o, benim söylediklerimden hiç birini doğru saymazdı. Ebu Süfyân der ki: Ben Kayser'e onun mi'râca gittiğini anlatırken dedim ki: Ey hükümdar, onun yalan söylediğini bildiren bir haber vereyim mi sana? Kayser, nedir o? dedi. Ben dedim ki: O, bizim toprağımızda bulunan Harem-i Şeriften geceleyin çıkıp sizin mescidiniz olan şu îlyâ (Kudüs) mescidine geldiğini ve sabah olmadan önce o gece tekrar bizim yanımıza döndüğünü iddia ediyor. Ebu Süfyân diyor ki: îlyâ Patriği de Kayser'in yanı başındaydı. Patrik dedi ki: O geceyi biliyor musun? Kayser ona baktı ve dedi ki: Nereden bileceksin? Patrik dedi ki: Ben gece Kudüs mescidinin kapılarını kapamadan önce yatmazdım. O gece bütün kapıları kapamıştım. Ancak bir kapıyı kapayamadım. Yanımda çalışanlardan ve raescidde hazır bulunanlardan yardım istedim, cnlar da gelip bana yardım ettiler ama kapıyı yerinden kımıldatamadık. Sanki bir dağla uğraşıyorduk. Marangozları çağırdım. Baktılar ve dediler ki: Bu kapının üstü yıkılmış. Sabah olup bu yıkıntının nereden geldiğini görünceye kadar yerinden oynatamayız. Patrik dedi ki: Döndüm ve her iki kapıyı açık bıraktım. Sabah olunca oraya geldiğimde, mescidin bir köşesinde bulunan taş delinmişti ve taşın üzerinde bir hayvanın bağının izi vardı. Arkadaşlarıma dedim ki: Bu kapı, bu gece bir peygambere açılmıştır ve o, bu gece bizim mescidimizde namaz kılmıştır... Hafız Ebu Nuaym el-Is-fahânî hadîsin tamâmını zikreder.
Hafız Ebu'l-Hattâb Ömer îbn Dehye, «et-Tenvîr Fî Mevlid'is-Si-râc'il-Münîr» isimli kitabında îsrâ hadîsini Enes tankıyla zikrettikten ve üzerinde uzun uzadıya söz ettikten sonra şöyle der : İsrâ hadîsi ile ilgili rivayetler Ömer İbn Hattâb, Ali, İbn Mes'ûd, Ebu Zerr, Mâlik İbn Sa'saa, Ebu Hüreyre, Ebu Saîd, İbn Abbâs, Şeddâd İbn Evs, Übeyy İbn Kâ'b, Abdurrahmân İbn Kurt, Ebu Hayye el-Ansârî, Ebu Leylâ el-An-sârî, Abdullah İbn Amr, Câbir, Huzeyfe, Büreyde, Ebu Eyyûb, Ebu Ümâ-me, Semure İbn Cündeb, Ebu Hamrâ, Suheyb er-Rûmî, Ümmühânî, Aişe, ve Esma Bint Ebubekir gibi zevat tarafından rivayet edilerek tevatür kesbetmiştir. Bunlardan bir kısmı olayı bütün detaylarıyla anlatırken, bir kısmı isnâdlarında ihtisar yaparak anlatmışlardır. Bazılarının rivayetleri; sahîh hadîs şartını hâiz değilse de, İsrâ hadîsi üzerinde müslümanlar icmâ' etmişlerdir. İmansız zındıklar ise ona itiraz etmişlerdir. Onlar «Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlayacaktır. Kâfirler istemeseler de.»4
İzahı23
İzahı
İsrâ ve Mi'râc Hâdisesinin Tahlili23
İsrâ ve Mi'râc Hâdisesinin Tahlili
îsrâ Hz. Peygamber (s.a.) in gece Mescid-i Haram (Kâ'be) dan Mescid-i Aksa (Beyt el-Mukaddes, Kudüs) ya —hadîslerde ayrıntılı olarak belirtildiği gibi— götürülmesidir. Mi'râc da; Hz. Peygamber (s.a.) in' Kudüs"ten Sidret el-Müntehâ'ya kadar yolculuğudur. Bazı tek tük rivayetlere göre îsrâ ve Mi'râc ayrı ayrı meydana gelen iki olaydı. Ancak İslâm ümmetinin galip ekseriyeti, —ki bunlar arasında en meşhur ulemâ, fakihler, muhaddisler ve müfessirler yer almaktadır— îsrâ ve Mi'râcın aynı zamanda meydana gelen olaylar olduğunda birleşmişlerdir. Bu genel inanca göre Rasûlullah bir gece, bedeni ve ruhuyla uyanık bir durumda Kâ'be'den Kudüs'e götürüldü ve aynı gece semânın en üst noktasına varıp Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çıkarıldı ve sabah elmadan Mekke'ye döndürüldü.
Mi'râc vak'ası ne zaman meydana geldi? Kesin tarihi nedir? Bununla ilgili olarak çeşitli rivayetlere rastlıyoruz. İbn Sa'd'ın Vâkıdî'ye dayanarak naklettiği rivayete göre bu olay 17 Ramazân, Bi'setten sonra 12. yılda, yani hicretten 18 ay önce meydana geldi. Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki; Bi'setten sonra tesbît etmeye çalıştığımız tarih, Buhârî ve Müslim'de Hz. Abdullah İbn Abbâs'a atfen kaydolunan hadîse dayandırılmıştır. Hz. Abdullah İbn Abbâs diyor ki : Rasûlullah (s.a.) a ilk vahiy geldiği zaman kendisi kırk yaşında idi.. Rasûlullah, bundan sonra 13 yıl Mekke'de kaldı ve 10 yıl Medînede. Bu kayda dayanarak biz de diyoruz ki Medine'ye hicret, Bi'setten sonra 13. yılın sonunda oldu. İbn Sa'd başka bir kaynağa dayanarak bu vak'anın Bi'setten sonra 13. yılda 17 Rebıülevvel'de yani Hicret'ten yaklaşık bir yıl önce vuku bulduğunu yazmıştır. Beyhakî, Mûsâ İbn Ukbe'ye dayanarak ve o da İmâm Zührî'ye dayanarak. Mi'râcın tarihinin aynı olduğunu belirtmiştir. Urve İbn Zübeyr'in rivayetine göre de bu tarih doğru çıkıyor. Bunu İbn Lehîa'ya, Ebu'l-Esed'e dayanarak nakletmiş-tir. Aynı sebeblerden İmâm Nevevî, Mi'râc için bu tarihin doğru olduğunu ifâde etmiştir. îbn Hazm ise «icmâ'» in fikrinin bu olduğunu iddia etmişse de doğru değildir. İsmâîl es-Süddî'nin bu vak'a ile ilgili olarak iki rivayeti naklolunmuştur. Bunlardan biri Taberî ve Beyhakî tarafından naklolunmuştur, ve bunda Mi'râcın Hicret'ten bir yıl beş ay Önce; yani Bi'setten sonra 12. yıl 1 Şevval târihinde cereyan ettiği ifâde olunmuştur.. Hâkim tarafından nakledilen ikinci rivayete göre bu olay, Hicret'ten bir yıl dört ay önce meydana geldi. Buna göre, Mi'râcın Zilka'de ayında olduğu söylenmiştir. İbn Abdülberr ile İbn Ku-teybe, Mi'râcın Hicret'ten bir yıl sekiz ay öncesinin (yani, Bi'sat sonrası 12. yıl Receb) bir vak'ası olduğunu belirtmişlerdir. İbn Fâris, Hicret'ten bir yıl üç ay, İbn el-Cevzî Hicret'ten sekiz ay önce ve Ebu Rebî' İbn Salim altı ay önceki bir hâdise olduğuna işaret etmişlerdir. Bir rivayet de Hicret'ten on bir ay öncekidir, bunu İbn el-Münîr, «Sîret-i İbn Abdülberr'in Şerhi» nde yazmıştır. İbrâhîm îbn İshâk el-Harbî bunun kesinlikle Mi'râcın tarihi olduğunu ifâde etmiştir. Fakat en meşhur rivayet, Mi'râcın 27 Receb tarihinde olmasıyla ilgilidir. Allâme Zürkâ-nî'nin dediği gibi, bir rivayet veya ifâdenin başka br rivayet veya ifâdeye tercih edilmesi için yeterince delil yoksa, en çok meşhur olan rivayet kabul olunmalıdır. Burada da durum aynıdır.
Mi'râc vak'ası, Nebî-i Kerîm (s.a.) in tevhîd için dünyaya sesini duyurmaya başlamasından 12 yıl geçtikten sonra meydana geldi. O zamana kadar muhalifler İslâmî davet ve hareketin yolunu kapatmak için her yola baş vurmuşlardı. Hile, desise, entrika, iftira, baskı, zulüm ve işkence, kısacası, bütün yollar denenmişti. Ama, her noktada ve her aşamada gerek RasûluUah (s.a.) gerekse, fedakâr arkadaşları sabır, metanet, sebat ve dirayetin en güzel örneklerini vererek hareket ve davalarını canlı tutmuşlar ve günden güne geliştirmişlerdi. Her türlü engele karşı İslâm'ın sesi Arabistan'ın her köşesine yayılmıştı. Arabistan'ın tek bir kabilesi yoktu ki, bundan üç-dört kişi RasûluUah (s.a.) in davetinden etkilenmiş olmasın. Bizzat Mekke'de kelleyi koltukta taşıyan fedailer hatırı sayılır bir grub olmuşlardı. Medine'de Evs ile Haz-rec gibi kuvvetli kabilelerin hemen hemen bütün üyeleri RasûluUah (s.a.) in ve müslümanlann destekçisi haline gelmişlerdi. Artık müslü-manların daha rahat bir ortamda çalışabilmek için Mekke'den Medine'ye hicret edip kuvvetlerini toplama ve etkinliklerini daha geniş çapta gösterme zamanı gelmişti. İşte bu yol ayırımında İsrâ ve Mi'râc gibi, büyük tarihî ehemmiyet taşıyan olaylar meydana geldi. Rasûlul-lan (s.a.) göklere çıkarak Cenâb-ı Allah ile beraber oldu ve dünyaya döndükten sonra başından geçenleri ve İsrâ sûresinde yer alan kıssayı arkadaşlarına anlattı.
İsrâ sûresinin ilk âyetinde Rasûlullah (s.a.) in sâdece Mescid-i Haram (Beytullah) dan Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs) götürülmesinden bahsedilmiştir. Bunun amacı da, Cenâb-ı Allah'ın kuluna bazı alâmet ve işaretlerini göstermek olduğu belirtilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de İsrâ ve Mi'râc ile ilgili başka teferruat yoktur. Fakat hadîslerde ve siyerlerde bu vak'a ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Bu vak'ayı rivayet eden sahabelerin sayısı en az yirmi beştir, ki istiksâ ile bu sayı kırk beşe kadar çıkıyor. Bu rivayetlerin en etraflıcası Hz. Enes İbn Mâlik, Hz. Ebu Hüreyre, Hz. Ebu Saîd el-Hudrî, Hz. Mâlik İbn Sa'saa, Hz. Ebu Zerr el-Gıfârî, Hz. Şeddâd îbn Evs, Hz. Abdullah İbn Abbâs, Hz. Abdullah İbn Mes'ûd ve Hz. Ümmü Hânî'nin rivayet ettikleridir.
Hadîslerde etraflıca verilen bilgiye göre gece vakti Cebrail (a.s.) RasûluUah (s.a.) ı uyandırıp Burak (at) üzerinde Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Rasûlullah (s.a.) Mescid-i Aksâ'da diğer peygamberler ile birlikte namaz kıldı. Daha sonra semâya yolculuk etti ve göğün çeşitli katlarında muhtelif büyük peygamberlerle buluştu. Semânın en yüksek katına çıktıktan sonra da Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çıktı. Rasûlullah (s.a.) in, Allah Teâlâ tarafından kabulü sırasında ümmetine beş vakit namaz farz oldu. Bu kabulden sonra Hz. Peygamber (s.a.) Kudüs'e ve oradan da Mescid-i Harâm'a döndü. Bu kudsî yolculuk sırasında Hz. Peygamber (s.a.) e cennet ile cehennemin de gösterildiği çeşitli rivayetlerde ifâde olunmuştur. Ayrıca rivayetlerden, ertesi gün Hz. Peygamber (s.a.) bu yolculuktan bahsedince; kâfirlerin buna çok güldüğü, bunu bir alay konusu yaptığı, müs-lümanlardan bazısının îmânının da sarsıldığı sabittir.
Hadîs-i şerîflerdeki bu. ayrıntılar Kur'an-ı Kerim'e aykırı değildir, aksine Kur'an-ı Kerîm'in ifâdesinin izahı mahiye tindedirler. Bu sebeble, hadîslerdeki bu ek bilgilerin reddedilmesi için ortada herhangi bir sebeb yoktur.
Hz. Peygamber (s.a.) in Mi'râc yolculuğu nasıldı? Bu yolculuk rü'-yâda mı yapılmıştı, yoksa uyanık ve ayıkken mi? Rasûlullah (s.a.) bu yolculuğa fiilen ve bedenen mi çıkmıştı; yoksa bir yerde otururken ma'nen ve hayâller âleminde mi semâyı gezmişti? Bu sorunun cevabını bizzat Kur'an-ı Kerim'in kelimeleri vermektedir. «Sübhân-ellezî Esra» ile söze başlamak gösteriyor ki; bu, çok fevkalâde ve muazzam bir vak'a idi ve sâdece Allah'ın kudretiyle vuku buldu. Rü'yâsında bir kişiye bu gibi şeylerin gösterilmesi ya da bir kişinin ilham ve keşif yoluyla bunlara tanık olması, böylesine kuvvetli bir ifâde ile söze başlamayı gerektirmez. «Her türlü ayıp ve kusurdan münezzeh olan Allah, kuluna (rü'yâsında veya ilham yoluyla) âyetlerinden bazısını göstermek için...» gibi bir ifâde kullandığı takdirde rü'yâ ve ilhamın pek değer taşımadığı ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, «gece vakti götüren» deyimi de, Mi'râcm fiilen ve bedenen olduğunu göstermektedir. Rü'yâ-da, ilhamda veya hayâlde bir kişiye bir yerin gezdirilmesi için «götürme» fiilinin kullanılması uygun olmaz. Onun için, bu yolculuğun fi-ziken ve vücûdça olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu, sâdece ma'-nevî veya zihnî bir tecrübe değildi. Rasûlullah (s.a.) bu yolculuğa bilinçli olarak çıkmış ve her şeyi gözleriyle görmüştü.
Şimdi, Rasûlullah (s.a.) in uçak veya diğer herhangi bir vâsıta olmaksızın Cenâb-ı Allah tarafından Mekke'den Kudüs'e bir gecede gitmesi mümkün idiyse, hadîs-i şeriflerde yer alan diğer tafsilât niye mümkün olmasın? Bir şeyin mümkün olup olmaması bahsi, ancak bir insanın kuvveti ve kudreti söz konusu olunca ortaya çıkar. Eğer mesele, Allah ile ilgiliyse onun mümkün olması konusunda tereddüde düşmek, Allah'ın Kâdir-i Mutlak sıfatına inanmamak anlamına gelir. Madem ki Allah her şeye kadirdir, o zaman en umulmadık işleri yapabilir. Cenâb-ı Allah bir kulunu, maddeler âleminin en hızlı nesnesi olan ışığın bile milyarlarca yılda yetişebileceği bir yere bir anda götürebilir. Zaman ile mekânın sınırlan mahlûklar için geçerlidir. Kâlnât'ın Yaratıcısı için değil.
Mi'râc yolculuğu hakkında hadîs-i şeriflerde yer. alan tafsilâtlı ma'lûmâta, hadîs münkirleri tarafından muhtelif itirazlar yapılmıştır, ama bunlardan sâdece ikisi dikkate değerdir.
Birincisi; bu vak'a, Cenâb-ı Allah'ın muayyen bir yerde kalması intibaını veriyor. Zîrâ böyle olmasaydı. Rasûlullah (s.a.) in bu kadar yol kat'ederek O'nun yanına gitmesine ne gerek vardı?
ikincisi; henüz kıyamet kopmamış ve Mahşer'de kimsenin ameli hakkında muhakeme yapılmamışken, Rasûlullah (s.a.) in cennet ve cehennemde gezdirilmesi ve cehennemde işkenceye tâbi olan veya cezalarını çekmekte olan kulları görmesi nasıl mümkün olabilir? Eğer insanlara ceza veya ödül, kıyametten sonra verilecekse, söz konusu insanların cehennemde ceza çekmelerinin anlamı nedir?
Dikkat edilirse bu iki itiraz da bilgisizlik ve dar görüşlülüğün mahsûlüdürler. Birinci itiraz yanlıştır; zîrâ Cenâb-ı Allah, şüphesiz zaman ve mekân sınırının ötesindedir ve belirli bir makamı yoktur, ama mah-lûklarıyla münâsebetlerinde kendi zaafından değil kulları ve diğer yaratıklarının sınırlı durumu ve zaafından dolayı sınırlı bazı yollara başvurmayı takdir eder. Meselâ Kâdir-i Mutlak mahlûklarıyla konuşunca, insanların kolaylıkla dinleyip anlayabilecekleri yolları seçer. Halbuki bizzat Cenâb-ı Allah'ın kelâmı, evrensel bir nitelik taşıyor. Aynı şekilde Cenâb-ı Allah kullarından birine, muhteşem saltanatının çeşitli alâmet ve örneklerini göstermek istediği zaman onu muayyen bir yere getirtiyor ve o şeylerin bulunduğu yerleri gezdiriyor. Gayet tabiî ki bir kul, bütün kâinatı aynı anda göremez. Cenâb-ı Allah için bu bir mesele değildir, bir şeyi müşâhade etmek için bir yerden bir yere gitmesine gerek yoktur. Ama kul, bir yerden bir yere gitmeden, görmek ve gözlemek istediği' şeyi göremez. Aynı durum, Allah'ın huzuruna çıkılması için geçerlidir. Şüphesiz, Allah belirli bir yerde bulunmuyor ama kulu, O'nu bir yerde görmeye mecburdur. Bu sebeple Allah'ın nuru orada toplanmalıdır.
İkinci itiraz da yanlıştır. Zîrâ Mi'râc kandilinde Rasûlullah (s.a.) a gösterilen pek çok şeyden bazısı temsil, gösteri ve prototip mâhiyetinde idi. Meselâ gezi sırasında fitne yaratan bir söz; küçük bir delikten koskoca boğanın çıkması ve bir daha o deliğe girmeyişi olarak gösterildi. Temsillerden biri de, zina yapanların durumuydu. Zina yapanlar önlerinde taze ve nefis et varKen bozuk, çürümüş ve kokuşmuş ete rağbet eden kişiler olarak gösterildi. Aynı şekilde Rasûlullah (s.a.) a cehennemde bazı. kimselerin azâb ve ceza çektikleri gösterilmişse, bunlar da sâdece birer gösteriydi. Anlatılmak istenen; kötü amel işleyan-lerin, kıyametten sonra cehennemde aynı şekilde yanacaklarım ve azâb çekeceklerini bilmeleriydi.
Mi'râc konusunda şunu unutmamalıyız ki; peygamberlerden her biri, kendi mevki ve makamına göre, Cenâb-ı Allah tarafından yeryüzünde ve göklerdeki meleklerle tanıştırılmış ve aradaki maddî perde aralanarak ğaib'deki ebedî gerçekler gösterilmiştir. Zâten ğaib'den gelen bu bilgilerden dolayıdır ki; peygamberler, alelade düşünür ve filozoflardan üstün bir mevkiye sahip bulunuyorlar. Bir düşünür veya filozof ne söylüyorsa kıyâs ve tahmine dayanarak söylüyor. Fakat peygamberlerin söyledikleri, doğrudan elde ettikleri bilgi ve gözleme dayanıyor. Böylece peygamberler, filozoflara göre daha emîn bir şekilde ğaib'den ve bazı bilinmeyen gerçeklerden haber verebiliyorlar.
Mi'râcın bir rü'yâ olduğunu isbât etmeye çalışanlar, umumiyetle iki delil ileri sürerler. Bunlar, Isrâ sûresinin altmışıncı âyetinde «temaşa» kelimesi ile bunun imâ edildiğini öne sürerler. İleri sürdükleri birinci delil budur, tkinci delil ise şudur : Hz. Âişe'nin bir rivayetinde : Hz. Peygamber (s.a.) in vücûdu değil ruhu götürülmüştü, ifâdesi kullanılmıştır.
Ne var ki, ortaya atılan delili bizzat Kur'an-ı Kerîm takbih ve tek-zîb etmektedir. Şimdi asıl âyete bir göz atalım. Âyette, «Sana gösterdiğimiz o temaşayı bir fitne (imtihan) yaptık.» denilmiştir. Bu âyette «temaşa» kelimesini rü'yâ anlamında kullanırsak, bunun fitne yapılması herhangi bir anlam taşır mı? Rü'yâda insan her şeyi görür. Eğer Rasûlullah (s.a.) deseydi ki: Ben rü'yâmda bu gece Mescid-i Harâm'-dan Mescid-i Aksâ'ya gittik; o zaman herhangi bir fitne çıkmasına gerek var mıydı? Böyle bir durumda ne bir müslümanın îmânı çetin bir sınavdan geçerdi, ne de kâfirler bunu alaya alabilirlerdi. Hiç bir kimse de kalkıp bu yolculuğun isbâtı için Rasûlullah (s.a.) in bir delil göstermesini istemeyecekti. Fitne çıkma ihtimâli, ancak Rasûlullah (s.a.) in bu yolculuğu bedenen ve şuurlu bir şekilde yapmış olmasını anlatması durumunda ortaya çıkabilirdi.
Ayrıca âyette kullanılan Arapça «rü'yâ» kelimesinin, sâdece «rü'yâ» anlamına geldiğini iddia etmek de doğru değildir. Arap dilinde gerek «rü'yâ» gerekse «ru'yet» kelimesi aynı anlamdadırlar ve birbirinin yerine rahatlıkla kullanılabiliyor. «Kurba» ve «kurbet» kelimeleri' de aynı şekilde eş anlamda kullanılabiliyor. Arap dilinin en büyük uzmanlarından sayılan Hz. Abdullah îbn Abbâs (r.a.) Kur'an-ı Kerîm'in söz konusu âyetini tefsir ederken şu açıklamada bulunmuştur : Bu, Hz. Peygamberin Kudüs'e gittiği gece kendi gözleriyle gördüğü bir tema-
İsrâ, 1)şâ idi. (Buhârî, Tirmlzî, Neseî). Saîd îbn Mansür, Hz, Abdullah îbn Abbâs'ın bu açıklamasını naklederken şu kelimeleri de eklemiştir: Bu; rü'yâlarda görülen bir temâşâ değildi. Saîd İbn Mansûr başka bir se-nedle Hz. Abdullah İbn Abbâs'ın şu sözlerini de nakletmiştir. Bu kelimeden, Kudüs yolunda Rasûlullah (s.a.) a gösterilen temâşâ kasdedil-miştir.
Şimdi gelelim Hz. Âişe (r.a.) ile ilgili hâdiseye. Aslında Hz. Âişe'-ye âit olduğu söylenen bu hadîs sened bakımından çok zayıftır. Mu-hammed İbn İshâk bunu şu kelimelerle nakletmiştir: Ebubekir ailesinden bazı kimseler (veya bir kişi), bana Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakletmişlerdir : Bu gibi kelimelerle anlatılan bir hadîsin, kaynağının meçhul olduğu ortadadır. Böyle meçhul senedli bir hadîsin, mutlaka Hz. Âişe'ye âit olduğu nasıl söylenebilir? Buna karşı çok daha sağlam senedlerle bizzat Rasûlullah (s.a.) in ifadeleriyle anlatılan rivayetler nasıl reddedilebilir? Bu rivayetler doğru ve kuvvetli pek çok senedle son derece güvenilir ve geçerli hadîs kitablannda Hz. Enes İbn Mâlik, Hz. Mâlik İbn Sa'saa, Hz. Ebu Hüreyre, Hz. Ebu Saîd el-Hüdrî, Hz. Ebu Zerr el-Gıfârî, Hz. Şeddâd İbn Evs ve diğer muhterem sahabeler tarafından naklolunmuştur. Bizzat Hz. Âişe'nin bir rivayeti var ki, Bey-hakî tarafından müttassıl senedlerle naklolunmuştur. Bunlarda şu ayrıntılara rastlıyorum : İsrâ'mn ertesi sabah Hz. Peygamber (s.a.) gece geçirdiği tecrübeyi anlatıyordu. Bu hikâyeyi anlatması üzerine kendisine îmân etmiş olanlardan birkaç kişi mürted (dininden döndü, dönek) oldu. Bu şahıslar bu haberi Hz. Ebubekir (r.a.) e getirdiler ve : Baksana arkadaşın ne diyor? O, bu gece Kudüs'e götürüldüğünü söylüyor, dediler. Hz. Ebubekir : O, öyle mi diyor, diye sordu. Onlar; evet, dediler. Hz. Ebubekir dedi ki: Eğer O öyle diyorsa doğrudur. Onlar : Onun aynı gece Kudüs'e gidip sabah döndüğü yolundaki ifâdesini de mi doğru buluyorsun? diye sordular. Hz. Ebubekir dedi ki: Ben sabah, akşam onun gökten gelen haberlerini tasdik ederim. Şimdi Hz. Âişe'nin bu ifâdesini, göz önünde bulundurursak, daha önce zikrettiğimiz senedi meçhul rivayetinin doğru olduğunu söyleyebilir miyiz?
Miracın Hakikati26
Miracın Hakikati
Mi'râc vak'ası aslında zamanın akışım değiştiren ve tarih sayfalarına geçici iz bırakan, insanlık tarihinin en büyük olaylarından biridir. Mi'râcın asıl önemi, keyfiyetinde veya mâhiyetinde değil, güttüğü amaç, hedef ve doğurduğu sonuçlardadır.
Gerçek şu ki, üzerinde yaşamakta olduğumuz dünya denilen gezegen, Cenâb-ı Allah'ın uçsuz bucaksız muhteşem saltanatının çok küçük bir bölümüdür. Buraya gönderilen peygamberlere bir bakıma Genel vâlî, v&lî veya kaymakam diyebiliriz. Aslına bakılırsa, dünyevî hükümet İle ilâhi saltanat arasında büyük fark vardır, bunun îcâblan da farklıdır. Çünkü dünyevî bir hükümette vâlî ve kaymakam sâdece mülkî âmir oluyorlar ve sâdece idâri işlerle ilgilenirler. Halbuki ilâhî saltanatta vâlî veya kaymakam sıfatındaki peygamberler insanlara En Büyük Hükümdâr'a tâbi olma, O'nun emirlerine göre hareket etme, iyi ahlâk ve karaktere sahip olma, insanlığın yolunu aydınlatan hakikî ilim ve irfanı yayma, kültür ve medeniyetin altın usûllerini öğretme şekillerini gösterirler. Fakat yine de her ikisi arasında bir benzerlik vardır. Dünya'da merkezî hükümetler ancak güvendikleri ve işin ehli olarak tanıdıkları kişilere valilik görevi verirler. Bu görevi üstlenen vâ-lîlere idarenin iç mekanizması anlatılır, hükümetin güttüğü genel politikası anlatılır ve alelade vatandaşların bilemediği bir takım devlet sırları anlatılır. Allah'ın saltanatı da hemen hemen aynı çizgilerde bulunur. Burada da Allah Teâlâ'nın en güvendiği kişileri peygamberlik mertebesine yükseltilir, Ve bu makama getirildikten sonra bizzat Allah onlara ilâhî nizâmın nasıl kurulmuş olduğunu ve nasıl çalıştığını gösterir. Allah, onlara diğer insanların bilmediği ve bilmelerinde de herhangi fayda bulunmayan Kâinatın bazı sırlarını aşikâr eder. Meselâ, Hz. İbrahim'e yeryüzü ve gökteki iç düzen hakkında bilgi verildi (En'âm, 75). Ayrıca Hz. İbrahim'e ölüleri nasıl dirilttiği de gösterildi. (Bakara, 260). Hz. Mûsâ, Tür dağında Allah'ın tecellîsini ve nurunu gördü. (A'râf, 143) Hz. Mûsâ ayrıca özel bir kulla dolaştırıldı ki, Allah'ın irâdesine göre din ve dünya îşlerinin nasıl yapıldığını görebilsin. (Kehf, 60-82). Rasûlullah (s.a.) da benzeri tecrübelerden geçirildi. Ra-sûlullah (s.a.) bazan Allah'a yakın olan meleklerden birini açık bir biçimde gökte görüyordu. (Tekvîr, 23), bazan da melek kendisine aralarında iki yay kadar mesafe bulunmayacak derecede yakın oluyordu. (Necm, 6-9), bazan aynı melek Rasûlullah'ı maddeler âleminin son haddi olan Sidret el-Müntehâ'ya götürüyor ve orada Rasûlullah, Allah'ın büyük işaretlerini görüyor (Necm, 13-18). Fakat Mi'râc, sâdece gözlem ve incelemeden ibaret değildi ve bunun önemi çok daha büyüktü. Mi'râcı şöyle bir olaya benzetebiliriz : En Büyük Hükümdar ta'-yîn ettiği .valisini çok önemli bir tarihte Başkeht'e davet edip kendisine bazı görevler veriyor ve bu arada kendisine bazı tenbîh ve direktiflerde de bulunuyor. İşte Hz. Peygamber (s.a.) de bu şekilde Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çağırıldı. Zîrâ İslâmî davet, bir dönüm noktasına gelmişti ve bu noktada Rasûlullah (s.a.) a bazı özel görev ve direktifler verildi.
Şimdi biz, akıllara durgunluk yeren bu müdhiş Mi'râc yolculuğunun ayrıntılı olarak yer aldığı hadîslerin özetini sunmağa çalışacağız. Bundan sonra Rasûlullah'ın Mi'râctan döndükten sonra Ce-nâb-ı Allah tarafından dünyaya iletmek üzere ne mesaj getirdiğine değineceğiz.
Bilindiği gibi, Rasûlullah (s.a.) in peygamberlik makamına getirilmesinden itibaren on iki yıl geçmişti. Yaşı elli iki idi. Günlerden birinde K&'be'de uyurken Cebrail (a.s.) gelip kendisini uyandırdı. Rasûlullah (s.a.) henüz uyku sersemliğinde iken Zemzem'e götürüldü ve orada Cebrail tarafından göğsü yarıldı. Cebrail Rasûlullah'ın göğsünün içini Zemzem suyuyla yıkadı ve ilim, metanet, zekâ, îmân ve itimat ile doldurdu. Cebrail bundan sonra Rasûlullah'a binmesi için rengi beyaz, boyu merkebden büyük ve katırdan biraz küçük bir hayvan getirdi. Bu hayvan yıldırım gibi koşuyordu, her adımı bir görüş mesafesi kadardı. Bu sebeple bunun adı «Burak» idi. Geçmişteki peygamberler de yolculuklarını bu hayvanla yaparlardı. Rasûlullah bu hayvana binerken hayvan irkildi. Cebrail «Burâk»a şöyle dedi: Hey, ne yapıyorsun, Muhammed gibi büyük bir şahsiyet şimdiye kadar senin üstüne binmemişti, dedi ve okşadı. Burak da utançtan terledi. Önce Rasûlullah, daha sonra Cebrail bu hayvana bindiler ve yola koyuldular. İlk durak Medine idi, burada Rasûlullah hayvandan inip namaz kıldı. Cebrail dedi ki: Siz hicret edip buraya geleceksiniz. İkinci durak Tûr dağıydı; ki burada Hz. Mûsâ, Allah ile konuşmuştu. Üçüncü durak, Hz. îsâmn doğduğu Beyt el-Lahm idi. Dördüncü durak Kudüs'tü ki Burak'ın uçuşu burada son buldu.
Mi'râc yolculuğu sırasında seslenen bir kişi; buraya gel, dedi. Rasûlullah o tarafa hiç tenezzül etmedi. Cebrail dedi ki: Bu, sizi Yahudiliğe çağırıyordu. Biraz sonra başka bir ses geldi; bu tarafa gel-, Rasûlullah o tarafa da başını çevirmedi. Cebrail; bu, Hıristiyanlığa davet ediyordu, dedi. Bundan sonra çok süslü püslü ve şûh bir kadın geldi ve Rasûlullah'ı kendisine çağırdı. Rasûlullah ondan da yüz çevirdi. Cebrail, bu kadının «dünya» olduğunu söyledi. Bundan sonra Rasûlullah yaşlı bir kadın ile karşılaştı. Cebrail dedi ki; dünyanın geriye kalan ömrünü bu kadının ömrüne kıyaslayın. Daha sonra bir kişi daha geldi ve o da, Rasûluliah'm dikkatini çekmek istedi. Rasûlullah onu da bıraktı. Cebrâîl dedi ki: Bu, şeytândı ve seni yolundan ayırmak istiyordu.
Kudüs'e vardıktan sonra Rasûlullah Burak'tan indi ve ipini diğer peygamberlerin bağladıkları yere bağladı. Rasûlullah (a.s.) Hz. Süleyman'ın tapmağına girdi. (Bu tapınak o sıralarda harabe halinde idi, ama izleri mevcûddu ve Bizans İmparatoru Jüstinianus buraya bir kilise inşâ ettirmişti). Rasûlullah orada, dünyanın kuruluşundan kendi zamanına kadar görevlendirilmiş olan peygamberleri gördü. Rasûlullah varır varmaz bu peygamberler namaz için saf düzenleyip ve kendilerine imamet edecek birini beklediler. Cebrâîl, Hz. Peygamberi elinden tutarak öne götürdü. Rasûlullah bütün peygamberlere imamlık yaptı. Bundan sonra Hz. Peygambere üç kap getirildi. Birinde su, ikincisinde süt, üçüncüsünde şarap vardı. Rasûlullah süt dolu kabı aldı. Cebrâîl kendisini kutladı ve dedi ki; siz fıtratın yolunu buldunuz.
Bundan sonra Rasûlullah'a bir merdiven takdim edildi; ve Cebrâîl bununla Rasûlullah'ı semâya götürdü. Arapça'da merdivene «Mi'-râc» denilir ve bu sebeple bütün bu olaya «mi'râc» denilmiştir.
Rasûlullah ilk semâya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü. Nöbetçi melekler; kim geliyor, diye sordular Cebrâîl (a.s.) kendi ismini söyledi. Melekler; seninle beraber olan kimdir? diye tekrar sordular. Cebrâîl; Muhammed, dedi. Kendisinin çağınlıp çağırılmadığını sordular. Cebrâîl; evet, dedi. Bunun üzerine kapı açıldı; ve Hz. Muhammed muhteşem bir şekilde karşılandı. Burada Rasûlullah; melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Ayrıca burada mükemmel ve ihtiyar bir insan ile de tanıştırıldı. Bu zât, boyu poşu ve vücûd yapısı itibarıyla eksiksiz bir insandı. Cebrâîl kendisinin Hz.Âdem (a.s.) olduğunu söyledi; yani sizin atanız. Bu zâtın sağında ve solunda pek çok kişi vardı. Hz.Âdem kendi sağına baktığı zaman seviniyor, soluna baktığı zaman da üzülüyor ve ağlıyordu. Rasûlullah: Mesele nedir? diye sordu. Cebrail dedi ki: Bunlar insan ırkıdır. Hz.Âdem, sağındaki iyi ve dürüst insanları görerek seviniyor, ama solundaki kötü ve sapık ev-lâdlarını görerek ağlıyor.
Bundan sonra Rasûlullah'a her şeyi ayrıntılı bir biçimde inceleme imkânı verildi. Rasûlullah bir yerde çiftçilerin tarlalarda çalıştığını gördü. Bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse, mahsûl o kadar büyüyordu. Rasûlullah, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki: Bunlar, Allah yolunda cihâd edenlerdir.
Rasûlullah daha sonra bazı kimselerin başlarının ezilmekte olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki; Bunlar, namaz için ağır hareket ediyorlardı ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı.
Rasûlullah {a.s.) yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki: Bunlar mallarından zekât veya sadaka vermiyorlardı.
Hz.Peygamber (a.s.), bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta olduğunu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman, bunlara daha çok tahta eklemekte olduğunu gördü. Rasûlullah bu kişinin kim olduğunu sordu. Dediler ki: Bu adam emânet ve mesuliyetin yükünü ta-şıyamıyordu, fakat bunları azaltmak yerine daha da arttırdı.
Hz.Peygamber bundan sonra bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesilmekte olduğuna tanık oldu. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki : Bunlar dedikoduculardır ki, serbestçe konuşuyor ve fitne yaratıyorlardı.
Rasûlullah bir yerde, bir taşta küçük bir delik gördü. Bu delikten kocaman bir boğa çıktı, daha sonra aynı deliğe dönmek istedi, ama giremedi. Rasûlullah, meselenin ne olduğunu sordu. Dediler ki : Bu fitne yaratan sorumsuz bir kişidir ki, önce düşünüp taşınmadan bir şey söylüyor veya fitne yaratıyor, ama sonra pişman olup hatâsını te-lâfî etmek istiyor, ama edemiyor.
Bir başka yerde adamlar hep kendi vücûdlarının etlerini kesip yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki : Bunlar başkalarına dil uzatıyorlar ve onlarla alay ediyorlardı.
Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı. Bunların tırnakları bakırdandı ve kendi ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Rasûlullah (a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki: Bunlar insanların arkasından konuşuyor ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı.
Bazı diğer kimseler vardı ki, dudakları develer gibiydi ve bunlar ateş yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki: Bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı.
Bundan sonra bazı diğer kimseler görüldü. Bu adamların bir tarafında gayet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş et vardı. Bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) dedi ki; bunlar kimlerdir? Dediler ki; bunlar kendilerine helâl olan koca ve kanlarım bırakıp, zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden erkek ve kadınlardır.
Rasûlullah bundan sonra göğüsleriyie asılı kadınları gördü. Rasûlullah, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki : Bunlar kocalarına onlardan olmayan çocukları musallat eden kadınlardır.
Bu gözlemler sırasında Rasûlullah bir melekle buluştu. Bn melek Rasûlullah'a çok soğuk davrandı. Rasûlullah Cebrail (a.s.)'e sordu : Şimdiye kadar görüştüğüm bütün melekler güler yüzlü ve nazikti, ama bu melek çok sert ve kaba davranıyor. Bunun sebebi nedir? Cebrail (a.s.) dedi ki; o gülmez ki, cehennemin bekçisidir. Bundan sonra Rasûlullah, Cehennemi görmek istedi. Cebrail (a.s.) derhal Rasûlullah (s.a.) in gözünün perdesini çekti ve Cehennem bütün dehşetiyle gözünün önüne geldi.
Bu safhadan geçtikten sonra Rasûlullah (a.s.) ikinci semâya vardı. Burada tanıştırılan ileri gelen ve mümtaz şahsiyetler vardı : Hz. Yahya ve Hz. îsâ (a.s.).
Üçüncü semâda Rasûlullah (a.s.) öyle bir şahsiyetle tanıştırıldı ki, kendisi yakışıklılığı bakımından yıldız gibi olan diğer insanların yanında, bir dolunay gibiydi. Kendisinin Hz. Yûsuf (a.s.) olduğunu öğrendi.
Rasûlullah (a.s.) dördüncü semâda Hz. İdrîs (a.s.), beşinci semâda Hz. Hârûn ve altıncı semâda Hz. Mûsâ (a.s.) ile tanıştı. Rasûlullah (a.s.) yedinci semâda göz kamaştırıcı ve muhteşem bir saray gördü. Bu saraya melekler girip çıkıyorlardı. Burada Rasûlullah (a.s.) kendisine çok benzeyen muhterem bir zâtla müşerref oldu. Kendisinin Hz. İbrahim (a.s.) olduğunu Öğrendi.
Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) daha çok yükseldi, tâ ki Sidret el^Müntehâ'ya vardı. Sidret el-Müntehâ, Yüce Allah'ın Dîvânı ile Mahlûklar Âlemi arasında bir sınırdır. Bu sınıra gelince, bütün yaratıkların bilgisi tükeniyor. Bunun ötesinde ne varsa o gaybdır, ki bunu Cenâb-ı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne bir peygamber ne de bir melek. Aşağıdan (yerlerden ve göklerden) ne geliyorsa burada kabul ediliyor ve yukardan (Arş-ı Muallâ) gelenler de buraya teslim ediliyor. İşte bu mevkide Rasûlullah'a cennet gezdirildi, kendisi hiç bir gözün göremediği, hiç bir kulağın duymadığı ve hiç bir zihnin tasavvur edemediği nimet ve imkânların Allah'ın sâlih kullarına te'mîn edildiğini gördü.
Cebrâîl, Sidret el-Müntehâ'da kaldı ve Rasûlullah sınırın ötesine geçti. Rasûlullah (a.s.) düz bir yere vardığında, Cenâb-ı Allah'ı bütün celâli ve cemâliyle gördü. Aralarında geçen konuşmada Cenâb-ı Allah tarafından şu emirler verildi :
Günde elli vakit namaz kılınması farz olundu.
Bakara sûresinin son iki âyeti vahyolundu.
Şirk hâriç bütün günâhların affedileceği belirtildi.
Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına iyi amel yazıldığı, bu ameli işlediği zaman da hesabına on iyi amel yazıldığı, fakat kötü amele niyetlendiği zaman hesabına hiç bir şey yazılmadığı ve bunu fiilen işlediği zaman da hesabına sâdece bir kötü amel yazıldığı ifâde olundu.
Hz. Peygamber Cenâb-ı Allah'ın huzurundan ayrıldıktan sonra aşağıya inince Hz. Mûsâ (a.s.) ile karşılaştı. Hz. Mûsâ, Rasûlullah'ın başından geçeni dinledikten sonra dedi ki : Ben İsrâiloğullarından acı bir tecrübe edindim. Bana öyle geliyor ki, ümmetin elli vakit namaza tahammül edemeyecektir. Gidin ve namaz sayısının azaltılması için ricada bulunun. Rasûlullah (a.s.) tekrar Yüce Allah'ın huzuruna çıktı ve namazların azaltılmasını rica etti. Namazlardan onu azaltıldı. Rasûlullah dönüşte yine Hz. Mûsâ ile karşılaştı ve Hz. Mûsâ kendisine aynı şeyleri söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) tekrar Allah'ın huzuruna çıktı. Bu defa da on vakit, namaz azaltıldı. Böylece her defasında namaz on vakit azaltıldı. En nihayet, günde beş vakit namaz kılınması emredildi, bu namazların elli vakit namaza eşit olduğu buyuruldu.
Dönüşte Rasûlullah aynı merdivenle Kudüs'e indi. Burada yine toplu halde bulunan peygamberlerle buluştu. Rasûlullah (a.s.) kendilerine muhtemelen sabah namazı kıldırdı Rasûlullah (a.s.) yine Burak'a bindi ve Mekke'ye döndü.
Sabah ilk önce Rasûlullah (a.s.) amca kızı Ümmühânî'ye başından geçenleri anlattı ve evden dışarı çıkmak istedi. Ümmühânî elbisesini tuttu ve dedi ki: Allah aşkına bu hikâyeyi halka anlatmayın. Yoksa onlara sizi alaya almak için bir koz daha vermiş olacaksınız. Fakat Rasûlullah (a.s.) : Ben bunu mutlaka anlatacağım, diyerek evden çıktı.
Rasûlullah (s.a.), Mescid-i Harâm'a varınca Ebu Cehil ile karşılaştı. Ebu Cehil; yeni bir haber var mı? diye sordu. Rasûlullah; var, dedi. Ebu Cehil; nedir? Rasûlullah; ben bu gece Kudüs'e gittim, dedi. Ebu Cehil; Kudüs'e mi? diye hayret etti ve ekledi; sen bir gecede Kudüs'e gittin ve sabah buraya geri döndün. Rasûlullah; evet, dedi. Ebu Cehil dedi ki; milleti toplayayım mı? Herkesin önünde aynı şeyi söyleyebilecek misin? Rasûlullah dedi ki; tabii. Bunun üzerine Ebu Cehil bağırıp, çağırıp herkesi etrafına topladı ve Rasûlullah (s.a.) in onlarla konuşmasını istedi. Rasûlullah (s.a.) herkese, geçirdiği tecrübeyi anlattı. Mi'râc vak'asmı dinledikten sonra millet Rasûlullah (s.a.) ı alaya aldı. Bazıları kahkaha atıyor, bazıları ellerini birbirine vuruyordu. Bazıları da şaşkınlık içinde başlarını elleri arasına almıştı. Kendi kendilerine şöyle diyordu : İki aylık yolculuk bir gecede. Allah Allah. İmkânsız eskiden senin deli divâne olduğunda biraz şüphemiz vardı, ama şimdi inandık ki, sen gerçekten aklını kaçırmışsın.
Rasûlullah'm Mi'râc ile ilgili anlattıkları, bir anda bütün Mekke'de herkes tarafından duyulmuş oldu. Bu olay, bazı müslümanların dinlerinden dönmelerine sebep oldu. Fesâdçı ve fitneci kişiler hemen Hz. Ebubekir (r.a.) e gittiler ve kendisine görünürde imkânsız olan bu olayı anlatmak suretiyle, Rasûlullah (s.a.^) a olan güvenini sarsmak istiyorlardı. Onlara göre, Hz. Peygamberin sağ kolu sayılan Hz. Ebube-kir'in İslâm'ı terketmesiyle İslâmî hareket tamamıyla çökecekti. Fakat Hz. Ebubekir (r.a.) in tepkisi tamamıyla değişik oldu. Hz. Ebubs-kir elayı dinledikten sonra dedi ki: Eğer bu olayı gerçekten Rasûlullah (s.a.) anlatmışsa mutlaka doğrudur. Bunda şaşılacak ne var? Ben her gün ona gökten haber geldiğini duyuyor, tasdik ediyorum.
Hz. Ebubekir (r.a.) daha sonra Mescid-i Harâm'a geldi. Orada hem Rasûlullah (s.a.) hem onunla alay eden topluluk vardı. Hz. Ebubekir (r.a.) kendisine gerçekten bu olayı anlatıp anlatmadığım sordu. Rasûlullah (s.a.) : Evet, dedi. Hz. Ebubekir (r.-a.) dedi ki: Ben Kudüs'ü görmüş ve gezmişimdir. Siz oranın haritasını ve plânını bana anlatın. Rasûlullah (s.a.) hemen oranın plânını açıkladı ve her şeyi öyle anlattı ki, sanki Kudüs onun gözünün önünde idi. Hz. Ebubekir (r.a.) in bu taktiğiyle Mi'râc vak'asım yalanlamaya çalışanlar büyük bir darba yemiş oldular.
Hicaz ve Mekke'den pek çok kişi ticâret için Kudüs'e gidip gelirlerdi. Kudüs'ü görmüş olan, Rasûlullah (s.a.) in anlattığı harita ve plânın doğru olduğunu kabul ettiler. Fakat bundan sonra da millet iyice tatmin olmamıştı ve başka deliller istiyordu. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Mi'râc yolculuğu sırasında ben şu yerlerden geçtim ve şu kafileye rastladım. Kafilelerde şu mallar vardı. Kafiledeki develer Burak'ı görünce sıçradılar ve bunlardan biri filanca vâdîye kaçtı. Ben, kafile-dekilere bu deve hakkında bilgi verdim. Dönüşte ben falan yerde falan kabilenin falan kafilesini gördüm. Herkes uyuyordu. Ben onların kapılarından su içtim ve suyun içildiğinin işaretini bıraktım. Rasûlullah (s.a.) bunun gibi bazı diğer şeyler söyledi. Hz. Peygamberin bu söyledikleri, daha sonra adı geçen yerlerden gelen kafileler tarafından doğrulandı. Böylece itiraz edenlerin dilleri sustu, ama kalplerinde dâima bir tereddüd ve kuşku kaldı, ve böyle bir şeyin nasıl olduğuna şaştılar. Bugün de pek çok kişinin aklı böyle bir olaya ermiyor.
Mi'râcın vukûbulduğu geceden sonra iki gün Cenâb-ı Allah tarafından Cebrail (a.s.) sık sık geldi ve farzolunan beş vakit namazın sa-atlarım Rasûlullah (s.a.) a açıklamaya çalıştı. Cebrail ilk önce bütün namazlarda Rasûlullah'a imamlık yaptı, daha sonra bunların saatları hakkında kendisine izahatta bulundu. İmâm Ahmed, Neseî, Tirmizî, tbn Hibbân ve Hâkim bu rivayeti Hz. Câbir İbn Abdullah'a atfen nakli etmişlerdir. İmâm Buhârî de, namazların zamanı konusundaki izahları Cebrail (a.s.) in yaptığını nakletmiştir. İmâm Ahmed, Tirmizî, Ebu Dâvûd, îbn Huzeyme, Dârekutnî, Hâkim ve Abdürrezzâk da benzeri bir rivayeti, Abdullah İbn Abbâs'a atfen nakletmişlerdir ve İbn Abdülberr ile Kâdî Ebu Bekr İbn el-Arabî bunu te'yîd etmişlerdir. İmâm Zührî'ye göre Hz. Ömer İbn Abdülazîz'in yanında Hz. Urve İbn Zü-beyr'in, Cebrail'in Rasûlullah'a namaz kıldırdığını anlatması üzerine kendisi hayret içinde şunları söyledi: Urve, düşünsene, sen ne söylüyorsun? Yani Rasûlullah, Cebrail'in imametinde namaz mı kılmıştır. Urve dedi ki: Ben Beşir İbn Ebu Mes'ûd'dan duydum ve Beşir de Ebu Mes'ûd el-Ensârî'den duydu, Ebu Mes'ûd el-Ensârî de bizzat Rasûlul-lah'tan duydu ki; Cebrail nazil oldu ve bana (Rasûlullah'a) imamlık yaptı ve ben onunla beş vakit namazlarımı kıldım. (Muvatta', Buhârî, Müslim, Abdürrezzâk ve Taberânî).
Mi'râc yolculuğundan dünyaya döndükten sonra Rasûlullah (s.a.) m Allah'tan getirdiği mesaj, Kur'an-ı Kerim'in İsrâ sûresinde 2-39. âyetlerine kadar kayıdlı bulunuyor. Bu mesajı ele alın ve de bu mesajın verildiği, Hicret'ten bir yıl önceki mesajlara bakın. Göreceksiniz ki bu mesajda, İslâmî ilkeler üzerinde yeni bir devletin kurulmasından önce, Rasûlullah ve sahabelerinin ihtiyâç duydukları bütün direktifler yer almıştır.
Bu mesajda Mi'râctan bahsedildikten sonra ilk önce İsrâiloğulla-nnın tarihinden ibret alınması istenmiştir. İsrâiloğulları, Mısır'lılara köle olmaktan kurtarıldıktan sonra serbest bir hayat yaşamaya başladılar. O sırada onların hidâyeti için Cenâb-ı Allah, bir kitab indirdi ve kendi hakkında emir ve direktifin tek kaynağının yine kendisi olduğunu bildirdi. Ne var ki İsrâiloğulları, Allah'ın bu nimeti için minnet ve şükranlarını bildirmek yerine nankörlük ettiler ve yeryüzünde sâlih ve ıslahatçı olmak yerine fesâdçı ve isyancı oldular. Bunun neticesinde Cenâb-ı Allah, İsrâiloğullarını bir defa Bâbil'lilere ezdirdi ve ikinci defa da Roma'lı ve Bizans'lıları onlara musallat etti. Cenâb-ı Allah bu ibret verici tarihten örneker vererek, müslümanların doğru yolu ancak Kur'an-ı Kerim vasıtasıyla bulacaklarını belirtmiştir. Ayrıca müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'e tabi olmaları halinde büyük mükâfat alacaklarım da kaydetmiştir.
Bu mesajda dikkat çekilen ikinci husus da, her insanın kendi amel ve ahlâkı için kendisinin sorumlu oluşudur. Bir insanın kendi ameli, onun kaderini ta'yîn eden öğedir. Eğer bir insan doğru yolda yürüyor ise kendisi için yürüyor, yanlış yolda yürüyorsa kendisi için. Faydası ve zararı hep kendisine aittir. Bu şahsî mes'ûliyet hususunda kimse kimsenin arkadaşı veya ortağı değildir. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur. O halde sâlih bir toplumun her ferdi, kendi şahsî mes'ûliyetlerini gözönünde bulundurmalıdır. Başkaları ne yaparsa yapsın, onları daha sonra düşünebilir. İlk ence kendini düşünmelidir ve kendisinin ne yaptığına dikkat etmelidir.
Bu mesajda anlatılan üçüncü husus, bir toplumun çöküşü veya yok oluşunda en büyük rolün, o toplumun üst sınıfının yozlaşmasına âit olduğudur. Balık baştan kokar misâli bir toplumu mahveden şey; o toplumdaki büyük, zengin, soylu ve muktedir kişilerin ahlâk ve karakterlerinin bozulmasıdır. Bir milletin batmasından önce o milletin seçkin insanları fuhuş, zulüm, ahlâksızlık, yolsuzluk, zina, kumar, hırsızlık, soygunculuk, yalancılık ve sahtekârlık yaparlar. Bu kötülük, fitne ve ahlâksızlıklar nihayet o toplum ve milletin sonu olur. O halde kendi kendine düşman olmayan bir toplum, siyasî iktidarın ve ekonomik kaynakların basit, âdî, alçak ve ahlâksız insanların elinde bulunmamasına dikkat etmelidir.
Adı geçen mesajda ayrıca, Kur'an-ı Kerîmin diğer yerlerinde de çeşitli vesilelerle dile getirilen bir hususa daha dikkat çekilmiştir. Yani dünya ile âhiret arasındaki fark ve bu hususta müslümanlarm alması gereken tavır. Burada insanların sâdece bu dünyada kazanç, başarı ve mutluluklarını arzulamaları halinde kendilerine bütün bunların ihsan olunacağı, ama sonucun çok kötü olacağı kaydedilmiştir. Fakat gerek bu dünyada gerekse öbür dünyada kalıcı bir başarı ve mutluluğun, ancak insanın âhirette sorguya çekileceği ve hesâb vermeye mecbur olacağını gözönünde bulundurmasıyla mümkün Qİacağı ifâde olunmuştur. Dünyayı seven bir insanın mutluluk ve refahı, görünüşte yapıcı ve yararlı görülüyor. Ancak bu yapıcı niteliğinin arkasında zararlı ve tehlikeli yönleri vardır. Zîrâ dünyayı isteyen bir kimse, âhirette cevab verme kaygısı taşımamasından dolayı bir insanın sahip olduğu ahlâk ve faziletinden mahrum kalıyor. Bu fark, dünyada âhire-te inanan ve inanmayanlar arasında bariz ve açık bir biçimde ortaya çıkıyor ve hayatın diğer safhalarında daha da belirginleşiyor. Tâ ki, âhirete inananın hayatı büsbütün bir başarı simgesi haline gelmişken, âhirete inanmayanın hayatı tamamıyla boş ve başarısız kalır.
İslâm Medeniyetinin Temel İlkeleri30
İslâm Medeniyetinin Temel İlkeleri
Mesajın girişindeki bu temel buyruklardan sonra üzerlerinde İslâm toplumu ve İslâm medeniyetinin kurulması gereken belli başlı ilkeler sayılmıştır. Bu temel ilkeler sayı itibarıyla on dörttür, biz bunları mesajda yer alan sıraya göre aşağıya kaydediyoruz :
Tek Allah'ın yerine başka varlıkların ilâhlığına inanılmama-lıdır. Tapılacak, itaat edilecek, kulluk edilecek ve saygı gösterilecek tek ilâh O'dur. Allah'ın dışında başka kimseye itaat kabul edildiği takdirde kötü sonuçlar doğar ve kullar Allah'ın bütün bereketlerinden mahrum kalırlar. Halbuki Allah'a tâbi olma ve itaat etmenin sonuçları bambaşkadır 5
İnsan hakları babında başta gelen hak ana-baba hakkıdır. Ev-lâdlar ana-babalarına son derece bağlı ve saygılı olmalıdırlar. Toplumun genel ahlâkı öyle olmalıdır ki; evlâdlar, ana-babalanndan habersiz ve onlara saygısız olmamalı, aksine onlara iyi muamele etmelidirler. Evlâdlar, anne ve babalarına gereken ilgiyi göstermeli ve yaşlandıkları zaman onlara hakkıyla bakmalıdırlar. Zîrâ anne ve babaları da onlar çocukken bakmışlardı.6
Toplum hayatında işbirliği, yardımlaşma, sevgi, şefkat, saygı, hakkı bilme ve tanıma, herkesin hakkını verme gibi erdemler canlı tutulmalıdır. Bir akraba, başka bir akrabasına her türlü yardımı yapmalıdır. Muhtaç ve çaresiz bir insan, toplumun kendisine yardım edeceğinden emin olmalıdır. Bir yolcu nereye giderse gitsin, herkesin kendisini ağırlayacağından veya hiç olmazsa güler yüzlü davranacağından emîn olmalıdır ki, kimse hakkının yenmesinden veya kendisine haksızlık yapılmasından yakınmasın. İnsanlar birbirine yardım ederken, bunu bir lütuf veya ihsan değil, bir vazife ve mükemmeliyet kabul etmelidirler. Bir insan başkalarına herhangi bir yardım veya iyilikte bulunamıyorsa Allah'tan af dilesin ve O'ndan kendisinin başkalarına yardım etmesini sağlayacak bir takım imkânlar istesin.7
İnsanlar kendi servetlerini çar-çur etmesinler ve yanlış yollarda harcamasınlar. Servetlerini sâdece gösteriş, riya, fısk u fücur ve kötü yollarda sarf etmesinler; aksine iyi ve hayır işlerde kullansınlar, fakir fukaraya yardım etsinler. Aslında serveti yanlış yollarda kullanmak; Allah'ın nimetlerini inkâr etmek veya ona nankörlük etmek anlamına gelir. Servetlerini bu şekilde har vurup harman savuranlar şeytânın kardeşleridir-. Salih ve temiz bir toplum bu tür israf ve yolsuzluğa dur demelidir.
İnsanlar para konusunda tutumlu davranmalıdırlar. Ne servetin birkaç elde toplanmasına veya toprağa gömülmesine sebep olacak kadar cimri olsunlar, ne de hem kendi hem toplumun bireylerinde yapılması gereken harcamaları yapmama ve yapılmaması gereken harcamalardan sakınmama hissi varolmalıdır.8
Cenâb-ı Allah'ın kendi rızkını dağıtmak amacıyla kurduğu nizâm, insanların yapay tedbirleriyle önlenmesin veya engellenmesin. Cenâb-ı Allah rızkın dağıtımı konusunda az veya çok, küçük veya büyük gibi farklara yer vermiştir; bunu eşit bir düzeyde tutmamıştır. Bu farklılığın hikmetini yalnız Allah biliyor. Onun için doğru ve uygun bir ekonomik düzen Allah'ın koyduğu bu kurala ters değil, uygun olmalıdır. Tabiî, eşitsizlik veya dengesizliği sun'î şekilde eşit hale getirmeye çalışmak ya da bu dengesizliği aşırı uçlara götürmek yanlıştır.9
Nesillerin doğup büyümesinin, yemek yiyen kişilerin artmasıyla malî ve gelir kaynaklarının azalacağı veya yetişemeyeceği düşüncesiyle durdurulması büyük bir hatâdır. Bu düşünce ve kaygı ile, doğan çocukları öldürenler zannediyorlarki, rızık veya gelir dağılımı kendilerinin ellerindedir. Halbuki rızık veren, insanları dünyaya yerleştiren Yüce Allah'tır. Cenâb-ı Allah nasıl dünyaya şimdiye kadar gelenlerin rızkını vermişse; bundan sonra da gelenlere yiyecek, içecek te'mîn edecektir. Nüfus ne kadar artıyorsa, Cenâb-ı Allah gelir kaynaklarını da o kadar arttırır. Onun için insanlar, Allah'ın yaratıcılık işlerine karışmasınlar ve şartlar ne olursa olsun, nesilleri budama, yok etme yollarına gitmesinler.10
Zina, kadın-erkek ilişkilerinin en yanlış şeklidir. Zina sâdece yasaklanmamalıdır, ayrıca kadın ve erkeklerin buna sürüklenmelerini mümkün kılan bütün sebepler ortadan kaldırılmalıdır11.
Cenâb-ı Allah, insan hayatının hürmete lâyık bir şey olduğunu belirtmiştir. Onun için, bir insan ne kendi canına kıyabilir ne de başkalarının canına. Allah'ın koyduğu bu yasak ancak Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesini îcâbettiren şartlarda ortadan kalkabilir. Böyle bir durumda, ancak işin îcâbı olduğu kadar cana kıyılman veya kan dökülmelidir. Öldürme işinde her türlü israf veya ifrat yasaktır. Meselâ intikam almak için, esâs suçluların dışında başkalarının öldürülmesi caiz değildir. Suçlunun eziyet ve işkence edilerek öldürülmesi, ya da öldürülmesinden sonra ölüsüne saygısızlık yapılması ve buna benzer diğer hareketler de kesinlikle yasaktır.12
Yetimlerin menfaati, onlar kendi kendilerini besleyecek hale gelinceye kadar korunmalıdır. Yetimlerin malları, menfaatlarına aykırı bir şekilde kullanılmamalı ve harcanmamahdır. 13
Söz; ister bir ferd ister bir millet tarafından verilsin, tam olarak yerine getirilmelidir. Taahhüd, muahede, mütâreke veya anlaşmanın ihlâli için Allah katında büyük azâb vardır.14
Ölçü ve ağırlık âletleri ve birimleri iyi ve hilesiz olmalıdır. Alış verişte hiç bir hîle ve kötülük yapılmamalıdır15.
İnsanlar, doğru veya uygun olduğunu bilmedikleri bir şey veya kişinin peşinden koşmamalıdırlar. İnsanlar kendi fiil ve sözlerine iyice dikkat etmeli ve ona göre kendilerine çeki düzen vermelidirler. Zira, âhirette kendi gördükleri, duyduklrı ve gönüllerinde taşıdıkları niyet, fikir ve karârları hakkında Cenâb-ı Allah'a hesâb vermek zorunda kalacaklardır.16
İnsanlar yeryüzünde zâlim, gaddar ve mağrur olmamalıdırlar. Kasılıp, böbürlenmemelidir. Zîrâ, insan kasılarak ne ayağının altındaki toprağı yırtabilir ne de gururlanarak yükseklikte gökleri geçebilir17.
İşte Rasûlullah (s.a.) Mi'râcta Cenâb-ı Allah'tan aldığı ve dünyaya getirdiği mesaj bu ilkelerden ibaretti. Ve Rasûlullah (s.a.) in kısa bir süre sonra Medine'ye geçip üzerinde İslâm toplumu ve devletini kurduğu altın ilkeler bunlardı.
Mi'râcın Bir Başka Cephesi32
Mi'râcın Bir Başka Cephesi
Mi'râcın bir başka cephesi de var ki, bunu bu bahsimizde ele almamız yerinde olacaktır. Bunu aşağıda belirtmeye çalışacağız :
Kur'an-ı Kerîm'in Necm sûresinde Rasûlullah (s.a.) m Hz. Cebrail'i ilk kez asıl şekliyle gördüğüne dâir ma'lûmât vardır. Bu sûrede Cebrail'in ilk önce ufukta görüldüğü, daha sonra Rasûlullah (s.a.) a iki yaylık bir mesafeye kadar yaklaştığı ve o sırada kendisine Allah'tan vahiy getirdiği kaydedilmiştir. Bundan sonra şöyle denilmiştir :
«Rasûl'ün kalbi, gördüğünü tekzîb etmedi. Şimdi siz, onun gördüğü şeye karşı kendisi ile mücâdele mi edeceksiniz?» (Necm, 11-12)
Yani Rasûlullah (s.a.), uyanık iken ve gün ışığında geçirdiği bu tecrübeden sonra bunun bir bakış hatâsı, hayâl veya Şeytân'm bir hî-lesi olduğunu düşünmedi. Rasûlullah (s.a.) bu meleğin Cebrail olduğu ve getirdiği mesajın Allah tarafından inen bir vahiy olduğu konulunda herhangi bir şüphe veya tereddüde kapılmadı.
Şimdi aklımıza bir soru geliyor. Hz. Peygamber (s.a.) geçirdiği bu fevkalâde tecrübe hakkında neden herhangi bir şüpheye veya tereddüde kapılmadı? Neden, bir an için duraklayıp gördüklerinin doğru olup olmadığını araştırmadı? Neden gördüklerinin sâdece bir rü'yâ, hayâl, görüntü, şeytân'ın bir hilesi veya başka bir şey olduğunu sanmadı? Bu soruyu gözden geçirdiğimiz zaman, Rasûlullah (s.a.) in herhangi bir kuşkuya kapılma masının beş sebebi ortaya çıkar. Bunları şöyle sıralayabiliriz :
Bu vak'anm meydana gelişinin haricî şartlan, bunun doğru olduğunu gösteren mâhiyette idiler. Rasûlullah (s.a.), bu tecrübeyi karanlıkta, murakabe, uyku veya dalgınlıkta geç irmem iş ti, aksine şafak söküyordu, kendisi tamamıyla uyanıktı. Hava açıktı ve her tarafta aydınlık vardı. Rasûlullah (s.a.) gün ışığında ve dünyanın herhangi bir şeyini gerebileceği şekilde Cebrail'i görmüştü. Nasıl ki, gündüz bir insan nehir, dağ, insan, hayvan veya evi gördükten sonra herhangi bir şüpheye kapılmaz, Rasûlullah (s.a.) da gözlerinin iyi görmediği kanâ-atına varmadı.
İkincisi, Rasûlullah (s.a.) in iç dünyası da, başından geçen bu tecrübeyi doğrular nitelikte idi. Rasûlullah (s.a.) uyanık, akıl, zihin ve hislerin yerinde olduğu bir sırada olanları görmüştü. Zihni boştu ve daha önceden böyle bir gözlem veya tecrübeden geçmemişti. Kafasını meşgul eden başka bir şey de yoktu. Bu hâlet-i rûhiyede Rasûlullah (s.a.) in, gözlerinin gördüğü bir şeyden şüphe etmesine gerek yoktu.
Üçüncüsü, Rasûlullah (s.a.) in gördüğü şahsiyet de muhteşem ve mükemmeldi. Bu şahsiyet öylesine güzel, cazibeli, temiz, yakışıklı, parlak ve göz kamaştırıcıydı ki Rasûlullah (s.a.) bunu hiç bir zaman aklına bile getirmemişti. Bu, onun tahmin ettiğinden ds daha güzel ve çekici bir şahsiyetti. Hiç bir cin veya şeytân böylesine mükemmel bir şekle giremezdi. Bu, olsa olsa bir melek olacaktı. Hz. Abdullah İbn Mes'ûd'un rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Ben Cebrail'i gördüm, eyleki, sanki altı yüz kolu vardı. (Müsned-i Ahmed). Başka bir rivayette İbn Mes'ûd bu ifâdeyi daha da açıyor ve diyor ki; Cebrail'in kolu, bütün ufku kaplayacak kadar büyüktü. Kur'an-ı Ke-rîm'de Cenâb-ı Allah da Cebrail (a.s.) i «Şedîd-ül Kuvâ» (Bünyesi kuvvetli olan) ve «Zû-Mirratin» olarak ta'rîf etmiştir.
Dördüncüsü, Rasûlullah (s.a.) in gördüğü varlığın getirdiği mesaj ve ta'lîmât da onun doğru olduğunu kanıtlıyordu. Rasûlullah (s.a.) in bu varlık vasıtasıyla aldığı dünya ve kâinat ile ilgili bilgi daha önceden kendisi tarafından bilinmiyordu, hattâ bunun bir tasavvuru bile zihinde yoktu. Bu bakımdan kendi bilgi ve düşüncelerinin böyle bir varlık şeklinde ortaya çıktığı şüphesinin uyanması için bir sebep yoktu. Aynı şekilde bu bilginin, şeytân veya hemcinslerinden geldiği de düşünülemezdi. Zîrâ, bir şeytân insanlara şirk ve kötülükten men'e-den bir mesajı nasıl getirebilir? Bir şeytân, insanların Allah'a inanmasını, âhireti düşünmesini, câhiliyyetin örf ve âdetlerini terketme-sini, ahlâk ve fazilete önem vermesini nasıl isteyebilir?
Beşinci ve en önemli sebep de şuydu : Cenâb-ı Allah bir insanı peygamberlik makamına getirdikten sonra kalbinden her türlü vesvese, şüphe ve kuşkuyu çıkarır ve yerini güven ve inançla doldurur. Bu durumda bir peygamber ne görüyor ne duyuyorsa onların şekli ve mâhiyeti hakkında herhangi bir tereddüde ve kuşkuya düşmez. Bir peygamber, Allah tarafından gelen her emir ve ta'lîmâtı bütün açık kalblilikle kabul eder. Bu emir ve ta'lîmât; ilham ve vahiy şeklinde de olabilir ve gözle görülür bir gerçek gibi de. Bu durumlarda bir pey-peygamber, şeytân'ın her türlü müdâhalesi ve fitnesinden mahfuz olduğundan emin olur. Kendisine gelen emir ve ta'lîmâtın Rabbından geldiğine yüzde yüz emin olur ve bu hususta herhangi bir yanılgıya imkân olmadığını bilir. Nasıl ki, bir balık kendisinin suda yüzebileceğinden, bir kuş havada uçacağından ve insan kendisinin insan olduğundan emin olur, bir peygamber de Allah vergisi hissiyle kendisinin peygamber olduğuna inanır. Bir peygamber bir an için bile kendisini yanlış olarak peygamber sandığını düşünmez.
Bundan sonra Necm sûresinde şöyle buyurulmuştur :
«Yemin olsun ki, onu bir defa daha gördü. Sidret el-Müntehâ yanında. Cennet el-Me'vâ onun (Sidre) nin yanındadır. O Sidre, Allah'ın nuruyla örtülmüştür. (Hz. Peygamberin) gözü gördüğünden ne kaydı ne de şaştı. And olsun ki, Rabbının alâmetlerinin en büyüğünden bir kısmını gördü.» (13-16)
İşte burada Cebrail'in Rasûlullah (s.a.) ile asıl şekliyle görüşmesine temas edilmiştir. Buluşma yerinin adı «Sidret el-Müntehâ» olarak gösterilmiştir. Ayrıca bunun «Cennet el-Me'vâ» ya yakın olduğu kaydedilmiştir.
«Sidre» Arapça'da hünnap'a veya lotus ağacına denir. Müntehâ da sıranın sonu mânâsındadır. Böylece, «Sidret el-Müntehâ» nın sözlük anlamı; «uç noktada- veya sıranın sonunda bulunan hünnap veya lotus ağacı» dır. Allâme Âlûsî, «Ruh el-Meânî» isimli eserinde bunun açıklamasını şöyle yapmıştır : «Burada dünyaların bütün ilmi son buluyor ve bundan sonra ne varsa onlan ancak Allah biliyor.» Hemen hemen aynı açıklamayı İbn Cerîr kendi tefsirinde ve İbn Esîr «En-Ni-hâye fî Garîb-il Hadîs ve'1-Eser» adlı kitabında yapmışlardır. Bizim için bu maddeler âleminin son sınırında, hünnap veya lotus ağacının nasıl olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Bunlar aslında Allah'ın kâinatının, bizim aklımızın eremeyeceği sırlandır. Her ne olursa olsun, bu ağacın mâhiyetini açıklamak için insanların dilinde «Sidre» den daha uygun bir kelime yoktu ve bunu Cenâb-ı Allah aynen Hz. Pey-gamoer (a.s.) e tanımlamış oldu.
Cennet'ül-Me'vâ'nın sözlük anlamı; oturulacak yer olan Cennettir. Hz. Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi bu Cennet, âhiret'te îmân ve takvâ sahiplerinin ikâmetgâhı olacaktır. Hasan-ı Basrî yukardaki âyetleri tefsir ederken söz konusu Cennet'in göklerde olduğunu ifâde etmiştir. Katâde'ye göre ise Cennet; şehîdlerin ruhlarının yerleşeceği yerdir, âhirette herkesin gideceği Cennet değildir. İbn Abbâs (r.a.) da aynı ifâde de bulunuyor ve diyor ki; âhirette îmân sahiplerine verilecek Cennet, göklerde değil yerdedir.
«O sidre, Allah'ın nuruyla örtülmüştür» tabiri gösteriyor ki; bu nur veya tecellînin şanı ve keyfiyeti, anlatılamayacak kadar muhteşemdir. Bu, öyle bir nûr ve tecellîdir ki; ne insan bunu tasavvur edebilir ne de insan dili bunu ifâde edebilir.
Yukarıdaki âyetlerde ayrıca Cenâb-ı Allah'ın bu nûr ve tecellîsini gördükten sonra Rasûlullah'ın, ne gözlerinin kamaştığı ne de aşırı heyecan gösterdiği anlatılmıştır. Rasûlullah (a.s.) in kendi nefsine ve hislerine hâkimiyeti o kadar mükemmeldi ki, dikkatini ve teveccühünü uğruna çağrılmış olduğu asıl amaç ve hedeften bir an bile ayırmadı. Rasûlullah (s.a.) hâşâ acemi bir seyirci gibi etrafıncla varolan sayısız nesne ve ilgi çeken şeylere bakmakla meşgul olmadı> Rasûlullah (s.a.) olgun ve tecrübeli bir kişi gibi davrandı ve asıl maksadını bir an bile gözünden uzaklaştırmada Yüce Allah'ın yeri, büyük bir imparator veya pâdişâhın muhteşem dîvânı ile bile mukayese edilemeyecek kadar ihtişam dolu idi. Rasûlullah burada soylu ve akıllı bir misafir gibi hareket etti.
Rasûlullah (s.a.) Gerçekten Allah'ı Gördü mü?. 33
Rasûlullah (s.a.) Gerçekten Allah'ı Gördü mü?
Son âyette Hz. Peygamber (s.a.) in Rabbmın belli başlı âyet veya işaretlerini gördüğü kaydedilmiştir. Bu âyetten Rasûlullah (s.a.) in Yüce Allah'ı değil, O'nun âyet ve işaretlerini gördüğü anlaşılıyor. Burada anlatılanlara dikkat edildiği takdirde Rasûlullah (s.a.) in bu ikinci buluşma ve mülakatının, ilk defaki buluşmasında gördüğü aynı varlıkla olduğunu anlarız. Bu demektir ki, bu bölümün başında belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (s.a.) ilk defa ufukta gördüğü ve kendisine iki yaylık mesafeye kadar yaklaşmış olan varlık Allah değildi. Aynı şekilde Rasûlullah (s.a.) in Sidret el-Müntehâ'da gördüğü varlık da Allah değildi. Bu her iki yerde Rasûlullah (s.a.) Allah'ı gerçekten görmüş olsaydı, burada mutlaka açıklanmış olurdu. Zîrâ, olayın ehemmiyeti ve azameti bunu gerektirirdi. Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Musa'nın hikâyesi anlatılırken, kendisinin Allah'ı görmek istediği ve kendisine şu cevab verildiği kaydedilmiştir : «Beni kat'iyyen göremezsin.» (A'râf, 143). Görüldüğü gibi bu şeref Hz. Musa'ya verilmemişti. Durum böyle iken, Hz. Peygamber (s.a.) gerçekten böyle bir şerefe nail olsaydı; bunun için açık ve kuvvetli ifâde kullanılırdı. Ne var ki, Rasûlullah (s.a.) in Allah'ı gördüğü Kur'an-ı Kerîm'de hiç bir yerde anlatılmamıştır. Hattâ İsrâ sûresinde de Mi'râctan bahsedilirken Rasûlullah (s.a.) a sâdece bazı âyetler gösterildiği kaydedilmiştir. Yukarıdaki âyette de benzeri bir ifâde kullanılarak «Rabbmın alâmetlerinin en büyüğünden bir kısmını gördü» denilmiştir.
Bu sebeple, zahiren Rasûlullah (s.a.) in Allah'ı görüp görmediği konusunun tartışılmasına hiç imkân kalmıyor. Aynı şekilde Rasûlullah (s.a.) in Allah'ı mı, yoksa Cebrail (a.s.) ı mı gördüğünün tartışması için de herhangi bir imkân kalmıyor.18
2 — Musa'ya da kitabı verdik. Ve onu, İsrâiloğullan için bir hidâyet kıldık. Beni bırakıp başkasını vekil edin-meyesiniz diye.
3 — Nuh ile beraber taşıdığımız kimselerin soyunu da. Gerçekten o, çok şükreden bir kul idi.
Allah Teâlâ kulu Muhammed'i mi'râca çıkardığını hatırlattıktan sonra, kulu ve kelimi olan Musa'nın zikrini buna bina ediyor, çünkü Allah Teâlâ çoğunlukla Hz. Peygamber'le birlikte Hz. Musa'yı da zikreder. Tevrat'la birlikte Kur'an'ı da zikreder. Bunun için mi'râc olayını zikrettikten hemen sonra «Musa'ya da kitabı verdik» buyuruyor. Yani Tevrat'ı. Ve o kitabı İsrâiloğullan için bir kılavuz kıldık. Tâ ki onlar Allah'tan başka bir mâ'bûd, yardımcı ve dost edinmesinler. Zîrâ Allah Teâlâ gönderdiği her peygambere yalnızca kendisine ibâdet etmeleri ve başkalarını kendisine ortak koşmamalarını bildirmiştir.
Müteakiben de «Nûh. ile beraber taşıdığımız kimselerin soyunu» da buyuruyor. Bunun takdiri şöyledir : Ey Nuh'la beraber taşıdığımız kimselerin soyundan olanlar. Bu ifâdede Allah'ın lutfuna karşı teşvik ve îkâz yer almaktadır. Ve denilmek istenmektedir ki: Bununla beraber gemide taşıyıp ta kurtardıklarımızın soyundan gelenler babanıza benzeyin, çünkü babanız «Gerçekten çok şükreden bir kul idi.» Öyleyse size Hz. Muhammed'i peygamber olarak göndermemdeki nimsti-mi hatırlayın. Seleften nakledilen haberlerde Nûh Aleyhisselâm'ın yemesinde, içmesinde, giymesinde ve her işinde Allah'a hamdatmesi nedeniyle «şükreden kul» adını aldığı zikredilir.
Taberânî der ki: Bize Ali İbn Abdülazîz... Sa'd İbn Mes'ûd es-Se-kafî'den nakletti ki o, şöyle demiş : Nûh Aleyhisselâm'a çok şükreden kul adının verilmesinin nedeni yerken, içerken Allah'a hamdetmesi-dir. İmâm Ahmed der ki : Bize Ebu Üsâme... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Doğrusu Allah Teâlâ, kulun yemek yeyip veya içeceğim içip Allah'a hamdetmesinden hoşnûd olur. Müslim, Tirmizî ve Neseî de Ebu Üsâme tarîkıyla Enes İbn Mâlik'den bu hadîsi rivayet ederler. Mâlik de Zeyd İbn Eslem'in her halükârda Allah'a hamdettiğini söyler. Buhârî bu konuda Ebu Zür'a kanalıyla Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ben kıyamet gününde insanların efendisiyim... Daha önce geçen bu hadîsi uzun uzadıya zikrederek şu kısmım da kaydeder : İnsanlar Nuh'a gelirler ve derler ki : Ey Nûh, sen yeryüzünde gönderilmiş olan peygamberlerin ilkisin. Allah sana «şükreden kul» adını verdi.. Bizs Rabbın huzurunda şefaat et... Ve hadîsi bütünüyle zikreder.19
4 — Isrâiloğullarına kitabda hükmettik ki: Doğrusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve kibirlen-dikçe kibirleneceksiniz
5 — O ikiden birincisinin vakti gelince, üzerinize çok güçlü olan kullarımızı saldık. Onlar memleketin her köşesini kontrollarma aldılar. Bu, yerine gelmiş bir va'd idi.
6 — Bundan sonra sizi onlara tekrar gâlib getirdik. Mallar ve oğullarla size yardım ederek sayınızı artırdık.
7 — Eğer ihsan ederseniz, kendiniz için ihsan etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir. Diğerinin vakti gelince; yüzünüzü karartsınlar mescide ilk defa girdikleri gibi girsinler ve ele geçirdikleri yeri harâb etsinler diye onları tekrar göndeririz.
8 — Belki Rabbınız size merhamet eder. Eğer dönerseniz Biz de döneriz ve Biz, cehennemi kâfirler için bir zindan kılmışızdır.
İsrailoğullarına Verilen Emir34
İsrailoğullarına Verilen Emir
Allah Teâlâ bildiriyor ki: Kitabda İsrâiloğullarına şöyle hükmetmiş : Yani onlara şu karârını bildirip indirdiği kitabta haber vermiş : Onlar yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve büyüklendikçe oüyükleneceklerdir. İnsanlara karşı kötü davranacak cebbar ve azgın hareket edeceklerdir. Nitekim Hicr sûresinde de onlar hakkında şöyle buyurmuştur : «Böylece bunların sonlarının kesilmiş olarak sabah edeceklerini bildirdik.» (Hıcr, 66) Yani onlara böylece haber verip kendilerine bildirdik. Yukarda anılan iki bozgunculuktan birincisinin «Vakti gelince üzerinize çok güçlü olan kullarımızı saldık.» Yaratıklarımızdan kuvveti hazırlığı ve sultası çek fazla olan bir orduyu üzerinize musallat ettik der. «Onlar memleketin her köşesini kontrolla-rına alırlar.» Ülkenizi alıp evlerinizin her tarafına girerler, giderler, gelirler. Hiç bir kimseden korkmazlar. «Bu, yerine gelmiş bir va'd idi.»
Müfessirler, Selef ve Halef bilginleri İsrâiloğullarına musallat edilen bu kimselerin kimliği hakkında ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbâs ve Katâde; bunun Câlût el-Gezeri ve ordusu olduğunu, önce üzerlerine musallat edildiğini, sonra da onu yendiklerini, Davud'un Câlût'u öldürdüğünü bildirirler. Bunun için Allah Teâlâ «Bundan sonra sizi onlara tekrar gâlib getirdik. Mallar ve oğullarla size yardım ederek sayınızı artırdık.» buyuruyor. Saîd İbn Cübeyr ise; üzerlerine salınan bu kişinin, Musul hükümdarı Sencârîb ve ordusu olduğunu söylerken; o ve başkaları da Bâbil kralı Buhtunnasr (Nabu-Kudur-Usur) olduğunu söylerler. İbn Ebu Hatim; Buhtunnasr'm bir durumdan diğer duruma nasıl geçtiğini, ülkeye nasıl hâkim olduğunu, önceleri halktan yemek ve kuvvet isteyen yollarda oturan zayıf bir fakır olduğunu, sonra bu durumunun değişip güçlendiğini Beyt el-Makdîs diyarına yürüdüğünü ve İsrâiloğullarından. birçok insanı öldürdüğü ga-rîb bir kıssa halinde zikreder. İbn Cerîr Taberî de burada Huzeyfe'ye isnâdla uzunca bir merfû' hadîs nakleder ki, şüphesiz bu hadîs mev-zû'dur. Azıcık bir hadîs bilgisine sâhib olan kimse onun mevzu' olduğundan şüphe etmez. Ne gariptir ki İbn Cerîr Taberî, bunca imamlığına ve üstün yerine rağmen böyle bir mevzu' hadîse iltifat etmiştir. Şeyhimiz Hafız, Allâme Ebu'l-Haccâc el-Mizzî merhum bunun mevzu' ve yalan olduğunu açıkça belirtmiş ve kitabın kenarına da yazmıştır. Ben bu konuda, pek çok İsrâiliyâta dayalı haberler gördüm. Ancak bunları zikrederek kitabı uzatmak istemedim. Bu haberlerden bir kısmı mevzu' idi ve onu da zındıklar vaz'etmişlerdir. Bir kısmının doğru olması muhtemeldir. Ancak bizim onlara ihtiyâcımız yoktur. Hamd Allah'a mahsûstur. Allah'a hamdolsun ki Allah Teâlâ'nın Kitab-ı Mü-bîn'inde bize anlatmış olduğu şeyler ,ondan önceki diğer kitaplara baş vurmamıza gerek bırakmayacak kadardır. Allah ve Rasûlü, bizi onlara muhtaç etmemiştir. Allah Teâlâ İsrâiloğullarının azgınlığa dalıp isyan etmeleri üzerine kendilerine düşmanlarını musallat ettiğini ve kanlarını helâl kılarak evlerine çepeçevre girdiklerini, onları zelil ve makhûr hale getirdiklerini bunun da uygun bir ceza olduğunu, Rab-bınm kullarına asla zulmetmeyeceğini haber veriyor. Doğrusu onlar Allah'a çok isyan etmişler, bilginler ve peygamberlerden bir topluluğu öldürmüşlerdi.
