Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Kur-an Islahatları

1 / 235

Abd (Kul):5

Abd (Kul):

Ubudiyet (kulluk), açıkça boyun eğmek­tir. İbâdet ise bundan daha belîgânedir. Çünkü ibâdet, boyun eğmenin son noktasıdır. İbâdete; lütufkârlığın son hedefine ulaşmış olan Allah Teâlâ'dan başka kimse müstehak olmaz. Bunun için Allah : “Babbın kendisinden başkasına ibâdet etmemenize hükmetti...” (İsrâ, 23) bu­yurmaktadır.

İbâdet iki kısımdır : Birisi boyun eğmek anlamında ibâdettir ki yukarda zikrettiğimiz budur. Diğeri ise isteğe bağlı ibâdettir ki bu, ko­nuşabilen varlıklar için sözkonusudur. Konuşabilen yegâne varlık olan insan işte bu ibâdetle emrolunmuştur :

“Ey insanlar sizi ve sizden ön­cekileri yaratmış olan Rabbınıza ibâdet ediniz.” (Bakara, 21),

“Allah'a ibâdet ediniz ve O'na hiç bir şeyi şirk koşmayınız.” (Nisa, 36).

Abd ise dört şekilde kullanılır :

I- Şer'î hükme göre kul. Bu, alınması ve satılması sahîh olan insandır : “Hürre hür, köleye karşılık köle...” (Bakara, 178), “Allah mülk edinilmiş bir kulu örnek verir.” (Nahl, 75).

II- îcâd yoluyla kul. Kulu vareden yalnız ve yalnız Allah Teâlâ'dır. “Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Rahmân'ın huzuruna kul olarak geleceklerdir.” (Meryem, 93).

III- İbâdet ve hizmet anlamında kul : Bu da iki kısma ayrılır birisi umûmî olarak Allah'a kul olandır ki şu âyetlerde kasdedilen bu kişidir : “Kulumuz Eyyûb'u da anın. Hani o Rabbine şöyle seslenmiş­ti...” (Sâd, 41),

“Fürkan'ı kuluna indirmiş olan (Allah) ne yücedir...” (Fürkân, 1),

“Hamd O Allah'a mahsûstur ki kuluna kitabı indirmiş­tir.” (Kehf, 1),

“Muhakkak ki benim kullarımın üzerinde senin bir hâ­kimiyetin olamaz.” (Hicr, 42),

“Sonra insanlara der ki Allah'tan baş­ka bana kul olunuz.” (Âl-i İmrân, 79),

“Rahmân'ın kullan onlardır ki yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler.” (Fürkân, 63),

“Orada kulla­rımızdan bir kul buldu ki biz, ona katımızdan bir rahmet vermiştik.” (Kehf, 69).2

Adalet :5

Adalet :

Adalet; eşitliği gerektiren bir anlam taşır. Adi ise hükümler gibi basiretle kavranan şeyler için kullanılır...

Adalet eşit şekilde paylaştırmaktır. Bunun için “gökler ve yeryü­zü adaletle ayakta durur” denmiştir.

Eğer kâinat hikmete uygun olmasaydı muntazam olmazdı. Adalet iki kısımdır : Birisi mutlak adalettir ki bu; aklın onu hiç bir zaman reddetmediği eşit paylaşmadır. Eşitlik, aşırılıkla nitelendirilmeyen hal­dir. Sözgelimi, sana iyi davranana iyi davranman, sana eziyet etme­yene eziyetten kaçınman gibi. İkinci kısmı ise adalet oluşu şeriatla bi­linen adalettir.

“Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve' yakınlara ver­meyi emreder.” (Nahl, 90).

“Aranızda bir yazıcı da adaletle yazsın.” (Bakara, 282),

“İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedesiniz.” (Nisa, 58),

“Eğer adalet edemiyeceğinizden korkarsanız bir tanedir.” (Nisa, 3),

“Ne kadar titizlik gösterseniz de kadınlar arasında adalete güç yetiremezsiniz.” (Nisa, 129),

“Adaletli davranın, bu takvaya daha yakındır. Ve Allah'tan korkun.” (Mâide, 8).3

Âdem:6

Âdem:

İnsanlığın babası. Bu adın verilmesinin se­bebi cesedinin yeryüzünün toprağından olup renginin esmerliğinden-dir. Çünkü Âdem, esmer anlamınadır. Denilir ki; böyle isimlendiril­mesi, muhtelif unsurlardan ve değişik güçlerden tekevvün etmesinden-dir. Denildi ki, bu ismin verilmesi; kendisine sözkonusu edilen üfürül-müş rûh ile tatbik olunmasındandır. Keza diğerlerinden üstün kılan görüş, anlayış ve akıl ile donatılmış olmasındandır. Edm yemeği güzelleştiren şeydir.4

Afv:6

Afv:

Afv bir şeye ulaşmak maksadıdır. Nitekim rüz­gâr eve ulaştı denirken afv tabiri kullanılır. Afv; şeriatta ise günâh­lardan vazgeçmektir. “Kim de afv eder ve islâh ederse onun ecri A" lah'a aittir.” (Şûra, 40), “Afvetmeniz takvaya daha yakındır.” (Baka­ra, 227), “Bundan sonra da sizi afvetmiştik ki şükredesiniz diye.” (Ba­kara, 52), “Bizi afvet, günahlarımızı bağışla ve bize merhamet et, Sen bizim Mevlâmızsın, bizi kâfirler güruhuna karşı muzaffer kıl.” (Ba­kara, 286), “Onları afvet ve bağışla, işte, onlara danış.” (Âl-i îmrân, 159), “Onları afvet ve vazgeç, muhakkak ki Allah ihsan edenleri se­ver.” (Mâide, 13), “Sen afvı tut, ma'rûfu emret ve câhillerden yüz çevir.” (A'râf, 199). Yani elde edilmesi kolay olanı.5

Ahad (Bir) :6

Ahad (Bir) :

Bir; iki kısımda kullanılır. Birisi sadece sübûtu için ikincisi de sadece sıfatı için. Nefye mahsûs olan bir; ko­nuşanların cinsini içine alacak şekilde istiğrak içindir. Birleşme ve ayrılma yoluyla çoğu içerir. Nitekim, “evde bir kimse yok” dendiği za­man, bir ve iki veya daha fazlası topluca veya ayrı olarak yoktur de­mek istenir. Bu anlamda müsbet olarak kullanılması doğru değildir. Çünkü iki zıd şeyin nefyi doğru olur da, isbâtı • doğru olmaz. Evde bir kişi vardır denilince burada bir kişinin isbâtı bulunduğu gibi bunun üzerinde olanların da topluca veya ayrı ayrı varlığı isbât edilmiş olur... İsbât için kullanılan bire gelince; bu da üç şekildedir. Birincisi onlar basamağına eklenen birdir; onbir, yirmibir, gibi. İkincisi muzâf veya muzâfün ileyh gibi evvel anlamına kullanılan birdir. Nitekim bu mâ­nâda Cenab-ı Allah Yûsuf sûresinde şöyle buyurmaktadır : “Biriniz efendinize şarap içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yi­yecektir.” (Yûsuf, 41) buyurulmaktadır. Pazartesi günü için arapça-da ahad yani birinci gün tabiri kullanılır. Üçüncüsü ise mutlak sıfat olarak kullanılır ve ancak Allah'ın vasfı olarak ifâde edilir. İhlâs sû­resinde : “De ki O Allah bir tektir. (İhlâs, 1) âyetinde olduğu gibi.6

Ahlâk:6

Ahlâk:

Halk (yaratma) ile hulk (ahlâk) aslında birdir... Fakat yaratma gözle kavranan şekiller ve durumlar için tah-sîs edilmiştir. Ahlâk ise basiretle kavranan seciye ve güçler için tah-sîs edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Resulü için şöyle buyurur : “Mu­hakkak ki sen büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem, 4).7

Âhir:6

Âhir:

Evvele mukabil olarak kullanılır. Âher ise bir*e mukabil olarak kullanılır. Keza ilk doğuş için dünya yurdu denildiği gibi. Bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bu dünya hayatı sadece eğlence ve oyalanmadır. Asıl hayat âhiret yurdundaki hayattır.” (Ankebût, 64). Bazan da yurt ifâdesi terk edilir : “Onlar, öyle kimselerdir ki âhirette kendilerine ateşten başka bir şey yoktur.” (Hûd, 16). Yurt bazan âhiret ile nitelendirilir ve bazan da ona izafe edilir. Sözgelimi şu âyetler bunun örneğidir : “Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür.” (Nahl, 41).

Âhiret mükâfatı denirken, âhiret yurdunun bulunduğu yere iza­fe edilmesi gerekir. Te'hîr; takdimin mukabilidir. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“O gün insana önde ve sonda ne yaptıysa bildirilir.” (Kıyâme, 13),

“Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek gü­nahını bağışlayıp sana olan nimetini tamamlayarak doğru yola eriş­tirir.” (Feth, 2),

“Sadece gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları te'hîr etmektedir.” (İbrahim, 42),

“Zulmedenler derler ki; Rab-bimiz bizi yakın bir müddete kadar te'hîr et.” (İbrâhîm, 44). 8

Akl :7

Akl :

Bilgiyi kabule hâzır olan kuvvet için söylenir. İnsanın bu kuvvet sayesinde elde ettiği bilgilere de akl adı verilir. Bu­nun için Emîr'ül - Mü'minîn Hz. Ali şöyle demiştir : Akl iki çeşittir; birisi tabiîdir, birisi duyulmuş olandır. Tabiattan olan bulunmadıkça, duyulmuş olan fayda vermez. Gözün ışığı engellenmişken güneşin ışı­ğının fayda vermediği gibi... Bu anlamda akl, Allah Teâlâ'nın şu âyet-i kerîmesinde belirtmiş olduğu akldır. “Biz, bu misâlleri insanlar için veriyoruz. Bilginlerden mü'minlerden başkası onları akledemez.” (Ankebût, 43). Allah'ın kâfirleri akılsızlıkla nitelendirip zemmettiği her yerde geçen akl duyularak elde edilen akıldır. Tabiî olarak mevcûd olan akıl değildir... Kuldan mükellefiyetin kaldırıldığı her yerde ge­çen akıl tabîî olarak mevcûd olan akıldır. Akıl kelimesinin aslı bağla­maktır. Deveyi iple bağlamak gibi. Dilini tuttu dendiği zaman da akl kelimesi kullanılır.

“Allah'ın kelâmını aklettikden sonra tahrîf ediyor­lardı.” (Bakara, 75),

“Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unu­tur musunuz? Halbuki kitabı okuyorsunuz hâlâ akletmez misiniz?” (Bakara 44),

“Böylece Allah size âyetlerini açıklıyor ki akledesiniz.” (Bakara, 242),

“Eğer aklediyorsamz âyetlerimizi size açıkladık.” (Âl-i İmrân, 118),

“Allah size böyle emreder ki akledesiniz.” (En'âm, 151),

“Biz size Arapça bir Kur'an indirdik ki akledesiniz.” (Yûsuf, 2),

“Al­lah'ın katında olan daha hayırlı ve daha süreklidir, siz akletmez misi­niz?” (Kasas, 60),

“Rüzgârın akıtılmasmda ve gökle yer arasında bağlı bulunan bulutta akleden bir topluluk için âyetler vardır.” (Bakara,

“Allah'a yalan iftira ederler. Onların çoğu akletmezler.” (Mâide, 103),

“Muhakkak ki bunda akleden bir kavim için âyetler vardım (Ra'd, 4).

“Yeryüzünde gezmezler mi ki, onların; onunla aklettikleri kalpleri bulunsun?” (Hacc, 46),

“De ki Hamd Allah'adır, fakat onların çoğu akletmezler.” (Ankebût, 63),

“Böylece âyetlerimizi akleden bir kavim için açıklıyoruz.” (Rûm, 28),

“Sen, onlan toplu mu zannedersin hal­buki kalpleri parça parçadır. Bunun sebebi, onların akletmeyen bir kavm olmasıdır.” (Haşr, 14). 9

Âl:7

Âl:

Ehilden kalbedilmiş ve ihsanlardan ünlü kişilere izafet için tahsis edilmiştir. Falancanın âli, denilir de falan adamın âli veya falan zamanın âli ve falan yerin âli denmez. Keza terzinin âli denmez de en üstün ve en faziletli kişiye izafe edilerek sultânın âli denilir. Ehl ise her şeye izafe edilir. Allah ehli “ehlullah” denileceği gibi falan zamanın ehli veya falan yerin ehli de denilir.

Denildi ki âl; aslında şahıs ismidir ve insana Özel bir bağla bağlı olan kişilere hâstır. Bu bağlılığı yakın bir akrabalık veya dostluk şek­linde olabilir. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur : “Mu­hakkak Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini (âl-i İbrahim) ve İmrân ailesini (Âl-i İmrân) birbirinin soyundan olarak âlemlere üstün kıldı.” (Âl-i îmrân 33), “Kıyamet koptuğu gün- Firavun'un âlini (adamlarım) azabın en şiddetlisine sokun denilir.” (Mü'min, 46).

Denildi ki; Hz, Peygamberin âli, akrabası demektir, O'na ilim ba­kımından bağlı olanlara da âl denildiği söylenir. Din ehli iki kısımdır : Bir kısmı ilimde mütehassıs, başarılı ve sağlam amel sahibidir ki bun­lara Peygamberin âli ve ümmeti denilir. Bir kısmı ise taklîd yoluyla ihtisas kazanmışlardır ki bunla*ra Hz. Muhammed'in ümmeti denilir fakat âli denmez. Peygamberin âli olan herkes, O'nun ümmeti olurken, her ümmeti olan kişi âli değildir... Allah Teâlâ : “Firavun'un haneda­nından (âlinden) olup da îmanım gjzleyen bir adam demişti ki...” (Mü'min, 28) buyuruyor. “Âl'den maksad Firavun'a bağlı olan ve onun şerîatini benimseyen kimse demektir.”10

Âlem :7

Âlem :

Feleğin ye onun ihtiva ettiği cevher ve araz­ların adıdır. Aslında bu, kendisiyle yaratıcısı bilinen şeyin adıdır. Âlem, yaratıcısına delâlet konusunda bir aracıdır. Bunun için Allah Teâlâ kendisinin birliğini bilme konusunda bizi âleme göndermiştir : “Onlar göklerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?” (A'râf, 185)11

Amel:8

Amel:

Canlıdan maksatlı olarak meydana gelen her fiildir. Amel, fiilden daha özeldir, çünkü fiil kasıtsız olarak canlıya ve katı varlıklara nisbet edilebilir. Ancak amelin böyle nisbet edildiği çok az vâriddir. Amel; iyi ve kötü davranışlar için kullanılır : “Muhakkak ki îman etmiş olup sâlih amel işlemiş olanlara, namazlarını kılıp, ze­kâtlarını vermiş olanlara Rableri katında mükâfatlan vardır.” (Ba­kara, 277).

“Kim de, ister erkek, ister dişi olsun raü'min olarak sâlih ameller işlerse işte onlar cennete girerler.” (Nisa, 124),

“Kim de bir kötülük işlerse onunla cezalandırılır ve onun için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunmaz.” (Nisa, 123),

“Muhakkak ki îman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanları cennetlere girdirir.” (Hacc, 23),

“Muhak­kak ki îman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlar için nimet cennetleri vardır.” (Lukmân, 8), 12

Âmîn:8

Âmîn:

Uzatılarak ve kısaltılarak da söylenir, bir fiil isim olup duamızı kabul et demektir. Denildi ki âmîn Allah Teâlâ'nın isimlerinden bir isimdir 13

Ümm (Ana ):8

Ümm (Ana ):

Babanın mukabili olarak kullanılır. Yakın cinsten olarak, kişiyi doğuran, uzak olarak kişiyi doğuranı do­ğurandır. Bunun için Hz. Havva'ya annemiz denmiştir. Halbuki bi­zimle onun arasında birçok vâsıtalar vardır.

Denildi ki; bir şeyin varlığı, yetiştirilmesi veya İslahı için asıl veya başlangıç olan her şeye ana denilir. Halîl dedi ki; kendisinden sonra gelenler kendisine eklenen her şeye ana adı verilir. Nitekim bu an­lamda Allah Teâlâ, Kur'an için : “O, nezdimizdeki ana kitaptadır.” (Zuhrûf, 4) buyurmaktadır. Yani Levh-i Mahfûz'dadır. Bunun sebebi bütün ilimlerin ona nisbet edilmesi ve ondan çıkmış olmasıdır. Mekke için de şehirlerin anası denilir. “Şehirlerin anası ile çevresindekileri uyarasın diye, sana indirdiğimiz işte bu kitap, mübarektir.” (En'âm, 92). Galaksi için yıldızların anası tabîr olunur. Miskinlerin anası, ko­nukların anası tabirleri de kullanılır. Başkan için askerin anası da de­nilir.

Fatiha sûresi için kitabın anası denmiştir, çünkü o kitabın baş­langıcıdır. Allah Teâlâ Peygamberin eşlerine mü'minlerin anneleri adı­nı vermiştir. 14

Arş:8

Arş:

Aslında arş, tavanlı olan şeydir : “Ya da bir ka­sabaya uğramış olan kimse gibi mi ki o kasabanın altı üstüne gelmiş­ti?” (Ma'ruş), (Bakara, 259)... Allah'ın arşına gelince beşer onun ha­kikatini bilemez, sadece ismini bilir. Ancak o avâmm vehminin zan­nettiği gibi değildir. Çünkü öyle olsaydı Allah arşının taşıyıcısı olur­du... Bir kavm de dedi ki arş en yüce felektir. Kürsî ise yıldızlar fe­leğidir :

“Ve onun arşı göğün üzerindeydi.” (Hûd, 7),

“Rahman arşın üzerine hâkim olmuştur.” (Tâhâ, 5),

“Arşın Rabbı olan Allah onların nitelendirdiklerinden münezzehtir.” (Enbiyâ, 22),

“Yedi kat göklerin ve ulu arşın Rabbi kimdir de?” (Mü'minûn, 92),

“Allah O'dur ki O'n-dan başka İlâh yoktur. O, ulu arşın Rabbidir.” (Nemi, 26),

“Arşı taşı­yanlar ve onun çevresinde bulunanlar hamd ile Rablerini tesbîh eder­ler.” (Ğâfir, 7), 15

Arz:9

Arz:

Göğe mukabil olan cisimdir. Cem'i, arazûn diye

gelirse de Kur'an'da cem'i şekliyle gelmemiştir. Arz kelimesi ile bir şe­yin altı kasdolunur. Tıpkı gök kelimesiyle üstü kasdolunduğu gibi. Ni­tekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : “Bilin ki Allah ölümünden sonra arzı (yeryüzünü) canlandırıyor.” (Hadîd, 17). Burdaki arz bozulduk­tan sonra var edilen her şeyi ifâde etmektedir.16

Âyet:9

Âyet:

Apaçık işaret demektir. Her şeyin bir dış görü­nüşü vardır ve bu dış görünüşü belli olmayan şeyin lâzımıdır. Bu iki şeyden zahir olanı idrâk edildiği zaman, kendiliğinden idrâk edilme­yen, görünmeyen kısmının da idrâk edilmiş olduğu bilinir. Çünkü iki­sinin hükmü eşittir. Bu, duyularla kavranan ve akılla bilinen şeylerde apaçık böyledir. Belirlenen yolun işaretlerine uymayı bilen kişi işareti bulunca yolu bulduğunu anlar. Yapılmış bir şeyin, yapılmış olduğunu bilen kişi, onun yapıcısı olması gerektiğini de bilir... Yüce binaya da âyet adı verilir... Kur'an'da bir hükme delâlet eden her cümleye âyet denilir, ister sûre olsun, ister bölüm olsun, ister sûreden bölümler ol­sun. Sûrede ayrılan her kelâma âyet denilir. Bu itibâra göre sûre âyet­lerin sayıldığı bölümlerdir. Allah Teâlâ'nm : “İnanan bir topluluk için muhakkak ki bunda âyetler vardır.” (Nahl, 72) âyetinde kasdolunan insanların —bilgide mertebelerinin değişik olmasına göre— farklı şe­kilde kavradıkları âyetlerdir. Keza: “Bilâkis o kendilerine ilim veri­lenlerin gönüllerinde yerleşen apaçık âyetlerdir. Zâlimlerden başka kim­se âyetlerimizi inkâr etmez.” (Ankebût, 49) âyetinde de aynı mak-sad kasdedilmiştir. Yine : “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, yüzlerini çevirerek onları görüp geçerler.” (Yûsuf, 105) âyetindeki, âyet kelimesi de bu mânâdadır. Kur'an'da bazı yerlerde âyet bazı yerlerde âyetler diye yer alan ifâdeler ayrı ve özel mânâlardan dolayıdır..' “Hal­buki Biz, âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.” (İsrâ, 59) âyetler —denildiğine göre— çekirge ve kurbağa gibi geçmiş milletlere gön­derilen musibetlere işarettir. Böylece bu ifâdenin sırf korkutmak için kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Âyet kelimesinin vezninde değişik

görüşler vardır. Bir görüşe göre aslı âyiyetün iken tahrif edilerek âyet olmuştur.17

Azâb:9

Azâb:

Şiddetli acı vermektir. Azâblandırmak; azâbta uzun süre tutmaktır.