İbn Cerîr Taberî der ki : Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Yahya İbn Saıd'den nakleder ki; o, Saîd İbn Müseyyeb'in şöyle dediğini duydum demiştir : Buhtunnasr Şam'a hâkim cldu. Mukaddes evi harâb edip İsrâiloğullarım öldürdü. Sonra Şam'a geldi, orada bir süpürüntü içerisinde kanın kaynadığını gördü. Bu kan nedir? diye onlara sorduğunda; dediler ki: Biz babalarımızı böyle bulduk. Ne zaman bu kan belirirse belirir. Bunun üzerine Buhtunnasr Müslümanlardan (yani o günkü yahûdîlerden) ve diğerlerinden yetmiş bin kişiyi öldürdü de kan öylece dindi. Bu rivayetin Saîd İbn Müseyyeb'e isnadı sahihtir ve bu meşhur bir rivayettir. Buhtunnasr'ın onların seçkinlerini ve bilginlerini öldürdüğü, Tevrat'ı ezberleyen hiç bir kimseyi sağ bırakmadığı ve içlerinden peygamber torunlarıyla diğerlerini esîr alarak götürdüğü meşhurdur. Onların başlarına öylesine şeyler gelmiştir ki, burada zikretmek uzun sürer. Eğer onlardan sahih veya buna yakın rivâyetleri bulmuş olsaydık, bunların yazılması ve nakledilmesi caiz olurdu. Allah en iyisini bilendir.
«Eğer ihsan ederseniz; kendiniz için ihsan etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, o da kendinizedir.» Yani sizin aleyhinizedir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette; «Kim sâlih amel işlerse kendi nefsine, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.» (Fussilet, 46) buyurmaktadır.
«Diğerinin vakti gelince.» Yani ikinci seferde. İkinci kez bozgunculuk yaparsanız ve düşmanlarınız da gelip «Yüzünüzü karartsınlar» sizi horlayıp ezsinler «İlk defa mescide girdikleri gibi girsinler». Ülkelerin ötesinden gezindikleri gibi mukaddes eve girip gezinsinler «Ve ele geçirdikleri yeri harâb etsinler». Elde ettikleri her yeri mahvedip yıksınlar «Diye onları tekrar göndeririz. Belki Rabbınız size merhamet eder.» Ve sizden onların kötülüklerini önler. «Eğer dönerseniz, Biz de döneriz.» Siz bozgunculuk yapmaya dönerseniz Biz de dünyada sizi ezdirmek için döneriz. Bunun yanı sıra âhirette siza azâb ve cezayı da hazırlarız. «Ve Biz, cehennemi kâfirler için bir zindan kılmışızdır.» Kaçınılması imkânsız bir zindan, tutuklanma ve oturma yeri kılmışızdır. İbn Abbâs der ki; âyette yer alan kelimesi, zindan demektir. Mücâhid ise; orada tutuklanırlar, anlamını verir. Ondan başkası da bu anlamı vermiştir. Hasan ise; bu kelimenin, sevgi ve hazırlanmış yatak anlamına geldiğini söyler.
Katâde der ki: İsrâiloğulları tekrar bozgunculuğa döndüler ve Allah onların üzerine bu sefer Muhammed Aleyhisselâm'ı ve ashabını musallat kıldı. Boyun eğerek elleriyle ödedikleri cizyeyi onlardan müs-lümanlar alır.20
9 — Muhakkak ki bu Kur'an; en doğru olana götürür. Ve sâlih ameller işleyen mü'minlere kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.
10 — Âhirete inanmayanlar, onlar için elem verici bir azâb hazırladık.
Bu Kur'an. 35
Bu Kur'an
Allah Teâlâ, Rasûlü Muhammed'e indirmiş olduğu azîz kitabı yani Kur'an'ı överek onun yolların, en doğrusuna ve en açığına, en düzgününe götürdüğünü bildiriyor. Ve onunla «Salih ameller işleyen mü'-minlere kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.» O Kur'-an'a göre amel eden mü'minlere kıyamet günü büyük bir mükâfatın bulunduğunu müjdeliyor. «Ve âhirete inanmayanlar, onlar için elem verici bir azâb hazırladık.» Âhirete inanmayanlara da, elem verici bir azabın bulunduğunu müjdeler. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de; «Onlar için elînı azabı müjdele.» (Âl-i İmrân, 21) buyurmaktadır.21
11 — İnsan; hayır istiyormuşçasma şer ister. Ve insan esasen çok acelecidir.
Allah Teâlâ insanın çok aceleci olduğunu bazı zamanlar kendisi çocukları ve mülkü için kötülük istediğini yani ölümü, helaki, mahvolmayı ve la'netlenmeyi arzuladığını haber veriyor. Eğer Allah onun isteğini kabul etmiş olsaydı, insanoğlu isteğinden dolayı helak olurdu. Nitekim Hak Teâlâ : «Eğer Allah insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de sür'atle verseydi, süreleri hemen bitmiş olurdu.» (Yûnus, 11) buyurmaktadır. İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde de böyle tefsir etmişlerdir. Bu konuda daha önce bir hadîs-i şerif vârid olmuştu (bu hadîs Yûnus sûresinin onbirinci âyeti tefsir edilirken geçmişti.) Orada buyurulur ki: Kendinize ve çocuklarınıza beddua etmeyin. Olabilir ki Allah'ın duaya icabet ettiği ana rastlarsınız da duanıza icabet eder. İnsanoğlunu böyle duaya ve isteğe sevk eden şey, onun kararsızlığı ve aceleciliğidir. Bunun için Allah Teâlâ : «Ve insan, esasen çok acelecidir.» buyurmaktadır. Selnıân el-Fârisî ve İbn Abbâs (r.a.) burada Âdem Aleyhisselâm'ın kıssasını zikrederler. Şöyle ki: Hz. Âdem'in ruhu ayağına sirayet etmezden önce, ayağa kalkmak için çırpınmak istemişti. Zîrâ ona rûh baş tarafından üfürülmüştü. Rûh Âdem'in beynine ulaşınca aksırmış ve elhamdülillah demiş. Allah Teâlâ Rabbm sana acısın ey Âdem, demiş. Rûh Âdem'in gözlerine ulaşınca gözlerini açmış. Bedenine ve diğer uzuvlarına sirayet edince, ona bakıyor ve hayret ediyormuş. Sonra rûh ayağına ulaşmazdan önce çırpınarak hemen kalkmak istemiş ancak buna güç yetirememiş. Bunun üzerine; ey Rabbım, gece olmazdan önce acele et, demiş...22
12 — Biz geceyi ve gündüzü iki âyet kıldık. Rabbı-nızdan lütuf dileyesiniz ve yılların hesabını, sayısını bilesiniz diye gece âyetini silip karartıp, gündüz âyetini aydınlık kıldık. Her şeyi uzun uzadıya açıkladık.
Gece ve Gündüz Mucizesi36
Gece ve Gündüz Mucizesi
Allah Teâlâ yaratıklarına büyük âyetler ihsan buyurduğunu ve bunları vermesindeki nimetini anlatıyor. Bu âyetlerden birisi, geceyle gündüzün birbirinden farklı oluşudur. Tâ ki gündüz çevreye yayılsınlar işlerini, san'atlannı, gezintilerini yapıp yaşamaya gayret etsinler. Geceleyin de sükûn bulsunlar. Günlerin, ayların ve yılların sayısını öğrensinler, borçlarını, ibâdetlerini, muamele ve kiraları gibi diğer sürelerini ta'yîn etmesini bilsinler diye. Bunun için Allah Teâlâ : «Rabbı-nızdan lütuf dileyesiniz diye» buyurmaktadır. Yani geçiminizde ve yolculuğunuzda. «Ve yılların hesabını, sayısını bilesiniz diye.» Şayet zaman biteviye aynı şekilde akışına devam etse ve eşit bir tarzda olsaydı; bunlardan hiç birisi bilinemez, farkedilemezdi. Nitekim bu hususta başka âyetlerde şöyle buyrulur : «De ki: Söyler misiniz eğer Allah, geceyi üzerinize kıyamete değin uzatsaydı, Allah'tan başka hangi ilâh size bir ışık getirebilirdi? Dinlemez misiniz? De ki: Söyleyin, şayet Allah gündüzü üzerinize kıyamete değin uzatsaydı, Allah'tan başka hangi ilâh içinde istirahat edebileceğiniz geceyi size getirebilirdi? Görmez misiniz? Allah; dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü meydana getirmiştir. Bunlar onun rahmetinden ötürüdür. Belki artık şükredersiniz.» (Kasas, 71-73), «Gökte burçlar var eden, orada ışık saçan güneş ve aydınlatan ayı yaratan Allah, yücelerin yücesidir. İbret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur.» (Furkân, 61-62), «Gecenin ve gündüzün farklılığı O'nun eseridir.» (Mü'minûn, 80), «Geceyi gündüze, gündüzü geceye geçirir. Güneşi ve ayı müsahhar kılmıştır. Her biri belirli bir süreye kadar akar. Dikkat edin O'dur Azız, Gaffar.» (Zü-mer, 5), «Tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılan O'dur. Bu; Azız, Alîm'in takdiridir.» (En'âm, 96), ((Onlara bir delil de gecedir. Gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta ka-lıverirler. Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu; Aziz Alîm'in takdiridir.» (Yasîn, 37-38).
İmdi Allah Teâlâ geceyi bir âyet yani kendisiyle bilinen bir alâmet kılmıştır. O, karanlık ve ayın belirmesi şeklinde bir işarettir. Gündüzü de bir işaret kılmıştır. O, aydınlık ve parlak güneşin zuhûruyla bir işarettir. Ayın aydınlığıyla güneşin parlaklığı arasında farklılık vardır. Birbirlerinden ayrı olarak bilinsinler diye. Nitekim Allah Teâlâ Yûnus sûresinde şöyle buyurur: «Güneşi ışık, ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyen O'dur. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. Bilen insanlar için âyetlerini uzun uzadıya açıklar. Gece ile gündüzün değişmesinde; Allah'ın göklerde ve yerde yarattıklarında, sakınan bir kavim için âyetler vardır.» (Yûnus, 5-6) Bakara sûresinde ise «Sana aylardan soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar için birer vakit ölçüleridir.» (Bakara, 189), buy-rulur.
İbn Cüreyc Abdullah İbn Kesîr'den naklen «Gece âyetini silip karartıp, gündüz âyetini aydınlık kıldık.» kavli hakkında şöyle demiştir : Bu, gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır. İbn Cüreyc ise Mücâ-hid'den naklen der ki: Güneş gündüzün delili,- ay da gecenin delilidir. «Gece âyetini silip» kavli; ayda görülen karartıdır. Allah Teâlâ onu böyle yaratmıştır. İbn Cüreyc İbn Abbâs'tan naklen der ki: Ay da güneşin ışık saçışı gibi ışık saçar. Ay gecenin işareti, güneş gündüzün işaretidir. «Gece âyetini silip» kavlinden maksad, aydaki karartıdır. Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî müteaddid ve sahîh yollarla rivayet eder ki; İbn el-Kevvâ, Ali İbn Ebu Tâlib'e sorarak şöyle demiş : Ey mü'minlerin emîri, ayda bulunan bu lekeler nedir? Hz. Ali demiş ki: Vay sana, Kur'an okumaz mısın? Kur'an ne diyor: «Gece âyetini silip» buyuruyor ki bu, işte onun silinmesidir. Katâde ise bu âyet hakkında şöyle der : Biz gece âyetinin silinmesinin aydaki karartı olduğunu söylerdik. «Gündüz âyetini aydınlık kıldık» Görülür yaptık. Güneşin yaratılışı aydan daha aydınlık ve daha muazzamdır. İbn Ebu Necîh Abdullah îbn Abbâs'tan nakleder ki; «Biz geceyi ve gündüzü iki âyet kıldık» kavli, gece ve gündüzleyin demektir. Allah Azze ve Celle bu ikisini öylece yaratmıştır.23
İzahı37
İzahı
13 — Her insanın işlediklerini boynuna dolarız/ Ve onun için kıyamet gününde açılmış bulacağı bir kitab çıkarırız;
14 — Oku kitabını. Bugün kendi hesabın için kendi nefsin sana yeter.
Oku Kitabını37
Oku Kitabını
Allah Teâlâ zamanı ve bu zaman içerisinde âdemoğullarının yaptıkları şeyleri hatırlattıktan sonra, şöyle buyuruyor : «Her insanın işlediklerini boynuna dolarız.» Âyette geçen ( tj>\b ) kelimesi; insandan sadır olan davranışlardır. İbn Abbâs böyle demiştir. Mücâhid ve bir başkası da; insandan sâdır olan hayır ve serden dolayı insanoğlu sorumlu tutulup cezalandırılacaktır. «Kim zerre mikdârı hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre mikdârı şer işlerse onu görür.» (Zilzâl, 7-8) Kâf sûresinde ise Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Sağında ve solunda onunla beraber oturan iki alıcı melek, yânında hazır bulunan birer gözcü olarak, söylediği her sözü zabtederler.» (Kâf, 17-18) İnfitâr sûresinde ise şöyle buyrulur : «Oysa yaptıklarınızı bilen değerli yazıcılar sizi gözetlemektedirler. İyiler şüphesiz nimet içindedirler. Allah'ın buyruğundan çıkanlar ise cehennemdedirler.» (İnfitâr, 10-14) Tûr sûresinde ise «Siz ancak yapar olduklarınızdan dolayı cezalandırılırsınız.» (Tûr, 16) buyurulmaktadır. Nîsâ sûresinde de «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür.» (Nisa, 123) buyuruluyor.
- Maksad şudur : Âdemoğlunun ameli ister çok, ister az olsun kendisi için saklanır. Sabah, akşam, gece ve gündüz kendisi için yazılır. İmâm Ahmed der ki: Bize Kuteybe... Câbir'den nakletti ki; o, Rasûlul-lah (s.a.) m şöyle buyurduğunu duydum demiştir : Her insanın yaptığı şeyler boynundadır. İbn Ebu Lehîa bununla, kötülüklerin kasde-dildiğini söyler. İbn Eb.u Lehîa'nın bu âyetin tefsirini bu hadîsle yapması cidden garîbtir. Allah en iyisini bilendir.
«Ve onun için kıyamet gününde açılmış bulacağı bir kitab çıkarırız.)) Onun işlediklerinin hepsini bir kitapta toplarız. Bu kitap kıyamet günü ona verilir. Eğer saîd ise sağından, şakı ise solundan verilir. ( \y&* ) kelimesi; onun ve başkalarının okuduğu açılmış kitap demektir. Ömrünün başından sonuna kadar bütün yaptıkları o kitapta yer alır. «O gün insana önceden ve sonradan gönderdikleri bildirilir. Doğrusu insan kendi kendini gözetleyicidir. İsterse ma'zeretler uydurmuş olsun.» (Kıyâme, 13-15) Bunun için Hak Teâlâ, «Oku kitabını. Bugün kendi hesabın için kendin sana yeter.» buyurmaktadır. Yani sen zulmedilmemiş olduğunu, yapmadığın şeyin aleyhinde yazılmadığını bilirsin. Çünkü olan şeylerin hepsini hatırlamaktasın. Yapılanların hiç birisini unutmazsın. Herkes ümmî de olsa kendi kitabını kendisi okuyacaktır.
Âyet-i kerîme'de «Boynuna dolarız» buyurularak boyun zikredilmiştir. Çünkü boyun, bedende eşi bulunmayan bir organdır. Boynuna dolanan bir şeyden kaçıp kurtulmak imkânı yoktur.(...)
Katâde, Cabîr İbn Abdullah'tan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ne kaçma ne uçma var. Çünkü «Her insanın işlediklerini boynuna dolarız.» İbn Cerîr böyle rivayet eder. Aynı hadîsi Abd İbn Humeyd merhum da Müsned'inde muttasıl olarak rivayet ederek der ki: Bize Hasan İbn Mûsâ... Câbir'den nakletti ki; o, Rasûlullah'ın şöyle dediğini duydum demiştir : Her kulun kuşu boynundadır. İmâm Ah-med der ki: Bize Ali İbn İshâk, Ukbe İbn Âmir'in'Hz. Peygamberden şeyle bir hadîs naklettiğini bildirdi: Her günlük amel mutlaka mühürlenir. Mü'min hastalanınca melekler derler ki: Ey Rabbımız, falanca kulunu sen hapsettin mi? Rab Celle Celâluhû buyurur ki: Ona iyileşinceye veya ölünceye kadar yaptığının benzeriyle mühür vurunuz. Bu hadîsin isnadı sağlam ve kavı olup hadîs imamları onu tahrîc etmemişlerdir.
Ma'mer, Katâde'nin «Her insanın işlediklerini boynuna dolarız.» âyetiyle amelinin kasdedildiğini söylediğini bildirir. «Ve onun için kıyamet gününde açılmış bulacağı bir kitab çıkarırız.» Onun yaptıklarını çıkanr ortaya koyarız. Ma'mer der ki: Hasan el-Basrî, «Sağında ve solunda oturanlar vardır.» âyetini okumuş ve şöyle demiştir Ey Âdemoğlu senin sayfan önüne açılmıştır. Sana iki değerli melek mü-vekkel kılınmıştır. Biri sağında, diğeri solundadır. Sağında olan iyiliklerini kaydeder. Solunda olan kötülüklerini kaydeder. İstediğin gibi amel et, ister çok ister az. Nihayet öldüğünde senin sayfan dürülür ve boynuna sarılarak kabrine konulur. Nihayet kıyamet günü kitabın açık olarak çıkarılırsın. «Oku kitabını. Bugün kendi hesabın için kendin sana yeter.» denir. Doğrusu Allah Teâlâ'nın, insanın kendi nefsinin hesabını kendine yüklemekle âdil davrandığı muhakkaktır. Bu söz Hasan el-Basrî'nin güzel sözlerindendir. Allah ona rahmet eylesin.24
15 — Kim hidâyete ererse; kendi nefsi için hidâyete ermiş olur, kim de dalâlete düşerse, kendi nefsi aleyhine dalâlete düşmüş olur. Hiç kimse başkasının yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azâb ediciler
değiliz.
Kim Hidâyete Ererse. 38
Kim Hidâyete Ererse
Allah Teâlâ hidâyete erip hakka tâbi olan, peygamberlerin izinden giden kimsenin bu güzel davranışının neticesinin kendi lehinde olacağını bildirerek haktan sapan, doğru yoldan kaçan kimsenin de yalnızca kendi nefsine cinayet işlediğini, bunun vebalinin sâdece kendisine âid olduğunu haber veriyor ve buyuruyor ki: «Kimse başkasının yükünü yüklenmez.» Kimse başkasının günâhım taşımaz. Kimse kendinden başkasına kötülük yapmaz. Nitekim Hak Teâlâ Fâtır sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Kimse başkasının yükünü yüklenmez. Günâh yükü ağır olan onun taşınmasını isterse, yakını bulunsa bile yükünden bir şey taşınmaz.» (Fâtır, 18) Bu ifâde ile Allah Teâlâ'nın : «Onlar kendi ağırlıklarını ve kendi ağırlıkları yanında daha nice ağırlıkları yüklenecekler.» CAnkebût, 13) ve «Böylece kendi günâhlarını' tâm olarak, bilmeden saptırdıkları kimsenin günâhlarını kısmen yüklenirler.» (Nahl, 25) âyetleri arasında bir çelişki yoktur. Çünkü kötülüğe çağıranlar hem kendilerinin —kendilerini sapıklığa sürüklemiş oldukları için— hem de sapıtmış oldukları kimselerin günâhlarını yüklenirler. Bu yüklenme onların günâhlarından bir şeyi eksiltmeyeceği gibi, onlardan bir şeyi de taşımaları anlamına değildir. Bu ise Allah'ın kullarına adaletinin ve rahmetinin ifadesidir.
Allah Teâlâ'nın «Biz bir peygamber göndermedikçe azâb ediciler değiliz.» kavli de aynı şekilde Allah'ın adaletini haber vermekte ve hiç bir kimseyi peygamber gönderilerek hüccet ikâme edilmeden azâblan-dırmayacağını bildirmektedir. Nitekim Allah Teâlâ başka sûrelerde de bu konuda şöyle buyurur : «İçine her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara : Size bir uyarıcı gelmemiş miydi? diye sorarlar. Onlar : Evet, doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiç bir şey indirdemiştir, siz büyük bir sapıklık içindesiniz demiştik, derler.» (Mülk, 8-10) «Küfredenler bölük bölük cehenneme sürülürler. Oraya vardıklarında kapıları açılır. Bekçileri onlara : Size içinizden Rabbınızın âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi? derler. Onlar : Evet geldi, derler. Fakat azâb sözü kâfirlerin aleyhine gerçekleşti. Onlara : Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin. Mütekebbirlerin durağı ne de kötüdür, denir.» (Zümer, 71-72) «Orada : Rabbımız, bizi çıkar. Yaptığımızdan başka sâlih amel işleyelim diye bağınşırlar. O zaman onlara şöyle deriz : Öğüt alacak kişinin Öğüt alabileceği kadar bir süre sizi yaşatmadik mı? Size uyarıcı da gelmişti. Artık azabı tadın. Zâlimler için bir yardımcı yoktur.» (Fâtır, 37). Ve daha buna benzer âyetler, Allah Te-âlâ'nın peygamber göndermeden hiç bir kimseyi cehenneme girdirmeyeceğini göstermektedir. Bu sebeple Buhârî'nin Sahîh'inde «Muhakkak ki Allah'ın Rahmeti; ihsan edenlere çok yakındır.» (A'râf, 56) âyetinin tefsiri bölümündeki hadîste fazla olarak vârid olan lafızdan dolayı bilginlerden bir çoğu Buhârî'ye karşı çıkmışlardır. Bu hadîs şöyledir : Ubeydullah İbn Sa'd... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş ; Cennet ve cehennem birbirleriyle çekiştiler... Ubeydullah hadîsin devamını nakleder ve sonra şöyle der : Cennete gelince; Allah, yaratıklarından hiç birine zulmetmez. O, cehennem için yeni bir yaratık-meydana getirir ve onlar da buraya atılır. Cehennem; daha var mı? diye üç kere sorar. Hadîsin tamâmı Buhârî'de yeralmak-tadır. (Buhârî, Kitâb et-Tevhîd, yukarıda geçen âyetin tefsiri) Bu rivayet lütuf diyarı olduğu için cennet hakkında vârid olmuştur. Cehenneme gelince; orası adalet yurdudur. Hiç bir kimse bir özür beyân etmeden oraya giremez. Aleyhinde delil bulunmadıkça cehenneme atılmaz. Hadîs hafızlarından bir çoğu, bu ifâde hakkında söz söylemişler ve râvînin bunu değiştirdiğini belirtmişlerdir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde vârid olduğuna göre —ki lafız Buhârî'nindir— Abdürrezzâk... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Cennet ve cehennem birbirlerine karşı delil getirdiler.(...) Râvî hadîsin tamâmını zikreder. Sona doğru şöyle der : Cehenneme gelince; o, dolmaz. Nihayet ayağını cehenneme koyar ve; asla asla, der. İşte o zaman cehennem dolar ve birbiri üzerine eğilir. Allah kullarından hiç birine zulmetmez. Cennet içinde, Allah ayrı bir yaratık meydana getirir.
Burada bir mes'ele kalıyor. Şöyle ki: Gerek eski, gerekse yeni bilginler ve imamlar bu konuda ihtilâf etmişlerdir. Babaları kâfir olan ve kendileri çocukken ölen yavruların hükümleri nedir? Deli, sağır, bunamış ihtiyar ve İslâm'ın daveti kendisine ulaşmadan fetret devrinde ölenlerin durumu nasıldır? Bunlar hakkında pek çok hadîs vârid olmuştur. Allah'ın inayet ve tevfîkiyle önce bu hadîsleri zikredeceğim, sonra da bu konuda imamların sözlerinden özet bir bölüm kaydedeceğim. Yardım dilenecek yalnızca Allah'tır.25
Kendisine Risâletitı Ulaşmadığı Kimselerin Durumu. 38
Kendisine Risâletitı Ulaşmadığı Kimselerin Durumu
1- Esved İbn Serî'nin Hadîsi:
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ali İbn Abdullah... Esved İbn Seri'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kıyamet gününde dört kişi hüccet ikâme ederler. Birisi hiç bir şey duymayan sağır kimse. Diğeri ahmak kimse, üçüncüsü bunak kimse, sonuncusu da fetret devrinde ölmüş olan kimse. Sağır der ki: Rabbım, İslâm geldiği halde ben ondan hiç bir şey duymadım. Ahmak der ki: Rabbım, İslâm geldiği sırada çocuklar benim üzerime pislik atıyorlardı. Bunak der ki: Rabbım, İslâm geldiğinde ben hiç bir şeyi' düşünemiyordum. Fetret döneminde ölen der ki: Rabbım, bana Senin elçin gelmedi. Onlarda itaat etmeleri gerektiğine dâir ahidleri alınır ve onların cehenneme gönderilmesi haberi verilir. Muhammed'in nefsi kudret elinde bulunan Allah'a yemîn ederim ki; eğer onlar cehenneme girmiş olsalardı, oranın serin ve huzur yurdu olduğunu (dönüşeceğini) görürlerdi. Bu hadîsin bir benzeri Katâde kanalıyla Ebu Hüreyre'den nakledi-lirse de bunun sonunda «oraya girmeyenler zorla girdirilir» kavli yeral-maktadır. İshâk İbn Rahûyeh de Muâz İbn Hişâm'dan aynı şekilde rivayet eder. Beyhakî i'tikâd bölümünde Hanbel İbn İshâk kanalıyla Ali İbn Abdullah el-Medînîıden aynı hadîsi rivayet eder ve; bunun isnadı sahihtir, der. Aynı hadîsi Hammâd İbn Seleme... Ebu Hüreyre'den rivayet eder ve Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu belirtir : Dört kişi Allah'ın huzurunda bir hüccetle gelirler ve hüccetlerini sergilerler. Sonra yukarıdaki rivayeti nakleder. Bu hadîsi İbn Cerîr Taberî da Ma'mer kanalıyla mevkuf olarak Ebu Hüreyre'den rivayet eder. Ancak bu rivayetin sonunda Ebu Hüreyre şöyle devam eder : İsterseniz Allah Te-âlâ'nm «Biz, bir peygamber göndermedikçe azâb ediciler değiliz.» (İs-râ, 15) kavlini okuyun. Aynı rivayeti Ma'mer de... Ebu Hüreyre'den mevkuf olarak nakleder.
II- Enes İbn Mâlik'in Rivayeti:
Ebu Dâvûd et-Tayâlisî der ki: Bize Rebî', Yezîd İbn Ebân'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz Enes İbn Mâlik'e; ey Ebu Hamza, müşriklerin çocukları hakkında ne dersin? diye sorduk. Enes İbn Mâlik dedi ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Onların günâhları yoktu ki bununla azâblanıp cehennem ehli olsunlar. İyilikleri de yoktu ki bununla mükâfatlandırılıp cennet ehlinin hükümdarlarından olsunlar. Onlar cennet ehlinin hizmetkârlarıdırlar.
III- Enes İbn Mâlik'in Bir Başka Hadîsi:
Hafız Ebu Ya'lâ... Enes İbn Mâlik'den nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kıyamet gününde doğmuş çocuk, bunak, fetret döneminde ölen ve pîr-i fâni getirilirler. Her biri kendi hüccetini söyler. Rab Tebâreke ve Teâlâ cehennemden bir bölüğe; çık, der. O bu insanlara şöyle der : Ben kullarıma kendilerinden elçiler gönderirdim. Şu anda ise bizzat ben kendimin size elçisiyim. Şuraya girin. Rasûlul-iah buyurur ki: Şakâvet yazılı olan kişi; ey Rabbım, biz ondan kaçıyorduk, ona nasıl girelim? der. Saadet yazılı olan kişi de, koşarak hızlıca oraya dalar. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur : Siz Benim Rasûllerimi yalanlamakta ve onlara isyan konusunda en şiddetli kimseler idiniz. Şunlar cennete, şunlar da cehenneme girsin. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr, Yûsuf İbn Mûsâ kanalıyla Cerîr İbn Abdülhamîd'den bu hadîsi aynı isnâdla rivayet eder,
IV- Berâ İbn Âzib'in Hadîsi;
Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî Müsned'inde der ki: Bize Kasım İbn Ebu Şeybe Berâ'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Peygambere müs-lümanların çocukları sorulduğunda; onlar babalarıyla beraberdirler, buyurdu. Müşriklerin çocukları sorulduğunda; onlarda babalarıyla beraberdirler, dedi. Ey Allah'ın Rasûlü orada ne yaparlar? denilince; Allah onların durumunu en iyi bilendir, buyurdu. Bu hadîsi Ömer İbn Zerr... Berâ kanalıyla Hz. Âişe'den nakleder.
V- Şeybân'm Hadîsi:
Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr Müsned'inde der ki: Bize İbrahim İbn Saîd el-Cevherî... Şeybân'dan nakletti ki; Hz. Peygamber bu konunun önemini oldukça büyüttü ve dedi ki: Kıyamet günü olduğunda câhili-yet ehli putlarını omuzlarında taşıyarak gelirler. Rabları onlara sorunca; Rabbımız, bize bir peygamber gönderilmemişti, Senin emrin bize ulaşmamıştı. Eğer Sen bize bir peygamber göndermiş olsaydın; biz, kullarının Sana en çok itaat edeni olurduk, derler. Rabları onlara der ki: İster misiniz Ben size bir şeyi emredeyim de emrime itaat edesiniz? Onlar; evet, derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların koşup cehenneme girmelerini emreder. Onlar koşarlar, cehenneme yaklaştıklarında onun kaynayıp uğuldadığını görürler, ve dönüp Rablarına varırlar. Rabbımız, bizi ondan çıkar veya bizi onun üzerinden geçir, derler. Rabları buyurur ki: Size bir şeyi emredince Bana itaat edeceğinizi iddia eden sizler değil miydiniz? Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları verdikleri sözden sorumlu tutar ve; gidip oraya girin, der. Koşarlar onu görünce geri dönüp gelirler ve derler ki: Rabbımız ondan korktuk, ona giremeyeceğiz. Allah Teâlâ buyurur ki: Oraya hor ve hakîr olarak girin. Allah Rasûlü (s.a.) dedi ki: Eğer ilk söylendiğinde oraya girmiş olsalardı, oranın serin ve selâmet yurdu olduğunu görürlerdi. Sonra Ebu 'Bekr el-Bezzâr der ki: Bu hadîsin metni ancak bu şekilde ma'-rûftur. Hadîsi Eyyûb'dan sadece Abbâd, Abbâd'dan da yalnız Reyhan İbn Saîd rivayet etmiştir. Ben derim ki: İbn Hibbân, sika râvîler arasında onu da zikretmiştir. îbn Maîn ve Neseî; onun kötü bir tarafı yoktur, ancak Ebu Dâvûd'dan başka kimse ondan hoşnûd olmamıştır, der. Ebu Hatim ise onun fena bir kişi olmadığını, ancak hadîsini yazdığını fakat onun hüccet olarak alınamayacağını belirtir.
VI- Ebu Saîd el-Hudrî'nin Hadîsi :
İmâm Muhammed İbn Yahya der ki: Bize Saîd İbn Süleyman... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : (Kıyamet günü) Fetret devrinde helak olan, bunak ve reşîd olmadan ölmüş çocuk konuşurlar. Fetret devrinde helak olan; bana bir kitap gelmedi, bunak olan; Rabbım, bana akıl vermedin ki onunla hayrı ve şsrri düşüneyim, çocuk da; Rabbım aklım ermedi ki, der. Önlerine ateş getirilir ve; oraya atın, denilir. Allah'ın ezelî ilminde eğer amel işleyecek çağa gelebilseydi saîd olarak yazılanlar ateşten çevrilirler. Amel işleyecek durumda olsaydı Allah'ın bilgisinde şaki olarak yazılmış olanlar ise ateşte tutulur. Allah der ki: Siz Bana isyan ettiniz, eğer peygamberlerim size gelmiş olsaydı durum nasıl olurdu? Bezzâr da bu hadîsi Muhammed İbn Ömer kanalıyla... Fudayl İbn Merzûk'dan nakleder, sonra Ebu Saîd'in hadîsi ancak bu yolla Atıyye'den nakledilmiş olarak bilinir, der. Hadîsin sonunu da şöyle bağlar: Siz, bana isyan ettiniz, ya görmeden elçilerime nasıl isyan edecekdiniz?
VII- Muâz İbn Cebel'in Hadîsi:
Hişâm İbn Ammâr... Muâz İbn Cebel'den nakleder ki; Allah Ra-sulu şöyle buyurmuş : Kıyamet gününde aklı çelinmiş, fetrette yok olmuş veya küçükken helak olmuş kişiler getirilirler. Aklı çelinmiş olan der ki: Ey Rabbım, eğer bana akıl vermiş olsaydın, akıl vermiş olduklarının arasında saadete benden daha lâyık biri olmazdı. Hz. Peygamber fetret devrinde ve çocukken ölenlerden böyle bir ifâdeyi nakleder. Bunun üzerine Rab Azze ve Celle buyurur ki: Ben, size bir şeyi emredersem, Bana itaat eder misiniz? Onlar; evet, derler. Allah Teâlâ; gidin cehenneme girin, buyurur —Hz. Peygamber dedi ki; şayet girmiş olsalardı, cehennem onlara zarar vermezdi— Onların önüne engeller çıkar ve cehennemin yok olduğunu, Allah'ın onu hiç yaratmadığını sanırlar ve sür'atle geri dönerler. Sonra ikinci kez Allah onlara emreder, onlar aynı şekilde geri dönerler. Rab Azze ve Celle buyurur ki: Ben, sizi yaratmadan önce ne yapacağınızı bildim ve bu bilgime göre sizi yarattım. Bu bilgime göre akıbetiniz belirecektir. Onları yakala, der ve cehennem onları tutuverir.
VIII- Ebu Hüreyre'nin Hadîsi:
Ebu Hüreyre'nin hadîsi, Esved İbn Serî'nin hadîsinde münderic clarak daha önce geçmişti. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Hü-reyre der ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Her doğan fıtrat üzere doğar. Anası ve babası onu ya Yahûdî, ya Hristiyan veya Mecûsî yaparlar. Nitekim hayvan da doğduğunda ayıpsız ve noksansız olarak doğar. Onda bir sakatlık ve noksanlık hisseder misiniz?
Bir rivayette de derler ki: Ey Allah'ın Rasûlü çocuk iken ölenin durumu nedir? Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir. îmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Mûsâ İbn Dâvûd... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) —Mûsâ, bu sözün peygambere âid olup olmadığında şüphe edip; sandığıma göre, demiştir— buyurdu ki: Müslümanların küçük çocukları cennettedir. Onlara İbrahim Aleyhisselâm bakar. Müslim'in Sahîh'in-de İyâz kanalıyla Rasûlullah'tan nakledilir ki; Allah Azze ve Celle : Ben, kullarımı Hanîfler olarak yarattım, buyurmuştur. Başka bir rivayette de; müsümanlar olarak yarattım, buyurmuştur.
IX- Semure'nin Hadîsi:
Hafız Ebu Bekr el-Berkânî el-Harizmî, «el-Müstahrec Alâ'l-Buhârî» isimli eserinde Avf el-Harâbî kanalıyla.,. Semure'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Her doğan fıtrat üzere doğar. İnsanlar yüksek sesle ey Allah'ın Rasûlü, ya müşriklerin çocukları? diye seslendiler. Rasûlullah (s.a.) müşriklerin çocukları da, buyurdu. Taberâ-nî der ki: Bize Abdullah İbn Ahmed... Semure'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz Rasûlullah (s.a.) a müşriklerin çocuklarını sorduğumuzda; onlar cennet ehlinin hizmetçileridir, buyurdu.
X- Hasnâ'nın Amcasının Hadîsi:
Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İshâk... Süleym oğullan kabilesinden Muâviye'nin kızı Hasnâ'dan nakletti ki; o amcamın bana anlattığına göre kendisi şöyle dedi demiştir : Ey Allah'ın Rasûlü, cennette kim var? dedim. Hz. Peygamber : Peygamber cennettedir, şehîd cennettedir, çocuk cennettedir, diri diri gömülen cennettedir.
Bilginlerden bir kısmı bu hadîs üzerinde durur ve çocuklar hakkında bir şey demezken, bir kısmı da Semure İbn Cündeb'in Buhârî'-nin Sahîh'inde naklettiği hadîse dayanarak, onların kesinkes cennette olduklarını bildirirler. Hz. Peygamber bir rü'yâsında ağacın altında bulunan bir ihtiyara rastlar, çevresinde de çocuklar vardır. Cibril ona; bu, İbrahim Aleyhisselâm'dır, şunlar da müslümanların çocuklarıdır, der. Ey Allah'ın Rasûlü müşriklerin çocukları da mı? denilince, o; evet müşriklerin çocukları da, der. Bazı bilginler de; müşriklerin çocuklarının —Hz. Peygamberin; onlar babalarıyla beraberdir, kavline istinaden— cehennemde olduklarını söylerler. Bazıları da çocukların kıyamet gününde Arasât'da imtihana tâbi tutulacaklarını, emre itaat edenin cennete gireceğini ve daha önce Allah'ın onlar hakkındaki saadete ereceklerine dâir bilgisinin açıklık kazanacağını, isyan edenlerin hor ve hakîr olarak cehenneme gireceklerini ve yine Allah'ın daha önce onlar hakkındaki şaki olacaklarına dâir bilgisinin açığa çıkacağını belirtirler. Bu söz, bütün delilleri birleştirir. Bu, birbiriyle şâhid olarak desteklenen daha önceki hadîslerde açıkça belirtilmektedir.. Bu sözü Ebu'l-Hasan Ali İbn İsmail el-Eş'ârî sünnet ve cemâat ehlinden böylece nakletmiştir. Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî de «Kitab el-İtikâd» isimli eserinde bu görüşü desteklemiştir. Hadîs tenkîdçileri, hafızlar ve bilginlerin muhakkikleri de böyle demişlerdir. Şeyh Ebu Ömer İbn Abd'ül-Berr en-Nemerî imtihanla ilgili yukarıda geçen hadîslerden sonra şöyle der : Bu konudaki hadîsler kuvvetli değildir ve bir hüccet olarak kullanılamaz. İlim ehli onu reddeder. Çünkü âhiret diyarı mükâfat yurdudur. Amel ve imtihan diyârî değildir. O zaman bunlar nasıl cehenneme girmeye zorlanabilirler? Orada amel ve ibâdet, yaratıkların imkânı haricindedir. Allah bir kula götüremeyeceği yükü yüklemez.
Onun söylediklerine şöyle cevab verilir : Bu konudaki hadîslerden bir kısmı sahihtir. Nitekim bilginlerin önderlerinden bir çokları bu kanâati belirtmişlerdir. Bir kısmı hasendir, bir kısmı da sahîh ve ha-senle kuvvet kazanan zayıf hadîstir. Bir konudaki hadîsler bu tarzda birbirini destekler nitelikte olursa, ona bakan kişinin nazarında hadîsler hüccet ifâde ederler. Şeyh Ebu Ömer'in «Âhiret mükâfat yurdudur» sözüne gelince, şüphesiz ki orası mükâfat yurdudur. Ancak mükâfat yurdu olması, cennet veya cehenneme girmeden önce Arasât'da iken sorumluluk yüklenil meşini engellemez. Nitekim Şeyh Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, sünnet ve cemâat ehlinin mezhebine göre çocukların ahrette imtihan edileceklerini bildirmiştir. Hak Teâlâ da Kalem sûresinde şöyle buyurmaktadır : «O gün işin dehşetinden baldırlar açılır, secdeye çağırılırlar da buna güçleri yetmez.» (Kalem, 42,43) Sahîh hadîslerde ve diğerlerinde sabit olan sünnete göre; mü'minler kıyamet gününde Allah'a secde edeceklerdir. Münâfıkın buna gücü yetmeyecek belleri arkaya katlanacaktır. Secdeye gitmek istedikleri her seferde kafaları üstü düşeceklerdir. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde vâ-rid olduğuna göre; cehennemden en son çıkacak kişi hakkında şöyle denir : Allah Teâlâ orada bulunandan daha başka bir şey istememesi için o kimseden ahidler ve sözler alır ve bunu defalarca tekrarlatır. Ve Allah Teâlâ şöyle buyurur : Ey Âdemoğlu, sen ne kadar sözünden dönersin. Sonra onun cennete girmesine izin verir.
Şeyh Ebu Ömer İbh Abd'ül-Berr'in «Cehenneme girmeye onları nasıl zorlar. Bu, onların gücü dâhilinde değildir ki?» sözüne gelince. Bu ifâde hadîsin sıhhati için bir engel değildir. Çünkü Allah Teâlâ kıyamet gününde kullarına Sırat köprüsünden geçmelerini emreder. Sırat cehennemin üzerinde bir köprüdür, kıldan ince, kılıçtan keskin-cedir. Mü'minler amellerine göre şimşek gibi, rüzgâr gibi, soylu atlar gibi ve binek atları gibi geçerler. Kimileri yürüyerek, kimileri koşarak, kimileri abanarak, kimileri de yüzüstü sürünerek geçerler. Cehenneme girmeleri emredilenlerin durumu hiç de iyi değildir. Hattâ ook daha zor ve çok daha kötüdür. Kaldı ki sahîh hadîste sabit olduğuna göre, Deccâl'ın da cennet ve cehennemi olacaktır. Şeriatı koyan Şârı; Dec-câl'ın sunduğu ve kendilerine ateş gibi görünen şeyleri çekinmeden içmelerini, onun selâmet ve soğukluk olacağını bildirmiştir. Bu durum da ona benzer. Öte yandan Allah Teâlâ İsrâiloğullarına kendi kendilerini öldürmelerini emretmiştir. Onlar da bir sabah akşama kadar birbirlerinden yetmiş bin kişiyi öldürmüşlerdir. Kişi babasını ve kardeşini öldürüyormuş. Allah Teâlâ onların üzerine bir bulut karanlığı göndermiş. Bu, onların buzağıj'a tapmalarından dolayı bir ceza imiş. Bu durum da şahıslar için gerçekten zordur ve yukarıda zikri geçen hadîste söz konusu edilen hususlardan hiç de aşağı değildir. Allah en iyisini bilendir.26
Müşriklerin Çocukları41
Müşriklerin Çocukları
Bu husus kesinlik kazandığına göre; insanlar müşriklerin çocukları konusunda değişik görüşler serdetmişlerdir :
I- Müşriklerin çocukları cennettedirler. Buna Semure'nin naklettiği ve Hz. Peygamberin İbrâhîm Aleyhisselâm'm yanında müslü-man ve müşrik çocuklarının bulunduğunu bildiren hadîsini delil getirmektedirler. Bu hadîs Ahmed İbn Hanbel kanalıyla Hasnâ'mn amcasından nakledilmiştir. Yukarıda geçmişti: Bu istidlal sahihtir. Ancak imtihan ile ilgili hadîsler daha özel bir anlam taşır. Allah Teâlâ onlardan itaat edeceklerini bildiği kimselerin ruhunu öbür âlemde İbrahîm Aleyhisselâm'Ia ve fıtrat üzere ölmüş olan müslüman çocuklarla beraber kılar. İçlerinden Allah'ın emrine icabet etmeyeceklerini bildiklerini ise Allah Teâlâ kıyamet günü cehenneme gönderir. Nitekim imtihan hadîsi buna delâlet etmektedir. Eş'arî de Ehl-i Sünnet'ten bu görüşü nakletmiştir. Müşrik çocuklarının cennette olduğunu söyleyenlerden bir kısmı; bunların cennette serbest olduklarını ifâde ederken, bir kısmı da müslümanların hizmetçileri olacaklarını belirtirler. Nitekim Ali İbn Zeyd kanalıyla Enes'ten nakledilen hadîs bunu göstermektedir. Ancak Ebu Dâvûd et-Tayâîisi'ye göre bu hadîs zayıftır. Allah en iyisini bilendir.
II- Müşriklerin çocukları babalarıyla birlikte cehennemde olacaklardır. Buna delil olarak da Ahmet İbn Hanbel'in Ebu Muğîre kanalıyla Ğutayfın kölesi Abdullah İbn Ebu Kays'tan naklettiği hadîsi göstermektedirler. O, Hz. Âişe'ye gelerek kâfirlerin çocuklarını sormuş, Hz. Âişe de demiş ki: Rasûlullah (s.a.) onların babalarına tâbi olacaklarını söyledi. Ben; Ey Allah'ın Rasûlü amelsiz olarak mı? dedim. Rasûlullah (s.a.) : Onların ne yapacaklarını Allah en iyi bilendir, buyurdu. Bu hadîsi Ebu Davûd da Muhammed İbn Harb kanalıyla... Abdullah İbn Ebu Kays'tan nakleder ki; o, şöyle demiş: Hz. Âişe'den duyduğuma göre o; ben Allah'ın Rasûlü'ne mü'nıinlerin çocuklarını sûrdum da; onlar babalarıyla beraberdirler, buyurdu. Ya müşriklerin gocukları? dedim; onlar da babalarıyla beraberdirler, buyurdu. Ben amelsiz mi? dedim; Allah onların ne yapacak olduklarım en iyi bilendir, buyurdu. Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel Vekî' kanalıyla Hz. Âişe'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Ben Rasûlullah (s.a.) a müşriklerin çocuklarını hatırlattığımda; istersen sana onların cehennemdeki çığlıklarını işittirebilirim, dedi.
Abdullah İbn İmâm Abnıed İbn Hanbel der ki: Osman İbn Ebu Şeybe Hz. Ali'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Hadîce Rasûlullah (s.a.) a câhiliyye devrinde ölen iki oğlunun durumunu sorduğunda; cnlar cehennemdedir, buyurmuş. Hz. Ali der ki: Hz. Peygamber, Hz. Hadîce'nin yüzündeki hoşnûdsuzluğu görünce, sen onlann yerini gör-şeydin onlardan nefret ederdin, buyurmuş. Hz. Hadîce; ya senden olan çocuklarım? deyince Hz. Peygamber, onlar cennettedir, demiş. Çünkü mü'minler de, çocukları da cennettedirler, müşrikler de, çocukları da cehennemdedirler, diye eklemiş. Sonra şu âyeti okumuş : «îmân eden, soyları da îmânda kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiç bir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.» (Tûr, 21) Bu hadîs garîbdir. Çünkü râvîler arasında yeralan Osman, durumu meçhul bir kişidir. Onun rivayet ettiği râvi olan Zâ Zân ise Hz. Ali'ye ulaşmamıştır. Allah en iyisini bilendir.
Ebu Dâvûd da İbn Ebu Zaide kanalıyla Şa'bî'den nakleder ki; Ra-sûlullah (s.a.) diri diri toprağa gömen de, gömülen de cehennemdedir, buyurmuş. Şa'bî de der ki: Bana bu hadîsi Alkame, Ebu Vâil kanalıyla Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti. Bir topluluk da bu hadîsi Dâvûd İbn Ebu Hind kanalıyla Şa'bî'den, Alkame'den, Seleme İbn Kays'-tan naklettiler. Seleme İbn Kays el-Eşcaî der ki: Ben ve kardeşim Hz. Peygambere gelip dedik ki: Annemiz câhiliyyet devrinde öldü. Ancak müsâfir ağırlar, akrabaları ziyaret eder idi. O bizim bir kız kardeşimizi henüz bulûğa ermemişken diri diri toprağa gömdü. Hz. Peygamber buyurdu ki: Toprağa gömen de, gömülen de ateştedir. Ancak toprağa gömene İslâm ulaşır da müslüman olursa; müstesnadır. Bu hadîsin isnadı hasendir.
III- Müşriklerin çocukları hakkında bir görüş beyân etmeyenler. Bunlar da Hz. Peygamberin; Allah Teâlâ onların ne yapacaklarını en iyi bilendir, kavline dayanmaktadırlar. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ca'fer İbn Ebu İyâs... kanalıyla Abdullah İbn Abbas'-tan nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) a müşriklerin çocukları sorulduğunda; o, Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir, demiş. Bu hadîs Buhârî ve Müslim'de Zührî kanalıyla... Ebu Hüreyre'den de nakledilir. O der ki: Hz. Peygambere müşriklerin çocukları sorulduğunda; Allah onların ne yapacak olduklarını en iyi bilendir, buyurdu. Bilginlerden bir kısmı da müşriklerin çocuklarını, A'râf ehli olarak kabul ederler. Bu görüş, onların çocuklarının cennette olduklarını söyleyenlerin görüşüyle birleşir. Çünkü A'râf karâr diyarı değildir. Ve A'râf ehlinin akıbeti A'râf sûresinde belirtildiği gibi cennettir. Allah en iyisini bilendir.27
Müminlerin Çocukları42
Müminlerin Çocukları
İyi bilinsin ki; ihtilâf konusu olan, müşriklerin çocuklarıdır. Mü'-minlerin çocuklarına gelince, bu konuda bilginler arasında ihtilâf yoktur. Nitekim Hanbelî fakîhlerinden Kadı Ebu Ya'lâ İbn el-Ferrâ, Ah-med İbn Hanbel'in şöyle dediğini nakleder : Onların cennet ehli oldukları konusunda ihtilâf yoktur. İnsanlar arasında meşhur olan görüş de budur. Allah dilerse bizim kesin karâr vereceğimiz kanâat da budur. Şeyh Ebu Ömer İbn Abd'ül-Berr'in bazı bilginlerden naklederek onların bu konuda durakladıkları, bütün çocukların Allah Azze ve Celle'nin irâdesi altında bulundukları görüşünü serdettikleri tarzındaki kanâatına gelince : Ebu Ömer İbn Abd'ül-Berr'in ifâdesine göre bu görüşe; aralarında Hammâd İbn Zeyd, Hammâd İbn Seleme, Abdullah İbn Mübarek, İshâk İbn Rahûyeh ve diğerlerinin de bulunduğu hadîs ve fıkıh ehli bir topluluk kail olmuşlardır. Onlar derler ki: Bu husus İmâm Mâlik'in el-Muvatta'mda kader bahsinde çizdiği duruma benzer. Onun bu konuda îrâd ettiği hadîsler de böyledir. Mâli-kîlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Ancak İmâm Mâlik'den nass halinde bir şey vârid olmamıştır. Mâlikilerden sonraki bilginler müslü-man çocuklarının cennette olduklarını kabul etmişler, müşrik çocuklarının ise Allah'ın irâdesine bağlı olduklarını bildirmişlerdir. Ömer İbn Abd'ül-Berr'in sözü burada bitiyor. Ancak bu, gerçekten garîbdir. Ebu Abdullah el-Kurtubî de et-Tezkire isimli kitabında aynı şeyi zikreder. AUah en iyisini bilendir. Bu konuda Talha kızı Âişe'den mü'-minlerin annesi Âişe'ye dayanan bir rivayet zikredilir. Hz. Âişe der ki: Hz. Peygamber Ansâr'dan bir çocuğun cenazesine çağırıldı. Ben dedim ki : Ey Allah'ın Rasûlü, ona ne mutlu cennet serçelerinden bir serçe, kötülüğe ne uzandı ne de ulaştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki: Ya bundan başka bir şey ise ey Âişe? Doğrusu Allah cenneti yarattı ve insanlar babalarının sulbünde iken cennet ehlini halketti. Cehennemi yarattı ve insanlar babalarının sulbünde iken cehennem ehlini de yarattı. Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel, Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Mâce naklederler.
Bu konudaki sözlerin, gerçekten sahîh delillere dayanması îcâbe-der. Ne var ki Şâri'in buyruklarını bilmeyen birçok kişiler de bu konuda söz etmektedirler. Bu sebeple bilginlerden bir çoğu bu konudan bahsedilmesini hoş karşılamamışlardır. Abdullah İbn Abbâs'tan, Ebu Bekr es-Sıddîk'ın oğlu Muhammed'in oğlu Kâsım'dan, Hanefiyye'nin cğlu Muhammed'den ve diğerlerinden böyle rivayet edilmiştir. İbn Hib-bân da Sahîh'inde Cerîr İbn Hâzim'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Ebu Recâ el-Utâridî'nin Abdullah İbn Abbâs'ın minberde iken şöyle dediğini işittim : Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki : Bu ümmetin işi birbirine yaklaşıktır. Yeter ki çocuklar ve kader konusunda konuşmasınlar. İbn Hibbân bununla müşriklerin çocuklarını kasdettiğini söyler. Ebu Bekr el-Bezzâr, Cerîr İbn Hâzim kanalıyla aynı rivayeti naklettikten sonra; bir topluluğun Ebu Recâ kanalıyla bu hadîsi Abdullah İbn Abbâs'tan mevkuf olarak rivayet ettiklerini bildirir.28
16 — Bir kasabayı da helak etmek istediğimiz zaman; varlıklılarına emir veririz de, orada fâsıklık yaparlar. Bunun üzerine artık oraya söz (azâb) hak olur. Ve Biz de onları yerle bir ederiz.
Kurrâ bu âyetteki kelimesinin okunuşunda farklı görüşler belirtmişlerse de meşhur olan yukardaki kırâettir. Müfessirler bu kelimenin mânâsı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Denilir ki; bunun mânâsı şöyledir : Biz oranın, o kasabanın varlıklılarına emrederiz de orada fâsıklık yaparlar ve bu, takdirî bir emir olur. Allah Teâlâ'nm şu kavlinde olduğu gibi: «Bizim emrimiz oraya geceleyin veya gündüzün geldi.» Allah Teâlâ kötülüğü ve azgınlığı emretmez. Derler ki: Âyetin mânâsı; Allah Teâlâ onları azgınlık yapmaya mecbur kılar ve böylece azabı hak ederler. Bu âyete şöyle mânâ verenler de vardır : Biz onlara Allah'a itaati emrederiz, onlar kötülükleri ve azgınlıkları işlerler ve cezayı hak ederler. İbn Cüreyc Abdullah İbn Abbâs'tan bu tefsiri nak-letmiştir. Saîd İbn Cübeyr de böyle demiştir.
İbn Cerîr der ki: Bu âyetin mânâsının; onları emirler kılarız, şeklinde olması da muhtemeldir.
Ben derim ki: Bu mânâ ancak şeklinde okuyanlara göre uygundur. Nitekim Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan bu âyeti onların varlıklılarını başlarına emir kılarız da orada fâsıklık ederler, şeklinde okuduğunu söylemiştir. Yani azgınlarını başlarına musallat ederiz orada isyan ederler. İsyan edince de azâb ile onları helak ederiz. Bu Allah Teâlâ'nm şu kavli gibidir : «İşte Biz böylece her kasabada ulularını suçlular kıldık ki orada hile yapsınlar.» Ebu'l-Âliye, Mücâhid, Rebî' İbn Enes de böyle der.
Avfî ise İbn Abbâs'tan naklen bu âyete şöyle mânâ verir : Bir kasabayı da helak etmek istediğimiz zaman varlıklılarının sayılarını çoğaltırız. İkrime, Hasan, Dahhâk, Katâde, Mâlik ve Zührî'den de bu âyeti şeklinde okudukları varlıklılarını çoğaltırız, şeklinde mânâ verdikleri rivayet edilir. Bazıları da buna İmâm Ahmed'in Vehb İbn Ubâde kanalıyla... Süveyd İbn Hübeyre'den naklettiği şu hadîsi delil getirirler : Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Kişinin malının en hayırlısı, emredilmiş bir mühür veya iğnelenmiş bir sikkedir. İmâm Ebü Ubeyd Kasım İbn Sellâm merhum el-Ğarîb isimli kitabında der ki: Emredilmiş mühür kelimesindekikelimesi; soyu çoğalmış, manasınadır. kelimesi de; hurmadan yükseltilmiş yoldur. Bazıları da derler ki bu ifâde sözde uyum sağlamak için söylenmiştir. Tıpkı Hz. Peygamberin kavli gibi. Onlar ecir kazanmış olarak değil günâh kazanmış olarak dönsünler, anlamında söze uyum sağlamak için söylenmiş bir meseldir.29
17 — Nûh'dan sonra nice nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günâhlarına Habîr ve Basîr olarak Rabbın yeter.
Allah Teâlâ Kureyş'li kâfirleri, Hz. Peygamberin risâletini yalanlamaları konusunda uyararak daha Önceki peygamberlerden Nûh'dan sonra gelen peygamberleri yalanlayanların helak edildiğini bildiriyor. Bu da gösteriyor ki; Âdem ile Nûh arasındaki dönem İslâm dönemidir. İbn Abbâs şöyle der : Âdem ile Nûh arasında on nesil gelmişti ve hepsi de İslâm üzereydi. Âyetin mânâsı şöyle oluyor : Ey yalanlayanlar, siz Allah katında onlardan daha değerli değilsiniz. Siz Peygamberlerin en şereflisi, mahlûkâtın en değerlisini yalanladınız. Sizin cezanız daha ağır ve daha önemlidir. «Kullarının günâhları için Habîr ve Basîr olarak Rabbın yeter.» Onların bütün yaptıklarını bilen O'dur. İyiliklerini, kötülüklerini. O'ndan hiç bir şey gizli kalmaz.30
18 — Kim geçici dünyayı isterse, onun için oradan dilediğimiz kadar, dilediğimiz kimseye hemen veririz. Sonra onun için cehennemi hazırlarız. Kötülenmiş ve kovulmuş olarak oraya girer.
19 — Kim de âhireti isterse ve onun için inanmış olarak gerekli çabayı gösterirse; işte onların sa'yi şükre değerdir.
Geçici Dünya ve Kalıcı Âhiret43
Geçici Dünya ve Kalıcı Âhiret
Allah Teâlâ bildiriyor ki: Dünya ve ondaki nimetleri isteyen herkesin istekleri karşılanmaz. Ancak Allah dilediği kimseye, dilediği kadarını verir. Diğer âyetler mutlak iken bu âyet mukayyeddir. Çünkü Hak Teâlâ : «Kim geçici dünyayı isterse; onun için oradan dilediğimiz kadar, dilediğimiz kimseye hemen veririz.» Yani âhiret yurdunda veririz ve «Sonra onun için cehennemi hazırlarız. Kötülenmiş ve kovulmuş olarak oraya girer.» buyuruyor. Cehennem onu her yandan ku-şatıncaya kadar yaptığı kötülüklerle kınanmış ve kötülenmiş olarak girer. Çünkü o kimse geçici olanı kalıcı olana tercih etmiştir. Kovulmuş olarak; hakîr, zelü ve horlanıp uzaklara kovulmuş olarak oraya girer.
İmâm Ahmed der ki: Bize Hüseyn... Hz. Âişe'den nakletti ki; Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Dünya; yurdu olmayanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan kişi de dünya için toplar.
«Kim de âhireti isterse» Âhiret yurdunu ve oradaki nimetleri, sevinci ister, «Sonra onun için inanmış olarak gerekli çabayı gösterir», oraya götüren yolu ararsa. Bu yol; peygambere inanmak ve uyma, se-vâb ve cezayı doğrulayarak bağlanma yoludur. «İşte onların sa'yi şükre değerdir.»31
20 — Her birine, bunlara da, onlara da Rabbının nimetinden ulaştırırız. Rabbının nimeti engellenmiş değildir.
21 — Bak, nasıl onları birbirlerine üstün kıldık. Elbette ki âhiret; dereceler bakımından da büyüktür, üstünlük bakımından da.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: İki grubdan her birine de veririz. Yani dünyayı ve âhireti isteyen gruplardan her birine isteğini veririz. «Bunlara da, onlara da Rabbının nimetinden ulaştırırız.» Zulmetmeyen yegâne Hâkim ve Mutasarrıf O'dur. Kullarından; istediğine mutluluğu, istediğine şekâveti Verir. O'nun hükmünü, reddeden verdiğini engelleyen yoktur. İstediğini değiştirecek de yoktur. Bunun için Allah Teâlâ «Rabbının nimeti engellenmiş değildir» buyuruyor. Kimse onu engelleyemez ve geri çeviremez. Katâde engellenmiş kelimesine eksiltilmiş mânâsı verir. Hasan ve diğerleri de engellenmiş mânâsı verirler.
Sonra Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Bak, nasıl onları birbirlerine üstün kıldık.» Dünyada kimini zengin, kimini fakır veya ikisi arasında; kimini güzel, kimini çirkin veya ikisi arasında; farklı kıldık. Kimi küçükken ölür, kimi pîr-i fânî oluncaya kadar yaşar, kimi de bu ikisi arasında bulunur. «Elbetteki âhiret; dereceler bakımından da büyüktür, üstünlük bakımından da.» Âhiret diyârındaki farklılıkları dünya-dakinden elbette büyüktür. Çünkü onlardan bir kısmı cehennemin alt basamaklarında zincirlenmiş ve bukağılanmış olarak bulunurlar. Bir kısmı da yüce derecelerde cennetin nimet ve sürûru içerisinde bulunurlar. Cehennemde bulunanlar da kendi aralarında farklı mertebelerde olurlar.. Tıpkı cennet ehlinin farklı mertebeleri bulunduğu gibi. Çünkü cennette yüz derece vardır. Her derecenin arasındaki mesafe gökle yeryüzü kadardır. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde vârid olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Yüce mertebelere ehil olanlar; îlliyyîn'dekileri tıpkı göğün ufkunda beliren yıldızları gördükleri gibi görürler. İşte bunun için Hak Teâlâ «Âhiret; dereceler bakımından daha büyüktür, üstünlük bakımından da» buyuruyor. TaberânS, Za Zan'ın rivayetine göre Selmân el-Fârisî'den merftV olarak şu hadîsi rivayet eder : Hangi kul dünyada bir derece yükselmeyi isteyip de yükselirse, muhakkak Allah Teâlâ âhirette onu yükseldiği dereceden daha büyük bir dereceye kondurur. Sonra Selmân el-Fârîsî bu âyet-i celîle'yi okudu : «Âhiret; dereceler bakımından da büyüktür, üstünlük bakımından da.»32
22 — Allah ile beraber başka bir ilâh edinme. Yoksa yerilmiş ve terkedilmiş olarak kalırsın.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey mükellef kişi, ibâdetinde Allah ile beraber bir ortak tutma. Burada maksad, ümmetin mükellefiyet yüklenen ferdleridir. «Yerilmiş ve terkedilmiş olarak kalırsın.» Şirkinden dolayı. Çünkü Allah Teâlâ sana yardım etmez. Seni kendisiyle beraber tapındığın kimselere bırakır. Onlar ise sana ne zarar verebilirler, ne de fayda. Zarar ve fayda vermeye gücü yeten yalnız ve yalnız Allah Teâlâ'dır. O'nun şeriki yoktur.
İmâm Ahmed der ki : Bize Ebu Ahmed... Abdullah İbn Mes'ûd'-dan nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kimin bir ihtiyâcı olur da onu insanların huzuruna götürürse onun ihtiyâcı gideril-mez. Kim de ihtiyâcını Allah'a arzederse Allah ona çabucak ve mutlaka bir zenginlik verir. Ya onu hemen öldürür veya çabucak zengin eder. Bu hadisi Ebu Dâvûd, Tirmizî, Beşir İbn Selmân kanalıyla İbn Mes'ûd'dan nakleder. Tirmizi bunun ftasen, sahîh ve garîb olduğunu söyler.33
23 — Rabbın, buyurmuştur ki: Kendisinden başkasına ibâdet etmeyesiniz, ana ve babaya iyi davranasmız. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken yaşlılığa erecek olurlarsa, onlara karşı; of dahi deme. Onları azarlama. Ve her ikisine de efendice sözler söyle.
24 — Merhametten onlara alçak gönüllülük kanatlarını ger. Ve de ki: Rabbım, o ikisi beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et.
Rabbımıı Buyrukları44
Rabbımıı Buyrukları
Allah Teâlâ kullarına kendisine ibâdet etmelerini ve başkasını zâtına eş koşmamalarını emrediyor. Buradaki «hükmetti» anlamına gelen ifâdesi, emir anlamınadır. Mücâhid ise, tavsiye anlamına geldiğini söyler. Übeyy İbn Kâ'b, Abdullah İbn Mes'ûd ve Dah-hâk İbn Müzâhim de aynı mânâda âyeti şöyle okurlar : "Rabbım kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi tavsiye buyurdu.» Bunun için Hak Teâlâ kendine ibâdetle, anne babaya iyi davranmayı birleştirerek hemen arkasından «Ana ve babaya iyi davranasmız» buyuruyor. Yani bir diğer âyette : «Bana ve anne babana şükredesiniz, dönüş Banadır.» (Lokman, 14) buyurduğu gibi burada da anne ve babaya iyi davranmayı emrediyor.
«Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanındayken yaşlılığa erecek olurlarsa; onlara karşı; öf dahi deme. Onları azarlama.» Onlara kötü bir söz duyurma, hattâ kötü sözün en alt mertebesi olan öf bile deme ve onlara karşı senden çirkin bir fiil sudur etmesin. Nitekim Atâ İbn Ebu Rebâh «Onları azarlama» kavlini; onlara karşı elini oynatma, diye tefsir etmiştir. Allah Teâlâ anne ve babaya karşı kötü sözü ve kötü davranışı yasakladıktan sonra iyi sözü ve iyi davranışı emrederek buyuruyor ki: «Ve her ikisine de efendice sözler söyle.» Yani güzel, tatlı, edebli, saygılı ve hürmetlice. «Merhametten onlara alçak gönüllülük kanatlarını ger.» Yaptıklarında onlara karşı mütevâzi' ol. «Ve de ki: Rabbım, o ikisi beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et.» Büyüdüklerinde ve vefâtlan anında onlara merhamet et. İbn Abbâs der ki: Bilâhare Allah Teâlâ; «Bir peygamberin ve inanmış olanların yakınları dahi olsa müşrikler için af dilemeleri olur şey değildir...» âyetini indirmiştir.
Anne ve babaya iyi davranma konusunda pek çok hadîs-i şerif vâ-rid olmuştur. Bunlardan birisi de Enes ve başkaları yoluyla rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir : Rasûlullah (s.a.) minbere çıkınca üç kere âmin, âmin, âmin, dedi. Ey Allah'ın Rasûlü neye âmin dedin? dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Bana Cebrail geldi ve şöyle dedi: Ey Muhammed; yanında senin adın anılıp ta sana salâvât getirmeyen kişinin burnu yere sürtülsün. Sonra ilâve etti; âmin de. Ben de âmin, dedim. Sonra şöyle dedi: Ramazân ayı girip de çıktığı halde kendisini bağışlatamamış olan kimsenin burnu yere sürtülsün. Ve ilâve etti; âmin, de. Ben âmin, dedim. Sonra şöyle dedi: Anne ve babasına, ya da onlardan birine ulaşıp da ikisi kendisini cennete girdirmeyen kişinin burnu'sürtülsün. Ve ilâve etti; âmin, de. Ben de âmin, dedim.
İmâm Ahmed der ki: Bize Huşeym... Mâlik İbn Hâris'den nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini duymuş : Müslüman anne ve babadan olan bir yetimi yemek için oturtup sonra onun buna gerek duymamasını sağlayan kişiye muhakkak cennet vâcib olur. Kim de bir müslüman köleyi âzâd ederse bu onun için cehennemden kurtuluş olur. Onun her uzvuna mukabil bunun her uzvu cehennemden kurtarılır.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki : Bize Muhammed İbn Ca'fer'in... Ali İbn Zeyd'den naklettiğine göre, o da yukarıdaki hadîsi anlatmış sonra şöyle demiş : Ben bunu Mâlik veya İbn Mâlik denilen birinden duydum, fakat o bu hadîse şunu da eklemişti: Kim anne ve babasına veya bunlardan birine ulaşır da cehenneme girerse; Allah onu kahretsin.
İmâm Ahmed der ki : Bize Affân... Mâlik İbn Amr el-Kuşeyrî'den nakletti ki, o; Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini duydum, demiştir : Bir müslüman köleyi âzâd eden kişi cehennemden âzâd olmuştur. Onun her kemiğinin yerine bunun her kemiğinden birisi âzâd edilir. Kim de anne ve babasından birine ulaşır ve o bunlar sebebiyle mağfirete nail olmazsa Allah Azze ve Celle onu kahretsin. Kim de müslüman anne ve babadan yetîm olan birini yemeğine ve içeceğine ortak ederse, Allah onu ortak eder ve bir daha onu muhtaç bırakmayacak hale getirirse; ona da cennet vâcib olur.
îmâm Ahmed der ki: Bize Haccâc ve Muhammed İbn Ca'fer'in... Mâlik İbn Amr'dan rivayet ettiklerine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Kim anne ve babasına ya da onlardan birine ulaşırda yine cehenneme girerse; Allah onu rahmetinden uzaklaştırsın ve kahretsin. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî de bu hadîsi Şu'be kanalıyla Mâlik'den nakleder. Ancak onda daha farklı fazlalıklar vardır.
İmâm Ahmed der ki : Bize Affân'ın... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Burnu sürtülsün. Burnu sürtülsün. Burnu sürtülsün. Anne ve tabasına, ya da onlardan birine veya ikisine birlikte ulaşıp da onlar yanında yaşlandıkları halde cennete girmeyen kişinin burnu yere sürtülsün. Bu hadîs bu yönden sa-hîh olmakla beraber, bu rivayeti yalnızca Müslim tahrîc etmiştir.
İmâm Ahmed der ki: Bana Rebî' İbn îbrâhîm... Saîd îbn Ebu Sa-îd kanalıyla Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Yanında anıldığım halde benim üzerime salavât getirmeyen kişinin burnu yere sürtülsün. Ramazân ayı girip ds bağışlanmadan çıkan kişinin burnu yere sürtülsün. Anne ve babası yanında yaşlılığa erişip de onlar sayesinde cennete girmeyen kişinin burnu yere sürtülsün. Rebî' der ki: Bilmiyorum ama o, onlardan birisini de demiş olabilir. Bu hadîsi Tirmizî Ahmed İbn İbrâhîm kanalıyla Rebî'den nakleder ve; bu yönden garîbtir, der.
İmâm Ahmed der ki: Bize Yûnus İbn Muhammed... Ebu Üseyd Mâlik İbn Rebîa'dan şöyle dediğini nakleder : Ben Rasûlullah'ın katında oturduğum bir sırada anîden Ansâr'dan bir kişi çıkageldi. Adam dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, anne ve babam Öldükten sonra benim onlara yapabileceğim herhangi bir iyilik var mıdır? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Evet, dört haslet vardır : Onlara dua etmek, mağfiret dilemek, ahidlerini yerine getirmek, dostlarına ikram etmek, onlar tarafından başka rahmin olmayan akrabalarına sıla-ı rahim'de bulunmak. İşte annen ve baban öldükten sonra senin onlara yapman gereken iyilikler bunlardır. Bu hadîsi Ebu Dâvûd ve İbn Mâce, Abdurrahmân İbn Süleyman kanalıyla Ebu Üseyd'den naklederler.
İmâm Ahmed der ki: Bize Revh... Muâviys İbn Câhime es-Süle-mi'den nakletti ki: Câhime Hz. Peygamber'e gelerek şöyle demiş : Ey Allah'ın Rasûlü, ben savaşmak isterim. Bu konuda seninle istişare etmek için geldim ne dersin? Rasûlullah (s.a.) annen var mı? demiş. O; evet, deyince, Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Ona koş, çünkü cennet onun iki ayağı altındadır. Hz. Peygamber muhtelif yerlerde iki, üç kez aynı ifâdeyi tekrarlamıştır. Neseî ve İbn Mâce de bu Hadîsi İbn Cü-reyc kanalıyla Muâviye İbn Câhime'den naklederler.
İmâm Ahmed der ki: Bize Halef İbn Velîd... Mikdâm kanalıyla... Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletti: Doğrusu Allah Teâlâ size babalarınızı tavsiye ediyor. Doğrusu Allah Teâlâ size analarınızı tavsiye ediyor. Doğrusu Allah Teâlâ size analarınızı tavsiye ediyor. Doğrusu Allah Teâlâ size analarınızı tavsiye ediyor. Doğrusu Allah Teâlâ size en yakın akrabalarınızı tavsiye ediyor. Bu hadîsi İbn Mâce, İbn Ayyaş kanalıyla Mikdâm'dan nakleder.
İmâm Ahmed der ki: Bize Yûnus... Eş'as İbn Süleym kanalıyla... babasından nakleder ki; Yerbû' oğullan kabilesine mensûb bir kişi şöyle demiş: Hz. Peygamberin huzuruna geldiğimde, onun insanlarla şöyle konuştuğunu duydum : En yüce el annenize babanıza kızkarde-şinize ve erkek kardeşinize veren eldir. Sonra sana en yakın olanadır.
Hafız Ebu Bekr Ahmed İbn Amr İbn Abdülhâlık el-Bezzâr Müs-ned'inde der ki: Bize İbrahim... Süleyman İbn Büreyde kanalıyla babasından nakleder ki; adamın biri tavaf yaparken, annesini de omu-zuna almış tavaf ettiriyormuş. Hz. Peygambere onun hakkını ödedim mi? diye sormuş. Hz. Peygamber; hayır bir kere emzirmenin hakkını bile ödeyemedin. Yahut buna benzer bir ifâde kullanmıştır. Sonra Bez-zâr der ki: Bu hadîsi ancak bu şekilde ve bu tarîkden rivayet edilmiş olarak biliyoruz. Ben derim ki: RâvîJer arasında bulunan Ebu Ca'fer zayıftır. Allah en iyisini bilendir.34
25 — Rabbımz; nefislerinizde olanı en iyi bilendir Eğer sâlihlerden olursanız muhakkak ki O, kendine dönenler için mağfiret sahibidir.
Saîd İbn Cübeyr der ki: Bu âyet anne ve babasına karşı yanlış davranışta bulunup da niyyeti ve kalbiyle bundan sorumlu tutulmayacağını kabul eden kimseler içindir. Bir rivayete göre Saîd İbn Cübeyr sonra cümleyi şöyle tamamlamıştır. Yani maksadı yalnızca iyilik yapmaktır. Bunun için Allah Teâlâ «Rabbınız; nefislerinizde olanı en iyi bilendir» buyurmuştur. «Kendine başvuranlar için mağfiret sahibidir» âyeti hakkında Katâde; namaz ehli olan ve Allah'a ibâdet edenler için mağfiret sahibidir, mânâsını vermiştir. İbn Abbâs da tes-bîh edenler için diye mânâ vermiştir. Bir başka rivayete göre; İbn Abbâs, itaat edip ihsan edenler için mağfiret sahibidir, mânâsını vermiştir. Bazıları da derler ki: Burada söz konusu olan akşam ve yatsı arasında namaz kılanlardır. Bazıları da bunların kuşluk namazı kılanlar olduğunu söylemişlerdir. Şu'be, Yahya İbn Saîd kanalıyla Saîd İbn Müseyyeb'in bu âyet hakkında şöyle dediğini belirtir : Günâh işleyip de sonra tevbe edenler için mağfiret sahibidir. Abdürrezzâk, Sevrî ve Ma'mer kanalıyla Yahya İbn Saîd'den, o da babası Saîd İbn Müsey-yeb'den aynı rivayeti nakleder. Atâ İbn Yessâr da böyle der. Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr de; bunlar hayra dönenlerdir, demiştir. Mücâhid ise Ubeyd İbn Umeyr kanalıyla bu âyet hakkında şöyle der : Bunlar, yalnızken günâhlarını hatırlayıp Allah'tan mağfiret dileyenlerdir. Bu görüşte Mücâhid de Ubeyd'e muvafakat etmiştir. Abdürrezzâk der ki: Bize Muhammed İbn Müslim Amr îbn Dînâr kanalıyla, übeyd îbn Umeyr'den nakletti ki; o «O, kendine baş vuranlar için mağfiret sahibidir.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Biz, «baş vuranlar» ı, müttakî-ler olarak kabul ederdik. Bunların Allah'ım beni bağışla ve şu mecliste düştüğüm günâhımı affet diyenler olduğunu belirtmiştir. İbn Cerîr Taberî ise bu konuda en uygun sözün; günâhdan tevbe edenler, ma'siyetten rücû' ederek Allah'a dönenler ve Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri bırakıp hoşlandığı ve razı olduğu şeylere yönelenler şeklindeki açıklama olduğunu söyler. Taberî'nin söylediği bu söz doğrudur. Çünkü başvuranlar anlamına gelen kelimesi; kelimesinden türetilmiştir ki bu kelime rücû' anlamına gelir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de aynı kökten bir kalime ile : «Doğrusu onların dönüşü Bizedir.»- (Gâşiye, 25) buyurmuştur. Sahih hadîste vârid olduğuna göre; Rasûlullah (s.a.) her seferden döndüğünde şöyle buyu-rurmuş : Dönenler, tevbe edenler, ibâdet edenleriz. Rabbımıza hamde-denleriz.35
26 — Yakınlara hakkını ver. Miskine, yolcuya da. Ama saçıp savurma.
27 — Muhakkak ki saçıp savuranlar, şeytânlarla kardeş olmuşlardır. Şeytân ise Rabbına pek nankördür.
28 — Rabbından beklediğin bir rahmeti elde etmek için onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan; o zaman onlara tatlı bir söz söyle.
İntak ve İsraf46
İntak ve İsraf
Allah Teâlâ anne ve babaya iyiliği emr ettikten sonra; buna akrabalara ve yakın kimselere iyi davranmayı ilâve ediyor. Nitekim hadîste de; annen, baban, sonra sana yakın olanlar, buyurduğu daha önce zikredilmişti. Bir rivayete göre de; sonra daha yakınlar, daha yakınlar, buyurmuştur. Bir hadîs-i şerifte ise şöyle buyrulur: Kim rızkının genişletilmesini ister ve ecelinin artırılmasını beklerse, akrabalarına sıla-i rahimde buiunsun.
Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki : Bize Abbâd îbn Ya'kûb... Ebu Saîd'den nakletti ki; o, «Yakınlara hakkını ver» âyeti nazil olduğunda Rasûlullah (s.a.) in Hz. Fâtıma'yı çağırıp ona Fedek arazisini verdiğini söylemiştir. Sonra Bezzâr der ki : Bu hadîsi FudayI İbn Merzûk'tan yalnız Ebu Yahya et-Teymî'nin ve Humeyd İbn Ham-mâd'ın rivayet ettiğini biliyoruz. Bu hadîsin isnadı sahîh olsa da hadîs müşkildir. Çünkü âyet Mekke'de inmiştir. Fedek ise, ancak hicretin yedinci senesinde Hayber'le birlikte fethedilmiştir. Öyleyse bu ikisinin birlikte söz konusu edilmesi nasıl mümkün olur?
Tevbe sûresinde miskinler ve yol oğulları hakkında yeterince söz edilmiş, burada tekrarını gerektirmeyecek kadar açıklama yapılmıştı.
«Ama saçıp savurma.» Allah Teâlâ Önce infâkı emrettikten sonra, israfı da nehyediyor. Orta bir noktayı vaz'ediyor. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurmaktadır : «Onlar ki infâk ettikleri zaman, israf etmezler, kısmazlar da. Bu ikisi arasında bir noktada bulunurlar.» (Furkân, 67) Sonra savurganlığı ve saçkınlığı kınayarak buyuruyor ki: «Muhakkak ki saçıp savuranlar; şeytânlarla kardeş olmuşlardır.» Yani bu konuda şeytânlara benzerler. İbn Mes'ûd der ki: Âyette söz konusu olan saçıp savurma, haksız yere infâk etmedir. İbn Abbâs da böyle der. Mücâhid ise der ki: İnsan, bütün malını hak yolunda infâk etse saçıp savurmuş olmaz. Bir kişi de bir avuç haksız yere infâk etse bu, saçıp savurmadır. Katâde der ki saçıp savurma; Allah'a isyan haksızlık ve fesâd yolunda harcamadır.
İmâm Ahmed der ki: Bize Hâşim İbn Kasım... Enes İbn Mâlik'-den nakleder ki; Temîm oğulları kabilesinden bir adam, Rasûlullah'a gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlu, benim çok malım var. Ailem ve çoluk - çocuğum da pekçok. Bana nasıl infâk edeceğimi ve nasıl yapacağımı bildirir misin? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Malının zekâtını verirsin. Çünkü bu, seni temizleyicidir. Yakınlarına sıla-i rahimde bulunursun. Dilencinin, komşunun ve miskinin hakkını verirsin. Adam dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlu, bana biraz daha azaltır mısın? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «Yakınlara hakkını ver. Miskine, yolcuya da. Ama saçıp savurma.» Adam dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlu senin elçine zekâtımı verdiğim zaman, bundan Allah'a ve Rasûlü'ne karşı arınmış olurmuyum? Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Evet, onu benim elçime verirsen ondan arınmış olursun. Bunun mükâfatı sana günâhı da onu değiştirene aittir.
«Muhakkak ki saçıp savuranlar; şeytânlarla kardeş olmuşlardır.» Yani saçıp savurmada, Allah'a itaati bırakıp isyan etmede ona kardeş olmuşlardır. Bunun için Allah Teâlâ «Şeytân ise Rabbına karşı pek nankördür.» buyurmuştur. O, münkirdir çünkü Allah'ın kendisine verdiği nimeti inkâr etmiş ve emrine uyup itaat etmemiştir. Allah'a isyan edip O'na muhalefet etmiştir.
«Rabbından beklediğin bir rahmeti elde etmek için onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan; o zaman onlara tatlı bir söz söyle.» Yani akrabaların ve kendilerine vermenizi emrettiğimiz kimseler senden bir şeyler isterler de, sen de onlara verecek bir şey bulamazsan ve bu sebeple onlara bir şey veremezsen hiç olmazsa «O zaman onlara tatlı bir söz söyle.» Onlara kolaylık ve yumuşaklıkla bir şey va'det. Ve de ki: Eğer Allah bana rızık verirse; ben de onu size ulaştırırım. Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Hasan, Katâde ve bir başkası bu âyeti bu şekilde tefsir etmişlerdir.36
29 — Ve elini boynuna bağlı kılma, onu büsbütün de açıp durma. Yoksa kaybedenlerden ve kmananlardan olursun.
30 — Muhakkak ki Rabbın; dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. Muhakkak ki O, kulları için Habîr'dir, Ba-sîr'dir.
Zenginlik ve Cimrilik. 47
Zenginlik ve Cimrilik
Allah Teâlâ yaşamada iktisâdlı davranmayı emrederken cimriliği de kötülüyor, israfı ve savurganlığı yasaklıyor. «Ve elini boynuna bağlı kılma.» Cimri ve çekingen olma. Kimseye bir şey vermezlik etme. Nitekim yahûdîler —Allanın la'neti onların üzerine olsun— «Allah'ın eli bağlıdır» demişlerdir. Yani Allah'a cimrilik isnâd etmişlerdir. Kerim ve Vahhâb olan Allah, onların isnadından yüce ve münezzehtir.
«Onu büsbütün de açıp durma.» Yani harcamada israf etme, gücünden fazlasını vermeye kalkışma, gelirinden çoğunu harcama «yoksa kaybedenlerden ve kmananlardan olursun.» Burası gramer bakımından leffü neşr bâbındandır. Yani eğer cimrilik yaparak oturur-san kınanırsın. Halk seni kınar, zemmeder ve senden müstağni dururlar...
Gücünün üstünde elini açacak olursan da, harcayacak bir şey bulmadan oturursun ve o zaman da kaybedenlerden olursun. Kaybedenler anlamına gelen yürümekten âciz kalan hayvandır. Zayıf düştüğü ve bitkin olduğu için durur, o zaman adı verilir. Nitekim aynı kelimeyi Allah Teâlâ Mülk sûresinde kullanarak şöyle buyurmaktadır: «Gözünü bir çevir bak, bir aksaklık görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak. Ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer.» (Mülk, 3,4) Yani bir eksiklik göremeyip bitkin düşer. Burada cimrilik ve israfın kasdedildiğini söyleyen Abdullah İbn Abbâs, Hasan, Katâde, İbn Cüreyc ve İbn Zeyd bu âyeti böyle tefsir etmişlerdir.
Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde vârid olduğuna göre Ebu Ze-nad... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; o, Rasûlullahın şöyle dediğini duymuştur : Cimri ve infâk eden kişinin misâli, demirden iki cübbesi olan iki adamın misâlidir. Cübbelerinden biri göğüs hizasına kadar, diğeri de gırtlak hizasına kadardır. İnfâk eden kişi, infâk ettiği zaman cübbesi genişler ve parmaklarına kadar örtüp yürümenin eseri silininceye kadar onun içerisine dalar. Cimri kişi ise, bir şey infâk etmek istediği zaman demirden olan cübbenin halkası yerine yapışır ve o, cübbeyi genişletmek ister de genişletemez. Bu, Buhârî'-nin Zekât kitabındaki ifadesidir.
Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Hişâm İbn Urve eşi Fâtıma Bint Münzir kanalıyla ninesi Ebubekir'in kızı Esmâ'dan nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu söylemiştir ;
Sayarak verme ki Allah da sana sayarak vermesin.
Müslim'in Sahîh'inds Abdürrezzâk kanalıyla Ebu Hüreyre'den nakledilir ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ bana, kendin için infâk et, buyurdu.
Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Muâviye İbn Ebu Müzerred kanalıyla Ebu Hüreyre'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Hangi bir gün kullar sabahleyin kalkarlarsa; mutlaka beraberlerinde gökten iki melek iner. Bunlardan birisi der ki: Allah'ım, infâk eden kişiye geride kalan artanı bırak. Diğeri de der ki: Allah'ım, tutan kişiye yokluk ver.
Müslim, Kuteybs kanalıyla Ebu Hüreyre'den merfû' olarak nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur :
Sadaka malı eksiltmez. Kul ne kadar affederse mutlaka Allah, onun izzetini o derecede artırır. Kim de Allah rızâsı için tevazu gösterirse Allah onu yüceltir.
Ebu Kesîr, Abdullah İbn Amr'dan merfû' olarak nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Cimrilikten sakının, çünkü sizden önce helak edilmiş olanlar cimriliği emredip de cimrileşmiş olmalarından dolayı helak edilmişlerdir. Onlara sıla-i rahmin kesilmesi emredilmiş onlar da koparmışlardır. Onlara azgınlık emredilmiş onlar da azıtmışlardır.
Beyhâkî Sa'dân kanalıyla... A'meş'in babasından nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bir kişi bir sadaka verirse; yetmiş şeytânın çenesini tutar.
İmâm Ahmed der ki.: Bize Ebu Ubeyde el-Hattâb... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İktisâd yapan muhtaç olmaz.
«Muhakkak ki Rabbın; dilediğine rızkı genişletir ve daraltır.»» âyeti rızkı veren, alan, genişleten ve daraltanın Allah Teâlâ olduğunu bildiriyor. Yarattıklarında dilediği gibi tasarruf hakkının O'na âid olduğunu, dilediğini zengin, dilediğini fakır kıldığını bunda da Allah'ın bir hikmeti bulunduğunu haber veriyor. -Bunun için âyetin devamında «Muhakkak ki O, kulları için Habîr'dir, Basîr'dir.» Kimin zenginliğe hak kazandığını, kimin fakirliğe müstehak olduğunu görür ve bilir. Nitekim hadiste şöyle buyrulur: Kullarımdan bazıları da vardır ki, yalnızca fakirliğe elverişlidirler. Onları zenginleştirmiş olsam dinlerine karşı fesada dalarlardı. Kullarımdan bazıları da vardır ki, ancak zenginliğe elverişlidirler. Onları fakuieştirmiş olsaydım dinlerinde fesada dalarlardı. Bazı insanlar için zenginlik bir istid-râc, fakirlik de ceza olur. Bundan da ondan da Allah'a sığınırız.37
31 — Çocuklarınızı açlık korkusuyla Öldürmeyin. Onlara da size de Biz nzık veririz. Muhakkak ki onları öldürmek; büyük bir günâhtır.
Çocukları Öldürmek. 48
Çocukları Öldürmek
Bu âyet-i kerîme, Allah. Teâlâ'nm kullarına babanın evlâdına merhametinden daha çok merhametli olduğunu göstermektedir. Çünkü Allah Teâlâ, çocukları öldürmeyi yasaklamaktadır. Vs çocuklara mîrâsı emretmektedir. Nitekim câhiliyyet ehli, kız çocuklarını vâris bırakmazlardı. Hattâ onlardan bir kısmı, üzerlerine yük olmasın diye kız çocuğunu öldürürdü. Bunun için Allah Teâlâ : «Çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmeyin.» buyurmuştur ve bu davranışı yasaklamıştır. Yani onların bulunması halinde muhtaç olmaktan korkarak öldürmeyin. Bunun için hemen arkasından Hak Teâlâ onların rızkına özen gösterdiğini bildirirerek «Onlara da, size de Biz rızık veririz.» buyuruyor. En'âm sûresinde ise «Çocuklarınızı açlıktan Öldürmeyin» buyurmuştur. Yani fakirlikten onları öldürmeyin. «Onlara da size de Biz rızık veririz.» (En'âm, 151)
«Muhakkak ki onları öldürmek; büyük bir günâhtır.» Büyük bir hatâdır ifâdesi büyük bir günâhtır anlamınadır. Bazıları da bu âyet-i kerîme'yi okumuşlardır ki bu da aynı mânâyadır.
Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde Abdullah (İbn Mes'ûd) dan nakledilir ki; o, şöyle demiştir :
Ey Allah'ın Rasûlü, en büyük günâh hangisidir? dedim. Rasû-lullah buyurdu ki: Seni yaratmış olduğu halde Allah'a eşler koşman-dır. Sonra hangisidir? dedim. Buyurdu ki: Seninle yemesinden korkarak çocuğunu öldürmendir. Sonra hangisidir? dedim. Buyurdu ki: Komşunun helâlıyla zina etmendir.38
32 — Zinaya yaklaşmayın. Muhakkak ki o, azgınlıktır. Ve yol olarak da kötüdür.
Allah Teâlâ kullarını zinadan ve zinaya yaklaşmaktan, yani zinaya sevkeden nedenlerle iç içe olmaktan nehyederek «Zinaya yaklaşmayın. Muhakkak ki o, azgınlıktır.» buyuruyor. Yani büyük bir günâhtır. «Ve yol olarak da kötüdür.» Ne çirkin, kötü bir yol ve gidiş yeridir.
İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd İbn Hârûn... Ebu Ümâme'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Genç bir delikanlı Hz. Peygambere gelerek : Ey Allah'ın Rasûlü, bana zina için izin ver, dedi. Halk onun üzerine yürüyerek onu tartakladılar ve; dur bakalım, dediler. Rasû-lullah (s.ı.) ona; beri gel, dedi. O da Peygambere biraz yaklaştı. Hz. Peygamber; otur, dedi. O da oturdu. Rasûlullah buyurdu ki : Onu anne annen için ister misin? O; Allah'a andederim ki hayır, Allah beni sana feda etsin ki hayır, dedi. İnsanlar da anneleri için bunu istemezler, dedi. Rasûlullah : Onu kızın için ister misin? dedi. O; hayır Allah'a ve Rasûlüne andolsun ki, Allah beni sana kurbân etsin ki hayır, insanlar da onu kızları için istemezler, dedi. Rasûlullah onu bacın için ister misin? deyince o hayır, Allah'a andolsun ki, beni sana kurbân etsin ki insanlar da onu kardeşleri için istemezler, dedi. Rasûlullah (s.a.) onu halan için ister misin? dedi. O; hayır beni sana kurbân eden Allah'a andolsun ki insanlar onu halaları için de istemezler, dedi. Rasûlullah (s.a.) onu teyzen için ister misin? dedi. O; Allah'a andolsun ve beni sana kurbân etsin ki insanlar teyzeleri için de bunu istemezler, dedi. Ebu Ümâme der ki: Rasûlullah (s.a.) elini onun üzerine koyarak şöyle buyurdu : Allah'ım onun günâhını bağışla, kalbini temizle, namusunu temiz kıl. Ebu Ümâme der ki: Bundan sonra o delikanlı böyle bir şeye hiç tevessül etmemiştir.
İbn Ebu Dünya der ki: Bize Ammâr İbn Nasr... Heysem İbn Mâlik kanalıyla Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu nakletti: Allah katında şirkten sonra bir erkeğin kendisi için helâl olmayan bir rahme boşalttığı nutfeden daha büyük bir günâh yoktur.39
33 — Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin. Ancak hak ile olursa müstesna. Kim zulmedilerek öldürülürse; gerçekten Biz onun velîsine bir yetki tanımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Muhakkak ki o, yardım görenlerden olmuştur.
Katil49
Katil
Allah Teâlâ meşru' bir hakka dayanmadan bir cana kıymayı yasaklıyor. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde sabit olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor :
Lâ İlahe İllallah Muhammed'ün Rasûlullah, diyen müslüman Dır kişinin kam ancak şu üç şeyden biriyle helâl olur : Cana can. Evli olarak zina eden. Cemaattan ayrılıp dinden çıkan.
Sünen kitaplarında belirtilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah katında dünyanın yıkılması bir- müsîümanın öldürülmesinden daha basittir.
«Kim zulmedilerek öldürülürse; gerçekten Biz onun velîsine bir hak tanımışladır.» Katile karşı ona bir yetki vermişizdir. O, muhayyerdir. İsterse kısas yaparak katili öldürür, isterse diyet karşılığı isterse karşılıksız katili öldürmekten vazgeçer. Sünnet-I Seniyye'de böyle sabit olmuştur. Derin denizler gibi olan İmâm İbn Abbâs, bu âyet-i kerime'nin umûmî hükmünden Muâviye'nin saltanata yetkili olduğu neticesini çıkarmıştır. Onun ileride hükümdar olacağını belirtmiştir. Çünkü o, Hz. Osman'ın velisiydi. Hz. Osman da zulmen öldürülmüş olduğundan Muâviye Hz. Ali'den Hz. Osman'ın katillerinin kısas yapılmak üzere kendisine teslim edilmelerini istiyordu. Muâviye Emevî idi. Hz. Ali de imkân bulup böyle yapmak için işi zamana bırakıyordu. Ali, Muâviye'den Şam'ı kendisine teslim etmesini istemişti. Muâviye de Hz. Osman'ın katilleri kendisine teslim edilinceye kadar Şam'ı Hz. Ali'ye teslîm etmekten kaçınmıştı. Bunun için Muâviye ve Şam halkı da, Hz. Ali'ye bîat etmemişlerdi. Nihayet uzun hâdiselerden sonra Muâviye güç kazanıp İbn Abbâs merhumun tefâül ettiği gibi idareyi eline almıştı. İbn Abbâs bu tefâülünü bu âyet-i kerîme'den çıkarmış. Bu da garîb bir iştir. Taberânî, Mu'cem isimli eserinde bunu naklederek şöyle der: Bize Yahya îbn Abdülbâkî... Zehdem el-Cermî'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz İbn Abbâs'ın gece meclisindeydik. Dedi ki; Ben size bir hadîs nakledeceğim ki bu ne gizlidir, ne de açıktır. Bu adam —Hz. Osman'ı kasdediyor— hakkında olanlar olunca ben Ali'ye şöyle dedim : Köşeye çekil. Eğer bir delikte bulunacak olursan, çıkarılıncaya kadar ta'kîb edilirsin. Ali bana isyan etti. Allah'a yemîn ederim ki; Muâviye sizin üzerinizde muhakkak emîr olacaktır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Kim zulmedilerek öldürülürse; gerçekten Biz onun velîsine bir yetki tanımışızdır. Artık o da öldürmede aşırı gitmesin.» Ey Kureyş'liler mu-hakak ki o sizi İran ve Bizans kanunlarına götürecektir. Hıristiyan, yahûdî ve mecûsîleri başınıza dikecektir. Sizden her kim o gün bilinen bir şeyi alırsa kurtulur. Kim de terkederse ki, siz de terk edenlersiniz, eski nesiller gibi, helak olanlardan olursunuz.
«Açtık o da Öldürmede aşırı gitmesin.» Yetki sahibi, katili öldürmede aşırı gitmesin. Organlarını kesmesin. Katil olmayana kısas uygulamasın.
«Muhakkak ki o, yardım görenlerden olmuştur.» Yetki sahibi katile karşı şer'an yardım görenlerden olduğu gibi, ölçü olarak da gâlib gelenlerden olmuştur.40
34 — Erginlik çağma ulaşıncaya kadar, en güzel şeklin dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahdi yerine getirin. Muhakkak ki ahid mes'ûliyettir.
35 — Ölçtüğünüz zaman da ölçüyü tâin tutun. Ve dosdoğru ölçekle tartın. Bu daha hayırlıdır. Ve netice itibarıyla daha güzeldir.
Ölçü ve Tartı49
Ölçü ve Tartı
Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Erginlik çağına ulaşıncaya kadar, en güzel şeklin dışında yetimin malına yaklaşmayın.» Yani onda iyi niyetle harcamada bulunun. «Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günâhtır.» (Nisa, 2) «Öksüzleri evlenme çağına gelene kadar deneyin, O vakit kendilerinde bir olgunlaşma görürseniz; mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf edip de tez elden yemeyin.» (Nisa, 6)
Müslim'in Sahîh'inde vârid olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) Hz. Ebu Zerr'e şöyle demiş :
Ey Ebu Zerr, ben seni güçsüz görüyorum ve kendim için istediğimi senin için de istiyorum. İki kişinin üzerine emîr olma ve yetîm malına velayet etme.
«Ahdi yerine getirin.» İşlem yaptığınız akidleri ve üzerinde insanlarla anlaştığınız ahidleri yerine getirin. Çünkü ahid de akid de sahibinden sorulur. «Muhakkak ki ahid mes'ûliyettir.»
«Ölçtüğünüz zaman da ölçüyü tam tutun.» Ölçüde aşırı gitmeyin ve eksik ölçerek insanların mallarını azaltmayın.
«Ve dosdoğru ölçekle tartın.» Bazıları kelimesini şeklinde kafin Ötresi ve esresiyle okumu şiar dn\- Bu kelime, ölçek anlamınadır. Mücâhid ise; bunun Rûm dilinde adalet demek oduğunu söyler. Dosdoğru anlamına gelen kelimesi; inhiraf, sarsıntı ve eğrilik bulunmayan şey demektir.
«Bu, daha hayırlıdır.» Sizin hem bu dünyanız; hem de öbür dünyanız İçin daha hayırlı «Ve netîce itibarıyla daha güzeldir.» Âhire-tiniz, dönüşünüz ve varışınız bakımından daha güzeldir. Saîd, Katâ-de'den naklen bu âyeti; sevâb ve ceza bakımından daha hayırlıdır, şeklinde te'vîl ettiğini söyler. Saîd'in bize haber verdiğine göre; Abdullah İbn Abbâs şöyle dermiş : Ey Mevâlî topluluğu, siz iki şeyin başına geçirildiniz ki sizden önceki insanlar bu yüzden helak olmuşlardır. Bunlar şu ölçekler ve şu tartılardır. Saîd der ki: Abdullah İbn Abbâs Hz. Peygamberin şöyle dediğini de bildirir : Bir kişi harama gücü yetip de sonra sırf Allah'tan korktuğu için vazgeçerse; muhakkak Allah ona âhiretten önce şu geçici dünya hayatında o bıraktığı şeyden daha hayırlısını verir.41
36 — Hakkında bilgin olmadığı şey üzerinde durma. Çünkü kulak da göz de, kalb de bütün bunlar ondan sorumludurlar.
Ali İbn Ebu Talha İbn Abbâs'tan naklen onun bu âyeti şeklinde okuduğunu bildirmiştir, Avfî ise İbn Abbâs'tan naklen onun bu âyetle, bilgisi olmadığı birisi hakkında bir şeyi kasdetme mânâsı verdiğini bildirmiştir. Muhammed İbn Hanefiyye ise; bununla yalancı şâhidliğin kasdedildiğini söyler. Katâde der ki: Görmeden gördüm, duymadan duydum, bilmeden bildim, deme. Allah Teâlâ bunların hepsini senden soracaktır. Yukarıda zikredilenin özeti şudur : Allah Teâlâ bilgisizce söylemeyi hattâ vehim ve hayâldan ibaret olan tahminle söylemeyi yasaklamıştır. Nitekim bir başka âyet-i kerime'de şöyle buyurur : «Zannın çoğundan sakının. Çünkü bazı zan-lar vardır ki günâhtır.» (Hucurât, 12) Hadîste ise şöyle buyurulur : Zandan kaçının. Çünkü zan, sözün en yalan olanıdır. Ebu Dâvûd Sü-nen'inde der ki: Kişinin; öyle sandılar, diyerek adım atması ne kötüdür. Bir başka hadîste ise şöyle buyurulur : Uydurmanın en uydurması; kişinin, gözünün görmediği şeyi gözüyle görmüş gibi bildirmesidir. Yine sahîh hadîste şöyle buyurulur : Kim, bir rü'yâ görmediği halde gördüğünü iddia ederse; kıyamet gününde iki saçı bağlamakla mükellef kılınır. Halbuki o bunu bağlayamaz.
«Bütün bunlar» Yani göz, kulak ve gönül ile elde edilen niteliklerin hepsinde «ondan sorumludurlar.» kıyamet günü kul bunlardan sorulur. Bunlardan da ne yaptıkları suâl edilir. Burada ke limesi yerine kelimesini kullanmak sahihtir.42
37 — Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz ki sen, ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.
38 — Bütün bunlar Rabbın katında beğenilmeyen kötü şeylerdir.
Kibir50
Kibir
Allah Teâlâ, kullarını yürüyüşte tekebbüre, gösterişe ve zorbalığa kaçmaktan nehyederek «Yeryüzünde kibirlenerek yürüme» buyuruyor. Azgın zorbalar gibi oraya buraya eğilerek böbürlenip yürüme. «Şüphesiz ki sen, ne yeri yarabilirsin.» Senin yürüyüşünle yeryüzü yarılacak değildir elbette. İbn Cerîr böyle demiş ve bu konuda Ru'be tbn el-Accâc'm bir şiirini delil göstermiştir (...)
«Ne de boyca dağlara ulaşabilirsin» Yani eğilip bükülmen, gururlanıp öğünmen ve kendine hayranlık duymanla dağlara ulaşabilecek değilsin. Aksine bu tür davranışlarda bulunan, onun aksi ile karşılanır. Nitekim sahih hadîste vârid olduğuna göre, şöyle buyrulur : Sizden önceki kavimlerden bir kişi üzerindeki elbisesiyle böbürlenerek yürüdüğü sırada, yer yarıldı ve o içine gömüldü. Kıyamet gününe kadar da gömülmeye devam etmektedir. Keza Allah Teâlâ Karun'dan bahsederken, onun kavmine karşı süslenerek böbürlenip çıktığını ve Allah Teâlâ'nın hem onu hem de onun yurdunu yere batırdığını bildiriyor. Sahîh hadîste vârid olduğuna göre, şöyle buyrulur: Kim Allah için tevazu' ederse, Allah onu yüceltir. O kendi yanında hakîr, halkın yanında büyüktür. Kim de büyüklük taslarsa; Allah onu indirir. O, kendi yanında büyük, halkın yanında fakirdir. Hattâ halkın yanında o köpeklerden ve domuzlardan daha çok menfurdur.
Ebü Bekr İbn Ebu Dünya, el-Humûl ve't-Tevâzu* isimli kitabında der ki: Ahmed îbn îbrâhîm İbn Kesîr, Haccâc îbn Muhammed'-den o da Ebu Bekr el-HÜzelî'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Biz Hasan ile beraber bulunduğumuz sırada ona İbn el-Ehîm —Mansûr'u kasdediyor— rastladı. Mansûr'un üzerinde ipekten cübbeler vardı. Üst üste ayağına kadar uzanıyordu. O böbürlenerek yürüyordu. Hasan ona şöyle bir baktı ve of of burnuyla böbürleniyor, omuzu kalkmış, yanağı kabarmış ve iki yanından bakıyor. Yani ahmağm teki. Teşekkür etmeden, zikredilmeden, bir yanından bakarak evet, diyor. Bu konuda Allah'ın emrini tutmuyor ve Allah'ın hukukunu yerine getirmiyor. Allah'a hamdolsun ki, onlardan hiç birisi normal tabiatları üzere yürümüyorlar. Delilerin sarsılışı gibi sarsılıyorlar. Halbuki her uzuvları bir nimettir. Şeytân bile onu la'netler, Mansûr bunu işitince, dönüp kendisinden özür diledi. O; benden özür dileme, Rab-bına tevbe et. Allah Teâlâ'nın «Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz ki sen, ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.» buyruğunu duymadın mı? Âbid olan Buhterî, Hz. Ali ailesinden böbürlenerek yürüyen birini görünce ona dedi ki: Seni kendisiyle ikrama erdiren kişinin yürüyüşü böyle değildir. Adam bir daha o yürüyüşünü terketti. Abdullah İbn Ömer de yürüyüşünde böbürle'nen bir adam gördü ve şeytanların da kardeşleri vardır, dedi. Hâlid İbn Madan der ki: Elinizi kolunuzu sallayarak yürümekten kaçının. Çünkü kişinin elleri bedeninin diğer kısmındandır. İbn Ebu Dünyâ her iki rivayeti de kaydeder.
İbn Ebu Dünya der ki: Bize Halef İbn Hişâm el-Bezzâr,.. Bah-nes'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ümmetim elini kolunu sallayarak yürüdüğü ve İranlılarla Bizans'lılar kendilerine hizmet ettiği zaman birbirlerine musallat kılınırlar.
«Bütün bunlar, Rabbın katında beğenilmeyen kötü şeylerdir.» Bu âyetteki kelimesini şeklinde okuyan kişilere göre bu, azgınlık mânâsına gelir. Bu takdirde âyetin anlamı şöyle olur : «Çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmeyin...» (31. âyet) kavlinden bu yana nehyettiğimiz şeylerin hepsi kötü şeylerdir ve bundan dolayı kişi, Allah katında hoş karşılanmayarak muaheze edilir. Allah onları sevmez ve memnun kalmaz.
kelimesini İzafet halinde şeklinde okuyanlara göre âyetin mânâsı şöyle olur: Rabbın buyurmuştur ki: Kendisinden başkasına ibâdet etmeyesiniz, ana ve babaya iyi davranasınız... (23. âyet) kavlinden buraya kadar zikrettiklerimizin hepsinin kötüsü yani çirkini Allah katında da kötüdür. İbn Cebir merhum âyeti bu şekilde yönlendirmiştir.43
39 — Bunlar, Rabbmm sana vahyettiği hikmettendir. Allah ile beraber bir başka ilâh edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.
Rabbının Hikmetleri51
Rabbının Hikmetleri
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Sana emrettiğimiz şu güzel huylar ve sana yasakladığımız o kötü sıfatlar ey Muhammed, insanlara emretmen için sana vahyettiğimiz hükümlerdir.
«Allah ile beraber bir başka ilâh edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.» Hem kendi kendini kınarsın hem de halk seni kınar. İbn Abbâs ve Katâde kelimesine kovulmuş anlamım vermişlerdir. Bu hitâbla kasdedilenler, Rasûlullah (s.a.) vasıtasıyla ümmetin kendisidir. Hz. Peygamber ise —Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun— ma'sûmdur.44
40 — Yoksa Rabbınız size oğulları seçti de kendisi meleklerden kızlar mı edindi? Muhakkak ki siz, büyük bir söz söylüyorsunuz.
Allah Teâlâ, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını iddia eden ve yalan söyleyen müşrikleri —Allah'ın la'netleri onların üzerine olsun— reddediyor. Onlar Rahmân'ın kulları olan melekleri dişi kabul etmişler ve Allah'ın kızları olduklarını iddia etmişlerdir. Sonra da meleklere takılmışlardır. Binâenaleyh her üç durumda da büyük bir hatâ işlemişlerdir. Allah Teâlâ onları reddederek «Yoksa Rabbınız size oğulları seçti de kendisi meleklerden kızlar mı edindi?» buyuruyor. Yani size erkekleri verdi de kendisi için kızları mı seçti? diye iddia ediyorsunuz? Sonra onları reddi şiddetle artırarak buyuruyor ki: «Muhakkak ki siz, büyük bir söz söylüyorsunuz.» Sizin iddianıza göre Allah'ın çocuklarının bulunması, sonra kendinizin olmasından hoşlaşmadığı-nız kız çocuklarını Allah'a isnâd edişiniz —kaldı ki siz, onları istemediğiniz için diri diri öldürüyordunuz— ve bu konulardaki iddialarınız aslında büyük bir yemindir. «Büyük bir söz söylüyorsunuz.» Nitekim Allah Teâlâ Meryem sûresinde şöyle buyurmaktadır : «Bir kısım kimseler : Rahman çocuk edindi, dediler. Andolsun ki, ortaya çok kötü bir şey attınız. Rahmân'a çocuk isnâd etmelerinden ötürü neredeyse gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti. Oysa Rahmân'a çocuk edinmek yaraşmaz. Çünkü göklerde ve yerde olan her şey Rahmân'a kul olarak gelecektir. Andolsun ki, ilmi onları kuşatmış ve teker teker saymıştır. Kıyamet günü hepsi O'na tek olarak gelecektir.» (Meryem, 88-95)45
41 — Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur'an1-da çeşitli açıklamalar yaptık. Fakat bu, nefretinden başka bir şeyi artırmıyor.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur'an'da çeşitli açıklamalar yaptık. Orada bulunan hüccet, belge, öğüt ve benzeri uyarıları görüp ibret alsınlar diye bunları zikrettik. Böylece üzerinde bulundukları şirk, zulüm ve iftiradan vazgeçebilirlerdi. Ama bu öğütler zâlimlere ancak Hak'tan nefret edip uzaklaşmaktan başka bir şeyi artırmadı.46
42 — De ki: Onların dedikleri gibi Allah ile beraber tanrılar bulunsaydı, o zaman hepsi Arş'in sahibi olmaya bir yol ararlardı.
43 — Onların söylediklerinden O münezzehtir, yücedir ve uludur.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey Muhammed, Allah'ın yarattıklarından ortakları bulunduğunu iddia eden ve kendilerini Allah'a yaklaştırması için bu ortaklara tapman şu müşriklere söyle : Eğer mes'ele sizin dediğiniz gibi olsaydı ve Allah ile beraber kendisine yaklaşılması, huzurunda şefaat edilmesi için başka tanrılar bulunsaydı, o söz konusu olan tanrılar da Allah'a ibâdet ederler, yaklaşırlar ve O'na ulaşmak için -vesileler ararlarda. Öyleyse Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz gibi siz de yalnız ve yalnız Allah'a ibâdet' edin. Sizinle Allah arasında vâsıta olabilecek ma'bûdlara ihtiyâcınız yoktur. Çünkü Allah bunu sevmez ve hoşlanmaz. Aksine nefret eder ve kabul etmez. Allah Teâlâ bu durumu, bütün peygamberlerinin diliyle yasaklamıştır. Sonra Hak Teâlâ yüce zâtını bu gibi iddialardan tenzih ve tak-dîs ederek buyuruyor ki: «Onların söylediklerinden O münezzehtir.» Bu zâlim ve azgın müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah'tan başka ilâhların bulunmasından O, münezzehtir, yücedir, uludur. O bir tek ve eşsiz Allah'tır. Samed'dir. Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiç bir kimse O'nun eşi ve dengi değildir.47
44 — Yedi gök, yeryüzü ve içinde bulunanlar; O'nu tesbîh ederler. O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur. Ama siz, onların teşbihlerini anlamazsınız. Muhakkak ki O Halîm, Gafur olandır.
Her Şey Allah'ı Teşbih Eder52
Her Şey Allah'ı Teşbih Eder
Allah Teâlâ buyuruyor ki; Yedi gök ve yeryüzü ile orada bulunanlar Allah'ı tesbîh, takdis ederler. Şu müşriklerin öne sürdükleri iddiadan dolayı onu tenzih, ta'zîm ederler, tesbîh ederler ve rubûbi-yetinde, ulûhiyyetinde tek ve eşsiz olduğuna şâhidlik ederler.
Her şeyde bir delil vardır O'na;
Delâlet eder O'nun bir olduğuna.
Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîmemde şöyle buyurur: «Rahmân'a çocuk isnâd etmelerinden dolayı az kalsın gökler yarılacak, yerler parçalanacak ve dağlar yere kapanacaktı.»
Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Ali îbn Abdülazîz... Abdurrah-mân İbn Kurt'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) mi'râca çıkarıldığı gece makam ile zemzem arasında imiş. Cibril sağında, Mîkiîl solunda imiş. Hz. Peygamber o ikisi ile birlikte uçmuş, yedi göğe ulaşmış. Döndüğü zaman şöyle buyurmuş : Pek çok tesbîh ile beraber, göklerin şöyle tesbîh ettiğini duydum :
Yüce gökler heybet sahibini tesbîh ederler. Yücelik sahibinin yüçeliğinden eğilmişlerdir. Tesbîh ederiz yücelerin yücesini, tenzih ve takdis ederiz O'nu.
«O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur.» Yaratıklardan hiç bir şey yoktur ki; Allah'ı hamd ile tesbîh etmesin. «Ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız.» Ey insanlar, dilleriniz farklı olduğu için siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Bu hüküm hayvanlar, bitkiler ve katı varlıkların hepsine şâmildir. Bu görüş, en çok meşhur olan görüştür. Nitekim Buhârî'nin Sahîh'inde Abdullah İbn Mes'-ûd'dan nakledilir ki; o, şöyle demiştir ; «Biz yenirken yemeğin tesbîh ettiğini duyardık.»
Ebu Zerr'in hadîsinde de Rasûlullah (s.a.) in eline çakıl taşlarını aldığında, arının vızıltısı gibi onların teşbihinin duyulduğu bildirilir. Ebubekir Ömer ve Osman'ın da elinde taşlar bu şekilde tesbîh etmişlerdir. Allah onlardan razı olsun. Bu meşhur bir hadîs olup, Müsned'lerde yer alır.
İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan... Sehl İbn Muâz İbn Enes'ten nakletti ki; o, babasından naklen şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bir topluluğa rastlamış. Onlar yükleri yüklü olarak hayvanlarının üzerinde duruyorlarmış. Rasûlullah (s.a.) onlara buyurmuş ki: Onlara salim olarak binin, salim olarak bırakın. Ancak yollarda, ve sokaklarda onları kendi lâkırdılarınız için kürsü kılmayın. Nice binilen hayvan vardır ki binenden daha hayırlıdır. Ve ondan daha çok Allah Teâlâ'yı zikreder. Neseî'nin Sünen'inde Abdullah İbn Amr der ki: Rasûlullah (s.a.) kurbağayı öldürmeyi yasakladı ve onun sesinin tesbîh olduğunu bildirdi.
Katâde... Abdullah İbn Amr'dan nakleder ki: Bir kişi Lâ İlahe İllallah deyince ki bu kelime ihlâs sözüdür. Allah Teâlâ, bir kişi onu demedikçe hiç bir amelini kabul etmez. Elhamdülillah deyince bu, şükür kelimesidir. Bir kul onu söylemedikçe Allah'a asla şükretmiş olmaz. Allahu Ekber deyince bu, göklerle yerin arasını doldurur. Süb-hânellah deyince bu mahlûkâtın duâsıdır. Allah Teâlâ yaratıklarından hiç birini namazsız ve tesbîhsiz bırakmış değildir. Lâ Havle Velâkuvvete İllâbillâh deyince, Allah Teâlâ buyurur ki: Kulum Bana teslim oldu Ben de onun teslîmiyyetini kabul ederim.
İmâm: Ahmed der ki: Bize Vehb İbn Cerîr... Abdullah İbn Amr'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.) in huzuruna üzerinde düğmeleri hâlis ipekten taylasân bir cübbe bulunan bir bedevi geldi. —hâlis ipekle süslenmiş diye de söylemiş olabilir— ve dedi ki: Şu arkadaşınız her çobanoğlu çobanı yüceltmek ve her reîsoğlu reisi düşürmek istiyor. Bunun üzerine Hz. Peygamber kızarak ayağa kalkmış, cübbesinin eteklerinden tutarak kendine doğru çekmiş ve şöyle demiş : Senin üzerinde akıllı bir adamın elbisesini görmüyorum. Sonra Hz. Peygamber dönüp oturmuş ve şöyle buyurmuş : Hz. Nûh vefat edeceği zaman, iki oğlunu yanına çağırdı ve onlara şöyle dedi: Ben size vasiyyetimi anlatacağım. İki şeyi size emredeceğim ve iki şeyi de size yasaklayacağım. Allah'a şirk koşmaktan ve kibirden sizi neh-yederim. Lâ İlahe İllallah'ı size emrederim. Çünkü gökler, yeryüzü ve ikisi arasında bulunan her şey terazinin bir kefesine konsaydı, Lâ İlahe İllallah da öbür kefesine konsaydı; Lâ İlahe İllallah daha ağır basardı. Eğer göklerle yeryüzü bir halka olsaydı, Lâ İlahe İllallah onların üzerine konmuş olsaydı; o ikisi çöküverirlerdi. Size Sübhanellah ve Bihamdihi'yi emrediyorum. Çünkü bu, her şeyin duâsıdır ve her şey onunla rızıklanır. Bu hadîsi İmâm Ahmed, ayrıca Süleyman İbn Harb kanalıyla Sak'ab İbn Zübeyr'den daha uzun olarak rivayet etmiştir. Ancak bu rivayetinde münferid kalmıştır.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Nasr İbn Abdurrahmân... Câbir İbn Abdullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Hz. Nuh'un oğluna emrettiği şeyi size bildireyim mi? Nûh oğluna demişti ki: Ey oğlum, sana Sübhanellah demeyi emrederim. Çünkü o, yaratıkların ibâdeti ve teşbihidir. Yaratıklar onunla rızıklanır. Allah Teâlâ da : «O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur.» buyurmaktadır. Bu hadîsin isnadı zayıftır. Çünkü râvîler arasında yeralan Mûsâ İbn Ubeyde el-Rebezî, pek çok hadîsçilere göre zayıftır.
İkrime : «O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur.» âyeti konusunda şöyle der : Direk tesbîh eder. Ağaç tesbîh eder. Seleften bazıları dediler ki: Kapının sesi teşbihidir. Suyun şırıltısı teşbihidir. Çünkü Allah Teâlâ : «O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur.» buyurmaktadır. Süfyân es-Sevrî, Mansûr kanalıyla İbrahim'den nakleder ki, o; yemek tesbîh eder, demiştir. Hacc sûresinin başındaki secde âyeti (Hacc, 18) bu söze şâhiddir.
Başkaları da demişlerdir ki: Ancak ruhu olan varlıklar, yani hayvanlar veya bitkiler tesbîh ederler. .Katâde ise der ki: Ruhu olan her şey, ağaç veya onda bulunan her şey tesbîh eder. Hasan ve Dahhâk da bu âyetin tefsirinde ruhu olan her şeyin tesbîh edeceğini bildirir.
îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Humeyd... Cerîr'-den nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz Yezîd er-Rakkâşî'nin yarımdaydık. Beraberinde Hasan ile birlikte yemek yiyorlardı. Masaya yaklaştılar. Yezîd er-Rakkâşî dedi ki: Ey Ebu Saîd, bu masa da tesbîh eder mi? O bir kere tesbîh ederdi, dedi. Ben derim ki: Masa, ahşap bir sofradır. Hasan merhum yeşil olduğu için onun canlı olduğuna ve tesbîh ettiğine kanâat getirmiştir. Ama ağaç koparılıp kuruyunca onun tesbîhi artık kesilmiştir. Bu görüşe Abdullah İbn Abbâs'm Hz. Peygamberden naklettiği şu hadîs uygun düşmektedir : Hz. Peygambar iki kabre rastladı ve bu iki kabrin sahibinin azâblandırıldıklarını, ancak azâb çekmelerinin büyük bir şeyden dolayı olmadığını bildirdi. Birincisi idrardan sakınmıyordu. İkincisi ise koğuculuk yapıyordu. Sonra Hz. Peygamber yaş bir hurma fidanı aldı, onu ikiye böldü ve her birinin kabrine dikti. Sonra da şöyle dedi: Umarım bu iki fidan kurumadığı sürece onların azabı hafifletilir. Buhârî ve Müslim bu hadîsi tahrîc etmişlerdir. Bu hadîsle ilgili söz eden bilginlerden bir kısmı derler ki: Hz, Peygamber kurumadıkça, diye kayıd koymuştur. Çünkü o iki fidan yeşil oldukları sürece tesbîhe devam ederler ama kuruyunca tes-bîhleri biter. Allah en iyisini bilendir.
«Muhakkak ki O, Halım, Gafur olandır.» Yani Allah kendisine isyan edeni çabucak cezalandırmaz. Bilakis erteler ve bekletir. Eğer o, küfür ve inadında devam ederse kudret sahibi bir gücün yakalayışıy-la onu yakalar. Nitekim Buharı ve Müslim'in Sahîh'inde vârid olan bir hadîste Rasûlullah şöyle buyurur : Allah Teâlâ zâlime müsâade verir. Nihayet onu yakalayınca bir daha kaçıp kurtulamaz. Sonra Hz. Peygamber şu âyet-i celîle'yi okudu : «İşte Rabbın halkı zâlim olan kasabaları yakaladığı zaman, yakalayışı böyledir. Doğrusu onun yakalayı-şı elimdir, şiddetlidir.» (Hûd, 102) Ve yine Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Nice kasabalar var ki halkı zâlim olduğu halde oraya mühlet verdim, sonra onu yakaladım. Dönüş Bana'dır. (Hacc, 48) Kim de içinde bulunduğu küfür veya isyandan vazgeçer, Allah'a döner, tevbe ederse; Allah onun tevbesini kabul eder. Nitekim Hak Teâlâ, Nisa sûresinde şöyle buyurmaktadır : «Kim de kötülük yapar veya kendine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse; Allah'ın Gafur ve Rahîm olduğunu görür.» (Nisa, 110) Aynı şekilde burada da «Muhakkak ki O, Ha-Hm, Gafur olandır.» buyurmuştur. Nitekim Fâtır sûresinde de şöyle buyurmaktadır : «Doğrusu, zeval bulmasın diye gökleri ve yeri tutan Allah'tır. Eğer onlar zevale uğrarsa, O'ndan başka andolsun ki onları kimse tutamaz. O, şüphesiz Halım, Gafur olandır." (Fâtır, 41) Yine aynı sûrede şöyle buyurmaktadır : «Allah insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi; yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi. Ama onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Muhakkak ki Allah, kullarım görmektedir.» (Fâtır, 45)48
İzahı53
İzahı
Bütün Kâinat Allah'ı Tesbîh Eder53
Bütün Kâinat Allah'ı Tesbîh Eder
Astronomi ilmi bize gösteriyor ki; gökyüzündeki yıldızların sayısı, deniz sahillerinde bulunan kum zerrelerinin sayısı gibidir. Bir kısım yıldızların büyüklüğü yerküre kadar yoktur. Fakat ekserisi dünyadan çok büyüktür. Öyle ki bu büyük yıldızlardan birisinin üzerine içinde yaşadığımız dünya büyüklüğündeki milyonlarca yıldızı yerleş-tirsek daha da boş yerleri kalır.
Kâinatımız, cidden çok geniştir. Bunu iyice anlayabilmek için 186.000 mil sür'atinde hayâli bir uçak tasavvur edelim. Ve bu hayâlı uçak bizi, şu anda mevcûd olan kâinatın etrafında dolaştırsın. Bu hayalî yolculuk bir milyar sene gibi bir zaman alacaktır. Buna, üzerinde bulunduğumuz kâinatın kaskatı bir kütle olmadığını, her an genişleme halinde bulunduğunu da ilâve edelim. Bir milyar üç yüz milyon sene sonra bu mesafe iki katına çıkar. Neticede bu hârika uçak, hayâli sür'atiyle kâinat etrafındaki turunu kat'iyyen tamamlayamaz. Ve bu yolculuk, kâinattaki dâima genişlemenin çevresi dâhilinde devam eder, durur...
Hava açık ve berrak olduğu zaman çıplak gözle, beş bin yıldızı rahatlıkla görebiliriz. Fakat normal bir teleskopla bakacak olursak bu rakam iki milyonun da üstüne çıkar. Dünyanın en kuvvetli telesko-bu Amerika Birleşik Devletleri «Mont Palomar» rasathânesindedir. Ve bu teleskop, milyonlarca yıldızı gösterebilecek güçtedir.
Feza denilen boşluk hakîkaten çok geniştir. Hesaba kitaba gelmez. Milyonlarca yıldız bu boşluğun içinde akıl almaz bir hızla dönmektedir. Bazısı tek başına yoluna devanı eder. Bir kısmı çifttir, ikişer ikişer dönerler. Bazıları da gruplar halinde seyrederler. Şayet odanızın penceresinden giren ışık huzmelerine bakacak olursanız, havada uçuşup kaynaşan birçok toz zerrecikleri görürsünüz. Eğer bu şekilleri hayâlinizde büyütecek olursanız, fe2âda yüzen milyonlarca yıldızın hareket tarzı hakkında bir nebze ma lûmât edinmiş olursunuz. Dikkatlice inceleyecek olursak, havada uçuşan toz zerreciklerinin birbirine çarparak hareket ettiklerini görürüz. Fakat yıldızlar böyle değildir. Her yıldız, kendini diğer yıldızlardan ayıran uzak mesafelerle seyrine devam eder. Bu, tıpkı büyük okyanuslarda peşi peşine yol alan bir kaç gemiden birinin diğerinden habersiz yol almasına benzer. Bu kâinat, «yıldız kümeleri» adı verilen bir çok yıldız gruplarının bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Ve hepsi de dâima hareket halindedir.
Bize en yakın hareket, bizden iki yüz kırk bin mil uzakta bulunan ayın hareketidir. Ay dünyanın etrafında döner. Ve bu turunu yirmi dokuz buçuk günde tamâmlar. Dünyamız güneşten doksan üç milyon mil uzaktadır. Dünyamız kendi yörüngesinde saatta bin mil hızla dönmektedir. Ve böylece yüz doksan milyon mil çapında bir daire çizmektedir. Bu daireyi tâm bir senede, bir defa tamamlıyor. Aynı zamanda dünyamız ile birlikte dokuz tane yıldız bulunmaktadır. Hepsi de baş-döndürücü bir hızla güneş etrafında dönmektedirler. Bu yıldızların en uzakta olanı, «Plüton» adlı bir gezegendir. Güneş etrafında yedi buçuk milyar mil çapında bir daire çizmektedir. Ve bu gezegenin etrafında otuz bir tane uydu dönmektedir. Bü yıldızlardan başka üç bin yıldızdan müteşekkil bir «astroidler» halkası daha vardır. Aynı zamanda binlerce kuyruklu yıldız ve bunun yanında hesaba kitaba gelmez meteorlar vardır. Hepsi de dâima hareket halindedir. Ta'yîn edilen yörüngede dönmektedirler. Bunların ortasında, güneş dediğimiz korkunç seyyare vardır. Güneşin çapı, sekiz yüz altmış beş bin mildir. Ve dünyamızdan bir milyon iki yüz bin defa büyüktür!
Güneş yerinde sabit değildir. Veya belli bir mekânı yoktur. O da diğer yıldız ve gezegenlerle beraber, bu eşsiz nizâmın içinde, saatta altı yüz bin mil hızla dönen bir yıldızdır. Ve burada «yıldız kümeleri» (nebüloz) veya «galaksi» (saman yolu) dediğimiz sistemleri meydana getiren güneş sistemi dışında, daha binlerce sistem vardır. Sanki bunlar, çocukların oynadığı topaç gibi, yıldızların ve gezegenlerin etrafında teker teker veya gruplar halinde döndükleri büyük bir tabaktır. Yıldızlar kendi yörüngelerinde devirlerini tamamlarlar. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu yörünge, kendi ekseni etrafındaki turunu iki yüz milyon ışık yılında tamâmlar.
Astronomi bilginlerinin araştırmalarına göre kâinat, bez yüz milyon «yıldız kümesinden» meydana gelmiştir. Bu rakam beş yüz trilyon milyar ile çarpıldığı zaman her yıldız kümesinde yüz milyar yıldız bulunduğu ortaya çıkar. Bu rakam kesin değildir. Fazla veya eksik olabilir. Astronomi bilginlerinin söylediğine göre en yakın yıldız kümesi, (galaksi) geceleyin ince, beyaz bir iplik halinde gördüğümüz Saman yoludur. Bu yıldızların işgal ettikleri saha yüz bin ışık yılıdır. Dünya sakinleri bizler, bu yıldız kümesinin merkezinden otuz bin ışık yılı kadar uzakta bulunuyoruz. Bu yıldız kümesi, (galaksi) yedi yıldız kümesinden (galaksiden) müteşekkil büyük grubun bir parçasıdır. Ve çapı milyarlarca ışık yılım bulur.
Bu deveran bir başka hareket şekli daha ta'kîb etmektedir. O da şudur : Kâinat her yönden genişlemektedir. Tıpkı lastikten yapılmış bir balonun çocuklar tarafından üfürülerek şişirilmesi gibi. Dünyamızı aydınlatan güneş, kendi etrafında dönmektedir. Aynı zamanda güneş, bizimle birlikte kendi yörüngesinin dış kesiminde bir seyir ta'kîb etmektedir. Böylece güneş, bu dış çizgiden saniyede on iki mil uzaklaşır. Güneşin bu hareketine güneş sisteminde bulunan diğer yıldızlar da katılırlar. Bütün yıldızlar, bağlı bulundukları nizâma uygun bir seyir ta'kîb ederek bir yöne veya başka bir tarafa yönelmek suretiyle hareket ederler. Bazıları, saniyede sekiz mil, bazıları otuz mil hızla döner. Bir kısmı da saniyede seksen dört mil hızla döner. İşte böylece bütün yıldızlar, saniyede akılları durduran bir hızla yerlerinden fırlayarak hareketlerine devam ederler. Akılları hoplatan bu müdhiş hareket, sağlam kaide ve nizâmlara uygun olarak cereyan etmektedir. Evet yekdiğerine çarpmadan, hızlarda herhangi bir değişiklik olmadan, ta'yîn edilen nizâm çerçevesinde yürümektedir.
Dünyanın güneş etrafındaki hareketi, en ince noktalarına kadar muazzam bir intizâm içerisindedir. Asırlar geçmesine rağmen dönü§ hızında en küçük bir değişiklik olmamıştır. Bütün hareketlerinde dünyaya uyan ay ise, ta'yîn ve tesbît edilmiş bir yörüngede asırlardan beri çok az değişiklikle çeşitli şekillere girerek dönmektedir. Bu değişiklik her on sekiz buçuk yılda eşsiz bir nizâm dâhilinde tekerrür eder. Bütün gök cisimlerinin durumu aşağı yukarı bu merkezdedir. Astronomi bilginleri bazı yıldız kümelerinin (galaksi) birbiri içerisine girdiğini söylemektedirler. Hareket halinde bulunan milyarlarca yıldızı içine alan bir galaksi, benzeri başka bir galaksinin içine girer ve onun yıldızları da diğerleri ile birlikte hareket eder. Sonra aynı galaksi bütün yıldızlarıyla. birlikte, o galaksinin içinden çıkarak eski yörüngesine döner de öbür galaksinin yıldızları ile hiç çarpışmaz...
Akıl, bu eşsiz nizâmı ve arasındaki zihinleri hoplatan üstün ahengi düşündüğü zaman, bunların çeşitli istihalelerin neticesi olduğunu söyleyemez. Bilakis bu büyük mekanizmayı kurup idare eden yüce bir kudretin varlığına inanır.
Büyük âlemlerde bulunan bu nizâmın en mükemmel şeklini, bildiğimiz en küçük âlemde de görüyoruz. Edindiğimiz ma'lûmât ve tecrübeler neticesinde biliyoruz ki, atom en küçük âlemdir. Çünkü atom, eşyayı milyonlarca kere büyüten mikroskoplarla görülemeyecek kadar küçüktür. Buna göre atom hiç bir şey değildir. Hattâ insan gözünün görebileceği en küçük şeylere nisbetle bir hiç mesabesindedir. Fakat bununla beraber atom, güneş sistemindeki eşsiz nizâmın en mükemmel modelidir. Atom, elektronlar manzumesine verilen bir isimdir. Bu elektronlar, yekdiğerine bağlı değillerdir. Aralannda büyük bir boşluk bulunur. Bu boşlukların genişliği değişebilir, nisbîdir. Atomların yekdiğerine sarsılmaz bağlarla perçinlendiği bir demir parçasını misâl olarak ele alalım. Bu elektronların atomun ancak 1/1.000.000.000 (milyarda birini) işgal ettiklerini görürüz. Geri kalan sahalar boş kalır. Eğer proton ve elektronların büyütülmüş şekillerine bakacak olursak, aralarındaki uzaklığın yaklaşık olarak iki yüz elli yardaya vardığını görürüz. Atomu, görülmeyen toz zerrecikleri şeklinde düşünebiliriz. Şunu da belirtelim ki, o zaman atomun içindeki elektronların hacmi iki yüz kırk santim çapındaki bu futbol topunun hacmine ulaşır.
Atomun artı kutbunu teşkil eden elektronlar, eksi kutuplu protonlar etrafında dönerler. Esâsında artı ve eksi kutuplar diye bir şey yoktur. Daha ziyâde bunlar, ışık huzmelerinde var kabul edilen hayalî noktalardan başka bir şey değildir. Bunlar merkezle*! etrafında dönerler. Tıpkı dünyamızın güneş etrafındaki yörüngesinde ta'kîb ettiği nizâm gibi. Başdöndürücü bir hızla dönen elektronların belli bir mekân çerçevesinde tasavvur etmek mümkün değildir. Ancak, yörüngelerinde bulundukları farz edilir. Elektronlar kendi yörüngeleri etrafında saniyede milyonlarca defa dönerler.
Müşâhade altına alınamayan, içindeki faaliyetleri ilimsiz izah edilemeyen bu atom nizâmının kendi kendine tesadüfen var olması imkânsızdır. Fakat böyle bir hârikadan, bu nizâmı ortaya koyanın varlığına niçin bir delil çıkaramıyoruz. Şu bir gerçektir ki; atomdaki akıllan durduran nizâmın sahipsiz olması mümkün değildir.
Telefon hatlarındaki girift nizâmı gördüğümüz zaman hayretler içinde kalıyoruz. İngiltere'nin Londra şehriyle Avustralya'nın Melbourne şehri arasında bir kaç saniyede irtibat sağlandığı zaman hayretten kendimizi alamıyoruz. Telefon hatlarındaki akılları hoplatan eşsiz nizâm, bizi böyle bir hayrete sürüklüyor. Peki ya sinir sistemimizdeki nizâm, telefon hatlarındaki nizâmdan daha geniş ve daha karışıktır! Milyonlarca haber, sinir sistemimizin emrinde çalışan sinir tel-cikleri kanalıyla gece gündüz demeden bir taraftan diğer tarafa taşınmaktadır. Bu haberler, kalbin atışını ve hareketlerini ta'yîn etmektedir. Aynı zamanda çeşitli organların davranışlarını ve görünen hareketlerini ayarlamaktadır. Şayet vücûdumuzda böyle bir nizâm bulun-masaydı uzuvlar, saçılmış eşyaların birleştirilmesinden meydana gelmiş bir yığın haline gelirdi. Her biri kendine göre bir yön ta'yîn ederdi. Bu haberleşme şebekesinin merkezi insanın beynidir. Beynin içinde bir milyar sinir hücresi vardır. Her hücreden çıkan sinir kolları, bütün vücûda dağılarak bedeni bir ağ gibi sarar. Bu kollara «sinir şebekesi» denir. Bu şebekenin emrinde çalışan haber alma ve haber verme smircikleri saatta yetmiş mil hızla seyrederler. Biz bu sinircikler vasıtasıyla tadarız, görürüz, işitiriz ve diğer hareketlerimizi ayarlarız. Hattâ burada (taste-buda) denilen üç bin tad alma sinircikleri vardır. Çeşitli tadlan, bu sinircikler vasıtasıyla alırız. Kulakta on bin işitme hücresi vardır. Bütün hücreler akılları durduran bir nizâm çerçevesinde çalışarak aldıkları haberleri en hassas ölçülerle değerlendirerek gereken ta'lîmâtı gönderir. Her gözde yüz otuz milyon «light receptors» denilen ışık alıcı hücreler vardır. Bu hücreler, göz ekranı üzerine düşen cisimlerin görüntülerini beyine gönderirler. Bütün cildimizi bir ağ gibi saran duyu alma sinirciklerinden müteşekkil bir cihaz vardır. Cilde sıcak bir şey yaklaştığı zaman, sayıları otuz bini bulan ısı alıcı hücreler derhâl bu hâdiseyi beyne bildirirler. Cilde soğuk bir şey yaklaştığı zaman, görevli bulunan iki yüz elli bin hücre hemen faaliyete geçerek hâdiseyi beyne ulaştırır. Beyin gelen haberleri çabucak değerlendirerek ilgili yerlere gerekli ta'lîmâtı bildirir. Böyle bir durumda vücûd ürperir ve titrer. Deride bulunan kan damarları genişler. Ve derhâl oraya fazla kan göndererek sıcaklık derecesini yükseltir. Bu hücreler şiddetli sıcaklık hissettikleri zaman bu işle görevli uzmanlar hâdiseyi hemen beyne bildirirler. O anda sayılan üç milyona ula§an ter bezleri kendiliğinden vücûdun dışına doğru soğuk ter salgılarlar.
Sinir sistemi de çeşitli kollara ayrılır :
1- Otomatik şebeke; hazım, teneffüs ve kalbin hareketleri gibi, vücûdda irâdemiz dışında cereyan eden faaliyetleri idare eder. Bu şebekeye bağlı iki sistem daha vardır :
a) Hareket veren sistem,
b) Harekete mâni olan sistem.
Bu son sistem, mukavemet ve müdâfaa vazifesini görür. İdare mekanizması şayet birinci sistemin eline bırakılacak olursa kalbin hareketleri fazlalaşır ve hattâ şahsın ölümüne sebebiyet verir. Eğer ikinci sistemin emrine verilecek olursa, kalbjamâmen durur. Bu iki sistem, tâm bir nizâm ve üstün bir dikkat içinde faaliyetlerini yürütmektedir. Fakat burada iki sistemden birini diğerine üstün kılacak bazı durumlar vardır. Birinci sistem, kalbin herhangi bir kuvvete ihtiyâç duyması ve basınç halinde varlığını gösterir. O zaman akciğer ve kalbin faaliyetleri hızlanır. İkinci sistem ise, uyku anında, vücûdun bütün organları istirahat halindeyken kendisini hissettirir.
İnsanoğlunun yapmış olduğu âletlerin en güzeli bile, kâinattaki eşsiz nizâmın karşısına dikilemez. Bu sebeple, bugün tabiat nizâmını taklit etmek ilmin temel kaidesi olmuştur. İlim erbabı mekanik âletlerin kullanılışında tabiatı taklide özel bir ehemmiyet verir. Bu araştırmalarda «Bionics» denilen yeni bir ilim dalı görmeye başladık. Daha önce bu ilim dalı, tabiattaki gizli enerji stoklarını keşfedip insanoğlunun eline vermeyi hedef alıyordu.
Bugün biyolojik nizâm, geometrik problemlerin çözümünde yardımcı olacak çeşitli ma'lûmâtlar toplamak için muhtelif yollara baş vurmaktadır.
Tabiat nizâmından faydalanmanın en açık misâlini fotoğraf ma-kinasında görmekteyiz. Fotoğraf makinası aslında insan gözünün mekanik bir taklididir. Lens denilen mercek gözün dış şebekesi gibidir. Diyafram gözün irisi'dir. Işıkları alan filim, gözün ekranını teşkil eder. Gözün ekranında cisimlen ters gören koni ve çubuk şeklinde hücreler vardır.
Moskova Üniversitesi «sesin altındaki titreşimleri» (infra-sonic vibration) tesbît etmek için örnek bir âlet keşfetti. Bu âlet zelzele ve taşma gibi felâketleri, vukuundan on iki veya on beş saat önce haber veriyor. Bu âlet şimdiye kadar kullanılan âletlerden beş misli daha kuvvetlidir. Bilginlerin kafasına bu fikir nereden gelebilir? Bunu «Jelly fish» denilen deniz feneri balığından çıkarmış olabilirler. Mühendisler, organları son derece hassas olan bu balığı taklit ederek «sesin altındaki titreşimleri» tesbît etmenin yollarını aradılar. Ve neticede bu âleti keşfettiler!
Bu sahada bundan başka zikredilmesi gereken daha birçok misaller vardır. Bütün bunlar bize gösteriyor ki; fizik bilginleri ve tekno-loglar ortaya koydukları yeni fikirlerinde tabiattaki canlı numuneleri taklit etmektedirler.
Tabiatın asırlar öncesi hallettiği birçok problem, senelerden beri bilginlerin zihnini kurcalamaktadır. Fotoğraf makınasınm ve teleko-minikasyonun varlığı insan aklının dışında mütâlâa edilmezken, bütün nizâmların en girifti olan kâinat nizâmını aklın ötesinde bir tesadüf olarak düşünmek mümkün mü? Bilakis bu kâinata nizâm veren bir mühendisin olması gerekir. O da Allah'tır. Aklı, san'atını fiiliyata dökmeyen bir şâir olarak mütalaa etmek mümkün değildir. Kâinattaki, eşsiz nizâmı kuran mühendisin varlığına inanmamız akıl dışı değildir. Bilakis bu nizâmın kurucusunu inkâr etmemiz ma'kûl bir davranış olmayıp, düpedüz akıl dışı bir harekettir. Gerçek şudur ki, Allah'ın varlığım inkâr köklü bir esâsa dayanmaz.
Kâinat bir çöp sepeti değildir. Aksine dehşetlerle dolu bir ruha sâ-hibtir. Bu ruh, kâinatı yaratıp idare eden bir akıldan sudur etmiştir. Başka türlü düşünülemez.
Körü körüne hareket eden, tesadüflere bağlı maddî ameliyelerle belli bir nizâm ve rûh bulmak kat'iyyen mümkün değildir. Kâinat, tasavvuru imkânsız bir insicam ve denge üzerine oturmaktadır. Chadvals şöyle diyor: «Allah'a inansın veya inanmasın herhangi" bir şahsa, madem ki bu kâinat bir tesadüf eseridir, o halde kâinattaki akıllan durduran nizâmı ne ile izah edebilirsiniz? diye bir suâl tevcih edebiliriz.»
Şüphesiz yeryüzündeki hayatın özel matematiksel oranlarla tesbî-ti imkânsız birçok durumları olması gerekir. Biz bunların yeryüzünde bizzat var olduklarını görüyoruz. İşte bütün bunlar bizi, kâinatın ötesinde, bu durumların varlık sebebi, akıl sahibi yüce bir kudretin mevcudiyetine îmâna zorluyor...
Dünyamız, bildiğimiz âlemlerin en mühim olanıdır. Çünkü dünyada, şu uçsuz bucaksız kâinatta bulunmayan birçok şeyler vardır. Görmüş olduğumuz bu büyük kütle, akıllan hoplatan eşsiz kâinatın bir zerresi bile değildir. Eğer dünyamızın hacmi bugünkünden az veya çok olsaydı, yeryüzündeki hayat tamamen değişirdi. Şayet yer küre, bugünkü hacminin dörtte biri kadar, meselâ ay kadar olsaydı; yerçekimi kuvveti, bugünkü durumun altıda birine düşerdi. Ve neticede etrafında hava ve su bulunmazdı. Tıpkı bugün ayda olduğu gibi... Ayda yerçekimi kuvveti zayıf olduğundan su ve atmosfer bulunmaz. Eğer yeryüzündeki yerçekimi kuvveti aydaki gibi olsaydı; geceleri her şeyi dondurucu şiddetli bir soğuk, gündüzleri de cehennemi bir sıcaklık hüküm sürerdi. Böylece yer yuvarlağı üzerinde bulunan her şey yanıp kül olurdu.
Aynı şekilde, dünyanın hacmi ayın hacmi kadar olsaydı, yer küre büyük su kütlelerini taşıyamazdı. Halbuki yeryüzündeki mevsimlerin normal şekilde yürüyebilmesi için büyük su kütlelerine ihtiyâç, vardır. Bu sebepten bir bilgin, bu ameliyeye «Geet balance wheel — büyük denge çarkı» adını vermiştir. Böylece yeryüzündeki hava tabakası fezada yükseliyor, sonra düşüyor. Ve buna muvâzî olarak yeryüzündeki sıcaklık derecesi normalin üstüne çıkıyor, sonra sıfırın altına düşüyor.
Bunun aksine yerkürenin çapı bugünkünün iki katı olsaydı, yer çekimi kuvveti daha-da artardı. O zaman beş yüz mil uzaklıkta bulunan atmosfer tabakası çok aşağılara düşerdi. Ve neticede santimetre kareye düşen hava basıncı iki misline çıkardı. Böyle bir basınç, yeryüzündeki hayatı büyük çapta aksatırdı.
Eğer yerkürenin hacmi daha büyük, meselâ güneş kadar olsaydı, yer çekimi kuvveti bugünkünün yüz elli misli olurdu. Aynı zamanda atmosfer tabakası çok yaklaşırdı. Hattâ beş yüz mil uzakta olmasına rağmen dört mil yakma kadar gelirdi. Santimetre kareye düşen hava basıncı ortalama olarak bir tona çıkardı. Bu durumda canlılar, birçok değişikliklere uğramak mecburiyetinde kalırdı. Nazarî yönden bu hususu şöyle izah edebiliriz : Bugünkü normal hava basıncı altında yaşayan bir canlı, o zaman yüz beş misli hava basıncına ma'rûz kalacaktı. Burada insanın hacmi büyük bir farenin hacmi seviyesine inecekti. Buna paralel olarak insandaki akıl da bir takım değişikliklere uğrayacaktı. Gerçek şudur ki; insan aklının gereği şekilde işleyebilmesi için, vücûdda birçok «sinir şebekesi» nin bulunması gerekir. Vücûdun hacmi belli bir seviyeye gelmeden önce, bir nizâmın varlığından söz edilemez.
Görünüş itibarıyla yeryüzünde oturuyoruz. Ama aslında «başımız üzerindeyiz» demek gerekir. Bunu şöylece izah edebiliriz: Yerküre, üzerinde insanların oturduğu havaya asılı bir top gibidir. İnsanların yekdiğerine nisbetle durumu bu topa benzer. Amerikalılar, Hindistan'-lıların altındadırlar. Hindistanlılar da Amerikalıların ayakları altında bulunurlar.
Üzerinde yaşadığımız dünyamız, yerinde sabit değildir. Saatta bin mil hızla döner. Bizim dünya üzerindeki durumumuz, hızla dönen bir tekerleğin üzerine konulan bir taşa benzer. Tekerlek taşı havaya fırlatır. Fakat dünyamız bizi hiç bir zaman fezaya fırlatmaz. Bilakis tam bir istikrar içinde, rahat dolaşırız. Peki, dünyamız bu kadar sür'atli döndüğü halde bizi nasıl tutuyor?!
Yeryüzünde büyük bir yerçekimi kuvveti vardır. Yerküre, yerçekimi kuvvetiyle her şeyi kendine bağlar. Yerçekimi kuvveti ve havanın daimî basıncı bizi dünya üzerinde belli bir oran dâhilinde tutarlar. Böylece biz, bu iki kuvvet sayesinde yer küreye her yönden bağlanmış oluruz.
. Havanın santimetre kareye yaptığı basınç yaklaşık olarak bin otuz üç gramdır. Bu, şu demektir. Herkes vücûdu üzerinde ortalama olarak on üç bin yedi yüz gram hava taşır. Fakat insan bu ağırlığı hissetmez. Çünkü basınç tek yönden gelmiyor. Her taraftan baskı yaptığı için insan farkına varamaz. Tıpkı suda yüzerken olduğu gibi. Sonra, şunu da belirtelim ki, birçok gazların muayyen ölçüde birleşmelerinden meydana gelen havanın pek çok faydaları vardır. Ancak bunları bir kitaba sığdırmak mümkün değildir.
Mütalaa ve müşâhadeleri sonunda Newton, cisimlerin birbirlerini çektiği neticesine vardı. Fakat bunun sebebini bir türlü anlayamadı. Ve neticede bu ameliyenin izah edilemeyeceği fikri üzerinde karar kıldı.
Bu meseleyi Waheyt Heyt, şöyle anlatıyor :
«Newton —bu ameliyenin izah edilemeyeceği fikrini kabullenmekle— felsefî büyük bir hakikat keşfetmiştir. O da şudur : Şayet tabiat dengesiz olsaydı, kendini izah edemezdi. Nitekim Ölmüş bir şahıs bize hiç bir hâdiseyi anlatamaz. Yapılan her türlü mantıkî ve fizikî izahlar, en sonunda belli bir hedef göstermekten başka bir şey yapamıyor. Binâenaleyh ölü bir kimsenin hedef taşıması hiç bir zaman mümkün değildir.
Ve en sonunda «Waheyt Heyt» ortaya şöyle bir fikir atıyor : Mademki bu kâinat idrâk sahibi yüce bir kudretin eseri değildir, peki bu dehşetengiz ruhu nereden almıştır?
Dünya, kendi ekseni etrafındaki turunu yirmi dört saatta tamamlıyor. Bu demektir ki; dünya, kendi ekseni etrafında saatta 1000 mil hızla seyrediyor. Bu hızın saatta 200 mile indiğini düşünecek olursak, gece ve gündüz şimdiki durumuna nisbetle on misli daha uzayacaktır. Ve neticede yeryüzünde bulunan her şey, güneşin yakıcı sıcaklığı altında yanıp kül olacaktır. Geriye kalanlar da gecenin dondurucu soğuğu karşısında yok olup gidecektir.
Bugün hayat kaynağı olarak bıraktığımız güneşin yüzeyindeki ısı 12.000 fahrenhayt (yaklaşık olarak 6.650 santigrattır) derecesidir. Güneşle yer küre arasındaki uzaklık yaklaşık olarak 93.000.000 mildir. Bu korkunç mesafe her zaman için sabittir, kat'iyyen değişmez. Ne eksilir, ne de fazlalaşır. Burada bizim için büyük ibretler vardır. Şayet güneş dünyaya bugünkü mesafenin yarısı kadar yaklaşacak olursa, yakıcı sıcaklığı altında her şey kül olacaktır. Ve eğer aradaki mesafe bugünkünün bir misline çıkacak olursa, uzaklığın ortaya çıkardığı şiddetli soğuklar yeryüzünü kasıp kavuracak ve hayattan eser bırakmayacaktır. Şayet güneşin yerine güneşin ısı derecesinden bir misli büyük bir gezegen geçecek olsa, dünya korkunç bir fırın olur...
Sonra üzerinde yaşadığımız yer küre fezada bir dairedir. Ve ekseni de 23 derecelik bir açıyla eğiktir. Bu durumdan mevsimler doğmaktadır. Böylece dünyamızın birçok yerleri, yerleşmeye ve zirâata elverişli bir hale gelmektedir. Eğer böyle olmasaydı, yani yer yuvarlağı 23 derecelik bir açı ile eğik olmasaydı, kuzey ve güney kutbu dâima karanlıkta kalacak ve okyanuslardan yükselen su buharı kuzeye ve güneye doğru dağılacak, neticede yeryüzü buz kütleleriyle dolup taşacaktı. Yer kürede büyük çöller meydana gelecekti. Neticede yeryüzündeki hayatı kurutacak birçok faktörler doğacaktı.
Şayet bilginlerin ölçüsü doğruysa ki onlar şöyle diyorlar : «Madde bugünkü insicamlı ve dengeli durumunu bizatihi kendisi tanzim etmiştir.» Evet, bu ölçü son derece hayret verici ve dehşetengizdir. Şöyle diyorlar : «Dünya güneşten kopmuştur. Bu demektir ki, ilk zamanlar dünyanın sıcaklığı güneşin sıcaklığına eşitti. Her ikisi de aynı ısı derecesinde bulunuyorlardı. Yani 12.000 fahrenhayt idi. Sonra dünya soğumaya başladı. Çünkü bu durumda oksijenle hidrojenin birleşmesi imkânsızdı. Ancak sıcaklığın 4.000 fahrenhayt düşmesinden sonra birleşebilirlerdi. İşte bu safhada su meydana geldi. Böylece yeryüzündeki değişme ameliyesi milyonlarca sene devam etti. Ve neticede yerküre bugünkü durumunu aldı. Aradan milyonlarca sene geçti... Gazlar, yerkürenin atmosferinden kâinat boşluğuna doğru akıp gitti. Geriye kalan gazlar da bileşik su haline geldi. Veya yeryüzündeki şeyler tarafından emildi. Yahut da hava olarak kaldı. Bir çoğu da oksijen ve azot olarak varlığını devam ettirdi. Yoğunlaşan bu hava, yeryüzünün iki milyon parçasından bir parçadır. Gazların hepsi yerküreye çekilmemiştir. Tıpkı bütün gazların havaya dönüşmedikleri gibi,..» Şâyet böyle olmuş olsaydı, insanların yaşamaları imkansızlaşırdı. Biz bu imkânsızı da mümkün farzetsek ve bu şartlar altında hayat var kabul etsek bile bugünkü yaşadığımız şekilde bir hayat bulmak mümkün olmazdı. Çünkü santimetre kareye düşen hava basıncı binlerce rıtıl (bir litre kadar olan bir sıvı ölçeği) a ulaşırdı.
Eğer yerkabuğunun kalınlığı bugünkünden on metre daha fazla olsaydı, oksijen bulunmaz ve neticede canlıların yaşaması imkansızlaşırdı.
Aynı şekilde, şayet denizler bugünkünden birkaç metre daha derin olsaydı, karbondioksit ve oksijen alamazdık. Ve neticede hayat şöyle dursun, bitkilerin varlığı bile imkânsız hale gelirdi.
Bir de şunu düşünelim; atmosfer tabakası şimdikine nisbetle çok daha ince olsaydı, uzaklarda akkor haline gelen milyonlarca göktaşı (meteor) her gün dünyamızın dış kabuğunu aşmdınrdı. Ve geceleyin biz onu ışık saçan bir yıldız olarak görürdük. Böylece yerkürenin çeşitli bölgelerine düşerek her şeyin yanıp kül olmasına sebep olurdu. Göktaşlan saniyede kırk mil sür'at kaydederek yol alırlar. Ve bu korkunç hızın neticesinde, yerkürenin yanabilecek her şeyini tutuşturur-lardı. Neticede yeryüzü kısa bir zaman içinde kalbura döner, her tarafı delik deşik olurdu...
Şayet dünyayı çevreleyen atmosfer tabakası bizi bu göktaşlarından korumasaydı, yanar kül olurduk. Çünkü göktaşlarının hızı, bir tabancanın kurşununun doksan mislidir. Aynı zamanda, göktaşlarının sür'-atleri neticesinde ortaya çıkan şiddetli ısı, insan dâhil her şeyi yakıp kül etmeye kâfi olurdu. Şu halde biz, bu yaygın ve kalın gaz tabakasının himayesinde bulunuyoruz- Hemen şunu da belirtelim ki, kimyevî ehemmiyeti hâiz güneş ışınları (Astinic Rays) bu tabakayı yıpratamıyor. Ancak zararlı mikropları yok edecek, çeşitli vitaminler çıkaracak ve bitkilerin yaşamalarını sağlayacak ölçüde aşındırma yapıyor.
Hayat için zarurî olan bu matematiksel denge hakîkaten dikkate . şayandır. Yerküreyi saran atmosfer tabakası altı çeşit gazın birleşmesinden meydana gelmiştir. Atmosferin % 21 i oksijendir. Bunun yanında başka gazlar da bulunur. Fakat onların oranları düşüktür. Atmosferin dünya üzerinde santimetre kareye yaptığı basınç aşağı yukarı 1133 gramdır. Bu basınçtaki oksijen miktarı 216,9 gramdır. Geriye kalan oksijenin tümü bileşik olarak yerkabuğunda bulunur. Ve dünyadaki bütün suların 8/10 unu teşkil eder. Oksijen, yeryüzünde yaşayan bütün canlıların biricik solunum vasıtasıdır. Bu sebepten oksijen havadan elde edilir. Hava olmayınca da solunum yapılamaz.
Burada aklımıza şöyle bir suâl gelebilir. Son derece aktif olan bu gazlar, nasıl olmuş da hayat için lüzumlu olacak miktarda birleşerek havada serbest kalabilmiştir.
Biz bu suâli şu şekilde cevablandırabiliriz : Şayet atmosferdeki oksijen oranı % 21 olacağı yerde sözgelimi % 50 veya daha fazla olsaydı, yeryüzünde yanabilen her şey bu oranın artış nisbetinde tutuşma kabiliyeti kazanırdı. Atmosferdeki oksijen oranı % 21 olduğu zaman ormanda yanan bir ağaç bu oranın % 50 ye yükselişinden doğan şiddetli patlamalarla, kısa zamanda bütün ormanın yanıp kül olmasına sebep olurdu!
Eğer havadaki oksijen oranı % 10 a düşseydi, acaba durum ne olurdu? Belki canlılar, asırlarca kendilerini bu orana uydurmak suretiyle varlıklarını devam ettirirlerdi. Fakat beşeriyetin ortaya koyduğu medeniyetin, bugünkü şartlara kavuşması imkansızlaşırdı.
Şayet yeryüzünde bulunan oksijen, daha önce yerküre tarafından emilen oksijenle birlikte çekilip tüketilseydi, bütün canlıların yaşama imkânı ortadan kalkardı.
Oksijen, hidrojen, karbondioksit ve diğer karbonlu gazlar farklı şekillerde bulunmalarına rağmen bir araya gelerek, beşerî hayatın üzerine oturduğu esâslar ve canlıların hayatı için son derece ehemmiyeti büyük bir unsur teşkil ederler. Binâenaleyh bu gazların hayat için lüzumlu olan bütün husûsiyetleriyle, istenilen oranda muayyen bir yıldız üzerinde tesadüfen birleşmeleri on milyonda bir ihtimâldir (1/10,000.000)
Büyük fizik bilginlerinden biri bu hususta şöyle diyor :
«İlim, hakikatler üzerinde herhangi bir açıklama yapabilecek kudrette değildir. Realiteleri «tesadüflere» bağlamak, matematik kanunlarını çiğnemek ve hiçe saymak demektir.»
Yerkürede; gerçekten «yaratıcı üstün bir kuvvet vardır.» demekten başka mânâ ve izahını kavrayamayacağımız birçok hâdiseler vardır.
Suda bulunan mühim hususiyetleri şöyle sıralayabiliriz : Buzun yoğunluğu (densit) suyun yoğunluğundan daha azdır. Aralannda büyük fark vardır. Şu halde su, donduktan sonra yoğunluğu azalan belli bir maddedir. Bu husus hayatımız için büyük bir değer taşır. Bu özellik sebebiyle buz, suyun yüzünde dolanır, denizlerin veya nehirlerin dibine çökmez. Şayet böyle olmamış olsaydı denizlerde, nehirlerde ve depolarda -bulunan bütün sular donardı. Buz, suyun üzerinde bir perde vazifesi görür. Suyun sıcaklığı sıfırın altına düştüğü zaman balıklar ve suda yaşayan diğer canlılar böylece hayatlarını devam ettirirler. İlkbahar gelince buzla* yavaş yavaş çözülmeye başlar. Eğer buzların bu Özelliği olmamış olsaydı; iklimi çok sert geçen bölgelerin sakinleri, yığılan'buz kütlelerinin yağdırdığı dayanılmaz güçlük ve felâketlerin altında ölümle pençeleşmek mecburiyetinde kalırlardı.
Yirminci asrın başlarında, Amerika ormanlarında, «Endothia» denilen bir hastalık başgösterdi. Bu hastalık, beklenmedik bir hızla çabucak etrafa yayıldı. Bu büyük hasarı gören bazı kimseler, buraların ebediyyen doldurulamayacağını söylediler!!
O zamanlar bu ağaçlar son derece kıymetliydi. Tahtaları son derece pahalıydı. Yaklaşık olarak 1900 yıllarında Asya'dan gelen «Endothia» mikrobunun sirayetinden önce «Amerikan ormanlarının. sultanı» olarak anılıyordu.
Bugün Amerikan ormanlarında, dillere destan olan o büyük ağaçlardan hiç bir eser görülmez olmuştur...
Ne gariptir ki, Amerikan ormanlarında «Endothia» mikrobunun harâb ettiği sahalar «Tiyulib» denilen bir başka ağaç neviyle kısa zamanda örtüldü. «Tiyulib» denilen bu ağaç, ormanın küçük bir sahasını işgal ediyordu. Daha henüz çiçek açmış değildi.
Tiyulib'ler bu fırsatı gereği şekilde değerlendirdiler. Çiçek açtılar ve kısa bir zaman içinde bütün o harâb sahaları kaplayıverdiler. Bugün Amerika'h hiç bir kereste tüccarı, o eski ağaçları hatırlayamaz. Çünkü onların yerini «Tiyulib» ler kaplamıştır. Bu ağaçların kökleri, her sene bb santimetre oranında kalınlaşır. Bu oran dallarda altı santimetreyi bulur. Ayrıca bu ağaçlardan üstün kaliteli tahta çıkar. Bu tahtalar, her türlü ince san'atlarda kullanılabilecek kapasitededir.
Bu asrın en mühim ilmî hâdiselerinden biri Avustralya'da cereyan etmiştir. Avustralyalılar bahçelerini ve tarlalarını korumak amacıyla kaktüs (cactus) ün özel bir türünü yetiştirdiler. Avustralya'da bu dikenli nebata düşman kesilecek ve onu yiyecek herhangi bir böcek yoktu. Bu yüzden kısa zamanda korkunç -bir gelişme kaydederek etrafa yayıldı. Hattâ İngiltere adasına kadar geniş bir alanı kapladı. Köyleri ve şehirleri istilâ etti. Tarlalar ve bahçeler harâb oldu. Zirâat adetâ imkansızlaştı. Avustralyalılar bir türlü «kaktüs» ün kökünü kazıya-madılar. Ve neticede halk, bütün Avustralya'yı tehdîd eden korkunç bir bitki ordusuyla karşı karşıya kaldı. Bu amansız ordu, kendisine karşı çıkacak hiç bir kuvvet tanımıyor ve bu hızla durmadan ilerliyordu. Bu durum bir müddet böyle devam etti. Ve nihayet böcekleri inceleyen bilginler (entomologiste) bu kaktüsü yiyecek bir böcek araştırmaya başladılar. En sonunda «kaktüs» üzerinde yaşayan ve onunla beslenen bir böcek buldular. Bu böcek çok çabuk ürüyor, üstelik Avustralya'da ona engel'olabilecek düşman bir böcek bulunmuyordu. Bu küçücük böcek, az zamanda büyük kaktüs ordularına gâlib geldi. Ve böylece Avustralya'ya yağan felâket yağmuru da kesilmiş oldu!
Bu denge ve kontrol kanununun (ceheek and balances) plânsız projesiz tesadüfen meydana gelmesi mümkün müdür?!
Kâinatta, insan: hayret ve dehşete sürükleyen pek çok sağlam ri-yâzî kanunlar vardır. Hattâ şuur sahibi olmayan cansız madde bile gelişi güzel seyretmez. Belli, kesin kanunlara bağlıdır. Meselâ suyu ele alalım. Geniş dünyamızın neresinde olursa olsun su, % 11,1 hidrojen ve % 88,9 oksijen ihtiva eden akıcı bir maddedir. Her tarafta aynı özelliği muhafaza eder. Bu sebeple, laboratuarında su ısıtan bir bilgin, termometreye bakmadan havanın basıncı 760 mm. olduğu müddetçe, suyun kaynama derecesinin 100 santigrat derece olduğunu kat'iyyetle söyleyebilir. Eğer havanın basıncı daha az olursa, suyun moleküllerini harekete geçirerek buhar haline getiren ısıyı elde etmek için az bir kuvvete ihtiyâç duyardık. Ve o zaman suyun kaynama derecesi düşerdi. Bunun tam tersine, şayet havanın basıncı 760 milimetreden fazla olursa o zaman da, havanın basıncına paralel olarak suyun kaynama derecesi de artar. Bilginler suyun kaynama derecesini kat'iyyetle tesbît edebilmek için bu ameliyeyi defaatle tekrar ettiler. Ve nihayet suyun ısınma ve kaynama derecesi herhangi bir ölçü kullanmadan kabul edildi. Şayet maddede ve enerjilerin çeşitli faaliyetlerinde görülen bu kontrol ve nizâm olmasaydı, insanoğlu ilmî îcâd ve keşiflerini üzerine oturtacak herhangi bir esâs bulamazdı. Eğer bu kontrol ve nizâm olmasaydı, dünyamıza tesadüfler hâkim olurdu. Aynı zamanda fizik bilginleri; yerküre, doğrudan doğruya muayyen zamanlarda meydana gelen hareketlerin neticesidir! diyemezlerdi.
Talebenin kimya laboratuarında ilk gördüğü şey, elementlerin nizâmı ve periyodik sistemidir. Rus âlimi «Mendeliyef» kimyevî element lerin atomik değerlerini gösteren bir cetvel yapmıştır. Ve buna peri-ycdik cetvel adını vermiştir. O zamanlar bütün elementler daha keşfedilmemişti. Bu sebepten cetveldeki hanelerin hepsi dolu değildi. Bir kısmı boş duruyordu. «Mendeliyef'. kendisinden sonra gelen bilginlerin dolduracağını düşünerek buraları boş bıraktı. Rus bilgini seneler önce bu elementlerin keşfedileceğini seziyor. Bu cetvel bütün elementlerin atomik değerlerini rakamlarla ve çeşitli listelerle bariz bir şekilde ortaya koyuyor. Atomik değerleri gösteren rakamlar, atomun merkezinde bulunan pozitif yüklü protonların sayısını belirtir. Bu sayılar bir elementin atomlarıyla diğer elementin atomları arasındaki farkı gösterir. En basit element olarak bildiğimiz hidrojenin çekirdeğinde pozitif yüklü bir proton vardır. Aynı şekilde Helyum denilen elementte iki ve Lityumda da üç proton vardır. Biz, ancak bu dehşetengiz periyodik sistemin koyduğu kurallara uyarak muhtelif elementlerin bir çizelgesini yapabiliyoruz.
Bilginlerin tabiatta görülen bu eşsiz nizâmı periyodik bir tesadüf (periodic chance) olarak mütalaa etmeleri hiç bir zaman mümkün değildir. Bu ince ve üstün nizâm ancak bir periyodik kanunudur, (periodic law). Bu nizâm ve kontrolün göstermiş olduğu ilâhı ve mühendisi kat'iyyen inkâr edemeyiz. Modern ilmin, Allah'ın varlığına inanmaması, düpedüz keşiflerini inkâr etmesi demektir!!
«Güneş 11 ağustos 1999 milâdî senesinde tutulacaktır. ComawoP-den tâm olarak görmek mümkün olacaktır.» Bu önceden verilmiş tahminî bir haberdir. Fakat astronomi bilginleri, güneşin bugünkü dönüş sistemine dayanarak tutulma olayının mutlaka olacağına inanıyorlar,
Gözlerimizi semâya kaldırıp kaynaşan milyonlarca yıldıza baktığımız zaman hayretten kendimizi alamıyoruz. Milyonlarca seneden beri fezaya bağlanan bu semavî küreler, uçsuz bucaksız boşlukta belli bir nizâm çerçevesinde seyretmektedirler. Hattâ bu eşsiz nizâm bizlere, gelecekteki bütün hâdiseleri vukuundan asırlar önce öğrenme imkânını sağlamaktadır. Atomdan su damlacıklarına ve alabildiğine uzanan fezanın en uzak yıldızlarına kadar bu nizâm eşsiz bir nizâmdır. Evet, esâsları ilmî kanunlara medar olan üstün bir nizâm!
«Newton nazariyesi», fezadaki kürelerin seyir ve hareketlerini izah ediyor. Bu nazariyeye dayanarak Adams ve Leverier adlı iki bilgin, o ana kadar bilinmeyen bir yıldızın varlığını haber veriyorlar. Berlin rasathanesi bu iki bilginin sözüne bakarak 1846 senesinin eylül ayının bir gecesinde teleskobu bilginlerin işaret ettikleri tarafa doğru çevirerek gözetlemeye başladı. Kısa bir zamanda rasathane görevlileri güneş sisteminde, bugün adına «Neptün» dediğimiz bir gezegen buldular!!
En ölçüsüz ve imkân hârici şeylerden birisi de, bu kâinatın ve kâinattaki matematiksel kanunların tesadüf eseri meydana gelmiş olduğunu iddia etmektir.
Kâinatta bulunan şeylerin zaruret anında insanın tasarruflarına uygun düşmesi, kâinatın esrarengiz husûsiyetlerindendir. Misâl olarak azotu ele alalım.. Her rüzgâr akımında % 78 nisbetinde azot bulunur. Azotun başka bileşikleri de vardır. Ve biz bunlara «bileşik azot»-deriz. Bitkiler, besinlerimize bileşik azot hazırlamak için çalışırlar. Eğer bu ameliye olmasaydı; hayvanlar, insanlar açlık ve yokluk anında bitkilerle geçinen bütün varlıklar yok olur giderdi.. Zîrâ hiç bir bitkisel gıda kimyasal analiz olmadan gelişemez, olgunlaşamaz.