“Ya onu şiddetli bir azâbla azâblandırırım veya muhakkak onu keserim.” (Neml, 21),

“Sen onların arasında bulundu­ğun sürece Allah onlan azâblandıracak değildir.” (Enfâl, 33),

“Onlar istiğfar ettikleri sürece Allah onları azâblandıracak değildir.” (Enfâl, 33),

“Onlar Mescid-i Harâm'dan alıkoyarken Allah onlan neden cezalandirmayacaktır.” (Enfâl, 34),

“Biz bir peygamber gönderinceye ka­dar azâblandıncı değiliz.” (İsrâ, 15),

“Bu, ancak evvelkilerin yaratılı­şıdır ve biz azâblandıncı değiliz.” (Şuârâ, 138),

“Yalanlamakta olduk­larından dolayı onlar için elîm bir azâb vardır.” (Bakara, 10),

“Onlar için dünyada rüsvâylık vardır ve yine onlar için âhirette büyük bir azâb vardır.” (Bakara, 114),

“Muhakkak ki Allah'ın azabını inkâr et­miş olanlar için şiddetli bir azâb vardır.” (Âl-i İmrân, 14),

“Eğer dö­nerseniz ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım.” (Hûd, 3),

İnandıkları zaman onların üzerinden dünya hayatındaki horlayıcı azabı kaldırdık.” (Yûnus, 98),

“Ve yakıcı azabı tadınız.” (Hacc, 23),18

Azîz:10

Azîz:

Kendisi mağlûp edilmeyen fakat O, mağlûp eden kimsedir.

“Muhakkak ki O Azîz'dir, Hakîm'dir.” (Enfâl, 63),

“îyi bilin ki muhakkak Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.” (Bakara, 209),

“Bu, Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiridir.” (En'âm, 96),

“Muhakkak ki Allah kendi yoluna yardım edenlere yardım eder. Elbette O kuvvetli ve Azîz'-dir.” (Hacc, 40),

“Her şey kendi yörüngesinde hareket eder. Bu, Azîz, Alîm'in katmdadır.” (Yâsîn, 38),

“Bense sizi Azîz, Gaffâr*a davet edi­yorum.” (Ğâfir, 42)19

Bakar:10

Bakar:

Sığırdır. Müennesi Bakara'dır.

“Ve dediler ki Rabbine duâ et bize açıkça niteliğini bildirsin çünkü bizce inekler birbirine benziyor.” (Bakara, 70),

“Dedi ki: Rabbim o ne boyunduru­ğa koşulup arazi sürecek, ne de ekin sulayacak bir inektir. Zillete uğ­ramamıştır. Bütün kusurlardan salimdir. Onun alacası yoktur buyu­ruyor.” (Bakara, 71).

Yarmak anlamına gelen Bakara ke­limesinden türetilmiştir.20

Ba's (Yeniden dirilme) :10

Ba's (Yeniden dirilme) :

Bir şeyi tahrik ve tevcih et­mektir. Ancak yönlendirme ve teşvik kendisine bağlayan şeye göre de­ğişik anlamlar alır. Nitekim bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur : “O gün Allah onların hepsini diriltecek ve kendilerine işlediklerinin hepsini haber verecektir.” (Mücâdele, 6), “O küfredenler öldükten son­ra tekrar diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler. De ki : Rabbime and ol­sun ki muhakkak diriltileceksiniz.” (Teğâbün, 7), “Sizin yaratılmanız da yeniden diriltilmeniz de bir tek kişininki gibidir.” (Lokman, 28).21

Diriliş iki kısımdır. İnsanî ba's; devenin ve insanın bir ihtiyâç için gönderilmesi gibidir. İlâhî ba's, ise; iki kısma ayrılır. Birisi şeyleri, cinsleri ve türleri hiç yokken icâd etmektir. Bu Allah Teâlâ'ya mah­sûstur ve kimsenin buna gücü yetmez. İkincisi ise ölüleri diriltmektir. Bu Allah'ın dostları tarafından gerçekleşebilir. Nitekim Hz. İsâ ölüleri diriltmiştir. Allah Teâlâ'nın : “Kendilerine bilgi ve îman verilenler, an-dolsun ki Allah'ın kitabında yazılan o yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden diriliş günüdür ama siz bilmiyordunuz, der­ler.” (Rûm, 56) âyetindeki diriliş anlamına gelen ba's; mahşer günü demektir. “Sonra Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi.” (Mâide, 31) âyetindeki ba's, gönderme manasınadır.

“Andolsun ki her ümmete; Allah'a ibâ­det edin ve putlardan kaçının diye peygamberler göndermişizdir.” (Nahl, 36),

“Sonra iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları dirilttik.” (Kehf, 12) âyetlerinde ise bir yöne doğru yönlendirme olmaksızın tahrik kasde-dilmektedir. “Bir gün her ümmetten birer şâhid göndeririz.” (Nahl, 84),

“De ki üstünüzden ve altınızdan size azâb göndermeye, sizi fırka fırka yapıp kiminizin hıncını kiminize tattırmaya kadir olan O'dur.” (En'âm, 6),

“Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimse gibisini görmedin mi? Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltti.” (Bakara, 259) âyetlerinde ba's kelimesi, bir yöne yönlendirmeksizin tahrik mânâlarına gelmektedir.22

Basar :11

Basar :

Bakan uzva denir :

“Kıyamet hâdisesi ise an­cak bir göz kırpma veya daha yakındır.” (Nahl, 77),

“Ve hani gözler dönmüş, yürekler ağza gelmişti.” (Ahzâb, 11).

Bakıcı uzuvda bulunan kuvvete basar, idrâk eden kuvvete de basiret ve basar denilir:

“İşte senin perdeni kaldırdık. Bugün artık görüşün (basar) keskindir.” (Kâf, 22),

“Göz (basar) ağmadı da, aşmadı da.” (Necm, 17),

“Ve kendileri­ne kulaklar gözler (ebsâr) ve kalbler vermiştik.” (Ahkâf, 26), 23

Basiret :11

Basiret :

Kalbin idrâk edici gücüdür :

“Aralarında sana bakanlar da var. Sen körlere —basiretleri bağlı ise— yol göste­rebilir misin?” (Yûnus, 43),

“De ki benim yolum işte budur. Allah'a basiretle da'vet ediyorum. Ben de bana uyanlar da Allah'ı tenzih ede­riz.” (Yûnus, 108),

“Daha doğrusu insan kendinin şahididir.” (Kıyâme, 14).

Yani kendi kendini görür ve şehâdet eder: 24

Bâtıl:11

Bâtıl:

Hakkın zıddıdır. Araştırıldığı zaman sabit ol­mayan şeydir.

“Bunun sebebi şudur; muhakkak ki Allah hakkın ken­disidir, bundan başka taptığınız şeyler ise bâtıldır.” (Lokman, 30).

Söz ve fiil bakımından da bâtıl kelimesi kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Yapmakta oldukları şeyler de bâtıl olmuştur.” (A'râf, 139),

“Niçin hakkı bâtıl ile kanştınyorsunuz?” (Âl-i İmrân, 71)...

İbtâl bir şeyi bozmak, ister hak olsun ister bâtıl, onu ortadan kaldır­maktır. Allah Teâlâ bu anlamda şöyle buyurur:

“Allah hakkı hak kılmak ve bâtılı ibtâl etmek için...” (Enfâl, 8).

Gerçek olmayan söze de bâtıl denilir.25

Bâtın :11

Bâtın :

Batn kelimesinden gelme olup sırtın tersi ve her şeyin iç kısmıdır. Duyularla kavranılan şeylere zahir, duyuların kav­rayamadığı şeylere de bâtın adı verilir. Bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur : “Günahların açık ve gizlisini terk edin...” (Enam, 120)... Zahir ve Bâtın Allah'ın sıfatı olup evvel ve âhir gibi birlikte zikredilir. Zahir bizim bedîhî bilgilerimize işarettir denilmiştir. Zira insan, bak­tığı her şeyde Allah'ın varlığına hükmeder. ...Bâtın ise hakkın bilin­mesine işarettir. Nitekim buna telmîhen Hz. Ebu Bekr (r.a.) şöyle bu­yurmuştur : “Ey bilinmesinin sonu bilinmekte noksan olan zât...” Denilmiştir ki; Allah, âyetleri ile zahir, zâtı ile bâtındır. Yine denil­miştir ki; O, eşyayı ihata etmek ve kavramak bakımından zahirdir ken­disi kavranılması bakımından bâtındır. Nitekim bu anlamda Allah Te­âlâ şöyle buyurur : “Gözler onu kavramaz O ise gözleri kavrar...” 26

Beka:11

Beka:

Bir şeyin ilk hali üzere olduğu gibi kalıp dur­masıdır ve fenanın zıddıdır... Bakî; iki kısımdır. Bir kısmı kendiliğin­den bakîdir ve bir süreye bağlı değildir ki bu Allah Teâlâ'dır. Onun fena bulması sahîh olmaz. Bir kısmı ise başkasıyla bakîdir. Bu da Al­lah'tan başka şeylerdir ki bunların fena bulması sahih olur. Allah Te­âlâ tarafından bakî kılınanlar iki kısımdır. Bir kısmı kendi şahsı ile —Allah yok etmeyi dileyinceye kadar— bakîdir; gökcisimlerinin be­kası gibi. Bir kısmı da türü ve cinsi ile bakîdir, şahsı ve cüz'ü ile değil. İnsan ve hayvan gibi. Keza âhirette de —cennet ehli gibi— bir kısmı şahsıyla süresiz olarak bakîdir. Nitekim Allah Teâlâ bir çok âyette : “Orada ebediyen kalacaklardır” buyurmuştur. Bir kısmı ise türü ve cinsi ile bakîdir ki Hz. Peygamberden rivayet edilen hadislerde belir­tildiği gibi, cennet meyveleri böyledir. Âhirette olan şeyler dâim ve bakîdirler. Bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Allah katında olan hem daha hayırlı hem daha bakîdir.”

“Bakî kalan iyi şeyler Rab-bın katında sevâb ve amel bakımından daha hayırlıdır.” (Kehf, 46),

“Sen onlardan geriye kalan (bakî) bir şey görür müsün?” (Hakka, 8), 27

Belâ:12

Belâ:

“Belâ” kökünden türeyen bu kelime, yıprandı anlamına kullanılır. Nitekim yolculuk onu çürüttü anlamına “Belâ” tâbiri kullanılır. Keza ben onu denedim mânâsına “Beleytu” tabiri kullanılır. Yani çok denemeden dolayı yıprattım demektir. Şu âyet-i kerîmede de bu mânâya kullanılmıştır : “Orada herkesi dünya­da yapmış olduklarından dolayı tecrübe ederiz.” (Yûnus, 30). Üzüntü ve kedere belâ adının verilmesinin nedeni, yıpratmasından dolayıdır. “Andolsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, biraz mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana imtihan edeceğiz.” (Bakara, 155), “Bunda size Rabbinizden büyük bir deneme vardır.” (A'râf, 143), “Muhakkak ki bu apaçık bir deneme idi.” (Sâffât, 106).28

Belâğ:12

Belâğ:

Kasdedilen yerin en sön noktasına ulaşmaktır.

Bu son nokta, yer olabilir, zaman olabilir veya tasarlanan şeylerden herhangi bir şey olabilir. Nitekim kemâline erdi, kırkına erdi denirken kullanılan “Beleğa” kelimesi bu anlamdadır. Sona ulaşmak anla­mına Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:

“Onlar sürelerini doldurur­larken aralarında anlaştıkları takdirde kocalarıyla tekrar evlenmele­rine mâni olmayın.” (Bakara, 232),

“Durumları, suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış kimsenin durumu gibidir. Oysa o, hiçbir za­man suya ulaşamaz.” (Ra'd, 14),

“O kendisinin yanısıra yürümeğe başlayınca dedi ki...” (Sâffât, 102),

“Firavun demişti ki, ey Hâmân, bana bir kule yap belki sebeplere erişirim.” (Mü'min, 36),

“Yoksa kı­yamet gününa kadar ulaşacak. “ (Kalem, 39).

Belâğ, aynı zamanda tebliğ anlamına da gelir.29

Belagat :12

Belagat :

İki şekilde kullanılır :

Birincisi, kendiliğinden beliğ olan şeydir. Şöyle ki o şeyde üç vasıf birleşir. Bunlar lügat bakımından o şeyin konumundaki uygunluk, kas­dedilen mânâya mutabakat ve kendiliğinden o şeyin doğru olması. Bu vasıflardan herhangi birisi bulunmazsa o şey belagattan uzak olur.

İkincisi, söylenen ve söylenilen bakımından belîğ olmaktır ki, bun­dan maksat bir şeyi söyleyen kişinin, söylenilene uygun düşen en doğru şekilde irâd etmesidir. “Ve sen, onların hakkında belîğ söz söyle.” “Nisa, 63) âyetinin her iki anlama da hamli caizdir. 30

Berâet:12

Berâet:

Eşlik etmesinden nefret edilen şeyden uzak­laşmaktır. Bunun için hastalıktan kurtuldum denilerek istenilmeyen şeyden kurtulmaya berâet tabiri kullanılır :

“Allah ve Resulünden berâettir.” (Tevbe, 1),

“Muhakkak ki Allah müşriklerden bendir, Re­sulü de.” (Tevbe, 3),

“Siz benim yapmakta olduğumdan uzaksınız, ben de sizin yapmakta olduğunuz şeylerden uzağım.” (Yûnus, 41),

“Biz sizden ve Allah'tan başka tapmakta olduğunuz şeylerden uzağız.” (Mümtehine, 4),

“Hani İbrahim babasına ve kavmine demişti ki, mu­hakkak ben, sizin taptıklarınızdan uzağım.” (En'âm, 78), 31

Bereket:13

Bereket:

Bir şeyde ilâhî haynn sabit olmasıdır. Su­yun toplandığı yere “” veya “” denilir. Bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur : “Onların üzerine gökten ve yerden bere­ketler açardık.” Tıpkı bürke (küçük gölde) suyun birikip kaldığı gibi hayır sabit olup kaldığı için bu mânâ verilmiştir. 32

Beşer:13

Beşer:

Derinin dış yüzüne Arapçada “” iç yüzüne de “” adı verilir. Bütün edebiyatçılar böyle derler. İnsana beşer denmesinin sebebi; derisinin tüylerden zahir olması se­bebiyledir. Üzerinde tüy, kıl veya yün olan hayvanlarda ise durum bu­nun tersinedir. Beşer kelimesinde müfred ile cemi müsavidir, ancak tesniye olarak kullanılır. Nitekim Mü'minûn sûresinde şöyle buyurul-maktadır : “Bu yüzden dediler ki : Kavimleri bize kulluk edip durur­ken, bizim gibi şu iki insana mı inanacağız?” (Mü'minûn, 47).

Kur'an-ı Kerîm'de insanın bedenî ve dış cüssesi ile alâkalı her nok­tasına beşer lâfzı tahsis edilmiştir : “İnsanı sudan yaratarak ona soy sop veren O'dur.” (Fürkân, 54), “Hani Rabbm meleklere demişti ki kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım.” (Hicr, 28), “Bu, ancak bir beşer sözüdür.” (Müddessir, 25), “Dediler ki içimizden bir beşere mi uyacağız?” (Kamer, 24), “Onlar da siz ancak bizim gibi insansınız. Rahman size bir şey indirmemiştir. Siz, sadece yalan söylüyorsunuz, demişlerdi.” (Yâsîn, 15) gibi âyetlerde insanla­rın beşeriyet konusunda eşitliğine dikkat çekilmektedir. İnsanları birbirinden ayıran husus, sahip oduklan yüce bilgiler ve amellerdir. “Bize bir beşer mi doğru yolu gösterecekmiş?” (Teğâbün, 6), “De ki ben de ancak sizin gibi bir beşerim.” (Fussilet, 6), “Benim nasıl bir oğlum olabilir ki? Bana bir beşer temas etmemiştir.” (Meryem, 22), “Derken biz de O'na ruhumuzu göndermiştik de tam bir beşer olarak görün­müştü O'na.” (Meryem, 17), “Dediler ki Allah'ı tenzih ederiz. Hâşâ bu bir beşer değildir, ancak çok şerefli bir melektir.” (Yûsuf, 31). 33

Beyân :13

Beyân :

Bir şeyi açıklığa kavuşturmaktır. Beyân, nu­tuk (konuşma) dan daha değerlidir, çünkü o insana mahsûstur ve in­sanın açıkladığı şeye beyân denilir.

Bazıları derler ki beyân iki kısımdır. Birisi tanımlama şeklinde olur. Bu, Allah'ın san'atının eserlerinden herhangi bir hale delâlet eden şeylerle olur. İkincisi ise deneme ile olur. Bu da ya sözlü veya yazılı veya işaret yoluyla olur. Tanımlama yoluyla beyânın örneği şu âyet-i kerimedir :

“Şeytân sizi doğru yoldan alıkoymuştur. Muhakkak ki o sizin için apaçık bir düşmandır.” (Yasin, 60).

Yani onun düşman ol­duğu apaçık bellidir.

“Bizi atalarımızın ibâdet eder oldukları şeyden engellemek isterler. Öyleyse bize apaçık bir hüküm getir.” (İbrahim, 10).

Tecrübe yoluyla beyânın örneği ise şu âyet-i kerîmelerdir :

“Bil­miyorsanız eğer zikr ehline sorun...” (Nahl, 43),

“Sana kendilerine neyin indirildiğini insanlara beyân etmen için zikri indirdik.” (Nahl, 44).

Söze, beyân denilmesinin sebebi, açıklanmak istenen şeyi açığa çıkarmaktır. Nitekim Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede bunu belirtir :

“İşte bu, insanlar için bir beyândır.” (Âl-i İmrân, 138) sözün kapalı olan kısmının açıklanmasına da beyân denilir:

“Sonra onun beyânı (açıklanması) bize aittir.” (Kıyamet, 19).34

Birr (İyilik) :13

Birr (İyilik) :

Denizin tersi olan kara anlamına gelen berr ta'bîrinden alınmıştır. Genişlik tasavvuru nedeniyle, iyilikte geniş davranmaya birr adı verilmiştir. Bu, hazan Allah Teâlâ'ya nisbet edilen bir özelliktir :

“Gerçekten biz ondan önce de O'na yalvanyorduk. Şüphesiz ki O, Berr ve Rahim (lütfü bol, merhameti bol) olanın ken­disidir.” (Tür, 28).

Bazan da kula, nisbet edilir. Sözgelimi kul Rabbına iyi davrandı denirken kullanılan birr ta'bîri Allah'a itâatta geniş hareket etti mânâsına gelir. Bu geniş davranış iki kısımdır : Bir kısmı itikâdda genişlik, bir kısmı da amelde genişliktir. Nitekim Allah'ın Re­sulüne birr nedir diye sorulduğunda, i'tikâdî ve amelî iyiliği ihtiva eden şu âyet-i kerîme'yi okumuştur :

“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr değildir. Lâkin asıl birr; Allah'a, âhiret gününe, me­leklere, kitaplara, peygamberlere îman eden, malını seve seve yakınla­rına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere, kölelere, esirlere ve­ren, namazı kılan, zekâtı veren, muahede yaptıklarında ahidlerini ye­rine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve şiddetli savaş anında sabredenle-rinkidir.” (Bakara, 177).