Azotun toprağa nüfuz edebilmesi için iki yol vardır :
Birincisi, bakterilerin üreme yoluyla. Böylece toprak altındaki bitkilerin köklerinde yaşayan bakteriler meydana gelir. Bu bakteriler havadan azot alarak bileşik hale getirirler. Bitkiler biçilince bu azot, köklerle beraber toprağın altında kalır.
Azot bileşimini sağlayan ikinci yol da şimşektir. Şimşek atmosferden geçtiği zaman bir miktar oksijenle azotu yekdiğerine birleştirir. Bu bileşik azot sonra yağmur yoluyla tarlalara düşer. Her sene tarlaların kolaylıkla elde ettiği bu bileşik azotun miktarı yaklaşık olarak her «eyker» (Bir İngiliz alan ölçüsü) için üç bin gramdır. Bu da üç yüz rıtıl sodyum nitrata tekabül eder.
Fakat zamanla bileşik azot miktarı kâfî gelmez olur. Çünkü uzun zaman ekilen tarlalar, besleyici maddesi olan azotu kaybeder. Bu sebeple, çiftçilerin zirâat mevsimlerinde belli bir süre sonra başka bir tarlada çalıştıklarım görürüz. Bu asrın en enteresan olaylarından biri de —insanların çoğalmasıyla yeryüzünün daraldığı, zirâatın ilerlemesi neticesinde azotun azaldığı ve insanların yokluk ve kıtlıktan korktuğu bir zamanda evet, böyle bitik bir devrede— atmosferden azot elde etme gibi «üçüncü bir yol» keşfetmiş olmamızdır. Böyle bir hareket bu konuda sarfedilen ilk gayretti. Hattâ insanoğlu 3.000.000 beygir gücünde büyük âletler kullanarak, fezada sun'î şimşekler çaktırmak için bil takım tecrübelere girişti. Ve neticede az da olsa bileşik azot üretmeyi başardı. İnsanoğlu bu tecrübeleri daha da geliştirdi. Hattâ üçüncü bir yol buldu. O da, havanın gübre şeklinde bileşik azot gazı yapımında kullanılmasıdır. İşte böylece insan denen varlık gıdanın zarurî parçasını hazırladı... Eğer bu parça olmasaydı açlıktan ölürdü. Bu, dünya tarihinde dikkate şâyân bir hâdisedir. Tarih boyunca ilk defa insan, besin buhranının çözüm yolunu keşfedebilmiştir. Ve böylece, yeryüzünün sakinleri, kaçınılması imkânsız felâketlerin karaltılarından uzaklaşabildiler!!
Kâinattaki eşsiz düzeni gösteren birçok örnekler vardır. Sahip olduğumuz ilimler göstermektedir ki; şimdiye kadar keşfedemediğimiz meselelerin çokluğu yanında keşfedilenler cidden pek azdır! Buna rağmen insanoğlunun yaptığı keşifler yine de çok sayılır. Şayet bu ilimlerin bir katalogunu yapmaya kalkacak olsak, okuyucunun elinde bulunan bu kitaptan daha hacimli büyük ciltlere ihtiyâç duyarız.
İnsanoğlunun dili, Allah'ın âyet ve nimetlerinden ne kadar bahsederse etsin bitiremez gene de eksik kalır. Allah'ın âyetlerini ne kadar açıklarsak açıklayalım ve tefsiri üzerinde ne kadar durursak duralım, neticede gereği şekilde kavrayamadığımızı, ancak «bazı şeyleri» alabildiğimizi anlarız.
Gerçek şudur ki, insanoğlu için kâinatın bütün ilimlerini keşfetmek mümkün olsa, sonra şahane yerlerde oturup bütün ihtiyâçları en güzel şekilde karşılansa hiç bir zaman Allah'ın nimetlerini sayıp tüke-temezler. Delil olarak Allah'ın âyeti kâfi değil midir :
«Eğer yerdeki bütün ağaçlar kalem olsa, deniz de —arkasından yedi deniz daha katılarak-- mürekkep olsa, Allah'ın kelimeleri yine tükenmez. Muhakkak Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.» (Lokman, 27)
«De ki: Rabbımın sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, ve bir o kadarını da katsak, daha Rabbımın sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.» (Kehf, 109)
Kâinatın bir safhasını inceleme fırsatı verilen herkes, bu ilâhî kelimelerde mübalağa olmadığını, ancak mevcûd hakîkatların ifâdesi olduğunu itiraf edecektir.
Dine karşı çıkan gruplar, geçen bölümlerde açıklamış olduğumuz esrarengiz nizâmları, fevkalâde hikmetleri ve kâinatta mevcûd olan kanunları tamamen kabul ediyorlar.
Ama bunlar başka türlü izah yolunu seçiyorlar. Bir başka şekilde açıklıyorlar bütün bu gerçekleri. Aslında onlar bu gerçeklerden bulacakları bir iz,ve işaret ile yüce Yaratıcının varlığına doğru yollanmak istemiyorlar. Ya da yapamıyorlar. Ve bütün bunların doğrudan doğruya tesadüf eseri meydana geldiğini savunuyorlar.
İşte size Julian Hauxley'in birkaç cümlesi : "Altı tane maymun daktiloların başına otursalar ve milyonlarca sene tuşlara vursalar, yazdıkları son kâğıtların bazılarında Shakespeare'in şiirlerinden bir şiir bulmamız güç olmayacaktır! İşte, şu anda üzerinde bulunduğumuz kâinat da milyonlarca senedir «madde» içinde cereyan eden kör ameliyelerin neticesidir.»
Bu sözler, tek kelimeyle saçmadır. Elde ettiğimiz bütün ilimler, bugüne kadar hiç bir tesadüfün kâinat içinde düzenli bir hâdise doğurduğunu kaydetmiyorlar. Evet birtakım tesadüfler ve onların sonuçlarını biliyoruz. Şöyle ki, rüzgâr estiği zaman «döllenme zerrecikleri» kırmızı gülden beyaz güle doğru savrulurlar. Böylece sarı bir gül meydana gelir. Bu tesadüfler, bizim esâs meselemiz için istisnaî, cüz'î bir izahtan başka bir şey değildir. Zîrâ yeryüzündeki güller, varlıklarını bu teselsül sayesinde devam ettirirler. Fakat bu gülün kâinatla olan müdhiş irtibatını tesadüfi bir rüzgâr esmesiyle izah etmek hiç bir zaman mümkün değildir. Bu gül, sarı bir gül haline gelmiştir. Ama kendi kendine gül oluvermemiştir! «Tesadüf kanununun» terminolojisin-deki cüz'î ve istisnai hakîkatlarla kâinatı izaha kalkışacak olursak yanlış hareket etmiş oluruz.
Profesör Edwin Koenly şöyle diyor :
«Hayatın varlığım 'tesadüflere' bağlamak, matbaada meydana gelen rastgele patlamalardan hacimli büyük bir lügat beklememize benzer.» Denilebilir ki, kâinatı tesadüf kanunlarıyla izaha kalkışmanın «hoş bir söz« olmadığı aksine bunun, Sir James Jeans'in dediği gibi «Matematiksel tesadüf kanunlarına» uygun olduğu söylenebilir.
Amerika'lı bir bilgin şöyle diyor :
«Tesadüf nazariyesi bir hipotez değildir. Ancak yüksek matematiksel bir nazariyedir. Bu nazariye, henüz kat'î bilgi edinilemeyen meseleler üzerinde mütalaa yürütür. Herhangi bir hâdisenin meydana gelişini ve neticesini inceleyecek ve doğruyla eğri arasını ayıracak kesin kanunlara sahiptir. Ve bu hâdisenin tesadüf yoluyla ne dereceye kadar mümkün olabileceğini bildirir.
Şayet maddenin kâinatta kendi kendine meydana geldiğini kabul edecek olursak... Aynı şekilde maddenin bir araya gelişinin ve bütün faaliyetlerinin kendiliğinden oluverdiğini farzedecek olursak, —ki ben bu hipotezleri oturtacak herhangi bir temel bulamıyorum— evet bu durumda kâinatı gene de izah edemeyiz. Çünkü diğer tesadüfler yolumuza dikiliyorlar. Ne kötü talihimiz var ki, matematikten aldığımız pahalı «tesadüf nüktesi», bugünkü kâinatın varlığını tesadüf kanunlarına bağlayan bütün riyâzî imkânları bizzat kendisi bertaraf etmektedir.
İlim, kâinatın hacmini ve yaşını keşfedebilmiştir. Fakat bugün modern ilim kâinatın varlığını matematiksel tesadüf kanunlarına bağlamak için hacim ve yaş meselesinde yeteri kadar açıklık göstermemiştir.
Aşağıdaki misâlden, tesadüf kanunu hakkında bir şeyler anlayabiliriz :
«Birden ona kadar numaralanmış, aynı büyüklükte on tane marka alınız, cebinize koyarak iyice karıştırınız. Markaları her alıştan sonra tekrar cebinize koymak suretiyle birden ona kadar, sırasıyla almaya çalışınız. İlk önce bir numarayı çekme ihtimâli onda birdir. Bir ile iki rakamının ardarda çekilme oranı yüzde birdir. Bir iki ve üç numaralı markalan cebinizden çekme şansınız ise binde bire düşer. Dört numarayı da ilâve edersek isabet şansı onbinde birden ona kadar bütün markaları sıra ile çekebilme ihtimâli on milyarda bir oranındadır.
Bu misâli veren meşhur Amerika'lı bilgin A. Cressy Morrison'dur. Yazar sözlerine şöyle devam ediyor :
«Bu basit örneği vermekten maksadımız, tesadüf karşısında rakamların korkunç bir şekilde nasıl arttığını göstermektir.»
Şimdi kâinatın durumunu düşünelim. Şayet bütün bunlar tesadüflere bağlı olsaydı, matematiksel tesadüf kanunlarına göre acaba bu oluşum kaç seneye mal olurdu?
Varlıklar «canlı hücrelerden» meydana gelir. Ve bu hücreler çok küçük bir bileşik durumundadırlar. Aynı zamanda son derece girift bir yapıya da sahiptirler. Bunları «Cydology» denilen özel bir ilim dalı inceler. Hücrede bulunan maddelerden biri de «protein» dir. Protein beş elementten meydana gelmiş kimyevî bir bileşiktir. Bu elementler de şunlardır : Karbon, Hidrojen, Azot, Oksijen ve Kükürttür. Bir protein molekülü, t>u elementlerden kırk bin atomu ihtiva eder.
Kâinatta yüzden fazla kimyevî element vardır. Her biri de kenara saçılmış vaziyettedir. Bu elementlerin terkibinde bulunan hangi oran «tesadüf kanunlarına» uygun düşebilir? Beş element gibi büyük bir rakamın bir «protein molekülü» meydana getirmek için tesadüfen birleşmeleri mümkün müdür?!
Biz tesadüfe bağlı yüksek matematik kanunları yoluyla bir protein molekülünü meydana getirmek için muhtaç olduğumuz maddenin akla ve hayâle sığmayan miktarını belki bulabiliriz. Ayrıca bu ameliyenin alacağı zamanı da hesâb etmek imkân dahilindedir.
Nitekim meşhur İsviçre'li bilgin Charles Jugingway, riyazi yollarda muhtaç olduğumuz bu madde miktarını hesâblamaya çalışmış ve bir protein maddesinin oluşumu için gerekli olan madde sağlandığı takdirde, tesadüf yoluyla bu oluşumun teşekkül edebilmesi için on bin yüz altmışda bir ihtimâl olduğunu bulmuştur. Bu rakamı da açıklamamız gerekirse lâzım olan madde sağlandığı takdirde ortaya çıkacak ihtimâl, 160 kere "10 x 10 rakamıyla ifâde edilebilir ki, 10 rakamının arkasına sıralayacağımız bu 160 sıfırı belirtecek bir rakam yoktur henüz yeryüzünde.
Bir protein molekülünün bir tesadüf eseri olarak husule gelebilmesi için, kâinatın diğer bölümlerinde mevcûd olan maddeden milyar kere fazla maddeye ihtiyâç vardır. Tâ ki hareket ve faaliyet sağlanabilsin.
Bu ameliyenin te'mîni için sarfedeceğimiz zamana gelince, o da 10 rakamının sonuna 245 adet sıfır koymakla ifâde edilebilir. (10243) Yani on senenin önüne 243 adet sıfır konduktan sonra ortaya çıkacak sene zarfında başarılı bir ameliye yapmak ihtimâl dahilindedir.
Bir protein molekülü, «zincirleme» olarak «amino acids» ameliyeleri neticesinde meydana gelir. Bu ameliyenin en tehlikeli tarafı, halkaların birbiri ile karışmasıdır. Şayet halkalar başka şekilde toplanacak olsa öldürücü bir zehir olur. Halbuki kendisi bir hayat iksiridir.
Profesör «G. B. Leathes» bu halkaların yaklaşık olarak 10 üzeri 48 şekilde toplanıp birleşebileceği neticesine varıyor. Ve şöyle diyor :
«Bu halkaların böyle mükemmel bir şekilde tesadüfen bir araya gelmesi imkânsızdır. Daha önce belirttiğimiz beş elementten sinesinde 40.000 atom barındıran bir protein molekülünün te'mîni tesadüfen hiç mi hiç mümkün değildir.»
Ayrıca okuyucularımıza açıklamamız gereken bir husus daha vardır. O da matematiksel ihtimâl kanunlarının ortaya çıkardığı neticeler, mutlak olması gereken neticeler de değildir. Söylediğimiz şeyler yerine gelince, bu neticeler ortaya çıkacak demek değil, sâdece söylenilen ortam ve müddet içinde olması muhtemeldir. Ama kat'î değil. Olabilir ki bu ameliye esnasında bilinmeyen bir şey çıkar ve ameliyeyi kökten imkânsızlaştırabilir.
Protein molekülü kimyevi bir varlığa sâhibtir. Ama hücrenin bir parçası durumuna gelmeyince hayatiyetinden bahsedilemez. İşte hayata bundan sonra başlar... Bu realite, konumuza çok mühim bir suâl tevcih ediyor: Protein molekülü hücre haline geldiği zaman ona sıcaklık nereden geliyor? Materyalist muarızlarımız ciltlerce eser yazsalar bu suâli cevabi andıramazlar.
Açıkça görülüyor ki; muarızlarımızın matematiksel ihtimâller kanununun gerisine sığınarak ileri sürdükleri açıklama şekli, bütünüyle hücreyi de içine almıyor. Yalnız ve yalnız hücrenin çok küçük bir bölümü içine alıyor. O da sâdece hücredeki protein kısmıdır. Halbuki bu en kuvvetli mikroskopla dahi görülemeyecek kadar küçüktür. Her birimiz yaşarken vücûdumuzda değil protein, hücrelerden bile milyon-larcasını taşırız.
Fransız bilgini «Le Comte de Nouy» bu konu etrafındaki değerli araştırmasında, hülâsa olarak şöyle der :
«Bir proteini elde etmek için;
Zaman, madde miktarı ve sonsuza uzanan feza gibi böyle bir imkânın varlığına medar sayılan şeyler, bugünkü maddenin ve fezanın varlığından ve yeryüzündeki hayatın oluşum müddetinden daha fazladır.» Yazar şöyle devam ediyor : «Ameliyemizde muhtaç olduğumuz bu değerlerin hacmini, çağdaş modern insanın ön plâna aldığı akim hudûdları ve tahayyülâtı çerçevesinde değerlendirmek mümkün değildir. İddia ettiğimiz neviden bir hâdisenin tesadüfen meydana gelivermesi için, çemberinde ışığın 10 üzeri 82 ışık yılı yürüdüğü bir kâinatta ihtiyâç duyarız. Yani 10 rakamının önüne 82 sıfır koymak suretiyle elde ettiğimiz ışık yılı!! Bu hacim, bugün dünyamızda mevcûd olan ışık hacminden çok daha fazladır. Dünyamızdan çok uzaklarda bulunan yıldız kümelerinin ışığı, bize milyonlarca ışık yılında ulaşmaktadır. Binâenaleyh, Einstein'in kâinatın genişliği konusunda ortaya attığı düşünce, faraziye olarak ileri sürülen bu ameliye ile asla bağdaşmamaktadır.»
Ancak bu farazi ameliyeye bağlı olarak, bir an için var olduğunu kabul ettiğimiz farazi maddeyi, gene farazi bir âlemde, 10 rakamının önüne 243 sıfır koymakla elde ettiğimiz seneye ulaşmak için, saniyede beş yüz trilyon hızla harekete geçirecek olursak yüklü bir protein molekülünün varlığı imkân dâhiline girebilir.
Bu hususta «Le Comde de Nouy» şöyle diyor :
«Dünyamızın, milyarlarca" seneyi aşan bir zaman çerçevesinde meydana geldiğini unutmayalım. Hayatta —ne şekilde olursa olsun— bir milyar sene öncesi var olmuştur. O zaman da yerküre soğumuş bulunuyordu.
Bilginler kâinatın yaşını öğrenmek için çok çalıştılar. Bu sahada yapılan araştırmalar dünyamızın beş trilyon seneden beri mevcûd olduğunu göstermiştir. Bu süre matematiksel ihtimâl kanunlarına göre bir protein molekülünün meydana gelebilmesi için gerekli zamana göre cidden çok azdır.
Hayat kaynağı dünyamızın yaşını kat'iyyete yakın biliyoruz. Dünyamız, bilginlerin söylediklerine göre güneşin bir parçasıdır. Güneşle diğer büyük yıldızlar arasında meydana gelen şiddetli çarpışmalar neticesinde güneşten kopmuştur. İşte tâ o zamandan beri güneş, fezada cehennemi bir ateş parçası olarak dönmektedir. Yüzeyindeki şiddetli sıcaklık yüzünden hayatın mevcudiyeti imkânsızdır. Nihayet asırlar sonra yerküre soğumaya başlıyor. Donuyor ve katılaşıyor. Ve nihayet hayat için elverişli bir duruma geliyor.
Kâinatın yaşını da muhtelif yollardan Öğrenebiliriz. Bunun bildiğimiz en iyi yolu, ancak radyoaktif elementlerin keşfinden sonra öğrenmiş bulunuyoruz. Radyoaktif maddeler belirli bir ölçü dâhilinde parçalanırlar ve bu parçalanma esnasında birtakım atomlarını kaybederler ve bir müddet sonra bu parçlanma da son bulur.
Radyoaktif madde neşreden elementlerden birisi de uranyumdur. Uranyumun radyoaktif parçalanması sonucu belirli bir miktarda kurşun meydana gelir ve Dunun oranı da bellidir.
Bu oran, şartlar ne şekilde olursa olsun, sıcaklık hangi derecede bulunursa bulunsun kat'iyyen değişmez. Bu sebeple; uranyumun kurşuna dönüşme hızı belli ve sabittir, dediğimiz zaman isabet etmiş oluruz.
Birçok dağ ve tepelerde uranyum madeni görmek mümkündür.
Hem bu maden dağdan ayrı da teşekkül etmiş değildir. Yeryüzü donmaya başladığı zaman bu uranyum madenleri de onun içinde donmuştu...
Ayrıca yine maden kaynaklarında uranyumdan parçalanmış olan kurşunun dışında kurşun bulmak mümkündür. Ancak bütün bu kurşunların, uranyumdan parçalanarak teşekkül ettiğini söylemek doğru olmaz.
Bunun sebebini şu şekilde izah edebiliriz; uranyumun parçalanması neticesinde meydana gelen kurşun, normal kurşundan daha hafiftir. Bu basit kaideye dayanarak bir kurşunun uranyumun analizi neticesinde meydana gelen kurşun mu, yoksa normal bir kurşun parçası mı olduğunu kesinlikle ta'yîn edebiliriz. İşte buradan uranyumun parçalanması ameliyesinin ne kadar zaman aldığını hesaplayabiliriz. Çünkü uranyum, dünyanın soğuduğu günden beri varlığını devam ettirmektedir. Aynı zamanda dağın soğuduğu zamanı da bu yolla hesaplayabiliriz.
Tecrübeler isbât etmektedir ki, ilmî belgelere göre dünyanın en eski dağlarının soğumasından, zamanımıza kadar 1.400 milyon sene geçmiştir. Bizden bazıları dünyanın yaşının, bu dağların yaşından bir veya iki misli fazla olduğunu zannediyorlar. Fakat ilmî tecrübeler, bu gerçek dışı zanları tamamen ortadan kaldırmaktadır. Profesör Sul-livan «Normal bir düşünüşle, yaklaşık olarak dünyanın yaşını bir milyar sene olarak gösteriyor.»
Bayağı maddenin ruhsuz olduğunu, bir protein molekülünün orada tesadüfen meydana gelebilmesi için milyonlarca seneye ihtiyâç duyulduğunu öğrendikten sonra, şimdi düşünelim bakalım, bu kısa zaman zarfında milyonlarca hayvan ve iki yüz bini aşkın nebat nev'i nasıl meydana geldi? Bu hayvan nevileri arasında şu insan dediğimiz eşsiz yaratık nasıl çıktı? Tahminlere dayanan tekâmül nazariyesini bütün cepheleriyle tanıdıktan sonra bu türlü inançlara nasıl oluyor da saplanılıyor anlayamıyorum, fakat tekâmül nazariyesinin üzerine oturduğu ((tahminî değişiklikler» i matematikçi, «Patau» hesaplayarak şöyle bir neticeye varmıştır : «Bir cinsin tamamen değişmesi bir milyon nesli içine alır.»
Atın en büyük ceddi olduğu iddia edilen köpeği düşünelim... Matematikçi Patau'nun sözüne göre köpek, kaç sene sonra at şekline girecektir.
Amerika'lı fizyoloji bilgini «Marlin B. Kendir» ne kadar doğru söylüyor :
«Tesadüf yoluyla yaratılmış olma durumu için gerekli olan sebepleri te'mîn edebilecek riyâzî imkân, en sağlam bir nisbet içinde dahi «hiç bir şey» gibidir, sıfırdır.»
Tesadüfi yaratılış fikrinin bayağı ve çürüklük derecesini açıklayalım derken bahsi biraz uzatmış bulunuyoruz. Gerçekten ben, protein molekülünün ve atomun tesadüfen var oluşunun imkânsızlığı hususunda şüphe ediyor değilim. Kâinattaki maddî ameliyelerin kapsadığı uzun zaman çerçevesi hakkındaki faraziyelerimiz ne kadar çoğalır-sa çoğalsın, kâinatın esrar ve gizliliklerini düşünen aklımız hiç bir zaman tesadüflerin meyvesi olamaz. Bu tesadüfi yaratılış nazariyesi sâdece matematiksel tesadüf kanunlarının ışığı altında imkânsızlaş-mıyor. Aynı zamanda mantık ölçülerine de ters düşüyor, uymuyor.
8u veya kahve ile dolu bir bardak yere düştüğü zaman yerde dünya haritası çizeceğini iddia eden bir kimsenin bu sözünden daha saçma bir söz olabilir mi? Biz bu adama şöyle bir suâlde bulunabiliriz : Altımızdaki bu topraktan döşek, yerçekimi, bardak, su ve eşsiz ahenk ve insicam nereden gelmiştir?
Biyoloji bilgini Haeckl: «Bana hava, su, kimyasal maddeler ve yeteri kadar zaman verin insan yaratayım» diyor. Fakat Haeckl, maddeye ve maddî şekillere muhtaç olduğunu belirtmekle, unutarak veya, bilmemezlikten gelerek kendi kendini yalanlamaktadır.
Bu konuda A. Cressy Morrison şöyle diyor :
«Fakat Haeckl, genleri ve hayatı hesaba katmamıştır. Haeckl, insan yaratabilmek için —şayet gücü yetseydi— görülmeyen bunca atomları ve genleri bulmak, düzene koymak ve bunlara hayat vermek mecburiyetinde idi. Hattâ bu durumda bile o, neticede —bire oranla milyonlarla ifâde edebilecek bir kesinlikle— ancak benzeri bulunmayan bir canavar meydana getirmiş olacaktı. «Haeckl» bütün bunları başarabilseydi, başarılan işin bir tesadüf eseri değil, aklının mahsûlü olduğunu söyleyecekti.
Bu bahsimizi Amerika'lı tabiat bilgini Jorje İril'in sözleriyle bitirelim :
«Kâinatın kendi kendini yaratması mümkün olsaydı, bu şu demek olurdu: Kâinat, hâlikin vasıflarıyla muttasıftır. Bu durumda kâinatın ilâh olduğuna inanmak mecburiyetinde kalırdık... Böylece ilâhın mevcudiyetini kabul ederdik. Fakat ilâhımız çok tuhaf olurdu; aynı anda hem maddî hem de gaybî bir ilâh! Şahsen ben, maddî âlemi yaratan ilâha inanmak isterim. Çünkü o, bu kâinatın bir parçası değildir, öyle şeylere inanarak gülünç duruma düşmek şöyle dursun, bilakis O, bu kâinatın hâkimi, idarecisi ve yöneticisidir.» 49
Atomların Dünyası63
Atomların Dünyası
Varlığın bilmek ne hacet küre-i âlem ile?
Yeter isbâtma halkettiği bir zerre bile...
Evet, kâinatta bulunan her şey O'nu anar, O'na hamdeder, O'nu teşbih eder. Bu harekete katılmayan hiç bir varlık gösteremezsiniz. Her şeyde O, her yerde de O'nun tecellîsi. Kâinatın en küçük zerresinden tutun da, en büyük kehkeşânlara kadar. .Ne akıl almaz bir tecellî hüküm sürmektedir ya Rabbi?
Şâir haksız mıdır? :
«Hurşîd-i ezelden nasıl ister ki haberdâr
Olsun, daha bir zerreyi derketmiyen efkâr.»
Dediyse? Gerçekten de öyle değil midir? Atomların derinliğine dalıyorsunuz, bir zerreyi milyarlarca defa büyütüyorsunuz, karşınıza koca bir âlem çıkıyor. Akü ermeyecek kadar müdhiş, muntazam ve acâyib bir âlem içi hava ile dolu bir yüksüğü alıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki, içinde 25 milyar kere milyon (Les Atommes et les eto-iles, 12) atom sıralanmış ve gizli bir gergef dokumaktadır. Bir atomun çapı milimetrenin on milyonda biri kadar. Kâinat nizâmına bakınız. Rabbım ne kadar itinalı yerleştirmiş her şeyi. Çapı milimetrenin on milyonda biri kadar olan atom elde etmek için yüz bin tane elektronu yan yana getirmemiz gerekecek (Aynı eser, 12). Buyurun işte size. Allah'ım bu hayretler âlemine bizi neden böyle kudretsiz yolladm?... Bunları okuyunca aklımızın başımızdan fırlamaması, yüreğimizin hoplamaması imkânsız. İnsan bunu bir türlü kabule yanaşamıyor. Bir yüksüğün içini dolduran havada 25 milyar kere milyon milimetrenin on milyonda biri kadar olan atom bulunsun. Sonra da bir atomu elde etmek için yüz bin tane elektronu yan yana getirmek mecburiyetinde olalım. Şâirin söylediğini tekrarlamaktan başka bir şey gelmez elimizden :
«AUahı ne yolda etsem inkâr
İkrar çıkar neticesi kâr.»
Şimdi mevzûumuzun derinliklerine dalabiliriz. Gerçekten nereye dalacağız? Milyarların üstündeki cisimlerin bağrına mı? Ne gezer, sâdece zerrelerin kalbine gömülüyoruz. Bir asır önce böyle bir şeyden söz etseydik, imansız Pozitivistler hiç utanmadan alnımıza «deli, çılgın» yaftasını yapıştırırlardı. Atomların ömrüne göre daha dün demek olan VII. asırda Mîrâc'a çıktığını bildiren Aüah elçisine «saçmalıyorsun» diyen putperest müşrikten tutun da, günümüzde bile bunu İslâm'ın alnında bir «leke» olarak gören Batı taklitçisi sahte aydınımıza, kör kafasına, sapık aklına bir türlü sığdıramayan materyalistine kadar hepsi saniyede 50.000 kilometre hızla dönen elektronları (Aynı eser, 15) işitince küstahlıklarının derecesini anlayabilirler mi bilmem. Daha şimdiden Apollo araçlarının hızının saatta zaman zaman 40.000 kilometreyi bulduğunu gören bizim neslimiz de acaba şirkin o korkunç karanlıklarına dalıp bocalamağa devam edecek midir? Yoksa her şeyi yaratan Allah'ın huzurunda başım iki elinin arasına alıp, feryâd ederek göz yaşı çağlayanı halindeki gözleriyle secdeye mi kapanacaktır? Ne yazık ki, yarım asırdır bizi bizden uzaklaştıranların eğitim sisteminde böyle bir nesilden söz etmek çok acâyib olacaktır. Ama Rabbımıza o kadar şükredelim ki, bunca nimetler yanında bize o neslin öncülerini de gösterme ihsanını bahşettirdi. «Surda açılan gedikten» fetih kahramanları birer birer yol alı-ycrlar. Meydana bizim sancağımızın çekileceği mutlu günler de pek uzakta değildir sanırım. Atomların dünyasına dalarken, aklımıza ilk olarak atomların nasıl bir yapıya sahip olduğu meselesi gelecektir. Atomun yapısını kısaca şöyle izah edebiliriz. Her atomun ortasında proton ve nötronlardan müteşekkil bir çekirdek vardır. Bu çekirdeğin etrafında saniyede ortalama 50.000 kilometre hızla dönen elektronlar yer alar. Atomun çekirdeğini meydana getiren protonlar ( + ) yani pozitif yüklüdür. Nötronlar ise hiç elektrik taşımazlar. Çekirdeğin etrafında dönen elektronlar ise (—) negatif yüklüdür. Atom, bizim dünyamızın küçük bir nümûnesidir. Atomun çekirdeğini güneşe, elektronlarını da gezegenlere benzetmek mümkündür.
Pierre Rousseau diyor ki: «Şimdi bu atomların büyüklüklerini merak ediyorsunuz. Eğer size bir atomun çapının yaklaşık olarak milimetrenin on milyonda biri kadar olduğunu söylersem, bu size belki de hiç bir şey ifâde etmeyecektir. Öyle ise şu madenî paraya bakınız; bunun kalınlığını elde etmek için on milyon atomu uç uca sıralamak lâzımdır. İçi hava ile dolu bir yüksükte 25 milyar kere milyon atom mevcûddur... Fakat size milyardan bahsediyorum ve belki bu rakamın büyüklüğünü tasavvur edemiyorsunuz değil mi? Farzedi-niz ki, 1880 yılında yaşayan ecdadımız 25 milyar kere milyon franklık muazzam bir servete malik olsun. Eğer ecdadınız, saniyede 417 milyon franklık bir israf yapsalardı, bu servetin, bundan ancak yirmi sene sonra yani 1900 da tükendiğini görecektiniz. Eğer 25 milyar kere milyon atom yan yana dizilebilse idi, böylece dünyanın etrafını altmış defa sarabilecek uzunlukta bir zincir elde edilecekti.
En kuvvetli mikroskoplarımızla bir milimetrenin beş binde birinden küçük cisimleri göremiyoruz. Halbuki milimetrenin beş binde biri, bir atoma nazaran muazzam bir uzunluktur. Bir atomu bir pire büyüklüğünde kabul ederseniz; mikroskopta görülebilen en küçük cisim, bir çoban köpeği büyüklüğünde olacaktır.» (Les Atommes et les etolles, 13)
Bu acâyib hilkafetaki zerrelerden Yaratıcının sonsuz kudretini tekrar ifâde etmeye bilmem luzûm var mı?
Şimdi atomun bölümlerini inceleyelim.
1- Çekirdek : Proton ve Nötronlar
Bir sihirbaz sopası ile bir gram radyumu, atomlardan her birinin çapı 1 santimetre olacak kadar büyüttüğümüzü bir an için tasavvur edelim. Bizi devler diyânna geçirecek olan böyle bir büyütmenin hayret verici neticeleri ne olacaktır? Bir mikrop, 300 metre yüksekliğindeki Eyfel kulesi cesametini alacak ve bir adamın, Ay'ı tutabilmesi için başka birinin omuzuna çıkması kâfi gelecektir. Halbuki bu muazzam büyütmeye rağmen çekirdekler ancak 1/1.000 milimetre çapında olacaktır. Çekirdeği gözle görülebilir bir hale getirebilmek için sihirbaz sopamızın bir büyütme daha yaparak boyumuzu 17.000.000 kilometreye çıkarması ve böylece dünya ile âdeta bir kum tanesi gibi oynayabilmemizi te'mîn etmesi lâzım gelecektir. İşte radyum atomlarını seyreden böyle muazzam bir dev haline geldiğimizi tasavvur edelim (Science et la vie : 614/64.).
2- Elektronlar
Elektrona gelince, o da bir hayretler ve muammalar ülkesidir. Bir elektronun çapı milimetrenin sâdece bir milyarda dördü kadardır.
Thomson, elektronların saniyede 50.000 kilometreye yakın bir hızla hareket ettiklerini, hepsinin birbirinin aynı olduklarına ve birbirinin kütlesinin, bilinen en hafîf atomun, yani hidrojen atomunun kütlesinden aşağı yukarı 1840 defa daha küçük olduğunu buldu. Hattâ, enerjisi hesaplanarak elektronun büyüklüğü hakkında bir fikre varmak da mümkün oldu.
Bu çapı ifâde etmek için küçüklük mikyasında birkaç basamak daha inmek ve atom çapını yüzbin parçaya bölmek lâzımdır. Bir atom, kendi başına büyük değildir, fakat bir atom genişliğini elde etmek için yüz bin elektronu yan yana düzmelidir. Ayasofyanm kubbesini bir atom farz ediniz, buna göre bir elektron ancak pertavsızla görülebilen 0,2 milimetre çaplı bir toz zerresinden ibaret olacaktır. Atom içi boş bir küre olsaydı; bu küreyi doldurmak için, içine 1.000.000.000 milyar elektron koymak lâzım gelecektir (Etrafımızdaki Kâinat, 36.)-
Son derece küçük olan elektronun, ağırlığı da tabiî olarak küçüklüğü ile mütenâsib olacaktır. Hidrojen atomunun ağırlığını takribi olarak 1840 da biri kadar olan bu ağırlık gram cinsinden, kavranması güç olan aşağıdaki sayı ile ifâde edilir :
0,000 000 000 000 000 000 000 000 000 9
Belki de bu ağırlığın, bir gram ağırlığa nisbetle ne demek olduğunu öğrenmek istiyorsunuz. Beş gramlık bir ağırlığın dünyanın ağırlığına nisbeti ne ise, bu ağırlığın bir gramın ağırlığına nisbeti de işte odur! Her saniyede bu elektronların 6 milyar kere milyarı yüz mumluk elektrik lâmbanızın telinden geçmektedir.
Dahası da var : Biliyorsunuz ki elektron âdi bir mermi değil, elektrikli bir mermidir. Bu sebepten bu merminin ne kadar elektrik yükü taşıdığını da söylemek gerekir.
Bu yük çok büyük değildir; takribi olarak bir miliamperin on milyarda biri şiddetindeki bir elektrik akımının milyonda bir saniyede taşıdığı elektrik miktarına eşittir.
Rutherford'un atomu küçük mikyasta, çapı milimetrenin on milyonda birinden büyük olmayan bir güneş sistemi gibiydi. Bu sistemin güneşi, yani atomun çekirdeği bütün atomdan on bin defa daha küçüktür. Demek ki çekirdek, milimetrenin yüz milyarda biri çapında küçücük bir bilye olarak kabul edilebilir.
Elektronun kütlesi, çekirdeğin kütlesi yanında tamamen ihmâl edilebilecek kadar küçük olduğundan denilebilir ki; bütün kütle, atomun bütün maddesi çekirdek içinde toplanmıştır. Milimetrenin on milyonda biri genişliğindeki bu atomda, madde olan kısmın bundan on bin defa daha küçük oluşu ne kadar hayret verici bir keyfiyettir.
Madem ki vücûdumuz yan yana dizilmiş atomlardan müteşekkildir. O halde biz, boşluk içinde yüzen son derece küçük maddî parçacıklardan başka bir şey değiliz;- işte bizi şaşırtan bir keyfiyet... Profesör Joliot Curie bizi te'mîn ediyor ki; eğer vücûdumuzun atomlarını, çekirdekleri arasında boşluk kalmayacak kadar sıkıştırabilseydik, vücûdumuz mercekle güçlükle görülebilir bir toz zerresine müncer olacaktı, fakat bu toz zerresi tabiî yine yetmiş iki kilo ağırlığında olacaktı.
3- Moleküller
Moleküller çok küçüktür. Çaplan milimetrenin on milyonda biriyle ifâde edilir. Küçük olduğu gibi sayıları da fevkalâde büyüktür. Yarım litre suda her birinin ağırlığı 3.2 x 1023 gram olan 1623 molekül vardır. Eğer bu moleküller yan yana dizilirse, arzı iki yüz milyon kere dolaşan bir zincir teşkil eder. Eğer bu kadar suyu arzın kara yüzüne ya-yılabilmiş küçücük tohum gibi farz ederek bunları karalara serpmiş olsak, arz yüzünün kara parçasının beher santimetre karesine 16 milyonu isabet eden bütün tohumlar bir araya getirilince ancak yarım litre teşkil eder.
Moleküller büyük hızlarla hareket ederler; alelade bir oda içindeki âdi havada ortalama molekül hızı saniyede 450 metre kadardır. Bir mermi hızına yakın olan bu hız, ses hızından epey büyüktür.
Yüksek sıcaklıkta moleküllerin hızları artar; bir kazandaki buhar moleküllerinin hızı saniyede 1000 metreyi bulur. Her nefes alışımızda vücûdumuza milyon kere milyon molekül girmekte olup, bunların ciğerlerimiz cidarlarını dövmesi dışardaki hava moleküllerinin göğüslerimizi döverek çöktürmesine karşı koyar. Diğer bir misâl, bir lokomotif silindiri içindeki piston her saniyede sayısı 14 x 1028 kadar ve her biri saniyede 800 metre hızla hareket eden moleküller tarafından bombardıman edilmektedir; sonsuz dereceden sayıdaki bu küçük mermilerin pistona tatbik ettikleri kuvvet pistonu silindir içinde hareket ettirir ve tren de bu suretle hareket etmiş olur.
Bir gazı her istikâmette hareket eden ve arasır'a birbirine çarpan bir mermi sağanağına benzetebiliriz. Normal havada her molekül, diğer bir moleküle saniyede 3.000 milyon defa çarpar ve müteâkib çarpmalar arasında 1/6.400 milimetrelik mesafe alır. Bir gazı yoğunluğu artmak üzere sıkıştırmakla belirli bir mekânda daha çok molekül sıkıştırılmış olur, böylece çarpmalar daha çabuk olur ve bu çarpmalar arasında moleküller daha kısa mesafeler alırlar. (Etrafımızdaki Kâinat, 117.).
4- Radyoaktivite
«Yarının ilmi nedir? Gayet müthiş... Maddenin kudret-i zerriyesi uğraştığı iş. O yaman kudrete hâkim olsam diyerek Sarfedip durmada birçok kafa binlerce emek. Ona yükseldi mi artık değişir rûy-i zemîn Çünkü bir damla kömürden edecektir te'mîn, Öyle milyonla değil namütenahi kudret... İbret al kendi sözünden aman oğlum gayret...
MEHMED AKİF
Ne yana baksan O'nun hikmetinden, akıllan hayrete düşüren mah-lûkâtından bir nişane, bir nümûne vardır varlığına. En küçük zerreye bakıyorsunuz bir hareket var derûnunda. Aklınız hayretten fırla-mışcasına orayı araştırırken karşınıza ondan daha dehşet verici ve daha hayret verici bir başka şey çıkıyor... İşte Allah'ın kudretinin azametine delil olarak atomları, elektronları, molekülleri getiriyorduk. Bir de karşımıza radyoaktivite çıkıveriyor.
Son yüzyılda uranyum ve radyum üzerinde yapılan çalışmalardan çok korkunç neticeler elde edildi. Soğuk gördüğümüz bir gram radyumun üç bin ton (evet, matbaa hatâsı değil tâm 3.000 ton) kömürün yanması esnasında verdiği enerjiyi verdiğini söylersek (Atomlar ve Yıldızlar, 32) hayrete düşmez de ne yaparsınız. Ama çağımızın insanı için artık bu rakamlar pek korkunç değil. Çünkü daha korkunçları ile karşılaşmıştır. İşte büyük İslâm şâiri Akif'in bundan altmış yıl önce Avrupa'ya tahsile göndermek istediği Âsım'a verdiği öğütlerde söylediği şey, artık günümüzde bir gerçek olarak duruyor önümüzde. Bundan sonra bilmem kaç gram uranyum dünyamızın yıkılıp harâb olması için kâfi gelecek. Hayatı boyu Akif îkâz etti bizi. Ama biz hâlâ o ümîdden, o azimden ve o enerjiden ne yazık ki mahrumuz. Kısır düşünceler, basit ihtilâflar yeyip bitiriyor Müslümanları,..
Geiger sayacı adı verilen bir âlet sayesinde 1 gram radyumdan 1 saniye içerisinde çıkan helyumları saymak mümkün olmuştur. Buna göre 1 gram radyumdan 1 saniye zarfında tâm 36 milyar helyum çıkmakta ve bu helyumlar saniyede 20.000 kilometrelik hızla fırlamaktadırlar. Ve ne tuhaftır ki, 150.000 milyar kere milyar helyumun ağırlığı ancak 1 gram gelmektedir. Radyasyon neticesi meydana gelen dalgaların boyu ışık dalgalarının boyundan çok daha kısadır. Radyasyon dalgalarının boyu, milimetrenin yüz milyarda birine kadar inebilir.
«Sübhânallah» deyip de susalım artık...
Böylece atomların dünyasındaki gezintimizi bitirmiş oluyoruz. Tıpkı bir rü'yâdan yeni uyanmış, gözleri mahmur insan edasıyla. Evet, biz bir rü'yâdayız. Çünkü Allah'ın bu kâinattaki hakikatlerini tamamen kavrayacak güçte değiliz. Efendimiz (s.a.) «İnsanlar uykudadırlar. Ancak ölürlerse uyanırlar.» buyuruyor. Hele cehaletin derin karanlığında bocalayan biz Müslümanların hali daha da yürekler acısı. Neden bu hale düştük? Bizi kim bu hale soktu? Kurtuluş çâremiz nedir? Bugünkü durumun mes'ûlleri kimlerdir? Daha da uzatacağımız bu sorular kümesinin içinden sâdece birisine kesin cevab verebiliyoruz. Diğerleri ise bir yığın münâkaşa mevzuu. Kurtuluşumuzun tek çâresi «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» diyen Kur'an'a ve «Hikmet, mü'minin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır,» diyen Rasûl-i Kibriya'nın düstûrlarına dönmektir. Geriye kalan bütün kurtuluş çâreleri boş, yalan hayâlden ibarettir.
İşte atomlar, işte moleküller, işte elektronlar, işte radyoaktif maddeler, işte yerler, işte gökler, işte yıldızlar, i§te kehkeşânlar, işte nebulalar ve işte daha nice nice bilmediğimiz büyük ve küçük varlıklar. Hepsi de birer üsân-ı hâl ile kendi yaratıcılarının kudsî san'atım izhâr" etmek için durmadan dinlenmeden zikr-i ilâhî ile dönüyorlar. Bunlardan sonra bize söylenecek söz var mı? Ne söylesek hepsi de lâf u güzâftan ibaret kalmaz mı? İnsan bunca delilleri bildikten sonra başını eğerek Allah'ın huzuruna gelmezse, dîvânda di2 çöküp dergâha yüz sürmezse ne kadar bedbahtır. Ne kadar acınacak bir haldedir.
Yirminci asrın insanı her ne kadar maddî sahada başarılar elde etmiş, küçük âlemde atomu parçalamış, büyük âlemde 500 milyon ışık senesi mesafedeki merhaleyi gözetimi altına almış ise de, İslâm gibi ulvî bir nizâmın potasında erimediği, Kur'an gibi sonsuz bir kaynaktan sulanmadığı, Hz. Peygamber gibi büyük ve ebedî kurtarıcının peşine düşmediği için aynı rakamlarla ters orantıda tepe taklak geriye doğru, esfel-i sâfilîn'in dibine kadar yuvarlanmış. Bunca îcâdlar ve keşifler, dünyanın başına çeyrek asırda iki büyük harbi musallat etmiş, bir üçüncüsünün de yani atom harbinin de eşiğine kadar getirmiştir. Eğer bu kaynağa dönülmezse, beşeriyet İslâm'ın rotasına girmezse yakın bir gelecekte bilmem kaç gram uranyum hepimizin mahvına sebep olabilir, ne korkunç netice Ya rabbi?... 50
45 — Kur'an okuduğun zaman seninle âhirete inanmayanların arasına örtülmüş bir perde koyarız.
46 — Onu anlarlar diye kalblerine örtüler koyduk. Kulaklarına da ağırlık. Kur'an'da Rabbını tek olarak zikrettiğin zaman da onlar nefret ederek arkalarına döner giderler.
Allah Teâlâ, Rasûlü Muhammed Aleyhisselâm'a buyuruyor ki : Ey Muhammed; bu müşriklere Kur'an'ı okuduğun zaman Biz seninle onların arasına örtülmüş bir perde koyarız. Katâde ve İbn Zeyd der ki: Bu perde kalblerinin üzerine gerilmiş olan perdedir. Nitekim Allah Te-âlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurmaktadır : «Onlar dediler ki: Senin bizi çağırdığına karşı kalblerimizde bir engel, kulaklarımızda bir ağırlık ve bizimle senin aranda örtü vardır.» Yani senin söylediklerinin bize ulaşmasına engel olan bir perde vardır.
((Örtülmüş bir perde» buradaki örtülmüş kelimesi, örten anlamı-nadır...
Denildi ki; gözleri kapayan bir perdedir, bir daha onlar hakikati göremezler. Bu, onlarla hidâyet arasına gerilmiş bir perdedir. İbn Ce-rîr merhum bu ifâdeyi tercihe meyletmiştir.
Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki : Bize Ebu Mûsâ el-Herevî... Hz. Ebubekir'in kızı Esmâ'dan nakletti ki; o şöyle demiş : Allah Teâlâ «Ebu Leheb'in eli kurusun» âyetini inzal edince; Ümmü Cemîl gelmiş yüksek sesle bağırıyormuş, elinde de avuç dolusu taş varmış. Kınandığımız için geldik —veya kaçındık— diyormuş. Ebu Mûsâ, bu şüpheli ifâdenin kendisinden kaynaklandığını söyler. Dinini bıraktık, emrine isyan ettik. Hz. Peygamber oturuyormuş. Etjubekir de bir yanındaymış. —Veya beraberindeydi demiş— Ebubekir; şu kadın geliyor seni görmesinden' korkarım, demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber; o, beni göremez demiş ve Kur'an'dan bir âyet okuyarak ondan saklanmış. Okuduğu âyet: «Kur'an okuduğun zaman seninle âhirete inanmayanların arasına örtülmüş bir yerde koyarız.» âyeti imiş. Râvî der ki: Ebu Le-heb'in karısı Hz. Peygamberin yanına gelmiş. Nihayet Ebubekir ayağa kalkmış, o Hz. Peygamberi görmeden demiş ki: Ey Ebubekir, duyduğuma göre senin arkadaşın beni hicvetmiş. Hz. Ebubekir, hayır şu evin rabbına andolsun ki o seni hicvetmedi, demiş. Esma der ki: Kadın; Kureyş'liler benim, efendilerinin kızı olduğumu bilirler, diyerek uzaklaşıp gitmiş.
«Onu anarlar diye kalblerine örtüler koyduk.» Örtüler anlamına gelen ( î£'\ ) kelimesi, ( dlf ) kelimesinin cem'idir ve kalbi bürü-yen, örten şey demektir. «Kulaklarına da ağırlık.» Kur'an'ı duyup ta ondan yararlanıp doğru ycla gitmelerini engelleyen bir ağırlık koyduk.
«Rabbını tek başına zikrettiğin zaman da» yani Kur'an okuyarak Rabbmın birliğini belirttiğin ve Allah'tan başka ilâh yoktur, dediğin zaman «onlar nefret ederek arkalarını döner, giderler.» Topluca dönüp giderler...
«Rabbını tek başına zikrettiğin zaman da onlar nefret ederek arkalarını döner giderler.» âyeti konusunda Katâde şöyle der : Müslümanlar Allah'tan başka ilâh yoktur, dediklerinde müşrikler bunu inkâr ettiler. Müslümanlara karşı kibirlendiler. İblîs ve askerleri onları sıkıştırdı. Allah Teâlâ da müslümanları muzaffer kılmak, onları başarısız yapmak istedi. Müslümanları tevhide karşı gelenlere gâlib kıldı. Bu, öyle bir sözdür ki; kim ona düşman olursa yok olur. Kim onun uğrunda savaşırsa muzaffer ciur. Onun değerini ancak şu adada yaşayan müslümanlar bilirler. O ada ki süvarisi az bir gecede onu baştan sona kat'eder. Zaman insan topluluklarının arasında akıp gider de onu bilmezler ve ikrar etmezler.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Hüseyn İbn Muhammed... Ebu Cevza kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, «Rabbmı tek başına zikrettiğin zaman da onlar nefret ederek arkalarına döner giderler» âyetinde, şeytânların kasdedildiğini söylemiştir. Bu ifâde bu âyetin tefsiri bakımından gerçekten garîbdir. Çünkü Kur'an okunduğu veya ezan seslenildiği veya Allah'ın adı anıldığı zaman şeytânlar uzaklaşıp giderler.51
47 — Biz, onların seni dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini çok iyi biliriz. Gizli toplandıkları zaman da hani zâlimler diyorlardı ki: Siz, sâdece büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz.
48 — Bak, sana nasıl misâller veriyorlar. Bunun için dalâlete düşmüşlerdir. Ve bir daha yol bulamamaktadırlar.
Allah Teâlâ, Nebiy-yi Zişânına Kureyş'li kâfirlerin reislerinin Peygamberin okuduğu Kur'an'ı kavimlerinden gizlice dinlemek üzere geldikleri zaman aralarındaki gizli fısıldaşmalarım haber veriyor. Onlar kavimlerine karşı Hz. Peygamberin büyülenmiş bir kişi olduğunu söylüyorlardı. Ya da ciğer sahibi bir kişi yani yemek yiyen bir beşere uyduklarını iddia ediyorlardı. Çünkü bu kelime her iki anlama da gelir....)
İbn Cerîr Taberî, bu kelimenin beslenme anlamına gelişini doğru sayarsa da, bunun üzerinde durmak gerekir. Çünkü onlar burada Hz. Peygamberin okuduğu sözün çıktığı ciğerlerinin bulunduğunu kasde-diyorlardı. Onlardan kimisi şâirdir, kimisi kâhindir, kimisi mecnûndur, kimisi de büyücüdür diyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ «Bak, sana nasıl misâller veriyorlar. Bunun için dalâlete düşmüşlerdir ve bir daha yol bulamamaktadırlar.» buyuruyor. Yani onlar bir daha hak yolu bulamazlar ve o yola düşüp kurtuluşa eremezler.
İbn İshâk Sîret'inde der ki: Bana Muhammed İbn Müslim İbn Şi-hâb ez-Zührî dedi ki: Kendisine şöyle anlatılmış : Harb oğlu Ebu Süf-yân, Hişâm oğlu Ebu Cehil, Şerik oğlu Ahnes bir gece Rasûlullah (s.a.) ı geceleyin evinde namaz kılarken dinlemek üzere gittiler. Onlardan her biri Hz. Peygamberi dinlemek için ayrı bir yer tuttu. Hiç birisi diğerinin yerini bilmiyordu. Onu dinlemeye başladılar. Sabah olunca ayrıldılar. Nihayet yolları birleşti de birbirlerini kınamaya başladılar. Birbirlerine şöyle diyorlardı : Bir daha yapmayınız. Halkınızın düşkünlerinden bazıları sizi görecek olurlarsa, onların içine bir şey düşürürsünüz. Sonra ayrıldılar. Ertesi gün ikinci gece olunca her biri tekrar bulunduğu yere gelip Kur'an dinlemeye koyuldular. Nihayet fecir ağarınca ayrıldılar ve aynı yolda karşılaştılar. Birbirlerine tekrar ilk söylediklerini söylediler ve dağıldılar. Üçüncü gece olunca her biri Kur'an'ı dinlemeye koyulmak üzere eski yerlerini aldılar. Fecir ağarınca ayrıldılar. Yolları birleşince birbirlerine dediler ki : Bir daha tekrarlamamak üzere sözleşmeden ayrılmayalım. Bunun üzerine sözleşe-rek ayrıldılar. Ahnes İbn Şerik sabah olunca sopasını aldı. Sonra evinden çıktı Ebu Süfyân İbn Harb'a geldi ve ona; ey Ebu Hanzala, Mu-hammed'den duyduğun şey hakkında görüşün nedir bana bildir? dedi. Ebu Süfyân dedi ki: Ey Ebu Sa'lebe, Allah'a andolsun ben, ondan öyle şeyler duydum ki onu ve ne demek istediğini biliyorum. Öyle şeyler de duydum ki ne onun anlamını ne de söylemek istediğini bilmiyorum. Ahnes İbn Şerik dedi ki : Allah'a andolsun ki ben de senin yemin ettiğin durumdayım. Sonra Ebu Süfyân'ın yanından çıkıp Ebu CehFin yanına girdi, onun evine vardığında dedi ki: Ey Ebu Hakem, Muham-med'den duyduğun şeyler hakkında görüşün nedir? Ne duydum ki? dedi. Biz ve Abd Menâf oğulları şeref konusunda yarıştık. Onlar yedir-diler biz yedirdik. Onlar taşıdılar biz taşıdık. Onlar verdiler biz verdik. Nihayet her ikimiz de diz üstü çökünce, ikimiz de bağlı atlar gibi olduk. O zaman onlar dediler ki: Bizden bir peygamber geldi. Ona gökten vahiy geliyor. Biz onu ne zaman kavrayabiliriz? Allah'a andol-Eun ki ona ebediyyen ne inanırız, ne de doğrularız. Bunun üzerine Ahnes İbn Şerik yanından kalkıp onu kendi başına bıraktı.52
49 — Ve dediler ki: Biz, kemik ve ufalanmış toprak olduğumuzda mı, cidden biz yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?
50 — De ki: İster taş ister demir olun,
51 — Veya gözünüzde büyüttüğünüz bir yaratık olun. Diyecekler ki: Bizi tekrar kim diriltir? De ki: Sizi ilk defa yaratmış olan. Sana başlarını sallayacaklar ve ne zaman o? diyecekler. De ki:. Yakın olması umulur.
52 — O, sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsınız. Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz.
Allah Teâlâ yeniden dirilişin vuku bulacağını uzak sayan kâfirlerin durumunu haber vererek istifhâm-ı inkârî ile onların şöyle dediklerini bildiriyor: Biz, kemik ve ufalanmış toprak olduğumuzda mı? Buradaki kelimesi toprak demektir. Mücâhid böyle der. Ali İbn Ebu Talha da, İbn Abbâs'tan naklen toz anlamı verir.
«Cidden biz yeni bir yaradılışla diriltilecek miyiz?» Biz çürüyüp kayda değer dahi olmayan bir hiç durumuna düştükten sonra tekrar diriltilecek miyiz? Nitekim bir başka âyette bu konu şöyle ifâde edilir : «Derler ki: Biz eski halimize mi döndürüleceğiz? Ufalanmış kemik olduğumuz zaman mı? Derler ki: O>C2dîrde bu, zararına bir dönüştür.» (Nâziât, 10-12). Yâsîn sûresinde ise şöyle buyrulmaktadır : «Çürümüş kemikleri kim diriltecek? diyerek bize misâl vermeye kalkar. De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.» (Yâsîn, 78-79).
Burada da Rasûlüne aynı şekilde cevab vermesini bildiren Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor : «De ki: İster taş ister demir olun.» Taş ve demir, kemik ve çürümüş topraktan çok daha zor değişime uğrar.
«Veya gözünüzde büyüttüğünüz bir yaratık olun.» İbn İshâk, İbn Ebu Necîh ve Mücâhid'den nakleder ki; o, İbn Abbâs'a bunu sorduğunda bu son ifâdenin ölüm anlamına geldiğini söylemiştir. Atıyye de Abdullah İbn Ömer'in bu âyetin tefsirini şöyle yaptığım nakleder: Eğer ölmüş de olsanız sizi muhakkak dirilteceğim. Saîd İbn Cübeyr,
Ebu Salih, Hasan, Katâde ve Dahhâk da böyle söylemişlerdir. Bunun anlamı şudur : Eğer siz, hayatın zıddı demek olan ölü durumuna dönüştüğünüzü farz etseniz dahi Allah dilerse sizi diriltecektir. O, bir şeyi dilediği zaman onu önleyecek yoktur. Bu konuda İbn Cerîr şöyle bir hadîs de rivayet eder: Kıyamet günü ölüm güzel bir koç şeklinde getirilir ve cennetle cehennem arasında durdurulur. Sonra denilir ki: Ey cennet ehli, bunu biliyor musunuz? Onlar evet, derler. Sonra; ey cehennem ehli, bunu biliyor musunuz? denilir. Onlar; evet, derler. O, cennetle cehennem arasında kesilir. Sonra denilir ki: Ey cennet ehli, ölmeksizin sermediyyet. Ey cehennem ehli, ölmeksizin süreklilik.
Mücâhid «Veya gözünüzde büyüttüğünüz bir yaratık.» kavli ile gök, yer ve dağların kasdedildiğini söylemiştir. Bir rivayette de bu âyeti şöyle tefsir etmiştir : İstediğinizi yapın. Allah ölümünüzden sonra sizi tekrâf diriltecektir. Bu âyet-i kerîme konusunda İmâm Mâlik ve Zührî'den şöyle bir tefsir vârid olmuştur: Hz. Peygamber bunun ölüm olduğunu söylemiştir.
«Diyecekler ki: Bizi tekrar kim diriltir?» Onlar, biz taş, demir veya daha katı herhangi bir şey olduğumuz zaman bizi tekrar kim diriltir? «De ki: Sizi ilk defa yaratmış olan.» Siz kayda değer bir şey bile değilken sizi yaratıp yeryüzünde dağılan beşer haline getirmiş olan, ne duruma dönüşürseniz dönüşün sizi yeniden getirecek güçtedir. «Yaratılışa ilkin başlayıp sonra onu tekrar eden O'dur. Tekrar kendisi için çok daha kolaydır.» (Rûm, 27).
«Sana başlarını sallayacaklar» İbn Abbâs ve Katâde; alaydan dolayı başlannı sallayacaklar, demişlerdir. Bunların söylemiş olduğu bu açıklama, Arap dilinden anladığımız mânânın kendisidir. Çünkü kelimesi; aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya sallanmadır. Bunun için deve kuşunun yavrusuna adı verilir. Zîrâ o yürüdüğü zaman çabuk çabuk gider ve başını sallar. Keza diş sallanıp yerinden çıktığı zaman şu ifâde kullanılır
«Ve ne zaman o? diyecekler.» .Bunun uznk ve vukuu imkânsız bir hal olduğunu söyledikleri belirtilmektedir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur : «Eğer doğru sözlüler iseniz bu va'd ne zamandır? derler.» (Mülk, 25). Ve yine Şûra sûresinde şöyle buyurur: «Ona inanmayanlar onun çabucak gelivermesini isterler.» (Şûra, 18).
«De ki: Yakın olması umulur.» Ondan sakının, çünkü o çok ya-kınınızdadır. Şüphesiz size gelip çatacaktır. Elbette her gelen gelecektir.
«O, sizi çağırdığı gün.» «Allah Teâlâ'nm sizi yeryüzünden bir çağırışla çağırdığı gün bir de bakarsınız ki siz çıkıyorsunuz.» (Rûm, 25). Yani sizin çıkmanızı emrederse O'na muhalefet edip karşı koyamazsınız. Aksine gerçek «Bizim emrimiz yalnızca bir tektir bir, göz açıp kapamak gibidir.» (Kamer, 50) buyruğunda olduğu gibidir. «Bir şeyi mu-râd ettiğimiz zaman ona sözümüz sâdece; ol, dememizdir. O da oluverir.» (Nahl, 40). «O sâdece bir anî emirdir. Bir de bakarsınız ki; onlar uyanıvermişler.» (Nâziât, 13-14) Bu, sâdece bir uyan emridir. O emirle insanlar yerin altından üstüne çıkarlar. «O sizi çağırdığı gün; ham-dederek davetine uyarsınız.» Emrine itaat etmek, buyruğuna baş eğmek için hepiniz yerinizden kalkarsınız. Ali îbn Ebu Talha İbn Ab-bâs'm «Hamdederek davetine uyarsınız» kavlinin emrine uyarsınız, demek olduğunu söyler. İbn Cüreyc de böyle demiştir. Katâde ise; O'nun bilgisine ve itâatına diye tefsir etmiştir. Bazıları da derler ki: «O sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsınız» Yâni her halükârda O'na hamdedersiniz. Nitekim bir hadîste şöyle vârid olur: Lâ îlâhe İllallah diyenlere kabirlerinde yalnızlık yoktur. Öyle görüyorum ki kabirlerinden kalkarlar, başlarındaki toprağı silkerler ve Lâ İâhe İllallah, derler. Bu hadîsin bir rivayetinde de kabirlerinden kalkınca şöyle dedikleri bildirilir: «Hamdolsun o Allah'a ki bizim üzerimizden hüznü kaldırmıştır.» (Fâtır, 34). Bu konu Fâtır sûresinde gelecektir.
Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz.» Yani kabirlerinizden kalktığınız gün, dünya diyarında çok az kaldığınızı sanırsınız. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur : «Onlar onu gördükleri gün ancak bir akşam ve kuşluk vaktinden fazla kalmadıklarını sanırlar.» (Nâziât, 46). Tâhâ sûresinde ise şöyle buyrulur : «Sûr'a üflendiği gün, işte o gün; suçluları gözleri korkudan güvermiş olarak toplarız. Siz dünyada sâdece on gün eğleştiniz, diye aralarında gizli gizli konuşurlar. Aralarında konuştuklarını Biz daha iyi biliriz. En akıllıları; sâdece bir gün kaldınız, der.» (Tâhâ, 102-104) Rûm sûresinde ise şöyle buyrulur: «Kıyamet saati koptuğu gün suçlular, sâdece çok kısa bir müddet kalmış olduklarına yemîn ederler. Böylece aldatılıp döndürülürler.» (Rûm, 55). Mü'minûn sûresinde de şöyle buyrulur: «Allah onlara; yeryüzünde kaç yıl kaldınız? der. Bir gün veya daha az bir süre kaldık sayanlara sor, derler. Allah; pek az kaldınız keşke bilseydiniz. Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülemeyeceğinizi mi sandınız? der. (Mü'minûn, 112-115).53
53 — Kullarıma de: En güzel olanı söylesinler. Doğrusu şeytân aralarını açmak ister. Zîrâ şeytân, insan için apaçık bir düşman olmuştur.
Allah Teâlâ Rasûlüne emrediyor ki; Allah'ın mü'min kulları birbirleriyle konuşmalarında, hitâmlarında ve sözlerinde en güzel sözleri söylesinler ve en iyi ifâdeleri kullansınlar. Eğer böyle yapmazlarsa, şeytân onların aralarını açar. Sözü fiile döndürür. Aralarında şerr düşmanlık ve çatışma yaratır. Çünkü şeytân, Âdem'e secde etmekten kaçındığı günden beri ona ve soyuna düşmandır. Onun düşmanlığı ayan beyândır. Bunun için kişinin müslüman kardeşine sert laflar söylemesi yasaklanmıştır. Aynı sebeple kişinin müslüman kardeşine demiri göstermesi yasaklanmıştır. Çünkü şeytân aralarına girer ve belki de ona vurmasını sağlar.
İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk... Ebu Hüreyre'den nakletti ki : Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Sizden biriniz kardeşine silâh göstermesin. Çünkü sizden biriniz, şeytânın eline dokunup dokunmayacağını bilmez. Böylece bir cehennem çukuruna düşer. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim Abdürrezzâk'dan nakletmişlerdir. İmâm Ahmed der ki: Bize Af fan.., Hasan'm şöyle dediğini nakletti: Selît kabilesinden bir adam bana anlattı ve dedi ki: Ben, Rasûlullah (s.a.) in bir topluluk içinde bulunduğu esnada yanma vardım, onun şöyle dediğini duydum : Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu küçük düşürmez. Takva buradadır. —Hammâd der ki: Eliyle göğsünü gösterdi— İki kişi Allah rızâsı için sevişip de araları açılırsa, mutlaka aralarında olan yeni bir şey yüzündendir. Yeni meydana getirilmiş şey ise kötülüktür. İhdas edilmiş şey kötülüktür. îhdâs edilmiş şey kötülüktür.54
54 — Rabbınız sizi daha iyi bilir. İsterse size merhamet eder, isterse sizi azâblandırır. Biz, seni onların üzerine vekîl olarak göndermedik.
55 — Rabbın göklerde ve yerde olanları daha iyi bilendir. Andolsun ki Biz, peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık, Davud'a da Zebur'u verdik.
Rabbın En İyi Bilendir69
Rabbın En İyi Bilendir
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey insanlar, sizden kimin hidâyete müstehâk olduğunu, kimin de hidâyeti hak etmediğini «Rabbınız daha iyi bilir. İsterse size merhamet eder.» Itâatına muvaffak eder ve kendisine sığındırır. «İsterse sizi azâblandırır. Biz, seni onların üzerine vekîl olarak göndermedik.» Biz seni yalnızca uyarıcı olarak gönderdik. Kim. sana itaat ederse cennete girer. Kim de sana isyan ederse cehenneme girer.
«Rabbm göklerde ve yerde olanları daha iyi bilendir.» Onların itaat ve isyan konusundaki mertebelerini en iyi Rabbın bilir. «Andolsun ki Biz, peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.» Nitekim bir başka âyette de şöyle buyrulur: «Bu peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah, onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir.» (Bakara, 253).
Bu âyet, Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde yer alan ve; peygamberler arasında üstünlük kabul etmeyin, mealindeki hadîsle çelişmez. Çünkü burada kasdedilen; mücerred taassub ve arzulara göre üstün saymaktır. Yoksa delil gereği üstün saymak değildir. Delil bir şeyi gösterirse ona itibâr etmek vâcib olur. Bilindiği gibi rasûller, öteki velîlerden üstündürler. Rasûllerden de azim sahibi olanlar ötekilerden üstündürler. Ülü'1-Azm rasûllerin sayısı Ahzâb ve Şûra sûrelerindeki âyetlerde nass yoluyla zikredilmiş olan şu beş rasûldür : «Hani Biz peygamberlerden âhidlerini almıştık. Senden, Nûh'dan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem Oğlu îsâ'dan.» (Ahzâb, 7). «Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyetmiş olduğumuzu dinde sizin için teşri' etmiştir. İbrahim'e, Musa'ya ve îsâ'ya tavsiye ettiğimizi. Onlara dini yerine getirin ve onda ihtilâfa düşmeyin demiştik.» (Şûra, 13). Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in azim sahibi olan rasûllerin en üstünü olduğunda ihtilâf yoktur. Ondan sonra îbrâhîm, sonra da Mûsâ en meşhurlarıdır. Başka bir yerde bunları delilleriyle anlattık. Başarıya ulaştıran Allah'tır.
«Davud'a da Zebur'u verdik.» Bu da onun üstünlüğüne ve şerefi-55
den bir topluluğa ibâdet ederlerdi. Cinnler müslüman oldular ama onlara ibâdet eden insanlar onların müslüman olduklarının farkında değillerdi. İşte bunun üzerine o âyet nazil oldu, demiştir. İbn Mes'ûd'dan nakledilen bir başka rivayette ise şöyle denilir. Onlar kendilerine «Cinn» denilen meleklerden bir sınıfa ibâdet ediyorlardı. Müslim, Ebu Salih kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder: Bu; îsâ, annesi ve Uzeyr'dir. Muğîre, İbrâhîm kanalıyla İbn Abbâs'ın bu âyet konusunda şöyle demiş olduğunu bildirir: Onlar; îsâ, Uzeyr güneş ve aydır. Mücâhid ise; îsâ, Uzeyr ve melekler, demiştir. İbn Cerîr de İbn Mes'ûd'un sözünü tercih eder. Çünkü onlar hakkında «Onlar Rablanna vesile arayarak» buyrulmuş, mâzî sîgasıyla ifâde edilmemiştir ve dolayısıyla îsâ ile Uzeyr'in buna girmesi imkânsızdır. İbn Mes'ûd der ki: Vesile yakınlıktır. Katâde de böyle der. Bunun için âyet-i kerîmede «Daha yakın olmak için» buyrul-muştur.
«O'nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar.» İbâdet, ancak korku ve ümitle tamamlanır. Korku ile kişi kötülüklerden sakınır, ümitle itâata koyulur.
«Zîrâ Rabbının azabı sakımlmaya değerdir.» Ondan sakınılması ve ona düşüp yanmaktan kaçınılması gerekir. Ondan Allah'a sığınırız.
58 — Hiç bir kasaba yoktur ki; kıyamet gününden önce Biz onu helak edecek veya şiddetli bir azâbla azâb-landıracak olmayalım. Bu, Kitabda yazılmıştır.
Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ'nın kendi nezdindeki Levh-i Mah-fûz'da vermiş olduğu kesin bir hükmü haber vermektedir. Buna göre, kıyamet gününden önce helak edilmemiş veya bütün halkı şiddetli bir azâbla yok edilmemiş kasaba yoktur. Ya öldürme veya başka bir imtihanla bu hüküm gerçekleşir. Nitekim bu helak oluş, onların günâhları veya hatâları sebebiyle olur ki, Allah Teâlâ geçmiş milletler hakkında: «Biz onlara zulmetmedik; Ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler.» (Hûd, 101) buyurmaktadır. Talâk sûresinde ise şöyle buyurur : «Rablarının ve O'nun peygamberlerinin buyruğundan çıkan nice kasabalar halkını Biz çetin bir hesaba çekmiş, onları görülmedik bir azaba uğratmışızdır. Onlar işlerinin karşılığını tattılar. İşlerinin sonu hüsran oldu.» (Talâk, 8-9)56
59 — Bizi âyetlerle göndermekten alıkoyan şey; ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd'a da gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik de, ona zulmetmişlerdi. Halbuki Biz, âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.
Âyetlerin Gelişi70
Âyetlerin Gelişi
Süneyd, Saîd İbn Cübeyr'in şöyle dediğini nakleder : Müşrikler dediler ki: Ey Muhammed, sen, senden Önce peygamberlerin geçtiğini iddia ediyorsun. Onlardan kiminin emrine rüzgâr verilmiş, kimi de ölüleri diriltmiştir. Eğer bizim sana inanmamız ve tasdik etmemiz hoşuna gidiyorsa, Rabbına dua et de Safa tepesini bizim için altın yapsın. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Peygambere vahyetti ki: Söylenenleri Ben işittim muhakkak. İstersen söylediklerini Biz yaparız, ama o zaman inanmazlarsa azâb iner. Çünkü âyetin inişinden sonra tartışma yoktur. İstersen Biz kavmine mühlet verelim ve yavaş davranalım. Hz. Peygamber buyurdu ki: Ya Rabbi, onlar için yavaş davranılmasını dilerim. Katâde, İbn Cüreyc ve diğerleri de böyle demişlerdir.
İmâm Ahmed der ki: Bize Osman İbn Muhammed... Saîd tbn Cübeyr kanalıyla, İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakletti: Mekke halkı Hz. Peygamber'den Safa tepesini kendilerine altın yapmasını, dağların bir tarafında ekin ekme imkânlarının verilmesini istediler. Ona denildi ki: İstersen Biz onlara yavaş davranalım, istersen dilediklerini verelim. Ama o zaman küfrederlerse; onlardan önceki milletlerin heîâk edildiği gibi onlar da helak edilir. Hz. Peygamber; hayır, onlara yavaş davramlmasını dilerim, dedi. Bunun üzerine «Bizi âyetlerle göndermekten alıkoyan şey; ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd'a da gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik.» âyetini inzal buyurdu. Neseî bu hadîsi Cerîr kanalıyla İbn Abbâs'tan nakletmiştir.
Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdurrahmân, Abdullah İbn Ab-bâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiştir: Kureyş'liler Hz. Peygambere : Rabbına dua et de, bize Safa tepesini altın yapsın sana inanalım, dediler. Rasûlullah öyle yapar mısınız? dedi. Onlar; evet, dediler. Hz. Peygamber duâ etti de Cebrail geldi ve şöyle dedi: Rabbının sana selâmı yar ve buyuruyor ki: İstersen Safa tepesi onlar için altm olur. Ama kim de bundan sonra küfrederse, âlemlerde hiç bir kimseye azâb etmediğimiz şekilde onları azâblandırırım. Dilersen onlar için tevbe ve rahmet kapısını açarım. Hz. Peygamber; hayır, tevbe ve rahmet kapısı, dedi.
Ebu Ya'lâ Müsned'inde der ki: Bize Muhammed İbn İsmâîl... Zü-beyr İbn Avvâm'ın cariyesi Ümmü Atâ'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Zübeyr'den şöyle dediğini duydum : «Ve yakın akrabam korkut.» âyeti nazil olunca, Rasûlullah (s.a.) Ebu Kubeys tepesinde : Ey Abd Menâf oğullan, ben sizin için bir uyarıcıyım, diye seslendi. Kureyş'liler yanına geldiklerinde onları uyarıp korkuttu. Onlar dediler ki: Sen, kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu iddia ediyorsun. Süleyman Aleyhisselâm'a dağlar ve rüzgâr müsahhar kılınmıştı. Mûsâ Aley-hisselâm'a deniz müsahhar kılınmıştı. îsâ Aleyhisselâm ölüleri diril-tirdi. Öyle ise Allah'a duâ et de bizim üzerimizden şu dağları götürsün, yeryüzünde ırmaklar açsın ve biz orada tarlalar yapalım, ekelim, yiyelim. Veya Allah'a duâ et de bizim için ölüleri diriltsin de onlarla konuşalım, onlar da bizimle konuşsunlar. Ya da Allah'a duâ et de şu altındaki kayayı bizim için altın yapsın. Biz onu oyalım ve böylece yaz ve kış ticâret için seferden kurtulalım. Çünkü sen, onlar gibi olduğunu iddia ediyorsun. Zübeyr der ki: Biz bu sırada onun çevresinde bulunuyorduk. Birden ona vahiy geldi. Vahiy tamamlanınca buyurdu ki: Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, sizin istemiş olduğunuzu bana verdi. Eğer ben de istersem olur. Ancak beni iki şey arasında serbest bıraktı. Sizin rahmet kapısına girip inananlarınızın inanması veya sizi kendinizin tercih ettiği noktada kendi başınıza serbest bırakıp rahmet kapısından uzaklaşmanızı ve hiç birinizin inanmamasını seçmemi söyledi. Ben rahmet kapısını seçtim. İnananlarınız inanır. Ve Rabbım bana bildirdi ki: Eğer sizin o istediğinizi size verir de sonra siz küfredersiniz, muhakkak ki âlemlerde hiç bir kimseyi azarlandırmadığı biçimde sizi azâblandıracaktır. Bunun üzerine «Bizi âyetlerle göndermekten alıkoyan şey; ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır» âyeti nazil oldu. Hz. Peygamber bu üç âyeti okudu sonra Ra'd süresindeki: «Eğer Kur'an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış, yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı; kâfirler yine de inanmazlardı...» (Ra'd, 31) âyeti nazil oldu.
Bunun için Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Bizi âyetlerle göndermekten alıkoyan şey...» Yani bizim âyetleri gönderip de kavminin senden istediğini onlara vermemiz Bizim için pek kolaydır ve basittir. Ancak ondan evvel de bazı şeyler istedikten sonra yalanlayanlar olmuştur. Onlar ve benzerleri hakkında Bizim sünnetimiz şöyle cereyan etmiştir : İstedikleri şey indikten sonra, yine yalanlarlarsa azâb bir daha ertelenmez. Nitekim Mâide sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Allah buyurdu ki: Ben, onu şüphesiz indireceğim. Bundan sonra da artık içinizden her kim küfrederse; onu dünyalarda kimseyi azâblandırmayacağım bir azâbla azâblandırınm.» (Mâide, 115). Se-mûd kavmi de Salih'ten bir âyet isteyince Allah Teâlâ onlara belirleyecekleri bir kayadan bir dişi devenin çıkacağını bildirmişti. Salih Rab-bına duâ etmiş ve kayadan dişi deve istedikleri biçimde çıkmıştı. Ancak onlar, «Ona zulmetmişlerdi.» Onu yaratanı inkâr etmişler, O'nun elçisini yalanlamışlar ve deveyi kesmişlerdi. Cenâb-ı Allah onlar için «Evinizde üç gün eğleniniz. Bu yalanlanmayan bir va'ddir.» buyurmuştu. İşte buna işaretle Hak Teâlâ buyuruyor ki: «Semûd'a da gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik.» Onu yaratanın birliğine ve isteğine icabet edilen Rasûlünün doğruluğuna delâlet eden bir dişi deve. Ancak «Ona zulmetmişlerdi.» Yani onu inkâr etmişler, su içmesini engellemişler ve öldürmüşlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ onları sonuna kadar mahvetmiş, intikam almıştır. Onları kudretli ve izzetli bir zâtın yakalayışıyla yakalamıştı.
«Halbuki Biz, âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.» Katâde der ki: Allah Teâlâ insanları dilediği âyetlerle korkutur ki; onlar ibret alsınlar ve gerçeği hatırlasınlar. Böylece küfürden dönsünler. Bize zikredildi ki; Abdullah İbn Mes'ûd döneminde Kûfe'de zelzele olmuş. Abdullah İbn Mes'ûd demiş ki: Ey insanlar, Rabbmız sizin kötülükten dönmenizi istiyor. Öyle ise dönün ondan. Yine şöyle rivayet edilir ki; Ömer İbn Hattâb döneminde birkaç kere deprem oldu. Hz. Ömer dedi ki: Siz, yeni şeyler uydurdunuz. Allah'a andolsun ki, bir daha tekrar ederse şöyle şöyle yaparım. Hz. Peygamber de müttefakun aleyh olan bir hadîsinde şöyle buyurur: Güneş ve ay, Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. Ve bunlar ne bir kimsenin ölümü, ne de yaşaması için tutulurlar. Ancak Allah Azze ve Celle onlan göndererek kullarını korkutur. Güneş ve ayın tutulduğunu görürseniz, Allah'ın zikrine dua ve istiğfara koşun. Sonra buyurdu ki: Ey Muhammed ümmeti; Allah'a andolsun ki sizin hiç biriniz kölesi veya cariyesinin zina etmeşinden Allah'tan daha kıskanç değildir. Ey Ümmet-i Muhammed, Allah'a andolsun ki eğer siz, benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız.57
60 — Hani sana demiştik ki: Rabbın gerçekten insanları kuşatmıştır. Sonra göstermiş olduğumuz rü'yâyı sâdece insanlar için bir imtihan kıldık. Kur'an'da la'net-lenmiş olan ağacı da. Biz onları korkutuyoruz ama bu, onlara büyük bir azgınlık vermekten başka bir şeyi artırmıyor.
Allah Teâlâ Rasûlünü; gönderdiği risâleti tebliğ etmek için teşvik ediyor ve Allah'ın peygamberini insanlardan koruyacağını haber veriyor. İnsanlara güç yetiren muhakkak O'dur. İnsanlar O'nun kabzası, kudret ve kahır pençesi içerisindedirler. Mücâhid, Urve İbn Zübeyr, Hasan, Katâde ve diğerleri «Hani sana demiştik ki: Rabbın gerçekten insanları kuşatmıştır.» kavli hakkında; seni onlardan korumuştur, demişlerdir.
«Sana göstermiş olduğumuz rü'yâyı sâdece insanlar için bir imtihan kıldık.» Buhârî der ki: Bize Ali İbn Abdullah... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir: Rasûlullah'a mi'râca çıkarıldığı gece gösterilmiş olan rü'yâdır. Kur'an'da la'netlenmiş olan ağaç da Rasûl ağacıdır. Keza Ahmed İbn Hanbel, Abdürrezzâk ve diğerleri Süfyân İbn Uyeyne'den bu hadîsi naklederler. Avfî de İbn Abbâs'tan aynı hadîsi rivayet eder. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Hasan, Mesrûk, İbrâhîm, Katâde, Abdurrahmân îbn Zeyd ve bir başkası da; bu rü'yâyı, mi'râc gecesi olarak tefsir etmişlerdir. İsrâ ile ilgili hadîsler sûrenin başında uzun uzadıya geçmişti. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur. Bunun üzerine insanlardan bir kısmının hak dinden döndükleri, kafalan ve gönülleri bunu kavrayamadığı için bilmedikleri şeylerden dolayı peygamberin mi'râcını yalanladıktan anlaşılmıştır. Halbuki Allah mi'râcı başkaları için sebat ve yakîn vesilesi kılmıştır. Bu sebeple imtihan ve tecrübe diye ifâde etmektedir. La'netlenmiş olan ağaç ise, Rasûlullah (s.a.) in bildirdiği gibi Zakkum ağacıdır. Hz. Peygamber cenneti, cehennemi ve zakkum ağacını görmüştür. Müşrikler onu yalanlamış, hattâ Ebu Cehil la'netlisi şöyle demişti: Hurma ve üzüm getirin bize. Hurma ile üzümü yemiş ve; işte biz böyle zukkûnı-lanınz, demişti, Bundan başka zukkûm bilmeyiz, demişti. İbn Abbâs, Mesrûk, Ebu Mâlik, Hasan el-Basrî ve bir başkası da böyle anlatmışlardır. Rü'yânın mi'râc gecesi gösterilen olduğunu söyleyenlerin hepsi, la'netlenmiş ağacın da zakkum ağacı olduğunu bildirmişlerdir. Bazıları da Ja'netlenmiş ağaçtan maksadın, Ümeyye oğulları olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu garîbdir, zayıftır.
İbn Cerîr der ki: Bana Muhammed İbn Hasan kanalıyla... Sehl îbn Sa'd'den nakledildi ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.), falanca oğullarını minberinin üzerinde maymunlar gibi zıpladıklarını görünce bu, onun hoşuna gitmemiş sonunda onlar gülerek ölmüşler. İşte bunun üzerine «Sana göstermiş olduğumuz rü'yâyı sâdece insanlar için bir imtihan kıldık.» âyeti nazil olmuş. Bu hadîsin senedi cidden zayıftır. Çünkü Muhammed İbn Hasan İbn Zebâle metruk bir râvîdir. Onun şeyhi de aynı şekilde tamamen zayıftır. Bu sebeple İbn Cerîr Taberî, burada mi'râc gecesinin kaydedildiğini ve mel'ûn ağacın da zakkum ağacı olduğunu söylemiştir. O, te'vîl ehlinin rü'yâ ve ağaç konusundaki te'vîlinde icnıâ' bulunduğu için bu görüşü tercîh etmiştir.
«Biz onları korkutuyoruz ama bu, onlara büyük bir azgınlık vermekten başka bir şeyi artırmıyor.» Biz kâfirleri azâb, ceza ve vaîd ile korkutuyoruz da bu; onların küfürde, sapıklıkta devam etmelerinden başka bir işe yaramıyor. Bunun sebebi, Allah'ın onları rüsvây etmesidir.58
İzahı71
İzahı
Onlar zakkum ağacı sözünü işitince, bunu alay konusu etmişler ve; Muhammed, cehenneminde yakıt olarak taşların kullanıldığını iddia ediyordu. Halbuki şimdi orada ağaç bittiğini söylüyor, demişlerdi. Böylece Allah'ı yeterince takdir edememişlerdi. Çünkü Allah Teâlâ'nın, ateşin yakmayacağı cinsten bir ağaç yaratması imkânsız değildir. Meselâ Türk diyarında yaşayan bir canlı olan Semenderin yününden mendil yapılır. Kirlenince mendil ateşe atılır ve kiri gider. Ama mendil olduğu gibi kalır. Yani ateş onu yakmaz. Keza devekuşunun çakılları yuttuğunu ve bunun kendisine zarar vermediğini görürsünüz. Her ağaçtan ateşin yaratılmış olduğu halde onu ateşin yakmadığı görülür.