Bu âyet, i'tikâdî ve amelî birr'i birlikte kap­samaktadır. Anaya babaya iyi davranmak ise onlara iyilikte geniş dav­ranmaktır. Nitekim bu mânâda şöyle buyurulur :

“Sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyiiik yapmanız ve âdil davranmanızı Allah yasaklamaz.” (Mümtehine, 8).

Birr. doğruluk için de kullanılır, çünkü onda geniş hayır vardır... 35

Buhl (Cimrilik) :14

Buhl (Cimrilik) :

Eşyayı ve hapsedilmesi uygun ol­mayan şeyleri tutmak demektir. Bunun mukabili cûd (cömertlik) dir. Bahîl ise çok cimri olan kişidir. Cimrilik iki çeşittir : Birisi kendi eş­yasından cimri olmak, diğeri de başkasının eşyasından cimri olmaktır ki bu daha çok mezmûm olandır. Nitekim buna dâir âyet-i kerîmede Cenab-ı Allah buyurur ki :

“Onlar ki hem cimrilik ederler, hem de in­sanlara cimriliği emrederler ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği şeyleri saklarlar.- (Nisa, 37), 36

Burç :14

Burç :

Köşk demektir. Bunun için yıldızların burçları ile yörüngeleri ve rlarakları kasdedilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Andolsun burçlar dolu semâya.” (Bürûc, 1),

“Gökte burçlar var eden, orada ışık saçan güneş var eden Allah yücelerin yücesidir.” (Fürkân, 61),

“Nerede olursanız olun, sağlam burçlar (kaleler) içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır.” (Nisa, 78).37

Buud (Uzaklık) :14

Buud (Uzaklık) :

Yakınlığın zıddıdır. Uzaklık ile yakınlığın belli bir sının yoktur. Sadece bulunulan yerin, diğerine göre değerlendirilmesine bağlıdır ve duyusal olarak bu, uzak veya yakındır denilir.38

Cebbar :14

Cebbar :

“Sen onların üzerinde bir zorba (cebbar) değilsin.” (Kâf, 45)...

Allah Teâlâ'nın vasfı olarak Azîz ve Cebbar sıfatı kullanılır.

“O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka ilâh yoktur. Melik, Kuddüs, Selâm, Mü'min, Müheymin, Azîz, Cebbar, Mütekebbir'dir.” (Haşr, 23).

Cebbar : İnsanın sıfatı olarak, üstünlük iddiasında bulunup lâik olmadığı şekilde eksiğini zorla kapatmak anlamındadır ve bu sadece zem şeklinde kullanılır:

“Ve bütün inatçı zorbalar (cebbar) da hüsra­na uğrarlar.” (İbrahim, 11),

“Anasına ve babasına karşı iyi davranır, başkaldıran bir zorba (cebbar) değildi.” (Meryem, 14),

“Demişlerdi ki : Ey Mûsâ orada gerçekten zorba bir kavim var.” (Mâide, 22),

“Ve böy­lece Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.” (Mü'­min, 31).

Yani hakka karşı üstünlük taslayarak imana gelmeyen, baş­kasına baskı yapan herkese de zorba anlamına cebbar denir.39

Cehalet:15

Cehalet:

Üç kısımdır. Birincisi resmî bilgiden yoksun olmaktır. Aslolan da bu anlamdır... İkincisi bir şeyin olduğu halin tersi olduğuna inanmaktır. Üçüncüsü bir şeyin hakkın zıddına yapılması­dır. İster doğru olarak inanılsın, ister bozuk olarak.

“Dedi ki câhiller­den olmaktan Allah'a sığınırım.” (Bakara, 67). Câhil kelimesi çoğun­lukla zem için kullanılır. Bazan da zem bulunmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : “İffetlerinden dolayı câhil olanlar, onların zengin ol­duğunu sanırlar.” Yani halini bilmeyenler onların zengin olduklarım sanırlar. 40

Cehd:15

Cehd:

Takat ve meşakkat demektir. Denildi ki cehd, meşakkat ve fazla enerji sarfetmektir. Denildi ki cehd, insan için söy­lenir. Bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : “Sadaka vermekte gönülden davranın, mü'minlere dil uzatan ve ancak ellerinden geldiği kadar verebilenlerle alay eden kimselere, bu davranışlarının cezasını Allah verir.” (Tevbe, 79), “Onlar bütün güçleriyle (cehd) Allah'a yemin ettiler.” (En'âm, 109). İctihâd ise nefsin takatini harcayarak me­şakkatlere katlanmasıdır. 41

Celâl:15

Celâl:

Celâl, yüce değer demektir. Allah Teâlâ'nın vasfı olarak kullanılır. “Azamet, saltanat (celâl) ve ikram sahibi Rab-binizin adı ne yücedir.” (Rahman, 78). Bu sıfat Allah'tan başkası için kullanılmaz. Celîl ise yüce değerli demektir. Allah Teâlâ'nın bu sıfat­lara tavsifi onun varlığını gösteren büyük şeyleri yaratmış olmasın­dandır. Veya onu ihata etmenin imkânsız olmasındandır. Yahut da duyularla onu idrâk etmenin imkânsızlığından dolayıdır.42

Cem':15

Cem':

Bir şeyin bir kısmım bir kısmına yaklaştırarak eklemektir :

“Güneş ve ay biraraya getirildiğinde.” (Kıyamet, 9),

“Ki o malı toplayıp onu teker teker sayar.” (Hümeze, 2),

“De ki Rabbimiz aramızı birleştirir, sonra da aramızda afv ile hükmeder.” (Sebe', 26),

“Andolsun ki Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah'ın bağış­laması ve rahmeti, kendilerinin toplayacağı şeylerden çok daha iyidir.” (Âl-i İmrân, 157),

“De ki insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bif benzerini getirmek için toplansalardı.” (İsrâ, 88),

“Sûr'a üflenince hepsini bir­araya toplarız.” (Kehf, 99),

“Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” (Nisa, 140),

“Mü'minler ancak Al­lah'a ve Resulüne imân ederler ve peygamberle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında O'ndan bir söz alıncaya kadar ayrılıp git­meyenlerdir.” (Nûr, 62),

“O gün bütün insanların toplanacağı gün­dür.” (Hûd, 103),

“Sizi toplanma günü için topladığı gün işte o gün senin aldandığının açığa çıkacağı gündür.” (Teğâbün, 9).43

Cemâl:15

Cemâl:

Güzellik demektir. Bu da iki .kısma ayrılır.

Birincisi insana hâs güzelliktir. İkincisi ise insandan başkasına ulaşan güzelliktir. Allah Resulünün : “Muhakkak Allah güzeldir, güzeli se­ver.” hadîsiyle söylemek istediği ikinci güzelliktir. Yani Allah güzeldir, O yüce hayırlar yapıp O'na lâik olanları sever.44

Cehennem:16

Cehennem:

Allah tarafından yakılmış ateşin adıdır.

Denildi ki bunun aslı Farsça olup Arapçalaştırılmıştır. Farsçada ismi ihnâmdır. En iyisini Allah bilir.45

Cesed :16

Cesed :

Cesed cisim gibidir. Ancak cisimden daha özel­dir: İmâm Halîl der ki, yeryüzü yaratıklarından insandan başkası için cesed tabiri kullanılmaz. Çünkü belli olan şeye cesed denir. Cisim ise su ve hava gibi rengi belirtilemeyen şeylere söylenir. Nitekim bu an­lamda Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Biz onları yemek yemez bir cesed kılmadık..” (Enbiyâ, 8),

“Hülâsa o kendilerine böğüren bir buzağı ce­sedi {heykeli) çıkarmıştı.” (Tâhâ, 88),

“Andolsun Biz Süleyman'ı im­tihan ettik. Kürsüsü üzerine bir cesed attık sonra eski haline döndü.” (Sâf, 34).46

Ceza:16

Ceza:

Yeterlilik ve zenginliktir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Ve öyle bir günden korkun ki o günde kimse kimse içiri bir şey ödeyemez.” (Bakara, 48),

“Ey insanlar, Rabbinizden kor­kun. Babanın oğula, oğulun babasına hiçbir şey ödeyemiyeceği gün­den çekinin. Allah'ın vaadi şüphesiz haktır.” (Lokman, 33).

Ceza; yeterli olan karşılıktır. Eğer yapılan şey hayır ise karşılık da hayır, yapılan şey şer ise, karşılık da serdir.

“Altlarından ırmaklar akan temelli kalacakları Adn cennetleri vardır. Bu temizlenenlerin ce­zasıdır (mükâfatı).” (Tâhâ, 76),

“Kim de imân.eder ve sâlih ameller işlerse ona mükâfat (ceza) olarak güzel şeyler var.” (Kehf, 88),

“Bir kötülüğün karşılığı (cezası) ona denk bir kötülüktür.” (Şûra, 40),

“Sa­bırlarının karşılığı (cezası) cennet ve ipektir.” (İnşân, 12),

“Haydi git onlardan her kim sana uyarsa muhakkak cehennem sizin cezânızdir, hem de tam bir ceza.” (İsra, 63),

“İşte onlar sabrettiklerinden dolayı cen­netin en yüksek dereceleri ile cezalandırılırlar (mükâfatlandırılırlar). (Fürkân, 75),

“Ve yapmış olduğunuzun karşılığında başkasıyla cezâlandınlmıyacaksınız.” (Sâffât, 39)47

Cibt:16

Cibt:

Allah Teâlâ buyuruyor ki : “Onlar cibt'e ve tâğûta inanırlar.” Cibt ve cibs hiçbir iyilik bulunmayan kirli sudan iba­rettir. Denildi ki; bu kelimedeki "ta" çok yıkanmada mübalağa edil­diğine dikkati çekmek için "sine" bedel olarak kullanılmıştır. Allah'tan başka tapınılan her şeye Cibt adı verilir. Bunun için büyücü ve kâfire de cibt adı verilmiştir.48

Cihâd:16

Cihâd:

Düşmana karşı savunmak için bütün gücü harcamaktır. Üç çeşit cihâd vardır. Nefisle cihâd, şeytânla cihâd ve açıktan açığa düşmanla cihâd. Her üçü de cihâd ve mücâdele tabirinin içerisine girer. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Ve Allah yo­lunda hakkıyla cihâd eden.” (Hacc, 79),

“Mallarınız ve nefisleriniz ile cihâd edin.” (Tevbe, 41),

“Muhakkak ki imân edip hicret eden, malla­rıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenleri barındırıp yardım eden­ler işte onlar birbirinin dostudurlar.” (Enfâl, 72).

Allah'ın Resulü bu­yurur ki : “Düşmanlarınızla cihâd ettiğiniz gibi arzularınızla da cihâd edin.” Cihâd; el ve dil ile de olur. Nitekim Allah'ın Resulü şöyle bu­yurmuştur : “Kâfirlerle eliniz ve dilinizle cihâd edin.” 49

Cinn:17

Cinn:

Kelimenin aslı bir şeyi duyulardan gizlemek ve saklamaktır. Nitekim gece gizlendi anlamına “cenne” kelimesi kul­lanılır. Allah Teâlâ En'âm sûresinde şöyle buyurur

“Gece bastırınca bir yıldız gördü...” (En'âm, 67),

Cenan ise, kalb demektir. Cinn keli­mesi iki şekilde kullanılır. Birincisi insana mukabil olarak, duyulardan gizli bulunan ruhanî varlıklar için kullanılır. Bu anlamda cin kelime­sinin içine melekler ve şeytânlar dâhil olur. Bütün melekler cindir, fakat bütün cinler melek değildir... Denildi ki cin, ruhanîlerin bir kıs­mıdır. Çünkü ruhanîler üç kısımdır. Bir kısmı iyilik sahibidirler ki bunlar meleklerdir. Bir kısmı şerlidir ki bunlar şeytânlardır. Bir kısmı hayırlı, bir kısmı şerlidirler ki bunlar da cinlerdir. Nitekim bu anlam­da Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

“Gerek cinlerden, gerek insanlar­dan...” (Nâs, 6),

“Onunla cinler arasında bir mezhep bağı kurdular. Andolsun ki cinler onların getireceklerini bilmektedirler...” (Sâffât, 158),

“Sonra arkadaşınıza bir delilik (bir cinnet) olmadığını iyi dü­şünüp bilmenizi öğütlerim.” (A'râf, 184).

Cinnet nefis ile akıl arasın­da bir engeldir. Bu sebeple deliliğe cinnet denmiştir. Keza falanca cin­net getirdi denirken onu cin çarptı denir. Denildi ki onun nefsi ile aklı arasına bir engel getirilmiş ve bu yüzden aklı engellenmiştir, bu­nun için deliye mecnûn denir.

“Ve ondan yüz çevirmişler, belletilmiş delinin biri denmişlerdir.” (Duhân, 14).

“Ve derlerdi ki deli bir şâir için biz mi günahlarımızı terkedeceğiz.” (Sâffât, 56).50

Cism:17

Cism:

Cisim eni, boyu ve derinliği olan şeydir. Ne kadar parçalanabilirse parçalansın, bölünebilirce bölünsün, cisim ol­maktan çıkmaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

“Ve onu ilim ve cisim (saltanat) bakımından artırdı.” (Bakara, 247),

“Sen onları gördüğün zaman cisimleri senin hayranlığını çeker.” 51

Cennet:17

Cennet:

Ağaçları ve otlarıyla toprağı örtmesinden dolayı otluk ve ağaçlık bahçeye denir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle bu­yuruyor:

“Sebe'liler için yurtlarında bir âyet vardır. Evleri iki bahçe (cennet) ile çevrilmişti.” (Sebe', 15),

“Ve o bahçeleri, buruk, yemişli ılgmlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.” (Sebe', 16),

“Bahçene girdiğin zaman, her ne kadar mal ve nüfuz ba­kımından beni kendinden daha az buluyorsan da.” (Kehf, 36).

Cennete; cennet adının verilmesi ya yeryüzündeki bahçelere ben­zediğinden dolayıdır veya işaret edilen şekilde içindeki nimetleri sak­ladığından dolayıdır... 52

Dâbbe :17

Dâbbe :

Debîb hafif yürümedir. Daha çok haşere ve diğer canlılar için kullanılır. Keza hareketini duyuların idrak edeme­diği içme ve benzeri şeylere de kullanılır. Her ne kadar örf de at için tahsis kılınmış ise de her hayvana dâbbe adı verilir:

“Allah bütün canlıları (dâbbe) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürü­nür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakta yürür.” (Nûr, 45),

“Gök­leri gördüğünüz gibi direksiz olarak yaratmış, sizi sarsar diye göğe ağır baskılar koymuş, orada her türlü canlıyı (dâbbe) yaymıştır.” (Lok­man, 10),

“Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı (dâbbe) yoktur ki rızkı Allah'a âit olmasın.” (Hûd, 6),

“Yerde yürüyen hiç bir canh ve iki kanadiyle uçan hiç bir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi birer ümmet olmasınlar.” (En'âm, 38),53

Dalâlet :18

Dalâlet :

Dalâl doğru yoldan yüz çevirmektir, bunun zıddı hidâyettir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Kim hidâyete ererse ancak kendisi için hidâyete ermiştir, kim de sapıtırsa o kendi aleyhinde sapıtmaktadır.” (Yûnus, 108).

Denildi ki dalâl; ister kasıtlı ister kasıtsız olsun, ister az ister çok olsun, doğru yoldan sapmak ve kaçmaktır. Zira doğru yol zor ve meşakkatli yoldur... Dalâl; kasıtlı veya unutarak doğru yolu terketmek olduğuna göre bu lâfzm kendi­sinde birazcık hatâ olan kişilere isti'mâli sahihtir. Bunun için dalâl ke­limesi kâfirlere de peygamberlere de nisbet edilmiştir. Her iki dalâl arasında büyük farklar vardır. Görmüyor musunuz, Allah Teâlâ Hz. Peygamber hakkında şöyle buyuruyor :

“Seni yetim bulup ta barın­dırmadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi?” (Duhâ, 7).

Hz. Ya'kûb hakkında da şöyle buyurmuştur :

“Muhakkak ki sen eski şaşkınlığın üzerindesin.” (Yûsuf, 95),

Hz. Ya'kûb'un evlâtlarının di­linden de onun için şöyle buyurulmuştur :

“Muhakkak ki babamız apaçık bir şaşkınlık içerisindedir.” (Yûsuf, 8).

Bununla Hz. Yûsuf'a tutkunluğu ve sevgisini göstermek istemişlerdir.

“Muhakkak ki biz onu apaçık bir şaşkınlık içerisinde görüyoruz.” (Yûsuf, 30).

Hz. Mûsâ hakkında da : “Ben o zaman bunu yapmıştım ve ben şaşkınlardan idim.” (Şuarâ, 30) buyuruluyor. Bununla Hz. Musa'nın unutkanlığına işaret edilmiştir. Keza; “İkisinden birisi unutursa diğeri ona hatırlatır.” (Bakara, 282) âyet-i kerîmesindeki dalâl kelimesi unut­ma anlamına kullanümıştır. Bu, insanın tabiatında mevcûd olan unut­madır.

Diğer yandan dalâl iki kısma ayrılır :

a) Bir kısmı nazarî bilgilerde şaşkınlıktır ki Allah'ı bilmek, birligini kabul etmek, peygamberlerini tanımak gibi konulardaki şaşkın­lık bu kısma girer. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Kim de Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe küfrederse muhakkak ki o uzak bir sapıklıkla sapıtmış olur.” (Nisa, 136).

b) Diğer bir dalâl da amelî bilimlerdeki şaşkınlıktır. İbâdetler gibi şer'î ahkâmı bilmedeki şaşkınlık böyledir. Uzak sapıklık veya şaş­kınlık anlamına dalâl ise küfre işarettir. Nitekim yukardaki Nisa sû­resi (136) âyetteki şaşkınlık küfür anlamınadır. Keza şu âyetlerde de bu anlamdadır.

“Muhakkak ki küfretmiş olup. Allah'ın yolundan alı­koymuş olanlar uzak bir sapıklıkla sapıtmışlardır.” (Nisa, 167),

“İşte onlar azâb ve uzak bir sapıklık içerisindedirler.” (Sebe', 8). Yani derin sapıklığın cezası içerisindedirler.

“Muhakkak ki siz apaçık bir sapıklık içerisindesiniz.” (Yâsîn, 47),

“Muhakkak ki onlar daha önceden sapıt­mışlar ve birçoklarını da sapıklığa sevketmişlerdir ve kendileri de doğ­ru yoldan sapıtmışlardır.” (Mâide, 77),

“Ve dediler ki biz yeryüzünde kaybolduktan sonra mı yeni bir yaratılışla yaratılacağız?” (Sebe', 10).

Bununla ölüm ve bedenin şekil değiştirmesi kinaye edilmiştir.

“Gaza­ba uğramış olanların ve sapıtmışlarm yolunda değil.” (Fatiha, 7).

De­nildi ki sapıtanlardan maksat Hıristiyanlardır. 54

Dehr:18

Dehr:

Aslında dehr âlemin varlığının başlangıcından yok olmasına kadar geçen sürenin adıdır. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“İnsanın üzerinden uzun bir süre (dehr) geçti.” (Dehr, 1).

Sonra bununla uzun sürelerin hepsi ifâde edilmiştir. Dehr; zamanın tersinedir. Zaman ile hayat süresi kasdedilir. Allah'ın Resulü buyurur ki :

“Dehre sövmeyiniz, çünkü Allah dehrin kendisidir.” De­nildi ki bunun mânâsı Allah dehre izafe edilen hayrın ve şerrin, iyi­liğin ve kötülüğün faili demektir. Bunların taptığı şeye küfrettiğiniz zaman da hâşâ Allah Teâlâ'ya küfretmiş olursunuz. “Sadece bu dün­yadaki hayatımız vardır, ölür ve diriliriz. Bizi ancak dehr yok eder.” (Câsiye, 24). Denildi ki bununla zaman kaydedilmiştir.55

Derece:19

Derece:

Durak gibidir. Ancak yüzeyin sathı ve mer­diven basamağı gibi yaygın olarak uzananı değil, yukarıya doğru çı­kan durağa derece denir ve bununla yüce duraklar kasdedilir :

“Er­keklerin kadınlar üzerinde bir dereceleri vardır.” (Bakara, 228).

Bu­nunla akıl ve siyâset ve benzeri konularda erkeklerin kadınlardan bir durak farklı olduklarına dikkat çekilmektedir.