Bu nasıl caiz ise, ateşte de ağacın yaratılıp onu yakmaması caizdir. Mânâ şudur : Âyetler sırf kulları korkutmak için gönderilir. Bunlar dünyada azâb ile yani Bedir günü öldürme azabı ile korkutulmuşlar, âhirette ise zakkum ağacından görecekleri azâbla korkutulmuşlardır. Ama her ikisi de onları etkilememişti59
«Sana gösterdiğimiz rü'yâ ile ve Kur'an'da la'netlenmiş ağaçla sâdece insanları denedik». Müfessirlerin çoğunluğu; bu rü'yâdan maksadın Hz. Peygambere mi'râc gecesi gösterilen hârika ve âyetler olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbâs der ki: Bu, Rasûlullah (s.a.) a mi'râc gecesi yani Kâ'be'den Kudüs'e geceleyin götürüldüğü zaman bizzat gösterilmiş olan şeylerdir. Bunu Buhârî tahrîc eder. Saîd İbn Cübeyr, Hasan, Mesrûk, Katâde, îkrime, İbn Güreye ve diğerleri de böyle demişlerdir. Araplar derler ki: Ben gözümle bir rü'yâ gördüm. Rasûlullah (s.a.) bu rü'yâyı anlatınca bazıları inkâr etmişler ve yalanlamışlardı. İşte bu, insanlar için bir fitne ve deneme olmuştu. İhlâslılann da îmânı artmıştı. Bir topluluk; Hz, Peygamber ruhuyla mi'râca çıkarılmıştır, cesediyle değil, dedilerse de bu görüş zayıftır. Bir topluluk da dedi ki: Hz. Peygamberin iki mi'râcı olmuştur. Birisi, gözüyle vâki* olan mi'râctır ve uyanıkken olmuştur. Diğeri de uyurken vâki' olan rü'yâ şeklindeki mi'râctır. Denildi ki; Bu rü'yâ, Rasûlullah (s.a.) in Hudeybiye yılı Mekke'ye ashabı ile birlikte girişini gördüğü rü'yâsıdır. Rü'yâsmda vaktinden önce Mekke'ye girmek için acele etmiş, ancak müşrikler ona engel olmuşlardı ve Medine'ye dönmüştü. İşte o yıl, Hz. Peygamberin Mekke'ye gireceğini söyleyip de müşriklerin engel olması neticesinde oraya girmemesi, bazıları için bir fitne nedeni olmuştu. Halbuki ertesi yıl Mekke'ye girmişti. Ve Allah Teâlâ, «Allah, Rasûlünü hak gözüyle doğruladı.» (Fetih, 27) âyetini indirmişti. Denildi ki: Hz. Peygamber rü'yâsında Hakem İbn Ümeyye'nin Çocukların topun etrafında dönmeleri gibi döndüğünü görmüştür. Bu, onun hoşuna gitmemişti. Bir itirazcı; bu sûre Mekke'de nazil olmuştur, o iki vak'a ise Me-dîne'de cereyan etmiştir, diye itiraz ederse; ona şöyle cevâb verilir. Olayın, müşkil bir tarafı yoktur. Çünkü Hz. Peygamberin bu rü'yâyı Mekke'de görüp, sonra Medine'de tahakkuk etmesi uzak görülemez. Kur'an'da «La'netlenmiş olan ağaçla sâdece insanları denedik», buy-ruluyor. Yani zakkum ağacıyla. Nitekim Allah Teâlâ Saffât sûresinde bu ağacın niteliklerini belirtmiştir. Araplar hoş olmayan her yemeğe; la'netlenmiş yemek, derler. Bundaki imtihana gelince; Ebu Cehil: Ebu Kebşe'nin oğlu —Hz. Peygamberi kasdediyordu— sizi; yakıtı taşlar olan ateşle korkutuyor, sonra da orda bir ağacın biteceğini iddia ediyor. Halbuki siz de bilirsiniz ki ateş ağacı yakar, demişti. Denildi ki:
Abdullah îbn Zeb'arî; Muhammed bizi, zakkumla korkutuyor. Halbuki biz, zakkumun sâdece hurma ve üzüm olduğunu biliyoruz. Ebu Cehil dedi ki: Ey câriye, gel beraber zakkûmlanalım. O üzüm ve hurma getirdi. Ve dedi ki: Ey topluluk, zakkumlarım. Çünkü bu, Muham-med'in sizi korkuttuğu yiyecektir. Onların cehennemde ağacın bulunmasına hayret etmeleri üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu. Eğer zakkum ağacı Kur'an'da nerede la'netlenmiştir? derseniz, ben derim ki: Onu yiyen kâfirlerin la'netlendiği yerde o da la'netlenmiştir. Yoksa ağacın bir günâhı yoktur ki la'netlensin. Sâdece mecazî olarak onu yiyenlerin la'netlenmesi anlatılırken onun la'netli olduğu bildirilmiştir.60
61 — Hani meleklere demiştik ki: Âdem'e secde edin. Onlar secde etmişlerdi. Sâdece İblîs müstesna. Ve demişti ki: Çamurdan yaratmış olduğuna mı secde edeceğim?
62 — Benden üstün kıldığını görüyor musun? Eğer beni kıyamet gününe kadar te'hîr edersen; pek azı müstesna, onun soyunu emrim altına alırım, demişti.
Melekler ve Âdem.. 72
Melekler ve Âdem
Allah Teâlâ, İblis Aleyhi'l-La'ne'nin Hz. Âdem'e ve onun soyundan gelenlere düşmanlığım hatırlatıyor. Bu düşmanlığın Âdem'in yaratılışına kadar varan çok eski kökleri olduğunu bildiriyor. Allah Teâlâ meleklere Âdem'e secde etmelerini bildirmiş, onlar da tamamen secde etmişlerdir. Ancak İblîs, kendini daha üstün kabul ettiği ve Hz. Âdem'i küçük gördüğü için ona secde etmekten kaçınmıştı ve «Demişti ki: Çamurdan yaratmış olduğuna mı secde edeceğim?» Nitekim bir başka âyette de şöyle dediği ifâde edilir: «Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten onu ise balçıktan yarattın.» (A'râf, 12).
İblîs Aleyhi'l-La'ne Allah Azze ve Celle'ye küfür ve cür'etle; «görü-vor musun?» diye soruyor. Cenâb-ı Hak ise ona hilimle bakarken İblîs şöyle devam ediyor : «Benden üstün kıldığını görüyor musun? Eğer beni kıyamet gününe kadar te'hîr edersen; pek azı müstesna, onun soyunu emrim altına alırım.» Ali İbn Ebu Talha; İbn Abbâs'ın onun zür-riyetinden pek azı dışında hepsine hâkim olurum, diye tefsir ettiğini, nakleder. Mücâhid ise; onları kuşatırım demek olduğunu, söyler. İbn Zeyd; onları sapıtırım, diye mânâ vermiştir. Hepsi birbirine yakın ifâdelerdir. Manâ olarak şeytân şöyle demektedir : Görüyor musun benden üstün kıldığın kimseleri. Eğer bana kıyamet gününe kadar fırsat verirsen, ben onun soyundan pek azı müstesna hepsini sapıklığa sürüklerim.61
63 — Buyurmuştu ki; Haydi git, onlardan her kim sana uyarsa; muhakkak cehennem sizin cezânızdır. Hem de tam bir ceza.
64 — Sesinle onlardan gücünün yettiğini yerinden oynat. Atlılarınla ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü. Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol. Ve vaadde bulun kendilerine. Şeytân ancak aldatmak için vaad eder onlara.
65 — Muhakkak ki Benim kullarım üzerinde bir hâkimiyetin yoktur senin. Vekîl olarak Rabbm yeter.
İblis Aleyhi'l-La'ne, Allah'tan bekletilmesini isteyince Cenâb-ı Allah ona: «Haydi git», seni bekleteceğim, buyurmuştur. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurmaktadır: «Buyurdu ki: Şüphesiz sen ertelenenlerdensin. Bilinen gün gelene kadar.» (Hicr, 37,38). Sonra ona ve Adem'in soyundan ona uyanlara cehennemi va'dediyor ve buyuruyor ki: «Onlardan her kim sana uyarsa; muhakkak cehennem sizin cezânızdır. Hem de tâm bir ceza. Yaptıklarınızın cezası. Mücâhid; tastamam, diye tefsir ederken, Katâde; sizin üzerinize bollaştırılmış, hiç eksiltilmeyen bir ceza, diye tefsir etmiştir.
«Sesinle onlardan gücünün yettiğini yerinden oynat.» Denildi ki: Bu şarkıdır. Mücâhid ise; eğlence ve şarkıyla onları yerinden oynat, diye mânâ vermiştir. İbn Abbâs ise bu âyeti şöyle tefsir eder: Allah'a isyana çağıran her şey. Katâde de böyle demiştir. İbn Cerîr de bu görüşü tercih eder.
«Atlılarınla ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü.» Onlara karşı atlılarını ve piyadelerinden oluşan askerlerini gönder...
Onlara gücün. yettiğince ordularını musallat et. Bu takdirî bir emirdir. Nitekim Allah Teâlâ Meryem sûresinde şöyle buyurur : «Bilmiyor musun ki, kâfirlerin üzerine; onları kışkırtan şeytânlar gönderdik. Şu halde sen, onlara kargı acele etme. Biz, onların günlerini saydıkça sayıyoruz.» (Meryem, 83,84). Onları zorladıkça zorlar ve götürdükçe götürürler. İbn Abbâs ve Mücâhid, «Atlılarınla ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü.» kavlinden maksad; Allah'a isyan konusunda binekli ve yürüyen herkes, demiştir. Katâde ise şeytânın, cinlerden ve insanlardan atlıları ve yayaları bulunduğunu ve bunların onun emrine itaat edenler olduğunu söyler.(...)
«Mallarda ve çocuklarda da onlara ortak ol.» İbn Abbâs ve Mücâhid derler ki: Bu ifâde, şeytânın onlara Allah'a isyan konusunda harcamasını emrettiği şeyleri kasdetmektedir. Atâ ise bunun faiz olduğunu söyler. Hasan da; malın haramdan toplanıp harama harcanması olduğunu bildirir. Katâde de böyle der. Avfî ise; İbn Abbâs'tan naklen der ki: Şeytânın mallarda onlara ortak olması hayvanlarından yani Bahire, Sâibe ve Hâm gibi kendilerine haram kıldıkları şeylerdir. Dan-hâk ve Katâde de böyle derler. İbn-Cerîr ise; âyetin bütün bunları ihtiva ettiğini söyleyerek ta'mîm etmenin daha uygun olduğunu bildirir.
«Ve çocuklarda» Avfî; İbn Abbâs, Mücâhid ve Dahhâk'dan naklen bununla; zinadan doğma çocukların kaydedildiğini söyler. Ali İbn Ebu Talha ise İbn Abbâs'tan naklen onların bilgisiz yere, budalaca öldürdükleri çocukları olduğunu bildirir. Katâde ise Hasan el-Basrî'den naklen der ki; Allah'a andolsun ki onlar, mallarına ve evlâdlarına şeytânı iştirak ettirmişlerdir. Çocuklarını Mecûsî, Yahudi ve Hıristiyan yaparak İslâm boyasının dışında bir boyayla boyamışlar ve mallarından şeytâna bir bölüm tahsis etmişlerdir. Katâde'nin kendisi de aynı şekilde söylemiştir.
Ebu Salih İbn Abbâs'tan naklen der ki: «Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol.)» âyetinde kasdedilen müşriklerin çocuklarına «Ab-dülhâris», «Abduşems» ve «Abdufûlân» gibi isimler vermeleridir.
İbn Cerîr der ki: Doğrulukta sözlerin en uygunu şöyle denmesidir : Allah'a isyan edilerek, Allah'ın hoşlanmadığı isimler takılarak, Allah'ın hoşnûd olmadığı bir başka dine girdirerek, annesi zina ederek, çocuğunu öldürerek veya diri diri gömerek ve buna benzer Allah'a isyan sonucu her dişiden meydana gelen çocuğun doğumu için İblîs iştirak etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ, «Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol,» buyurarak, şirket ve ortaklık anlamını bir başka anlamla tahsis etmiştir. Öyleyse bu ortaklık, Allah'a isyan sonucu meydana gelen veya şeytânın emrine itaat sonucu doğan her haldir. İbn Cerîr Taberî'nin söylemiş olduğu bu ifâde bir tevcihtir. Selef-i Sâlihîn (Allah onlara rahmet etsin.) ortaklığı bazan şöyle tefsir etmişlerdir: Müslim'in Sahîh'inde İyâz'dan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Azze ve Celle buyuruyor ki: Ben, kullarımı ha-nîfler olarak yarattım. Şeytânlar geldiler, onları dinlerinden döndürdüler ve benim kullarıma helâl kıldığım şeyi şeytânlar onlara haram kıldılar.
Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : Sizden biriniz ailesine yaklaşmak istediği zaman; Allah'ın adıyla, Allah'ım, bizi şeytândan uzaklaştır. Şeytânı da bize verdiğin yavrudan uzaklaştır, derse şayet bu sırada onun için bir evlâd takdir edilmişse, şeytân o yavruya ebediyyen zarar veremez.
«Ve va'dde bulun kendilerine.» Şeytân ancak aldatmak için vad'e-der onlara. Allah Teâlâ; hak hükmünü verdiği gün hakikat ortaya çıkınca İblîs'in şöyle dediğini haber veriyor : «İş olup bitince; şeytân dedi ki: Gerçekten Allah, size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim ama sonra caydım. Sizi zorlayacak hiç bir gücüm de yoktu. Yalnız ben, sizi çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Esasen daha önce, beni Allah'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Doğrusu, zâlimlere can yakıcı bir azâb vardır.» (İbrâhîm, 22).
«Muhakkak ki Benim kullarım üzerinde bir hâkimiyyetin yoktur senin.» Allah Teâlâ'nm mü'min kullarını desteklediğini, koruduğunu ve kovulmuş şeytândan kendilerini muhafaza ettiğini bu âyet-i kerîme haber vermektedir. Bunun için âyetin devamında «Vekîl olarak Rabbm yeter.» buyurulmaktadır. Koruyan, destekleyen ve yardım eden olarak İmâm Ahmed der ki: Bize Kuteybe... Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Mü'min; şeytânlarını öylesine yorar ve ezer ki, tıpkı sizden birinizin yolculukta devesini yorup ezdiği gibi.62
66 — Rabbımz O'dur ki; lutfundan elde edesiniz diye gemileri sizin için denizde yüzdürür. Muhakkak ki O, sizin için Rahim olandır.
Sizin Rabbımz O'dur Ki74
Sizin Rabbımz O'dur Ki
Allah Teâlâ kullarına denizde gemileri müsahhar kıldığı ve bunları kullarının faydasına halk ettiği için kullarına olan lutfunu hatırlatıyor. Gemilerin kolayca denizde yüzmesi sonucu iklimden iklime ticâretle dolaşarak kâr elde etmelerini sağlar. Bunun için Hak Teâlâ âyetin sonunda «Muhakkak ki O, sizin için Rahîm olandır.» buyurmaktadır. Yani Allah size bu lutfunu kendi keremi ve rahmetinden dolayı vermektedir.63
67 — Denizde size bir sıkıntı dokununca; yalvardık-larınızm hepsi kaybolur. Ancak Allah kalır. Ama O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca yüz çevirirsiniz. Ve insan zâten pek nankör olandır.
Allah Teâlâ; insanlara bir sıkıntı gelince Allah'a yalvardıklarmı ve O'nun dinine döndüklerini haber veriyor. Bu sebeple «Denizde size bir sıkıntı dokununca; yaşardıklarınızın hepsi kaybolur. Ancak O kalır.» buyurmaktadır. Yani Allah'tan başka ibâdet ettiğiniz her şey kalbinizden silinir gider. Nitekim aynı husus, Ebu Cehil oğlu İkrime için tahakkuk etmiştir. Mekke'nin fethedildiği zaman, Ebu Cehil oğlu İkrime Hz. Peygamberden kaçıp kurtulmak istemiş ve Habeşistan'a geçmek üzere deniz yolculuğuna çıkmış, bu sırada korkunç bir fırtına belirmiş. Bunun üzerine gemidekiler birbirlerine demişler ki: Bu fırtınanın geçmesi için yalnız ve yalnız bir tek Allah'a duâ edip yalvarmanız gerekir. Bunun üzerine İkrime kendi içinden şöyle demiş : Allah'a andolsun ki eğer Allah'tan başkası denizde fayda vermiyorsa, elbette ki karada da fayda vermeyecektir. Allah'ım Sana ahdim olsun, eğer beni bu fırtınadan kurtarırsan, gider elimi eline koyar ve onu Rauf ve Rahîm olarak bulurum muhakkak. Denizden kurtulmuşlar ve İkrime Rasûlullah'a dönüp gelerek müslümanlığı kabul etmiş ve iyi bir müslüman olmuş. Allah ondan razı olsun ve onu hoşnûd etsin.
«Ama O, sizi karaya çıkarıp kurtarınca yüz çevirirsiniz.» Denizde Allah'ın birliğini hatırlamanızı unutur ve eşsiz olarak yalnız ve yalnız Allah'a duâ etmekten vazgeçersiniz.
«Ve insan zâten pek nankör olandır.» Onun seciyyesi böyledir. Nimeti unutur, inkâr eder. Allah'ın korudukları müstesna.64
68 — Kara tarafında sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından emîn mi oldunuz? Sonra kendiniz için bir vekil de bulamazsınız.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Karaya çıkmakla O'nun intikam ve azabından emîn mi oldunuz? Eğer Biz sizi kara tarafında yere batırır veya başınıza taş yağdırırsak. Taş ile karışık olarak yağmur yağar ve buna derler. Mücâhid ve başkaları böyle demiştir. Nitekim Allah Teâlâ : «Biz onların üzerine taş yağdırdık, ancak Lût'un ailesi müstesna. Onları seher vakti kurtarmıştık.» (Kamer, 34) buyurarak bu kelimeyi kullanmıştır. Bir başka âyette ise şöyle buyurur: «Ve onların üzerine balçıktan taş yağdırmıştık.» (Hıcr, 74). Ve yine bir başka âyette şöyle buyurmuştur : «Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman yer; sarsıldıkça sarsılır. Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.» (Mülk, 16-17).
«Sonra kendiniz için bir vekîl de bulamazsınız.» Sizin üzerinizden bu taşı kaldırıp sizi ondan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsınız.65
69 — Yoksa sizi tekrar bir kere daha oraya döndürüp üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına göndererek, küfretmiş olmanızdan dolayı sizi suda boğmasından mı emîn oldunuz? Sonra Bize karşı sizi ta'kîb edecek birini de bulamazsınız.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey denizde Bizim birliğimizi kabul ettikten sonra karaya çıkınca geri dönenler, tekrar sizi denize geri döndürerek «üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip küfretmiş olmanızdan dolayı sizi suda boğmasından mı emîn oldunuz?» Gemileri batıran ve ortalığı kasıp kavuran bir fırtına göndermesinden mi? İbn Abbâs ve diğerleri derler ki : kelimesi; gemileri kırıp batıran deniz rüzgârları, demektir. Bütün bunlar, sizin küfretmeniz ve Allah'tan yüz çevirmeniz nedeniyledir. «Sonra Bize karşı sizi ta'kîb edecek birini de bulamazsınız.» İbn Abbâs; ta'kîb edecekten maksadın, yardımcı olduğunu söyler. Mücâhid ise intikam alan bir yardımcı, yani sizden sonra sizin intikamınızı alan birisi, demek olduğunu ifâde eder. Katâde ise şöyle mânâ verir : Bu konuda bizi ta'kîb edecek hiç bir kimseden korkmayız.66
70 — Andolsun ki Biz, Ademoğlunu mükerrem kıldık. Karada ve denizde taşıdık. Ve onları temiz nimetlerden rızıklandırdık. Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık.
Âdemoğıülantun Değeri75
Âdemoğıülantun Değeri
Allah Teâlâ Âdemoğluna değer verdiğini, ikram edip şereflendirdiğini, onu eri güzel şekilde ve mükemmellikte yarattığını haber veriyor. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de : «Doğrusu Biz insanı en düzgün ve güzel bir yaratışla yarattık.» (Tîn, 4) buyurmaktadır. Ayakları üzeri dikilip yürüyen ve eliyle alıp yiyen bir yaratılışla yarattık. İnsandan başka diğer hayvanlar dört ayağı üzere yürüyüp, ağzıyla yemek durumundayken; Biz onu eliyle yiyip ayağı üzeri yürüyen bir canlı kıldık. Ona kulak, göz ve gönül verdik. Bütün bunlar sayesinde görür, anlar ve yararlanarak eşya arasında ayrım yapar. Eşyanın iyisini ve güzelini bilir, dinî ve dünyevî işlerinde neyin kendisinin zararına olduğunu anlar.
«Karada ve denizde taşıdık.» Karada; hayvan, katır ve at üzerinde taşıdık. Denizde de; büyük ve küçük gemilerde.
«Ve onları temiz nimetlerden rızıkl andır dik.)» Meyvelerden, ekinlerden. Etlerden, sütlerden. Ve daha çeşit çeşit rengi, tadı olan lezîz ve hoşlanılan şeylerden. Güzel manzaralardan ve her türlü değerli giyeceklerden. Kendileri için çeşitli türden, renkten, şekilden giyecekler verdik. Muhtelif iklimlerden, bölgelerden ve yörelerden yanlarına getirecekleri nzıklar ihsan ettik.
«Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık.» Diğer yaratık türlerine ve canlılara üstün kıldık. Bu âyet-i kerîme delil getirilerek; insan türünün melek türünden üstün olduğu söylenir. Nitekim Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer, Zeyd İbn Eslem'den naklen der ki: Melekler şöyle dediler: Ey Rabbımız; doğrusu Sen âdemoğluna dünyayı verdin. Orada yer ve nimetlenirler. Bize dünyadan bir şey vermediğine göre, onun yerine âhireti ver, Ailah Azze ve Celle buyurur ki: İzzetim ve celâlim hakkı için, elimle yarattıklarımın soyundan sâ-lih olanları; kendilerine ol deyince olanlar gibi kılmam, asla. Bu hadîs bu şekliyle mürseldir. Ancak bir başka şekille muttasıl olarak rivayet edilmektedir. Buna göre Hafız Ebu'l Kasım et-Taberânî der ki: Bize Ahmed İbn Muhammed... Abdullah İbn Amr kanalıyla Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakletti: Melekler dediler ki: Rabbımız; âdemoğuUarına dünyayı verdin. Orada yer, içer ve giyinirler. Biz Seni hamd ile tesbîh ettiğimiz halde ne yeriz, ne içeriz, ne de eğleniriz. Nasıl onlara dünyayı vermişsen bize de âhireti ver. Allah Teâlâ buyurdu ki: Elimle yaratmış olduğumun soyundan gelenlerin sâlihlerini; kendisine ol deyince olanlar gibi kılmam. İbn Asâkir, Muhammed İbn Eyyûb tankıyla... Enes İbn Mâlik'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Melekler dediler ki: Rabbımız; Sen bizi de yarattın âdemoğullarmı da. Onları yemek yer, içecek içer, elbise giyer, kadın- . larla evlenir, hayvanlara biner, uyur ve istirahat eder şekilde halket-tin. Bize bunlardan hiç birini vermedin. Dünyayı onlar için kıl, âhireti de bizim için. Allah Azze ve Celle buyurdu ki: Kendi elimle yaratıp ruhumdan üfürdüklerimi; ol deyip de oluverenler gibi kılmam, asla.
Taberânî der ki: Bize Abdan İbn Ahmed... Abdullah İbn Amr'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kıyamet gününde Allah katında âdemoğullarından daha değerli hiç bir şey yoktur. Ey Allah'ın Rasûlü; melekler de mi? denilince; Rasûlullah buyurdu ki: Melekler de. Çünkü melekler güneş ve ay gibi ibâdete mecburdurlar. Bu hadîs gerçekten garîbdir.67
İzahı75
İzahı
«Andolsun ki Biz, âdemoğlunu mükerrem kıldık.» Güzel suret, dengeli mizaç ve düzgün boy vererek şerefli kıldık. Akılla ayırdetme, konuşma ve anlatma, işaret ve çizgiyle meramını belirtme gücü, yeryüzünde geçinme yollarını ve çeşitli san'atlara başvurarak oradaki imkânlardan faydalanma yollarını öğrettik. Ulvî ve süflî sebep ve mü-sebbeblerle kendi faydalanna olan şeyleri öğrenmelerini sağlayarak şerefli kıldık. Ve daha buna benzer sayıya, hesaba gelmez şeylerle. Bunlar arasında İbn Abbâs'ın söylemiş olduğu şu ifâde dikkat çekicidir: Her canlı yiyeceğine kendisi uzanırken, insan yiyeceğini eliyle ağzına getirir.68
71 — O gün bütün insanları imamları ile çağırırız. O gün kime kitabı sağından verilmişse.; işte onlar kitabları-nı okuyacaklar, kıl kadar zulüm olunmayacaklardır.
72 — Kim de burada kör ise âhirette de kördür. Yol bakımından da daha sapıktır.
Allah Teâlâ kıyamet gününden haber vererek, her ümmetin önderleriyle birlikte hesaba çekileceğini bildiriyor. Ancak burada geçen (dmâm» kelimesi üzerinde ihtilâf edilmiştir. Mücâhid ve Katâde derler ki: Peygamberleriyle birlikte hesaba çekilir, demektir. Ve bu Allah Teâlâ'nın : «Her ümmetin bir rasûlü vardır. Onlann rasûlleri gelince aralarında adaletle hükmedilir. Ve asla zulme uğratılmazlar.» (Yûnus, 47) kavli gibidir. Seleften bazıları dediler ki: Bu hadîs, ashabın şerefinin büyük olduğunu gösterir. Çünkü onların imâmı Hz. Peygamberdir. îbn Zeyd der ki: Her ümmet peygamberlerine indirilmiş olan teşrîâtı hâvî kitablarıyla birlikte çağırılır, demektir. îbn Ce-rîr de bu görüşü tercih eder. İbn Ebu Necîh, Mücâhidden nakleder ki; o imâmdan maksadın kitablan olduğunu, söylemiştir. Mücâhid'in bu açıklamasıyla İbn Abbâs'm «O gün bütün insanları imâmıyla birlikte çağırırız.» Yani amellerini hâvî kitablan ile çağırırız, diye tefsir ettiğine dâir Avfî'nin rivayet ettiği görüşü kasdetmiş olması da muhtemeldir. Ebu'l-Âliye, Hasan, Dahhâk da böyle demişlerdir. Bu; en çok tercih edilen görüştür. Çünkü Allah Teâlâ, «Ve Biz her şeyi apaçık bir kitabta saymışızdır.» (Yâsîn, 12) buyurmaktadır. Ve yine Kehf sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Amel defteri ortaya konulduğunda suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün. Vah bize, eyvah bize, bu kitab nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış derler. Çünkü bütün işlediklerim hazır bulurlar.» (Kehf, 49). Câsiye sûresinde ise şöyle buyrulur : «Her ümmeti diz üstü çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kitabına çağrılır. Onlara denir ki: Bugün size işlediğinizin karşılığı verilecektir. Bu kitabımız gerçekten sizin aleyhinize konuşuyor. Biz yaptıklarınızı şüphesiz bir bir kaydediyorduk.» (Câsiye, 28-29).
Bu ifadeler, Allah Teâlâ'nın bir ümmet hakkında hüküm verdiği zaman, o ümmetin peygamberini de getirmesini reddetmez. Çünkü peygamberin muhakkak onların yaptıklarına aleyhlerinde şehâdet- etmesi gerekir. Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurur : ((Yeryüzü Rabbının nuruyla aydınlanmıştır. Kitab konmuş ve peygamberlerle, şâhidler getirilmiştir.» (Zümer, 69) Nisa sûresinde ise şöyle buyrulur : «Her ümmetten bir şâhid kıldığımız ve onlara da seni şâhid getirdiğimiz zaman (bakalım) nice olacak?» (Nisa, 41).
Ancak burada imâm kelimesi ile kasdolunan; amellerin yazıldığı kitabdır. Bunun için Allah Teâlâ : «O gün bütün insanları imamları ile çağırırız.» buyurmaktadır. «O gün kime kitabı sağından verilmişse; işte onlar kitablarım okuyacaklar, kıl kadar zulüm olunmayacaklardır.» Onlar, yaptıkları sâlih amelden dolayı ferahlık ve sürür ile kitablarım okuyacaklar ve sevineceklerdir. Nitekim Hakka sûresinde şöyle Duyurulmaktadır: «Kitabı sağından verilen : Alın kitabımı okuyun, doğrusu bir hesâblaşma ile karşılaşacağımı umuyordum, der. Artık o meyveleri sarkmış yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir. Onlara şöyle denilir: Geçmiş günlerde peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için. Kitabı kendisine solundan verilen kimse : Kitabım keski bana verilmeseydi. Keski hesabımın ne olduğunu bilmeseydim.
Bu iş keski son bulmuş olsaydı. Malım bana fayda vermedi, gücüm de kalmadı, der.» (Hakka, 19-29).
«Kıl kadar zulüm olunmayacaklardır.» Daha önce (Nisa sûresi, kırk dokuzuncu âyetin tefsirinde) kelimesinin, çekirdeğin ortasında uzanan kıl olduğu belirtilmiştir.
Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr bu konuda bir hadîs naklederek şöyle der : Bize Muhammed İbn Yamer... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Ra-sûlullah (s.a.), «O gün bütün insanları imamları ile çağırırız.» âyeti konusunda şöyle buyurmuştur : Onlardan birisi çağırılır, kitabı sağından verilir. Bedeniyle kendisine destek sağlanıp yüzü akıttırılır. Başının üzerine parlak inciden bir tâç konur. Böylece arkadaşları arasına salıverilir. Onu uzaktan görürler ve derler ki: Allah'ım, bize de ondan ver ve bizi bu hususta kutlu kıl. O kişi yanlarına gelir ve kendilerine der ki: Müjdeler olsun size. Çünkü her birinize bunun gibisi var. Kâfire gelince; yüzü karartılır bedeni çekilir ve arkadaşları onu görürler, derler ki: Bundan —veya bu gibilerin şerrinden— Allah'a sığınırız. Allah'ım, bizi böyle yapma. O, yanlarına gelince derler ki: Allah'ım onu rezîl et. O da; Allah sizi uzak kılsın, çünkü her birinize bunun gibisi var, der. Sonra Bezzâr, bu hadîsin yalnız bu şekilde rivayet edilmiş olduğunu söyler.
«Kim de burada kör ise âhirette de kördür. Yol bakımından da daha sapıktır.» İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve İbn Zeyd «Burada» kav-liyle, dünya hayatı kasdedildiğini, «kördür» kavliyle de Allah'ın âyet ve delillerini, hüccetlerini göremez denilmek istendiğini bildirmişlerdir. «Âhirette de kördür.» Aynı şekilde olur. Veya «yol bakımından da daha sapıktır.» Dünyada olduğu gibi âhirette ise yolu daha sapıktır. Bu gibilerden AİJah'a sığınına69
73 — Onlar sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman için seni fitneye düşürmeye çalışırlar. O zaman seni dost edineceklerdi.
74 — Şayet sana sebat vermemiş olsaydık andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin.
75 — Ve o zaman Biz sana hayatın da kat katını, ölümün de kat katını tattırırdık. Sonra Bize karşı sana bir yardımcı da bulamazdın.
Allah Teâlâ; Rasûlünü —Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun—desteklediğini, te'yîd ettiğini bildiriyor. Azgınların hilesinden, kötülerin şerrinden koruduğunu ve onun işlerini kendisinin yönettiğini, ona yardımı kendisinin .üstlendiğini ve yaratıklarından hiç bir kimseye onu bırakmadığını, aksine onun velîsinin, hafızının, koruyucusunun, yardımcısının, destekleyicisinin, gâlib getiricisinin kendisi olduğunu, onun dinini ona düşmanlık edenlere üstün kılacağını, ona karşı çıkıp reddedenlere gâlib getireceğini, dünyanın doğusunda ve batısında onu muzaffer kılacağını haber veriyor. Kıyamet gününe kadar Allanın pek çok salât ve selâmı onun üzerine olsun.70
76 — Nerdeyse seni memleketten çıkarmak için zorlayacaklardı. O zaman senin ardından onlar da ancak çok az kalabilirler.
77 — Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de bir kanundur. Sen Bizim kanunumuzda değişiklik bulamazsın.
Denilir ki: Bu âyet yahûdiler hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar peygamberler yurdu olarak Şam'a yerleşmesini ve Medine'de ikâmeti terketmesini bildirmişlerdi. Bu görüş zayıftır. Çünkü âyet Mekke'de nazil olmuştur, Medine'de ikâmet ise daha sonradır.
Denildi ki: Bu âyet Tebûk savaşı hakkında nazil olmuştur. Bunun sıhhati üzerinde durulması gerekir.
Beyhakî der ki: Hâkim... Abdurrahmân İtan Ganm'den nakletti ki: Bir gün yahûdîler Hz. Peygambere geldiler ve dediler ki: Ey Kâ-sım'm babası, eğer sen gerçekten peygamber isen Şam'a git. Çünkü Şam hem mahşer yurdu, hem de peygamberler toprağıdır. Hz. Peygamber onların dediğini doğruladı. Tebûk savaşma girdi ve Şam'ı almak istiyordu. Tebûk'e ulaşınca Allah Teâlâ Benî îsrâîl sûresinden bazı âyetler indirdi. İşte «Nerdeyse seni memleketten çıkarmak için zorlayacaklardı...» âyeti bu sırada indi. Burada Allah ona Medine'ye dönmesini emretti ve buyurdu ki: Senin hayatın, ölümün oradadır. Ve oradan diriltileceksin. Bu hadîsin isnadına dikkatle bakmak gerekir. Hadîsin sahih olmadığı sarîhdir. Çünkü Hz. Peygamber Tebûk savaşına yahûdîler istediği için çıkmamış, sâdece Allah'ın şu emrine uyarak savaşa çıkmıştır: «Ey îmân edenler; kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın. Ve onlar sizde sertlik görsünler.» (Tevbe, 123). Keza aynı sûrede yer alan şu ilâhî emre imtisal etti: «Ey îmân edenler; Kitab verilmiş olanlardan; Allah'a da, âhiret gününe de inanmayan, Allah ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve Hak Dîni din edinmeyenlerle —boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar— savaşın.» (Tevbe, 29), Tebûk'te, Mu'te'de ölen ashabının kısas ve intikamını almak için savaşmıştır. Allah en iyisini bilendir. Eğer sahîh ise Velîd İbn Müslim'in... Ebu Ümâme'den naklettiği şu hadîsin buna hamledilmesi gerekir. Hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Kur'an üç yerde indirildi: Mekke, Medine ve Şam. Velîd, Şam kelimesiyle Kudüs'ün kasdedildiğini söyler. Şam'ın Tebûk olarak tefsir edilmesi ise, Velîd'in dediği Kudüs tefsirinden daha güzeldir. Allah en iyisini bilendir.
Denildi ki: Bu âyet Kureyş'li kâfirler hakkında nâzü olmuştur. Onlar Hz. Peygamberi aralarından çıkarmak istemişlerdi. Allah Teâlâ bu âyetle onları tehdîd etti. Ve peygamberi Mekke'den çıkarırlarsa orada çok az bir süre kalabileceklerini bildirdi. Gerçek de böyle olmuştur. Onlar Hz. Peygambere eziyyetlerini artırdıktan sonra ancak Mekke'de bir buçuk sene rahat kalabilmişlerdir. Nihayet Allah onları ve peygamberini sözleşmeksizin Bedir'de karşılaştırmış ve onlara karşı üstünlük sağlayarak muzaffer kılmıştır. Rasûlullah onların seçkinlerini öldürmüş, güçsüzlerini esîr almıştır. Bunun için Allah Teâlâ «Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de bir kanundur.» buyurmaktadır. Yani peygamberlerimizi inkâr edip ona eziyyet edenler hakkındaki kanunumuz budur: Peygamber onların arasından çıkar ve onlara azâb gelir. Eğer Rasûlullah rahmet elçisi olmasaydı, daha önce hiç bir kimsenin başına gelmeyecek şekilde onların başına musîbetler gelirdi. Bunun için Allah Teâlâ Enfâl sûresinde şöyle buyurmuştur : «Sen, onların arasında bulunduğun sürece Allah onları azâblandıracak değildir. Onlar mağfiret diledikleri sürece Allah onları azâblandırıcı değildir.» (Enfâl, 33).71
78 — Güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl. Sabah vakti de. Zîrâ sabah vakti görülmesi gerekli bir ibâdettir.
79 — Geceleyin yalnız sana mahsûs olmak üzere te-heccüd namazı kıl. Umulur ki, Rabbm seni öğülmüş bir makama gönderiverir.
Namaz Kıl77
Namaz Kıl
Allah Teâlâ Rasûlü'ne farz kılınmış olan namazları vakitlerinde edâ etmesini emrederek buyuruyor ki: «Güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl.» Güneşin batıya yönelmesi; batmasıdır, denilmiştir. İbn Mes'ûd, Mücâhid ve İbn Zeyd böyle der. Hüşeym, Muğîre kanalıyla Şa'bî'den, o da İbn Abbâs'tan nakleder ki; güneşin batıya yönelmesi anlamına gelen kelimesi, güneşin zevali demektir. Nâfi' bu rivayeti Abdullah İbn Ömer'den nak-letmiştir. Mâlik de tefsirinde Zührî kanalıyla Abdullah İbn Ömer'den bu rivayeti nakleder. Ebu Berze el-Eslemî de aynı görüşü bildirir. Bu rivayet, İbn Mes'ûd ve Mücâhid'den de menkûldür. Hasan, Dahhâk, Ebu Ca'fer el-Bâkır da bu görüşü bildirmişlerdir. İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih eder. Buna delil olarak da Abd İbn Humeyd kanalıyla... Câbir îbn Abdullah'tan naklettiği şu hadîsi zikreder : Ben, Ra-sûlullah (s.a.) ı ve ashabından dileyenleri davet ettim. Yanımda yemeklerini yediler. Sonra güneş zevale erdiği vakit çıktılar. Hz. Peygamber çıktı ve dedi ki ey Ebubekir çık. İşte bu, güneşin batıya yöneldiği zamandır. Sonra Taberî bu hadîsi Sehl kanalıyla Câbir'den aynı şekilde rivayet eder. Buna göre bu âyet, beş vakit namazın vaktinin girdiği anı belirtmektedir. Çünkü güneşin batıya yönelmesi, gecenin karanlığına kadar olan zamandır. Bazıları da; güneşin batışıdır, demişlerdir. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazı bu âyetten alınmıştır. «Zîrâ sabah vakti görülmesi gerekli bir ibâdettir,» kavli de, sabah namazını kasdetmektedir.
Namaz vakitlerinin tafsilâtı; Rasûlullah'ın fiil ve sözlerinden tevâtür yoluyla nakledilen Sünnet-i Seniyye ile tesbît edilmiştir. Bugüne kadar müslüman halkın kıldığı namaz vakitleri de böyledir. Bunları sonrakiler Öncekilerden almışlardır. Her nesil bir öncekinden öğrenmiştir. Bu husus yerinde kayıdlıdır. Hamd, Allah'a mahsûstur.
«Zîrâ sabah vakti görülmesi gerekli bir ibâdettir.» A'meş, İbrahim kanalıyla Abdullah İbn Mes'ûd'dan; Ebu Salih kanalıyla da Ebu Hü-reyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) bu âyet-i kerîme hakkında şöyle buyurmuştur : Onu gece melekleri ve gündüz melekleri seyrederler. Buharı der ki: Bize Abdullah İbn Muhammed... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur :
Cemaatla namazın tek başına namaza üstünlüğü yirmi beş derecedir. Gece melekleriyle gündüz melekleri sabah namazında toplanırlar. Ebu Hüreyre devamla der ki: İsterseniz : «Zîrâ sabah vakti görülmesi gerekli bir ibâdettir.» âyetini okuyunuz.
İmâm Ahmed der ki : Bize Esbât... Abdullah İbn Mes'ûd'dan, A'meş de Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bu âyet konusunda şöyle demiştir: Gece melekleri ve gündüz melekleri ona şâ-hid olur. Tirmizî, Neseî, İbn Mâce, her üçü birlikte Ubeyd İbn Esbât İbn Muhammed kanalıyla babasından bu hadîsi naklederler. Tirmizî ise, hadîsin hasen ve sahîh olduğunu söyler. Buhârî ve Müslim'in ifâdesine göre Mâlik kanalıyla Ebu Hüreyre'den nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Gece melekleri ve gündüz melekleri sizin peşinizden koşuşurlar. Sabah ve ikindi namazında toplanırlar. Sizinle beraber bulunanlar göğe çıktıklarında Allah Teâlâ sizi onlardan daha iyi bildiği halde meleklerine sorar ve kulumu ne durumda terkettiniz? buyurur. Onlar da : Onların yanına vardığımızda namaz kılıyorlardı, yanlarından ayrıldığımızda yine naniaz kılıyorlardı, derler. Abdullah İbn Mes'ûd der ki: Bekçiler sabah namazında buluşurlar. Bunlar göğe yükselirler, onlar burada kalırlar. İbrâhîm en-Nehaî, Mücâhid, Katâ-de ve bir başkası da bu âyetin tefsirinde böyle demiştir.
îbn Cerîr Taberî'nin burada Leys İbn Sa'd kanalıyla... Ebu Der-dâ'dan naklettiği ve nüzul hadîsi diye bilinen hadîste Allah Teâlâ'nın şöyle buyurduğu belirtilir : Benden mağfiret dileyen var mı ki, onu bağışlayayım. Benden isteyen var mı ki ona vereyim. Bana duâ eden var mı ki fecir doğuncaya kadar ona icabet edeyim. Bunun için Allah Teâlâ : «Sabah vakti de. Zîrâ sabah vakti görülmesi gerekli bir ibâdettir.» buyurmaktadır. Gece melekleri ve gündüz melekleri ona şehâdet ederler. Bu hadîs fazlalığı bulunması sebebiyle münferiddir. Ancak Ebu Davud'un Sünen'inde aynı zâtın bu hadîsi yer almaktadır.
«Geceleyin yalnız sana mahsûs olmak üzere teheccüd namazı kıl.» Farz namazlardan sonra Allah Teâlâ ona gece namazı kılmasını emretmektedir. Nitekim Müslim'in Sahîh'inde vârid olduğuna göre, Ebu Hüreyre Rasûlullah'a farz namazlardan sonra en afdal namaz hangisidir? diye sorulduğu, Rasûlullah'm da; gece namazıdır, dediği belirtilir. Bu sebeple Allah Teâlâ farz namazlardan sonra yüce Rasûlü'ne o günün gecesini de ikâme etmesini emretmektedir. Çünkü teheccüd namazı uykudan sonra olan namazdır. Alkame, Esved, İbrahim en-Ne-haî ve bir başkası daha; Arap dilinde bu kelimenin bilinen anlamı budur, demişlerdir. Yine Rasûlullah (s.a.) tan vârid olan hadîslerde Hz. Peygamberin uyuduktan sonra teheccüd namazı kıldığı İbn Abbâs, Âişe ve daha başka sahabe tarafından nakledilir. Nitekim bu husus yerinde genişçe anlatılmıştır. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur. Hasan el-Basrî ise der ki: Teheccüd namazı, yatsı namazından sonra kılman namazdır. Ve uykudan sonra kılınan namaza da hamledilebilir.
Ancak «Yalnız sana mahsûs olmak üzere» kavlinde ihtilâf vardır. Bazıları derler ki: Teheccüd namazının vâcib oluşu yalnız sana mahsûstur. Onlar teheccüd namazının Hz. Peygamber için vâcib olduğunu, diğer ümmet ferdleri için vâcib olmadığım söylerler. Bunu Avfî İbn Abbâs'tan rivayet eder. Bilginlerin iki görüşünden birisi Şafiî merhû: mun da iki görüşünden birisi budur. İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih eder. Bazıları da derler ki: Geceleyin namaz kılmak bahusus Hz. Peygamber hakkında nafiledir. Çünkü onun gelmiş ve.geçmiş günâhları bağışlanmıştır. Ümmeti için ise nafile namazlarla günâhları bağışlanır. Mücâhid böyle der. Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde Ebu Ümâme el-Bâhilî'den de böyle rivayet edilir.72
Makâm-ı Mahmûd. 78
Makâm-ı Mahmûd
«Umulur ki Rabbın seni öğülmüş bir makama gönderi verir.» Sana emrettiğim bu fiilleri yap ki; seni kıyamet gününde bütün yaratıkların ve yaratıkları yaratanın övgüyle bahsedeceği bir makama çıkaralım. İbn Cerîr merhum der ki: Te'vîl ehlinin ekseriyyeti bu makamın, Hz. Peygamberin insanlara şefaat etmek üzere çıkarılacağı makam olduğunu söylemişlerdir. O gün içinde bulundukları şiddetli ve dehşetli halin ağırlığından böylece Rabları onları huzura kavuşturacaktır.
Bize İbn Beşşâr... Huzeyfe'den nakletti ki; o, şöyle demiş: İnsanlar bir tepede toplanırlar. Gözler onlara sirayet eder, sesleri duyulur. Yaratıldıkları günde oldukları gibi çırılçıplak, baş açık yalınayak huzurda durdurulurlar. Allah'ın izni olmadan hiç bir nefis konuşamaz. Bu sırada; ey Muhammed, diye seslenilir. Hz. Peygamber der ki: Emrin başımla gözüm üstüne. Hayır Senin ellerindedir. Şer Senden uzaktadır. Senin doğru yola eriştirdiğin hidâyete ermiştir. Kulların Senin önünde Senin huzurunda ve Sana dönüktürler. Senden yine Sana dönüşten başka kurtuluş ve sığmak yoktur. Yücelerden yücesin, kutlusun Sen. Ey Beyt'in Rabbı, tesbîh ederim Seni. İşte Allah Azze ve Cel-le'nin zikrettiği övülmüş makam budur. Taberî daha sonra Bündâr kanalıyla... Ebu İshâk'dan bu ifâdeyi nakleder.
İbn Abbâs der ki: Bu «öğülmüş olan makam» şefaat makamıdır. İbn Ebu Necîh, Mücâhid'in böyle dediğini nakleder. Hasan el-Basrî de böyle demiştir. Katâde ise der ki: İlkin yerin yarıldığı kimse Hz. Pey-gamber'dir. İlk şefaat eden odur. Allah Teâlâ'nın : «Umulur ki Rab-bın seni övülmüş bir makama gönderiverir» kavlinden maksadın da bu makam olduğunu ilim ehli söylemişlerdir.
Ben derim ki: Allah Rasûlü (s.a.) nün —Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun— başkasında bulunmayan, eşi ve benzeri olmayan yüce değerleri vardır. İlk defa onun için yer (kabir) yarılacak ve o binitli olarak Mahşere gelecektir. Hz. Âdem'in ve ondan sonra gelenlerin altında toplandıkları sancak onun sancağıdır. Durak yerinde ziyaretçileri en çok olan havuz onun havuzudur. En yüce ve en büyük şefaat, Allah katında onun şefaatidir. O, yaratıklar arasında hüküm verip haklıyı haksızdan ayırd etmek için gelir. İnsanlar önce Âdem'e sonra Nuh'a, sonra İbrahim'e, sonra Musa'ya, sonra îsâ'ya yal-vardıktan sonra hepsi; ben bunun ehli değilim, derler. Nihayet Muhammed Aleyhisselâm'a gelirler. O; ben bunun içinim, ben bunun içinim, der. İnşâallah bu rivayeti mufassal olarak zikredeceğiz. Ayrıca Hz. Peygamber, cehenneme gönderilmesi buyrulan topluluklara da şefaat eder ve onları cehennemden geri döndürür. Ümmeti arasında hüküm veren ilk peygamber odur. Ümmeti ile birlikte Sırat köprüsünün üzerinden ilk geçeri odur. Cennette ilk şefaat edecek odur. Nitekim Müslim'in Sa-hîh'inde nakledildiğine göre; bütün mü'minler cennete onun şefaati sayesinde gireceklerdir. Cennete ilk giren odur. Onun ümmeti, diğer bütün ümmetlerden önce cennete girecektir. Amelleriyle cennete erişenıi-yen topluluklara şefaat ederek derecelerinin yükselmesini sağlayacak odur. Cennetteki makamların en yücesi olan ((Vesile» nin sahibi odur. Vesile yalnız ve yalnız onundur, ona yaraşır. Allah Teâlâ âsîlere şefaat için izin verdiğinde; melekler, peygamberler ve mü'minler şefaat edeçeklerdir. O ise Allah'tan başka sayısını kimsenin bilmediği yaratıklara şefaat edecektir. Kimse onun gibi şefaat edemeyecek ve şefâatta hiç kimse ona eşit olamayacaktır. Sîret kitabının sonunda geniş olarak ben bu hususu açıkladım. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur.
Şimdi de Makâm-ı Mahmûd (övülmüş makam) konusunda vârid olan hadîsleri zikredelim. Yardım ve tevfîk Allah'tandır.
1- Abdullah İbn Ömer'in Hadîsi: İmâm Buhârî der ki: Bize İs-mâîl İbn Ebân... Âdem İbn Ali'den nakletti ki, o; Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediğini duydum, demiştir : İnsanlar kıyamet gününde diz çökmüş olarak geçerler. Her millet peygamberim ta'kîb eder. Onlar; ey falan şefaat et, ey falan bana şefaat et, derler. Nihayet şefaat sırası Hz. Peygambere gelir. İşte Allah'ın Makâm-ı Mahmûd'a göndereceğini bildirdiği gün, o gündür. Bu hadîsi Hamza İbn Abdullah, babası kanalıyla Hz. Peygamberden nakletmiştir.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Muhammed İbn Abdullah İbn Abd'ül-Hakem... Ubeydullah İbn Ebu Ca'fer'den nakletti ki, o; ben Hamza İbn Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediğini duydum, demiştir : Abdullah îbn Ömer'den duydum ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Güneş öylesine yaklaşır ki terler kulakların yansına kadar varır. Onlar bu durumdayken, Hz. Âdem'den yardım isterler. Hz. Âdem; ben bunun sahibi değilim, der. Sonra Musa'dan yardım isterler, o da böyle der. Sonra Hz. Muhammed'den yardım isterler. O mahlûkât arasında şefaat eder ve yürüyerek cennet kapısının halkasını tutar. İşte o gün Allah Teâlâ onu Makâm-ı Mahmûd'a gönderir. Bu hadîsi Buhârî, zekât babında Yahya İbn Bükeyr kanalıyla Leys İbn Sa'd'dan naklettikten sonra şu ilâveyi kaydeder : İşte o gün Allah Teâlâ Hz. Peygamberi Makâm-ı Mahmûd'a gönderir. Orada bulunan herkes onu övgüyle niteler. Buhârî der ki: Bize Ali İbn Ayyaş... Câbir İbn Abdullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ezan sesini duyduğun zaman; Allah'ım, bu, tamamlanmış davetin Rabbı, kılman namazın sahibi, Muhammed'e vesîle ve fazileti ver ve onu kendisine va'dettiğin Makâm-ı Mahmûd'a gönder, derse; kıyamet gününde benim şefaatim onun üzerine helâl olur. Bu hadîsi Buhârî münferiden nakletmiştir, Müslim'de yoktur.
2- Übeyy İbn Kâ'b'ın Hadîsi: İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Âmir el-Ezdî... Übeyy İbn Kâ'b kanalıyla babasından nakletti ki; Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur : Kıyamet günü olduğu zaman, ben peygamberlerin imâmı ve hatibi olurum. Onların şefaat sahibi olurum. Bu, öğünme için söylenmemiştir. Bu hadîsi Tirmizî Ebu Âmir kanalıyla nakleder ve; hasen, sahîh hadîstir, der. İbn Mâce ise Abdullah İbn Muhammed kanalıyla Übeyy İbn Kâ'b'dan nakleder. Biz onun rivayetini, Kur'an'ın yedi harf olduğu konusunu açıklarken zikretmiştik. O hadîsin sonunda Hz. Peygamber şöyle buyuruyordu : Ben dedim ki: Allah'ım ümmetimi bağışla, Allah'ım ümmetimi bağışla. Üçüncüsü ise İbrahim Aleyhisselâm dâhil mahlûkâtın hepsinin onu beklediği güne bıraktım.
3- Enes İbn Mâlik'in Hadîsi: Bize Müslim İbn İbrahim... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Mü'-minler kıyamet günü toplanırlar ve derler ki: Bize Rabbımızdan şefaat dileyecek birisini bulsak. Bunun üzerine Hz. Âdem'e gelirler ve derler ki: Sen insanların atasısın, Allah onları senden yarattı, melekleri sana secde ettirdi ve her şeyin adını sana öğretti. Binâenaleyh sen, bizini şu yerimizde rahatlayabilmemiz için Rabbınm katında bize şefaat et. Hz. Âdem; ben burada sizin yanınızda yoğum, der ve haya ederek kendi günâhım zikreder Ve : Nuh'a gidin. Çünkü Allah'ın yeryüzüne göndermiş olduğu ilk Rasûl odur, der. Bunun üzerine onlar Hz. Nuh'a gelir, şefaat isterler. O, bilgisi olmadığı konularda Rabbından istediğini hatırlatarak utanır ve; ben burada sizin yanınızda yoğum, Rahmân'-ın dostu olan İbrahim Halüullah'a gidin, der. Ona gelirler. O ise; ben burada sizin yanınızda yoğum. Hz. Musa'ya gidin, o Allah'ın kendisiyle konuştuğu ve Tevrat'ı verdiği kuludur, der. Bunun üzerine onun yanına gelirler. O da haksız yere ve cana can olmaksızın bir canı öldürdüğünü hatırlatarak Rabbından utandığını belirtir ve; ben sizin yanınızda yoğum, Allah'ın kulu, rasûlü, kelimesi ve ruhu olan îsâ'ya gidin, der. Onlar Hz. îsâ'ya gelirler. O da; ben, sizin yanınızda yoğum. Allah'ın gelmiş geçmiş günâhlarını bağışladığı Muhammed Mustafâ kuluna gidin, der. Onlar bana gelirler. Ben de Rabbımdan izin istemek üzere ayrılırım. Ben, Rabbımı görünce secdeye kapanırım. Allah, dilediği süreye kadar beni secdede tutar. Sonra bana buyrulur ki: Başını kaldır ve iste, verilirsin. Söyle dinlenirsin. Şefaat et, şefaat edilirsin. Ben bunun üzerine başımı kaldırıp bana öğrettiği hamd ile O'na hamdederim. Sonra şefaat ederim ve O bana bir sınır çizer, ben de onları cennete girdiririm. Sonra kendisine döner ve Rabbımı gördüğümde bir önceki gibi davranırım. Sonra şefaat isterim. O bana bir sınır çizer ve onları da cennete girdiririm. Sonra dördüncüye döner ve derim ki: Cehennemde Kur'an'ı hapsedenden başka kimse kalmadı, ona ebedî olarak cehennemde kalmak vâcib oldu. Enes İbn Mâlik-in naklettiğine göre; Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur : La İlahe İllallah deyip de, kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır bulunan herkes cehennemden çıkar. Sonra devamla; bir buğday ağırlığında kalbinde hayır bulunan kişi Lâ İlahe İllallah derse cehennemden çıkar, buyurmuştur. Bu hadîsi Saîd İbn Ebu Arûbe, Enes İbn Mâlik'den rivayet etmiştir. İmâm Ahmed İbn Hanbel Affân kanalıyla, Enes İbn Mâlik'den bu hadîsi uzun olarak zikretmiştir. (Bu hadîsin metni Bakara sûresi otuz üçüncü âyette yer almıştır)
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yûnus İbn Muhammed... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; Allah Peygamberi bana şöyle buyurdu demiştir : Ben ayakta ümmetimin Sırât'ı geçişini beklerim. Bu sırada îsâ Aleyhisselâm gelir ve bana der ki: Ey Muhammed, şu peygamberler geldiler, senden Allah'a duâ edip Allah'ın dilediği şekilde milletlerin arasında hüküm vermeni isterler. Çünkü onlar, içinde bulundukarı durumdan dolayı çok kederlidirler. Halk, boyunlarına kadar tere batmıştır. İnanan nezleye tutulmuş gibi, inanmayan da ölmüş gibidir. Hz. Peygamber der ki: Sana dönünceye kadar beni bekle. Hz. Peygamber gider Arş'ın altında durur. Hiç bir seçilmiş meleğin veya gönderilmiş peygamberin karşılaşamayacağı şeylerle karşılaşır. Allah Azze ve Celle Cebrail'e vahyeder ki; Muhammed'e git ve ona söyle başını kaldırsın. İstediği verilecek, şefaat etsin, şefaati kabul edilecek. Hz. Peygamber buyurdu ki: Ben ümmetime şefaat ettim. Doksan dokuz insandan birinin çıkmasını istedim. Nihayet Rabbım Azze ve Celle'ye sürekli gidip geldim ki, O'nun makamında her durdukça şefaat ettim ve Allah bana bunu "verdi. En sonunda da şöyle dedi: Ey Muhammed, Allah'ın yarattığı ümmetinden Allah'tan başka ilâh olmadığına bir gün bile sa-mîmiyetle şehâdet getirip bu şehâdetle ölen herkesi cennete girdir.
4- Büreyde'nin Hadîsi: İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki : Bize Esved İbn Âmir... İbn Büreyde kanalıyla babası Büreyde'den nakleder ki; o, Muâviye'nin yanına varmış ve orada bir adamın konuşmakta olduğunu görmüş. Büreyde demiş ki: Ey Muâviye, bana konuşma izni verir misin? O; peki konuş —Muâviye onun da diğeri gibi konuşacağını sanıyormuş— Büreyde demiş ki: Rasûlullah (s.a.) dan şöyle dediğini duydum : Ben kıyamet gününde, yeryüzünde bulunan ağaç ve çakıl sayısınca şefaat etmek isterim. Büreyde demiş ki: Ey Muâviye, sen bunu istiyorsun da Hz. Ali (r.a.) onu istemiyor mu?
5- Abdullah îbn Mes'ûd'un Hadîsi: İmâm Ahmed der ki: Bize Arim İbn Fadl... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Müleyke'nin iki oğlu Hz. Peygambere gelip dediler ki: Annemiz kocasına ikram eder, çocuklarına şefkat ederdi. —Râvî müsâfirleri de zikrettiğini söyler— Ancak o câhiliyyet devrinde kız çocuğunu diri diri toprağa gömmüştü. Durumu nasıldır? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Anneniz cehennemdedir. Müleyke'nin iki çocuğu, yüzlerinde üzüntü ve nefret görülerek geri dönüp gittiler. Rasûlullah (s.a.) onların çağı-nlmasuu emretti de çağırıldılar ve dönüşlerinde yüzlerinden sevinç ve sürür görülüyordu. Yeni bir şeyin olduğunu ümîd ediyorlardı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Benim annem de sizin ikinizin annesiyle beraberdir. Münafıklardan bir adam dedi ki : Bu, onun annesine bir şey sağlamaz. Şu annesine bile faydası dokunamayanın peşinden gidiyoruz biz de. Ansâr'dan bir kişi dedi ki: —ondan daha çok soru soran bir adam görmemiştim— Ey Allah'ın Rasûlü, Rabbın sana annen veya onların annesi hakkında bir şey va'detti mi? Râvî der ki : O, bir şeyi duymuş olabileceğini sanıyordu. Hz. Peygamber buyurdu : Ben Rab-bımdan ne bir şey istedim, ne de O beni bu konuda ümitlendirdi. Ben kıyamet günü Makâm-ı Mahmûd'a çıkarım. Ansâr'dan olan adam dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, Makâm-ı Mahmûd da ne? Hz. Peygamber buyurdu ki: Makâm-ı Mahmûd şudur : Siz, anadan doğma çıplak, yalın ayak ve başı açık olarak getirildiğiniz zaman ilk elbise giydirilen İbrahim Aleyhisselâm olur. Allah Teâlâ : Dostumu giydirin, buyurur da ona beyaz bir örtü giydirilir. Sonra Arş'ın karşısına oturtulur. Sonra benim elbisem getirilir ve ben onları giyerim, onun sağında dururum. Orası kimsenin duramayacağı bir makamdır. Orada öncekiler ve sonrakiler bana gıbta ederler. Kevser'den Havz'a kadar uzanan bir ırmak açılır. Münafık dedi ki: Orada su sâdece kara çamur veya çakılların üzerinden akmıştır. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Onun kara çamuru misktir, çakılları ise incidir. Münafık dedi ki : Ben bugüne kadar kara çamur veya çakılların üzerinden akan bir suyun bitki yetiştirdiğini hiç duymadım. Ansâr'dan olan kişi dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü : Onun bitkisi de olur mu? Hz. Peygamber buyurdu ki : Evet, altın kırbaçlar onun bitkisidir. Münafık dedi ki : Ben, meyvesi olan ve kırbaç yapılan çok az bitki bulunduğunu duydum. Ansâr'dan olan kişi dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü onun meyvası olur mu? Rasûlullah : Evet, rengi cevher rengindedir, suyu sütten ak, baldan tatlıdır. Ondan bir içim içen bir daha hiç susamaz. Ondan mahrum bırakılanı da bir daha hiç bir su kandırmaz. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî dedi ki: Bize Yahya İbn Seleme İbn Küheyl... Abdullah'tan şöyle dediğini nakletti: Sonra Allah Azze ve Celle şefaat için izin verir. Rûh el-Kudüs olan Cebrail kalkar. Sonra Allah'ın Halîli İbrâhîm kalkar. Sonra îsâ veya Mûsâ —râvî; hangisi olduğunu hatırlamıyorum, der— kalkar. Sonra dördüncü olarak peygamberimiz kalkar. Kendisinden başkasının daha fazla şefaat edemeyeceği biçimde şefaat eder. Allah Azze ve Celle'nin «Umulur ki Rabbın seni övülmüş bir makama gönderiverir.» kavlinde bahis konusu ettiği Makâm-ı Mahmûd işte budur.
6- Kâ'b İbn Mâlik'in Hadîsi: İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd İbn Abdürrabbih... Kâ'b İbn Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Kıyamet günü insanlar kabirlerinden çıkarılırlar. Ben ve ümmetim bir tepe üzerinde bulunuruz. Rabbım Azze ve Celle bana yemyeşil bir kaftan giydirir. Sonra bana izin verilir, Allah'ın di-lediğince söylemek istediklerimi söylerim. İşte Makâm-ı Mahmûd budur.
7- Ebu Derdâ'nın Hadîsi: İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan... Ebu Derdâ'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kıyamet gününde kendisine secdeye kapanması için ilk izin verilen kişi ben olurum. Ve yine başını secdeden kaldırması için kendisine ilk izin verilen kişi de ben olurum. Önüme bakarım ve diğer ümmetler arasında kendi ümmetimi tanırım. Arkama bakarım aynı şekilde, sağıma bakarım aynı şekilde, soluma bakarım aynı şekilde tanırım. Adamın biri dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, diğer ümmetler arasında kendi ümmetini nasıl tanırsın? Nûh peygamberin ümmetinden senin ümmetine kadar arada şu kadar ümmetler geçmiştir. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Onlar bembeyaz beneklidirler. Çünkü abdestin izinden tanınırlar. Aynı durum onlardan başkaları için mümkün değildir. Ayrıca onları kitaplarının sağ taraflarından verilmesinden tanırım. Soylarının önlerinden koşuşmasından onları tanınm.
8- Ebu Hüreyre'nin Hadîsi: İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yahya İbn Saîd Ebu Hüreyre'den nakletti ki o, şöyle demiş : Hz. Peygambere bir et getirildi. Etin kol kısmı kendisine sunuldu —ki o kolu çek severdi— ondan dişiyle bir kere ısırdı sonra şöyle dedi : Kıyamet gününde ben insanların efendisiyim. Bunun neden böyle olduğunu biliyor musunuz? Allah öncekileri ve sonrakileri bir yerde toplar. Seslenenin sesini onlara işittirir ve görmelerini sağlar. Güneş yaklaştırılır insanlar taşıyamıyacakları derecede ve tâkatlarının fevkinde üzüntü ve kedere garkolurlar. İnsanlar birbirlerine derler ki: İçinde bulunduğumuz durumu görmüyor musunuz? Ne durumda olduğunuzu farketmiyor musunuz? Rabbımız Azze ve Celle'nin huzurunda bize şefaat edecek birini aramıyor musunuz? İnsanlardan bir kısmı diğerine der ki: Bu babanız Âdem'dir. Hz. Âdem'e gelirler ve derler ki: Ey Âdem, sen insanlığın babasısm. Allah onları senin elinle yarattı ve ruhundan sana üfürdü. Emretti de melekler sana secdeye kapandılar. Öyleyse Rabbın huzurunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz hali görmez misin, ne durumda olduğumuzu farketmez misin? Âdem Aley-hisselâm der ki: Doğrusu Rabbım bugün bana öyle bir kızgınlıkla kızdı ki, ondan önce benzer hiç bir kızgınlıkla kızmamıştır ve bir daha da benzeri bir kızgınlıkla kızmayacaktır. Rabbım beni buğday ağacından nehyettiği halde ben O'na isyan ettim. Vay nefsim, vay nefsim. Benden başkasına gidin, Nuh'a gidin, der. Hz. Nuh'a gelir ve derler ki: Ey Nûh, sen yeryüzüne gönderilmiş peygamberlerin ilkisin. Allah seni şükredici kul olarak nitelendirmiştir. Rabbının huzurunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin? Ne durumda olduğumuzu farketmez misin? Nûh Aleyhisselâm der ki: Rabbım bugün bana öyle bir kızdı ki, ondan önce hiç böyle bir kızgınlıkla kızmadığı gibi bundan sonra da böyle bir kızgınlıkla kızmaz. Benim kavmimin aleyhinde yaptığım beddua sebebiyledir bu. Vay nefsim, vay nefsim, vay nefsim, der. Benden başkasına gidin, İbrahim Aleyhisselâm'a gidin.
Hz. İbrahim'e gelir ve derler ki: Ey İbrâhîm, sen Allah'ın nebisi ve yeryüzündeki dostusun. Rabbının huzurunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin? Ne durumda olduğumuzu farketmez misin? O der ki: Babbım, bugün bana öylesine kızmıştır ki, ondan önce böyle bir kızışla hiç kızmamıştır ve bundan sonra da böylesine kızmayacaktır. Şüphesiz ben üç kere yalan söylemiştim. Ebu Hay-yân bunları hadîste zikretmiştir. (Bunlar; kavmine ben hastayım, o putu büyükleri kırmıştır demesi, devrinin hükümdarına hanımı için; bu bacımdır, demesi gibi söylediği gerçek olmayan sözlerdir.) Vay nefsim, vay nefsim, vay nefsim, der. Benden başkasına gidin, Musa'ya gidin. Hz. Musa'ya gelir ve derler ki: Ey Mûsâ, sen Allah'ın Rasûlü-sün. Allah risâleti ve seninle konuşmasıyla seni insanlardan üstün kıldı. Bizim için Rabbmdan şefaat iste. Ne durumda olduğumuzu görmez misin? Nasıl olduğumuzu farketmez misin? Mûsâ Aleyhisselâm onlara der ki: Rabbım, bugün bana öyle bir kızmıştır ki, ondan önce bu şekilde hiç kızmamıştır ve bundan sonra da hiç bir kimseye bu şekilde kızmayacaktır. Çünkü ben, öldürülmesi emredilmediği halde bir cana kıydım ve öldürdüm. Vay nefsim, vay nefsim, vay nefsim, der. Benden başkasına gidin, îşâ peygambere gidin. Onlar, Hz. îsâ'ya gelir ve derler ki: Ey îsâ, sen Allah'ın rasûlüsün. Meryem'e attığı (bıraktığı) bir kelimesi ve O'ndan bir esintisin. Daha beşikte iken insanlarla konuşmuştun. Binâenaleyh bize Rabbının katında şefaat et, ne durumda olduğumuzu görmez misin, ne halde olduğumuzu farketmez misin? îsâ Aleyhisselâm onlara der ki: Doğrusu Rabbım, bugün bana öyle bir kızgınlıkla kızmıştır ki, ondan önce hiç kimseye böyle kızmadığı gibi, bundan sonra da böyle bir kızgınlıkla kızmayacaktır. Ancak Hz. îsâ günâhının ne olduğunu söylemez. Vay nefsim, vay nemsim, vay nefsim. Benden başkasına gidip, Muhammed Aleyhisselâm'a gidin, der.
Onlar Hz. Muhammed'e gelip derler ki: Ey Muhammed, sen Allah'ın rasûlüsün, peygamberlerin hâtemisin, Allah senin gelmiş geçmiş günâhlarını bağışlamıştır. Binâenaleyh bize Rabbının huzurunda şefaat et, içinde bulunduğumuz durumu görmez misin, ne halde olduğumuzu farketmez misin? Ben; kalkar, Arş'ın altına gelirim ve Rab-bım Azze ve Celle için secdeye kapanırım. Sonra Allah bana bir kapı açar ve O'na güzelce hamd ü senada bulunmam için öyle şeyler ilham eder ki, benden önce hiç bir kimseye bu ilham kapısını açmamıştır. Bunun üzerine denilir ki: Ey Muhammed; kaldır başını. İste, verilsin sana. Şefaat et, şefâatm kabul edilsin. Ben derim ki: Ey Rabbım, ümmetim. Ey Rabbım, ümmetim. Bunun üzerine denilir ki: Ey Muhammed; ümmetinden hesabı olmayanları cennetin sağ kapısından içeriye koy. Onlar; aynı zamanda diğer kapılar konusunda insanlarla ortaktırlar. Sonra Hz. Peygamber buyurdu ki: Muhammed'in nefsi kudret elinde bulunan Allah'a andolsun ki; cennetin kapısının kanatlarından her birinin arası, Mekke ile Himyer veya Bahreyn arası kadardır. Ya da Mekke ile Busrâ'nm (Şam civânnda bir yer) arası kadardır. Bu hadîsi Buharı ve Müslim tahrîc etmişlerdir. Müslim merhum der ki: Bize Hâkem İbn Mûsâ... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kıyamet gününde ben, Âdem Aleyhisselâm'ın çocuklarının efendisiyim. Kendisine ilk kabir yarılacak (açılacak) olan benim. İlk şefaat edecek olan benim. Şefaatinin başkalarına ulaştığı ilk kişi benim.
İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) a «Umulur ki Rabbın seni Övülmüş bir makama gön-deriverir.» âyeti sorulduğunda; bunun şefaat olduğunu söylemiştir. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Vekî' ve Muhammed İbn Ubeyd... Ebu Hüreyre'den naklederler ki; Rasûlullah (s.a.) : Burada bahsedilen makam, ümmetime şefaat edeceğim makamdır, demiştir.
Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer, Zührî kanalıyla Ali İbn Hü-seyn'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kıyamet günü olunca Allah yeryüzünü pamuk gibi atar. İnsanlardan hiç birine ayağını basacağı yerden başkası kalmaz. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: İlk çağrılan ben ve Rahmân'ın sağından Cebrail olacak. Allah'a andolsun ki ben, onu daha önce hiç görmemiştim. Diyeceğim ki: Rabbım, Senin kendisini bana elçi olarak gönderdiğini söyleyen işte budur. Allah Teâlâ; evet doğru söylemiştir, buyuracak. Sonra ben şefaat edeceğim ve diyeceğim ki: Ey Rabbım, kulların Sana yeryüzünün dört bir,yanında ibâdet ettiler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: İşte Makâm-ı Mahmûd budur. Bu hadîs mürseldir.73
80 — Ve de ki: Rabbım, beni doğruluk yerine koy. Ve doğruluk yerinden çıkar. Ve katından bana destekleyecek bir kuvvet ver.
81 — De ki: Hak geldi, bâtıl yıkıldı. Muhakkak bâtıl zâten yıkılacaktı.
İmâm Ahmed der ki: Bize Cerîr... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber Mekke'de bulunuyordu. Sonra hicret emri geldi ve Allah Teâlâ şöyle buyurdu : «Ve de ki : Rabbım, beni doğruluk yerine koy. Ve doğruluk yerinden çıkar. Ve katından bana destekleyecek bir kuvvet ver.»
Hasan el-Basrî, bu âyetin tefsirinde der ki : Mekke'li kâfirler Hz. Peygamberi öldürmek, bağlamak veya kovmak üzere komplo kurduklarında; Allah Teâlâ Mekke halkıyla savaşı murâd etti, peygamberine Medine'ye göç etmesini emretti. İşte Allah Teâlâ'mn «Ve de ki: Rabbım, beni doğruluk yerine koy. Ve doğruluk yerinden çıkar. Ve katından bana destekleyecek bir kuvvet ver.» kavliyle bunu kasdediyordu.
Katâde der ki: «De ki: Rabbım beni doğruluk yerine koy.» Yani Medine'ye koy. «Ve doğruluk yerinden çıkar.» Yani Mekke'den. Abdur-rahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle demiştir ki bu, sözlerin en meşhur olanıdır.
Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir : «Rabbım, beni doğruluk yerine koy.» Yani ölüme. «Ve doğruluk yerinden çıkar.» Yani ölümden sonra hayata. Daha başka sözler söylenmişse de, birincisi en doğru olanıdır ki; İbn Cerîr Taberî de onu tercih etmiştir.
«Ve katından bana destekleyecek bir kuvvet ver.» Hasan el-Basrî bu âyetin tefsirinde der ki: Rabbı ona İran'ın mülkünü ve gücünü alıp kendisine vereceğini, Bizans'ın mülkünü ve gücünü alıp kendisine vereceğini va'detmişti.
Katâde de bu âyetin tefsirinde der ki : Hz. Peygamber bu dini ancak bir güçle hâkim kılabileceğini bilmiş ve Allah'ın kitabını ve farzlarını yerine getirmek, Allah'ın dinini hâkim kılmak için Allah'tan destek ve kuvvet istemiştir. Çünkü kuvvet, Allah'ın bir rahmetidir. Allah onu kulları arasında en seçkin olanlara verir. Eğer sultân olmasaydı, insanlar birbirlerine saldırır ve güçlüler güçsüzleri yerlerdi.
Mücâhid ise, «Ve katından bana destekleyecek bir kuvvet ver.» kavlini; açık bir hüccet, diye tefsir etmiştir. İbn Cerîr Taberî, Hasan el-Basrî'nin ve Katâde'nin görüşünü tercih etmiştir ki; tercihe şâyân olan da budur. Çünkü hakkın, gücü olmalıdır ki, ona karşı gelenleri ezsin, diretenleri bastırsın. Bu sebeple Allah Teâlâ Hadîd sûresinde şöyle buyurmaktadır : «Andolsun ki; peygamberlerimizi hüccetlerle gönderdik. İnsanların doğru hareket etmeleri için peygamberlere Kitâb ve mizanı indirdik. Pek sert olan ve insanlara birçok faydası olan demiri var ettik. Bu, Allah'ın dini ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri açığa çıkarması içindir. Doğrusu Allah Kavî'dir, Azîz'dir.» (Hadîd, 25). Hadîs-i şerifte de şöyle buyrulur : Muhakkak ki Allah Teâlâ, Kur'an ile dağıtmadığını sultân ile dağıtır. Yani sultân ile, fuhuşları ve günâhları önler. İnsanlardan bir çoğunu Kur'an ile kaçınmadıkları azgınlıklarını kaldırır. Bu kötülüklerdeki kuvvetli tehdidi ve ağır uyarıyı göstermektedir. Gerçek de böyledir.
«De ki: Hak geldi, bâtıl yıkıldı. Muhakkak bâtıl zâten yıkılacaktı.» Bu da Kureyş'li kâfirlere tehdîd ve uyarıdır. Çünkü Allah Teâlâ, içinde şüphe bulunmayan hakkı ve daha önce bilmedikleri gerçeği kendilerine getirmiştir. Bu gerçek, Allah'ın Kur'an'ıyla beraber gönderdiği ilim ve faydalı ameldir. Bâtıllarını yıkmıştır onların. Yerle bir etmiş, mahvetmiştir. Çünkü hak ile birlikte bâtıl durup dayanamaz. «Halbuki Biz hakkı bâtılın üzerine salarız da onun beynini ezer. Bir de bakarsınız ki o, yok olmuştur.» (Enbiyâ, 18).
Buhârî der ki: Bize Humeydî... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Peygamber Mekke'ye girdiğinde Allah evinin etrafında 360 tane dikili taştan put bulunuyordu. Elindeki çöple bu putlara dokunarak; hak geldi bâtıl yıkıldı. Muhakkak ki bâtıl 2âten yıkılacaktı, diyordu. Böylece Hak gelmiş bâtıl da görülmez olmuştur. Ve bir daha dönmeyecektir. Bu hadîsi Buhârî ve bir başka yerde Müslim, Neseî, Tirmizî hepsi beraber Süfyân İbn Uyeyne kanalıyla Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet ederler. Hafız Ebu Ya'lâ da rivayet eder ki; Câbir (r.a.) şöyle demiş : Biz Hz. Peygamber ile Mekke'ye girdik, Allah evinin çevresinde 360 tane put bulunuyordu. Allah'tan başka onlara tapılıyordu. Rasûlullah (s.a.) emir buyurdu da onlar yüzü üstü yıkıldı. Ve dedi ki: «Hak geldi bâtıl yıkıldı. Muhakkak bâtıl zâten yıkılacaktı.»74
82 — Kur'an'da mü'minler için rahmet ve şifâ olanı indiririz. Zâlimler için ise ancak hüsranı artırır.
Şifâ ve Rahmet Kaynağı Kur’an. 83
Şifâ ve Rahmet Kaynağı Kur’an
Allah Teâlâ, Rasûlü Muhammed Aleyhisselâm'a indirmiş olduğu kitabından bahsediyor. Bu, önünden ve arkasından bâtılın sızmadığı, Hakîm ve Hamîd olan Allah tarafından indirilmiş olan Kur'an'dır. «Kur'an'dan. mü'minler için rahmet ve şifâ olanı indiririz.» Mü'min-lerin kalblerindeki şek, şüphe, nifak, şirk, sapıklık, eğiklik gibi her türlü hastalıkları giderir Kur'an-ı Kerîm. Aynı zamanda o bir rahmettir, îmân ve hikmeti kazandırır. Hayırı taleb ettirir ve ona rağbeti te'mîn eder. Bu, ancak Kur'an'a îmân eden, onu doğrulayan ve bağlananlar için geçerlidir. Bunlar hakkında şifâdır ve rahmettir. Nefsine zulmeden ve böylece küfre dalan kişilere gelince; onların Kur'an'ı dinlemeleri yalanlarını, küfürlerini ve haktan uzaklaşmalarını artırmaktan başka bir şey sağlamaz. Bu musibetin nedeni, kâfirin küfrüdür. Yoksa Kur'an değildir. Nitekim Fussilet sûresinde şöyle buyrulur: «Biz bu Kur'an'ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık; âyetleri uzunca açıklanmalı değil miydi, bir Araba yabancı bir dille söylenir mi? derlerdi. De ki: Bu, mü'minlere doğruluk rehberi ve gönüllerine şifâdır. İnanmayanların kulaklarında ise ağırlık vardır ve onlara kapalıdır. Sanki bunlara uzak bir mesafeden sesleniliyor da anlamıyorlar.» (Fussilet, 44). Tevbe sûresinde ise şöyle buyrulmuştur : «Bir sûre indirilince, onlardan kimi: Bu, hanginizin îmânını artırdı? der. îmân etmiş olanlara gelince; onların îmânını artırmıştır. Ve onlar birbirleriyle müjdeleşir-ler. Kainlerinde hastalık bulunanların ise, murdarlıklarına murdarlık katmıştır. Ve kâfir olarak ölmüşlerdir.» (Tevbe, 124-125). Bu konuda pek çok âyet vardır.
Katâde der ki: «Kur'an'dan mü'minler için rahmet ve şifâ olanı indiririz.» âyetinin mânâsı şöyledir: Mü'min onu duyunca ezberler, korur ve yararlanır. «Zâlimler için ise ancak hüsranı artırır.» kavli hakkında da şöyle demiştir: Zâlim onu koruyup muhafaza etmez ve bu sebeple ondan faydalanmaz. Çünkü Allah Teâlâ bu Kur'an'ı mü'minler için şifâ ve rahmet kılmıştır.75
83 — İnsana nimet verdiğimiz vakit, yüz çevirir ve yan çizer. Başına bir kötülük gelince de ümitsiz olur.
84 — De ki: Herkes yaratılışına göre hareket eder. Ve Rabbınız kimin yol bakımından daha doğru olduğunu en iyi bilendir.
Allah Teâlâ insanın insan olması bakımından, eksikliklerle ma'lûl olduğunu haber veriyor. Ancak bolluk ve sıkıntı hallerinde Allah'ın muhafaza ettiği insanların durumu müstesnadır. İnsanoğluna Allah sıhhat, mal, fütuhat, rızık ve zafer ihsan eder de istediğine kavuşturursa, insan Allah'a itâattan yüz çevirir ve yan çizer. Mücâhid der ki: kelimesi; bizden uzaklaşır, manasınadır. Ben derim ki : Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nm : «İnsana bir darlık gelince; yan yatarken oturur veya ayaktayken bize yalvarıp yakarır; Biz darlığını gi-derince başına gelen darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner.» (Yûnus, 12) kavl-i celîli ile bu sûredeki şu âyete benzer : «Denizde size bir sıkıntı dokununca, yalvardıklarmızm hepsi kaybolur. Ancak Allah kalır. Ama O, sizi karaya çıkarıp kurtarınca yüz çevirirsiniz.» (îs-râ, 67) İnsana musibetler, felâketler, kötülükler isabet edince de o; «Ümitsiz olur.» Başına gelen bu felâketten sonra bir hayır elde etmekten ve tekrar iyiliğe kavuşmaktan ümidini keser. Nitekim Hûd sûresinde de şöyle buyrulmakta idi: «Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra onu geri alırsak; Andolsun ki o, pek ümitsiz, pek nankör olur. Şayet başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattı-rırsak: Kötülükler başımdan gitti, der, şımarır ve öğünür. Sâdece sabredip ele güzel ameller işleyenlere; işte onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.» (Hûd, 9-11)
«De ki: Herkes yaratılışına göre hareket eder.» İbn Abbâs; kendi cephesine göre, diye tefsir etmiştir. Mücâhid ise; kendi durumuna ve tabiatına göre, demiştir. Katâde de; niyyetine göre, diye tefsir eder. İbn Zeyd ise; dinine göre, der. Bütün bu sözler, mânâ bakımından bir birine yakındır. Allah en doğrusunu bilir ya bu âyet müşrikleri tehdîd ve onları uyarı sadedindedir. Tıpkı Allah Teâlâ'nın şu âyeti gibi:
«İnanmayanlara de ki : Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız. Bekleyin, biz de bekleyeceğiz.» (Hûd, 121-122). Bunun için Hak Teâlâ «De ki: Herkes yaradılışına göre hareket eder. Ve Rabbımz kimin yol bakımından daha doğru olduğunu en iyi bilendir.» Sizin mi yoksa Bizim mi? Allah, her amel sahibine ameline göre mükâfat verecektir. Muhakkak ki hiç bir şey O'ndan gizli kalacak değildir.76
85 — Sana rûhdan sorarlar. De ki; Rûh Rabbımın emrindendir. Ve size bilgiden ancak, çok azı verilmiştir.