“Erkekler, kadınlar üze­rine kâimdirler.”, “Onların Rabları katında dereceleri vardır.” (Enfâl, 4),

“Onların Allah indinde dereceleri vardır.” (Âl-i İmrân, 163).

Yani onlar Allah katında derece sahibidirler. Yıldızların da dereceleri olduğu yukarıdaki şekilde teşbîhen belirtilir.56

Dereke:19

Dereke:

Derece gibidir. Ancak derece yukarıya çıkış için kullanılırken, dereke iniş ve çıkiş için kullanılır. Bunun için cen­netin dereceleri ve cehennemin derekeleri denilir... “Muhakkak ki mü­nafıklar cehennemin en alt derekesindedirler.” Derk denizin dibinin en son noktasıdır. 57

Din:19

Din:

Tâat ve ceza için söylenir. Ancak şeriat için kul­lanılmıştır. Din millet gibidir. İtaat ve inkıyâd yönünden değerlen­dirilerek şeriat için ifâde edilir :

“Allah katında din İslâm'dır.” (Âl-i İmrân, 19),

“İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine uymuş olandan daha güzel din sahibi kim olabilir?” (Nisa, 125).

Burada din itaat manasınadır. “Ancak tevbe edenler, nefislerini islâh edenler, Allah'a sarılanlar ve dinlerine Allah için bağlananlar müstes­nadır.” (Nisa, 146),

“Ey ehl-i kitap, dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin.” (Nisa, 171).

Burada Hz. Peygam­berin dînine ittiba etmeleri için teşvik vardır. Bu din dinlerin en or-tasıdır.

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256). Yani tâatta. Çünkü tâat gerçekte ancak ihlâs ile olur, ihlâs ise zorlama ile gerçekleşemez. Denildi ki; bu, cizye veren kitap ehline mahsûstur.

“Yoksa Allah'ın dîninden başkasını mı arıyorlar?” (Âl-i İmrân, 85),

“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderen O'dur.” (Feth, 28),

“Allah ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din edinmeyenler...” (Tevbe, 29),

“İyilik yaparak kendini Allah'a teslîm eden ve İbrahim'in dinine uymuş olanlardan daha güzel din sahibi kim olabilir?” (Nisa: 129).58

Duâ :19

Duâ :

“Resûlullah'ın çağrısını aranızda birbirinizin çağırışı gibi saymayın.” (Nûr, 63),

“Dediler ki bize Rabbından iste.” (Bakara, 68-69),

“De ki görüyor musunuz eğer size Allah'ın azabı ge­lirse veya kıyamet gelirse sâdıklardan iseniz Allah'tan başkasını mı çağırırsınız? Hayır O'nu çağırırsınız.” (En'âm, 40 - 41).

Böylece şiddet anında ancak Allah'ı çağırdıklarına dikkat çekilmektedir,

“Onu kor­karak veya umarak çağırın.” (A'râf, 56),

“Eğer sâdıklardan iseniz Al­lah'tan başka şâhidlerinizi de çağırın.” (Bakara, 23),

“İnsana bir sı­kıntı değdiği zaman O'na yönelerek Rabbini çağırır.” (Zümer, 8),59

Duhûl:20

Duhûl:

Çıkmanın tersidir. Bu anlamda yer, zaman ve işler için kullanılır. Falanca yere girdi denilir:

“Hani şu kasabaya girin, dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yeyin. Kapısından secde ede­rek girin, affet deyin, kusurlarınızı örtelim. İyilik edenlere daha da ar­tıracağız demiştik.” (Bakara, 58),

“Haydi cehennemin kapılarından gi­rin.” (Nahl, 29),

“Onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacak­tır.” (Mücâdele, 22).60

Ebed :20

Ebed :

Allah Teâlâ : “Orada ebediyen kalacaklardır.”

(Nisa, 13) buyurmaktadır. Ebed, zaman gibi bölünmeyen, sürekli uza­yıp giden ândır. Bunun için, “şu zaman” denilir de “şu ebed” denil­mez. Gerçekte bu kelimenin tesniye veya cem'i olmaması gerekir. Çün­kü ona ilâve edilecek ikinci bir ebedin meydana gelmesi düşünülemez. Sadece ihtiva ettiği bazı hususlarda özellik kazanmasından dolayı ebedler anlamına “âbâd” denmiştir. Cins ismin, kendi içindeki bir kısma tahsis edilip, sonra burdan tesniye ve cem'i yapılması gibi. Kaldı ki bazıları âbâd kelimesinin müvelled olduğunu ve Arap sözleri arasında bulunmadığını naklederler. Ebed'in te'kîdli olarak devamlılık anlamına geldiği de söylenebilir. “Ebediyen bakî kaldı” denildiği zaman, uzun süre kalan şey kasdedilir. 61

Ecel :20

Ecel :

Bir şey için verilen süredir.

“Kiminiz daha önce öldürülür, kiminiz de belirtilmiş bir süreye (ecel) ulaşırsınız.” (Mü'min, 67),

“Dedi ki; bu, seninle benim aramdadır. Bu iki süre (ecel) den hangisini doldurursam doldurayım bir kötülüğe uğramam.” (Kasas, 28).

Onun borcu sürelidir veya ona süre tanınır dendiği zaman da ecel tabiri kullanılır. İnsan hayatı için belirlenen müddete de ecel adı ve­rilir. Nitekim eceli yaklaştı dendiği zaman, ölümü yaklaştı denmektir. Bu ifâdenin aslı hayat süresini yani eceli doldurmaktır. Nitekim bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bize ecel olarak verdiğin süre ulaştı.” Yani ölüm süresi. Bazıları da ecel, ihtiyarlık sınırıdır der­ler. Aslında her ikisi de aynıdır. Nitekim bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Sonra size bir ecel tayîn eder. Bir de onun katında belli bir ecel vardır, siz hâlâ şüphe eder durursunuz.” (En'âm, 2).

Bi­rinci ecel dünyada kalmak, ikinci ecel ise âhirette kalmaktır. Bazıları da derler ki birinci ecel, dünyada kalmak, ikincisi ise ölümle., haşir arasındaki süredir. Yine derler ki birincisi uyku, ikincisi ölümdür. Bu­nunla Allah Teâlâ'nın şu âyetine işaret edilir : “Allah, ölüm anında ruhları alır. Ölmeyenin ise uykusunda.” İbn Abbâs'dan nakledildiğine göre; her iki ecel de ölüm için kullanılır. Denilir ki; kimilerinin eceli arızîdir kılıç, yangın ve boğulma gibi veya uygun olmayan fakat ha­yatın kesilmesine vesile olan diğer sebepler gibi şeylerdir. Kimileri ise korunur ve afiyet içerisinde ölüm gelinceye kadar bekler. Denildi ki; insanların iki eceli vardır, kimisi hemen ölür, kimisi de süresine ula­şınca. Allah, dünyanın tabiatında hiç kimsenin sürekli kalmasını mu-râd etmemiştir. Nitekim buna işaret olarak buyurur ki :

“Böylece ye­tişip erginlik çağına gelirsiniz. Kiminiz öldürülür, kiminiz de bilirken hiç bir şey bilmez olsun diye ömrünün en fena zamanına ulaştırılır.” (Hacc, 5).62

Âcil :20

Âcil :

Acele olanın zıddıdır. Ecel süreli olan ondan korkulan cinayettir. Öyleyse her ecel cinayettir fakat her cinayet ecel değildir. Nitekim ben şunu onun için yaptım diye kullanılır.63

Ecr:21

Ecr:

İster dünyevî olsun, ister uhrevî olsun yapılan işin sevabından geri dönen şeydir. Bu anlamda Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde :

“Benim ecrim ancak Allah'a aittir.” (Yû­nus, 72),

“Ona dünyada ecrini verdim, doğrusu o âhirette de sâlihlerdendir.” (Ankebût, 27) buyurmaktadır. Ücret ise dünyevî bedeldir cem'i ücûr veya ücâr gelir. Nitekim mihirden kinaye olarak “Ma'rûf şekilde ecirlerini (mihirlerini) veriniz.” (Nisa, 25) buyurulmaktadır. Ecr ve ücret; bir sözleşme veya onun yerine geçen bir şeyle elde edilen nesne için söylenir. Sadece fayda için kullanılır, zarar için değil.

“Onların Rableri katında ecirleri (mükâfatları) vardır.” (Bakara, 277),

“Kim de bağışlar ve barışı sağlarsa onun ecri Allah'a aittir.” (Şûra, 40) buyrulmaktadır. Akd ve akd dışı olan neticelere ise ceza adı verilir. Ceza faydalı ve zararlı şeyler için kullanılır.

“Zeyd, Amr'ı ücretle tuttu” dendiği zaman ona bir karşılık verdi denmek istenir. Nitekim bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Bana sekiz yıl çalışmana karşılık (ücret olarak) bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum.” (Kasas, 27).

İsti'câr ise bir şeyi ücret karşılığı istemektir, sonra bununla, ücret karşılığı elde edilen şey ifâde edil­miştir. Nitekim isti'câr da îcar karşılığı kullanılmıştır. Bu mânâda Al­lah Teâlâ şöyle buyurur : “O iki (kız) den biri dedi ki babacığım onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve emîn ki­şidir.” (Kasâs, 26).64

Eda:21

Eda:

Hakkı, bir defada ödemektir. Haraç ve cizye ödeme gibi Emâneti iade etmektir. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

"Kendisine emânet edilen emânetleri ödesin. Allah size emânetleri ehline edâ etmenizi emreder.” (Nisa, 58),

“Borçlu, dar­da ise bolluğa çıkıncaya kadar beklemelidir.” (Bakara, 178).

Edat ke­limesi ise kendisine ulaşılan araçtır.” 65

Ehl (Aile) :21

Ehl (Aile) :

Kişinin ehli o kişiyi soy, din veya bunla­rın yerine geçen san'at ve yurt gibi birleştiren şeylerdir. Aslında kisinin ehli kişinin kendisiyle bir meskende birleşen kimselerdir. Sonra bu ifâde genişlemiş ve soybirliği olanlara ehl adı verilmiştir. Ev ehli anlamına Ehl-i Beyt dendiği zaman Hz. Peygamberin ailesi anlaşılır.

“Ey Ehl-i Beyt, Allah muhakkak ki sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzâb, 33).

Burada Hz. Peygamberin ailesi kasdedilmiştir. Adamın ehli, ta'bîriyle, eşi ifâde edilir. Ehl-i İslâm ta'bîri ise İslâm'da birleşenler için kullanılır. İslâm şeriatı birçok hüküm­lerinde müslümanla kâfir arasında neseb bağının kaldırılmasına hük­mettiği için Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

“Allah, ey Nûh, o se­nin ehlinden sayılmaz. Çünkü kötü bir şey işlemiştir. Öyleyse bilme­diğin şeyi benden isteme. Câhillerden olmaman için sana öğüt veri­yorum.” (Hûd, 46),

“Nihayet buyruğumuz gelip sular kaynamağa baş­layınca her cinsten birer çifti ve haklarında hüküm verilmiş olanın dı­şında kalan ehlini ve insanları gemiye al da git, dedik. Zaten onunla beraber pek az kimse inanmıştı.” (Hûd, 40).

Ehlileştirildi denildiği za­man alıştırıldı ve insana yaklaştırıldı denmek, istenir. Teehhül ise ev­lenmek ve eş edinmektir. Bir yere alışan her hayvana da ehlî ta'bîri kullanılır. Allah seni cennete teehhül ettirsin denildiği zaman, o, buna uygundur, lâyıktır denmek istenir. Merhaba, ehlen dendiği zaman ge­len insana selâmet dilenir. Ve sen bizim yanımızda rahat bir yer bul­dun otur denmiş olur.66

Emed ( Süre) :21

Emed ( Süre) :

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

“İs­ter ki onunla kendisi arasında uzun bir süre bulunsun.” (Âl-i İmrân, 30).

Emedle ebed, birbirine yakın lâfızlardır. Fakat Ebed belirli bir hududu bulunmayan ve sınırlanmayan zaman süresinden ibarettir. Emed ise belirli bir hududu bulunan süreden ibarettir. Mutlak olabi­leceği gibi münhasır da olabilir. Zamanla emed arasında fark vardır. Emed son bakımından söylenilir, zaman ise umûmîdir, hem başlangıç hem de son bakanından söylenir.67

Emn (Emniyet):22

Emn (Emniyet):

Emn kelimesinin aslı korkunun gi­dip ruhun huzura kavuşmasıdır. Emn, emânet, emân aslında mastar­dırlar. Ancak emin bazı kerre insanın içinde bulunduğu emniyet' ha­linin ismi, bazı kerre de insana verilen emânın adı olur. Nitekim Al­lah bu anlamda şöyle buyurmaktadır:

“Ey îman edenler, Allah'a ve peygamberine hainlik etmeyin. Bile bile kendi emânetlerinize hiyânet etmiş olursunuz.” (Enfâl, 27).

Burada size emânet olunan şeyler mâ­nâsına gelmektedir.

“Gerçekten biz emâneti göklere, yeryüzüne ve dağ­lara sunduk da onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve korkup titre­diler.” (Ahzâb, 72).

Denildi ki, buradaki emânet tevhîd veya adalettir. Hece harfi, akıl diyenler de olmuştur ki bu, doğrudur. Çünkü akıl ile tevhîd bilgisi öğrenilir, adaletle hükmedilir, hece harfleri bellenir ve o sayede insanın öğrenebileceği her şey öğrenilir ve insan gücü yetti­ğince iyi fiiller yapar. Akıl ile insan Allah'ın yaratıklarından bir ço­ğuna üstün kılınmıştır.

“Orada apaçık alâmetler ve İbrahim'in ma­kamı vardır. Kim oraya girerse emîn olur.” (Âl-i İmrân, 97).

Yani ce­hennemden emîn olur diye açıklamışlardır. Nitekim :

“Çevrelerinde inananların zorla kapılıp götürülmesine rağmen orayı emîn bir ha­rem yaptığımızı onlar görmediler mi?” (Ankebût, 67),

“Hani Kâ'be'yi insanlar için bir toplantı yeri kılmış ve emin bir mahal yapmıştık.” (Bakara, 125),

“Sonra o üzüntünün ardından üzerinize öyle bir em­niyet ve öyle bir uyku indirdi ki...” (Âl-i İmrân, 154) âyetlerinde bu mânâlara kullanılmıştır.68

Emr :22

Emr :

Durum manasınadır cem'i ümûr gelir. Bu lâfız umûmîdir hem fiillere, hem de sözlere kullanılır. Bir şeyi yapma ile mükellef kıldığınız zaman ona emrettim dersiniz. Bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bütün işler (emir) O'na döndürülür.” (Hûd, 23),

“De ki bütün iş (emir) Allah'ındır.” (Âl-i İmrân, 154),

“İçlerinde sana açmadıkları bir (emri) şeyi gizliyorlar bu bize âit bir şey olsaydı burada öldürülmezdik diyorlar.” (Âl-i İmrân, 154),

“Kime Rabbından bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse geçmiş olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm (emir) Allah'a aittir.” (Bakara, 275).

Bir şeyi ibda' etmeye de emir ismi verilir. Nitekim bu mânâda Allah Teâlâ şöyle bu­yurmaktadır:

“Bilin ki yaratma da, emir de O'nundur.” Bu mânâda emir yalnız Allah'a mahsûstur, yaratıklara değil. Nitekim; “Bunun üzerine iki gün içerisinde yedi gök varetti ve her göğün işini (emrini) ona bildirdi.” (Fussilet, 12) âyeti bu mânâya hamledilmiştir. Hikmet sahipleri de bu âyetleri aynı mânâya hamletmişlerdir :

“Sana ruhtan sorarlar. De ki ruh, Rabbimizin emrinden bir emrdir. Ve size bilgiden çok azı verilmiştir.” (İsrâ, 85).

Burada Allah'ın ibda' ettiği şey anla­mına gelmektedir.

“Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözü­müz (emrimiz) sadece "ol" demektir ve hemen oluverir.” (Nahl, 40) âyeti de bu mânâda ibda' olarak belirtilmiştir. Yap veya yapsın veya haber sözüyle olsun emir bir şeye öncelikle katılmak mânâsına gelir. Nitekim Hz. İbrahim'in rü'yâsmı anlatan âyet-i celîle'de emir bu mâ­nâya kullanılmıştır. “O kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca dedi ki, ey oğulcuğum doğrusu ben rü'yâda iken seni boğazladığımı görü­yorum, bir bak ne dersin? O da dedi ki, babacığım sana emrolunanı yap. tnsftAiı”h beni sabredenlerden bulursun.” (Sâffât, 102). Burada Hz. İbrahim'in rü'yâsında kurban kesmeyi görmesi emr olarak ifâde edil­miştir. “Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri hiç de doğ­ru değildi.” (Hûd, 97) âyetinde ise ifâde umûmîdir, hem kavil, hem de fiilleri belirtmektedir. “Allah'ın emri geldi. Acele gelmesini boşuna istemeyin.” (Nahl, 1) âyetinde ise kıyamete işaret edilerek lâfızların en genişi şeklinde zikredilmiştir. “Dedi ki hayır nefisleriniz sizi al­datıp bir işe (emre) sürüklemiş, artık bana güzelce bir sabır gerekir.” (Yûsuf, 18) âyetinde ise emir nefsin emrettiği kötülük anlamına gel­mektedir. Emir, çoğalma anlamına da gelir. Çünkü bir kavim çoğalın­ca emir sahibi olur ve kendilerini yönetecek bir yöneticiye muhtaç olurlar. “Ve böylece her kasabada oranın ileri gelenlerini hîle yapan suçlular kıldık. Bir şehri de helak etmek istediğimiz zaman varlıklıla­rına emir veririz ve orada fâsıklık yaparlar.” (İsrâ, 16). Yani onlara itaat etmelerini emrederiz. Bir kırâette de burada emrederiz değil, “onları emirler kılarız” anlamına “emmerna şeklinde kul­lanılmıştır. “Emmernâ” çoğalttık mânâsına da rivayet edilmiştir. Nitekim müşavere için i'timar lâfzı kullanılır. Çünkü mü­şavere esnasında bir kısmı bir kısmının enirini dinler. Bu mânâda Al­lah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : “Şehrin öte başından koşarak bir adam geldi ve dedi ki, ey Mûsâ ileri gelenler seni öldürmek için ara­larında görüşüyorlar (müşavere ediyorlar), hemen çık git, doğrusu ben sana öğüt verenlerdenim.” (Kasas, 20). Burada müşavere mânâ- sına “ye'temirûne” ( ojj^i ) kullanılmıştır. “Bunun üzerine kal­kıp gittiler. Nihayet bir gemiye bindiklerinde o, bu gemiyi deliverdi. Mûsâ gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin doğrusu şaşılacak (emr) bir şey yaptın, dedi.” (Kehf, 71). Buradaki (emr) kelimesi çirkin ve şaşılacak bir şey mânâsına gelmektedir. Emr sahip­leri mânâsına gelen “ülû'l - emr” ta'bîriyle Peygamber devrindeki emir­ler kasdolunmuştur denilir. Bir kısmı da Ehl-i Beyt'ten emirler kas-dolunmuştur demişlerdir. Ma'rûfu emredenler kasdolunmuştur diyen­ler de vardır. İbn Abbâs der ki; bunlar, fakîhler ve Allah'a itaat eden din ehlidir. Bu sözlerin hepsi de doğrudur. Şöyle ki emr sahipleri olan­lardan halk korkar. Bunlar dört sınıftır : Birincisi peygamberdir ve onların avamın ve havasın zahir ve bâtınına hükmettikleri apaçıktır. İkincisi valilerdir. Bunlar halkın bâtınına değil, zahirine hükmederler. Üçüncüsü hikmet sahipleridir, bunlann hükmü havassın zahirine de­ğil bâtımnadır. Dördüncüsü öğüt verenlerdir, bunlann hükmü avâmm zahirine değil bâtımnadır.69

Esef:23

Esef:

Hem hüzün, hem de kızgınlığın birlikte olduğu haldir. İkisine birlikte söylenebileceği gibi, ayrı ayn her biri için de söylenir. Gerçekte ise esef; kalbten gelen kanın intikam duygusunu coşturmasjdır. Bu coşkunluk alttaki birisine karşı olursa yayılır, ga-zab adını alır, üstteki birine karşı olursa kısılır ve hüzün olur. Nitekim İbn Abbâs'a hüzün ve gazab nedir diye sorulduğunda, ikisinin de çıkış yeri birdir, fakat lâfız muhteliftir der. Kim kendisinden daha güçlü olana karşı çıkarsa ona kin ve gazabını izhâr eder. Kim de kendisini yenemiyeceği birisine karşı çıkarsa ona hüzün ve feryadını izhâr eder. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur : “Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık.” (Zuhrûf, 55) yani kızdırınca. Ebu Abdullah el-Rıza der ki; Allah bizim esefimiz gibi eseflenmez, ancak O'nun esef-lenen dostları vardır, onların rızâsı kendi rızâsı, esefini de kendi esefi kılmıştır. Bu mânâda Enbiyâ sûresinde: “Mûsâ kavmine kızgın ve üzgün dönünce...” (Enbiyâ, 67) buyurulmaktadır. Buradaki esef kız­gınlıktır.70

Eser:23

Eser:

Bir şeyin eseri, varlığına delâlet eden şeyin meydana gelmesidir. Cem'i Âsâr gelir. Nitekim Allah Teâlâ :

“Sonra onların izleri (eserleri) üzerinde peygamberlerimizi ard arda gönder­dik.” (Hadid, 27),

“Yeryüzünde dolaşıp görmezler mi kendilerinden daha kuvvetli, daha çok sağlam eserler bırakan öncekilerin âkibeti na­sıl oldu?” (Mü'min, 82),

“Allah'ın rahmetinin belirtilerine (eserlerine) bir bakın, toprağı öldükten sonra nasıl diriltiyor?” (Rûm, 50).

Daha önce geçmiş olanları gösteren yol için de âsâr ta'bîri kullanılır. Nite­kim Allah Teâlâ : “Yine de onların izlerinde (âsâr) kovalanırcasına koşuyorlardı.” (Sâffât, 70),

“Onlar işte ardındadır (eser).” (Tâhâ, 84).

Aynı anlama, devenin semiz olması içinde yağ izi göstermesi nedeniy­le "esere" ta'bîri kullanılır. Devenin izini delâlet etmek üzere, topu­ğuna işaret vurulmasına da aynı ta'bîr kullanılır. Bu iş için kullanı­lan demire de eser âleti anlamına "mi'sere" denir. Kılıcın eseri ise parlaklığı ve keskinliğidir, timin eseri rivayetidir. Bu; rivayet edilip yazılarak iz bırakmaktan türetilmiştir. Meâsir ise insanın faziletlerin­den nakledilen şeylerdir. Eser, fazilet için istiare edildiği gibi, îsâr da bu sebeple cömertlik için kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ : “Ve onlar ki kendi nefislerine onu tercih (eser) ederler.” (Haşr, 9).71

Evvel:24

Evvel:

Kendinden başkası ona göre sıralanan şeydir.

Değişik şekillerde kullanılır :

a) Zaman bakımından önce olan için evvel denilir. Abdülmelik evvel, Mansûr sonra hükümdar olmuştur demek gibi.

b) Reislik bakımından bir şeyde önde olan için kullanılır. Onun dışındakiler ona göre sıralanır. Önce Emîr, sonra Vezir sözü gibi.

c) Vaz' ve nisbet bakımından önce olan için evvel denilir. Söz­gelimi Irak'tan dışarı çıkan için önce Kadîsiye, sonra Fîd demek gibi. Siz Mekke'den çıkana önce Fîd, sonra Kadîsiye dersiniz.

d) Nizâm bakımından önce olana denir. Önce temel, sonra yapı demek gibi. Allah'ın sıfatı olarak “Evvel” varlıkta hiç bir şey onu geç­ memiş demektir. Allah Teâlâ'nın : “Ben böylece emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” (En'âm, 163), “Ayrılınca dedi ki, tenzih ede­rim Seni, Sana tevbe ettim ve ben mü'minlerin ilkiyim.” âyetlerindeki evvel ise İslâm ve îmanda önder kimseyim demektir. Keza “Yanım­daki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğimiz Kur'an'a îman edin. O'nu inkâr edenlerin ilki olmayın.” (Bakara, 41) âyetinde ise küfürde siz kendisine uyulan kişiler olmayın denilmektedir. Evvel zarf olarak kullanıldığı gibi kadîm ve eski mânâsına da kullanılır. Sana evvel ve sonra geldim denilirken kasdolunan budur... 72

Farz :24

Farz :

Katı bir şeyi kesmek ve onu etkilemektir. De­miri kesmek gibi. Demiri kesen âlete" de mihraz veya mifrez denilir... Farz, vacip gibidir. Fakat vacip vuku ve sabit olduğu kabul edilerek söylenirken, farz kesin hüküm ifâde eden hususlar için söylenilir : “Bir sûre, onu sana indirdik ve farz kıldık.” (Nûr, 1). Yani senin onunla amel etmeni vâcib kıldık. “Senin üzerine Kur'an'ı farz kılan.” (Kasas, 85). Yani onunla amel etmeyi vâcib kılan demektir. Hâkimin ge­rekli kıldığı nafakaya da farz adı verilir.73

Felah:24

Felah:

Başarmak ve istenene ulaşmaktır. Bu da iki kısımdır, bir kısmı dünyevî, bir kısmı uhrevîdir. Dünyevî felah dünya hayatını güzelleştiren mutluluklarda başarıya ulaşmaktır, bu da sürek­liliktir, zenginlik ve mevki ile olur...

Uhrevî felah ise, dört şeyle gerçekleşir. Sonu olmayan devamlılık, fakirliği olmayan zenginlik, zilleti olmayan izzet, cehaleti olmayan ilim. Bunun için denilmiştir ki : “Âhiret hayatından başka hayat yok­tur.” Nitekim Allah Teâlâ da buyurur ki :

“işte onlar Allah'ın hizbidir. Dikkat edin Allah'ın hizbi işte felaha erenler onlardır.” (Mücâdele, 23).

“Kendisini temizleyenler muhakkak felah buldu.” (A'lâ, 14),

“Mü’minler gerçekten felah buldu.” (Mü'minûn, 1),

“Allah'tan korkun ki felaha eresiniz.” (Bakara, 189),

“Muhakkak ki zâlimler felaha ermez­ler.” (En'âm, 21),

“Muhakkak ki mücrimler felah bulmazlar.” (Yû­nus, 17),

“Muhakkak ki, kâfirler felah bulmazlar.” (Mü'minûn, 117),

“İşte onlar Rablarından bir hidâyet üzeredirler, ve felaha erenler de onlardır.” (Bakara, 5),

“Kimin de tartısı ağır gelirse işte felaha eren­ler onlardır.” (A'râf, 8).74

Feth:24

Feth:

Muğlak ve müşkil hali ortadan kaldırmaktır. Bu da iki kısımdır. Birisi gözle görülür; kapıyı açmak gibi... İkincisi ise basiretle kavranır; üzüntüyü kaldırmak, kederi gidermek gibi. Bu da çeşitlidir, birincisi dünyevî işlerdeki kederi ve üzüntüyü gidermek­tir... İkincisi ise zor olan bilgileri açmaktır. Falanca ilimden kapalı bir kapıyı açtı dendiği gibi. Her şeyin Fatihası ise onun başlangıcıdır yani daha sonra gelenlerin onunla açıldığı şeydir. Onun için Fatiha sûre­sine Fâtihat el-Kitâb denmiştir.75

Fesâd :25

Fesâd :

Bir şeyin çok veya az olarak dengenin dışına çıkmasıdır bunun tersi salâhtır. Bu ifâde rûh, beden ve doğru yoldan çıkan diğer şeyler için kullanılır :

“Eğer hak onların arzusuna uymuş olsaydı gökler ve yeryüzü fesada uğrardı.” (Mü'minûn, 71),

“Eğer gök­lerde ve yerde Allah'tan başka iki ilâh bulunsaydı her ikisi de (gök ve yer) fesada uğrardı.” (Enbiyâ, 22),

“İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden karada ve denizde fesâd yaygınlaştı.” (Rûm, 41),

“Allah fesadı sevmez.” (Bakara, 205),

“Onlara yeryüzünde bozgunculuk yap­mayın denildiğinde, biz sadece islâh edicileriz derler.” (Bakara, 11),

“Dikkat edin asıl bozguncular onlardır da farkında değildirler.” (Ba­kara, 12),

“Dedi ki muhakkak ki hükümdarlar bir kasabaya girdikleri zaman orayı fesada verirler.” (Nemi, 34),

“Muhakkak ki Allah bozgun­cuların amelini islâh etmez.” (Yûnus, 81),

“Allah islâh edici ile boz­gunculuk yapacak olanı bilir.” (Bakara, 220),76

Fiil:25

Fiil:

Bir etki edici tarafından etki etmektir. Fiil ke­limesi umûmîdir, dikkatli veya dikkatsiz, bilerek veya bilmeyerek, ka­sıtlı veya kasıtsız olabilir. İnsandan, hayvandan ve katı varlıklardan sâdır olabilir. Amel de onun gibidir.

“Hayırdan da ne yaparsanız Allah onu bilir.” (Bakara, 197),

“Kim de bunu yaparsa kendi nefsine zul­metmiş olur.” (Bakara, 231),

“Kim de düşmanlık ve zulümle yaparsa onu ateşe ulaştırırız.” (Nisa, 30).

“Ey Peygamber, sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan sen O'nun risâletini yapmamış olursun.” (Mâide, 57).77

Fikr:25

Fikr:

Bilgiden, bilinene götüren bir güçtür. Tefekkür ise bu gücün aklın doğrultusunda hareket etmesidir. Tefekkür gücü sadece insanda vardır, hayvanlarda yoktur ve ancak kalbde bir şekli hâsıl olan şeyler için söylenilir. Bunun için Allah'ın nimetlerini düşü­nünüz zâtını düşünmeyiniz ,buyurulmuştur. Bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlar düşünmezler mi ki arkadaşlarında bir delilik yoktur.” (A'râf, 184),

“Muhakkak ki bunda düşünen bir kavim için âyetler vardır.” (Ra'd, 3),

“Böylece Allah size âyetlerini açıklar ki dü-şünesiniz diye.” (Bakara, 219, 266),

“De ki hiç görenle görmeyen bir olur mu? Halâ düşünmüyor musunuz?” (En'âm, 40),"78

Fitne:25

Fitne:

Altını ateşe tutup iyisini kötüsünden ayırmak anlamına gelen “” masdanndan türetilmiştir. İnsanın ateşe girdirilmesine de bu masdardan türetilen fiiller kullanılır.

“O günki onlar ateşe tutulurlar.” (Zâriyât, 13),

“İşte fitnenizin tadını tadın, si­zin acele etmekte olduğunuz şey budur.” (Zâriyât, 14).

Yani azabınızı tadın... Fitne bazan kendisinden azabın hâsıl olduğu şey için kullanı­lır.

“Dikkat edin onlar azabın içine düşmüşlerdir.” (Tevbe, 49).

Bazan da tecrübe için kullanılır :

“Biz seni bir tecrübe ile tecrübe etmiştik.” (Tâhâ, 40).

Fitne, belâ gibidir. Her ikisi de insanın bolluk ve sıkıntı gibi sevkedildiği şeyler için kullanılır. Ancak sıkıntı ve hiddet halinde daha çok kullanılmaktadır.

“Biz sizi imtihan olarak hayır ve şer ile deneriz.” (Enbiyâ, 35).

Burada hem iyilik hem de kötülük için kulla­nılmıştır. Şiddet için kullanılan âyetlerin örnekleri ise şöyledir :

“O ikisi nihayet diyeceklerdir ki biz fitneyiz (imtihanız) sakın küfretme.” (Bakara, 102),

“İyi bil ki fitne katüden daha şiddetlidir.” (Bakara, 191),

“Fitne kalmayınca ve din de Allah için oluncaya kadar onlarla savaş.” (Bakara, 193)

...Fitne hem Allah Teâlâ'dan, hem de kullardan sâdır olan fiillerdendir. Öldürme ve azâb, belâ ve musibet gibi daha hoşlanılmayan birçok fiiller, Allah'tan olduğu takdirde hikmet şeklinde tecelli eder, insandan olduğu takdirde Allah'ın emrine aykırı olacağı için bunun zıddı olur.”79

Fuhuş:26

Fuhuş:

Fuhş, fahşâ ve fahişe kelimeleri gerek fiil, gerekse söz olarak çirkinliği çok fazla olan şeyler için kullanılır.

“De ki Allah aşırılığı emretmez. Allah'a bilmediğinizi mi söylüyorsunuz?” (A'râf, 28),

“Fuhuştan (aşırılıklardan), münkerden ve zulümden nehyedin, ibret alasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 90),

“Sizlerden her kim ki apaçık bir aşırılık işlerse ona azabı iki kat artırırız.” (Ahzâb, 30),

“De ki Rabbim aşırdıkların gizli ve açık olanını haram kıldı.” (A'râf, 33).80

Gayb :26

Gayb :

Güneş gözden gizlendiği zaman bu masdar kullanılır... İnsanın bilgisinden gizlenen, duyularla görünmeyen her şeye de gayb tabiri kullanılmıştır:

“Onlar ki gayba inanırlar ve na­mazlarını kılarlar.” (Bakara, 3),

“İşte bunlar gaybın haberleridir, onu sana vahyediyoruz.” (Âl-i İmrân, 44),

“Ben size Allah'ın hazîneleri yanımdadır demiyorum, gaybi bilmem.” (En'âm, 50),

“Gaybm anahtar­ları O'nun katındadır. Bunu sadece Allah bilir.” (En'âm, 59),

“Sonra gaybı ve şehâdeti bilenin huzuruna döndürülürsünüz.” (Tevbe, 94),

“Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır ve bütün emir O'na döner.” (Hûd, 123),

“İşte bu gaybın haberlerindendir, onu sana vahyediyorum.” (Yû­suf, 102),

“Göklerin ve yeryüzünün gaybı Allah'ındır.” (Nahl, 77),

“De ki göklerde ve yerde olan gaybı Allah'tan başka hiç kimse bilmez.” (Neml, 61),

“Sen, ancak zikre uyan ve gayb ile Rahmân'dan korkanı uyarırsın.” (Yâsîn, 11),

“Muhakkak ki Rablarından gayb ile korkan­lar için mağfiret ve büyük mükâfat vardır.” (Mülk, 13),

“Dediler ki bizim bir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki gayblan en iyi bilen Sensin Sen!” (Mâide, 109).81

Gazab:26

Gazab:

Kalbin intikam isteğiyle coşmasıdır. Bunun için Aleyhisselâtü Vesselam Efendimiz buyurur ki : “Gazabtan kor­kunuz çünkü o Âdemoğluna kalbinde yakılan bir közdür...” Allah ga-zabla nitelendirildiği takdirde bundan maksad, sadece intikamdır.82

Ğurûr:26

Ğurûr:

Mal, mevki, şehvet ve şeytân gibi insanı uya­nıkken kandıran her şeye söylenir. Şeytân ile de tefsir edilmiştir; çünkü aldatıcıların en kötüsü odur. Dünya ile de tefsir edilmiştir çünkü dün­ya aldatır, zarar verir ve fânidir.

“Küfretmiş olanların şehirlerde do­laşması seni aldatmasın.” (Âl-i İmrân, 196),

“Şeytân onlara ancak ğu­rûr va'd eder.” (Nisa, 120),

“Dünya hayatı ğurûr metâmdan başka' bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185),

“Kâfirler ancak ğurûr içindedir­ler.” (Mülk, 20),

“Zâlimler birbirlerine ancak ğurûr va'dederler.” (Fâtır, 40),83

Haber:27

Haber:

Bilgi verilmesi yönünden; bilinen şeyleri bil­mektir. Denildi ki haber mes'elelerin derinliklerini bilmektir. “Ve Al­lah sizin yaptıklarınızdan haberdârdır.” Yani yaptıklarınızın haberini bilendir. Denildi ki sizin işlerinizden beğendiklerini bilendir. Denildi ki Habîr haber veren manasınadır.84

Hacc:27

Hacc:

Aslında kasd ve ziyaret demektir. Ancak şer'î örfte, belirli hareketleri yerine getirmek için Allah evini kasdetmektir. En büyük hacc, Kurban Bayramı ve arefe günü olanıdır. Umreye de küçük hacc denmiştir.85

Hacet :27

Hacet :

Bir şeye muhtaç olmak, bir şeyi severek ihti­yaç hissetmektir.86

Hadd:27

Hadd:

Bir şeyin diğerine karışmasını önlemek amaciyle iki şey arasına konulan engeldir. Evin hududu, onu diğerinden ayıran şeydir. Birisinin hududu denmesinin sebebi bu hadlerin o suçu işleyenlere ibret, diğerlerinin de onun gittiği yola gitmesine mâni ol­masındandır. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

“Bun­lar Allah'ın hudududur, onlan aşmayın. Kim Allah'ın hududunu aşar­sa işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 229),

“Bedeviler, kü­für ve nifak bakımından daha beterdir. Bununla beraber Allah'ın pey­gamberine indirdiği hükümlerin hududunu bilmeleri onlara daha da uygundur.” (Tevbe, 97).

Yani Allah'ın indirdiği hükümleri. Denildi ki Allah'ın hududu dört şekildedir. Bir kısmını artırmak veya eksiltmek caiz olmaz. Bir kısmını artırmak veya eksiltmek caiz olur. Bir kısmını artırmak caiz olma.z, eksiltmek caiz olur. Bir kısmında artırmak caiz olur, eksiltmek caiz olmaz. 87

Hakk:27

Hakk:

Aslında mutabakat ve muvafakattir. Birkaç şe­kilde kullanılır :

Hikmetin gerekli kıldığı bir sebeple bir şeyi icâd edene hakk denir. Bu sebeple Allah Teâlâ için Hak denilmiştir :

“Sonra onlar ger­çek (Hak) Mevlâlanna döndürülürler.” (En'âm, 67),

“İşte hakîkî Rabbimiz Allah budur. Haktan sonra delâletten başka ne vardır?” (Yû­nus, 32).

Hikmet gereği icâd edilmiş olan şeye hakk denir. Bunun için Allah Teâlâ'nın bütün fiilleri haktır denilir.

“Güneşi ışık, ayı nur ya­pan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için aya konak yerleri düzen­leyen O'dur Allah bunları ancak hakka göre yaratmıştır.” (Yûnus, 5),

“Onlar, sana azâb hak mıdır diye sorarlar. De ki; evet Rabbim hakkı için gerçektir.” (Yûnus, 50),

“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir kısmı bilir oldukları halde hakkı gizlerler.” (Bakara, 146),

“Hak Rabbindendir. Öyleyse asla şüphecilerden olmayın.” (Bakara, 147),

“Şüphesiz bu Rabbinden bir haktır.” (Bakara, 149).

Şeyin kendisinin üzerinde bulunduğu şeye mutabık olduğuna inanmaktır. Falancanın diriliş, sevap, ceza, cennet ve cehennem inancı haktır dediğimiz gibi. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

“İnsanlar bir tek ümmetti, Allah müjdeleyici ve korkutucu peygamberler gön­derdi ve onlarla birlikte insanların ihtilâfa düştükleri şeylerde arala­rında hüküm vermeleri için hak kitaplar gönderdi. İşte Allah kendi izniyle, îman edenleri üzerinde ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı.” (Bakara, 213).

Gerektiği şekilde, gerektiği yerde ve gerektiği vakitte yapılan iş ve söylenilen sözdür. Sen bu davranışında haklısın, bu sözünde hak­lısın dediğimiz gibi. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

“Böylece fâsık olanların îman etmiyeceklerine dâir Rabbinin söylediği söz ger­çekleşti.” (Yûnus, 30),

“Eğer biz isteseydik herkesi elbette hidâyete erdirirdik. Fakat cehennemin tamamını cinn ve insanlarla dolduraca­ğım diye, Benden hak söz sâdır olmuştur.” (Tevbe, 13),

“Şayet hak onların heveslerine uysaydı, gökler yerler ve onlarda bulunanlar mu­hakkak ki bozulup giderdi.” (Mü'minûn, 71).88

Hakikat:28

Hakikat:

Bazan varlığı ve değişmezliği sabit olan şey için kullanılır. Resûlullah (s.a.)'m Hârise'ye, “Her hakkın bir hakikati vardır. Senin îmanının hakikati nedir?” diye sorduğu gibi. Yani senin iddia ettiğinin hak olduğunu bildiren şey nedir? Falanca hakikatim ko­ruyor derken de korunması gereken şeyi koruyor denmek istenir. Ba­zan da i'tikâd için kullanılır. Bazan da amel ve söz için kullanılır. De­nilir ki falancanın davranışının hakikati vardır. Yani mürâî değildir. Falancanın sözü hakikattir yani fazlası ve eksiği yoktur. Denilir ki dünya boştur, âhiret haktır. Yani birisi geçici, diğeri bakîdir. Fakîhlerin ve Kelâmcıların örfünde ise hakikat lüğatta konulduğu aslî an­lamda kullanılan lâfızdır.89

Helâl:28

Helâl:

Çözme anlamına gelen halle’den türetilmiştir. Düğümü çözmekten istiaredir :

“Allah'ın size rızk olarak verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin.” (Nahl, 11).