Rûh. 84
Rûh
İmâm Ahmed der ki : Bize Vekf... Abdullah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletti: Ben, Medine'nin mer'alannda Hz. Peygamberle birlikte geziniyordum. O, bir hurma dalının üzerine dayanmıştı. Bu sırada yahûdîlerden bir topluluğa rastladı. Onlar birbirlerine dediler ki : Ona rûhdan sorun. İçlerinden birisi; sormayın, dedi. Abdullah İbn Mes'ûd der ki: Hz. Peygambere rûhdan sordular ve; rûh nedir ey Mu-hammed? dediler. Hz. Peygamber hurma dalma dayanmaya devam etti. Abdullah İbn Mes'ûd der ki: Öyle sanıyorum ki o sırada kendisine gelen vahiyde «Sana rûhdan sorarlar. De ki rûh, Rabbımın emrindendir. Ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.» âyeti nazil oldu. Kendi aralannda yahûdîler şöyle diyorlardı : Biz size sormayın onu demiştik. Buhârî ve Müslim de bu hadîsi A'meş kanalıyla Abdullah İbn Mes'-ûd'dan rivayet ederler. Buhârî bu âyetin tefsirinde Abdullah İbn Mes'-ûd'dan naklen der ki:
Ben Hz. Peygamber ile birlikte (Medine'nin) merasında dolaşıyordum. Hz. Peygamber bir hurma dalma dayanmıştı. O sırada oradan yahûdîler geçiyorlardı. Birbirlerine, ona ruhu sorun, dediler. Hz. Peygamber buyurdu ki: Sizi hoşlanmadığınız bir şeyi sormaya sevk eden sebep nedir? Kendi aralarında dediler ki: Sakın hoşlaşmayacağınız bir şeyle sizi karşılamasın. Sonra ona sorun deyip, rûh nedir? diye sordular. Hz. Peygamgamber biraz durdu ve hiç bir cevab vermedi. Ben Hz. Peygambere vahyin gelmekte olduğunu anladım ve yerimden kalktım. Vahiy nazil olunca Hz. Peygamber : «Sana rûhdan sorarlar. De ki: Rûh Rabbımın emrindedir. Ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.» âyetini okudu. Bu ifâdeler ilk bakışta bu âyetin Medine'de inmiş olduğu izlenimini yaratmaktadır. Yahudiler Medine'de iken Hz. Peygambere rûhdan sordukları için, âyet orada nazil olmuştur, fakat sûre tamamen mekkîdir. Buna cevab olarak denilebilir ki: Bu sûre Mekke'de inmişse de, bu âyet ikinci kere Medine'de inmiş olabilir. Ya da daha önce inmiş olan bir âyetle ilgili sorularına cevab niteliğinde yeniden vahyedilmiş olabilir. Bu âyetin Mekke'de nazil olduğunu gösteren deliller arasında aşağıdaki rivayetleri zikredebiliriz : İmâm Ah-med der ki: Bize Kuteybe... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiştir : Kureyş'liler yahûdilere; bize bir şey verin de onu şu adama soralım, dediler. Yahudiler de; ona rûhdan sorun, dediler. Bunun üzerine onlar ruhu sordular ve bu âyet-i kerime nazil oldu : «Sana rûhdan sorarlar. De ki: Rûh Rabbımın emrindendir. Ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.» Onlar dediler ki: Bize çok şey verildi. Çünkü Tevrat verilmiştir. Tevrat verilene ise pek çok hayır verilmiştir. İbn Abbâs der ki: Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: «De ki: Rabbımın sözlerini yazmak için denizler mürekkeb olsa ve bir o kadarını da katsak, daha Rabbımın sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.» (Kehf, 109).
İbn Cerîr Taberi der ki: Bize Muhammed İbn Müsennâ İkrime' nin şöyle dediğini nakletti: Ehl-i Kitâb Hz. Peygambere rûhdan sorduklarında Allah Teâlâ : «Sana rûhdan sorarlar. De ki: Rûh Rabbımın emrindendir. Ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.» Bunun üzerine Ehl-i kitâb dediler ki: O bize çok az bilgi verildiğini iddia ediyor halbuki Tevrat verilmiştr. Tevrat ise hikmettir. Kime hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiştir. İkrime der ki: Bunun üzerine şu âyet-i celîle nazil oldu : «Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkeb olsa ve yedi misli deniz daha yedekte bulunup yazılsa yine de Allah'ın sözleri bitmezdi. Muhakkak ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.» (Lokman, 27).
Muhammed İbn İshâk bazı arkadaşları kanalıyla Atâ İbn Yessâr'-dan nakleder ki; o, «Size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.» âyetinin Mekke'de nâzü olduğunu söylemiştir. Rasûlullah (s.a.) Medine'ye hicret edince yahûdî hahamları yanma gelip demişler ki: Ey Muhammed, bize ulaştığına göre sen, «Size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.» di-yormuşsun. Onunla bizi mi yoksa kendi kavmini mi kasdediyorsun? Hz. Peygamber; hepsi kasdedilmiştir, demiş. Onlar demişler ki: Sen, bize Tevrat'ın verildiğini ve onda her şeyin açıklamasının bulunduğunu söylüyorsun değil mi? Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Bu, Allah'ın bilgisinde pek az bir şeydir. Allah onu size vermiştir, eğer onunla amel ederseniz dosdoğru yolu bulursunuz. Bunun üzerine Allah Az-ze ve Celle «Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkeb olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine de Allah'ın sözleri bitmezdi. Muhakkak ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.» (Lokman, 27) âyeti nazil olmuştur.
Müfessirler burada rûh ile neyin kasdedildiği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda bazı görüşler vardır :
1- Burada kasdedilen; âdemoğullarmın ruhudur. Avfî der ki: İbn Abbâs «Sana rûhdan sorarlar.» âyeti konusunda şöyle dedi: Ya-hûdîler Hz. Peygambere bize rûhdan haber ver. Bedende olan rûh nasıl azaba uğrar. Rûh Allah katmdandır, dediler. Bu konuda Hz. Peygambere hiç bir şey inmediği için onlara bir söz söyleyemedi. Bunun üzerine Cebrail gelip dedi ki: «De ki: Rûh, Rabbımın emrindendir. Ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.» Hz. Peygamber onlara bu âyeti bildirince onlar dediler ki: Sana bu haberi kim getirdi? Hz. Peygamber; bunu Cebrail bana Allah katından getirdi, dedi. Onlar ise; Allah'a andolsun ki sana bunu ancak bize düşman olan birisi getirmiştir, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «De ki: Kim Cibril'e düşman olmuşsa, kahrolsun. Doğrusu bu kitabı Allah'ın izniyle senin kalbine indiren odur.» âyetini inzal buyurdu.
2- Denildi ki: Burada rûhdan maksad, Cebrail'dir. Bunu Kata-de söylerdi. Katâde, İbn Abbâs'm bunu saklamakta olduğunu bildirirdi.
3- Denildi ki: Burada rûh ile bütün mahlûkâtın kaderini tes-bît eden büyük bir melek kasdolunmuştur. Nitekim Ali İbn Ebu Tal-ha, Abdullah İbn Abbâs'ın bu âyetin tefsirinde ruhun melek olduğunu söylediğini, haber verir. Taberânî de der ki; Bize Muhammed İbn Abdullah... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ea-sûlullah (s.a.) in şöyle dediğini duydum : Allah Teâlâ'nın öyle bir meleği vardır ki; ona yedi göğü ve yerleri bir lokmada yut denilse; o, bunu hemen yapıverir. Onun tesbîhi; Seni olduğun gibi tenzih ederim, kavlidir. Bu hadîs garîb, hattâ münkerdir.
İbn Cerîr Taberî merhum der ki: Bana Aii... Yezîd İbn Semure kanalıyla Ebu Tâlib oğlu Ali (r.a.) den nakletti ki; o, şöyle demiştir : «Sana rûhdan sorarlar.» Rûh; meleklerden bir melektir. Onun yetmiş bin yüzü vardır. Her yüzünde yetmiş bin dil vardır. Her birinde yetmiş bin lügat vardır. O, bütün bu lugatlarla Allah'ı teşbih eder. Allah onun her teşbihinden bir melek yaratır ve o diğer meleklerle birlikte kıyamete kadar uçar gider. Bu haber de hem garîb hem de acâibtir. Allah en iyisini bilendir. Süheylî Hz. Ali'den şöyle dediğini nakleder : Ruh, bir melektir. Onun yüz bin başı, her başında yüz bin yüzü vardır. Her yüzde yüz bin ağız vardır. Her ağızda yüz bin dil vardır. O muhtelif lugatlarla Allah'ı tesbîh eder. Süheylî der ki: Bununla kas-dedilen mânâ, meleklerden âdemoğlu şeklinde olan bir taifedir. Denildi ki: Bunlar öyle bir taifedir ki; melekler onları görmezler ama onlar melekleri görürler. Meleklere karşı onların durumu, meleklerin âdemoğullarına karşı durumu gibidir.
«Rûh, Rabbımın emrindendir.» O'nun şânındandır. O, bunun bilgisini kendine ayırmıştır, size değil. Bunun için de «Ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.» buyurmuştur. Yani Allah'ın bilgisinden sizi haberdâr kıldığı miktar pek azdır. Allah Tabâreke ve Teâlâ'nın dilediğinden başka hiç bir kimse O'nun bilgisinden bir parçayı ihata edemez.
Âyetin mânâsı şöyle olur : Sizin bilginiz Allah'ın bilgisine göre pek azdır. Rûh konusunda sorduğunuz bu soru da Allah'ın kendisi için ayırdığı bilgilerdendir. Ve sizi bundan haberdâr kılmamıştır. Çünkü Allah, size kendi bilgisinden ancak çok az bir miktarını bildirmiştir. İnşâallah bu husus, Musa ile Hadr kıssasında gelecektir. Hadr bir serçeye bakmış, serçe geminin bir köşesine konmuş, gagasıyla denize uzanıp bir damla su içmiş. Hadr demiş ki: Ey Mûsâ, Allah'ın bilgisi karşısında senin, benim ve bütün mahlûkâtın bilgisi ancak şu serçenin denizden aldığı bir damla kadardır. Ya da buna benzer bir ifâde kullanmıştır. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. Bunun için Allah Teâlâ: «Ve size bilgiden ancak pek azı verilmiştir.» buyurmaktadır.
Süheylî der ki: İnsanlardan bazıları şöyle dediler : Burada sorulan soruya cevab verilmemiştir. Çünkü onlar, inâd biçiminde bir soru sormuşlardı. Bazıları da derler ki: Bu âyette onların sorularının cevabı vardır. Süheylî bunu şöyle yorumlar : «De ki: Rûh Rabbımın emrindendir.» kavli ile kasdedilen şudur : O Rabbının şerîatmdandır. Bu şeriata girin. Ruhu bilmenin yolunun; ne fizikten, ne de felsefeden geçtiğini ancak şeriat yoluyla ona ulaşılabileceğini haber vermektedir. Süheylî'nin sevkettiği bu yol ve tuttuğu bu mesleğe dikkat etmek gereklidir. Allah en iyisini bilendir. Sonra Süheylî; bilginler arasında ruhun nefisle aynı mı yoksa ayrı mı olduğu konusunda ihtilâf bulunduğunu zikreder ve der ki: Ruh, hava gibi latif bir varlıktır. Tıpkı suyun, ağacın damarlarında aktığı gibi rûh da bedende akar. Yine onun belirttiğine göre; meleğin cenine üflediği rûh, bedene ilişmesi ve övülecek veya yerilecek nitelikleri kazanması nedeniyle nefsin kendisidir. Çünkü nefis ya mutmainnedir veya kötüyü emreden emmâredir. Nasıl su, ağaç için hayat mesabesinde ise, sonra suyun karışması nedeniyle ağaç özel bir isim kazanırsa —meselâ üzümle su birleşir ve sıkı-lırsa ya taze rakı veya beklemiş rakı haline dönüşürse ve bundan sonra ona su denilmesi ancak mecaz yoluyla mümkün olursa— aynı şekilde nefse de rûh denilmesi ancak bu şekilde mümkün olur. Keza rûh hakkında nefis ifâdesi ancak sonuçta olduğu şey nedeniyle kullanılabilir. Onun söylediğinin özeti şudur : Rûh, nefsin aslı ve maddesidir. Nefs ise rûh ve ruhun bedenle birleşiminden doğan neticedir. İşte bu bakımdan nefis ve rûh aynıdır, yoksa her yönden değil. Bu mânâ gerçekten güzeldir. Allah en iyisini bilendir. Ben derim ki: İnsanlar ruhun mâhiyyeti ve hükümleri konusunda çok söz etmişler ve bu hususta kitaplar te'lîf etmişlerdir. Bu konuda en iyi söz edenlerden birisi de «Rûh» adını verdiğini duyduğumuz kitabın müellifi Hafız İfan Men-deh'tir.77
******************
İzahı85
İzahı
îmâm Gazzâlî, kalb, rûh, nefis ve akıl terimleri hakkında şu bilgileri veriyor :
Kalb kelimesi iki mânâda kullanılır. Birincisi, insanın sol tarafında sol memenin altına doğru yerleştirilen çam kozalağı şeklinde bir et parçasıdır. Bunun içinde karıncık ve kulakçık diye anılan boşlukları vardır. İçi siyah kan doludur. Ruhun madeni ve kaynağı orasıdır. Cis-mânî olan bu kalb, tababeti alâkadar ettiği ve bizim mevzûumuzla alâkası olmadığı için, ondan bahsedecek değiliz. Kalb, insanlarda, hayvanlarda ve ölülerde de vardır. Biz kalbden bahsettiğimiz ve «kalb» dediğimiz zaman, maksadımız bu değildir. Zîrâ bir çeşit et parçası olan bu kalb, bizim için mühim sayılmaz.
İkinci mânâsı, gözle görülmeyen rûhânî bir varlık olmasıdır. İşte İnsanın hakikati bu kalb-i ruhanîdir. İnsanda anlayan, âlim ve arif bu kalbdir. Hitâb, ikâb ve itâb edilen yine bu kalbdir. Bunun cismânî olan kalb ile alâkası vardır. Rûhânî olan kalbin, cismânî kalb ile alâkasını anlamakta çoklarının aklı hayretlere düşmüştür. Bu alâka, arzın cisim ile veya vasfın mevsûf ile veya âleti kullanan kimsenin âlet ile veya bir yerde oturan kimsenin o mekân ile olan alâkası gibi midir? Yoksa bir yolcunun veya kaptanın, gemi ile olan alâkası gibi midir? Bunda şaşırmışlardır. Bu hususların izahını iki sebebe binâen mahzurlu görüyor ve bu yüzden izahından sarf-ı nazar ediyoruz.
Birincisi, bu ciheti açıklamak mükâşefe ilmi ile alâkalı olmalıdır. Halbuki biz bu kitabda mükâşefeden değil, muameleden bahsediyoruz.
İkincisi de, bunun hakikatim ortaya çıkarmak, ruhun esrarını açıklamayı gerektirir. Halbuki Rasûl-i Ekrem (s.a.) in konuşmadığı rûh hakkında başkasının laf etmeye hakkı yoktur.
(cKalb» dediğimiz zaman maksadımız, bu rûhânî kalbdir. Gayemiz hadd-i zâtında onun hakikatim bildirmek değil, belki vasıf ve hallerini anlatmaktır. Zâten muamele ilmi, onun hakikatim anlamaya değil, belki sıfat ve hallerini anlamaya muhtaçtır.
Rûh kelimesi de, bizim maksadımızla alâkalı olarak iki mânâda kullanılır.
Birinci mânâsı : Kaynağı, cismânî kalbin boşluğunda bulunan la-tîf bir cisimdir. Damarlar vasıtasıyla bedenin her tarafına yayılır. Görmek, duymak, koku almak ve benzeri duyularla hayat nurunun buradan a'zalara akması, odanın köşelerinde dolaştırılan lâmbadaki ışığın o köşeleri aydınlatmasına benzer. Zîrâ lâmbayı hangi köşeye getirsen orayı aydınlatır. Hayat; o köşede meydana gelen aydınlık gibidir. Rûh ise lâmba gibidir. Ruhun yayılması ve batını hareketi, o lâmba gibi, ruhu da damarlar vasıtasıyla bedende dolaştırırlar. Tabîbler, «rûh» dedikleri zaman bu mânâyı kasdederler ki; kalb hareketinin yaktığı latîf bir buhar demektir. Bunu açıklamak, gayemizin dışındadır. Bununla alâkadar olanlar, bedenin tedavisi ile uğraşan tabiblerdir. Allah'a yaklaştırmak için kalbin tedavisiyle uğraşan din tabiblerinin, bu ruhu açıklamakla alâkalan yoktur.
İkinci mânâsı: İnsanın görülmeyen, müdrik ve âlim olan bir parçasıdır. Nitekim kalbi ta'rîf ederken bir mânâ olarak bunu anlatmıştık. Allah Teâlâ'nın «Sana rûhdan sorarlar. De ki: Rûh, Rabbımın em-rindendir.» (İsrâ, 85) buyurduğundan muradı da, bu rûhdur. Bu, acâ-ib bir emr-i Rabbanidir ki; bunun hakikatini akıl ve fehimlerin çoğu anlamaktan âcizdir.
Nefis kelimesi de iki mânâda kullanılır. Bizim gayemiz her iki mânâ ile de alâkalıdır.
Birinci mânâsı: İnsanda gazab ve şehvet kuvvetini toplayan unsurdur. Tasavvuf erbabı ekseriya bu kelimeyi bu mânâda kullanır. Zî-râ onlar nefis demekle insanda kötü vasıfları toplayan bir aslı kasde-derler ve nefis ile mücâdele edip onu kırmak lâzımdır, derler. Nitekim Rasûl-ü Ekrem (s.a.) : Senin en büyük düşmanın, iki koltuğunun arasında seni kuşatan nefsindir, buyurmakla bunu kasdetmişür.
İkinci mânâsı: Kalb ve rûh kelimelerinde anlattığımız ikinci mânâdır ki; insanın hakikati da kendisi demektir. Fakat bu, nefis hallerinin ihtilâfı sebebiyle muhtelif niteliklerle vasıflanır. Meselâ emir ve irâde altına girip şehvetlere karşı koyabilmesi sayesinde sükûna kavuştuğu zaman, ona; «Nefs-i Mutmainne» denir. Nitekim bunlar hakkında Allah Teâlâ : «Ey huzur içinde, olan nefis, hoşnûd etmiş ve edilmiş olarak Rabbına dön,» (Fecr, 27-28) buyurmuştur. Şüphesiz birinci mânâdaki nefsin, Allah'a dönmesi düşünülemez. Zîrâ o nefis, dâima Allah'tan uzaklaştırıcıdır ve aynı zamanda şeytânın avânesidir. Ne zaman tâm manâsıyla sükûna kavuşmaz ve fakat şehvetlere karşı nefsi müdâfaa eder ve ona karşı direnmeye çalışırsa; buna da «Nefs-i Lev-vâme» denir. Zîrâ sahibinin mevlâsına karşı ibâdetindeki kusurundan dolayı sahibini yerer. Allah Teâlâ'nın : «Ve nedamet çeken nefse ye-mîn ederim ki.» (Kıyamet, 2) kavlinde bu nefis beyân buyurulmuştur. Şayet şehevî nefis ile muâraza etmez, şehvetlerin arzularına ve şeytâ-^ nî yollara uyar giderse, buna da «Nefs-i Emmâre» denir. Nitekim Allah Teâlâ Yûsuf Aleyhisselâm'dan veya Azîz'in hanımından hikâye yolu ile : «Ve ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis var şiddetiyle kötülüğü emredendir.» (Yûsuf, 53) buyurmaktadır. Bununla beraber kötülüğü emreden nefsin, birinci mânâda anlatılan nefis olduğunu söylemek de caizdir. Şu halde birinci mânâdaki nefis, son derece mezmûn, ikinci mânâdaki nefis ise makbuldür. Çünkü Allah Teâlâ'yı ve diğer mahlûkâtı bilen insanın zâtı ve hakikati demektir.
Akıl da, muhtelif mânâlarda kullanılmakla beraber bizi ilgilendiren yalnız iki mânâsıdır.
1- Eşyanın hakikatim bilmekten ibaret olan akıldır ki, kalbde bulunan ilim sıfatından ibarettir.,
2- «Akıl» denmekle, ilimleri anlayan mânâsı murâd olunur ki; o zaman da, kalbin kendisi olur. Halbuki biz biliriz ki; her âlimin, bizatihi kendisi ile kadîm olduğu bir varlığı vardır. İlim, o varlığa giren bir vasıftır. Sıfat ise, mevsûfun aynısı değildir. Bazan akıl denir ve bununla bilen kimsenin vasfı murâd edilir. Bazan da akıl denilir ve idrâkin mahalli yani idrâk edenin kendisi kasdedilir. İşte Rasûl-ü Ekrem'in : Allah Teâlânm ilk yarattığı akıldır, buyurduğu akıl budur. Zîrâ ilim mânâsında olan akıl, a'râzdır. A'râz'ın bir mahalle ihtiyâcı olması ilk yaratılmasına ihtimâl bırakmaz. Mahallinin daha Önce ve hiç olmazsa kendisi ile birlikte yaratılması iktizâ eder. Aynı zamanda cevhersiz a'raz'a hitâb da mümkün değildir.78
«Sana rûhdan (İnsanın bedeninin kendisiyle canlı kaldığı ve bedeni yöneten rûhdan) sorarlar. De ki: Rûh Rabbımın emrindendir.» Yani maddesiz olarak meydana getirilmiş olan varlıklardandır. Cesedinin uzuvları gibi bir esâstan doğmamıştır. Veya rûh, Rabbımın emriyle var olmuştur. O'nun var etmesiyle meydana gelmiştir. Bu cevab ancak ruhun kadîm mi yoksa hadis mi, olduğu takdîrindeki suâlin cevabıdır. Ve denildi ki: Rûh, bilgisini Allah'ın kendi zâtına ayırdığı şeylerdendir. Rivayet edilir ki; yahûdıler Kureyş'lilere : Hz. Muham-med'e Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûhdan sorun, dediler. Eğer bunların hepsine cevab verir veya susarsa; o, peygamber değildir. Bir kısmına cevab verir bir kısmına cevab vermezse, o peygamberdir. Hz. Peygamber Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn hakkında açıklamalarda bulunmuş, rûh konusunu mübhem bırakmıştı. Bu konu Tevrat'ta da müb-hemdir. Denildi ki: Rûh, Cibril Aleyhisselâm'dır. Denildi ki: Rûh, meleklerden çok büyük bir yaratıktır. Denildi ki: Rûh, Kur'an'dır. Rabbımın emrindendir, sözü ise Rabbımın vahyindendir, demektir. Ve size bilgiden pek azı verilmiştir. Size verilen bilgiden ancak duyularınız vasıtasıyla yararlanırsınız. Zîrâ aklın nazarî bilgileri elde etmesi, ancak cüz'î ihsaslardan yararlanarak mümkün olur. Bunun için; hissini yitiren bilgisini de yitirmiştir, denmiştir. Bu sebeple duyularla kavranmayan ve durumları anlaşılmayan şeylerin çoğunu bilmek kendiliğinden mümkün değildir,. Bu da ruhun kendisini bilmenin imkânsız olduğunu, ancak arazlarıyla ona benzeyen şeylerden onu ayırmanın mümkün olduğunu gösterir. Bunun için Allah Teâlâ, soruya verilen cevabı kısa kesmiştir. Tıpkı Musa'nın; âlemlerin Rabbı da kim? sorusuna karşılık olarak, O'nun bazı sıfatlarını zikretmesinde olduğu gibi. Rivayet edilir ki; Hz. Peygamber onlara bunu söyleyince yahûdîler dediler ki: Biz bu hitabın içerisinde miyiz? Hz. Peygamber; evet siz ve biz, dedi. Onlar; ne garîb durumun var. Bir an diyorsun ki; kime hikmet verilmişse, ona hayırdan pek çok şey verilmiştir, bir an da diyorsun ki; size bilgiden pek azı verilmiştir. Bunun üzerine; «Yeryüzünde bulunan bütün ağaçlar kalem olsaydı Allah'ın kelimeleri tükenmezdi...» âyeti nazil oldu. Böyle demelerinin sebebi kötü anlayışlarıydı. Çünkü insanî hikmet, beşerî takatin elverdiği nisbette. hayrı ve hakikati öğrenmeyi gerektirir. Hattâ insanın bu dünyadaki hayatını ve öbür .dünyasını düzenleyen esâsları öğrenmeyi gerektirir. Ama insanın bu bilgileri, Allah Teâlâ'nın sonsuz bilgilerine nisbetle pek azdır. Bu az bilgiyle iki dünyanın iyiliklerini elde eder. İnsana nisbetle bu bilgi çoktur, ama Allah'a nisbetle azdır.79
«Rûh Rabbımın emrindendir.B Cumhur burada rûhdan maksadın, canlıda bulunan rûh olduğunu söylemiştir. Hz. Peygambere ruhun ha-kîkatı sorulduğunda, o; bunun Allah'ın emrinden bir emir olduğunu haber vermiştir. Yani bilgisini kendisine ayırdığı hususlardan, demektir. Ebu Hüreyre'den rivayet edilir ki; Hz. Peygamber, vefat ederken de rûh hakkında bir şey bilmiyordu. Eskiler de ruhun mâhiyetini idrâkten âciz kalmışlardır. Uzun yıllar ömürlerini rûh konusuna harcamışlardır. Buradaki hikmet, aklın; kendisine komşu olan bir yaratığı bilmekten ve idrâkten âci2 olmasıdır. Bu da gösteriyor ki akıl, yaratanını idrâkten daha çok âcizdir. Bunun içindir ki ruhun : Havaî, latîf bir cisimdir, canlının her parçasında vardır, şeklindeki tanım reddedilmiştir. Denildi ki: Rûh, büyük ve rûhânî yaratıktır, meleklerden daha büyüktür. İbn Abbâs'tan nakledilir ki; rûh, Cibril Aleyhissalâm-dır. Nitekim, «Onu Rûh el-Emîn senin kalbine indirmiştir.» (Şuarâ, 193,194) buyrulmuştur. Hasan el-Basrî'den nakledilir ki; rûh Kur'an'-dır. Onun delili de şu âyettir. «Böylece sana emrimizden bir rûh indirdik.» (Şûra, 52) Çünkü Kur'anla kalbler hayat bulur. Rabbımm emrindedir ta'bîri; onun vahyindendir ve kelâmındandır, beşer kelâmından değildir, demektir. Rivayet edilir ki; Yahudiler Kureyş'lilere haber gönderip Peygamber'e Ashâb-ı Kehf'i, Zülkarneyn'i ve ruhu sormalarını bildirdiler. Hepsine cevab verir veya hepsine cevab vermezse; peygamber değildir. Bir kısmına cevab verir bir kısmına cevab vermezse peygamberdir, dediler. Hz. Peygamber onlara iki hikâyeyi açıkladı ve ruhun durumunu nıübhem bıraktı. Bu Tevrat'ta da mübhem bırakılmıştır. Bunun üzerine onlar, sorduklarına pişman oldular. Denildi ki : Suâl, ruhun yaratılmış olup olmadığı konusundaydı. «Rabbımın em-rindendir.» kavli ruhun yaratılmış olduğuna delildir ve onlara bir cevap teşkil eder. «Size bilgiden ancak pek azı verilmiştir.» kavimdeki hitâb ise umûmîdir. Rasûlullah (s.a.) dan rivayet edilir ki; Hz. Peygamber yahûdîlere bunu söyleyince; onlar : Bu hitâb yalnız bize mi aittir, yoksa sende bizimle beraber ona muhâtab mısın? dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber; biz ve siz, demişti. Hepimize ilimden pek azı verilmiştir. Denildi ki: Bu hitâb, yalnızca yahûdîlere hâstır. Çünkü onlar dediler ki: Bize Tevrat verildi orda hikmet vardır, sen daha önce; kime hikmet verilmişse ona hayırdan pek çoğu verilmiştir, demiştin. Onlara denildi ki: Tevrat'ın bilgisi Allah'ın bilgisinin yanında pek azdır. Çünkü azlık ve çokluk İzafidir. Kula verilmiş olan hikmet, kendisi bakımından pek çok hayır ihtiva eder. Ancak Allah'ın bilgisi-"ne nisbet edildiği zaman bu, pek azdır.80
Denildi ki: Rûh, Kur'an'ın kendisidir. Çünkü Allah, ona «rûh» adım vermiştir ve kalblerin yaşaması ona bağlıdır. Denildi ki: Buradaki rûh, insanın yaşadığı ve tabiatına karışmış olan rûhdur. Bu, sözlerin en doğrusudur. Bir topluluk ruhun mâhiyeti hakkında konuştu.
Bir kısmı dediler ki; Rûh kandır. Görmez misin insan ölünce ondan yalnız kan çıkar. Bir topluluk; canlının nefesidir, dediler. Çünkü canlı nefesi tıkanınca ölür. Bir kısmı; rûh arazdır, dediler. Bir kısmı; rûh latîf bir cisimdir, insan onunla canlı olur, dediler. Denildi ki : Rûh; kendisinde aydınlık, güzellik, bilgi, yücelik ve bakanın birleştiği bir toplu mânâdır. Görmez misiniz rûh bulunduğu zaman, insan bütün bu niteliklerle nitelenmiş olur. Rûh gidince, onların hepsi de gider. Hikmet sahipleriyle sûfîlerin, ruhun mâhiyeti hakkındaki sözleri pek çoktur. Burası onların uzun uzadıya anlatılması gereken bir yer değildir. Sözlerin en doğrusu; ruhun bilgisinin Allah Azze ve Celle'ye havale edilmesidir. Ehl-i sünnet'in görüşü budur. Abdullah İbn Büreyde dedi ki: Allah Teâlâ rûh konusuna ne mukarreb bir meleği, ne de gönderilmiş bir peygamberi muttali' kılmamıştır. Çünkü âyette : «De ki: Rûh Rabbımm emrindendir.» buyuruluyor. Yani Rabbımın kendisine ayırdığı bilgilerdendir.81
Modern psikiyatrinin ruh ile ilgili görüşlerini ve tarihî gelişimini özetleyen A. Songar diyor ki:
Galenus ve Eflâtun zamanında bedende i'mâl edilen, fakat bedenden ayrı bir ruha inanılıyordu. Hazım kanalından giren gıdaların «ve-na portae» yoluyla karaciğere geçmesi neticesi burada «rûh» i'mal edilmekte idi. Bu rûh bütün venalarla vücûdu dolaşarak çeşitli bölgeleri besler, bir kısmı ise sağ ve sol kalbler arasındaki bölgeyi, septum'u aşarak sağ kalbden sol kalbe geçer, burada akciğerlerden gelen ma-teryel ile karışmak suretiyle bu tabiî rûhdan hayatî rûh meydana gelirdi. Tabiî ruhun arterler, kırmızı kan damarları içinde dolaştığı ve vücûdu ısıtmak gibi vital hizmetleri îfâ ettiği kabul ediliyordu.
İşte bu vital ruhun bir kısmı beyin kaidesine geçiyor, rete mira-bile (mucizevî ağ) adı verilen damar şebekesinde bir çeşit distillation'a, damıtılmaya tâbi tutuluyor, kafa kaidesinin deliklerinden gelen hava ile karıştıktan sonra «psişik pneuma» halinde beyin boşluklarında (ventriculus'larda) muhafaza ediliyordu. Kafatası açıldığı zaman müşahede edilen beyindeki nabız gibi atma hali de beynin, kafatasının müteaddid delikleri hâvî kaidesinden havayı çekebilmek için yaptığı aktif pompa hareketleri olarak tefsir ve telâkki edilmişti. Beyin boş-luklarındaki, ventriculus'lardaki bu psişik pneuma çevre sinirleri yoluyla duyu organlarına ve kaslara gönderilmekte ve bu suretle gerek hissî ve gerekse harekî fonksiyonlar îfâ edilmekte idi.
İskenderiye tababeti, Galen'in görüşlerine ilâveten, beyin boşluklarını, ventrikülleri önden arkaya doğru üç kısma ayırmıştır. Bu üç boşluklu beyin ruhun mabedi olarak telâkki ediliyor ve birincisine «vestibulum», ikincisine «consistorium», üçüncüsüne ise «apotheca» adı veriliyordu. İntibaları toplayan, duyu fonksiyonları ile ilgili önbe-ym birinci boşluğa, icra organı, motor fonksiyonları îfâ eden arka beyin ise üçüncü boşluğa tekabül ediyordu.
Gregor Reich, 1504 senesinde yaptığı bir diagramla gene üç vent-rikül göstermiş, ön ventrikülün ön kısmına koku, işitme, tad alma gibi duyumları, arka kısmına ise hayâl kurma diyebileceğimiz «phanta-sia» ve «imagination» melekelerini yerleştirmiştir. Ön ventrikülü orta ventriküle bağlayan bir kısım vardır ve orta ventrikülde de düşünce, muhakeme yer almıştır. Arka ventrikül ise bir «hafıza deposu» halindedir.
XIX. yüzyılın başlarında, 1805 de, Viyanalı Franz Joseph Gall'in müşâhadeleri ile başlayıp, 1901 -1907 seneleri arasında büyük nörofizyolog Sherrington'un «uyarılabüen beyin maddesi» ni keşfetmesi ile «ruhî fonksiyonlar» beyin boşluklarından kurtulup bizzat beyin maddesine oturtulmuş, böylelikle beyin de bir pompa, bir torba veya balon olmaktan kurtulmuştur.
Görülüyor ki, tâ Eflâtun devrinden ve İskenderiye tababetinden günümüze kadar gelen bir akım «soma» (beden) nın bir fonksiyonu olan tâli bir «psyche» (rûh) üzerinde durmuş ve müsbet ilimlerin, biyoloji ve psikoloji'nin normları içine giren, dolayısıyla «normal» sayılan birtakım fenomenleri inceliyegelmiştir.
Fakat, bu inceleme ve araştırmalar, insanların bazan bir çeşit sevgi, intuition veya hissetme ils, bazen de «anlaşılmaz olaylar» tarzında bizzat müşahede ederek gördüğü birtakım fenomenleri izah etmekten uzak kalmış, hattâ «paranormal» adını taktığı bu fenomenlere dokunmaktan dahî çekinmiş, çoğu zaman onları yok farzetmiş-tir. Ne çâre ki hâdiseler, gerçekler inâdçıdır ve arkamızı dönmekls yok olmazlar; aksine, kendilerini zorla kabul ettirirler. Bütün ilim adamlarına rağmen insanlar gene de en sevdikleri bir kimsenin bir anda ellerini dahî sürmekten çekinecekleri bir «cesed» haline gelmesine neyin sebep olduğunu, ondan neyin eksildiğini sormaktan geri durmamışlardır. Şurada veya burada bir kimse içine doğan bir şeyin sonradan gerçekleşiverdiğini, bir başkasının ne düşündüğünü veya ne yaptığını hissediverdiğini görmüş, bunun sebebini, mekanizmasını düşünmüş, ancak, devirlerinin «ilim adamlarının» arkasını döndükleri bu hâdiseler asırlar boyu birtakım sihirbazların elinde halkı istismar vâsıtası olarak kalmıştır.
Paranormal fenomenlere dâir ilk aklî ve ilmî izaha insanlığın görüp göreceği en yüksek zekâ'da, büyük İslâm Peygamberi Hazrati Mu-hammed'de rastlıyoruz. Ebu Cehil elins bir mikdâr ufak taş alır, avu-cunu kapatarak : Peygambersen avucumda ne kadar taş var bil, diye sorar. Aldığı, asırlar sonra değerinden hiç bir şey kaybetmeyen cevab : Evvelâ sen kendin say, ben de bileyim... Ve ilâve eder : Bu bir ilimdir, bu ilmi bilen herkes de bunu bilir... İstenen ve izah edilmek arzu bu-yurulan şey şu idi: Birisi bir hâdiseyi veya eşyayı bilirse bu bilgi onun zihninden başkasına aktarılabilir. Bu, telepati'nin bugün, materyalist veya ruha inanan bütün çevrelerce kabul edilen bir izah şeklidir.
İslâm âlemi büyük mistiklerin menkıbeleri ile doludur. Buna karşılık engizisyonun karanlığından ve zulmünden kurtulmaya çalışan Batı dünyasında Rönesans ile birlikte bu konunun önemli temsilcilere kavuştuğunu görüyoruz. Meselâ İtalya'da Campanella, başka insanların fikirlerini hava vasıtasıyla idrâk eden süje'lerden bahsetmektedir. Occultisme (gizli ilimler) adı altında toplanan ve hâlâ sihirbazların inhisarında olan paranormal fenomenler XVIII. asırda Mesmer'-in kurduğu magnetisme animale okulu ile derli toplu bir hal almış, o zamana kadar dinî ve mistik yollarla, çok defa kendiliğinden zuhur eden fenomenler ilk defa tecrübî olarak elde edilir ve incelenir olmuştur. Böylece, Mesmer ve arkadaşları ve uyurgezerliğin kâşifi Puy-segur, Parapsikoloji'nin temellerini atmışlardır. Manyetizmanın ilim çevrelerine kabul ettirilmesi için yapılan çeşitli mücâdelelerle hemen hemen bir asır bir zaman geçmiş ve nihayet İskoç hekimi Braid'in uykuyu manyetizörlerden farklı bir yolla elde ederek hipnotizmayı keşfetmesi, bu metodu ilim çevrelerine de kabul ettirmeye yol açmıştır.
XIX. asrın ortalarında Amrika'dan Avrupa'ya- yeni bir akım sirayet eder : ispritizma. New York'da, Hydesville'de, çocuk denecek yaşta iki genç kız, Fox hemşireler bu akımın yaratıcısı oldular. Dönen masalar, celseler esnasında beliren darbelerle rûhlann konuşması, birçok medyumluk iddiaları XIX. yüzyılı hayli meşgul etmişti. Nihayet 1882 de İngiltere'de bu mevzu üzerinde çalışmak gayesiyle «Society for Psychical Research» (SPR) isimli bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyetin kuruluşu parapsikoloji için bir dönüm noktası oldu. Devrin birçok tanınmış ilim adamı bu cemiyetle ilgilendi. Hattâ büyük psikolog Bergson, bir süre SPR'e başkanlık bile yapmıştır. Bir taraftan hipnoz ilim çevrelerince kabule mazhar olur ve Charcot, Bernheim, Babinski gibi büyük hekimler hipnozu bir metod olarak kullanmaya başlarken, hipnoz zemininde tezahür eden clairvoyance, telepati gibi tezahürler pek ihtiyatla karşılanıyor, hattâ positivizm ve materyalizm baskısı altında red dahi ediliyordu. Psikoloji, bu ilk gelişme devrelerinde paranormal fenomenlere tamamen arkasını döndü. Hele Freud psikanalizi, hipnozu da sahneden uzaklaştırınca parapsikoloji konularına karşı ilim adamlarının dikkati büsbütün yok oldu,
Duke Üniversitesi profesörlerinden Rhine'ın istatistik metodları-nı geliştirerek paranormal hâdiseleri normal, yani medyum diye şöhret yapmamış kimseler üzerinde incelemesinden sonra yeni bir çığır açıldı. Bugün dünyanın dört tarafında gerek üniversiteler, gerekse üniversite dışında inanılır, itimâd edilir, ilmî haysiyeti olan kişilerin kurduğu topluluklar, araştırma cemiyetleri, parapsikoloji ile yakından meşgul olmaktadırlar. Birçok üniversitelerde, parapsikoloji konularında doktora tezleri kabul ve teşvik edilmektedir.
Parapsikoloji bu gelişmeler içinde iken, kendisine karşı ortaya atılan birçok ciddî kritiklere de cevap vermek durumunda idi Bunlan şöyle toparlayabiliriz :
- Farapsikolojik fenomenler diğer ilmî fenomenlerle aynı sınıfa sokulamadıklan gibi, bilinen tabiat kanunlarının esâslarına uygun olarak izah da edilemezler; hattâ bu kanunlar paranormal fenomenlerin mevcudiyeti iddialarını dahî nakzederler.
Bu itiraz bütün hâdiselerin, vâkıların tanındığı, tekmil tabîat kanunlarının bilindiği noktasından hareket etmekle esasen sakattır. Fizik kanunlarının mâhiyetlerini tanırsak onlara isnâd edilen «değişmezlik» den çok uzak olduklarını hemen görürüz. Aslında bu kanunlar müşahede edilen. bazı vakıalardan çıkarılan neticelerin teşmilinden ibarettirler ve bu görüşle, birer istatistik sonuç olmaktan ileri gidemezler. Bu çeşit genellemelerin matematik kanunlannda dahî her zaman geçerli olmadığını, bir hududa kadar carî olan bir kanuniyetin o noktadan itibaren ortadan kalktığını şu misâlle gösterebiliriz : Matematikte, kendisinden başka bir sayıya tâm olarak bölünemiyen sayılara «asal sayı» dendiği ma'lûmdur. Bir milyara kadar olan bütün asal sayılar bilindiği halde, dâima asal sayı veren bir formül bulma gayretleri bu-'güne kadar neticesiz kalmıştır. (N2 — n + 41 = asal sayı) formülü l'den 40'a kadar bütün sayılar için doğru netice vermiştir, (n) yerine l'den 40'a kadar hangi sayıyı koyarsak çıkacak olan sonuç kendinden başka hiç bir sayıya bölünemez. Ancak (n = 41) olduğunda artık asal sayı çıkmamaktadır, (n2 — 79 n + 1604 = asal sayı) formülü ise (n = 79) a" kadar geçerlidir. Görülüyor ki pozitif ilimlerde «tekten tüme gidiş» yani «genelleştirme» metodu ile kesin neticelere varılamamaktadır.
Belirsizlik prensibi ile bu-kanunların karşısına dikilmiş olan He-isenberg, «öyle bir noktaya varmış bulunuyoruz ki, hakikat bir duman halinde kayboluyor; madde parmaklarımızın arasında kayıyor.» demektedir. Kâinatın hesaplanan yoğunluğu 10—30 gr/cc dür. Yani, milyon kere yüz milyon kilometre küptük bir hacme ancak bir gram madde düşer, o da varsa!... Madde kendisine yaklaşıldıkça yok olmakta, elektron seviyesine inildiği zaman ise ortada bir enerji dalgasından başka bir şey kalmamaktadır. Bu ise fizikte bir dualizme, tıpkı biyolojideki rûh —beden ikilisi gibi bir madde— enerji ikilisine sebebiyet vermiştir. Artık fizikte zerreleri ve dalgalan hemzaman (senkron) olarak işe karıştırmak gerekmektedir. Şimdiye kadarki fizik kanunlarını alt üst eden bu görüşü müsbet ilim rahatlıkla kabul etmiş, fakat bunun biyolojideki mukabili diyebileceğimiz rûh - beden ikilemesine arkasını dönmüştür. Nasıl enerji maddenin bir mahsûlü değilse rûh da bedenin bir mahsûlü ve fonksiyonu olamaz.
İlim, bir fenomenin kimin tarafından, nerede ve ne zaman olursa olsun tekrarlanabilmesini ister. Paranormal fenomenlerin bu tarz tekrarlanabilmek imkânsızlığı bu fenomenleri ilmî tetkik dışında bırakmıştır. Halbuki, birtakım fizik hâdiseleri tekrârlayabilme imkânını bize veren, onlara âid dış şartlan ve kanuniyetleri tanımamız, tamamen bilmemizdir. Kaldı ki, aslında tekrârlanabilen hiç bir şey yoktur. Bir tecrübeyi tekrarlamaya giriştiğimiz anda onu müşahede eden bize, tecrübeciye kadar her şey ilk tecrübedeki halinde değildir. Zaman, dolayısıyla hâdiseler bir daha geri döndürülemeyecek surette akıp gitmektedir. İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed tarafından zabtı, tarihte bir defa olmuştur ve tekrarlanamaz; ama tarih bir ilim-se bu da ilmî bir vakıa ve bir gerçektir.
Bu tenkidlerden başka, meselâ bütün hâdiseleri duyularımıza inhisar ettiren ve bir «duyular dışı idrâk» i, bütün aksi delillere rağmen kabul etmeyen kimselere rastlarız. Röntgen veya ültraviyole şualarının mevcudiyetini, onların birtakım vâsıtalarla tesbîtinden önce birisi iddia etse idi, bu da parapsikolojinin bir bahsi olarak «ilim dışı» ilân edilmeyecek mi idi? Gene bu itirazlar arasında «dine itibâr kazandıran yeni bir çığırın açılması» korkusu da yatmaktadır. Hiç korkmasınlar. Zâten modern fizik, kâinatın mekanik telâkkisini çoktan yıkmıştır. Maddelerin birbirini çekmesini izah için hiç bir mantıkî delil yokken, sâdece «eşyanın tabiatından» olarak peşinen kabul edilen bu çekim kuvvetinin bir an için aradan çıktığını tasavvur edersek, o anda bütün gezegenler, bütün yıldızlar dağılırken bütün atomlarda elektronlar ve çekirdek birbirinden kopacak, dünya atmosferini tutamaz olacak, dağ, taş, deniz, her şey savrulacaktır. Diğer taraftan, bu çekim kuvveti ile yıldızların Samanyolu merkezine, gezegenler ve dünyanın güneş merkezine, elektronların çekirdeğe düşmesine mâni olan şey, dönme hareketlerinden doğan santrifüj (merkezkaç) kuvvettir. Bu da, «isbât ihtiyâcı olmayan bir vakıa» olarak kabul edilir. Ama bütün bu dönen kâinata ilk hareketi veren ve devam ettiren kuvvet çekildiği gün, zerreler birbirine doğru koşacaklardır. Artık dağılma bitecek, dönüş başlayacak, böylece elektron çekirdek üzerine düşerken dünya, ay, güneş, yıldızlar bir araya dürü-lecektir. Kur'an-ı Kerîm'de Allah şöyle buyuruyor : «O gün ki, Semâyı, kitablann sahifesini dürer gibi düreceğiz. İlk yaratışa başladığımız gibi, yine onu iade edeceğiz; üzerimize aldığımız bir vaaddır ki, muhakkak yapacağız» (Enbiyâ, 104)... Büyük fizikçi George Gamow bu iki ihtimâli şu sözlerle ifâde ediyor: «Biz içindeki her cismin pratik olarak bir nükleer bomba sayılabileceği bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü, bütün maddelerin atom çekirdekleri, ya parçalanıp dağılabilir, ya da birbirleriyle birleşip kaynaşabilir. Ve her iki halde de korkunç mikdârda enerji bir anda serbest kalır.»
Milâttan sonra 1432 senesinde, Batılı din adamları arasında atın ağzındaki dişlerin sayısı hakkında bir tartışma başlamıştı. Hararetli münâkaşalar 13 gün durmadan, şiddetle devam etti. Bütün eski kitaplar, kayıdlar karıştırıldı ve oralarda o zamana kadar hiç duyulmadık, harikulade allâmelikler gösterildi. 14 üncü günün başında, genç ve zekî bir rahip, kendisine de bir cümlecik söylemek için izin istedi; «Tartışmalardaki derin irfan ve ilmî hakikatleri bir tarafa bırakalım da bir at bulup ağzım açarak sayalım, bakalım kaç dişi varmış!...» Bunun üzerine din âlimlerinin yüksek vekarları fena halde incinmiş oldu, rahibe hücum ettiler, hattâ onu dövdüler ve bu küstahın şeytâna uyarak yaptığı, mukaddes olmayan bir yoldan hakikatin bulunabileceği teklifini şiddetle reddedip genç rahibi aralarından kovdular. Günlerce süren münâkaşalardan sonra hepsi ittifakla «târihî ve teolojik deliller bulunmadığı için atın ağzında kaç diş olduğunun asla bilinemeyeceği» ne karâr verdiler.
Pek yakın bir geçmişte, bir fizik âlimimiz, insanların aya gitmelerinin mümkün olamayacağını ilim yoluyla isbât ediyordu. İtiraz götürmez delilleri şunlardı:
1- Bir füzeyi yerden bir santim kaldırarak dengede tutabilmek için gerekli hesaplar, bilinen matematik usûlleri ile, senelerce çalışılsa bitirilemezdi. Füzeyi aya götürecek hesapların yapılmasına ise bütün insanlığın ömrü yetmeyecekti. Bugün elektronik hesap makineleri bu işi bir çırpıda halledivermiştir.
2- Belli bir hız aşılınca moleküller o hızla rezonans haline gelecek ve gerek füzenin, gerekse içindeki insanların maddeleri dağılacaktı. Dolayısıyla, böyle bir hıza insanın tahammülü imkânsızdı. Zamanın çürüttüğü bu çok akla yakın (!) delil ve iddia bir defa daha, buharlı tren ilk îcâd edildiği zamanlarda ortaya atılmıştı. Odun ateşi ile ısınan sudan elde edilen buharla işleyen o zamanın lokomotifleri insanın dayanabileceği tasavvur edilen azamî hızla (!) gidiyordu... Bugün ışık hızının limit sür'at olduğu teorisi dahi yıkılmış, pekâlâ ışıktan daha yüksek hızların kâinatta mevcûd olduğu kabul edilmeye başlanmıştır.
Parapsikolojik sayılan vakıalar da böylece yavaş yavaş kendilerini ciddî- ilim çevrelerine kabul ettirmeye ve karşılarındaki tenkid, inkâr ve özellikle taassup duvarlarını yıkmaya başlamışlardır. Tıpta ve bilhassa fizyolojide tecrübe usûlünün kurulmasına önderlik etmiş olan Claud Bernard, XIX. yüzyılın ortalarında şöyle sesleniyordu :
«İlim adamı, aramak keyfi için aramaz; hakikati, sâdece hakikati aramak için arar. İlim hiçbir şeyi yok etmez, dâima arar ve anlamadığı şeylere hiç şaşmaksızın, dimdik bakar. Bu şeyleri inkâr etmekle onları yok etmek mümkün değildir. İnkâr etmek, gözlerini kapayarak «ışık yoktur» demek gibidir. Böyle yapmak ise başını kuma sokarak tehlikeyi geçiştireceğini sanan deve kuşunun kuruntusuna benzer.»
Batı, hür düşüncenin yerleşmesi ve engizisyon devrinin artık çok gerilerde kalması ile bir taraftan positivizme ve diğer taraftan da bunun dışına çıkan ve «paranormal» denen hâdiseleri inceleyen her çeşit düşünce tarzına kapılarını açmış, hattâ bir yerde «sibernetik» bu ikisinin arasını bulma yolunda gayret eder dahi görünmüştür. Bugün, hiç değilse parapsikoloji ve paranormal fenomenlerin etüdü birçok ciddî üniversite ve ilim müessesesinde, yukarda da belirttiğimiz gibi, kendisine ma'kes bulmaktadır.
Hâdiseler artık inkâr edilebilir olmaktan çıkmıştır. Ancak tartışma, bunların izah tarzları ve sebepleri üzerindedir. Hâlâ rûh - beden münâkaşaları, monizm - düalizm çatışmaları devam edip gitmektedir.
Materyalist görüşten başka hiç bir düşünceye yer vermeyen sosyalist ülkeler de bu araştırmalardan kendilerini uzak tutamamışlardır. Muannid vakıalar orada da dikkatleri üzerine toplamış, mümkün mertebe materyalist izah tarzları içinde kalınmak suretiyle parapsikoloji çalışmaları yapılmaya başlanmış ve birçok kayda değer neticeye de varılmıştır.
Çok ilgi çekici sonuçlar veren bu çalışmalara kısaca bir göz atıp birkaç örnek vermek faydalı olacaktır.
Organizmayı psişik ve somatik fonksiyonları ile bir bütün olarak ele alan ve merkezî sinir sisteminin, bu bütünün faaliyetlerini düzenleyen en üst seviyelerinin çalışma kurallarını ortaya koyan «Şartlı Refleks Teorisi» nin kurucusu İ. P. Pavlov : «Milet'Ii Leucip-pus, asırlarca evvel, sebepsiz sonuç olmadığını, her şeyin mutlaka bir sebebinin bulunduğunu söylüyordu. Ama çağımızda bile, animal organizmada kendiliğinden faaliyete geçen birtakım kuvvetlerin var olduğundan bahsedilmesine şaşmamak mümkün mü?» sözleriyle biyolojide materyalizmin müdâfaasını yapıyordu. Pavlov'a ve refleksolog-lara göre insan, düğmelerinin arasındaki irtibâtlan henüz bağlanmamış bir işaret tablosu veya sayfaları henüz boş bir defter gibi dünyaya gelir. Birtakım şartlanmalar, dış dünyadan alınan stimuluslar bu işaret tablosunda gerekli bağlantıları yapar, defterin sayfalarını yazılarla doldurur ve böylece insanın ruhî hayatı, davranışları, dış ortamdan gelen mesajlara karşı reaksiyon örnekleri şekillenir. Bu tablonun bağlantılarına veya defterdeki yazılan ise, belli şartlar altında ve uygun birtakım metodlarla, her zaman değiştirmek, yenilemek, kısacası, bir insanı programlamak mümkündür.
Böylece, katı bir materyalizmin dar çerçevesi içine sıkışıp kalmış olan Sovyetler Birliği'nde on sene kadar önce, Stalin devrinde, her türlü paranormal fenomene âit araştırma yapmak yasak, adetâ tabu idi. Sovyet parapsikoloj isinin liderlerinden olan Edward Nau-mov bu perdeyi aralamış, bütün Sovyetler Birliğini dolaşarak dört yüz altmış konferans vermiş ve bundan sonra birçok ilim adamının bu işe girdiği görülmüştür. Şurasına da hemen işaret edelim ki, bunlar süpernormal veya paranormal olayları bizim anladığımız çizgide görmemekte ve bütün bu hâdiseleri, telepatiyi, kehânetleri, psikoki-nezileri, zihin kanunları ile izah ve isbâta çalışmaktadırlar.
1966 senesinde Kari Nikolaiev'in Moskova ile Sibirya arasındaki telepati tecrübelerinin, başarı ile sonuçlanmasından sonradır ki Sovyet halkı, «psi» den söz edildiğini duymaya başlamıştır.
1969 senesinde Nautilus, kutupları kaplayan kalın buz tabakasının altından geçer ve Amerikalıların bu seyahat sırasında başarılı telepati denemeleri yaptıkları haberi, bir Fransız gazetesinin manşetlerinden bütün dünyaya yayılır. Fizyolog Dr. Leonid Vasiliev 1960 da, radyonun îcâdını anmak üzere toplanmış olan ve bir burjuva uydurması saydıkları «mental radyo» dan bahsedilmesini hiç beklemeyen Sovyet ilim adamlarına karşı birtakım açıklamalarda bulunur.
Bu konuşmasında Vasiliev, Stalin rejimi altında bugüne kadar pek çok araştırma yaptıklarını fakat bunlardan hiç birini yayınlaya-madıklannı açıklar. «Bugün Amerikan bahriyesi atomik denizaltıları Nautilus'da telepati denemeleri yapmaktadır» diyen Dr. Vasiliev, Leningrad Üniversitesi Fizyoloji Kürsüsü Profesörü, Sovyet Tıp Akademisi Muhabir Azası, Lenin mükâfatı hâmilidir. Bütün bu sıfatlarıyla Sovyet hiyerarşisi içinde son derece sayılan bir kişi olduğu için sözleri üzerinde ciddiyetle durmak gerekir ve bu konuşmalar ilgili makamların dikkatini çeker. Nautilus'da tecrübeler yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır, bu hiç bir zaman açıklanmamış, ve. derin bir esrar perdesi arkasında kalmıştır ama, «duyular dışı idrâk'in altında yatan enerjinin keşfi, atom enerjisinin keşfi ile aynı değerdedir» diyen Vasiliev, o sene Leningard Üniversitesinde kurulan Parap-sikoloji Enstitüsünün başına geçer. Bu enstitü, Hollanda'da devletin desteklediği ve yıllardır var olan «Psi Enstitüsü» dikkate alınmazsa, doğrudan doğruya devlete dayalı dünyanın ilk ve tek parapsikoloji laboratuarıdır. Bugün artık SSCB'de 20'den fazla, paranormal fenomenleri etüd için kurulmuş enstitü mevcûd olup, bunların 1967 yılı bütçelerinin 12 - 20 milyon ruble (21 milyon Amerikan doları) olduğu tahmîn edilmektedir.
Naumov telepati hakkında şöyle demişti: «Telepati, insanların arasında dâima mevcûddur. Muhtemelen biz telepati yoluyla bir grubun içindekilerinin düşüncelerinden haberdâr oluyoruz. Bu görüş, bir kimseyi birdenbire sevmemizi ve sevmememizi izah eder. İlim adamlarımız, duyular dışı idrâk hâdisesini objektif olarak etüd etmeye ve ölçmeye çalışmaktadırlar.»
19 Nisan 1966 da Novosibirsk'e inen bir uçakdan Moskova'nın. meşhur gazetecisi, tanınmış aktör Kari Nikolaiev çıkıyordu. Novosi-birsk'de Sovyetler, ilim adamlan için bir şehir inşâ etmişlerdi: Aka-demgorodok (ilim şehri). Burada yaşıyanlarm yaş ortalaması 30, zekâ bölümleri (İ. Q) ise 130'un hayli üstünde idi. «Büyük Moskova-Sibirya telepati denemesi» ni gerçekleştirmek üzere buraya gelmiş olan Nikolaiev, ilmî şüpheciliğin bütün kaidelerine riâyet ederek bir denemeye girişmişti. Kendisi devamlı olarak, fevkalâde şüpheci üç ilim adamının kontrolü altında bulunuyordu. Sibirya'da hemen hemen vakit gece yarısı iken Nikolaiev, tâm bir gevşeme ve rahatlık içine girmeye gayret etmekte idi.
Yüzlerce kilometre uzakta, Moskova'da, Kremlin'in saatleri sekizi vurdu. Bu sırada, bir biyofizikçi olan Kamenski'ye bilim adamlarından kurulu bir heyet, mühürlü bir paket verdi ve etraftan tamamen tecrid edilmiş olan odasını kapayarak Kamenski'yi yalnız bıraktı.
Kamenski pakette ne olduğunu ve telepati yoluyla Nikolaiev'e ne göndermesi istendiğini bilmiyordu. Sâdece bildiği, t komitenin kendisine birbirinden ayrı altı objeyi verdiği idi. Bundan sonrasını Kamenski'-nin ağzından dinleyelim :
«Bana verdikleri birinci pakette sekiz halkası olan bir metal yay vardı. Yayı elime aldım, halkaların üzerinde parmaklarımı dolaştırdım. Böylece hem temas ve hem de görme intihalarını almaya çalışıyordum, Aynı anda Nikolaiev'in yüzünü gözümün önüne getirmeye çalıştım. Onu karşımda oturuyor tahayyül ediyordum. Sonra pers-pektivi değiştirdim ve yay'a, Karl'ın omuzun üstünden bakıyormuş gibi bakmaya başladım. Nihayet spiral'i onun gözleriyle görmeye ça-. lıştım.»
1.860 mü ötede Nikolaiev çok gergindi. Görgü şâhidlerinin ifâdelerine göre elleri ile sanki yalnız kendi gördüğü bir şeyi yakalıyor gibi idi. Şunları yazmıştı: «Yuvarlak... Metalik... parlak... çentikli, girintili çıkıntılı, bir bobin gibi...»
Kamenski siyah, plâstik saplı bir tornavidaya dikkatini topladığı zaman Nikolaiev şöyle yazmıştı : «Uzun ve ince... metal... plâstik... siyah...»
Kamenski, herkesin telepatik mesajları gönderme ve alma kabiliyeti olduğunu, fakat bunun da diğer kabiliyetler gibi çalışmaya ve geliştirilmeye muhtaç bulunduğunu söylemişti. Tabiî, bazı kimseler bu hususta diğerlerinden daha kabiliyetli oluyorlardı.
19 - 27 Nisan târihleri arasında dört gece Nikolaiev, Moskova'da muhtelif şahıslarla telepati yoluyla rezonans haline gelmeye çalıştı. Bazan telepatik mesajları gönderenlerin o anda düştükleri tereddütler, «acaba şu mesajı mı, bu mesajı mı göndereyim» tarzındaki kararsızlıklar aynı şekilde alıcıda da kararsızlıklara sebep oluyordu. Bu hususta Sovyet parapsikologları şu teoriyi ileri sürmüşlerdir : Yetişmiş bir gönderici, telepati denemelerinde, kabiliyetli bir alıcı kadar önemlidir. Eğer göndericinin düşünceleri net değilse alıcıda teşekkül eden imajlar da bulanık olmaktadır. Nikolaiev*in tecrübelerinden sonra Victor Popovkin, Komsomolskaya Pravda gazetesinde «Sovyet bilim adamlarının, herkesde telepatik bir kabiliyetin bulunduğu, bunun ancak derecesinin şahıstan şahısa değişebileceği ve çalışma ile geliştirilmesinin mümkün olduğu tarzındaki kanâatlarına iştirak ettiğini» yazmıştır. Aynı gazetede matematikçi ve sibernetik âlimi Dr. Kogan, «parapsikolojinin, şimdilik ne kadar esrarlı olursa olsun, bir bilim dalı olarak kabulünün zarurî olduğunu» yazmaktadır. Psiki-yatrist Prof. Lazan Soukarebsky, Moskova Pravda'da yazdığı bir yazıda şöyle demektedir : «Nikolaiev'in telepati demonstrasyonları, insanın bilinmeyen kabiliyet ve imkânları noktasından büyük önem taşımaktadır. Belki de bugün için ilmen bilinmeyen yeni bir duyu, bahis konusudur. 'Telepatiye inanırım1 veya 'telepatiye inanmam' diyenlere şunu hatırlatmak isterim ki, inanıp inanmamak meseleye bir ilmî çözüm getirmez. Bu hususun ilmî metodlarla arattırılması gerekir.»
Zamanla Nikolaiev'e karşı çeşitli çevrelerin reaksiyonları başladı. Siyasî taassub bir kerre daha gerçekleri perdelemeye çalışıyordu. Sovyet komiserleri «Rusya'da bir rûhçunun bulunamayacağını» beyân ederken ateistler, çeşitli ilim teşekkülleri Nikolaiev ile mücâdeleye başladılar. Mesele hep o güne kadar bilinenlerin dar çerçevesi içine sığdırılmak isteniyordu. Dr. Alexander Kitaigorodsky, Literary Gazete'-de «Telepati diye bir şey mevcûd olamaz» diyor ve şöyle devam ediyordu : «Beyinden beyine imajların intikâli için bir çeşit elektromanyetik dalgaya ihtiyâç vardır. Böyle bir dalgayı bulamadığımıza göre telepati de vârid olamaz...» Bu çocukça mantık, insanlık târihi boyunca işlemiş, «dünya dönüyor» diyen Galilee'yi mahkûm etmiş, elektromanyetik dalgalardan bahseden Marconi'yi ise İtalya'dan ingiltere'ye hicrete mecbur kılmıştı. Edison'un ilk okuldan kovulmasının sebeplerinden biri öğretmenine «bulutlar neye yarar, nebatlar neden yeşildir?» diye sorması değil mi idi?... Elbette bir çeşit elektromanyetik dalga ararsak bunu beyinde bulamayacaktık. Beyin hücrelerin-deki mikrovolt mertebesinde ve 9-12/sec. gibi düşük frekanslı titreşimler bir elektromanyetik dalganın intişârı için hiçbir zaman kifâyetli olamayacaktı. Ama beynin kabiliyetleri, sâdece madde içinde kalınsa dahi, bundan mı ibaretti? Grey Walter, «Yaşayan Beyin» (The Living Brain) isimli eserinde, beynin pek basit bazı kabiliyetlerine sahip bir modelin en azından 40.000 metreküp yer işgal edeceğini ve bu sistemi işletmek için asgarî 1.000.000 kilovatlık elektrik enerjisine ihtiyâç olduğunu, halbuki insan beyninin bundan çok komplike işleri yaparken sâdece 25 Watt'lık bir takat sarfettiğini ve tabiatıyla, insanın kafası içine de sığışabildiğim kaydetmektedir. Buharlı trenin ilk servise konulduğu zaman ilim adamlarının, bunun «insanın varabildiği» son sür'at hududu olduğunu, pek yakın bir târihte de insanların aya gitmesinin mümkün olamayacağının ilmen isbât edildiğini (!) yazımızın başında anlatmıştık.
Görülüyor ki, ilimde taassuba yer yoktur ve insan beyninin kabiliyetleri de, o beyin maddesinin içinde kalındığı takdirde dahi, bugün bildiğimizin ve tasavvur ettiğimizin çok üstündedir. «Beyin maddesine bağlı kalındığı takdirde dahi» dedim, zîrâ metod ve temel inanış bakımından materyalizmin dışına çıktığımız zaman Sovyetlerdeki pa-rapsikoloji çalışmalarını ve vardıkları sonuçlan değerlendirmeye imkân olamayacaktır. Varılan katı ilmî gerçekler, materyalizm çerçevesi içinde dahi reddi mümkün olmayan şeylerdir.
Yeni bir serî tecrübenin çerçevesi içine Leningrad Üniversitesi İş Fizyolojisi Laboratuarında elektrofizyolog olan Dr. Lutsia Pavlova ve mesâi arkadaşı, matematikçi Dr. Genady Sergeyev katılmışlardır. Ni-kolaiev, bütün biyolojik fonksiyonlarını kaydeden birtakım cihazlardan gelen tellerle, elektrodlarla bağlanmış bir şekilde, tamamen tec-rid edilmiş ve dışarıdan hiç bir şeyi içeriye geçirmeyen bir odada oturmaktadır. Laboratuarın diğer bir odasında Dr. Pavlova ve Sergeyev, Nikolaiev'den gelen tellerin getirdiği bilgileri kaydeden cihazın başındadırlar. Gevşek ve rahat bir pozisyonda bulunan Nikolaiev'in beyin hücreleri «alfa ritmi» dediğimiz, saniyede 9-12 frekanslı istirahat faaliyetini neşretmekte ve bu, elektroansefalogramda kaydedilmektedir. Leningrad'dan çok uzakta Moskova'da, gene dışarıdan tecrid edilmiş bir odada oturan Kamenski telepatik neşriyatına başladığı anda, birdenbire, Nikolaiev'in beyin dalgalarının değiştiği, «istirahat ritmi» nin yerini bir «uyanma ritmi» nin aldığı görülür. Bu hâdiseyi, telepati yolu ile Nikolaiev'in beyninin uyandırılması olayını Dr. Pavlova ve Sergeyev'in âletleri kaydetmiştir. Artık mesele kâğıda geçmiş, is-bât edilmiş bulunmaktadır. Bunu ta'kîben birçok araştırıcının sayısız telepati tecrübeleri dikkati çeker.
1940 senelerinde idi... Telepatist Wolf Messing'in gösteri yaptığı bir tiyatroda birdenbire sahneye yeşil üniformalı iki Sovyet polisi girerek seyircilerden özür dileyip gösterilerin son., bulduğunu söylediler ve hiç bir itiraza mahal bırakmadan Messing'i bir otomobile bindirerek meçhul bir istikâmete hareket ettiler. O târihlerde Sovyetler Bir-liği'nde bir şahsın gizli polisçe tevkif edilip sorgusuz sualsiz götürülmesi ve bir daha kendisinden haber alınamaması olağan hâdiselerdendi. Kimse buna da fazla şaşmadı. Sâdece Messing telâşa düşmüş, (totel hesabımı kim Ödeyecek?)) diye polislere soruyordu. Bilmediği bir yere vardılar; otel gibi bir binaya girip bir odaya sokulan Messing karşısında bıyıklı bir adam buldu, bu Stalin'den başkası değildi... Stalin ona, Polonya'da neler olup bittiğini, Polonya'lı liderlerin plânlarının neler olduğunu soruyordu. Messing, alelade bir kimse değildi. Bütün dünyayı gezmiş, Einstein, Freud ve Gandhi gibi kimselerce denemeye tâbi tutulmuş ve Hitler tarafından başına 200.000 Mark konulmuş bir kabiliyetti. Yaptığı işe Stalin'i inandırmak için şöyle bir denemeye girişti: Moskova'da bir bankaya girerek veznedara bir okul defterinden yırtılmış boş bir kâğıt parçasını uzattı. Bu sırada zihninden veznedara kendisine 100.000 Ruble vermesi için mesajlar göndermekte idi. Veznedar beyaz kâğıda baktı, hiç tereddüt etmeden kasayı açtı ve içinden bu muazzam serveti çıkararak Messing'e teslim etti. 'Messing parayı elindeki çantaya koyup bankadan ayrıldı ve Sta-lin'in ta'yin ettiği iki müşahide paraları getirdi. Başarı kesindi, artık paranın bankaya iadesi gerekiyordu. Paralan alan veznedar şaşırarak bir paralara bir de çekmecesindeki beyaz, değersiz kâğıt parçasına bakınca bir kalb krizi geçirerek bankanın döşemelerine yığılıp kaldı. Netîcede veznedarın ölmediğini Messing şükranla kaydetmektedir. Messing, Stalin tarafından Kremlin'de bir odaya kapatılmış ve üç kademe muhafızla çevrilmişken telepatik emirlerle bütün kapıları kendisine açtırmış, serbestçe dışarıya çıkmış ve tekrar dönüp gelmiştir. Bir gün Stalin'in özel ikametgâhına, bütün nöbetçilere telepati yolu ile kendisinin «Beria olduğunu» telkin ederek serbestçe girmiş, nöbetçiler tarafından , saygı ile selâmlanmış ve birdenbire Stalin'in karşısına çıkmıştı.
1937 de Varşova'da bir tiyatro sahnesinden halka hitaben «Hit-ler doğuya döndüğü zaman ölecektir» diye kehânette bulunan Mes-sing, Polonya'nın 1930 Eylülünde Hitler orduları tarafından işgalinden sonra ot yüklü bir vagon içinde gizlice Sovyet Rusya'ya geçmiş ve bir Sovyet vatandaşı olarak yaşamıştı. Stalin'e kabiliyetini isbât ettikten sonra bütün Sovyetler Birliği içinde serbestçe seyahat hakkı tanınmış, hayatı «Bilim ve Din» isimli resmî dergide yayınlanmıştı. Bütün mistik fikirlere olduğu gibi, Messing'in kehânetine de son derecede önem veren Hitler onun başına 200.000 Mark mükâfat koymuştu.
Yale Üniversitesinde Nöroanatomi Profesörü olan Dr. Harold Burr, 1935 de, bütün canlı yapıların bir elektrodinamik saha tarafından çevrildiğini ve kontrol edildiğini ileri sürmüştür. Bu enerji, bütün vücûdu bir 2arf gibi çevreler ve dokulardaki yenilenmeler bu kuvvetin kontrolü altında cereyan ettiği için yeni meydana gelen dokular organizmanın kendi ölçülerine uygun teşekkül eder. Gene Yale'-den nöropsikiyatr Leonard Ravitz, zihnin bu elektrodinamik sahaya te'sîr edebileceğini bulmuştur.
Leningrad'dan Dr. Sergeiev, bu elektrodinamik kuvvet sahasının psikokinezis veya telekinezi adını verdiğimiz, zihnin madde üzerindeki 'te'sîrinde rolü olup olamayacağını araştırmaya girdi. Bu araştırmalar ilk meyvesini, beden etrafındaki elektrostatik ve manyetik sâ-hanın, herhangi bir direkt temas olmaksızın, insan vücûdundan 5 metre kadar mesafeden kaydedilme imkânını veren bir dedektörün keşfi ile verdi. Bu dedektörler, uzaktan maddeleri hareket ettirebilen ve başarılı telekinezi tecrübeleri yapan Mikhailova'nm vücûd çevresindeki kuvvet sahasını ölçmek için kullanıldı. Tecrübeye başlandığı zaman bu kuvvet sahasının nabız gibi atmaya başladığı, bir çeşit pulsation gösterdiği, sonra da bakışlar istikâmetinde teksif olduğunu ortaya koymuştur. Sergeiev'e göre bu kuvvet sahası titreşimleri, manyetik dalgalar gibi te'sîr etmekte ve manyetik olmayan eşyayı dahi çekip itebilmekte, dolayısıyla uzaktan hareket ettirebilmektedir.
Sovyet uzak çalışmalarının babası sayılan K. E. Tsiolkovsky, 1930 larda, «gelecekteki uzay uçuşlarında telepatik kabiliyetlerin zaruri olduğunu» söylemişti. 1967 de Rusya'da, «Denizcilik Haberleri» dergisinde yayınlanan bir raporda şöyle yazılıyordu: «Dünya çevresinde yörüngeye giren kozmonotlar, dünya yüzündeki kimselerden çok daha kolay telepatik irtibata girmektedirler. Kozmonotların yetiştirilmesinde bir «psi-geliştirme» sistemi de bulunmaktadır. Bu suretle uzayın tehlikelerinden korunmanın mümkün olacağını umarız...»
Parapsikologlar daha da ileri giderek telepati yolu ile, galaksideki başka medeniyetlerle temas kurmanın dahi mümkün olacağını söylemektedirler. Uçan dairelere âit birtakım spekülâsyonlar ve birbirini kovalayan telepati tecrübelerinden sonra başka bir ilgi çekici olaya, bir «reinkarnasyon» iddiasına göz atalım.
Yakın zamanlarda, Moskova'da bir resim atelyesinde, bir stüdyoda öğrenciler, karşılarındaki model genç kızın resmini yapmaya çalışmaktadırlar. Bu sırada Öğretmenleri Dr. Vladimir Raikov, bir ziyaretçisi ile birlikte stüdyoya girer. Öğrencilerini bu ziyaretçiye tanıştıran Dr. Raikov'un önünde genç ziyaretçi, tanıtma sırası kendine gelince elini uzatır ve «Ben Urbino'lu Rafael» diye kendisini takdim eder. Kendisine, «Acaba hangi senede bulunduğumuzu söyler misiniz?» diye sorulduğunda «Elbette... tabiî... 15Ö5 senesindeyiz» diye ce-vab vermişti. Kendisine gösterilen bir fotoğraf makinesini tanımamış, «hayatımda böyle bir şey görmedim» demiştir. Bu ve buna benzer «reinkarnasyon» denemeleri ile fizik talebesi ve san'atla hiç ilgisi olmayan bir genç kıza resimler çizdirilmiş, bilâhare bu genç kız beş dersten sonra bir ressam olmuştur. Sovyet parapsikologları bu reinkarnasyon hâdisesinin, trans halinde iken, esasen mevcûd birtakım kabiliyetlerin geliştirilmesinden ibaret olduğunu, dışarıdan bir şey katılmadığını söylemektedirler.
1960 yılının başlarında, Ural dağlarında, 300.000 nüfuslu Nizhny Tagil şehrinde Rosa Kuleshova adında kendi halinde, mütevazı' bir kadın yaşamakta idi. Ailesinin birçok ferdi kör olan Rosa, körlere mahsûs Braille alfabesini öğrenmişti. 1962 ilk baharında Rosa, Dr. Josif M. Goldberg'a, parmakları ile görebildiğini söylemişti. Gözleri dikkatle kapatılan Rosa sağ elinin üçüncü ve dördüncü parmaklarını gazetelerin, mecmuaların, kitapların üzerinde gezdiriyor, kırmızı, açık mavi, turuncu diye renkleri sayıyor ve gözleri ile olduğu kadar kolaylıkla okuyabiliyordu. «İlk defa parmaklarımla görebildiğimi keşfettiğim zaman bunun okulda, imtihan sırasında cebimdeki kâğıtları, elimi cebime sokarak okumak imkânım vereceği için fevkalâde bir şey olduğunu hissetmiştim» diyen Rosa'nın ellerinde görünüşe göre bir hususiyet bulunmuyordu; elleri herkesin elleri gibi idi. Bir nöro-patolog olan Goldberg, Rosa'yı defalarca etüd etmiş, nihayet 1962 senesi sonlarında Nizhy TagiTde, Psikoloji Cemiyetinin toplantısına takdim etmiştir. Toplantıya gözleri bağlı olarak getirilen Rosa, hattâ bir fotoğrafa parmakları ile «bakarak» oradaki şahsı ta'rîf etmiş, bütün bunları nasıl yapabildiği sorusuna da «son altı yıl içinde her gün saatlarca buna çalıştım» diye cevap vermiştir. Bu hâdiseye Fransızlar «paraoptik kabiliyet», Amerikalılar ise «eyeless sight» veya «dermo-cptics» adını vermektedirler. Bu kâbliyeti taşıyan daha birçok süje etüd edilmiştir. Bugün Sovyet ilim adamlarını ilgilendiren husus, «gözsüz görme» nin halen bilinen ilmî prensiblerle izah edilebilmesinin mümkün olup olmadığı ve işin içinde henüz bilinmeyen birtakım prensibler mevcudiyeti ihtimâlidir. Birçok kör bu yolla görme duygusuna kavuşmuşlardır. Bu kabiliyete, Sovyetler Birliği'nde «bio -introscopy» adı verilmektedir.
Şimdi, Pavlov ile beraber biz de, «animal organizmada kendiliğinden faaliyete geçen birtakım kuvvetlerin var olduğundan bahsedil-mesine» şaşalım. Ne parapsikolojinin, ne de bizlerin böyle bir iddiamız yoktur. Aksine materyalistler, meseleyi beyin maddesi içinde düşünenler, o maddenin kendiliğinden harekete geçen kuvveti bizatihi temsil ettiğine inanırlar. Halbuki biz diyoruz ki, madde ne her şeyin başı, ne de sonudur ve «kendiliğinden harekete geçemez...» Onun idarecisi, primum movens'i vardır. İşte bizim anladığımız «rûh telâkkisi» burada, bir tıp dalı olarak incelenen «psikiyatri» den ve «psikoloji» den ayrılmaktadır. Bugün psikolojinin normal halini, psikiyatrinin de hastalıklarını tedkîk ettiği «rûh», beynin, sinir sisteminin bir fonksiyonundan başka bir şey değildir. Müsbet ilim, kendi metodları ve hudutlan ile birlikte orada durur. Beynin üstünde ise, onu idare eden ve gerek Milet'li Leucippus'un söylediği gibi, ruhî faaliyetlerimizin sebebi olan, gerekse Pavlov'un dediği gibi, «beynin kendiliğinden harekete geçmesini kabule mâni teşkil eden» bir «idare edici», «hükmedici» kuvvet vardır. Beyin onun âleti, psikiyatri ve psikolojinin etüd ettiği «ruhî faaliyetler» ise onun fonksiyonudur. Bütün karışıklıklar, her ikisi için de «rûh» diye tek bir isim kullanmakdan doğuyor. Beynin bir fonksiyonu olan «rûh» yerine meselâ «akıl», «zihin» veya, A, B, diye herhangi bir isim bulsak mesele kokundan hallolur. Rûh'un âleti beyindir ve bu âletin bozuklukları ile akıl hastalıkları meydana gelir. Elbette ki âlet işler el Öğünür ve rûh bedene bağlı kaldıkça onun bütün gösterileri de beynin mükemmelliği ile sınırlıdır.
Akıl veya ruhî fonksiyonlar, onun gerisinde beyin, onun üstünde muharrik kuvvet olan rûh... Bu zinciri buradan Öteye inanışlarımız ve idrâkimiz götürür.
Nefis kavramını da şöyle açıklıyor :
İşte çocuk, doğduktan yetişkin insan haline gelinceye kadarki terbiye edilme, eğitilip öğretilme devresinde bilhassa bu baskılarla karşılaşır. Arzu ve temayüllerini, içgüdülerini istediği gibi doyuramayacağını bu devrede öğrenir ve bu doyurulmamış arzular, istekler «alt şuur» dediğimiz, dışardan müşahede edilen «şuur sathı» nın derinliklerine itilir. Şuûr'u bir okyanusun sathına benzetirsek, onun derinliklerindeki yosunlardan, çakıl taşlarından çeşit çeşit balıklara kadar kaynaşıp duran fakat dışardan 'görülemeyen bir dünya da alt şuûr'u temsil eder. Alt şuurdaki bu itilmiş, hâtıra ve istekler orada, bütün enerjilerini ve teessürî yüklerini de taşıyarak canlı bir halde muhafaza edilirler. Bunlara psikolojide «Kompleks» adı verilmektedir. Kompleksler tıpkı bir atomun elektron ve protonları gibi, enerji ile yüklü ve mütemâdi hareket halindedirler. Karşılıklı birbirlerine te'sîr de ederler. Ama hepsinin tek bir ortak hedefi vardır : Bir gün gelip şuur sathına çıkmak ve doyurulmak, tatmin edilmek. Ancak, şuurun da üstünde «ben üstü» veya «şuur üstü» dediğimiz, terbiye, din, ahlâk, eğitim, görenek, gelenek v.s. gibi baskı kuvvetleri, bunların şuura çıkmasına devamlı surette mâni olmakta, onları alt şuura doğru itmektedir. Tıpkı deniz sathının üstündeki hava, atmosfer tabakası ve onun su sathına, tazyiki gibi... Nasıl okyanus bu iki kuvvetin te'sîriyle dalgalanır durursa, bizim «şuurlu faaliyetlerimiz» de aynı dalgalanmaları gösterir. Sabah kalkarız, içimizde bir sıkıntı, kimbilir ne olacak, neden bugün üzgün, yarın neş'eliyiz?... Ama bizim görebildiğimiz sathın altında ve üstünde nelerin cereyan ettiğini, ne gibi tazyik değişikliklerinin bu dalgalanmalara sebep olduğunu bilemeyiz ki!...
Alt şuurdaki iptidaî arzu ve istekler, kompleksler olduğu gibi şuura çıkamayacakları için kabul edilebilir kılıklara bürünmek zorundadırlar. Ancak bu suretle şuur üstünün baskılarından kurtulup tatmin olabilirler. Böylece hedefini ve istikâmetini, değiştirmiş kompleks tatminlerine, hayatımız boyunca tesadüf ederiz. Bunlar gündelik hayatımızı yönlendirir, renklendirirler. Bazan iyi istikâmete, bazan da kötü ve zararlı hedeflere çevrilmiş tatmin şekilleri mevcûddur. Meselâ derin bir düşmanlık hissi, kılık değiştirerek büyük bir sevgi ve merhamete dönebilir. Veya tahrîb edici arzular meslek faaliyetlerine çevrilebilir. Hırsla rakibini yumruklayan bir boksörün bu davranışlarının nerden kaynaklandığını zannediyorsunuz? Meslek seçmede, arkadaşlıkların kurulmasında, aile teşkilinde ve eş seçmede, her türlü faaliyetlerimizde komplekslerimiz en mühim rolü oynamaktadır.
Birçok mânâsız ve maksadsız hasislik vak'aları vardır. İlâç parası vermediği için hastalıktan ölen, hayatını aç ve sefil geçiren nice milyarderler tanırız. Sahibi bulunduğu müessesede çalışanları, yürürken tahta döşemeleri eskitmesinler diye lâstik ayakkabı giymeye zorlayan bir zengin tanımıştım. Şimdi böyle bir hasislik hâdisesini analiz edelim ve alt şuurdaki köklerini bulmaya çalışalım. Bilir misiniz ki, bebek, önceleri kakasından iğrenmez ve onu vücûdunun bir parçası sayar, kakasına kıymet verir, hattâ onunla oynamak, sevdiklerinin üstüne *de sürmek, adetâ ikram etmek ister. Daha sonra şuur üstünde gelişecek terbiye, utanma ve iğrenme duyguları bu kaka sevgisini derhâl şuur altına iter ama kompleks halini alan bu duygu mütemadiyen doyurulmak istediği için kılık değiştirerek meselâ çamurla oynama merakına dönüşebilir. Elinde kum kovası ile gittiği plajda, "çamurdan kuleler yapan çocuğun ne ile meşgul olduğunu sanırsınız? Daha sonra bu arzu, daha da «medenî» doyum tarzlarına kavuşur. Artık babasının aldığı tahta küplerle .evler kurmaktadır. Zaman gelir, iyi bir telâfi ile bu iş mi'mârlık ihtirasına dönüşebilir. Şantiyeden çıkmayan başarılı bir mi'mârın bu meslek aşkının (!) nerden kaynaklandığını kendisi bilmez ama, bu işi meslek edinen bizler biliriz. Fakat ne zararı var? Gülün de kökü çamurlar içinde değil midir?
Bazan aynı duygu kötü telâfi yollarına sapar. Gaita aşkı meselâ, «para sevgisine» döner. Bu çeşit marazî hasislerin artık parayı bir ihtiyâç maddesi olarak değil, sâdece «para» olduğu için sevdiğine, bir çeşit kolleksiyon merakı halinde para biriktirdiğine şâhid oluruz. Bu «hastalığın» en bariz delillerinden biri, paranın bankaya veya bir işe yatırılamaması, kasalarda saklanmasıdır. Hasis, onu maddeten görmek, hattâ sevip okşamak, öpüp koklamak ihtiyâcmdadır. Tıpkı bebeğin kakasına yaptığı gibi... Ve bu insanlar çoğu zaman servet içinde yüzerken aç bî-ilâç ölür giderler.
Görülüyor ki alt şuur, kompleksler, ruhî faaliyetlerimiz için gerekli enerjiyi bize te'mîn eden bir «yakıt deposudur». Tıpkı lokomotifin buhar kazam, otomobilin benzin deposu gibi. Bu yakıttan te'mîn edilen enerji kontrollü ve uygun bir şekilde kullanılırsa bizi faydalı istikâmetlere sevkeder. Yok, kontrolden çıkar, zincirinden kurtulur, alabildiğine giderse, lokomotifin kazanının patlaması gibi, insanı da birçok marazî ve hatalı davranışlara sürükleyebilir. Atomun parçalanması bir bomba içinde olursa, insan neslini tahrîb edici bir tehlike arzederken atom santrallerindeki kontrollü parçalanma ışık vermekte, hararet vermekte, enerji te'mîn etmektedir.
Akıl konusunda da söyle diyor :
Yeryüzünde mevcûd canlılar, gerek beslenme ve üreme sevk-i tabiîleri sebebiyle, gerekse saadet ve üstünlük duygulan yüzünden sonu gelmeyen bir mücâdeleye girişmişlerdir. Bu hayat kasırgasında, kuvveti yetmeyen varlık yaşayamaz. İnsan, daha ilk yaşama çağından itibaren, kuvvetçe zayıf olmasına rağmen bütün dış etkilerden korunmasını bilmiş, zamanla dünyanın hâkimi olmuştur.