“Diliniz ya­lana alışmış olduğu için her şeye, şu helâl, bu haramdır demeyin.” (Nahl, 116),

“Ey Peygamber, Biz mihirlerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana câriye diye verdiği cariyelerini, seninle beraber hicret eden am­canın kızlarını, halalarının kızlarını... Senin için helâl kıldık.” (Ahzâb, 50).90

Hamd:28

Hamd:

Allah Teâlâ için hamd, O'na faziletlerle dolu övgüdür. Hamd, medihten daha özel, şükürden daha geneldir. Çünkü medh insanda kendi isteğiyle olan şeyler için söylenilir, bazan da bağlantılı olarak medh sözkonusudur. Çünkü insan, boyunun özelliği, yü­zünün güzelliği ile övülebileceği gibi cömertliği ve bilgisi ile de övülür. Hamd ise ikinci için olur birinci için değil. Şükür ancak bir nimete mukabil olarak söylenir. Dolayısıyla her şükür hamddir, fakat her medh hamd şükür değildir : “O, Hamîd'dir, Mecîd'dir.”. Övülendir de­nilebileceği gibi, övendir de olabilir.91

Hanîf:28

Hanîf:

Sapıklıktan doğru yola meyi etmektir : “Al­lah'a hanîf olarak ibâdet edin...”, “Hanîfve müslim olarak...”, “Al­lah'a doğru yönelerek yalan sözden sakının...” Araplar, hacceden veya sünnet olan herkese hanîf adını verirlerdi. Bununla o kişinin Hz. İb­rahim'in dîninden olduğuna dikkatleri çekerlerdi. 92

Haram:29

Haram:

Yasaklanan şeydir. Bu yasaklama; ya ilâhî bir bağlılıkla olur veya zorla engelleme, veya akıl, şeriat, emri dinle­nen birisi tarafından konulan yasaklar ile olur. Allah Teâlâ'nın şu kavli emre itaat, boyun eğme şeklinde bir yasaklamadır.

“Ve onun üze­rine emzirmeyi haram kıldık.” (Kasas, 13),

“Helak ettiğimiz bir kasa­baya da haram oldu.” (Enbiyâ, 95),

“Onlara bu, kırk yıl yasaklanmış­tı.” (Mâide, 46).

Zorla engel olma şeklindeki yasak örneği de şu âyet-i celîledir :

“Muhakkak ki kim Allah'a şirk koşarsa Allah ona cenneti haram kı­lar.” (Mâide, 73),

“Muhakkak ki Allah onları kâfirlere haram kılmış­tır.” (A'râf, 50).

Şer'an yasaklanan haramın örneği; yemek mukabili veya farklılık­la yemeği satmaktır.

“Eğer onlar size esirler olarak gelirlerse fidyeleşirsiniz. Bu onları çıkarmanızın haramkılınmış olmasındandır.” (Ba­kara, 85),

Bu haram kılınanlar, onlann şeriatlarına göreydi.

“De ki bana vahyolunan şeylerde, hiç bir yiyenin yediğinin haramkılındığını bulamıyorum.” (En'âm, 145). Yahudilere de tırnaklı her şeyi haram kılmıştı...93

Harb. 29

Harb

Bilinen savaştır, savaşta soygundur. Sonra eş­yaya da harb adı verilir. 94

Hased :29

Hased :

Nimetin, onu elde etmiş olan kişiden kaybol­masını istemektir. Bazan istekle beraber yok etme gayreti de olur. Hadîs-i Şerifte buyurulmuştur : “Mü'min gıpta eder, münafık hased eder.” Allah Teâlâ buyuruyor ki :

“Kendiliklerinden sana hased eden...” (Bakara, 109),

“Ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden...” (Felâk, 5)95

Hasm:29

Hasm:

Tartışma demektir. “Halbuki o düşmanların en yamanıdır.” (Bakara, 204). 96

Hâşâ:29

Hâşâ:

Ebu Übeyde der ki bu, tenzih ve istisna edatı­dır. “Dedi ki Yûsuf'tan kâm almak istediğiniz zaman ne haldeydiniz? Onlar dediler ki : Hâşâ Allah için biz onun bir kötülüğünü görmedik.” (Yûsuf, 51). 97

Haşyet:29

Haşyet:

Ta'zîmin karıştığı korkudur. Çoğunlukla kor­kulan şeyi bilmekten doğar. Bunun için haşyet bilginlere tahsis edilmiştir.

“Allah'tan ancak bilgin kulları korkar...”, “Onlardan korkma­yın, Benden korkun.” (Fâtır, 28),

“İnsanlardan Allah'tan korkar gibi korkarlar veya daha fazla bir korkuyla.” (Nisa, 77),

“Onlar ki Allah'ın risâletlerini tebliğ ederler ve Allah'tan başka hiç kimseden korkmaz­lar.98

Hatâ:29

Hatâ:

Bir yönden dönmektir. Bu da birkaç çeşit olur.

a) İrâdenin güzel görmediği şeyi istemek ve yapmak. Bu, insa­nın sorumluluk duyduğu tâm hatâdır :

“Muhakkak ki onları öldürmek büyük bir günâhtır (hatâdır).” (İsrâ, 31),

“Dediler ki Allah'a yemîn ede­riz, Allah gerçekten seni bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz suçlu (hatalı) idik.” (Yûsuf, 91).

b) Yapılması hoş görülen bir şeyi istemek, fakat isteğin dışında bir şeyin meydana gelmesi. Bu, irâdede isabet, fiilde hatâdır. Hz. Pey­gamberin : “Ümmetimin üzerinden hatâ ve unutma kalkmıştır (kaldırılmıştir)” kavli ile “Kim içtihâd eder ve hatâ ederse ona bir mükâ­fat vardır.” kavlinde kasdettiği mânâ budur. Keza Allah Teâlâ'nın şu âyet-i kerîme'de buyurduğu hatâ da bu türdendir : “Bir mü'minin di­ğer mü'mini hatâ dışında öldürmesi olmaz.”, “Bir mü'mini yanlış­lıkla öldürmesi bir mü'min köleyi azâd etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona teslim edilmiş bir diyet ödemesi gerekir.” (Ni­sa, 92).

c) Yapılması hoş görülen şeyi kasdetmek, fakat bunun tersinin meydana gelmesi. Bu, irâdede hatâ, fiilde isabettir. O kimse maksa­dından dolayı yerilir, işlediği fiilden dolayı da övülmez.

özet olarak bir kimse bir şeyi ister fakat istediğinin dışında bir şey yaparsa hatâ etti denir. İstediğinin aynısı gerçekleşirse isabet etti denir.99

Hatîe ile Seyyie birbirine yakın lâfızlar­dır. Lâkin çoğunlukla hatîe tabiri; kendiliğinden kasdedilmeyen fakat maksadın fiilin doğuşuna sebep teşkil ettiği haller için kullanılır. Me­selâ bir kişi bir av hayvanına okunu atar, bir insana isabet ettirirse durum böyledir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Kötülük yapıp ta günahı (hatîe) kendisini kuşatan kimseler işte onlar cehennemlik­lerdir.” (Bakara, 81),

“Kalbinizden kasdederek yaptıklarınızın dışında hatâlarınızda size bir vebal yoktur.” (Nisa, 112),

“Kim bir hatâ veya günah işlerse sonra onu bir suçsuzun üstüne atarsa, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” (Nisa, 112),

“Günahların­dan (Hatîe) dolayı bunlar suda boğuldular.” (Lût, 25),

“O küfreden­ler inananlara derler ki, bizim yolumuza uyun da sizin günahlarınızı biz taşıyalım. Halbuki onların günahlarından hiç birini yüklenecek değillerdir.” (Ankebût, 12),

“Ve kıyamet günü günahlarını bağışlama­sını umduğum odur.” (Şuâra, 82),

“Kapısından secde ederek girin, af­fet deyin, hatâlarınızı örter.” (Bakara, 58),

“Onu ancak günahkârlar yer.” (Hakka, 37),100

Havârî:30

Havârî:

Hz. İsâ (nın yardımcılarıdır.) Denildi ki havârîler kassâr idiler. Ve yine denildi ki onlar avcı idiler. Bazı bilginler dediler ki bu kişilere havârî denmesinin sebebi; onların insanların ruh­larını din ve ilim öğreterek arındırmalarından dolayıdır... Avcı olma­ları, insanların ruhlarını kararsızlıktan kurtararak hakka döndürme-lerindendir. Nitekim Allah'ın Resulü (s.a.) buyurdu ki : “Zübeyir benim halamın oğludur ve havârimdir.” Ve yine buyurdu ki : “Her pey­gamberin havarisi vardır, benim havarim de Zübeyr'dir.” Bununla ha­varilerin yardımına telmih etmek istemiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu­yurur ki : “İsâ onların inkârlarını sezince Allah uğrunda yardımcıla­rın kimlerdir? dedi. Havariler : Allah'ın yardımcıları biziz, Allah'a îman ettik. Sen de şâhid ol ki biz muhakkak teslim olanlarız, dediler.” (Âl-i İmrân, 52) 101

Hayat :30

Hayat :

Birkaç şekilde kullanılır:

a) Bitki ve canlıda mevcûd olan gelişme gücüne hayat denir. Bunun için canlı bitki tabiri kullanılır:

“Bilin ki Allan ölümünden sonra yeryüzünü canlandırıyor.” (Hadîd, 17),

“Ve onunla ölüleri di­rilttik.” (Kâf, 11),

“Ve bütün canlıları sudan yarattık.” (Enbiyâ, 30).

b) Duyusal güce denilir. Bunun için canlı olarak isimlendiril­miştir :

“Dirilerle" ölüler de bir değildir.” (Fâtır, 22),

“Ölülere de diri­lere de.” (Mürselât, 126).

c) Düşünen, aktif güce verilen isimdir : “Ölü iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürüyebileceği nûr verdiğimiz kimse karanlıkta kalıp ondan çıkmayan kimse gibi mi hiç?” (En'âm, 122), “Allah yo­lunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler.” (Âl-i İmrân, 169).

d) Kederin ortadan kalkmasından ibarettir. Nitekim bu anlam­da şâir şöyle demiştir : “Ölüp de rahatlayan; ölü değildir, asıl ölü, canlıların ölüşüdür.” Bu anlamda Allah Teâlâ da şöyle buyurur : “Al­lah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar Rableri katında diridirler.” (Âl-i İmrân, 169).

e) Uhrevî ve ebedî hayat. Bu hayata akıl ve ilimden ibaret olan bir yaşama ile ulaşılır : “Ey îman edenler sizi hayat verici şeylere ça­ğırdığı zaman Allah'a ve Resulüne icabet edin.” (Enfâl, 24), “Keski bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım.” (Nâziât, 38).

f) Allah'ın tavsif edildiği hayat. Allah için O diridir (haydir) de­nildiği zaman bunun mânâsı, ölmesi sahih olmaz demektir. Hayat sı­fatı yalnız Allah'a mahsûstur. Dünya ve âhiret itibariyle hayat; dün­ya hayatı ve âhiret hayatı olmak üzere? iki kısımdır. Nitekim bu mâ­nâda Allah Teâlâ şöyle buyurur : “İşte onlar âhirete karşı dünya ha­ yatını satın almış olanlardır.” (Bakara, 86), “Onlar ise dünya haya­tiyle sevinirler, halbuki dünya hayatı âhiretin yanında sadece bir ge­çimlikten ibarettir.” (Râ'd, 26), “Onlar ki bize kavuşmayı ummazlar dünya hayatından hoşnut olarak ona bağlanırlar.” (Yûnus, 7), “Andolsun ki onları insanlardan şirk koşanlardan daha çok hayata düşkün bulacaksın.” (Bakara, 96), “Hani İbrahim, Rabbim ölüleri nasıl dirilt­tiğini bana göster deyince...” (Bakara, 260) âyetinde Hz. İbrahim dün­yevî musibetlerden uzak, uhrevî hayatı göstermesini istiyordu : “Kı­sasta sizin için hayat vardır ey akıl sahipleri!” (Bakara, 179). Yani kısas ile öldürmek isteyen kişi suçtan kaçınır ve insanın hayat sür­mesine sebep olur. “Her kim bir kimseyi veya yeryüzünde bozguncu­luğa karşılık olmadan bir canlıyı öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir.” (Mâide, 32), “Hani İbrahim benim Rabbim öldüren ve diril­tendir deyince o, ben de diriltir ve öldürürüm.” demişti. (Bakara, 250). 102

Hayır:31

Hayır:

Herkesin rağbet ettiği şeydir. Sözgelimi, akıl, adalet, fazilet ve faydalı şey gibi. Bunun zıddı ise serdir. Denildi ki; hayır iki çeşittir : Birisi mutlak hayırdır ki bu, her halükârda ve her­kes tarafından rağbet gören şeydir. Nitekim Hz. Peygamberin cenneti nitelendirdiği sıfatta kullandığı hayır bu anlamdadır. Sınırlı hayır veya sınırlı şer. Bu, birisi için hayır olamn başkası için şer olması gibidir. Nitekim Zeyd için hayırlı olan şey Amr için şer olabilir. Bunun için Allah Teâlâ her iki durumu birlikte nitelendirerek buyurmuştur ki: “Sizden birinize ölüm geldiği zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakın akrabaya ma'rûf şekilde vasiyette bulunmak tak­va sahipleri üzerine bir haktır.” (Bakara, 180). Bir başka yerde ise şöyle buyurur : “Hayırlarda yarışın...” (Bakara,148).Onlar için hayır tabiri kullanılmaz ancak çok olunca ve güzel yerde bulununca hayır tabiri kullanılır.103

Hıfz:31

Hıfz:

Bazan anlayışın sebeb olduğu şekilde sabit olan ruh haline denir. Bazan da nefiste korumak için kullanılır. Bunun zıddı unutmaktır. Bazan da bu koruma gücünü kullanmak için söylenir. Ayrıca araştırma, tefakkûd ve gözetmeye de bu kelime kullanılır. Al­lah Teâlâ buyuruyor ki :

“Muhakkak ki onu biz indirdik onu koruyan da biziz.” (Hicr, 9),

“Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oy­nasın şüphesiz onu koruruz.” (Yûsuf, 13),

“Namazları ve orta namazı muhafaza edin.” (Bakara, 238),

“Onlar ki mahrem yerlerini korurlar.” (Mü'minûn, 5),

“İyi kadınlar, itaatlerine ve Allah'ın kendilerini koru­masına karşılık kendileri de gizliliği koruyanlardır.” (Nisa, 34).

Bura­da iffet sözkonusudur.

“Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi gön­dermedik.” (Nisa, 80),

“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen on­ların üzerinde bir zorba değilsin.” (Kâf, 45),

“Hem biz, seni onların başına bir bekçi yapmadık.” (En'âm, 107),

“Allah, koruyucuların en hayırhsıdır.” (Yûsuf, 64),104

Hicâb:32

Hicâb:

Ulaşmaya engel olan şeydir. “Ve onların ara­sında bir engel vardır.” (A'râf, 46). Bu hicâb, gözü engelleyen şey de­ğil, cennet ehlinin lezzetini cehennem ehline, cehennem ehlinin eziye­tini de cennet ehline ulaştırmayı engelleyen şeydir. Nitekim Hadîd sû­resinde şöyle buyurulur : “Nihayet onların arasına içinde rahmet dı­şında azâb olan bir sûr çekilir.” (Hadîd, 13),105

Hidâyet:32

Hidâyet:

Nazikçe rehberlik etmektir. Hediyye de bu köktendir. Yabanî hayvanların önünde giden klavuzlara da hâdî ismi verilir. Klavuzluk ve rehberlik anlamına hidâyet, verme anlamına da hediyye kullanılır... Allah'ın insanoğluna hidâyeti dört şekildedir:

I- Bütün insan cinsine şâmil olan hidâyettir ki bu; akıl, zekâ ve zarurî bilgiler gibi her mükellefte bulunur. Bütün insanlarda kâ-biliyyet nisbetinde yaygın olan hallerdir : “Dedi ki bizim Rabbimiz O'dur ki her şeye yaratılışını vermiş sonra doğru yolu göstermiştir.” (Tâhâ, 50).

II- Hidâyet peygamberlerin diliyle ve kitaplar indirilerek insan­ların çağırılmış oldukları şeydir. Allah Teâlâ'nın şu kavliyle kosdolûnan budur : “Onları bizim emrimizle doğru yola götüren imamlar kıl­dık.” (Enbiyâ, 73).

III- Hidâyete eren kişilere mahsûs olan ilâhî tevfîktir. “Hidâ­yete ermiş olanların da Allah hidâyetlerini artırdı ve onlara takvala­rını verdi.” (Muhammed, 13), “Kim de Allah'a inanırsa Allah onu doğ­ru yola iletir.” (Teğâbün, 11).

IV- Âhirette hidâyet; cennete götürülmektir. Şu âyetlerde buanlam kasdedilnuştir : “Onları hidâyete erdirir ve durumlarını islâheder.” (Muhammed, 5), Ve dediler ki : “Hamd O Allah'a ki bize bunu gösterdi.” (A'râf, 43).

Bu hidâyetlerin dördü de bir dizidir. Birinci hidâyete ermeyene ikincisine ulaşmak mümkün olmaz. Hatta teklif bile sahih değildir, üçüncüyü ve dördüncüyü elde edemez. Dördüncüyü elde eden ise ilk üçünü elde etmiş olur. Üçüncüyü elde eden ilk ikisini elde etmiş olur. Sonra durum bunun tersinedir, bazan birincisi elde edilir de ikincisi üçüncüsü elde edilmez. İnsan hiç bir kimseyi doğru yola götürme gü­cüne sahip değildir. Ancak duâ ve tanıtma yolu ile doğru yola götü­rebilir. Yoksa diğer hidâyetleri gerçekleştiremez...106

Hikmet :32

Hikmet :

İlim ve akıl ile gerçeği yakalamaktır. Allah'­ın hikmeti, eşyayı bilme, amacına uygun şekilde güzelce yaratmaktır. İnsan da hikmet vasfı ile nitelendirilmiştir.

“Andolsun biz Allah'a şük­ret diye, Lokmân'a hikmeti verdik.” (Lokman, 12)

Allah Teâlâ hak­kında hakim dendiği zaman, bunun anlamı başkalarının bu nitelikte nitelendirildiklerinden farklıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil mi?” (Tin, 8).

Kur'an-ı Kerim, hakim sıfatı verilince bununla Kur'an'ın hikmeti ihtiva ettiği kasdedilir :

“Elif, Lam, Râ. Bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir.” (Yûnus, 5),

“Gayeye erişen hikmet de geldi. Fakat uyanlar fayda ver­medi.” (Kamer, 104).

Denildi ki hakimin mânâsı muhkem demektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

“Elif, Lâm Râ. Bu kitab âyet­leri kesinleştirilmiş sonra da Hakim ve Habîr olan Allah tarafından uzun uzadıya açıklanmıştır.” (Hûd, 1).

Her iki mânâ da sahihtir. Çün­kü o, hem muhkem, hem de hüküm ifâde eder. Hüküm, hikmetten daha geneldir. Her hikmet hükümdür, ama her hüküm hikmet değil­dir. Çünkü hüküm, bir şeyin üzerinde hükmetmek şöyledir veya böyle değildir demektir. Allah'ın Resulü buyurmuştur ki :

“Muhakkak ki bazı şiirde hikmet vardır.” Yani doğru kaziyye (önerme) vardır. “Daha küçük iken ona hikmet verdi.” (Meryem, 12).