İşte, diğer canlılar arasındaki üstünlüğümüzü sağlayan bu kudrete «akıl» diyoruz. Akıl, insanın sâdece bu hayat mücâdelesindeki başarısını te'mîn etmekle kalmaz, aynı zamanda (şuur altı dünyası) adını verebileceğimiz ve asıl büyük çatışmaların vuku bulduğu iç âlemimizi de düzenler, ruhî olayların bir plân dâhilinde cereyan etmesini sağlar. Nitekim, yaşayan insanın iç dünyasında her an birçok önemli, bazan bütün hayatına ve saadetine hükmeden kanşık savaşlar olmaktadır. Organlarımız (kalb, ciğerler, mide, barsaklar, guddeler) ve damarlarınıızdaki. hayat iksiri kan, nasıl sağlığımız uğruna daimî surette mikroplarla savaşarak onları vücûddan atıyor ve bağışıklık kazandırıyorsa, akü da ruhî hayatımızı birçok zararlı te'sîrler-den (heyecan, korku, çapraşık arzular, ihtiraslar, ahlâksız temayüller v.s.'den) korumaktadır.
Akıl Melekeleri: Akıl melekelerinin en başında «şuur» gelmektedir. Şuuru, «insanın gerek kendi şahsından ve gerekse muhitinden haberdâr olma ve bu iki ortam arasında bağlantı, münasebet kurabilme melekesi» diye ta'rîf edebiliriz.
Hayatımızın herhangi bir ânında şuurumuz, o anda meşgul olduğumuz, dikkatimizi üstüne çevirdiğimiz mevzu için bilhassa uyanıktır. Meselâ; ben bu yazıları yazarken, yazacağım cümleleri düşünüyor ve yazdığım şeyleri gözümle kontrol ediyorum. Duyu organlarım, ruhî faaliyetlerim, bilhassa önümdeki kâğıda ve yazılara çevrilmiştir. O halde bu an için yazdığım yazılar benim için «şuurlu» bir faaliyetin neticesidir. Bu esnada yanıma birisi gelse, bir şeyler söylese ve ben ona pek de dikkat etmesem, bu hâdiseler benim için «yarı şuurlu» geçer. İşim bittikten sonra kendimi zorlar, hafızamı kurcalarsam, o yanıma geleni ve neler söylediğini pekâlâ hatırlayabilirim. Bir de tamamen şuurumun dışında birtakım hâdiseler olabilir. Bunları normal halde hatırlamama imkân yoktur. Bu haller benim için «şuursuz» cereyan etmişlerdir.
Görülüyor ki, kısaca «şuur» diye ta'rîf ettiğimiz ruhî halin de üç ayrı sahası mevcûddur : Şuurlu, yarı şuurlu ve şuursuz sahalar. Karanlık bir oda düşünelim, bu oda birçok eşyalarla dolu bulunsun. Orta yerde bir mum yakılırsa, bu mumun aydınlattığı pek ufak bir kısımdaki eşyalar tamamen farkedilebilir (şuurlu saha); bunun dışında alaca karanlık olan, eşyaları güçlükle seçilebilen bir bölge daha vardır (yarı şuurlu saha); nihayet bunun da etrafında kalan büyük kısım büsbütün karanlıklara gömülüdür (şuursuz.saha).
Şuurun bu ta'rîf ettiğimiz çeşitli bölgelerinden başka bir de şuurlu kısman seviyeleri bahis konusudur. Bütün gayretimizi, uyanıklığımızı topladığımız, çok dikkat ettiğimiz bir olay, bizim için, yan uykulu veya dalgın bir halde seyrettiğimiz bir olayla aynı derecede «şuurlu» olamaz. Sarhoşlukta, bazı uyuşturucu ilâçlar alındığı zaman, nihayet bazı beyin hastalıklarında da şuur böyle bulamr.
Akıl melekelerinden bir diğeri «idrâk» dir. Gözümüze, kulağımıza, burnumuza, dilimize, derimize dış dünyadan gelen te'sîrler, intibalar bu organlar tarafından alınarak beynimize iletilirler. Bunlann bir kısmını şuurlu olarak idrâk ederiz, bir kısmı ise şuurumuzun dışında kalır. Meselâ, ben bu yazıyı yazarken birisi görünmeden yanıma gelse ve elimi bir kibritle yaksa, irâdem dâhilinde olmadan refleks bir şekilde elimi bu zararlı şeyden birdenbire çekerim. Bu şuursuz faaliyetin dışında bir de elimin acıdığını hissetmem keyfiyeti vardır ki bu, dışardan verilen uyarının şuuruma iletildiğini gösterir.
Dışardan gelen te'sîrler duyu organlarımız tarafından alınıp beyne iletildikten sonra beyinde bunlar eski hâtıralarla mukayese edilirler. Meselâ, hiç yazı bilmeyen bir kimse için bu satırların herhangi bir önemi yoktur. Halbuki yazı öğrenmişsek, daha doğrusu, beynimizde bu harflerin eskiden kalma izlenimleri mevcûd ise, sonradan gördüğümüz harfler eskilerle karşılaştırılıp mânâlandınlır.
İnsan'm düşünme kabiliyetini «zekâ» sı verir. Zekâ'yı bilme, anlama ve muhakeme etme kudretlerinin bir neticesi olarak ele alabiliriz. Duyu organlarımızla aldığımız intibalar, hâfızamızdakilerle karşılaştırılır, bundan bir netice çıkarılır. Muhakeme dediğimiz bu faaliyetten sonra çıkarılan neticenin ve eski bilgilerimizin o ana tatbik edilebilmesi, onlardan faydalanabilmemiz, zekâmız sayesinde mümkün olmaktadır. O halde zekâ için fikirlerin mikdârı değil, onların kaliteleri mühimdir.
Ruhî faaliyetler esnasında devamlı bir «fikir akışı» olmaktadır. Kafamızda boş, hiç bir fikrî faaliyette bulunmadan ve düşünmeden geçen bir an dahi yoktur. Willianı James'in, ilk defa tarif ettiği bu «fikir akışı» çeşitli değişikliklere uğrar, bazı yerlerde duraklar, ba-zan hızlanır ve nihayet bir neticeye varır.
Böylelikle, bir fikir akışı çeşitli yollardan neticeye varmaktadır. Meselâ, bazı insanlar hayâlinde birtakım şekilleri canlandırarak düşünürler. Bilhassa talebelik çağımızda bir kısmımız, ancak kitabın o sayfasını veya resimlerini gözümüzün önüne getirmek ve hayâlimizde canlandırmakla sorulan suâllere cevap verebilirdik. Bu tip bir insanın, büyüyen bir ağacı düşünebilmesi için önce tohumu, fidanı, nihayet ağacı ve dallarını gözünün önüne getirmesi ve bu suretle birbirini ta'kîb eden hayâller halinde fikir akışını yürütmesi lâzımdır. Bazı insan tipleri ise kelimelerle düşünmeyi âdet etmişlerdir. Bu tiplerde fikir akışını arka arkaya gelen hayâller, resimler değil, fakat birbirini ta'kîb eden sözler, kelimeler ve cümleler teşkil eder.
İnsanın fikirlerini başkalarına anlatabilmesi için en. başta gelen yol lisândır. İster konuşma, ister yazı olsun, lisânın herhangi bir şekli ile fikirlerimizi başkalarına kolaylıkla izah edebiliriz. Lisânın yardımı olmaksızın insan başkalarının tecrübelerinden belki pek az faydalanabilir, fakat lisansız hayâl kurmanın bile pek de mümkün olamayacağını tasavvur edebilirsiniz. İnsanın «hayâl kurma» ile de bir neticeye varması, bu ruhî faaliyetten istifâde etmesi gerekir. Böylece düşünceler sıralanır, diğer fikirlerle mukayese edilerek değerlendirilir ve işe yarayanları arasında bir nevi tercih, bir seçme yapılır.
Bu seçme faaliyetine de «irâde» diyoruz. İnsan düşüneceği, söyleyeceği ve yapacağı şeyleri irâdesinin kontrolüne tâbi tutar. Bazı faaliyetler bir müddet irâdenin kontrolü ve zoru ile yapıla yapıla nihayet itiyâd halini alır. Bazı davranışlarımızın bu şekilde otomatikleşmesi şuurlu faaliyetleri azaltacağı için yorulmamızın önüne geçmektedir. Fakat tekrar edelim, bir davranış itiyâd halini almadan, otomatikleşmeden evvel, düşünce safhasını geçirmiş, irâdemizin kontrolü altında diğerlerine tercih edilmiş ve ondan sonra tekrârlana tek-rârlana itiyâd meydana gelmiştir. O halde eski bir filozofun «düşünen insan vardır» sözünü «seçen, tercih yapan insan vardır» diye değiştirebiliriz.
Bazan bir karâra varmak arzusu, hatâlara da sebep olabilir. Bir-çc-k tecrübelerimiz, geçmişte yaşanmış hâdiseler son karârımız üzerine te'sîr ederler. Bazan bir şeyi şiddetle yapmayı arzu ederiz, fakat aynı zamanda, aynı şiddetle bu şeyi yapmamayı da istediğimizi hissederiz. Bu birbirine zıd, birbiriyle çatışma halindeki iki arzunun beraber bulunması insana sıkıntı verir ve heyecan hallerine sebep olur.
Asırlar boyunca heyecanın, kalbe âid bir hâdise olduğuna inanılmıştı. Bugün biliyoruz ki, bu da akıl melekelerinden birini teşkil etmektedir. Bazan heyecan o kadar şiddetli olur ki bir türlü karâra varacak bir düşünce faaliyeti gösteremeyiz. Şiddetli ve devamlı heyecanlar bir taraftan ma'kûl ve sükûnetle düşünmemizi Önlediği gibi, diğer taraftan da vücûd faaliyetlerinde bazı aksaklıklar meydana getirebilir. Burada gördüğümüz ruhî hâdiselerin vücûd üzerinde te'sîr1İ olmasından başka, bir de vücûddaki olayların ruhî durumumuz üzerine te'sîri bahis konusudur. Kısacası, bütün davranışlarımız, az veya çok, heyecanlarımızın te'sîri altında kalmaktadır. Esasen bunların bir kısmının kendimiz farkına bile varamayız.82
86 — Eğer Biz istemiş olsaydık, sana vahyetmiş olduğumuzu götürürdük. Sonra onun için Bize karşı duracak bir vekîl de bulamazdın.
87 — Ancak Rabbından bir rahmet iledir. Muhakkak ki O'nun sana olan lutfu pek büyüktür.
88 — De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek için toplansalardı, birbirlerine yardımcı da olsalar (yine de), onun bir benzerini getiremezlerdi.
89 — Andolsun ki Biz, bu Kur'an'da insanlar için her türlü örneği çeşitli şekillerde açıkladık. Yine de insanların çoğu pek nankör oldu.
Kur'an'ın, Benzerini Getirsinler96
Kur'an'ın, Benzerini Getirsinler
Allah Teâlâ; kulu ve şerefli Rasûlü Muhammed'e değerli Kur'an'i vahyetmekle ne büyük lütuf ve ihsanda bulunduğunu hatırlatıyor. O Kur'an ki bâtıl ne önünden ne de arkasından sızabilir. O, Hakîm ve Hamîd olan Allah katından inmedir.
îbn Mes'ûd der ki: Âhir zamanda Şam tarafından kızıl bir rüzgâr insanlara vurur. Hiç bir kimsenin elinde mushaf, kalbinde âyet kalmaz. Sonra İbn Mes'ûd «Eğer Biz istemiş olsaydık, sana vahyetmiş olduğumuzu götürürdük...» âyetini okumuş.
Sonra Allah Teâlâ bu yüce Kur'an'ın değerine dikkatleri çekerek bütün insan ve cinnlerin toplanıp da Allah'ın, Rasûlüne indirdiği şekilde o Kur'an'ın bir benzerini indirmek isteseler, buna güç yetiremeyeceklerini ve bu konuda ne kadar yardım, destek, güç te'mîn etmeye çalışırlarsa çalışsınlar bunun boş olacağını haber veriyor. Doğrusu bu güç yetirilmesi imkânsız bir mes'eledir. Yaratılmışların sözü, Yaratanın sözüne nasıl benzeyebilir ki? O'nun eşi yoktur, benzeri yoktur, dengi yoktur.
Muhammed İbn İshâk Muhammed İbn Ebu Muhammed kanalıyla Saîd İbn Cübeyr veya İkrime'den, onlar da İbn Abbâs'tan naklederler ki; bu âyet, yahûdîlerden bir topluluk hakkında nazil .olmuştur. Onlar Hz. Peygambere gelip; senin bize getirdiğinin benzerini biz de sana getiririz, demişler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Bu rivayete dikkat etmek gerekir. Çünkü bu sûre mekkî-dir. Konuları bütünüyle Kureyş'lileri muhatap alır. Yahudiler ise ancak Medine'de bu hitaba karşı, yer almışlardır. Allah en iyisini bilendir.
«Andolsun ki Biz, bu Kur'an'da her türlü örneği çeşitli şekillerde açıkladık.» Kesin burhanları, belgeleri beyân ettik. Hakkı izah edip genişçe bildirdik. Ama buna rağmen «Yine de insanların çoğu pek nankör oldu.» Hakk'ı inkâr edip doğruyu reddeder oldular.83
90 — Dediler ki: Sen, bize yerden bir kaynak fışkır-tıncaya kadar sana asla inanmayacağız.
91 — Veya hurmalıklardan ve üzümden bahçelerin olsun ve aralarında ırmaklar akıtmalısın.
92 — Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin veya Allah'ı ve melekleri karşımıza ge-tiresin.
93 — Yahut ta altundan bir evin olsun veya göğe ^ükselesin. Oradan bize okuyacağımız bir kitab indirilin-ceye kadar senin yükselmene de inanmayacağız. De ki: Tenzih ederim Rabbımı. Ben, peygamber olarak gönderilmiş bir beşerden başkası değilim.
Mucize İsteyenler97
Mucize İsteyenler
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... İbn Abbâs'tan nakletti ki o, şöyle demiş : Bir gün güneş battıktan sonra Kâ'be'nin arkasında Rebîa'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Harb oğlu Ebu Süfyân, Ab-düdâr oğullarından bir adam, Esed oğullarının kardeşleri Ebu'1-Bah-terî, Esed oğlu Muttalib oğlu Esved, Esved oğlu Zenı'a, Muğîre oğlu Velîd, Hişâm oğlu Ebu Cehil, Ebu Übeyy oğlu Abdullah, Halef oğlu Ümeyye, Vâil oğlu Âs, Sehm kabilesinden Haccâc'm iki oğlu Nü-beyhâ ve Münebbih aralarında toplandılar. Ve dediler ki: Muham-med'e bir hey'et gönderin onunla-konuşsun, tartışsın ve onu âciz bıraksın. Böylece sizin ma'zeretiniz kalmaz. Bunun üzerine Hz. Peygambere bir hey'et gönderdiler ve; kavminin eşrafı seninle konuşmak için toplandı, dediler. Rasûlullah (s.a.) hak yola girme konusunda onların durumunda bir şey (değişiklik) olduğunu zannederek koşa koşa geldi. Hz. Peygamber onların doğru yola gelmesini çok istiyor, seviyordu. Onların karşı çıkmaları kendisine zor geliyordu. Nihayet varıp yanlarına oturdu. Onlar dediler ki: Ey Muhammed, biz seni bir daha ma'zeretimiz kalmasın diys çağırdık. Allah'a andolsun ki arap-lardan kavmi arasına, senin kavminin arasına girdirdiğinden daha kötü bir şey girdiren kimseyi tanımıyoruz. Sen, babalara küfrettin, dini ayıpladın, rü'yâları budalalıkla niteledin, tanrılara hakaret ettin ve topluluğu dağıttın. Seninle bizim aramızda olan her konuda işlemedik bir kötülük bırakmadın. Sen bu sözü getirmekle maksadın bir mal elde etmek ise; sana malımızdan toplayalım ve sen içimizde en çok malı olan kişi ol. Eğer maksadın aramızda şeref elde etmekse; seni başımıza efendi yapalım. Eğer kral olmak istiyorsan; üzerimize kral yapalım. Eğer senin gördüğünü söylediğin ve sana gelen şey bir cınn.ise —böyle olabilir— o zaman seni iyileştirmek için tabîb aramak için malımızı sarfedelim. Ve bu konuda seni ma'zûr sayalım.
Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sizin söylediklerinizden hiç biri yok "bende. Size getirdiğim şeyi, ne malınızı istemek için, ne üstünüzde şeref elde etmek için, ne de kral olmak için getirdim. Yalnızca Allah Teâlâ beni size vekîl olarak gönderdi. Bana bir Kitab indirdi. Sizi müjdelememi ve uyarmamı emretti. Bunun üzerine ben de size, Rab-bımın risâletini tebliğ ettim ve öğütte* bulundum. Size getirdiğim şeyi kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhirette payınıza düşen şeydir. Eğer reddederseniz; Allah'ın emri uyarınca sabrederim. En sonunda Allah benimle sizin aranızda hükmünü verir. Ya da Rasûlullah (s.a.) buna benzer sözler söylemişti.
Onlar dediler ki: Ey Muhammed; sana açıkladığımızı kabul etmezsen, bilmiş ol; artık insanlardan hiç birisi sana karşı diyar bakımından bizim yanımızda daha dar, mal bakımından daha az ye geçim bakımından daha sıkıntılı bir durumda olamaz. O zaman Rab-bından dile de —seni gönderdiği o şeyle gönderen Rabbından— çevremizi bize daraltan şu dağlan yürütsün ve ülkemizi düzeltsin. Orada tıpkı Irak'ta Şam'da bulunan ırmaklar gibi ırmaklar' kaynatsın. Atalarımızdan göçmüş olanları geri göndersin. Bize gönderecekleri arasında Kusayy İbn Kilâb da bulunsun. Çünkü o, doğru sözlü bir ihtiyardı. Senin dediğini ona soralım, bakalım doğru mu söylüyorsun yoksa bâtıl mı? Eğer istediğimizi yaparsan ve onlar da seni doğ-rularlarsa, biz de artık seni tasdik ederiz. Senin Allah katındaki mertebeni kabul ederiz. Ve senin; dediğin gibi, Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğuna inanırız.
Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: Ben, bunun için peygamber olarak gönderilmedim. Ben, Allah katından bana verileni size getirmek üzere geldim. Ben, gönderildiğim risâleti size tebliğ ettim. Eğer kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhiretteki nasîbinizdir. Eğer reddederseniz ben, Allah'ın emrine sabırla nzâ gösteririm. Tâ ki benimle sizin aranızda hükmünü versin. Onlar dediler ki: Eğer bu dediğimizi yapmazsan; kendini tut ve Rabbından bize senin söylediğini doğrulayan bir melek göndermesini iste de biz ona senin için müracaat edelim. Yine Rabbından iste de senin için bahçeler, köşkler, altın ve gümüşten hazîneler yapsın ve senin, aramakta olduğunu sandığımız şeylere ihtiyâcın kalmasın.. Çünkü sen, çarşı pazarda duruyor ve bizim gibi geçim peşinde koşuyorsun. İşte o zaman senin Rabbın katında bir mevkiin olduğunu, üstünlüğün bulunduğunu öğreniriz. Şayet iddia ettiğin gibi bir rasûl isen.
Rasûlullah (s.a.) onlara şöyle dedi: Ben, bunu yapacak değilim. Ben, Rabbımdan böyle şeyler isteyecek birisi değilim. Ve ben bunun için size peygamber olarak gönderilmedim. Allah, beni müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. Size getirdiğimi kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhiretteki nasîbinizdir. Eğer reddederseniz; ben, Allah'ın emrine sabreder rızâ gösteririm. Tâ ki benimle sizin aranızda hükmünü versin.
Onlar dediler ki: Öyleyse senin iddia ettiğin gibi, Rabbın her şeyi yapmaya muktedir ise bize göğü indir. Çünkü biz, bunu yapmadığın takdirde sana inanacak değiliz.
Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: Bu Allah'a âit bir şeydir. îster-se sizin için öyle yapar.
Onlar dediler ki: Rabbının, bizim seninle beraber oturacağımızı ve sana sormak istediğimiz şeyi soracağımızı, dilediğimiz şeyleri isteyeceğimizi bilmesine, sana gelip bizim müracaat edeceğimizi bildirmesine ve bu konuda getirdiğine inanmazsak bize ne yapacağını haber vermesine gelince; duyduk ki bütün bunları sana Yemâme'de kendisine Rahman denilen bir adam bildiriyormuş. Doğrusu, Allah'a an-dolsun ki biz, Rahmân'a ebediyyen inanmayız. Artık ey Muhammed, senin bize beyân edeceğin bir özrün yok. Allah'a andolsun ki biz, senin bu yaptıklarına karşılık seni bırakacak değiliz. Ya sen, bizi mahvedeceksin, ya da biz, seni. Onlardan bir kısmı da dediler ki: Biz Allah'ın kızları olan meleklere ibâdet ederiz. Bir başka grup da dedi ki: Allah'ı melekleriyle beraber karşımıza getirmedikçe biz, sana îmân etmeyiz. .
Onlar böyle deyince, Rasûlullah (s.a) kalktı. Onunla beraber halası oğlu Abdullah İbn Ebu Ümeyye —ki bu Abdülmuttalib'in kızı Atî-ke/nin oğluydu— de kalktı ve şöyle dedi : Ey Muhammed, kavmin sana anlatacaklarını anlattı, sen onların anlattıklarından hiç birini kabul etmedin. Sonra kendileri için senden bazı şeyler istediler ki bunlar vesilesiyle Allah katındaki makamını öğrensinler. Sen, bunu da yerine getirmedin. Sonra kendilerini korkuttuğun azabın çabucak gelmesini senden istediler. Allah'a andolsun ki sen, göğe merdiven dayayıp da yükselmedikçe ve ben de sen dönünceye kadar bekleyip, sen beraberinde dört melekle birlikte söylediğine şehâdet eden yayılmış bir nüsha ile birlikte gelmedikçe sana ebediyyen îmân etmem. O melekler senin dediğine şehâdet etmelidirler. Allah'a yemîn ederim, eğer sen bunu yapmış da olsan öyle sanıyorum ki ben, yine seni doğrulayacak değilim. Sonra Hz. Peygamberin yanından ayrılıp gitti. Rasûlullah (s.a.) da onların yanından ayrılıp, hüzün dolu olarak evine döndü. Çünkü kavmi kendini çağırdığı zaman, onların îmân edeceklerini ummuştu. Fakat onlann îmândan uzaklaştıklarını görünce eseftendi, kederlendi.
Ziyâd îbn Abdullah el-Bekkâî, îbn İshâk'tan bu rivayeti aynı şekilde nakleder. İbn îshâk der ki: Bana bunu ilim ehlinden bir kısmı, Saîd İbn Cübeyr ve İkrime kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti. Sonra da aynı rivayeti zikreder.
Allah Teâlâ, bu kâfirlerin toplanmış oldukları bu mecliste doğru yolu bulmak için o şeyleri gerçekten istemiş olsalardı, onların isteğini karşılardı. Ne var ki onların bu isteklerini sırf küfür ve inâd sebebi olsun diye istediklerini çok iyi bildiği için Rasûlüne şöyle demiştir : Dilersen onların istediklerini sana veririz, ama bundan sonra da küfredecek olurlarsa; âlemlerde hiç bir kimseyi azâblandırmadı-ğımız biçimde onları azâblandırırız. Ama dilersen onlar için tevbe ve rahmet kapısı açılır. Hz. Peygamber; hayır, onlar için tevbe ve rahmet kapısının açılmasını dilerim, dedi. Nitekim 59. âyette Abdullah İbn Abbâs ve Zübeyr îbn Avvâm'dan nakledilen hadîs geçmişti. Furkân sûresinde de şöyle buyurulur : ((Şöyle dediler : Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Ona beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya. Yahut kendisine bir hazîne verilseydi veya besleneceği bir bostanı olsaydı ya. Bu zâlimler, •mü'minlere; sizin uyduğunuz sâdece büyülenmiş bir adamdır, dediler. Sana nasıl misâller getirdiklerine bir bak. Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar. Dilerse sana bunlardan daha iyi olan, içlerinden ırmaklar akan cennetler verebilen ve köşkler kurabilen Allah, yücelerin yücesidir. Zâten onlar kıyamet saatini da yalanladılar. O saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır.» (Furkân, 7-11).
«Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız.» Âyet-i kerîme'deki kelimesi; akan göze demektir. Onlar, Hicaz toprağında akan bir göze istiyorlardı. Gerçi bu, Allah için pek kolaydı. Dilerse onu yapar ve onların istediklerinin hepsine cevab verirdi. Ama Allah, buna rağmen onların doğru yola dönmeyeceklerini biliyordu. Nitekim Allah Teâlâ bu gibiler hakkında şöyle buyurmaktadır : «Doğrusu, üzerlerine Rabbızun sözü hak olanlar inanmazlar. Onlara her türlü âyet gelse bile. Elem verici azabı görünceye kadar.» (Yûnus, 96-97). Bir başka âyet-i celîle'de ise şöyle buy-rulur: «Eğer Biz, onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.» (En'âm, 111)
«Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin.» Sen bize kıyamet günü göğün parçalanıp düşeceğini söylüyorsun. Etrafa yayılacağını bildirerek tehdîd ediyorsun. Öyleyse bunu dünyada acele olarak yap ve parça parça göğü üzerimize indir. Bu ifâde onların : «Ey Allah'ımız; eğer bu, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır.» (Enfâl, 32) kavli gibidir., Şuayb Aleyhisselâm'm kavrai de ondan aynı şeyleri istemiş ve demişlerdi ki: «Eğer doğrulardan isen bizim üzerimize gökten bir parça indir.» (Şuarâ, 187). Bunun üzerine Allah Teâlâ onları, gölgelik günün azâbiyla cezalandırmıştı. Doğrusu o günün azabı, pek büyüktü. Âlemlere rahmet olarak gönderilen tevbe peygamberine gelince; o, bunların bekletilmesini ve kendilerine süre tanınmasını istemiştir. Belki Allah, onların soyundan Allah'a ibâdet edip şirk koşmayan bir nesil çıkarır diye. Gerçekten de böyle olmuştur. Çünkü yukarıda "adı geçen o kişilerden bir kısmı daha sonra müslüman olmuş ve İslâm'da güzel mertebelere ermişlerdir. Hattâ Hz. Peygambere o son sözü söyleyen Abdullah İbn Ebu Ümeyye tamamen teslim olarak İslâm'a girmiş, Allah Azze ve Celle'ye dönmüştür.
«Yahut da altundan bir evin olsun.» Abdullah İbn Abbâs, Mücâ-hid ve Katâde, burada geçen kelimesinin; altun anlamına geldiğini söylerler. Hattâ Abdullah İbn Mes'ûd'un rivayetinde bu âyet şu şekilde okunur:
«Veya göğe yükselesin. Biz sana bakıp dururken bir merdivenle göğe çıkasın.»
«Oradan bize okuyacağımız bir kitab indirinceye kadar senin yükselmene de inanmayacağız.» Oniar her birine tek tek yazılı bulunan sayfalar indirilmesini istiyorlardı. Bu; Allah'tan falan oğlu falana gönderilmiş bir kitabdır, denilmesini istiyorlardı. Böylece bu sayfaların, sabahleyin başkalarının yanına konulmuş olmasını arzu ediyorlardı. Mücâhid böyle tefsir eder.
«De ki: tenzih ederim Rabbımı. Ben peygamber olarak gönderilmiş bir beşerden başkası değilim.» Huzurunda herhangi bir kişinin Allah'ın saltanat ve melekûtuyla ilgili bir konuda bir fikir öne sürmesinden Allah yüce ve münezzehtir. O, dilediğini yerine getirendir. İsterse sizin istediğinize karşılık verir. İsterse size hiç bir cevab vermez. Ben, ancak Allah tarafından size gönderilmiş bir elçiyim. Rabbımm emirlerini size tebliğ eder ve öğüt veririm. Doğrusu ben, bunu yaptım. Sizin istediğiniz hususta durumunuz Allah'a kalmıştır. Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ali İbn İshâk... Ebu Ümâme'den nakletti ki; Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Rabbım Azze ve Celle bana Mekke'deki Bathâ'yı altun yapmayı söyledi de ben; hayır ey Rabbım, bugün aç, bir gün tok kalırım, dedim. —veya Hz. Peygamber buna benzer bir ifâde kullandı— Aç kaldığım zaman Sana yalvarır ve Seni zikrederim. Doğduğum gün Sana hamdeder, şükrederim. Bu hadîsi, Tirmizî Zühd babında Süveyd İbn Nasr kanalıyla Ebu Ümâme'den nakleder ve bu hadîsin hasen olduğunu söyler. Ancak râvîler arasında yer alan Ali İbn Yezîd hadîste zayıf kabul edilmiştir.84
94 — Onlara hidâyet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan, sâdece: Allah, peygamber olarak bir beşeri mi göndermiştir? demeleridir.
95 — De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmiş dolaşan melekler olsaydı, Biz ancak onlara peygamber olarak gökten bir melek indirirdik.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: İnsanların çoğunun îmân edip peygambere tâbi olmaktan alıkoyan şey, onların bir peygamberin elçi olarak gönderilmesine hayret etmeleridir. Nitekim bu hususu Yûnus sûresinde de şöyle ifâde buyuruyor : «İçlerinden bir adama: İnsanları uyar ve îmân edenlere Rabları katında yüksek bir makam olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti ki kâfirler : Bu, apaçık bir büyüdür, dediler.» (Yûnus, 2). Tegâbûn sûresinde ise şöyle buyurmaktadır: «Bu, kendilerine peygamberleri belgelerle geldiğinde, bizi doğru yola bir insan mı eriştirecek? diyerek inkâr edip gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürüdür. Allah hiç bir şeye muhtaç olmadığını ortaya koymuştur. Allah; Ganî'dir, Hamîd'dir.» (Teğâbün, 6). Firavun ve erkânının dilinden de şöyle buyurur: «Bizim gibi iki insana mı inanacakmışız. Halbuki o ikisinin kavmi de bize kulluk edenlerdir.». (Mü'minûn, 47). Diğer ümmetler de peygamberlerine böyle demişlerdi: «Siz de bizim gibi sâdece birer insansınız. Siz, bizi atalarımızın tapındığı şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize açık bir delil getirin.», (İbrahim, 10). Bu konuda pek çok âyet-i kerîme vardır.
Sonra Allah Teâlâ kullarına lutfunu ve rahmetini hatırlatarak onları uyarıyor ve kendilerine kendi cinslerinden bir peygamber gönderdiğini böylece ondan öğrenip bu peygamberin kendilerine öğretmesini sağladığını ve bu şekilde Allah'ın kitabına ve sözüne muhâtab olma imkânına erdiklerini bildiriyor. Şayet Allah insanlara meleklerden bir elçi göndermiş olsaydı, onunla karşılaşmaya ve ondan çeşitli bilgiler almaya güç yetiremezlerdi. Nitekim Allah Teâlâ bu anlamda diğer âyetlerde şöyle buyurur : ((Allah, mü'minlere lütfetmiş de kendilerine içlerinden bir elçi göndermiştir.» (Âl-i İmrân, 164), «Size kendinizden bir peygamber gelmiştir.» (Tevbe, 128), «Nitekim size içinizden, âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden kitabı ve hikmeti öğreten ve bilmediğiniz şeyleri bildiren bir peygamber gönderdik. Öyleyse siz Beni zikredin ki, Ben de sizi anayım. Bir de bana şükredin, nankörlük etmeyin. (Bakara, 151-152). Yine aynı şekilde burada da : «Eğer yeryüzünde yerleşmiş dolaşan melekler olsaydı, Biz ancak onlara peygamber olarak gökten bir melek indirirdik.» buyuruyor. Madem ki siz beşer cinsindensiniz; öyleyse katımızdan bir lütuf ve rahmet eseri olarak size de kendi cinsinizden bir peygamber göndermiş bulunuyoruz.85
96 — De ki: Şâhid olarak benim ve sizin aranızda Allah yeter. Muhakkak ki O, kulları için Habîr'dir, Basîr'-dir.
Allah Teâlâ Nebiyyi zîşâmna; kavmine karşı getirdiklerinin doğruluğuna bir delil olmak üzere Allah'ın kendisine ve onlara şâhid olduğunu söylemesini bildiriyor. Allah; benim size getirdiğimi bilendir. Eğer ben, yalan söylüyorsam O, benden en ağır biçimde intikamını alır. Nitekim Hakka sûresinde de şöyle buyurmaktadır : «Eğer o, Bize karşı buna bazı sözler katmış olsaydı; Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.» (Hakka, 44-46).
«Muhakkak ki O, kulları için Habîr'dir, Basîr'dir.» Kullarından ki^ min ihsana, hidâyete ve ilhama müstehak olduğunu; kimin şakâvete dalâlete ve sapıklığa lâyık olduğunu en iyi O bilir. Bunun için de şöyle buyurmuştur:86
97 — Allah, kimi hidâyete erdirirse; o, hidâyete ermiştir. Kimi de dalâlete düşürürse; O'ndan başka onlar için dostlar bulamazsın. Biz, onları kıyamet günü körler dilsizler ve sağırlar olarak yüzüstü hasredeceğiz. Yurtları cehennemdir. O ne zaman sönmeye yüz tutsa, hemen alevini artırırız.
Gerçek Hidâyet100
Gerçek Hidâyet
Allah Teâlâ; mahlûkâtma tasarrufunu ve onıar üzerinde hükmünün geçerli olduğunu haber vererek, hiç bir kimsenin hükümlerinden dolayı Allah'ı sorguya çekemeyeceğini ve O'nun kimi dilerse hidâyete götüreceğini ve hidâyete götürdüklerini de sapıtacak başka kimse bulunmadığını bildiriyor. Müteakiben de : «Kimi de dalâlete düşürürse; O'ndan başka onlar için dostlar bulamazsın.» buyuruyor. Bir başka âyette de şöyle buyrulur : «Allah, kimi hidâyete erdirirse; o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa; sen, onun için yol gösterici bir dost bulamazsın.» (Kehf, 17).
«Biz, onları kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar Olarak yüzüstü hasredeceğiz.»
İmâm Ahmet İbn Hanbel der ki: Bize İbn Numeyr... Nufeyl'den naklen der ki: Enes İbn Mâlik'in şöyle dediğini duydum:
Birisi ey Allah'ın Rasûlü, kâfir kıyamet günü yüzüstü nasıl haşro-lunur? dedi. Rasûlullah buyurdu ki: Dünyada iken onu ayakları üstü yürüten, kıyamet günü yüzüstü yürütmeye kadir olmaz mı? Bu hadîsi Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde naklederler.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yezîd... Huzeyfe ibn Esîd'-den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ebu Zerr el-Ğıfârî kalktı ve şöyle dedi: Ey Ğıfâr oğullan, söyleyin ama sözünüzden caymayın. Çünkü doğru söyleyen ve doğrulanmış olan peygamber bana şöyle dedi: İnsanlar üç topluluk halinde haşrolunacak. Bir topluluk binitlidirler, giyimlidirler ve doyumludurlar. Bir topluluk yürürler ve koşarlar. Bir topluluğu da melekler, yüzleri üstü sürükleyip cehenneme götürürler. Bir kişi dedi ki: İkisini ajıladık. Ya yürüyüp koşanlar ne oluyor? Hz. Peygamber buyurdu ki: Allah Teâlâ bele bir âfet verir de, bel diye bir uzuv kalmaz. Öyle ki kişinin göz alıcı bir bahçesi bulunur, onu,yorgun bir deveye verir de o buna güç yetiremez.
«Körler» görmezler, «dilsizler» konuşamazlar, «sağırlar» işitemezler. Bu durum onlara ceza olarak birbirinden farklı hallerde mevcûd olabilir. Onlar bu dünyada hakka karşı kör, sağır ve dilsiz oldukları için, mahşer yerine de ceza olarak en çok muhtaç oldukları bir şekille gelirler. «Yurtlan cehennemdir.» Onların düşüp yuvarlanıp varacakları yer cehennemdir. «O ne zaman sönmeye yüz tutsa, hemen alevini artırırız.» İbn Abbâs bu âyetteki kelimesine dursa anlamını vermiştir. Mücâhid ise, sönse anlamını verir. Allah Teâlâ'nm buyurduğu gibi «Tadın, size azâbdan başka bir şeyi artırmayız.» (Ne-be', 30).87
98 — Bu, onların cezasıdır. Çünkü onlar, âyetlerimize küfrettiler ve : Kemik, ufalanmış toprak olduğumuzdan sonramı, biz mi yeniden bir yaratılışla diriltileceğiz? dediler.
99 — Görmezler mi ki; gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, onların benzerlerini de yaratmaya kâdir'dir. Onlar için şüphe olmayan bir ecel kılmıştır. Buna rağmen zâlimler küfürden başka bir şeyde diretmediler.
Gökleri ve Yeri Yaratan Onları Yaralamaz mı?. 100
Gökleri ve Yeri Yaratan Onları Yaralamaz mı?
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Onlan körler, sağırlar ve dilsizler olarak hasretmekle verdiğimiz bu ceza, kendilerinin müstehak oldukları bir cezadır. Çünkü onlar «Âyetlerimize küfrettiler.» Delillerimizi, hüccetlerimizi inkâr ettiler. Öldükten sonra dirilmenin vuku buluşunu uzak saydılar ve : «Kemik, ufalanmış toprak olduğumuzdan sonra mı, biz mi yeniden bir yaratılışla diriltileceğiz?» dediler. Biz çürüyüp, mah-volup, ayrışıp gittikten ve toprağa karıştıktan sonra mı, ikinci kez tekrar diriltileceğiz? Allah Teâlâ onların aleyhinde delil getirerek buna gücünün yettiğine dikkatlerini çekmekte ve kendisinin göklerin ve yerin yaratanı olduğunu, binâenaleyh onlan yeniden hayâta döndürmeye gücünün rahatlıkla yeteceğini bildiriyor. Nitekim başka âyetlerde de şöyle buyuruyor : «Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılmasından daha büyüktür.» (Ğâfir, 57) Ahkâf sûresinde ise şöyle buyuruyor : «Onlar, görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratıp onu yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri diriltmeye de kadirdir. Evet muhakkak ki O, her şeye kâdîr'dir.» (Ahkâf, 33) Yasin sûresinde ise şöyle buyuruyor : «Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Evet, O'dur en çok yaratan, bilen. Muhakkak ki O'nun emri bir şeyi murâd ettiği zaman, ona; ol, demektir. O da oluverir. Her şeyin mülkü elinde olan Allah'ı tesbîh ederiz ve O'na döndürülürler.» (Yâsîn, 81-83) Burada ise : «Görmezler mi ki; gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, onların benzerlerini de yaratmaya kadiredir.» buyuruyor. Yani kıyamet günü onların bedenlerini yeniden iade edip bir başka doğuşla onları var eder ve ilk oldukları gibi meydana getirir,
«Onlar için şüphe olmayan bir ecel kılmıştır.» Onların kabirlerinden kaldırılıp yeniden hayata döndürülmeleri için, belirli bir süre ve mutlaka geçmesi gereken bir müddet halketmiştir. Nitekim Allah Te-âlâ Hûd sûresinde de şöyle buyurur : «Biz, o günü ancak belirli bir süreye kadar erteleriz.» (Hûd, 104).
«Buna rağmen zâlimler küfürden başka bir şeyde diretmediler.» Aleyhlerinde bunca hüccet olmasına rağmen onlar, bâtılda ve sapıklıklarında devam edip gittiler.88
İzahı101
İzahı
Haşr konusunda Seyyid Hüseyn el-Cisr diyor ki:
Allah, ruhları esîr gibi latif bir maddenin atomlarından öyle bir tertîb ve şekilde yaratmış olabilir ki, ruhlar bu sayede dinin delillerinden anlaşılan pek çok hususiyetleri tamamen kazanır.
Meselâ : Ruhlar bizzat diridir.. Binâenaleyh bedene girmeden Önce ve bedenden ayrıldıktan sonra onlarda yine de hayat bulunabilir. Yine ruhlar idrâk sahibidir. (Gerçi duyuları kaybolan rûh, husûsî şeyleri kavramaktan geri kalır, ama umûmî şeyleri kavramasına hiç bir zarar gelmez.) Girdikleri cisimlere hayat, idrâk ve hayatla ilgili diğer sıfatlan kazandırırlar. (Mıknatıs da böyle değil midir? Çeliğe sürülünce demiri çekme hususiyetini ona da kazandırır.) Bununla beraber onlar pek latîf olup hissedilemezler.
Allah, atomlardan pek küçük birtakım zerreler daha yarattı ki, ruhun ilgisi sebebiyle hayat ve hayatın hususiyetlerini kazanmaya onlarda tam bir kabiliyet bulunuyor ve mikroskobik maddelerin unsurları gibi onlarda insan uzuvları yaratıldı. İşte insanın anılan asıl kısımları bunlardan ibarettir. Daha sonra insan bedenini yaratarak insanlık zerresini fazlalık kısımları olan bu vücûdun husûsî bir yerine yerleştirdi ki bu yerin kalbden ibaret olması en yakın bir ihtimâldir.
(Fizyoloji âlimlerinin, hayat merkezinin kalb olmasını gerektiren görüşlerine dâir ibareleri yakında nakledilecektir.)
Bunun arkasından da Hz. Âdem'in bütün zürriyetlerini zerrelerden ibaret oldukları halde Hz. Âdem'in bedeninin sırt kısmına topladı. Bunu acâib görmeye hakkımız yoktur. Milyonlarca zerreleri o bedenin içine almasına imkân vardır.
Madem ki bir damla su, yeryüzündeki insan kalbleri miktarınca mikroskobik maddeleri içine alıyor. Hz. Âdem'in sırtının bütün zerreleri içine almasına ne engel gösterilebilir?
Daha sonra Hz. Âdem'in vücûdunun içindeki mübarek zerresine mukaddes ruhunu girdirdi ki Kur'an'da «Ve tarafımdan ona rûh verdim.» (Hıcr, 29, Sâd, 72) âyetiyle bu hususa işaret edilmiştir. Hz. Âdem'in ruhunun Allah'a nisbet edilmesi, şeref ve büyüklüğünü anlatmak için olduğu gibi, onun eşsiz yaratılışı ve hakikatinin mâhiyetinin bilinmesinin de Allah'a mahsûs olduğuna işaret edilmektedir.
Rûh o zerreye girince, zerrenin kazandığı hayat bütün bedeninin kısımlarına geçti. Çünkü beden bu kabiliyete tamamen sâhibti. Bir müddet sonra da Âdemoğullarınm bütün zerrelerini babalarının arkasından çıkarıp ruhlarını kendilerine verdi ve onlar hayat ve idrâk kazandılar. Binâenaleyh hitâb ve söz alma hükmü yürütüldü. Tamamlandıktan sonra da bu ilgi kesilerek onlar çıktıkları hava delikleri vasıtasıyla yine Hz. Âdem'in sırtına döndürüldüler.
Zerrelerin bu şekilde hava deliklerinden girip çıkması da uzak bir ihtimâl değildir. Çünkü hastalık yapan hayvanlar (mikroplar) dâima bedenlere bu yolla girip çıkıyor.
Daha sonra bu zerreler, Hz. Havva'nın rahmine giren Hz. Âdem'in menisi vasıtasıyla oraya geçmeye başladı. Kadının yumurtalığından ayrılan tohumlara bu zerreler girdikçe o tohumlarla menî sıvısından bedenler meydana gelip, böylece belli merhalelerden geçerek o bedenler insan bedeni şeklini alıyor. Her beden belli bir sınıra ulaşınca; Allah'ın gönderdiği rûh,. zerresine girip gerek zerreye ve gerek bedene hayat ve hareket veriliyor.
İlk önce geçen zerre ile beraber onun çocukları olacak insan ferd-lerinin zerreleri de ana rahmine geçmiş ve doğumdan sonra bu zerreler onun nesil maddelerinde toplanmıştır.
Dâima böyle çocuktan çocuğa geçiş oluyor ki, Peygamber efendimiz hakkında nazil olan «Secde edenler (namaz kılanlar) içinde dolaşmanı da...» (Şuârâ, 219) âyeti bu hakikate de işaret etmektedir. Çünkü mânâsı: Ey sevgili peygamberim, Rabbm seni ilk yaratılışından beri temiz babalardan temiz rahimlere geçişin sırasında da görmekte demektir.
Her insanın mâhiyet ve hüviyyeti, işte bu zerre ile ruhunun top-iammdan ibarettir. Bu zerre de müslümanların kabul ettikleri asıl kısımlardan ibaret olup, insanın ömrü müddetince devam ettiği gibi ölümün gelmesiyle kendisinden ayrılan, ruhun geri gelmesiyle kıyamet gününde hayatı tekrar verilecek olan da yine budur. İnsanın bedeni, gidip gelen ve artık eksilen fazlalık kısımlarından ibarettir.
Şu halde Allah, bir insanın ölmesini isteyince asıl kısımlardan ibaret bulunan zerresinden ruhunu ayırarak, gerek ondan ve gerek fazlalık kısımları olan bedenden hayatı uzaklaştırır da ikisine birden ölüm gelir. Böylece beden bozulmaya başlayarak ayrılır ve diğer terkîblere karışırsa da zerre hiç bozulmayarak saklanır. Nitekim altın atomları, toprak içinde bozulup çürümeden saklanıyor. Başka bir hayvanın bünyesine girse de ancak fazlalık kısımları olan bedeninin terkibine girebilecek değil mi? Hayvanın asıl kısımlarından olan başka bir zerreye giremez. Bedene girince de bir müddet orada bozulmadan korunarak durur, sonra ölümün gelmesiyle o beden dağılınca ona girmiş olan o zerre yine toprak içinde saklanmış olabilir.
Kısacası ölümün gelmesiyle zerrenin girdiği durum, ruhun ayrılmasıyla bedenin bozulmasından ibaret kalıyor. Zerrenin kendisine hiç bir şey olmuyor. Şu halde Allah, onu diriltmek isteyerek ruhu tekrar veriverince hayat durumu, bütün husûsiyetleriyle beraber geri gelecektir. Bedenin bozulmasının buna engel olacağı yoktur. (Husûsî ter-kîb, hayat için normal bir şart olup, hayatın ona bağlı bulunmadığı kelâm kitablarımızda etraflıca isbâtlanmıştır.)
Ölümden sonra tekrar dirilmeden önce, olacaklarını dinî delillerin haber verdiği berzah durumları, meselâ : Kabirde soru sorulması, nimet ve azâb verilmek gibi şeyler hakkında akla gelen şüpheler de bu incelemelerimizle tamamen ortadan kalkmış olur. Bir derece daha açıklayalım:
İlim ve hikmet sahibi olan yüce Yaratıcı, yaratıkları âhiret âlemine sevkedip, niyet ve amellerine göre onlara ceza ve mükâfat vermek isteyince hemen fazlalık kısımları sayılan insan zerrelerinin şekillerini yaratıp, o zerreleri bu bedenlere girdirdikten sonra ruhları il-gilendirmesiyle zerreler ve bedenler hayat kazanır. Böylece insan nevi dünya âleminde oldukları gibi, âhiret yaratılışı ile dirilip ayağa kalkar.
Ayniliğe yaramak ve zerrelerin aynı zerreler olup değişmemesinden ibaret olmak sebebiyle fazlalık kısımları ölümden önceki kısımlardan başka da olsa bir mahzuru yoktur.
İnsan hakkında açıkladığımız bu bedenlerin toplanması durumu kavrayanlar hakkında da uygulanabilir.
Biz, âlemlerin Rabbı ve hâkimlerin Hâkim'i olan Allah'ın ilminin genişliği ve kudretinin yüceliği ile beraber, bu sıfatların âlemde görülen eşsiz eserlerini düşündüğümüzde; anılan konuların hiç birinde akla uzak görülüp tereddüd edilmesine sebep olacak bir şey göremeyiz.
Bedenleri bir araya toplama işini gerçekleştirmek için Allah dilerse atomların birleşip ayrılmasına ve yaratılmasına yarayacak birtakım kanunlar koyar. Yine dilerse hiç bir kanun aracılığı olmadan bu durumu gerçekleştirir.
Ey maddeciler, mikroskop vasıtasıyla keşfetmekte olduğunuz küçük hayvancıklar hakkında incelemelerinizi, onların bir damla suda ' fevkalâde çoklukta bulunmaları ile beraber hayat, hareket ve yaşama hususlarındaki idrâk ve kendilerine zararlı olacak hallerden korunma gibi acâyib sıfatlara sahip olmalarını dikkat nazarına alarak, insan zerrelerinin hayatla onun hususiyetlerine elverişli bir yer ve ruhların da anılan vasıf ve hususiyetlere sâhib olabildiğini düşünüverseniz imkânsızlık değil, hiç bir acâib taraf bile bulamayacağınıza tamamen eminiz.
Yine insan bedeninde hava deliklerinin pek çok olduğunu, hattâ kendi sözlerinize göre bir karış karede 4.000.000 kadar hava deliği bulunmakta olduğunu düşünecek olsanız, insan zerrelerini Hz. Âdemin sırtından çıkıp da yine oraya döndürülebileceğini inkâra bir yol bulamazsınız, zannederiz.
Bu hususları aklınıza bir derece daha yaklaştıracak delil ve sebepler gerekli ise hastalık yapan hayvanların, meselâ : Malarya (sıtma) nm bazı bedenlere girip de oradan başka bedenlere geçip kan dolaşımında hareket ettiğini ve tıp ilminizde bahsetmekte olduğunuz bu türlü hakîkatlann benzerlerini düşünüveriniz.
Meselâ: Erkeklerin tenasül maddelerinden ayrılarak dişi tohumları aşılayan menî sıvılarında mikroskopla görülebilen pek küçük hayvancıklar vardır ki, bunlardan bir tanesinin boyu; bir kıratın (2,5 cm. nin) 500 ve bazan 600 de biri miktarı (0,05 mm.) ve yalnız başının uzunluğu 5.000 veya 6.000 de bir kırat (0,005 mm.) miktarı olabilir. Bununla beraber bu canlılar, kuyruklarını hareket ettirerek menî sıvısında kımıldayıp başları türlü yönlere dönüyor. Hareketleri de müstakil olarak o sıvının tabiî yoğunlukları değişmemek şartıyla devam etmekte ve dış durumlarla ilgisi olmadığı isbât edilmektedir.
Kadın vücûdunun içinde bu hareket yedi veya sekiz, gün, dışında yirmi dört saat kadar devam edebilir. On üç dakikada bir kırat (25 mm.) yol alabildiğini bazı bilginler açıklamışlardır. Bunlar hemen hemen bütün canlıların menî sıvılarında bulunur ve dişi yumurtalara dokunmaları döllenme için zorunludur.
Fizyoloji kitaplarında hep böyle yazılıdır. Şu halde bu canlılara Allah, kendilerinden daha küçük bulunan Âdemoğullarının zerrelerini taşıtır da, bu canlılar onları menî sıvısında öte beri götürüp ana yumurtalığından ayrılan yumurtalara bırakmak işine yarayabilir.
Böylece döllenme olunca, dişi yumurta gelişerek fazlalık kısımlarından ibaret olan insan vücûdu teşekkül etmeye başlar. Bu durumda insan, hakîkatta kendisine ruhun girmesi ve hayatın gelmesi ile ilâve edilen bedeni de hayat yeri edinen şeyden, yani bu menî canlılarının taşıyıp dişi yumurtasına ulaştırdıkları zerrelerden ibaret olur.
Bu zerre ile beraber ondan meydana gelen insanın doğacak zür-riyeti sayısınca birtakım zerreler daha onun yumurtasına girip, ortaya çıkan bedende yerleşirler. Sonradan onun menîsiyle çocukların bedenlerini meydana getirmeye sebep olacak yumurtalara geçmeye başlarlar.
Oğulların oğullarında da durum bu şekilde devam edip gitmektedir. İşte akıl ile dinin elverişli bulundukları bu türeme durumu dikkat nazarına alınınca, pek çok akıl sâhiblerinin ve İslâm âlimlerinin ittifakla kabul ettiklerine göre; insanın, hakîkatta babasından ana rahmine geçmekte olduğu anlaşılıyor. Halbuki siz, bu hakikatin aksini kabul ederek : İnsan, anasının yumurtalarından meydana gelir ve babasının menisi sırf döllenme için gereklidir, diyorsunuz. Çünkü siz yalnız insan vücûduna bakıp da ondan başka bir şey anlayamadığınızdan bu iddiaya mecbur oldunuz. Bedenin ötesine geçebilenler ise: İnsan, babasından ayrılıp, anasından yalnız beden meydana gelir, derler. Akıl sahiplerinin çoğunluğu bu hususu kavradığı gibi her babanın tabiatında çocuklarına sevgi ve şefkat bulunması da bu görüşü kuvvetlendirir.
Fizyoloji âlimleri arasında kalbin düzenli hareket etmesinin sebebini belirtmek hususunda ihtilâf çıkmış. İleri sürülen birtakım boş sebepleri önceden kabul edenler bulunmuşsa da, sonradan onların hepsi çürütülerek bu hareketin sebebinin yine kalbin kendisinde bulunan bir hakîkattan ibaret olduğu anlaşılmış. Bunu belirtmek isteyenler, kalbdeki sinir düğümlerini böyle bir şeyin sebebi olmağa pek uygun gördükleri için, bu düzenli hareketin gerçek merkezlerinin; bu sinir düğümlerinden ibaret olması hususunu aralarında kararlaştırmışlar. Şu kadar var ki, bunların te'sîrlerinin düzenli ve kesik kesik olup da devamlı olmadığına dâir şimdiye kadar bir sebep bulunamamıştır. Ayrıca pek çok deneylerle isbâtlandığı gibi, kalb kasılmalarından doğan itici kuvvetin yalnız başına kan dolaşımında kâfî olduğu, bu âlimler arasında incelemelerle uğraşanlarca iyi bilinmektedir.
İşte böylece ilmî ve fennî incelemelerin özeti göz önüne getirilince, az bir düşünme ile; insan zerresinin merkezi, insan vücûdundan kalb olup, ruhun oraya girmesiyle zerreye hayat verdiği ve kalbin hareketi ondan meydana gelerek kan dolaşımının doğduğu, sonra bedenin diğer kısımlarına da hayatın geçtiği, normal akıl sahiplerinin kabul edeceği bir şey olduğu anlaşılır.
Zerrenin ve ruhun son derece küçüklüğü, bedenin hayatına, sinir ve kaslara mahsûs hareketlere yetecek te'sîrlere ana kaynak olabilmelerine engel değildir. Çünkü küçük bir çocuğun hareket ettirebileceği pek küçük ve hafif birtakım âletler görüyoruz ki, onları hareket ettirmekle büyük büyük âletler dönüyor ve bu sayede büyük bir kuvvete bağlı ve muhtaç bulunan acâyib fiil ve eserler pek kolaylıkla gerçekleşiyor.
İnsafa geliniz! Âciz bir insanın îcâd ettiği fabrikaların ve te'sîs-lerin en az bir kuvvetle meydana gelen hârika derecesine yakın eserleri görülmekte iken, eşsiz yaratıklarını akıllara hayret ve korku verecek acâyib şekillerde tertîb ve terkîb eden hikmet sahibi, ezelî Yaratıcının yüce yaratmasının, düşünülenin çok üstünde olacağından şüphe etmek lâyık mıdır?
Sözün kısası, insan, aslında kalbe giren eşsiz bir ilâhî zerredir ki, ruhun ilgisiyle önce kendisi hayat kazanır, sonra da beden!...
Beden ise insanın hakikatinin dışında olup, şu yaratıklar âleminde birtakım işler yapmak ve olgunlaşmak için yaratılmış bir âletten ibarettir.
İnsan hakkında peygamberlerin tebliğ ettikleri âhiret işleri ve dünya teklifleri, işte hep kendisine giren ruhla beraber «zerre» adı verilen bu sabit ve değişmez hakikate yönelmektedir.
Bu açık sözlerimizden akıl ve anlayış sâhiblerine aydınlanmış oluyor ki, dinimizde açıklandığına göre insan ferdlerinin berzah âleminde hayat ve idrâkleri devam ederek soru, cevab, nimet ve cezanın gerçekleşmesi; sonra tekrar dirilme ve bir araya toplanma gibi hallerin meydana gelmesi; tabiat ilimlerinin gerçeklerine hiç de aykırı değil, zann ve şüpheler ise düşünme alanına yakın olanlarca tamamen bozuktur.
Eğer derseniz ki; «Biz İslâm dininde, insan vücûdunun kendisinin ve hattâ tekrar yaratılması en uzak ihtimâl görülen beden kısımlarının da tekrar yaratılacağını ifâde eden birtakım deliller buluyoruz. Meselâ; «Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?» sorusuna cevab olarak nazil olan «(Ey Rasûlüm), de ki: Onları ilk defa yaratan diriltir.» (Yâsîn, 78, 79) âyeti, çürümüş insan kemiklerinin de tekrar yaratılıp diriltileceğine işaret ediyor.
Bu durumda sizin ölümden sonra tekrar yaratılıp diriltilmeye dâir söylediğiniz ma'kûl izah şekli, bu delillere uygun düşebilir mi?
Cevab olarak deriz ki: Evet, İzahımız bu delillere de uygundur. Aralarında hiç bir aykırı taraf yoktur. Çünkü onun gereğine göre ölümden sonra tekrar yaratılıp diriltilmenin insan zerrelerinden ibaret olan asıl kısımlara yukarıda açıklandığı şekilde İlgisi bulunduğu gibi fazlalık kısımlarından ibaret bulunan insan bedenini de içine almaktadır.
Ancak inkarcılar tarafından ortaya atılan şüphelerin reddi, sırf asıl kısımlar yok olmayıp, onların hayatı ve diğer teferruatının tekrar kendisine verilebileceğini inceleyip açıklamakla ortaya çıkıyor ve binâenaleyh insanın asıl kısımlarından olmadıkları halde bedenin kısımlarının da aynıyla veya benzerleriyle tekrar yaratılmaları, bu şüphelerin ortadan kalkmasına yaramıyorsa da bu tekrar yaratılmanın, haş-rin hakîkatından hâriç olmayıp oluş şekli ve durumunun tafsilâtında dâhil olduğu ifâde edilmiştir...
Bu delillerin, fazlalık kısımları olan bedenin tekrar yaratılacağına dâir delâleti, câhiliyyet ehlinin kafalarına takılmakta olan diğer müş-killeri ortadan kaldırmak maksadıyla oluyordu.
"Zîrâ haşr hakkındaki Kur'an âyetleri nazil oldukça onların düşünceleri ancak bu görülen bedenin tekrar yaratılmasına gider de derlerdi ki: Çürüyen kemiklerin hayatı nasıl geri gelebilir ve toprağın derinliklerinde parçalanan bedenin parçaları nasıl bir araya toplanabilir?
Yukarıdaki deliller de, bu zannî müşkilleri Allah'ın yüce ilim ve kudretini hatırlatıp ortadan kaldırarak, acizlik ve eksiklik, yüce sânına yakışmayan hikmet sahibi Yaratıcının, çürümüş kemikleri de yoktan var ettiği gibi bir daha dirilteceğini ve ezelî ilminin bütün eşyayı çevrelemiş ve yüce kudretinin mümkün olan her şeyi içine almış olduğunu isbât ederek bu hususa da yeteceğini açıklamak için nazil olmuştur.
Bu ise münkirlerin yukarıda sayılan şüphelerini ortadan kaldırmak maksadıyla bizim, asıl kısımların tekrar yaratılmasına Önem vermemize aykırı olamaz.
Düşünenlere durumun hakikati aydınlanır. Ancak şurası da gizli kalmamalıdır ki, asıl kısımları zerrelerle ve fazlalıkları bedenle tefsir edip de bu esâs üzerine kurduğumuz güzel izah şekli, açıklanan tafsilatıyla din âlimlerimizin sözlerinde açıklanmış değildir. Binâenaleyh «Bedenlerin tekrar yaratılması durumunu sırf bu şekilde kabul etmek, bütün müslüman ferdler için vâcibdir.» demek istemiyorum. Bilakis konunun baş tarafında ifâde edildiği gibi büyük âlimlerden (İmâm, Fahreddîn Râzî, Sirâc'ül-Ukûl sahibi Ebu Tâhir el-Kazvînî, Abdülvah-hâb Şa'rânî ve Hâzin-i Bağdadî gibi) pek çok zâtların hakikat ifâde eden sözlerinden çıkarılabilir ki, insanın asıl kısımlarından âlimlerimizin maksadı; Peygamber efendimizin,. Hz. Âdem'in zürriyetinden £öz alındığı hakkındaki âyetin tefsiri sırasında ifâde buyurdukları zerreler olup, gerçek insan da o zerrelerle onlara giren ruhlardan ibarettir. Fazlalık kısımlarından maksadları da insan bedenleri olmalıdır.
Yine bu âlimlerin sözlerinden anlaşılıyor ki; insanın hakikatinin yeri ve merkezi, bedenin kısımlarından kalb olup, devamlı olarak değişmekte olduğu görülen beden ise bu hakikatin yaratıklar alemindeki işlerini yapmasına ve ilim öğrenerek vâcib olan haklan yerine getirmesine âlet kılınmıştır.
Artık bu hakîkatları kabul etmemize akıl ve din yönünden bir engel bulunmadığı halde bedenlerin bir araya toplanıp tekrar yaratılmasının sübûtu aleyhinde düşünülen şüpheleri de aynı yolla ortadan kaldırmak kolay oluyor. Binâenaleyh bunların, hakikatin ta kendisi olduğu zannolunuyor.
Yoksa İslâm'ın bu inanç esâsının doğruluğunu ifâde etmek için şu kadarcık söz yeter : Biz (hamdolsun) inanıyoruz ki, her insanın bir ruhu vardır. Onun hakikatini Allah bilir. Diğer hayvanların da kendilerine göre ruhları vardır. İnsanları kıyamet gününde tekrar dirilterek huzuruna toplayıp hesaba çekecek, onlara nimet ve azâb verecek ve bu hususlar akla aykırı düşmeyecek bir şekilde olacaktır. Nasıl olacağını tafsilâtı ile bilmek bize gerekmez. Fakat iyi biliyoruz ki bunlar, hep akılca mümkün olan şeylerdir. Allah'ın ilminin genişliğine ve yüce kudretinin te'sîrine nisbetle normal şeylerden hiç bir farkları yoktur.Ey maddeciler, bu noktada düşünün ve inceden inceye düşünenlerden ayrılmayın. Çünkü bu kadar tafsilât arasında tabiat ilimlerimize hakîkaten aykırı olarak bir taraf bulamazsınız.
Demek oluyor ki, konunun başında acâyib ve uzak bir ihtimal olarak ortaya attığınız dinî meseleleri de, insaf edecek olsanız kabul etmek zorunda kalacaksınız. Ama verdiğiniz sözü tutmayarak inâdda diretirseniz, Levh-i Mahfûz'u açıp okuyacak olsam, yine bir fayda vermeyeceğini pekâlâ bilirim.
Eğer derseniz ki: Evet, bu anlatılanların akılca mümkün ve caiz olduğu kabul edilebilir. Fakat gerçekten bunların olacağını kesin olarak kabul etmeyi gerektirecek bir şey bulamayız. Acaba bu inanca bağlanan İslâm milletlerinin dayandıkları deliller neden ibarettir?
Deriz ki: Birçok benzerlerinde ifâde edildiği gibi bedenlerin hasrolunması ve bununla ilgili âhiret halleri tamamen, sözünün doğruluğu parlak mucizelerle sabit olan Peygamber efendimizden alman kesin Kur'an âyetleriyle isbâtlanıyor. Çünkü bu âyetler, hiç te'vîl kabul etmeyecek bir kesinlikte ve açıklıkta bunların her birinin olacağına delâlet ediyor. Halbuki hepsi de akılca mümkün ve aklın hükümlerine uygundur. Şu halde bu türlü delillerin açık mânâlarının kabul edilmesi, kaidelerin gereği olduğu için îslâm milletlerince bu dairenin dışına çıkmak ve te'vîl tarafına sapmak ma'kûl görülemez.
Hele öldükten sonra tekrar dirilmenin mâhiyeti hakkında meşhur olduğu gibi «Mümkün olduğu aklî delillerle ve fiilen gerçekleşeceği de ancak dinî delillerle ve fiilen gerçekleşeceği de ancak dinî delillerle sabittir.» deniyorsa da dikkat edilince ölümden sonra dirilmenin gerçekleşmesi de aklî delillere dayalıdır. Gerçi bu deliller, aslında kesin deliller çeşidinden değilse de, akılların anlayışını ve kalblerin huzurunu gerektirdiği için o kadar açık manâlı işaretler (zann ve kanâat veren deliller) kabilinden oluyor ki, bunların hepsi birleşince düşünceye arkası arkasına gelerek ölümden sonra tekrar dirilmenin gerçekliği hususunu akıl kuvvetle kabul eder ve artık şüpheye sürüklemeye çalışanlara hiç kulak asmaz olur.
Bazı İslâm âlimlerinin (İmâm Fahreddîn Râzî'nin) bu husustaki ifâdelerini nakletmeye geçelim.
(Bu naklimizde açıklama maksadıyla biraz tazlalık, iyi görülen çıkarma ve kısaltma bulunacaktır.)
İyi biliniz ki, Allah'ın varlığına, mükemmellik sıfatlarına, yüce hikmetine, yaratıkları hakkındaki adalet ve bol rahmetine kesin deliller getirildikten sonra vâcib olan bir inanca sahip olanlar açıkça kabul ve itiraf ederler ki; insan nevini iyi ve kötüyü ayırd edecek akla, hayır ve şerri işlemeye yetecek güce sâhib oldukları halde yaratan hikmet sahibi Allah'ın hikmet ve adaletinin gereği, kendi yüce zâtını kötülükle anmak, cahillik, yalancılık ve gereksiz yere insanları (hele peygamberleri ve iyi kulları) küçük düşürecek suçları alışkanlık haline getirmekten onları men'edip sakındırmak ve düzenli yaşamalarına yarayacak üstün ahlâk ve hayırlı işlere teşvik etmektir.
Bu sakındırma ve teşvik ise, ancak iyi işleri sevaba ve kötü işleri cezaya bağlamakla tamamlanabilir. Halbuki sevâb ve cezâmn dünyada yerine getirilmediği görülüyor. O halde onların yerine getirileceği yer olacak olan âhiret âleminin gerçekleşmesi gerekiyor.
Ama men' ve teşvikte ve cezaya luzûm görülmeyip de insanların aklına bırakılan, iyi şeyleri beğenme ve kötü şeyleri kötü görme hususuyla yetinilmiş olsaydı; bu, maksadın gerçekleşmesine yetişmezdi.
Çünkü nefs-i emmâre (insanın yaradılışında bağlı bulunan şehvet ve kızma temayülleri) insan ferdlerini hep maddî istek ve hayvanı zevklere düşkünlüğe davet ediyor. İşte böyle kuvvetli bir zıdlık olunca, daha kuvvetli bir tercih edici ve üstün bir hakime luzûm görülmesi normal bir şey olduğu için va'd ve vaîd vâsıtalarına başvurulması, fiil ve terke karşılık sevâb ve ceza gerekmesinin hayır ve düzeninin gereklerinden olduğu anlaşılır.
Hattâ mutlak olarak aydın bir akıl hükmediyor ki; hikmet sahibinin hikmetinin gereği, iyilik yapanla kötülüğü âdet edinen kimseyi birbirinden ayırmaktır. Bu ayırma ise dünyada olmuyor. Zîrâ kötülük yapmayı âdet haline getiren bazı kimseler rahat ve saygı görmekte, iyilik yapanların da pek çoğu türlü sıkıntı ve hakaretle karşılaşmaktadır. Bu durum her zaman görülmektedir.
Bundan da anlaşılır ki, bu âlemden başka iyilerle kötülerin birbirinden ayrılacağı bir âlem olacak ve «Kıyamet günü ecirleriniz (mükâfatlarınız) size eksiksiz verilecektir.» (Âl-i İmrân, 185) âyetinin sırrı orada ortaya çıkacaktır.
Ölümden sonra tekrar dirilme korkusu insanların gönüllerinde yer ederek onları her türlü kötülükten uzaklaştırmakta olmasa aralarında kargaşalık çoğalır ve fitneler büyürdü. Yaşayışın düzeni de bozularak hiç bir mükellef vazifelerini yerine getiremezdi. Şu halde âlemin düzeni ve bozulmaktan korunması, ancak sevâb ve ceza âlemini yaratıp açıklamakla olabilir.
Diyemezsiniz ki: Âlemin düzeninin dĞ'vâm edebilmesi için pâdi-şahlardaki heybet ve siyâset yeter. Yine ayak takımı bilirler ki, kargaşalığı beğenip doğru bulacak olsalar bozgunculuk dolabı başlarına döner ve onları da öldürüp mallarını yağma eden bulunur. İşte bunun içindir ki, fitneleri tercih etmekten sakınırlar.
Çünkü sâdece padişahların heybeti kâfî gelip bütün kötülükleri ortadan kaldıramayacaktır. Bunda şüphe yoktur. Zîrâ padişah ya sâ-hib olduğu kudret ve saltanatla halktan hiç de korkusu olmayacak bir dereceye ulaşır veya böyle olmaz.
Birinci ihtimâle göre, kalbinde âhiret korkusu da bulunmazsa zulüm ve eziyete kalkışır. Çünkü nefsin isteklerine karşı dünya ve âhi-retçe bir köstek ve engel bulunmamış olur.
İkinci ihtimâle göre de halkın korkusu tâm hududunu bulmayacağı için zulüm ve diğer kötülüklerden çekinmezler.
Artık isbât edilmiş oldu ki; âlemin düzeni, âhiretçe insanların (halk tabakasının ve hâs kulların) korku ve ümîd sahibi olmalarına bağlıdır.
Ayrıca bilgili, adaletli ve merhametli b\î padişah, kuvvetti ve zayıf sınıflarından meydana gelen halk arasında ilim, hikmet, adalet ve merhametle hükmedeceği için zayıf olan mazlumun, kuvvetli bulunan zâlimden hakkını alması ve insaf ve hakseverliği elden bırakmaması normal bir şeydir.
Allah ise en adaletli, en merhametli ve yüce fiilleri hayır ve hikmete uygun olduğu için, mazlum kulların haklarını zâlimlerden alıp adaleti yerine getirmesi hikmetinin gereğidir. Bu ise dünyada tâm olarak olmamaktadır. Çünkü her asırda bazı mazlumların kahır ve hakaret içinde mallarının elinden alınmış, boş yere kanı dökülmüş ve namusuna saldırılmış olarak kaldığı, bazı zâlimlerin de ömrünün rahat ve eller üstünde geçtiği görülmektedir.
Bu durumda hak ve adaletin tâm olarak ortaya çıkacağı başka bir âlem mutlaka olmalıdır.
Bir de insan nevi için âhiret ve cennette isteklerine kavuşmak arzusu olmayacak olsaydı, bu nevin bütün hayvanlardan şeref ve bahtça daha aşağı olması gerekirdi.
Zîrâ insan dünyada diğer hayvanlara göre daha çok belâlarla karşılaşmaktadır.
Hayvanlar düşünce sahibi olmadığı için acı ve hastalıklara tutulmadan önce içinden hiç bir şey geçirmeden ömür sürmektedir. Fakat insan, sâhib olduğu akıl ve düşünme kabiliyeti sebebiyle devamlı olarak geçmiş ve gelecek durumlarını düşündüğünden, geçen durumlarının pek çoğu keder ve üzüntüsünü, gelecek durumlarını düşünmek de bin türlü korku ve endîşesini gerektiriyor. Bu bakımdan insan, akıl ve düşüncesi nisbetinde dünyada sayısız zararlar görmekte ve nefsinin şiddetli acılarına tutulmaktadır.
Ama maddî zevkler, onunla diğer hayvanlar arasında ortak bir husustur.
İnsanın üstünlük ve bahtiyarlığının bu yüzden olması hiç de düşünülmemektedir. Çünkü en tatlı şeylerin zevkinin insana hoş ve tatlı geldiği kadar gübre içinde yaşayan kurtlara da gübre zevk ve safa verir.
Şu durumda insana mahsûs âhiret âlemi olup da onun saadeti ve maddî ve ma'nevî zevklere kavuşması orada olmayacak olsa akıl nimeti ile düşünce çokluğu hakîkaten gam, keder ve üzüntülere boğulmaya sebep olacak ve buna karşılık hiç bir şey kazanılmamış olacaktır. Bu ise hayır ve hikmete aykırıdır.
Demek oluyor ki, âhiret saadeti elde edilmediği takdirde insanın en değersiz hayvan olması ve kurtlardan, böceklerden daha acınacak bir durumda yaşaması gerekir. Madem ki bunun saçma olduğu ortadadır, âhiret âleminin olacağı kesin bir hakikat oluyor ve insanın dünya için değil, âhiret için yaratıldığı anlaşılıyor. Burası da sırf onların imtihan edip, hayır işleyenlerle kötülük yapanları birbirinden ayırd etme noktasına dayalı bir konakları oluyor. Sevâb ve cezayı hak ettikleri de ortaya çıkıyor.
Kötülüğü âdet haline getirenlerin varacakları ev cehennem olacağı için onların nasîbleri, elde edebildikleri şu geçici zevklerden ibaret kalıyor. Fakat bunun hakikat bakımından değerli bir şey olmadığı ifâde edilerek, iyilerden daha çok kötülere yönelmesi acâyib karşı-lanmamalıdır.
Ey maddeciler, bedenlerin haşrolunacağına dâir incelemeleri bu merkeze ulaştırdığımızı insaf gözüyle görenlere aydınlandı ki, din ve millet adamları tarafından ortaya atıldığı gibi sizin görüşleriniz, hele şu haşr konusunu inkâr etmeniz öyle bir kötülük ve bozgunculuktur ki, üstünde değil hattâ umûmî olarak buna denk başka hiç bir kötülük ve bozgunculuk bulunamaz denilse yeridir. Çünkü bunun gereği, dünyada hiç helâl ve haram olmayıp herkesin, canımn istediğini ve fırsat bulduğu çirkin emellerini hemen elde etmeye kalkması olduğu için düzen ve huzurun bulunmamasını gerektirir.
Bu durum karşısında siz diyorsunuz ki: Âlemin düzeninin sağlanması ilmin yayılmasıyla, yani her ferdin kendi haklarım ve üzerindeki vazifelerin neden ibaret olduğunu bilmesi ile tamâm olabilir.
Fakat bu zorbaca dâvanızda, gafletle yanıldığınız her yönden açıktır. Önce şurasını düşünmüyorsunuz ki, ilmin isbât edip gerektirdiği akla dayalı kanunlar, nefsin isteklerine ve şehevî zevkler arzusuna bizzat ve karşı koyacak kuvvette olamaz. Binâenaleyh halkın nefislerini zararlı şeylerden men'edip, iyilik ve kurtuluş yoluna girip yürümeyi tercih ettirecek îmân ve hiç bir hareketin ceza ve mükâfâtsız kalmayacağını ifâde eden âhiret gününün kesin olarak kabul edilmesinden başka, âlemin düzenini sağlamayı üzerine alan hiç bir doğru ve sağlam vâsıta düşünülememektedir:
Aklı başında olanlara az bir düşünme ile aydınlanan şeylerdendir ki; insan, kendisini yeryüzünde biten otlar gibi tabiatın te'sîriyle meydana gelip, bir müddet sonra dağılıp yok olan ve bir daha hayatının geri gelmesi imkânsız olan bir maddeden ibaret kabul edince, şu varlığından nasibi ve istifâdesini, ömrü boyunca elde edebileceği zevk ve çıkarlardan ibaret olacağını kafasına tamamıyla yerleştirmiş demek olur.
Artık böyle bir insan için nazarî kaideler ve ilmî kanunlar, kendi haklarını sınırlandırıp, hakkında gözetilmesi gereken, medeniyetin akla uygun şartlarını belirtmekle hemen onu insaf ve doğruluk dairesi içinde duracak ve eline geçen fırlat ne kadar elverişli olursa olsun bu yolun dışına çıkmaya tenezzül etmeyecek kadar kayıdlayabileceği iddia edilebilir mi?
Meselâ hiç bir kimsenin göremeyeceğini kesin olarak anlayınca, milyonlarca malını elinden alarak suçsuz bir kimseyi öldürmesine veya şerefli bir ırza tecavüz edip nefsinin arzusunu her ne şekilde mümkün olursa öylece tatmin etmesine ilmî kanunlar ve umûmî bilgiler engel olabilir mi?
Bu sorumuza «Evet!» diye cevab vermek, kibir alanında herkesten ileri geçmiş olmaya bağlıdır.
İnsan, kendisini sevmek, çıkar ve zevklerini tercih etmek hususuna düşkündür.
Bunun için insanı gereği gibi bilen, hiç bir şeyde ona güvenmez. Meğer kendisini deneyerek doğru inançlı ve âhiret gününü kabul etmekte olduğunu anlamış ola.
Bazı milletler tanırız ki, âhiret inancına sâhib oldukları halde yine bozgunculuktan kurtulamazlar. Bunlar acaba bu inanca da sâhib olmasalardı halleri nice olurdu? Şüphesiz ki dirhem kadar bulunan bozgunculukları, o takdirde kantarlar miktarını da aşardı.
Bu zamanlarda ferdleri arasında ilmin çok yayıldığını bildiğiniz milletleri de görüyoruz ki, kötülük ve bozgunculuklara saplanmaktan kendilerini alamıyorlar. Hattâ yükselmeleri nisbetinde bunların kötülük ve bozgunculukları artmaktadır.
Meselâ : Neseblerin kanşıp kaybolmasını ve yardımlaşma düğümünün çözülmesini gerektiren zina, adam öldürmenin en şiddetli ve adîsi olan intihar, sarhoş edici şeyler kullanarak aklı yok etmek ve bedeni öldürmek, ilim ve san'atlar vasıtasıyla maddî çıkarlar elde etme hilelerine baş vurmak, aldatmak, hıyanetlik gibi toplumun huzurunu bozmayı gerektirecek şekilde serserice huyların ortadan kalkması gerekirken bir taraftan artıyor.
Bunun gerçek kaynağı ise şudur : Onların zirveye ulaştıkları o ilimler arasında âhiret korkusu verecek bir ilim bulunmuyor da, umûmî ilimleri ahlâkı güzelleştirmek değil, bozgunculuğu artırmak ve ayrılıklara hazırlamak hususlarına yârdım ediyor.
Bereket versin ki, bu milletlerin içinde henüz âhiret inancından bir küçük kalıntı bulunuyor. Yoksa arzettiğimiz görüşler gereğince bunların uzun zamandan beri ölüm çukuruna düşmesi ve varlık tahtasından silinmesi gerekirdi.
Henüz çocuğu ölmüş olup ağlayan anneyi bile güldürecek durumlardandır ki, siz bütün insan ferdlerini içine alıp her yönden mükemmel olmadıkça ilimlerin, insan topluluklarının düzenini korumayı ga-rantileyemeyeceğini düşündüğümüzde ilimlerin ilerlemesinin bu derecesini şart koşmak zorunda kaldınız ve binâenaleyh dediniz ki: «Gerçi bu ilerlemenin olabilmesi için çok zaman ve hattâ yüzlerce asırların geçmesi gerektir. Fakat er-geç gerçekleşecektir.» İşte böyle her yönden kâfi gelecek olan doğru inancı bırakıp da, ilerleme hususunda birtakım boş ümitlerle beklemeniz sebebiyle ey maddeciler, siz öyle bir ahmak doktora benzemiş oluyorsunuz ki, şiddetli bir hastalığa tutulmuş bulunan bir hastaya şöyle diyormuş : «Sen perhiz falan etme. Aklına geleni yeyiver. Ben birkaç yıl sonra bulacağım ilacı sana veririm de, o zaman şifâyı bulursun.» Bunun durumuna uygun olan meşhur söz ise size de tamamen uygundur.
Bunu araplar; «Irak'tan tiryaki geleceği zamana kadar nefsinin arzularına veya aşk derdine tutulup zehirlenmiş olan bîçâre dünyadan ayrılıp gider.» diye ifâde ederler.
Hem de görüşlerinizin gereği olan âhireti inkâr etme esâsım; umûma açıklayıp, ders sırasında da öğrencilere anlatmanız akıllıca bir görüş, iyi bir tedbîr ye doğru bir fikir eseri sayılmaz. Meğer ki, yalnızca ve müstakil olarak âlemin düzenini korumayı garantileyeceğini iddia etmekte bulunduğunuz kadar ilmin yayıldığını ve artık geliştiğini görmüş olasınız. Yoksa siz, şimdiden bu saçma görüşleri hemen açıklayıp yaymakla insan nevinin mahvolunmasma çalışmış oluyorsunuz. Çünkü bu görüşün yayılması nisbetinde zararı da yayılmaktadır. Gerçi bunu normal akıl sahihlerine kabul ettiremezsiniz.
Zîrâ biz eminiz ki; normal akıl sahibi olanlar, bu türlü saçmalıklan kabul etmekten çekinmekte sebat ve devam edeceklerdir. (Fakat bu sınıfın ferdleri nisbeten azdır. Bilhassa yıkmağa çalışmak yapmak kadar güç değildir.)
Bize başvurup danışmanız sebebiyle doğru görüş ve ihtiyatla hareket etmeniz gerektiğini size hatırlatıp tavsiye etmekten geri durmayız. Hiç olmazsa şurasını düşünün ki, siz, âhireti kabul ederek ona göre hazırlıkta bulunduğunuz takdirde gerçek olduğu ortaya çıkınca kurtulanlar sırasında bulunursunuz. Faraza gerçek olmadığı görülürse, bu kabul ve hazırlığın ne zararı olabilir? Birtakım zevkleri tatmin etmekten geri kalmak değil mi? Zâten bunun ne önemi vardır?
Aklı başında bir adamın nefsânî zevklere hiç de önem vermemesi gerekir. Bunun birinci sebebi budur ki, şerefsiz zümrenin yaptığı işlere rağbet edilmemelidir. Bunları ise köpekler bile yapıyor. İkinci olarak da bu zevklerin çabuk geçtiği bilinmekte ve muhakkaktır. Böyle çabuk geçen ve mahvolmaya mahkûm olan bir şeyi bu kadar şiddetle arzu etmek ise, hele sonunda büyük tehlike bulunduğu hatıra gelirse hiç de hoş bir şey değil ve doğru görüş ve ihtiyat prensibini de bozan bir unsurdur. 89
İnsanlık Tarihi Boyunca Ahi ret Düşüncesi107
İnsanlık Tarihi Boyunca Ahi ret Düşüncesi
Şu dünya yıldızında insan Ömrü kısa, bu fânî âlemde insanın günleri sınırlıdır. Buna mukabil insanın yaşama arzusu fıtrî ve bu dünyadaki istekleri sayısız, sonsuzdur. Ama insan ölüyor.
Ölüyor, istekleri, dilekleri içinde kalarak, muradına kavuşamadan Ölüyor. Emellerini geride bırakıp gidiyor. Arkasında ayrılmaktan, kaybetmekten büyük üzüntü duyduğu dostlarım, yakınlarını bırakıp gidiyor. Acaba bu yitirdiklerine tekrar kavuşamayacak mı?
Bu bir!
İnsan dünyaya bakıyor; hayır ve şer çarpışmakta. Kötülük ve iyilik —ya da kötü ve iyi sandığı şeyler— kapışmakta. Şer ardarda gelmekte, rezalet yağmur gibi yağmakta. Çoğu kere de şer hayra gâlib geliyor, rezalet faziletin üstüne çıkıyor. Ömrü pek mahdûd olan ferd, fiilinin aksini, hayır ve şerrin sonuçlarını göremiyor.
Halbuki bu insan, çocuk iken ya da orman kanununa göre yaşarken bunları düşünmüyordu. O zaman ne zarar vardı, ne ziyan. İş kuvvete bağlı idi. Hayat galibin, hak kuvvetlinin idi.
İçi uyanmaya başlayınca hayrın karşılığını bulmamasından, şerrin cezasını görmemesinden üzüntüye kapıldı, bu hal onun zoruna git ti. Âdil bir ulûhiyet varlığına îmân, hayır ve şerre cezayı zarurî görür. Eğer hayır ve şerrin karşılığı burada tam verilmiyorsa, elbette âhi-ret âleminde verilecektir.
Bu iki!
Sonra dünyayı imâr eden, onda istediğini yapan bu akıl sahibi insan cinsinin hayatı, hatt-ı hareketi, herhangi bir haşere, dâbbe veya sürüngenin hareketi, hayati gibi hiç bir şeyi tamâm olmayan, her şeyi ebediyete intikâlden kısa, mahdûd bir hayat mı olmalıdır? Hayatının böyle basit, düşük bir hayat olması, insanın gücüne gider. Böyle bir hayat yaşamasını istemez insan.
Bu da üç!
İşte insanın içinden birbiri ardınca fışkıran bu kaynaklardan, âhi-ret âlemi düşüncesi doğmuştur. Birinci kaynak, insan şuuruna hayatın kıymetini gösterirken; üçüncü kaynak, cinsinin kıymetini bilmesini, 'kevnî kuvvetleri hesaba katmasını, kevnî kuvvetlerin kendisi lehine işlemesini, kendisini bu kısa ferdî hayatla yok edip bitirmemesi arzusunu doğurmuş; ikinci kaynak da onun içini uyarmasını, ruhunda adalet duygusunu, rezîlet ve faziletin neticelerine sağlam bir şekilde inanmasını işaret etmiştir.
İşte bu kaynaklar, insanlığın ta kendisidir. Onun derinliklerinin en derininde, ufuklarının en yücesinde bulunmaktadır..
Eski Mısır, Uyanık insan zamirinde fışkıran kaynağın ilk şafağına şâhid olmuş, ölümden sonra hayır ve şerr'den hesap verileceğine, kötülük ve iyilik karşılığında adaletli ceza verileceğine dâir ilk inanca sahip bulunmuştur. Bugünkü mevcûd bilgimize göre bu akide oradan bu ma'rnûr dünyanın sırtında bulunan başka bir yere sıçramazdan önce iki bin yıldan fazla bir zaman geçmiştir.
Milâd'dan önce 2600 yılı civarında (Beşinci Aile Devrinde) —Eğer daha önce yok ise— Mısır'da bir âhiret inancı vardı. Bu âhiret âleminde hayra ve şerre ceza veriliyordu. O zaman bu inanç, yalnız kâhinlere ve din adamlarına münhasır değildi. Millet arasında yaygındı. Bu yaygınlık gösteriyor ki; inancın kökleri, bu tarihten daha önceki zamanlara kadar uzanır. Merhum Prof. Abdulkâdir Hanıza, kıymetli eseri «Alâ Hamiş 'it-Târîh'H-Mısrıyy'il-Kadîm» de bu fetretten şöyle bahsediyor :
«Bu zamanda Oziris'e tapmılmağa ve bu millî bir hal almağa başladı. Oziris ibâdetinin esâsı şu idi: Her insan, kral olsun ferd olsun herkes, ölümden sonra dünyada yaptığı işlerinden, bizzat Oziris'in idare ettiği ilâhî mahkeme huzurunda hesâb verecektir. Bu mahkemede Oziris'e «Tot, Anubis, Hofus, Maât» ve kırk iki hâkim yardım eder. Eğer mahkeme ölünün iyiliklerinin, kötülüklerinden çok olduğuna hükmederse; o kimse ebedî naîm (cennet) ile mükâfatlandırılır ve Oziris gibi olur. Ama mahkeme, onun hayatında kötülük yaptığına hükmederse; onu vahşî hayvanlar parçalayacak, yahut ateşe atılacak veya başka bir azaba çarptırılacaktır.»
Orta Devlet zamanından kalma «Ölüler Kitabı» na dayanarak, özetle bu hesâbtan şöyle bahsediyor :
«Bu muhasebeyi tasvir ediyorlardı. Ölüler Kitabına ve tâbutlara mahkeme, muhakeme ve mîzân resimleri çiziyorlardı. Bu mahkeme tablolarında : Oziris, değneği ve kırbacı elinde tahtına oturmuş, yanında ilâhlardan kırk iki hâkim var. Bu tablodan, o zaman Mısır'ın, kırk iki bölgeye bölünmüş olduğu düşüncesi hatıra geliyor. Sanki her hâkim, bu bölgelerden birini temsil etmektedir. Ölü, mahkeme huzuruna çıkarıldığı zaman «Anubis» onu selâmlıyor, kalbini tutuyor ve onu alıp terazinin bir kefesine koyuyor. Diğer kefeye tanrıça «Maât» ya da Riştha'nın, heykeli konulmuştur. Sonra tanrı «Tot», sağ elinde kalem, sol elinde kâğıt terazinin yanına geliyor, tartının neticesini yazıyor, Oziris'e takdim ediyor. «Tot» un yanında yırtıcı «İmayît» vardır. Bu, timsah başlı, aslan vücûdlu bir hayvandır. Hüküm giyen ölüyü parçalamaya hazır bekliyor. Bazı resimlerde mahkemenin özel bir yerinde günahkârların atılmasına mahsûs ateşler vardır. Terazideki kalb, ölünün hayatındaki amellerini temsil eder. Çünkü dünyada sahibinin yaptığı hayır ve şer her şeyi o görmüştür.»
Dünyadan âhirete göçü tavsif eden eski Mısır'a âit manzum bir hikâye metni de mevcûddur. Bu hikâyede «Sinoziris» adındaki genç, babası «Satney» e âhiret alemindeki hesâb, ceza ve azâb usûlünü göstermek için babasıyla birlikte âhirete göç eder. Bu göç, edebiyat ve dinler tarihinde âhiret âlemine yapılan ilk göçtür. Hayır ve şerr'in, hesâb ve cezanın; zenginlik, fakirlik ve diğer hayat görünümleriyle ilgisi bulunmadığını göstermek için bu hikâyeyi naklediyoruz :
«Satney bir gün evinin üstünden bakar, zengin bir adamın cenazesini görür. Ağlayanlar, uğurlayanlar... Büyük bir tören ve gösterişle Menfis'ten Cebel'e doğru gidiyor. Yine Satney, bir fakirin cenazesini de görür. Bir hasıra sarılmış. Ne cemâati, ne uğurlayanı, ne ağlayanı, ne de dövüneni var. Satney oğluna bakar ve kendisinin âhirete şu fa-kîr "gibi değil, o zengin gibi götürülmesini istediğini, onun gibi uhrevî bir hayat ve saadete ulaşmayı arzu ettiğini söyler. Baba, çocuğun bu sözüne kızar. Genç, her ikisinin uhrevî hayatını göstermek için babasının elinden tutar, büyük dualar okuyarak babasını Menfis dağında bir yere götürür. Ölülerin hesaba çekildiği «dağa» indirir. Bakarlar ki, her çeşit insanla dolu yedi geniş salon var. Bunlardan üçünü geçer, dördüncüye girerler. Buraya insanlar girip çıkmaktadır. Bunları arkalarından eşekler kemiriyor. Başka insanlar da var. Onlar da başlan •üzerinde asılı yemeğe sıçrıyorlar, erişemiyorlar... Sıçrıyorlar, sıçrıyorlar, bir türlü ulaşamıyorlar. Bir yandan da kazıcılar, bu adamların ayaklarının altından habire kazıp bunlarla başları üzerinde bulunan yemek arasındaki mesafeyi arttırıyorlar.
Daha sonra yedinci salona girerler. Orada iyilerin ruhlarını görür-rürler. Her birinin bulunduğu bir makamı var. Kapıda da suçlu ruhlar var. Bunlar da ayakta niyaz ediyorlar.
Sonra kapının altına sırtı üzerine yatırılmış bir adam görürler. Kapının ekseni de bu adamın gözüne çakılı. Kapı açılıp kapandıkça onun gözü üzerinde dönüyor. Kapı da devamlı açılıp kapanıyor ve adam ıztırâbtan bağırıp duruyor.
Daha sonra yedinci salona girerler. Orada hesâb tanrıları oturmuşlar. Münâdîler (çağmalar) de birbiri ardınca ölüleri hesaba çağırmaktadırlar. Büyük tanrı Oziris, altın tahtında oturmuş, başında iki lalaklı bir taç, tanrı Anobis sağında, Tot solunda. Hesâb meclisinin teşekkül ettiği diğer tanrılar da sağında solunda durmaktalar. Mı-zân da kurulmuş, günâhları sevâbları tartıyor. Kötülüğü, iyiliğinden ağır gelen kimse vahşî İmayît'in önüne atılıyor. İmayît onu parçalıyor. İyiliği, kötülüğünden ağır gelen kimse, tanrılara katılıyor ve ruhu göğe çıkıyor. İyiliği kötülüğüne denk geleni ise vahşî hayvan parçalamıyor ama tanrılara da katılmıyor. Hizmete ta'yîn ediliyor.
Genç baktı, Oziris'in yakınında gayet güzel giyimli, kadri yüce bir adam gördü... Babasına döndü: «Oziris'in yanında oturan şu adamı görüyor musun? İşte o hasıra sarılı gördüğün, cenazesini uğurlayanların bulunmadığı fakirdir. Buraya getirildi, kötülükleri, iyilikleri tartıldı, ikincisi ağır geldi. Tanrı «Tot», onun defterine ; «Dünyada tam bir saadete kavuşmadı.» diye yazmıştı. Oziris, o cenazesi tören ve debdebe ile kaldırılan zenginin sahip bulunduğu her şeyin buna verilmesini ve bunun tanrılar arasına yükseltilmesini emretti. O zengine gelince; onun da kötülükleri ve iyilikleri tartıldı, birincisi, ikincisinden ağır geldi. Bu yüzden cezaya çarptırıldı. İşte görüyorsun kapı sağ gözü üzerinde dönüyor ve elemden bağırıp duruyor.»
Bu kıssa, eski Mısırlıların âhiret düşüncesini ve o âlemi nasıl anladıklarını göstermesi yanında, mal ve mevkiin, âhirette bir fayda sağlamayacağını, herkesin kendi ameline göre ceza veya mükâfat göreceğini ifâde etmesi bakımından da önemlidir.
Mısır'lıların uhrevî hesâb hakkındaki düşüncelerini tamamlamak için, ölüler kitabından bir başka metin verelim. Bu da cezâmn te-rettüb edeceği hayır ve şerrin mânâsını tasvir etmektedir. Bunu Mory özetlemiş, merhum Abdulkâdir Hamza da tercüme etmiştir. Burada ölülerden biri tanrı Oziris'e yalvararak kendini savunmaktadır:
«Ben şerre bulaşmadım. Tecâvüz etmedim, hırsızlık etmedim, haksız yere kimseyi öldürmedim, kurbânlara dokunmadım, yalan söylemedim, kimseyi ağlatmadım, kirlenmedim, kutsal hayvanları kesmedim, ekili arazîyi telef etmedim, namuslu kimselere iftira etmedim. Gazabın beni haktan çıkarmasına fırsat vermedim, zina etmedim, hakkı işlemekten yüz çevirmedim, krala ve babama kötü zanda bulunmadım, suyu kirletmedim, hiç bir efendiyi kuluna kötülük etmesi için yüklenip taşımadım, yalan yere yemîn etmedim, tartıya hile karıştırmadım, emzikli çocukların süt emmelerine engel olmadım, tanrıların kuşlarını avlamadım, ihtiyâç olmadıkça suya gitmedim, Rey (sulama) kanalını kapatıp sudan mahrum etmedim, yanması gereken ateşi söndürmedim, tanrıları küçümsemek hatırımdan bile geçmedi... Ben ma'sûmum, ma'sûmum.»
Eski Mısırlıların naîm ve azâb düşüncelerinden yukarıda bahsetmiştik. Burada şunu ilâve edelim ki; onların naîm ve azâb hakkındaki düşünceleri, zikrettiklerimden ibaret değildi.
Ehram yazıtları diyor ki:
«Sevâb, güç yolculuklardan sonra tanrılarla ya da tanrı «Ra» ile beraber onun gemisinde oturmak için göğe çıkmaktır. Gökte oturma sevabına erenlere «Azizler» ya da «Mutlular» denir. Bunlar, göğün doğu ya da deniz yönünde kalan doğu tarafında otururlardı. Çünkü Mısırlılara göre, bu iki tarafta sabit yıldızlar vardı. Bunlara ebedî yıldızlar adını vermişlerdi. Göğe çıkanların oturduğu ebedî naîm. (cennet) , bu yıldızlarda idi.»
«Ehram yazıtları, naîm'i tasvir etmekte bu kadarlıkla yetinmemişler, izahata girişmişlerdir. Bu metinlere göre azizler, gökteki adalarda bulunurlar. Orada «Yemek Tarlası» adı verilen bir tarla vardır. Bu tarlada azizler çok nefis, çeşitli, bitmez tükenmez taze yemekler yerler. Orada «Yaro Tarlası» denen bir başka tarla ve «Hayat Ağacı» denen bir ağaç vardır ki, tanrılar bu tarlada otururlar ve bu ağaçtan yerler.
«Semavî naîm, sâdece bundan ibaret değildir. Bunun yanında gök ve güneşi koruyan ejder; göğe çıkana, oraya kavuşunca memelerini verip emzirirler. Göğe çıkan, onların memesini emince çocuk olur.
O kimse tanrılarla beraber ekmek yer, şarap içer. Gün geçtikçe sıhhati düzelir. Günden güne güzelleşir, bugün dünden güzeldir, yarın da bugünden güzel.
Bunlar, Ehram yazıtlarının naîm (cennet) hakkındaki söylediklerinin özetidir. Ölüler kitabı ise, sevâb hususunda şöyle diyor: Ölü, bir salonda «Oziris» in önünde oturur. Yaro Tarlasına çıkar, ekmek ve yufka ekmekler yer. Kendisinin, öyle bir buğday ve arpa tarlası olur ki, içindeki ekinin boyu yedi arşına varır. Horis adındaki hizmetçiler onun için bu ekini biçerler ki yesin. Yine bu adam «Süfli Âleme girip çıkabilir, «Yaro Tarlası» nda ya da «Yemek Tarlası» nda oturabilir. Her ikisinde de şerefli olarak eker, biçer kendisinin kadınları olur, onlardan faydalanır, dünyada yaptığı her şeyi yapar.
Azaba gelince : Daha önce günahkârın, timsah başlı aslan vücûd-lu vahşî bir hayvan tarafından yendiğini, bir ateşin içine atıldığını söylemiştik. Başka bir azâb şekli de var ki orada günahkâr, kabrinde açlık ve susuzluğun kucağında, güneşi görmekten mahrum olarak kalır. Bazı zamanlar Oziris'in mahkemesinde onunla beraber oturan kırk iki hâkimin yanında kılıçlar bulunur. O kılıçlarla hâkimler günahkârları vururlar.
Daha önce işaret ettiğimiz Satney ve oğlunun hikâyesi gösterir ki, bu azabın başka şekilleri de vardır. Bunlar arasında : Açılıp kapanan bir kapının ekseninin ölünün gözüne oturtulması ve kapı açılıp kapandıkça gözüne batan eksenin verdiği ızdırâbtan ölünün kıvranması, bağırıp feryâd etmesi; azâbedilen kimselerin başlan üzerine yukarıdan yemek asmak, bu adamlar yemeğe ulaşmak için sıçradıkça yemeğin uzaklaşması şekli de bulunmaktadır.»
Başka hiç bir millette âhiret düşüncesi henüz doğmadan tâm bin yıl önce Mısır'da uhrevî hesaba inanç yerleşmişti. Herkesten önce Mı-sır'lılar âhirete inanmış ve bu inancın ancak üzerinden bin yıl geçtikten sonra bu inanç diğer milletler arasında yayılmıştır. Babilliler, Keldânîler, Mısırlılardan bin sene sonra âhirete inanmışlardır. Fakat onların inancında, ölülerin âhiret hayatına hükmeden mutlak Adalet yoktu. Hayır ve şerr'in cezası da âhirette değildi. Ölüler «Aralo» denen, yerin 'altında ya da dünyanın doğu köşesinde bulunan karanlık bir yere geçiyorlardı. Burada onların mahkemesini tanrıça Alat görüyordu.
Bu konuda Mesbiro şöyle diyor :
«Ölünün hayatta yaptığı hayır ve şerr'in, onun amellerini takdirde pek önemi yoktu. Amellerin takdirinde önemli olan, insanın dünyada kurbânlar, hediyeler ve ma'bedlere bağışlar takdim etmek suretiyle tanrılara ve özellikle tanrıça Alat'a ilgi göstermiş olması idi.
Aradan bin sene daha geçti, nihayet âhiret düşüncesinin İran'da Zerdüşt dininde ve Homeros'un dayandığı Yunan efsânelerinde, Hades' in adı geçen Odysseia efsânesinde meydana çıktı.»
Zerdüşt dininde, ruhun bu dünyadan sonraki hayatı şöyle düşünülmektedir :
«İnsan ölünce ruhu üç gün, üç gece cismin yanında asılı kalır. Cisim nimet içinde ise o da nimetlenir. Azâb içinde ise o da azâb görür. Dördüncü günün şafak vakti ruha bir rüzgâr eser, ölü hayırlı ise güzel kokulu bir rüzgâr, şerli ise kötü kokulu bir rüzgâr. Onu alır, bir yere götürür. Ruh orada ya güzel kızlarla veya korkunç cadılarla karşılaşır. Aslında ne birinciler hakîkî kızdır, ne de ikinciler hakîkî cadı. Bunlar ölünün iç yüzüdür. Kendisini hesâb geçidine ve son hüküme sevk eden içi. Bu hesâb geçidinin kapısında üç hâkim bulunur. Bunlardan biri Mithra'dır. Burada bir mîzân kurulur. Terazinin kefelerinden birine ölünün iyilikleri, diğerine kötülükleri konur. Kefelerden birinin kalkışma veya inişine göre ölü hüküm giyer. Verilecek hüküm, onun hayatının istikâmetini ta'yîn eder.
Sevâb ve azâb, teker teker her iyiliğe veya kötülüğe değil de, kul olarak bütün iyiliklere ve kötülüklere göre ta'yîn edileceği düşünülmektedir. İyilikler ağır gelirse, bütün günâhlar affedilir. Bunlardan herhangi bir günâh kendi başına ne kadar büyük olsa da ona bakıU maz. Keza pişmanlık ve tevbeye de itibâr yoktur. Hesâbta bağışlanmanın mümkün olmadığı düşünülmektedir. Zîrâ o hesâb rahmet üzerine değil, adalet üzerine kurulmuştur.
Tartı bittikten ve hüküm sâdır olduktan sonra hesaba çekilmiş kimseye; Cehîm üzerinde uzanan, hayırlılara genişleyen, şerlilere de incelen, kıldan ince kılıçtan keskin olan köprü ya da Sırat'tan geçmesi emredilir.
Sonuncular Cehîme düşerler. Karanlık, o kadar ki elle tutulacak kadar kesîf bir karanlık. Bunlar Cehîme düşünce birbiri üzerine yığılırlar. Atın boynundaki saçlar gibi. Böyle olmakla beraber her biri bu kadar kalabalık içinde yine de pek katı, bunaltıcı bir yalnızlık içindedir.
Hayırlılara gelince, onlar da nura giderler. Orada onları Ahura-mazda karşılar. Bunlar iyi amel, iyi söz ve güzel fikir ortasından geçerek buraya gelirler. Burada Mâzda'nın huzurunda ebedî mutluluk içinde yaşarlar.
Bütün bular, terazileri ağır veya hafif gelenler içindir. İyilikleri ve kötülükleri birbirine denk olanlar ise gökle yer arasında çok geniş bir mekâna konulurlar. Orada sıcak ve soğuğun elemini çekerler. Bütün hava değişimlerini hissederler. Dâima ümid ve korku içinde, kaldıkça daha da kararacak olan bu kötü yaşantılarının değişmesi hakkında son hükmü beklerler. Buranın en meşhur sakini «Krizaşba» dır.
Bu adam, korkunç bir canavarı öldürmüştür. Bu iyilik ona yeter. Sonra da kutsal ateşi kirletmiştir. Bu kötülük de ona yeter. (Yani iyiliklerin de kötülüklerin de en büyüğünü yapmıştır.) Kötülüğü iyiliğine denk gelmiş, bu yüzden naîm He Cehîm arasında kalmıştır.
Her halde okuyucu, Zerdüşt dini ile eski Mısır dininin, hayır ve şerre terettübeden cennet, cehennem, hesâb ve ceza tarzı hakkındaki düşünceleri arasındaki yakın benzerliği görmekte gecikmeyecektir. İkisi arasında o derece benzerlik var ki izaha ihtiyâç göstermiyor.
Gelelim Yunan mitolojisine. Orada da âhiretten bahsedilmektedir. Bu akîde orada Milâd'dan önce IX. asır civarında yaşamış olduğu söylenen «Odysseia Homeros» da kendini gösterir. Süflî âlemden olan Hades'in, Homeros'tan önce olması, Homeros'un efsânede Hades'-tan faydalanmış olması kuvvetle muhtemeldir. Mitolojiye göre Hades, yerin altındadır. Burası karanlık bir yerdir. İnsanlar Ölür ölmez, ruhları buraya iner. Bunun başında tanrı Platos bulunmaktadır. Tanrıçaların hiç biri buna katılmamıştır. O da kendisinin karanlığını bölüşsün diye bahar tanrıçası Bersfonya'yı çalmıştır.
Bazı diriler, özel birtakım yollarla buraya inebilirler. Nitekim Odysseia kahramanı Olis de inmiştir.
Homeros'un ifâdesinden, bu ruhların Hades'te birer gölge halin-,de bulunduklarını, vücûdlarını dünyada bıraktıkları, vücûda bir daha dönemeyecekleri için ınücerred eşbâh haline geldiklerini anlayabiliriz. Çünkü Olis, çok sevdiği annesini burada tutmak istemiş fakat buna muvaffak olamamıştır. Keza bu ruhların, dünyadaki hatıralarım, sevgi ve tepkilerini muhafaza ettiklerini de anlıyoruz. Zîrâ kahraman Açaks, ölümünden sonra İhil'in zırhlarını kullandığı için Olis'i azarlamıştır. Açaks, bu zırhlara sahip olamadığından dolayı Travda savaşında öldürülmüştü. İşte Açaks, süflî âlemde Olis'le karşılaşınca onun bütün râzılık istemesine rağmen Olis'e selâm vermemiştir. Olis, İhil'in dünyada sağ olan oğlu Newptelmus'u övünce İhil sevinmiştir.
Homeros'un Olis dilinden anlattığına göre Olis, Hades'te tanrı Minos'u görmüş. Şöyle : Minos elinde kamçı, tahtına oturmuş. Ölüler dâvalarını ona anlatıyorlar. Pek çok ölü kalabalığı, büyük kapıcılar önünde toplanmış dâvalarını arzetmek için sıra bekliyorlar.
Olis'in gördüğü çeşitli azâblardan biri de şu : Olis görmüş ki zorba Tityos, yüzü koyun uzanmış, dokuz dönümlük yeri kaplamış. İki yanında korkunç birer ejder. Tityos'un büyük, kanlı ciğerini ve kalın barsaklarım koparıp yemektedirler. Tanrılar tanrısının sevgilisi Latona'yı kendine cezbetmeğe çalıştığı için bu azaba çarptırılmıştır. Tityos dünyada işlediği bir suçtan dolayı değil.
Yine Olis orada görmüş ki Tantalos, kaynar bir su içine atılmış. Çenesine kadar su içinde. Kaynar su dalgaları yüzüne çarpıyor. Bu su içinde susuzluktan bağn yanıyor ama dilini ıslatacak bir damla su dahi bulamıyor. Başının üzerinde de meyve ağaçları. Salkımları aşağı sarkmış fakat eli yetişmiyor onlara. Bir meyva koparmak istedikçe bir rüzgâr esiyor, dalları alıp o tarafa götürüyor.
«Sifos» u da görmüş ki önünde büyük bir taş yuvarlıyor. Taşı dağın tepesine çıkaracak. Fakat tâm tepeye yaklaştığı sırada taş yuvarlanıp tâ cehennemin dibine düşüyor. Bu dehşetli yorgunluk içinde Sifos'un vücûdundan terler boşanıyor.
Sırf tanrılar tanrısının karısı Hera'nın keyfi için cebbar Herakl de amcası oğlu Yofizos'a itaat ve hizmet etmeğe mahkûm edilmiştir. (Herakl, tanrılar tanrısının, insanlarla birleşmesinden doğan oğludur.) İşte buna kızan Hera, onu şöyle bir azaba mahkûm etmiş : «Herakl, Hades tanrısı Ploto'nun köpeği Sirbiros'la boğuşmaktadır. Sir-biros'un üç başı vardır. Bu, bir işkence âletidir. Tırnaklarını suçluların ruhlarına batırır.»
Merhum Abdülkâdir, Satney ve oğlu kıssasıyla Odysseia'daki Olis hikâyesi arasında büyük bir benzerlik görmektedir. Şimdi onun düşüncelerini iktibas edelim, ondan sonra da kendi görüşümüzü ekleyelim :
«Homeros efsânesinde Olis, cehenneme iner. Mısır efsânesinde de Satney ile oğlu cehenneme inerler.
Homeros efsânesinde Minos, elinde altun bir kamçı tutmaktadır. Mısır efsânesinde de Oziris elinde bir kamçı tutar.
Homeros efsânesinde ölüler dâvalarını Minos'a arz ederler. Mısır efsânesinde de münâdîler (çağırıcılar), dâvalarını Oziris'e anlatsınlar diye ölüleri çağırmaktadırlar.
Homeros efsânesinde ölüler, geniş kapıları olan «Hades» evlerinde durmaktadırlar. Mısır efsânesinde de ölüler yedi büyük salonda beklerler.»
Biz bunlara şunu da ilâve edelim: Mısır efsânesinde suçlu, vahşî İmayît'in önüne atılmaktadır. Homeros efsânesinde de ejderler ya da üç başlı korkunç köpek, suçlunun ciğerini parçalamaktadır. Mısır efsânesinde cehennemde yemek, suçlunun başının üstünde asılı bulunacak, suçlu bundan almak istedikçe yemek ondan uzaklaşacaktır. Yunan efsânesindeki cehennemde de suçlunun başı üstünde meyve ağaçlan var. O uzandıkça meyvalar ondan uzaklaşıyor.
Ancak Abdülkâdir, iki cehennem arasında esaslı bir fark görmektedir. O da şu: «Homeros diyor ki: Ölüler arasında Minos hükmeder. Ve ölüler dâvalarını Minos'a arzederler. Mori'ye göre —ki Mori bu düşüncesinde isabetlidir.— dâvalar, ölümden sonra ölüler arasında çıkan anlaşmazlıklardır. Nasıl diriler arasında anlaşmazlık oluyorsa, ölüler arasında da anlaşmazlık oluyor demektir. Bu, ölülerin dünyada yaptıklarından hesaba çekilmeleri demek değildir.»
Sonra şöyle diyor:
«O halde Homeros'un cehennemi, insanların hayatta iken yaptıklarından hesaba çekildikleri bir yer değildir; öldükten sonra kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklardan hesâb verme yeridir. Bu takdirde Homeros cehennemi, Mısır düşüncesindeki cehennemin taşıdığı bütün ahlâkî değeri kaybetmiştir. O zaman diyebiliriz ki Homeros, Mısır düşüncesindeki Satney ve oğlu ve Oziris'in mahkemesi efsânesini alıp kısaltmış, bazı şekillerini almış ama özünü yitirmiştir.»
İşte serdetüğimiz bu mütalaalar, Homer cehenneminde sırf tanrılar tanrısının şehveti ya da karısı Hera'nın keyfi veya diğer tanrıların zevki için suçsuz kimselerin de azaba çarptırılmasındaki sebebi izah eden kuvvetli görüşlerdir. Bunlar, Yunan efsânelerinde şehvetlerin ve kaprislerin hâkim olduğunu, ne dünya hayatında, ne de öteki hayatta içsel durumun ve adaletin kıymeti olmadığını gösteren bir ortamda çevrilidir.
Böylece Mısır akidesi, kendinden iki bin sene sonra gelmiş bu putperest inançların çok üstünde yüce ufuklarda parlayan tek akide olarak kalmaktadır.
Homeros devrinden sonra âhiret düşüncesinin İranlılarda ve Ro-ma'lılardaki gelişimini incelemezden önce bu düşüncenin eski Hind dinlerindeki yerinden bahsedelim :
Hâlen bir kısım Hind'lilerin, Seylan halkının, Japonların çoğunluğunun ve birçok Çin'lilerin dini olan Hinduizm'de ve Budizm'de hesâb ve ceza olan âhiret düşüncesi yoktur. Onun yerine «Nirvana» vardır. Nirvana, en büyük ruhta fânî olmak demektir. Ancak bu iki dinde Nirvana'ya ulaşma yolları değişiktir. Hinduizmin Veda, Brahma-na, Upanişad ve Vedanta adlı kitaplan vardır. Sonuncusu en yenisidir.
«Hindulara göre; Veda, Brahmana ve Upanişad vahiy kitaplarıdır. Bunlar birbirine zıd çeşitli fikirler ihtiva eder. Orada bir taraftan tanrıların ve tanrıçaların çoğaldığını görürken diğer taraftan tev-hîd, hulul ve vahdet-i vücûd fikrini görmekteyiz. Bu, muayyen bir akideye davetten ziyâde, muhtelif inançlara müsamaha eden sosyal bir düzendir. Veda'da tanrılar çoktur. Her birinin ihtisası ve bir işi vardır. Bunların işleri birbirine karışmıştır. Çünkü muhtelif kabilelerin tanrılarıdır. Bu tanrılar sonunda bir birliğe yükselmişlerdir. (Bunların hey'et-i mecmuası bir birlik teşkil eder ki; bütün yaratıklar, bu birlikten fışkırmıştır ve tekrar ona dönecektir. Bu bire yükselme fikri, özellikle Upanişad'da göze çarpar ve bu yükseliş Vedantaya vâsıl olur. Vedanta'nın kelime mânası, Veda'nın hatimesi (sonu) dir.
Vedanta'nın temeli şudur : Allah ve insan nefsi tek bir şeydir. Ama insana iki ayrı şeymiş gibi gelir. Zîrâ insan idrâki, bunlann birliğini görecek seviyeden aşağıdadır. İnsan, kendindeki zât (benlik) hududunu kırmadıkça bu sapıklığında devam edecektir.»
Benlik hududunu kırmayı, bazıları cesedden kurtulmak olarak tefsir ediyorlar. Hindulann, ruhu cesedin tahakkümünden kurtarmak ve kudsal Zât'la birleşip Nirvana derecesine ulaşmak için cesede azâbe-dip onu ağır tecrübelere koştukları meşhurdur. İşte bu hareket, bu inançtan ileri gelmektedir.
İnsan ruhu tam manâsıyla temizlenip cesedin te'sîrinden kurtularak Kudsal Zât'la birleşmedikçe Nirvana derecesine ulaşamaz.
İşte tenasüh, bu gayeyi gerçekleştirmek içindir. Tenasühe göre, insan öldüğü zaman ruhu bir hayvan veya insan vücûduna geçer. Ve o vücûdda çeşitli azâblara dûçâr olur. Böyle azâb çeke çeke temizlenir ve nihayet Nirvanaya ulaşır, tenasühten kurtulur.
Budizme gelince : Bu din daha yenidir. Milâd'dan önce 500 yılı civarında doğmuştur. Tenasühe inanmaz, ruhu temizlemek için cesede azâbetmeyi .gerekli görmez. İnsan ruhundan korkunç şeylerin sıkıntısını kaldırır ve onu Allah'ın rahmetiyle doyurur. Ferde, rûh ne derece sâflaşır, benlikten ve bedenî lezzetlerden ne derece kurtulursa Nirvanaya ulaşacağını, bütün gücüyle büyük ruha yöneleceğini teb-şîr eder.
Buddha ölürken talebesi «Enanda» ya söylediği sözlerden bu fikri anlıyorum:
«Cesedine işaret ederek dedi ki: Bu çeşitli maddelerden meydana gelmiş karışım vücûd, elbette unsurlarına çözülüp dağılacaktır. Seni hiç bir şey, ruhî mücâdelene devam etmekten alıkoymasın. Yakında ısrarcı şehvetin kötülüğünden, mizah ve cehaletin kötülüğünden kurtulacaksın Enanda!»
Yine bazı tâbilerine şöyle demiştir :
«Ey râhibler, işte size ıztırâblardan acılardan yüksek olan, ıztı-râblardan kurtaran hakikat: Doğum azâbtır, ihtiyarlık azâbtır, has^ talik azâbtır, ölüm azâbtır, sevdiğimizden ayrılmak azâbtır, arzu ettiğimiz şeyi yitirmek azâbtır. Sözün kısası dünya hayatı 'azâbtır.
Ey râhibler, işte size ıztırâbların sebebine dâir hakikat: Tekrar doğumun aslı olan ihtirasta şehvet ve lezzet vardır. Üç türlü ihtiras vardır: Lezzet ihtirası, hayat ihtirası, toprak ihtirası.
Ey râhibler, işte size ıztırâbların durmasına dâir yüce hakikat: İhtirasın durmasıyla ıztırâblar durur. Arzular, alâkalar gitmedikçe elemler durmaz. İhtirası atmak, ruhu ondan boşaltıp kurtulmak ve nefsin şehvetlerini yenmekle ıztırâb durur.
Ey râhibler, elemlere bir sınır koymanın yolunu gösteren hakikat şudur : Bu yolun sekiz dalı vardır; doğru îmân, doğru konuşma, doğru gidiş, doğru kazanç, doğru çalışma, doğru düşünce ve doğru teemmül.»
Görülüyor ki Hinduizm ve Budizmde, eski Mısır dininde, Zerdüşt dininde ve Yunan mitolojisinde olduğu gibi bir âhiret âlemi fikri yoktur. Hinduizm'de günâhları temizlemek için Tenasüh, ıztıraplar, azâb-lar ve şehvetlere karşı koyma, arzuları terk etme vardır. Budizm'de de Büyük ruhta, Nirvana.'da fânî olmak, Allah'ın zâtıyla birleşmek için benlikten sıyrılıp çıkmak vardır.
Şimdi tekrar Yunan mitolojisine dönelim : Milâd'dan Önce beşinci asırda yaşayan şâir Pindar, ikinci Olimpia kasidesinde şöyle diyor : «Dünyadaki büyükler, cehennemde bir hâkim bulacaklardır. Bunlardan haram işleyenleri tanrıça Ananki muhakeme, edecektir.» Fakat Vindar, bu muhasebenin ne şekilde cereyan edeceğini açıklamıyor. Ancak bu düşünce, bu hesabın adaletli olacağına dâir Mısır inancına doğru atılmış önemli bir adımdır.
Aradan yıllar geçiyor. Eflâtun (Doğumu M.Ö. 427-419) gelip şöyle diyor :
«Ölüler kendilerini muhakeme edecek olan hâkim Redanıant (Mi-nos'un kardeşi) in önüne gelirler, ona yaklaşırlar. Redamant her ruhu sorguya çeker, fakat kimin ruhu olduğunu bilmez. Ruhu, fesâd ve habaset ile dolu, hakîkattan uzak yaşamış görürse; zindana gönderir, orada hak ettiği azabı çeksin diye.»
Sonra diyor ki:
«Redamant hüküm giyenleri, temizlenmeye kabiliyetli olup olmadıklarına göre damgalayıp nişanladıktan sonra cehenneme gönderir. Temizlik ve hakikat içinde yaşadığını gördüğü ruhu da taltif eder, mutluluk adalarına gönderir.»
Böylece Eflâtun; Homerosun kaybettiğini telâfi etmeye çalışıyor ve kendinden iki bin beş yüz yıl önce zuhur eden Mısır inancının kenarına yaklaşıyor.
Aradan beş yüz sene daha geçiyor. Büyük Roma şâiri «Werçü» geliyor. Milâd'dan önce 70-19 yılları. On iki fasıldan müteşekkil înyada destanını yazıyor. Bunlardan altı fasıl Odysseia tarzında altısı da Ho-meros'un İlyada'sı tarzındadır.
Altı fasıldan birinde mitoloji kahramanı İnyas, babası Anşiz'i görmek ve ondan kendisinin ve çocuklarının istikbâli hakkında bilgi almak için süflî âleme gider. Buraya bir kâhine ile beraber iner. Bu kâhine onu, ölüler diyarına götürür. Burada gölgeler ve ruhlar görür Steks nehrini geçerler. Bu nehir, cehennemde yılanlar ve korkunç hayvanlarla dolu bir nehirdir. Bu nehirden geçmeyi, ölülerin ruhlarım sevk eden pek üzüntülü notî «Şaron» idare eder. Sonra kâhine yoluna devam eder, İnyas da onun ardına düşer. Tamamen üzüntü ve umutsuzluk dolu bir âleme gelirler. Ölü hayâlleri bu âleme gelip gitmektedir. Burada İnyas, Travda kahramanlarından bir çoğunu görür... Sonunda da babasıyla karşılaşır. Babası ona soyu için yazılmış olan şeref ve iftiharı bildirir.
Werçil'in cehennemi de, biraz Önce işaret ettiğimiz Mısır cehenneminden mülhem olan Homeros cehenneminin aynıdır. Yalnız bazı eksiklikler ve değişiklikler vardır.
Şimdi Yunan mitolojisini bırakıp İsrâiloğullarına geçmek ve biraz da onların âhiret düşüncesinden bahsetmek istiyoruz. Bugün, Yahudilerin birinci kitabı Ahd-i Kadîm'de âhiret âleminden hiç bahsedilmez.
Bütün siyaktan (sözün temasından) anladığımıza göre, şerr'e ceza dünyadadır. Ferdler de cemiyetler de kötülüklerinin cezasını bu dünyada göreceklerdir. İsrâiloğullarının tanrısı, kendilerinden herhangi bir ferd veya neslin yaptığı kötülüğü dâima bilir.
Fakat bu inanç, hayattaki realiteye mukavemet edecek nitelikte değildir. Hayatta bazan şer cezasız kalıyor, iyilikle karşılanıyor; hayır da aksine kötülük görüyor. Netîcede bu sâfiyane i'tikâd ile hayat gerçeği arasındaki uyuşmazlık yüzünden bu inanç, İsrâiloğullarının ruhunda bir sarsıntı meydana getiriyor. Ahd-i Kadîm'deki Eyyûb Sifr'in-de bu husus açıkça kendini göstermektedir.
Şimdi Prof. Alî Edhem'in bu sifr'e dayanarak yazdığı Nazarât fi'1-Hayat ve'1-Müctema' adlı kitabından bir fasıl takdim edeceğim. Profesörün sözlerini kısaltmak veya bunlara bir şey ilâve etmek lüzumunu duymuyorum :
«Eyyûb Sifr'inin on üçüncü babında Eyyûb, ashabına verdiği ce-vabta Yüce Zât'tan bahsederken şöyle diyor : «O beni öldürse de, yine onu arzu eder kalacağım. Ancak onun önünde yollarımın doğruluğunu savunacağım.» Bu sözde tâm îmânla biraz inkâr birleşmekte; mutlak güven, şek ve şüphe gölgesine karışmaktadır. Ahd-i Kadîm'in en edebî sifr'lerinden olan ve cür'etli görüşlerle dolu bulunan bu sifr-de Allah'ın verdiği dertlere ıztırâblara sabreden Eyyûb, bir zaman derdini gizlemeğe, duygularını yutmaya çalışır. Bu sifrde çok nüfuzlu görüşler, cür'etli sözler vardır. Burada insanın durumu şöyle izah edilir. «Kadından doğmuş, az ömürlü, çok kötülük yaparı.» Allah'tan da şöyle bahsedilir : «Araştırılamayacak kadar büyük işler yapan, sayılamayacak kadar hârikalar yaratan.» İnsanın adalet arzusundan, hayat olaylarındaki hikmeti aramasından, varlığın hakikatini öğrenme çabasından bahseder. Bu sifr, insanda çarpışan iki kuvveti tasvir eder. însanda, beşerî fiillerinde, milletlerin hayatlarında tecellî eden ilâhî adaletin varlığından duyduğu şüphe ile, kendini bu şüphenin gayyasında boğulmaktan kurtaracak kuvvetli îmân çarpışmasını en ince ve en doğru tasvir eden bir sifrdir bu.
«Bu sifr, İsrâiloğullarının dinî düşüncesine şüphenin girmeye başladığını gösteren önemli bir merhale teşkil eder. İsrâîl dinine göre dürüst, iyi adam dünya hayatında bu istikâmetinin, güzel ahlâkının mükâfatım görecek; iyilikten kaçıp günâhlara dalan da işine uygun cezayı çekecektir. Yani iyilik de kötülük de dünyada karşılığını bulacaktır. Fakat hayatın, yaşanan olayların bu sâf i'tikâdı doğrulama-dığı, şerlinin cezasını çekmediği hayırlının mükâfat görmediği, aksine bazan yaptığı dürüstlüğün insanı daha kötü duruma düşürdüğü görülmüştür. Artık bu mesele insan aklını uğraştırmaya ve zihinleri bulandırmaya başlamıştır. Acaba ilâhî adaletten şüphe edilebilir mi? Yahut zulüm görünen bu hayat olaylarında acaba insanın göremediği, düşünemediği çok ince bir adalet mi var? Böylece 'adalet düşüncesinin ufukları genişleyip, kısa görüş ve kısa akıldan gelen itirazlara da müsamaha baş göstermiştir. İşin daha korkunç tarafı, âhiret hayatı düşüncesi üzerine düşen bu gölgenin, ondan sonra bir daha kalkmamalıdır.»
Şüphesiz îsrâiloğullarında Ahd-i Kadîm'in yazılışından sonra, uzun süren tarihleri boyunca âhiret düşüncesi gelişmiştir. Matta İncil'inin yirmi ikinci babında şu ifâdeyi görüyoruz :
^Kıyamet yoktur diyen Sadûkîler, o gün îsâ'ya gelerek sorup dediler...» Bundan anlıyoruz ki Hz. îsâ zamanında Yahudilerden bir fırka kıyametin olmadığını iddia ediyordu. Yine İsrâiloğullanndan Fe-rîsîler ise kıyamete İnanıyorlardı. Bunu da peygamberlerden bahseden yirmi üçüncü bâbtan öğreniyoruz. Orada peygamber Paul şöyle diyor : «Ben Ferîsî oğlu Ferîsîyim. ölülerin kıyametini (kalkacağını) ümid ettiğim için muhakeme olunuyorum... Çünkü Sadûkîler; kıyamet ve melek ile rûh yoktur, derler.. Fakat Ferîsîler ikisini de ikrar ederler.»
Yahudiler, Bizans valisini Paul'e karşı kışkırtıp «o müfslddir, uslu olan Yahudiler arasında fitne uyandırmağa çalışıyor.» diyerek Pa-ul'ü yakalamasını istiyorlar. Paul de kendini savunmak için vâlîye bu sözleri söylüyor : Yirmi dördüncü bâbda Paul şöyle diyor :
«Ben Namusta ve Peygamberlerde yazılı bulunan her şeye inanmış olarak rabbıma ibâdet ederim. Onların beklediği şeyin olacağına inanıyorum : Yakında iyi ve günahkâr ölülerin kıyameti olacaktır.» Demek ki îsrâiloğullarından bir cemâat arasına âhiret inancı girmiştir.
Fakat bu i'tikâdm onlara ne zaman girdiğini ta'yîn edemiyoruz. Bu hususta ilk işareti Milâd'dan önce XIII. asırda yaşamış bulunan Eş'iya'nm Sifr'inde (îşaya, Bâb : 24) buluyoruz. Fakat bu ibare ile, mutlaka kıyamet gününün kasdedildiğine dâir kesin delil yoktur. Bu işaret, onun kehânet tarzındaki şu sözüdür :
«İşte Rab dünyayı boşaltıyor, onu çöl ediyor ve onun yüzünü alt üst ediyor ve orada oturanları dağıtıyor.» Ve şöyle devam ediyor: «Ve vâki' olacak ki dehşet velvelesinden kaçan çukura düşecek; ve çukurun içinden çıkan tuzağa tutulacak; çünkü yüksekteki pencereler açıldı, ve dünyanın temelleri titriyor. Dünya ezildikçe ezildi, dünya yarıl-dıkça yarıldı, dünya sarsıldıkça sarsıldı. Dünya sarhoş bir adam gibi sendeleyecek, ve bir salıncak gibi sallanacak; ve bir daha kalkamayacak.»
«O gün Rab, yüksekte olanların ordusunu yüksekte, ve yerin krallarım yer üzerinde yoklayacak. Ve esirler çukura nasıl toplanırlarsa, onlar da bir araya toplanacaklar, ve zindana kapatılacaklar ve çok günlerden sonra yoklanacaklar ve ay kızaracak ve güneş utanacak; çünkü orduların Rabbı, Sion dağında ve Yeruşalim'de krallık edecek; onun ihtiyarlan karşısında izzet.»
Fakat bugün, dünya günlerinden biri de olabilir. Hattâ böyle olması da kuvvetlidir. Çünkü yirmi beşinci bâbda şöyle deniyor :
«O gün denilecek : İşte beklediğimiz ilâhımız budur. Ve bizi kurtaracaktır. İşte beklediğimiz Rab budur; onu bekledik, onun kurtarışı ile mesrur olacağız ve sevineceğiz. Çünkü Rabbm eli bu dağda rahat edecek; ve gübre yığınının suyunda saman çöpü nasıl çiğnenirse, Moab da olduğu yerde öyle çiğnenecek. Ve yüzen bir adam yüzmek için ellerini uzattığı gibi onun ortasında ellerini uzatacaktır; fakat Rab, onun gururunu ellerinin hüneriyle beraber alçaltacaktır. Ve senin duvarlarının yüJpsek hisarını yıkıyor, alçaltıyor ve toprağa kadar da indiriyor.» (îşaya, Bâb : 25)
Yirmi altıncı bâbda :
«O gün Yahuda diyarında şu ilâhi terennüm edilir : Kuvvetli şehrimiz var; kurtarışı duvarlar ve burçlar olarak koyuyor. Kapıları açın ki emâneti koruyan sâlih millet içeri girsin...»
Demek ki bugün, İsrail'in düşmanı Moab'a gâlib geldiği gündür. Bu Eş/iya (îşaya) nın Ahd-i Kadîm'de bulunan diğer kehânetler gibi haber verdiği mahallî bir gün olacaktır.
. Milâd'dan önce II. asırda yaşanüş olan Danyal Sifr'inin on ikinci bâbmda da kıyamet gününe benzer bir güne işaret edilmektedir. Bu işaret, Eş'iya (İşaya) nın işaretinden daha çok kıyameti gösterirse de bunun da dünya günlerinden bir gün ve İsrâîl milletinin istikbâline dâir verilen haberlerden biri olması ihtimâli vardır. Danyal, rabbm kendisine vahyini hikâye ederek diyor ki:
«Ve senin kavminin oğulları için durmakta olan büyük reis Mi-kftel, o vakit kalkacak ve millet olalıdan beri o zamana kadar vâki' olmamış bir .sıkıntı vakti olacak; o vakit senin kavmin, kitapta bulunan herkes kurtulacak ve yerin toprağında uyuyanlardan bir çoğu, bunlar ebedî hayata ve şunlar utanca ve ebedî nefrete uyanacaklar. Ve anlayışlı olanlar, gök kubbesinin parıltısı gibi, bir çoğunu salâha döndürenler, de yıldızlar gibi ebediyen parlayacaklar.»
Fakat bu, İran'da üç kralın ve bunlardan daha zengin ve kuvvetli olan dördüncü kralın kalkıp Yunan memleketine hücum edeceklerinden...... bahseden uzun bir konuşmadan sonra söylenir ve; nihayet o gün gelecektir, denir. Bu da gösterir ki bu ifâde, açıkça kıyameti gösteren bir nass değildir. İstikbâle dâir söylenen bu gibi haberlerde Ölümden sonra peygamberlerin kalkıp dirilmesine dâir ifâdeler, çoğu kere İsrail milletinin nihayet yükseleceğine işaret sayılır, âhiret âlemine intikâli göstermez.
İncil'de ve Rasûllerin İşleri'nde bulunan işaretler, netice itibarıyla Yahûdîlerde kıyamet günü i'tikâdının bulunduğunu isbâta kâfidir. Ancak öyle görünüyor ki bu i'tikâd, Yahûdîlerde geç meydana çıkmıştır. Böyle olmakla beraber Yahudiler, bu noktada Mısır akidesinden müteessir olmamışlardır.
Gelelim Hıristiyanlığa : Onda «Rabbın Melekûtu», «Ebedî Hayatı», azâb için «Cehennem», «Nâr» ve «Zulmet» ta'bîrlerr-vardır. Yine Hıristiyanlık'ta «Din günü» ta'bîri de geçer. O gün insanoğlu (Hz. îsâ), Allah'ın melekleriyle birlikte gelecektir. Ama bunun zamanını kestiremiyoruz. Kıyamet günü müdür?, yoksa İncil'de mevcûd olduğu gibi Hz. İsa'nın defninden üç gün sonra dirilip kalktığı gün mü?
Matta İncilinin on altıncı babında şöyle deniyor:
«Zîrâ insanoğlu, Babasının izzetinde onun melekleriyle beraber gelecek ve o zaman herkes kendi ameline göre ceza görecektir. Gerçeği söylüyGrum ki: Bu kalkışta bir kavim vardır ki onlar, insanoğlunun (Mesih'in), melekûtunun içinde geldiğini görmedikçe ölümü tatmazlar.»
Bu İncil'in on dokuzuncu babında şöyle deniyor :
«îsâ tilmizlerine dedi: Size gerçeği söylüyorum ki: Bir zenginin, göklerin melekûtuna girmesi güçtür. Ve yine size diyorum ki: Devenin iğne deliğinden geçmesi, bir zenginin Allah'ın melekûtuna girmesinden daha kolaydır.»
«İnsanoğlu her şeyin yenilenmesinde, izzetinin tahtına oturacağı zaman, siz ki benim ardımca gelenlersiniz, siz de İsrail'in on iki sıb-tına (kabilesine) hükmederek on iki taht üzerinde oturacaksınız. Ve benim ismim uğruna evler, ya kardeşler, ya kız kardeşler, ya baba, ya ana, ya çocuklar veyahut karılar bırakan her adam yüz katını alacak ve ebedî hayata kavuşacaktır.»
Aynı İncil'in on ikinci babında şöyle deniyor : «Sizs diyorum : İnsanlar söyledikleri her boş söz için hüküm gününde hesâb vereceklerdir.»
On altıncı babında : «Ben yine sana diyorum ki: Sen Petrus'sun. Ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve Ölüler diyarının kapıları (cehennem kapıları) onu yenmeyecektir. Göklerin melekûtunun anahtarlarım sana vereceğim.»
On sekizinci babında : «Şayet elin ve ayağın sürçmene sebeb oluyor, seni düşünüyorsa onu kes at. Zîrâ senin için topal veya çolak olarak hayata girmek, iki ele ya da iki ayağa sâhib olarak ebedî ateşe atılmaktan daha iyidir.»
Markos İncili'nin dokuzuncu babında bu ifâdenin şu ilâvesi var : «Orada onların kurtları ölmez, ateşi sönmez.»
Matta încili'nin sekizinci babında şöyle deniyor : «Doğrusu size diyorum ki: Doğudan ve Batıdan bir çokları gelecekler ve göklerin melekûtunda İbrahim, İshâk ve Ya'kûb oturacaklar ve melekûtun oğulları haricî zulmete (dış karanlığa) atılacaklar; orada ağlayış'* ve diş gıcırtısı olacak.»
Bu İncil'in on birinci babında şöyle deniyor : «Sen ey Keferha-hum, sen göğe kadar mı yükseleceksin? Ölüler diyarına kadar ineceksin. Çünkü sende yapılmış olan kudretli işler Sodom'da yapılmış olsaydı o, bugüne kadar dururdu. Fakat ben size derim ki: Din günü senden ziyâde Sodom diyarına kolaylık olacaktır.»
Yirmi altıncı bâb : «Size diyorum ki: Ben şimdiden itibaren asmanın bu mahsûlünden (şarabından) içmeyeceğim, ta babamın melekûtunda sizinle beraber taze olarak içeceğim güne kadar.»
İşte İncil'lerde naîme, göklerin melekûtuna, azaba, cehennem ateşine veya haricî zulmete dâir sâdece bu kısa işaretlere rastlıyoruz. Yalnız bir defa Matta İncili'nin yirmi beşinci babında azıcık bir tafsilât görmekteyiz:
«İnsanoğlu, bütün melekler kendisiyle beraber olarak izzetiyle gelince, o zaman izzetinin tahtı üzerinde oturacaktır: Bütün melekler onun önünde toplanacak çoban koyunları keçilerden ayırdığı gibi onları birbirinden ayıracaktır. Koyunlan sağma ve keçileri soluna koyacaktır. O zaman kral sağmdakilere diyecektir : Ey sizler babamın mübarekleri gelin, tâ âlemin yaratılışından beri sizin için hazırlanmış melekûta sâhib olun. Zîrâ ben aç idim, siz beni doyurdunuz; susamıştım, bana su verdiniz; garip kalmıştım, beni barındırdınız; çıplaktım, beni giyindirdiniz; hasta idim beni aradınız; zindanda idim, benim yanıma geldiniz : O zaman iyiler ona şöyle cevab verirler : Ya Rab, ne zaman biz seni aç gördük de doyurduk; ne zaman seni susuz gördük de su verdik? Ne zaman seni garip gördük de barındırdık? Yahut ne zaman seni çıplak gördük de giyindirdik? Ne zaman seni hasta, yahut zindanda bulup yanına geldik? Kral cevaben der ki: Doğrusu size derim: Siz şu küçük kardeşlerimden birine yapmakla bana yapmış oldunuz.»
«Sonra solundakilere der ki: Ey mel'ûnlar katımdan çıkın, İblîs ve onun melekleri için hazırlanmış olan ateşe gidin. Zîrâ ben acıktım, siz bana yedirmediniz; susadım, bana su vermediniz; garip kaldım beni barındırmadınız; çıplaktım, beni giyindirmediniz; hasta ve zindanda oldum, beni ziyaret etmediniz.» O zaman onlar da der ki: Ya Rab, biz seni ne zaman aç, ya da susuz ya da garip, ya da çıplak, ya da hasta, ya da zindanda gördük de sana hizmet etmedik? Onlara cevaben der ki: «Şu küçüklerden birine bunları yapmamakla bana yapmamış oldunuz. Ve bunlar ebedî azaba iyiler de ebedî hayata giderler.»
İşte elimizdeki mevcûd İncil'lerde kıyamet gününe, hesaba ve azaba dâir bulunan tek tafsilât bundan ibarettir. Bugüne kadar Hıristiyanlıktaki âhiret inancı bu kadarlıktır. Risalelerde ve şerhlerde başka hiç bir tafsilât yoktur.
Arap Yanmadası'nda bazı Yahudilerin ve Hıristiyanların bulunmasına rağmen âhiret âlemi inancı Yanmada'da yayılmamış, dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.) Kur'an'ı getirdiği zaman öldükten sonra dirilme fikri, Araplarca son derece şiddetli inkârla karşılanmıştı:
«Küfredenler dediler ki: Siz ölüp tamamen dağıldıktan sonra yeniden dirileceğinizi söyleyen bir adamı size gösterelim mi? Allah'a yalan mı uydurdu, yoksa onun bir deliliği mi var?» (Sebe', 7)
«Dediler ki: Ne varsa bu dünya hayatımızdır, başka yok. Ölürüz ve yaşarız. Bizi Öldüren zamandan başka bir şey değil. Onlann bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar sâdece zannediyorlar.» (Câsiye, 24)
Kur'an onları, insanlık tarihinde görülmemiş âhiret inancının, eski Mısır'da doğmasından tâ İslâm'ın gelmesine kadar hiç bir beşerin hayâlinden geçmeyen bir âhiret inancı ufuklarına yükseltmiştir. Tak-dîm edeceğimiz kıyamet meşhedleri, İslâm'ın Arapları yükselttiği bu fikrî sıçrayış hamlesinin derecesini güzel açıklayacaktır. Onlar âhiret âlemine, cennete, cehenneme, naîm ve azaba, mutlak adalete ve geniş rahmete inanmışlardır ve onların bu inancı, ondan önce insanlık tarihi boyunca gelmiş geçmiş bütün uhrevî düşüncelerin hepsinden mükemmel, temiz ve pâk bir âhiret inancıdır.90
100 — De ki: Eğer siz, Rabbımın rahmet hazînelerine sâhib olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla onları saklardınız. Zâten insan pek cimridir.
Allah Teâlâ yüce Rasûlüne diyor ki: Ey Muhammed, onlara şöyle de : Ey insanlar eğer siz Allah'ın hazînelerine tasarruf etme gücüne sâhib olsaydınız, tükenir diye onların hepsini tutardınız. İbn Ab-
bâs ve Katâde derler ki: kelimesi fakirlik demektir. Bu takdirde mânâ şöyle olur : Allah'ın hazîneleri ebediyyen boşalıp tükenmezken siz onun bitip tükenmesinden korkardınız. Çünkü bu, sizin tabiatınız ve seciyyeniz gereğidir. Nitekim Allah Teâlâ âyetin devamında : «Zâten insan pek cimridir.» buyurmaktadır. İbn Abbâs ve Katâde âyetteki ( î,,â ) kelimesine; cimri ve hiç bir kimseye bir şey vermeyen, anlamını vermiştir. Nitekim Nisa sûresinde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «O zaman insanlara bir çekirdek parçası bile vermezler.» (Nisa, 53) Yani onların Allah'ın mülkünde bir payları olsaydı, hiç bir kimseye bir şey vermezlerdi. Bir çekirdek tanesi kadar bile. Allah Teâlâ insanı olduğu gibi tavsif ediyor. Tabiatıyla Allah'ın muvaffak kılıp hidâyete erdirdikleri müstesnadır. Zîrâ cimrilik, çığırtkanlık ve feryâd ü figân etmek, onun vasfıdır. Nitekim Hak Teâlâ Meâric sûresinde şöyle buyurmaktadır : «İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır. Başına bir fenalık gelince feryâd eder. Bir iyiliğe uğrarsa, bunu herkesten men'eder. Ancak namaz kılanlar müstesnadır...» (Meâric, 19-22). Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer pek çok âyet-i kerîme vardır. Ve bu âyet Allah Teâlâ'nın lutfuna, keremine, cömertliğine ve ihsanına delildir. Nitekim Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde vârid olduğuna göre, Allah'ın Rasûlü şöyle buyurur: Allah'ın eli dop-doludur. Hiç bir nafaka onu eksiltmez. Gece ve gündüz ihsan eder. Görmez misiniz göklerin ve yerin yaratıldığı günden beri infâk etmekte ve elindeki hiç bir şey tükenip gitmemektedir.91
101 — Andolsun ki Biz, Musa'ya dokuz tane apaçık âyet verdik. Sor İsrâiloğullarına, hani onlara gelmişti de Firavun ona şöyle demişti: Ey Mûsâ, doğrusu ben seni büyülenmiş zannediyorum.
102 — O da demişti ki: Andolsun ki sen, bunları göklerin ve yerin Rabbmm, açık deliller olarak indirmiş olduğunu biliyorsun. Ben doğrusu ey Firavun, senin mahvolacağını sanıyorum.
103 — Bunun üzerine onları memleketten sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekileri bütünüyle suda boğduk.
104 — Onun ardından İsrâiloğullarına dedik ki : Haydin o memlekette siz oturun. Âhiret va'di geldiği zaman onları da sizi de bir araya getiririz.
Musa'ya Verilen Dokuz Mucize. 115
Musa'ya Verilen Dokuz Mucize
Allah Teâlâ, Hz. Musa'yı dokuz apaçık âyet ve belge ile gönderdiğini bildiriyor. Bu âyetler, onun nübüvvetinin sıhhatine vs kendisini gönderenden verdiği haberlerde sâdık olduğuna kesin kes delâlet ediyordu. Bu âyetler; asası, Yed-i beyzâ, yıllar, deniz, tûfân, çekirge, güve, kurbağalar ve kan olmak üzere peygamberliğini açıklayıcı mucizelerdi, îbn Abbâs böyle der. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ise şöyle der : Bu dokuz mucize; Yed-i beyzâ, el Asâ, A'râf sûresinde zikredilen beş mucize, mallarının helak olması ve taştır. Ayrıca İbn Abbâs, Mü-câhid, İkrime, Şa'bî ve Katâde derler ki: Bunlar Hz. Musa'nın eli, asası, yıllar, meyvelerden eksiltme, tûfân, çekirge, güve, kurbağalar ve kandır. Bu görüş zahir, ayan-beyân, güzel ve sağlamdır. Hasan el-Bas-rî ise yıllar ve meyvelerin eksiltilmesini bir tek mucize sayar ve ona göre tuttuğunu yakalayan asâ dokuzuncu mucize olur. «Onlar buna rağmen büyüklük taslayıp suçlular güruhu olmuşlar.» (A'râf, 133). Yani bu âyetlere ve gördükleri mucizelere rağmen İsrâiloğulları küfretmişler ve inkâr etmişlerdir. Kendi nefislerini zulüm ve kibirle doldurmuşlardır. Aynı şekilde senden istedikleri şeyleri isteyen ve «Bize yeryüzünden kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanacak değiliz.» (İsrâ, 90) diyen şu kişilere de istediklerini vermiş olsaydık; onlar yine de icabet etmez her şeye rağmen inanmazlardı. Ancak Allah'ın di^ ledikleri müstesnadır. Nitekim Firavun, Musa'dan bunca mucizelerin zuhur ettiğini görmesine rağmen, yine de; «Ey Mûsâ, doğrusu ben seni büyülenmiş zannediyorum.» demişti. Büyülenmiş kelimesinin, büyücü anlamına geldiği söylenmiştir. Allah en iyisini bilendir.
Burada kasdedilen, yukarıdaki imamların zikrettikleri bu dokuz mucizedir. Nitekim aynı mucizeler Nemi sûresinde de zikredilerek şöyle buyrulmuştur : «Değneğini at. Mûsâ değneğinin yılan gibi hareketler yaptığını görünce; arkasına bakmadan dönüp kaçtı. Ey Mûsâ; korkma. Benim katımda peygamberler korkmaz. Yalnız zulmeden müstesnadır. Kötü hali iyiliğe çeviren kimse, bilsin ki; şüphesiz Ben, bağışlarım merhamet ederim. Elini koynuna sok. Firavun ve kavmine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz bembeyaz çıksın. Gerçekten onlar fâsık bir kavim idiler.» (Nemi, 10-12). Bu âyette Allah Teâlâ, el ve asâ mucizelerini zikretmiştir. A'râf süresindeki diğer âyetler de bunu açıklamıştır. Hz. Musa'ya daha başka mucizeler de verilmişti. Bunlardan bir kısmını şöylece sıralayabiliriz: Değneğini taşa vurması, taştan ırmaklar akması, bulutun üzerlerine gölge yapması, bıldırcın eti ve kudret helvasının inmesi. İsrâiloğulları Mısır diyarından ayrıldıktan sonra kendilerine verilmiş olan daha başka mucizeler. Ancak burada, Mısır'da Firavun ve kavminin şâhid olduğu dokuz mucizeden söz ediliyor. Bu dokuz mucize, Firavun ve kavminin aleyhine hüccet idi. Onlar buna muhalefet ettiler, inâdlaştılar, küfrettiler ve karşı geldiler.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki : Bize Yezîd... Safvân İbn Ğas-sâl'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Bir yahûdî, arkadaşına dedi ki: Bizi şu peygambere götür de ona «Andolsun ki Biz, Musa'ya dokuz tane apaçık âyet verdik.» âyetini soralım. Yahûdî ona dedi ki: Ona peygamber deme. Eğer senin böyle dediğini duyacak olursa sevincinden dört göz kesilir. Her iki yahûdî gelip bu âyeti sordular. Hz. Pey7 gamber buyurdu İç : Hiç bir şeyi Allah'a şirk koşmayın, hırsızlık yapmayın, zina etmeyin, hak ile olması dışında Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin, büyü yapmayın, faiz yemeyin, suçsuz bir kişiyi öldürmek için hükümdara götürmeyin, temiz bir kadına iftira atmayın. —Ya da savaştan kaçmayın demiştir— Ey yahûdîler biri de size mahsûstur, cumartesi gününü çiğnemeyin. O iki yahûdî Hz. Peygamberin elini ve ayağını öperek; senin peygamber olduğuna şehâdet ederiz, dediler. Hz. Peygamber onlara; benim peşimden gitmenizi önleyen nedir? deyince, dediler ki: Çünkü Dâvûd Aleyhisselâm, soyundan peygamberin eksik olmaması için duâ etti. Biz müslüman olursak yahû-dîlerin bizi öldürmesinden korkarız. Bu hadîsi Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce bu şekilde rivayet etmişlerdir. İbn Cerîr ise tefsirinde muhtelif yollarla Şu'be İbn Haccâc'dan nakletmiştir. Tirmizî bu hadîsin ha-sen, sahih olduğunu söyler. Ancak bu hadîs müşkil bir hadistir. Çünkü râvîler arasında yer alan Abdullah İbn Seleme hıfz bakımından eksiktir. Bazıları onun hakkında konuşmuşlardır. Belki de o, dokuz âyeti on emirle karıştırmış olabilir. Çünkü on emir Tevrat'taki tavsiyelerdir. Bir hüccet olarak bununla Firavun'a karşı çıkılmamıştır. Allah en iyisini bilendir. Bunun için Hz. Mûsâ, Firavun'a şöyle demiştir : Andolsun ki sen, bunları göklerin ve yerin Rabbının açık olarak indirmiş olduğunu biliyorsun. Benim sana getirdiğim gerçeklerin doğruluğunu gösteren deliller olduğunu biliyorsun. «Ben, doğrusu ey Firavun, senin mahvolacağını sanıyorum.» Mücâhid ve Katâde kelimesinin; helak anlamına geldiğini söylemişlerdir. İbn Abbâs ise; la'netlenmiş anlamına geldiğini bildirir. Ayrıca İbn Ab-bâs ve Dahhâk; mağlûb anlamına geldiğini söylerler. Mahvolmak ve helak olmak —Mücâhid'in dediği gibi— bütün bunları ihtiva eder.
Bazıları âyeti «Biliyorsun» anlamına gelen şeklinde deil de, biliyorum demek olan şeklinde okumuşlardır ki bu okuyuş Ali İbn Ebu Tâlib'den mervîdir. Ancak Cumhûr'un kırâeti Firavuna hitâb tarzında ve tâ harfinin fethasıyla okumaktır. Nitekim Allah Teâlâ Nemi sûresinde şöyle buyurmaktadır : «Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenmelerinden dolayı onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak.» (Nemi, 14)
Bütün bunlar gösteriyor ki; dokuz âyetten maksad, yukarıda zikredilen asâ, el, yıllar, meyvelerin azlığı, tûfân, çekirge, güve, kurbağalar ve kandır. Bütün bunlarda Firavun'a ve kavmine karşı burhan ve hüccetler yer aldığı gibi, Mûsâ Aleyhisselâm'ın doğruluğunu gösteren hârikalarla onu gönderen Fâil-i Muhtâr'ın varlığına delâlet eden deliller bulunuyordu. Yoksa yukarıdaki hadîste vârid olan husus burada kasdedilm&ş değildir. Zîrâ o emirlerde, Firavun ve kavmine karşı bir hüccet söz konusu değildir. On emirle Firavun ve kavmine karşı ortaya konulan burhanlar arasında ne gibi bir münâsebet bulunabilir? Bu vehim, sâdece Abdullah İbn Seleme tarafından gelmektedir ki onun bazı rivayetleri münker sayılır. Allah en iyisini bilendir. Belki de o iki yahûdî Hz. Peygambere on emri sormuşlar, fakat râvî bunu dokuz âyetle karıştırmıştır. İşte böylece bahis mevzuu olan vehim meydana gelmiştir. Allah en iyisini bilendir.
«Bunun üzerine onları memleketten sürmek istedi. Memleketten kovup yok etmek istedi. Biz de onu ve beraberindekileri bütünüyle suda boğduk. Onun ardından İsrâiloğullarına, dedik ki: Haydin o memlekette siz oturun.» Bu âyette Hz. Muhammed'in Mekke'yi fethedeceğinin müjdesi vardır. Bu sûre Hicret'ten önce nazil olmuştur. Bu müjde gerçekleşmiştir de. Mekke halkı Hz. Peygamberi Mekke'den çıkarmak istemişlerdi. Bu konu 76 ve 77 nci âyette bahis mevzuu edilmişti. Böylece Allah, Rasûlünü Mekke'nin vârisi kılmıştı. Ve Allah'ın Rasû-lü oraya kendi gücüyle halkını yenerek girmiş, sonra hilim ve kereminden onları serbest bırakmıştı. Nitekim yeryüzünün doğusunda ve batısında zayıf durumda olan İsrâiloğullarından bir topluluğu da Allah Teâlâ Firavun'un ülkesine vâris kılmış, onların mallarını, tarlalarını, ekinlerini, meyvelerini ve hazînelerini onlara vermişti. «Böylece oraya İsrâiloğullanrn- vâris kıldık.» (Şuarâ, 59) buyurmuştu. Burada ise «Onun ardından İsrâiloğullarına dedik ki: Haydin o memlekette siz oturun. Âhiret va'di geldiği zaman onları da sizi de bir araya getiririz.» buyuruyor. Yani hem sizi, hem de düşmanınızı toplar, yan yana getiririz. İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Dahhâk böyle mânâ vermişlerdir.92
105 — Biz onu hak ile indirdik. O da hak olarak indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
106 — Bir de Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm ve gerektikçe indirdik.
Allah Teâlâ, Azîz kitab olan yüce Kur'an'ını hak üzere indirdiğini ve hakkı ihtiva ettiğini bildiriyor. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'-de : «Lâkin Allah, sana indirdiğini kendi bilgisiyle indirdiği hususunda şâhidlik eder.» (Nisa, 166) buyurmaktadır. Yani o kitâb; Allah'ın sizi haberdâr kılmak istediği bilgisini, ahkâmını, emir ve yasaklarını ihtiva etmektedir.
«O da hak olarak indi.» Ey Muhammed, o sana korunmuş ve saklanmış olarak ulaştı. Başka hiç bir şey ona karışmadı. Ne fazlalık girdi, ne de eksiklik oldu. Sana hak olarak ulaştı. Çünkü onu sana indiren pek şiddetli, kuvvetli, emîn, mekîn, Mele-i A'lâ'da emrine boyun eğilen Cebrail'dir.
«Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.» Ey Muhammed, seni; sana itaat eden mü'minlere müjdeci, sana isyan eden kâfirlere de uyarıcı olarak gönderdik.
«Bir de Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bolüm ve gerektikçe indirdik.» kelimesini tahfif ederek okuyanlara göre âyetin mânâsı şöyledir : Onu Levh-i Mahfûz'dan ayırıp dünya göğüncieki İzzet Evine götürdük. Sonra vak'alarm icâbına göre yirmi Üç senede Rasûlullah'a peyderpey oradan indirildi. İkrime, İbn Abbâs'-tan naklen böyle mânâ veriyor. İbn Abbâs'ın bu kelimeyi şeklinde okuduğu da rivayet ediliyor. Bu takdirde mânâ şöyie olur : Biz, onu âyet âyet açıklanmış ve tefsir edilmiş olarak indirdik. Bunun için Hak Teâlâ âyetin devamında «İnsanlara okuman için» buyuruyor. Onlara okuyup tebliğ etmen için, ağır ağır ve gerektikçe indirdik.93
107 — De ki: Ona ister inanm, ister inanmayın, muhakkak ki ondan önce kendilerine bilgi verilenlere, o okunduğu zaman, yüzleri üstü secdeye kapanırlar.
108 — Ve derler ki: Tenzih ederiz Rabbımızı. Rabbı-mızın va'di şüphesiz yerine gelmiş olacaktır.
109 — Yüzleri üstü kapanarak ağlarlar. Ve bu, onların huşû'unu artırır.
Allah Teâlâ peygamberine buyuruyor ki: Ey Muhammed, senin kendilerine getirdiğin şu ulu Kur'an'ı inkâr eden o kâfirlere de ki: «İster ona inanın, ister inanmayın.» Siz, ona ister inanmış olun, ister inanmamış olun, o kendiliğinden haktır. Allah onu bizzat indirmiştir ve daha önce gönderilmiş olan peygamberlere indirdiği eski kitâblar-da onun sânını yücelikle zikretmiştir. Bunun için de âyetin devamında «Muhakkak ki ondan önce kendilerine bilgi verilenler o okunduğu zaman; yüzleri üstü secdeye kapanırlar.» buyuruyor. Yani kitabları-na sarılan ve onu tebdil, tahrif etmeksizin uygulayan ehl-i kitâb'm sâlihleri kendilerine bu Kur'an okunduğu zaman; yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Allah'ın kendilerine verdiği nimete ve buna kendilerini ehil kılmasına şükür için secde ederler ve bu kitabın kendisine indirildiği peygambere ulaşmış olmadan dolayı sevinç içindedirler. Bu sebeple de : «Tenzih ederiz Rabbımızı. Rabbımızm va'di şüphesiz yerine gelmiş olacaktır.» derler. O'nun tâm olan gücüne, ta'zîm ve saygıyla bağlanırız. O'nun geçmiş peygamberlerinin dilinden, Hz. Peygamberin geleceğine dâir vermiş olduğu va'dinden hulfetmeyeceğini biliriz. Bunun için O'nu teşbih ederiz, Nitekim onlar; «tenzih ederiz Rabbımızı. Rabbımızın va'di şüphesiz yerine gelmiş olacaktır,» diyorlardı.
«Yüzleri üstü kapanarak ağlarlar.» Allah'a boyun eğmekten, Kitabını ve Rasûlünü tasdik ederek inanmaktan dolayı Allah, onların îmân ve teslîmiyyet anlamına gelen huşu' ve huzû'larını artırır. Nitekim Allah Teâlâ; «Kim de hidâyete giderse; Allah onun hidâyetini artırır ve onlara takvalarını verir.» (Muhammed, 17) buyuruyor.94
110 — De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nun içindir. Namazında sesini yükseltme de, gizleme de. İkisi arasında bir yol bul.
111 — Ve de ki: Hamd, O Allah'a mahsûstur ki; bir çocuk edinmemiş ve O'nun mülkünde bir ortak bulunmamıştır. Düşkünlükten dolayı O'nun bir yardımcısı olmamıştır: Ve O'nu tekbîr et.
En Güzel İsimler Rahmanındır117
En Güzel İsimler Rahmanındır
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey Muhammed, Allah Azze ve Celle'-nin rahmet sıfatını inkâr eden ve O'na^Rahmân adını vermekten kaçınan şu müşriklere de ki: «İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nun içindir.» Sizin Allah adıyla duâ etmenizle, Rahman adıyla dua etmeniz arasında fark yoktur. Çünkü yüce isimlerin sahibi O'dur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «O Allah ki O'ndan başka ilâh yoktur. Görüleni ve görülmeyeni bilir. O Rahmân'dır, Rahîm'dir... Güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh ederler ve O, Azîz'dir, Hakîm'dir.» (Haşr, 22-24).
Mekhûl rivayet eder ki; müşriklerden bir adam Hz. Peygamberin secdede; Ey Rahman, ey Rahîm, dediğini duymuş ve demiş ki: O, bir tek Allah'a duâ ettiğini iddia ediyor ama, gerçekte iki tanrıya ibâdet ediyor. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurmuş. îbn Ab-bâs'tan da böyle rivayet edilmiştir. Her iki rivayetin sahibi de îbn Ce-rîr Taberî'dir.
«Namazında sesini yükseltme de, gizleme de. İkisi arasında bir yol bul.»
İmâm Ahmed tbn Hanbel der ki: Bize Huşeym... Abdullah Îbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyet nazil olduğunda Rasûlullah (s.a.) Mekke'de göze görünmemekte idi. Ashabı ile namaz kıldığı zaman Kur'an okurken sesini yükseltirdi. Müşrikler bunu duyunca; Kur'an'a ve Kur'-an'ı indirenle, getirene küfrediyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ Nebiy-yi Zîşânma: «Sesini yükseltme» buyurmuştur. Yani Kur'an okurken sesini yükseltme sonra müşrikler duyarlar da Kur'an'a küfrederler. «Gizleme de» sonra ashabın onu duymazlar ve senden alıp öğrenemezler. «İkisi,, arasında bir yol bul.» Buhârî ve Müslim bu hadîsi Ebu Bişr Ca'fer İbn İyâz kanalıyla, Abdullah İbn Abbâs'tan nak-letmişlerdir. Dahhâk da İbn Abbâs'tan aynı hadîsi naklettikten sonra şu fazlalığı kaydeder: Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince bu hüküm sakıt oldu. Hz. Peygamber Medine'de artık istediği şekilde ibâdet ederdi.
Muhammed İbn İshâk der ki: Bana Dâvûd İbn Husayn... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Peygamber namaz kılarken Kur'an'ı açıktan okuyunca, onun yanından dağılır ve dinlemek istemezlerdi. Bir kişi Hz. Peygamberin namaz kılarken okuduklarından bir kısmını dinlemek isterse; onlardan ayrı olarak peygambere kulak verirdi. Kendisinin Hz. Peygamberi dinlediğini onların fark ettiğini anlayınca onların eziyyetinden sakınarak dinlemezdi. Eğer Hz. Peygamber sesini tam kısacak olursa, onun okuduğu âyetleri dinlemek isteyenler hiç bir şey duyamazlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Sesini yükseltme» • ki senden uzaklaşmasınlar. «Gizleme de» ki onlardan ayrı olarak kulak kesilenler seni dinlemek istediklerinde, dinlemekten mahrum kalmasınlar. Belki dinlediklerinden bir kısmını zihinlerinde tutarlar da, ondan yararlanırlar. «İkisi arasında bir yol bul.» İkrime ve Hasan el-Basrî böyle dediler. Katâde ise bu âyetin namazda kırâet hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Şu'be... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; kulak verip dinleyen hiç bir kimse onun sesinden habersiz kalmazdı.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ya'kûb... Muhammed İbn Sîrîn'in şöyle dediğini nakletti: Bana anlatıldığına göre; Hz. Ebubekir namaz kılarken sesini alçaltarak okurdu. Hz. Ömer ise sesini yükseltirdi. Hz. Ebubekir'e niçin böyle yapıyorsun? denildiğinde; Rabbım Azze ve Cel-le'ye münâcâtta bulunuyorum, O benim ihtiyâcımı bilir, diyordu. Bunun üzerine kendisine; iyi yaptın, denildi. Hz. Ömer'e; niçin böyle yapıyorsun? denilince; şeytânı kovuyor ve uyuyanları uyarıyorum, diyordu. Bunun üzerine kendisine; iyi yaptın, denildi. Ama bu âyet nazil olunca; Ebubekir'e biraz sesini yükselt. Ömer'e de sesini alçalt denildi. Eş'as... İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyet, duâ hakkında nazil olmuştur. Keza Sevrî ve Mâlik de Hz. Âişe'den nakleder ki; bu âyet duâ hakkında nazil olmuştur. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Ebu İyâz, Mek-hûl, Urve İbn Zübeyr de böyle demişlerdir.
Sevrî, İbn Ayaş kanalıyla Abdullah İbn Şeddâd'ın şöyle dediğini nakleder : Temin kabilesinden bedeviler Hz. Peygamber selâm verdiğinde; Allah'ım, bize deve ve çocuk ver, derlerdi. İşte bu âyet, onun üzerine nazil olmuştur. İbn Cerîr der ki : Bizs Ebu Saîd... Hz. Âişe'-den nakletti ki; bu âyet, teşehhüd hakkında nazil olmuştur. Aynı görüşü Hafs da Muhanımed İbn Sîrîn'den nakletmiştir.
Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, «Namazında sesini yükseltme de, gizleme de.» âyetine; insanlara gösteriş için namaz kılma, ama insanlardan korktuğun için namazım da terket-me, diye mânâ vermiştir. Sevrî de Hasan el-Basri'nin bu âyete şöyle mânâ verdiğini bildirir: Namazı açıktan kılarken güzel, gizli kılarken de gelişigüzel kılma. Aynı mânâyı Abdürrezzâk Ma'mer kanalıyla Hasan el-Basrî'den, Huşeym de Avf kanalıyla Hasan'dan Saîd ve Katâ-de'den rivayet eder.
Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem «İkisi arasında bir yol bul.» âyeti hakkında şöyle demiş : Kitâb ehli gizli okuyorlardı. Sonra içlerinden birisi bir harfi yüksek sesle okuyor ve bağırıyordu. Onlar da bunu ta'kîben bağırıyorlar di. Âyet-i kerîme Hz. Peygamberi onlar gibi bağırmaktan hehyetmiştir. Keza onlar gibi sessiz okumayı da yasaklamıştır. Sonra Hz. Cebrail'in namazda koyduğu kaide, bu ikisi arada bir orta yol olmuştur.
«Hamd, o Allah'a mahsûstur ki; bir çocuk edinmemiş ve O'nun mülkünde bir ortak bulunmamıştır.» Allah Teâlâ kendi yüce zâtı içîn Esmâ-i Hüsnâ'yı tesbîh ettikten sonra, yine kendi zâtını her türlü eksikliklerden tenzih ediyor ve «Hamd, o Allah'a mahsûstur ki; bir çocuk edinmemiş ve O'nun mülkünde bir ortak bulunmamıştır.» buyuruyor. Bilakis O, bir tek Allah'tır, Samed'dir, doğurmamıştır, doğu-rulmamıştır ve O'nun hiç bir eşi ve benzeri yoktur.
«Düşkünlükten O'nun bir yardımcısı olmamıştır.» O, düşkün değildir ki kendisine bir dost, vezîr veya müsteşar tutmak ihtiyâcını duysun. Aksine O, tek başına her şeyin yaratanıdır. Ortağı yoktur, takdîr edeni yoktur ve her şeyi tek başına yönetir, eşi benzeri yoktur.
Mücâhid «Düşkünlükten O'nun bir yardımcısı olmamıştır.» kavlini şöyle tefsir etmiştir : Kimseyle anlaşma yapmamıştır ve kimsenin desteğine ihtiyâç duymaz.
«Ve O'nu (tekbîr ile) tekbîr et.» O'nu ta'zîm et ve azgın zâlimlerin söylediklerinden yüce ve münezzeh olduğunu bildir. İbn Cerîr Ta-berî der ki: Bana Yûnus Kâ'b el-Kurâzî'den nakleder ki; o, bu âyet konusunda şöyle dermiş : Hamd, O AUah'p, mahsûstur ki; bir çocuk edinmemiş...» Yahûdî ve Hıristiyanlar dediler ki: Allah bir çocuk edindi. Araplar da dediler ki: Seni tesbîh ederiz, tenzih ederiz, ortağın yoktur. Ancak senden olan bir ortağın vardır. Sen ona mâlik olursun o mâlik olmaz. Sâbiî ve Mecûsîler dediler ki: Allah'ın dostları olmasaydı, o düşkün olurdu. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-j kerîme'yi inzal buyurdu. Yine İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Bişr... Katâde'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Bize anlatıldığına göre; Hz. Peygamber, ailesine bu ayeti öğretirmiş. Ailesinden büyük, küçük her ferde onu bellettirmiş. Ben derim ki : Bir hadîste vârid olduğuna göre, Hz. Peygamber bu âyete «İzzet âyeti» adını vermiştir. Bazı haberlerde vârid olduğuna göre, bu âyet bir gece hangi evde okunursa, oraya hırsızlık ve âfet uğramazmış. Allah en iyisini bilendir.
Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Bişr İbn Seyhan el-Basrî... Ebu Hü-reyre'nin şöyle dediğini bildirdi: Ben ve Rasûlullah evden çıktık. Elim onun elindeydi. Üstü başı dağınık ve düzgün olmayan bir adamın yanına geldik. Dedi ki: Ey falanca sana ne oldu, haberim yok hiç? O da-, hastalık ve sıkıntı ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki: Sana bazı kelimeler öğreteyim mi ki senin hastalık ve sıkıntını îyok etisin. O; hayır dedi. Adam devam etti; o beni sevindirmez Bedir veya Uhud'da seninle beraber olmak beni sevindirir, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) güldü ve dedi ki: Bedir halkı ve Uhud halkı ka-nâatkâr bir fakirin ulaştığına ulaşabilir mi hiç? Ebu Hüreyre dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, onu bana öğret. Rasûlullah buyurdu ki: Ey Ebu Hüreyre de ki: Hiç ölmeyen diriye tevekkül ettim. Hamd, o Allah'a mahsûstur ki; bir çocuk edinmemiş ve O'nun mülkünde bir ortak bulunmamıştır. Düşkünlükten O'nun bir yardımcısı olmamıştır. Ve O'nu (tekbîr ile) tekbîr et. Ebu Hüreyre diyor ki: Rasûlullah (s.a.) yanıma geldiğinde durumum düzelmişti. Bana dedi ki: Ne var ne yok? Ben dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü hâlâ senin bana Öğrettiğin sözleri okuyup duruyorum. Bu hadîsin isnadı zayıf olduğu gibi, metninde de münkerlik vardır.95