Yine Allah'ın Resulü buyurur ki :

“Susmak hikmettir, bunu yapan ise azdır.”, “Rabbimiz onların arasından senin âyetlerini onlara okuyacak kitabı, hikmeti öğ­retecek ve onları teskin edecek bir peygamber gönder.” (Bakara, 123),

“Evinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın.” (Ahzâb, 35). 107

Hilâfet:33

Hilâfet:

Başkasının yerine geçmektir. Bu, ya yerine geçilenin ortadan kaybolması sebebiyle olur veya âciz kalması veya halîfe kılınanın şereflendirilmesi için olur.

“O'dur sizi yeryüzünde ha­lîfeler kılan.” (En'âm, 165),

“O, sizi yeryüzünde halîfeler kılmıştır.” (Fâtır, 39),

“Rabbim, sizden başka bir kimseyi oraya halîfe kılar.” (Hûd, 57),

“Ey Dâvûd biz seni yeryüzünde halîfe kıldık.” (Sâd, 26), 108

Hilm:33

Hilm:

Gerçekte hilm, akıl değildir. Ancak akıl ile tefsîr edilmiştir. Çünkü aklın gereklerindendir :

“Doğrusu İbrâhîm çok içli, yumuşak huylu (Halîm) ve kendisini Allah'a vermiş bir kimse idi.” (Hûd, 75),

“Biz de O'na hilm sahibi bir oğul müjdeledik.” (Sâffât, 101),

“Çocuklarınız erginlik (hülm) çağma vardıklarında...” (Nûr, 59).

Yani bulûğ çağı demektir. Bulûğ çağma hülm denmesinin sebe­bi; sahibinin bu dönemde hilm vasfına sahib olmasındandır.109

Hisâb:33

Hisâb:

Sayıyı kullanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Güneşi ışık, ayı nûr yapan, günlerin sayısını da ve hesabım bilmeniz için aya konak yerleri yapan O'dur.” (Yûnus, 5),

“Geceyi dinlenme, güneşi ve ayı da vakit kılmıştır.” (En'âm, 96).

Hi­sâb veya hüsbân aynı zamanda ateş ve azâb anlamına da gelir. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Rabbim, senin bahçen­den daha iyisini bana verebilir ve kendisinin üzerine bir felâket gön­derir de kaypak bir toprak haline getirebilir.” (Kehf, 40).

Gerçekte buradaki azâb, kişinin hesaba çekilerek cezalandırıldığı şey anlamınadır. Allah'ın Resulü de rüzgâr için “Allah'ım onu azâb ve hesaba çe­kilme kılma” buyuruyor.

“Nice kasabalar halkı vardır ki biz onları şid­detli bir hesaba çekmiş ve kullara şaşkınlık verecek azaba çarptırmı-şızdır.” (Talâk, 8),

“İnsanların hesâb verme zamanı yaklaştı.” (Enbi­yâ, 1),

“Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesâb görenler olarak da biz yeteriz.” (Enbiyâ, 47),

“Hesabının ne olduğunu bilmese bile.” (Hakka, 26),

“Doğrusu bir hesâblaşma ile karşılaşaca­ğımı sanıyordum.” (Hakka, 20),

“Ve Allah'tan sakının, muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mâide, 4).110

His:33

His:

Duyusal arazların kendisiyle kavrandığı şeye hasse gücü adı verilir. Beş duyu için de beş his tabiri kullanılır.111

Hiyânet:33

Hiyânet:

Nifak ile birdir. Ancak hiyânet ahd ve emâ­net değerlendirilerek söylenilir. Nifak ise, din değerlendirilerek söyle­nilir, sonra bunlar ikisi iç içe girerler. Hiyânet gizli ahdi bozarak hak­ka muhalefettir. Hiyânetin zıddı emânettir. Nitekim bu anlamda Al­lah Teâlâ şöyle buyurur :

“Ey îman edenler, Allah'a ve Peygamberine hiyânet etmeyin. Aksi halde bile bile kendi emânetlerinize hiyânet et­miş olursunuz.” (Enfâl, 27),

“Allah, küfredenlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misâl gösterdi. Onlar kullarımızdan iki sâlih kulun nikâhında iken, hiyânet ettiler de onları Allah'tan başka hiç bir şey kurtaramadı.” (Tahrîm, 10),

“İçlerinden pek azı müstesna dâima ha­inliklerini görürsün.” (Mâide, 13). 112

Hüccet:34

Hüccet:

Doğru maksadı belirleyen delâlettir. Bu, iki zıddan birinin doğruluğunu gerektirir. Nitekim bu anlamda Allah Te­âlâ şöyle buyurur : “De ki üstün ve mükemmel delil (hüccet) Allah'­ındır.” (En'âm, 149), “Tâ ki zâlim olanlardan başka insanların aley­hinizde herhangi bir delili (hücceti) kalmasın.” (Bakara, 107)...113

Hûrî:34

Hûrî:

Denildi ki hûrî; gözde siyahın içerisinde beyazın biraz açığa çıkmasıdır. Ve bu, göz için güzelliğin müntehâsıdır : “Çadırlara kapanmış huriler vardır.” (Rahman, 72),

“Şahin gözlü hu­riler de.” (Vakıa, 22), 114

Huşu:34

Huşu:

Yalvarmadır. Daha çok vücûdla yapılan yalvarış için kullanılır. Tazarru' ise daha çok kalple yapılan yalvarmalar için kullanılır. Bunun için denilmiştir ki; kalb tazarru' ederse uzuvlar huşu bulur.

“Yüzleri üstü kapanarak ağlarlar ve bu onların huşûunu artırır.” (İsrâ, 109),

“Ki onlar namazda huşu içindedirler.” (Mü'minûn, 2),

“Doğrusu onlar hayırlı şeylerde yanşıyorlar. Korkarak ve uma­rak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı huşu içindedirler.” (Enbiyâ, 90),

“Sesler Rahmân'ın heybetinden kısılmıştır ve sen fısıltıdan başka bir şey işitmezsin.” (Tâhâ, 108),

“Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür. Halbuki kendileri sapasağlam oldukları vakit secdeye çağırılmış­lardır.” (Kalem, 43),

“Gözleri yere döner.” (Nâziât, 9),115

Huzû:34

Huzû:

(Huşu) demektir. Huşu kelimesi daha önce geçti : “Ey Peygamber kadınları; sizler diğer kadınlardan biri gibi de­ğilsiniz. Eğer sakınıyorsanız sözde edalı konuşmayın.” (Ahzâb, 32).116

Hükm:34

Hükm:

Aslında bir şeyi islâh etmek için engellemek­tir. Bir şeyde hüküm verme onun doğru veya eğri olması gerektiğini söylemektir. İster sen onda başkalannı ilzam et, ister ilzam etme : “Şüphesiz ki Allah, size emânetleri ehline vermenizi ve ihsanlar ara­sında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58), “Kabe'ye ulaşmış bir kurban olmak üzere. Buna içinizden âdil iki kişi hükmedecektir.” (Mâide, 95), “Câhiliyet hükmünü mü istiyorlar? Ama yakîn getiren bir kavim için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim­dir?” (Mâide, 50), “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin ve insanların mallarından bir kısmını, siz bildiğiniz halde günahla ye­mek için onları hâkimlere aktarmayın.” (Bakara, 188). İnsanlar ara­sında hüküm verene de hâkim ve hükkâm tabiri kullanılır. Hakem ise hüküm vermede mütehassıs olan kimsedir. Bu, daha açık bir ifâdedir. “Allah'tan başka bir hakem mi arayacaksınız?” (En'âm, 115), “Eğer aralarının açılmasından endîşeye düşerseniz erkek tarafından bir ha­kem, kadın tarafından bir hakem gönderiri.” (Nisa, 34).117

Hüsn (Güzellik):34

Hüsn (Güzellik):

İmrendiren, sevindirici her şeydir. Bu ise, üç kısımdır :

a) Akıl bakımından güzel karşılanan.

b) Arzu ve heves bakımından güzel karşılanan.

c) His bakımından güzel karşılanan.118

Hasene (İyilik):35

Hasene (İyilik):

İnsanın nefsi, bedeni ve diğer ahvâli ile ilgili olarak kendisine isabet eden nimet dolayısıyla kendisini se­vindiren her şeydir. Kötülük (seyyie) bunun zıddıdır; Her iki kelime müşterek lâfızlardır. Tıpkı hayvanlar ve canlı türterine “hayvan” lâfzı söylendiği gibi : “Onlara bir iyilik (hasene) geldiğinde bu bizim içindir dediler.” (A'râf, 131), “İman etmeyenlere bir iyilik gelirse bu Allah'dandır, bir kötülük erişirse de bu senin yüzündendir dediler...” (Nisa, 78), “Sana gelen her iyilik Allah'dandır Sana gelen her kötülük de kendindendir.” (Nisa, 79).

İyilik (Hasene) ile, güzellik (hüsün) ve hüsnâ arasında fark vardır. Hüsn (güzellik) eşya ve ha­dis şeyler için söylenir. Hasene (iyilik) de böyledir. Sıfat olunca hem eşya, hem de hadis şeyler için kullanılır. İsim olunca hadisler için kullanılır. Hüsnâ ise eşya için değil, hadis olan şeyler için kullanılır. Güzellik (hüsün) umûmun literatüründe gözle güzel görünen şeyler için kullanılır. Kur'an'da vârid olan hüsn kelimeleri ekseriyetle basi­ret bakımından güzellik için kullanılır : “On'.ar ki sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah'ın hidâyete eriştirdiği kimse­lerdir.” (Zümer, 18). Yani şüpheden en uzak olan söze uyarlar. “Biz insana anne ve babasına güzel davranmasını tavsiye ettik...” (Anke-bût, 8), “De ki bize iki güzelliğin birinden başka bir şeyin verilmesini mi bekliyorsunuz?” (Tevbe, 52), “Câhiliyet hükmünü mü istiyorsunuz? Ama yakîn getiren bir kavim için Allah'dan daha güzel hüküm veren kimdir?” (Mâide, 50).119

Hüsran:35

Hüsran:

Ana paranın eksilmesidir. İnsana nisbet edi­lerek falanca zarar etti anlamına “hüsrandadır” denilir. Falanca ti­câretinde zarar etti denilir :

“O takdirde bu, zararlı bir görüştür der­ler.” (Nâziât, 12),

“De ki, hüsrana uğrayanlar kıyamet gününde ken­dilerini de ailelerini de hüsrana uğratanlardır. İyi bilin ki apaçık hüs­ran budur.” (Zümer, 15).

Hüsran, mal ve dünya mevkii gibi haricî ka­zançlar için kullanılır en çok kullanış sahası budur. Sıhhat, selâmet, akıl, iman ve sevap gibi ruhî kazançlar için de kullanılır, işte yukardaki âyet bu mânâdadır. Şu âyetlerde de bu mânâda kullanılmıştır:

“Kim O'na küfrederse hüsrana uğrayanlar da işte onlardır.” (Bakara, 121),

“Yeryüzünde fesâd çıkaranlar işte onlar hüsrana uğrayanların tâ kendileridir.” (Bakara, 27),

“Bunun üzerine kardeşini öldürmekte . nefsine uydu ve onu öldürdü ve hüsrana uğrayanlardan oldu.” (Mâide, 30),

“Tartıyı doğru yapın, tartılanı eksik yapmayın.” (Rahman, 9).

Bu da tartıda adaleti gözetmeye ve tartılan şeyde az tartmamaya işaret olabilir. Her iki anlamda birbirini gerektirir, ancak Kur'an'da Allah Teâlâ'nın zikrettiği bütün hüsranlar bu son mânâda hüsrandır, yok­sa dünyevî eşya ile veya beşerî ticâretle ilgili hüsranlar değildir.”120

İbda':35

İbda':

Bir san'atı örneği olmadan meydana getirmek­tir. Allah Teâlâ hakkında kullanıldığı zaman bir şeyi aletsiz, madde-siz, zamansız ve mekansız icâd anlamına gelir. Bütün bunlar Allah'a âit özelliklerdir. Bedî' ibda' eden kişi için söylenilir. Nite­kim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : “Göklerin ve yerin icâd edeni (Bedî').” 121

İdrâk:35

İdrâk:

Derk; suya kovanın ulaşması için birbirine bağlanan ipe denilir. İnsanın ardından ilişen şeye de derek denilir. İdrâk ise bir şeyin en son noktasına ulaşmasıdır. “Çocuk idrâk etti” dediğimizde bulûğa erdi ve o anda çocukluğun hedefine ulaştı demek isteriz. “Gözler onu idrâk etmez fakat o gözleri idrâk eder.” (En'âm, 103). Bazıları buradaki idrâki görme organına hamlederken, bazıları da basirete hamletmişlerdir.” 122

İfk:36

İfk:

Bir şeyin olması gerektiği halden başka bir hale çevrilmiş olmasıdır. Nitekim esinti yerlerinde dönerek başka noktadan esen rüzgârlara da mü'tefike adı verilmektedir. Bu an­lamda Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır :

“Firavun da ondan öncekiler de ve alt üst olmuş (mü'tefikât) hep suç işlemişlerdi.” (Hak­ka, 9),

“Altı üstüne gelen (mü'tefikât) kasabaları da o kaldırıp çarptı.” (Necm, 53) buyurulmaktadır.

“Allah onları kahretsin nasıl da döndü­rülüyorlar.” (Tevbe, 30). Yani haktan döndürülerek bâtıla götürülüyorlar, doğru sözden yalana, güzel sözden çirkine çevriliyorlar. Bu an­lamda şöyle buyurulmaktadır:

“Ondan döndürülen kimseler döndürülürler.” (Zâriyât, 9),

“Sonra da bak ki nasıl döndürülüyorlar.” (Mâide, 75),

“Sen bizi tanrılarımızdan döndürmek için mi geldin?” (Ahkâf, 22).

Bu âyetlerde ifk kelimesi haktan döndürülüp bâtıla çevirmek için kullanılmıştır. İfk yalan anlamında da kullanılır. Nitekim bu hu­susta Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“O uydurma haberi getiren içiniz­den belli bir zümredir.” (Nur, 15),

“Onlar her günahkâr her müfteriye inerler.” (Şuarâ, 252),

“Allah'dan başka uydurma tanrılar mı istiyor­dunuz?” (Sâffât, 86).

Bu âyetlerde de yalan ve uydurma mânâsına ifk kelimesi kullanılmıştır. Aklı çelinmiş kişi için de bu kelimeden türe­tilen efeke fiili kullanılır. 123

İlâh:36

İlâh:

Allah lâfza-i celâl'inin aslının ilâh olduğu, fakat hemzesinin hazfedildiği ve başına eliflâm getirilerek Bari Teâlâ'ya tahsîs kılındığı söylenir. İlâh; tapınılan her ma'bûda isim kılınmıştır. Araplar güneşe de ilahe derlerdi çünkü onu ma'bûd addediyorlardı. Bu mânâda ilâh ma'bûddur. Denildi ki İlâh, eliha kelimesinden müş­taktır, hayrette kaldı mânasına gelir.

Denildi ki İlâh kelimesinin aslı, vilâhtır vâv, hemzeye kalbolmuştur. Bu ismi almasının sebebi de, her yaratığın onun karşısında hay­rette kalmış olmasındandır. Katı maddeler ve canlılar gibi bir kısmı sadece teshir ile onun karşısında hayrette kalmışlardır. İnsan gibi bir kısmı da hem teshir, hem de irâde ile hayrette kalmışlardır. Bazı hik­met sahipleri demişlerdir ki; Allah bütün eşyanın sevilenidir. Bu an­lama delâlet etmek üzere Kur'an-ı Kerîm'de birçok âyetler de vardır.

Denildi ki ilâh kelimesinin aslı lâhedir ve gizlendi mânâsına gelir. İlâh kelimesinin cem'inin bulunmaması gerekir. Çünkü Allah'dan baş­ka ma'bûd yoktur ki cem' edilebilsin. Fakat araplar Allah'dan başka ma'bûdların olduğuna inanarak bu kelimeyi cemi' olarak âline şeklin­de kullanmışlardır. Bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur.

“Yoksa kendilerini bize karşı savunacak ilâhları mı var?” (Enbiyâ, 43),

“Mûsâ'yı ve kavmini yeryüzünde fesatçılık etsinler, seni de, ilâhlarını da terk etsinler diye mi bırakıyorsun.” (A'râf, 120) buyrulmaktadır. “Allahümme” kelimesinin mânâsı ise “Ey Allahım” demektir. Baştaki ya'ya bedel olarak sonuna iki mîm getirilmiş ve böylece Allah'a dua için,tahsis kılınmıştır. Denildi ki; bu kelimenin takdiri, “ya Allahü ümmena bi hayrin” dir.124

İlm:36

İlm:

İlim bir şeyi hakîkatiyle idrâk etmektir. O da iki kısımdır ki birincisi, kendisini idrâk etmektir. İkincisi ise bir şeyin var olan varlığına hükmetmek veya yok olan şeyin yokluğuna hükmetmek­tir. Birinci tür bilgi bir tek mef'ül ile müteaddî olur. “Siz bilmezsiniz, Allah bilir onları.” (Enfâl, 60). İkincisi ise iki mefûl ile müteaddî olur : “Eğer siz onların mü'min kadınlar olduğunu bilirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyiniz.” (Mümtehine, 10)...

Bir bakıma da ilim iki kısımdır; birisi nazari, diğeri de amelîdir. Nazarî ilim bilinince tamamlanan ilimdir. Âlemdeki varlıkları bilmek gibi. Amelî ilim ise ancak amel etmekle tamamlanan ilimdir, ibâdetleri bilmek gibi. Diğer yandan ilim iki kısımdır, biri aklî, diğeri de işitile­rek, duyularak elde edilen ilimdir. 125

İmâm:37

İmâm:

Kendisine uyulan, sözü ve fiiliyle peşinden gi­dilen kişidir. İster doğru, ister yanlış olsun, kitab ve benzeri şeylere de imâm adı Verilir.

“O gün bütün insanları imamları ile çağırırız.” (İsrâ, 71).

Yani uydukları şey ile. Bazıları da kitablan ile diye mânâ vermişlerdir.

“Onlar ki Rabbimiz, eşlerimiz ve çocuklarımız hususun­da gözümüzü aydın kıl. Bizi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara imâm yap derler.” (Fürkân, 74).

Burada önder anlamınadır. İmâmın cem'i eimme gelir : “Onlan imamlar (önderler = eimme) kılalım ve onları vârisler yapalım.” (Kasas, 5),

“Bu dünyada arkalarına la'neti takdık, kıyamet günü de Biz onları ateşe çağıran önderler (eimme = imamlar) kıldık.” (Kasas, 41),

“Her şeyi biz apaçık bir kitabda (imâm) yazıp saymışızdır.” (Yâsîn, 12).

Burada Levh-i Mahfûz'a işaret edildiği söy­lenir. Kelimenin masdan olan emm kelimesi ise doğru maksad veya kasdedilen şeye doğru yönlenme anlamına gelir. Bu mânâda : “Ey iman edenler Allah'ın nişanelerine, haram olan aya, hediye olan kur­bana, gerdanlıklı hayvanlara ve Rablerinden nimet ve rızâ taleb ede­rek Beyt'ül - Harâm'a gelenlere hürmetsizlik etmeyin.” (Mâide, 2). Bu­rada Beyt'ül - Harâm'ı kasdetme tabir olunmaktadır.126

İman:37

İman:

İki şekilde söylenilir. Birincisi geçişli (müteaddî) olarak kullanılır ve “ona inandım” denir, yani onu emin kıl­dım demektir. Allah'a inanan sözü de buradan gelir. İkincisi ise geçiş­sizdir ve mânâsı emniyetli kıldı olur. İman bazan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği şeriat için kullanılır.

“Doğrusu iman edenler, Ya­hudiler, Sâbiiler ve Hıristiyanlardan Allah'a ve âhiret gününe inanan­lara, sâlih amel işleyenlere hiç korku yoktur ve onlar üzülecek de de­ğildirler.” (Mâide, 69).

Allah'ın şeriatına giren, O'nu ikrar edip Peygamberini kabul eden herkese inanmış sıfatı verilir. Nitekim bu an­lamda : “Onların çoğu Allah'a îman etmezler, şirk koşanlardır onlar.”' (Yûsuf, 106) buyurulmaktadır. Bazan medih şeklinde kullanılır ve bununla nefsin hakkı doğrulaması ve ona boyun eğmesi hali kasdedilir. Bu şekilde iman üç şeyin birleşmesiyle tarrumıinnır Bunlar, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve bu ikrar uyannca amel etmektir. Nitekim bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Allah'a ve peygamberlerine îman edenler, işte onlar Rabları nezdinde sıddîklerdir.” (Hadîd, 19).

İ'tikâd, doğru söz ve sâlih amel gibi davranışların herbirine îman adı verilir. Nitekim bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Elbette imanınızı zayi edecek değildir.” (Bakara, 143).

Yani amellerindi de­mektir. Nitekim utanmayı ve eziyeti ortadan kaldırmayı da Allah iman­dan saymıştır. Tasdik anlamına gelen imana örnek ise şu âyet-i kerîme'dir :

“Her ne kadar doğru söylüyorsak da sen bize inanacak değil­sin.” (Yûsuf, 17). Buradaki inanma (iman) emniyetin eşlik ettiği tas­diktir. Zemm şeklinde kullanıldığının örneği ise şu âyet-i kerîme'dir :

“Kendilerine kitap verilmiş olanların puta ve tâğuta küfredenlere, bun­lar müminlerden daha doğru yoldadırlar dediklerini görmedin mi?” (Nisa, 51).

Burada zemm edilen inanç sözkonusudur. Onlar güvenil­meyecek şeylere güven duymaktadırlar. Çünkü hiç bir kalb, bâtıl ile mutmain olmaz. Falan kişi emindir denildiği zaman herkes ona gü­venir denmek istenir.127

İnfâk:37

İnfâk:

N-F-K kökünden olup bir şeyin geçip gitmesi ve bitmesidir. Bir şey ya satışla biter ki “satış bitti” dendiği zaman nefeke fiili kullanılır. Yahut ölümle biter ki “hayvan öldü” dendiği zaman bu kelime kullanılır. Veya yok olmakla biter ki “para bitti” dendiği zaman bu tabir kullanılır. İnfâk, malda veya başka şeyde olur.

“Allah yolunda infâk edin ve kendinizi elinizle tehlikeye atmayın.” (Ba­kara, 195),

“Ey iman etmiş olanlar, size rızık olarak verdiğimiz şeyler­den infâk edin.” (Bakara, 254),

“Siz sevdiğiniz şeylerden infâk etme­dikçe birr ve ihsana ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92),

“Neyi de infâk ederseniz muhakkak ki Allah onu bilicidir.” (Âl-i İmrân, 92)... Nafa­ka ise, infâk edilen şeyin adıdır. Nifak şeriata bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkmaktır. Bunun için Allah Teâlâ “Muhakkak ki münafıklar fâsıklann kendileridir.” (Tevbe, 67) buyurmuştur. Yani şeriatın dışı­na çıkanlardır. Allah Teâlâ münafıkları şer bakımından daha tehli­keli kılmıştır.

“Muhakkak ki münafıklar cehennemin en alt basamağmdadırlar.” (Nisa, 145).128

İnkâr:38

İnkâr:

İkrarın zıddıdır. İnkârın aslı; düşünülmeyen şeyin kalbe gelmesidir ve bu bir tür cehalettir... Dil ile inkârın sebebi kalb ile inkârdır. Ancak bazan dil, bir şeyi inkâr eder de, o şeyin şekli kalbde mevcûddur ve bu inkârda dil yalancı durumundadır. Allah Teâlâ'nın şu âyetlerinde bu anlamda kullanılır :

“Allah'ın nimetlerini tanırlar da sonra O'nü inkâr ederler, onların çoğunluğu kâfirlerdir.” (Nahl, 83),

“Yûsuf'un kardeşleri geldiler, onun yanma girdiler. O, kar­deşlerini tamdı halbuki onlar kendisini tanımıyorlardı.” (Yûsuf, 58),

“Allah size âyetlerini .gösterir, öyleyse Allah'ın âyetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?” (Ğâfir, 81).

Münker ise, sağlam akıl sahiplerinin çirkinliğine hükmettikleri her fiildir. Ya da akıl; bir fiilin kötülenınesinde veya iyilenmesinde bir şey söylemez, ancak şeriat onun kötülüğüne hüküm verir. İşte şu âyetlerdeki münker bu anlamdadır :

“Ma'rûfu emreder, münkerden nehyederler.” (Tevbe, 112),

“Hayra davet eden ma'rûfu emreden, münkerden nehyeden...” (Âl-i İmrân, 104),129

İns (İnsan):38

İns (İnsan):

Cinnin karşıtıdır, insî ise, ünsiyete mensûb demektir. Kendisine ünsiyet kesbedilen kişiye bu ta'bîr kullanılır. Nitekim süvarinin arkasındaki tarafa hayvanın insî tarafı adı verilmişir. Okun insî tarafı ise, atıcıya mukabil olan taraftır, insî, her şe­yin arkasından gelendir. İnsî, insanın peşinden gelen, vahşi ise ona karşı olandır.

İnsin cem'i “ünâsî” gelir. Nitekim Allah Teâlâ “birçok insan” an­lamına “ünâsî” tabirini kullanır. Nefs için de insinin oğlu denir...130

İrfan:38

İrfan:

Bir şeyi düşünerek ve eserini tefekkür ederek kavramaktır. Ma'rifet ve irfan, ilimden daha özeldir. İrfanın zıddı in­kârdır. Nitekim falan Allah'ı biliyor denirken, bilmek anlamına gelen ilm masdarı yerine ma'rifet anlamına gelen irfan masdan kullanılır. Çünkü beşerin Allah'ı bilmesi zâtını idrâk ederek değil, eserlerini dü­şünerek mümkündür. Allah şunu biliyor denirken ise, İrfan masdan kullanılmaz da bilgi anlamına gelen ilim masdan kullanılır. Çünkü ma'rifet veya irfan; ancak düşünülerek ulaşılan eksik bilgiler için kul­lanılır. 131

İp (Habl):38

İp (Habl):

İp, bilinen nesnedir. Allah Azze ve Celle, Ebu Lehep hakkında buyurur ki :

“Boynunda bükülü bir ip olduğu halde...” (Lehep, 5)

...İp, kendisiyle bir şeye ulaşılan her şey için istiare ola­rak kullanılmıştır. Nitekim Allah şöyle buyurur :

((Topluca, Allah'ın ipine sanlın, aynlmaym.” (Âl-i İmrân, 103).

Allah'ın ipi; Allah'a ulaştiran akü ve Kur'an'dır. Ona bağlandığınız zaman sizi Allah'ın ya­nma götürür. Söz, and için de ip ta'bîri kullanılır.

“Nerede bulunur­larsa bulunsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur. Allah'ın ve mü'minle-rinin ahdine (ipine)sığınmış olanlar müstesna...” (Âl-i İmrân, 112).

Burada kâfirin iki ahde muhâtab olduğuna dikkat çekilmektedir. Birisi Allah tarafından verilen ahddir. Bu ahde göre o, Allah'ın in­dirdiği bir kitaba bağlıdır. Diğeri ise insanlar tarafından verilmiş olan ahddir ki insanlar bu ahde bağlıdırlar.132

İsm:39

İsm:

Sevâbtan alıkoyan fiillere verilen isimdir. Cem'i âsâm gelir. Bu anlamda Allah Teâlâ:

“Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki : İkisinde de hem büyük günah (ism), hem de insanlar için (bazı) faydalar vardır.” (Bakara, 219).

Yani bun­ları kullanmakta, hayırlardan alıkoyan, geciktiren bir şey vardır... Ya­lana ism adı verilmesi; yalanın hayırdan alıkoyan şeyler cümlesinden olmasındandır. İnsanın canlı varlıklar cümlesinden olması nedeniyle canlı adının verilmesi gibi. Âyet-i Kerîme'de

“Ona Allah'dan kork de­nilince, ğurûru kendisini günaha (isme) sürükler.” (Bakara, 206) buyurularak kişiyi günaha sevkeden üsünlük duygusu dile getirilmek­tedir... Fürkân sûresinde ise : “Kim de bunları yaparsa günaha (isme) girmiş olur.” (Fürkân, 68) buyurularak azâb anlamına kullanılmıştır. Bazıları burada günaha girmiş olur ta'bîrini büyük günah işlemeye sevkeder diye açıklamışlardır. Çünkü küçük şeyler büyük günahları davet eder... Bakara süresindeki bir başka âyette ise : “Bir de şehâdeti gizlemeyin, onu gizleyenin kalbi günahkârdır (âsim).” (Bakara, 283) buyurulmaktadır. İsm kelimesi birr ve ihsana mukabil olarak kul­lanılmıştır. Nitekim Allah'ın Resulü şöyle buyurmuştur : “Birr; nef­sin ondan mutmain olduğu şeydir. İsm ise senin göğsünü sıkıştıran şeydir.” Bu sözle, birr ve ismin açıklanması değil hükmü anlatılmak­tadır. 133

İsraf :39

İsraf :

İnsanın yaptığı her fiilde haddi aşmasıdır.

“Ve onlar ki infâk. ettikleri zaman israf etmezler.” (Fürkân, 67),

“Ve onu israf ederek yemeyiniz.” (Nisa, 6).

İsraf, bazan ölçü nazarı itibâra alı­narak, bazan da keyfiyet nazarı itibâra alınarak söylenir. Bunun için Süfyân demiştir ki; Allah'a itaatin dışında ne harcarsan o israftır, is­terse az olsun.

“Yeyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O israf edenleri sevmez.” (A'râf, 31; En'âm, 141),

“İsraf edenler ise, onlar cehennem yaranıdırlar.” (Ğâfir, 43).

Yani işlerinde haddi aşanlar demektir.

“Mu­hakkak ki Allah, israf eden ve çok yalan söyleyeni doğru yola erdir­mez.” (Ğâfir, 38).

Lût kavmine müsrifler denmesinin sebebi onların haddi aşmalarıdır.

“Ey kendi nefisleri konusunda aşın gitmiş olan kul­larım.” (Zümer, 53) âyetindeki israf, mal ve diğer konulan ihtiva eder.134

İtaat:39

İtaat:

Tavaa kökünden gelmiş olup bo­yun eğme ve emre uyma anlammadır. Bunun zıddı nefrettir. Tâat da aynı anlama gelmekle beraber çoğunlukla emredileni uygulama, çizi­lene uyma için söylenir.

“Ve emre itaat ettik derler.” (Nisa, 85),

“İtaat ve ma'rûf söz.” (Muhammed, 21),

“De ki Allah'a ve Resulüne itaat edin.” (Âl-i İmrân, 33),

“Allah'a ve Resulüne itaat edin ve tartışma­yın.” (Enfâl, 46),

“Namazı kılın, zekâtı verin ve peygambere itaat edin ki, merhamet edilesiniz.” (Nûr, 56),

“Kim de peygambere itaat etmiş ise doğrusu Allah'a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80),

“Kâfirlere ve müna­fıklara itaat etme.” (Ahzâb, 48), 135

İtmi'nân:39

İtmi'nân:

Rahatsız olduktan sonraki huzurdur.

“Allah onu yalnızca sizin için müjde kılmıştır. Allah onu kendisiyle kalp­lerinizin mut'main olması için yalnızca muştu kılmıştır.” (Âl-i İmrân, 126),

“Dedi ki inanmıyor musun? İbrahim evet, yalnız kalbim mut'­main olsun diye...” (Bakara, 260),

“Ey huzura eren nefis, Rabbma, O senden hoşnûd, sen de O'na razı olarak dön.” (Fecr, 27),

“Dikkat edin Allah'ın zikri ile gönüller huzura erer.” (Ra'd, 28),136

İzzet:40

İzzet:

İnsanın mağlûb edilmesini önleyen bir haldir.

“Onların yanında izzet mi arıyorlar? Muhakkak ki izzet bütünüyle Al­lah'a aittir.” (Nisa, 139)137

Kabr :40

Kabr :

Ölünün yerleştiği mahaldir.

“Sonra onu öldürmüş ve gömmüştür.” (Abese, 21),

“Kabirleri ziyaret edinceye kadar çokluk olmanız, sizi aldattı.” (Tekâsür, 2),

“Bilmez misin kabirlerde olanlar dışarı çıkarıldığında.” (Âdiyât, 9), 138

Kâfir:40

Kâfir:

Küfür, bir şeyi gizlemektir. Geceye kâfir sıfa­tının verilmesi kişileri gizlemesindendir. Çiftçiye ise tohumu yere giz­lediği için kâfir sıfatı verilir. Ancak bu, onlar için isim değildir. Ni­metin küfrü veya küf ram ise şükrünü edâ etmeyerek gizlemektir... Küfrün en büyüğü Allah'ın birliğini, veya şeriatı veya peygamberini inkârdır. Nimetin'inkârı için küfrân-ı nimet tabiri çok kullanılır... Al­lah'ın birliğini, peygamberi veya şerîati, yahut her üçünü birlikte inkâr eden kimseye kâfir denir. Şeriatı ihlâl edip Allah'a karşı şükür vazi­fesini ifâ etmeyen kişiye de kâfir dendiği vâriddir.139

Kalb:40

Kalb:

Bir şeyi hareket ettirmek, bir yüzden öbür yüze çevirmektir. “Dilediğini azâblandırır, dilediğine merhamet eder ve O'na döndürülürsünüz.” (Ankebût, 21), İnkılâb ise yüzçevirmedir... İnsanın kalbine gelince çok kan çevirildiği için bu isim verilmiştir. Kalb ta'bîriyle, yüreklilik, yiğitlik ve diğer bunların dışındaki anlamlar kasde-dilir... 140

Kavî:40

Kavî:

Kuvvet, bazan da kudret mânasında kullanılır.

“Size verdiklerimizi kuvvetle alın.” (Bakara, 193). Bazan da bir şeyde mevcûd olan hazır bir potansiyel için kullanılır. Kuvvet, bazan beden için, bazan kalb için, bazan dışardan gelen destek için, bazan da ilâhî kudret için kullanılır. 141

Kayyûm:40

Kayyûm:

Her şeyi muhafaza eden, üzerinde kâim olan ve ayakta kalma gücünü ona verendir.

“Allah O'dur ki O'ndan başka İlâh yoktur. O, Hayy ve Kayyûm'dur.” (Âl-i İmrân, 2),

“Allah O'dur ki O'ndan başka İlâh yoktur. Hayy ve Kayyûm'dur.” (Bakara, 255).142

Keffâret:41

Keffâret:

Günahı gizleyen şeydir. Yemîn keffâreti de buradan gelmektedir. “Yemîn ettiğinizde yeminlerinizin keffâreti...” (Mâide, 89).143

Kemâl:41

Kemâl:

Bir şeyin kemâli ondaki gayenin hâsıl olmasıdır. Bir şey kemâle erdi dendiğinde bunun anlamı onun gayesinin hâsıl olduğudur... 144

Kerîm:41

Kerîm:

Kerem sıfatı, Allah Teâlâ için kullanıldığında O'nu insanıyla beliren lütuflannın ismidir. “Kim de küfrederse., muhakkak ki Rabbim Ganîdir, Kerîm'dir.” (Nemi, 40). Kerem sıfatıyla insan nitelendirildiğinde, insanda zahir olan övülmeye değer huylar ve fiillerdir. Bir kişide bu güzel huylar zahir olmadıkça ona kerîm adı verilmez. Bazı bilginler dediler ki; kerem hürriyet gibidir. Fakat hür­riyet küçük ve büyük iyilikler için söylenirken kerem ise ancak büyük iyilikler için kullanılır. Allah yolunda biraz askeri techîz etmek için mal harcayan kimseye kerem sıfatı verilir : “Muhakkak ki sizin Allah indinde en üstün olanınız (ekrem) en çok Allah'tan korkanınızdır.” (Hucurât, 13)... 145

Kıyam:41

Kıyam:

Ayakta durmadır. İkâmet ise bir yerde otur­madır. Bu pek çok çeşittir. Bir şahsın üzerinde kâim olmak, zorla veya ihtiyarî olur. Bir şey için kâim olmak o şeye riâyet edip korumaktır. Kıyam, bir şeye azmetmektir... 146

Kibr:41

Kibr:

Kişinin kendi nefsiyle gururlanmasına hâs bir halettir. Bu insanin kendi nefsini diğerlerinden daha büyük görmesi­dir. Tekebbür ise kibirlenmedir. Kibirlenmenin en büyüğü hakkı kabul etmekten imtina ederek, kulluk ile boyun eğmekten kaçınarak Allah'a karşı büyüklenmedir. Büyüklük taslama ise iki şekilde olur : Birisi in­sanın büyük olmayı araştırıp istemesidir. Bu gerektiği şekilde ve ge­rektiği yerde, gerektiği zamanda olursa övülmeye değerdir. İkincisi ise kendi nefsinde bulunmayan şeyi kendi nefsinde varmış gibi gösterme­ye çalışmaktır ki bu, yerilen büyüklenmedir. Kur'an-ı Kerîm de “bü­yüklük tasladı” diye ifâde edilen işte budur.

Tekebbür iki şekilde olur: Birincisi, gerçekte kişinin iyi fiillerinin diğerlerinin iyiliklerinden fazla olmasıdır. Allah'a tekebbürlük sıfatı bu anlamda verilir. “Selâm, Mü'min, Müheymin, Azîz, Cebbar, Mütekebbir'dir.” (Haşr, 23). İkincisi ise zorla büyüklük taslamaktır. Ge­nellikle halkın mütekebbir sıfatıyla sıfatlandırdığı haldir : “Mütekebbirlerin âkibeti ne kötüdür?” (Zümer, 72). Birinci şekilde büyüklükle nitelendirilenlerin hali övülmeye değerdir, ikinci şekildekiler ise yeri­lir. 147

Kitab:41

Kitab:

Yazmak anlamına gelen k-t-b kelimesi iplikle bir deriyi bir deriye eklemektir. Örfte ise harflerin bir kısmını bir kıs­mına yazıyla eklemektir... Yazmada aslolan hat ile düzenler koymak­tır, ancak her iki şekil için de kullanılmıştır. Bunun için Allah'ın ke­lâmına kitab ismi verilmiştir... 148

Korku (Havf) :42

Korku (Havf) :

Korku; tahmin edilen veya bilinen bir işaretle hoşlaşılmayan bir şeyi beklemektir. Ümit ve tama' da; tah-mîn edilen veya bilinen bir işareti sebebiyle sevilen bir şeyi beklemek­tir. Korkunun zıddı emniyettir. Hem dünyevî, hem de uhrevî husus­larda kullanılır :

“O'nun rahmetini umarlar azabından korkarlar.” (İsrâ, 57),

“Hem Allah'ın size hiç bir delil ve burhan indirmediği şey­leri ona şirk koşmaktan korkmazken kendisine şirk koştuğunuz şey­lerden ben nasıl korkarım?” (En'âm, 81),

“Onların yanlan yatakların­dan uzaklaşır. Korku ve ümit ile Rablarına yalvarırlar.” (Secde, 16).

Allah'dan korkmak; korkma tabiri ile zihne gelen; aslandan korkma gibi bir korku değildir Burdaki korkudan maksad; günahlardan ka­çınmak ve tâatı seçmektir. Nitekim günahları terketmeyen korkak sa­yılmaz, denilmiştir Allah'ın korkutması ise kaçınmaya teşviktir.149

Kudret:42

Kudret:

Bununla insan nitelendirildiğinde; herhangi bir şeyi yapma imkânını sağlayan hale verilen isimdir. Kudret sıfatı Allah'a verildiğinde bu; Allah'tan acz halinin reddidir. Allah'dan başka birisinin mutlak kudret ile nitelendirilmesi muhaldir. Ancak lafzen bu ta'bîr kullanılabilir. Şuna gücü yeter anlamına, “kadirdir” demek daha doğrudur.

Kadir ise, hikmet gereği olarak, ne fazla ne de eksik, tam ölçüde istediğini yapan demektir. Bunun için kadir sıfatı ancak Allah'a veri­lebilir. “Muhakkak ki Allah, her şeye gücü yetendir.” (Bakara, 20),150

Kurban:42

Kurban:

Kişiyi Allah'a yaklaştıran şeydir. Örfte ise ibâdet için kesilen kurbandır :

“Onlara Âdem'in iki oğlunun haberini oku. Hani ikisi birer kurban kesmişlerdi.” (Mâide, 27),

“Allah bize ah­detti ki bir kurban getirinceye kadar hiç bir peygambere iman etme­yelim.” (Âl-i İmrân, 183).151

La'net:42

La'net:

Red ve kovulma şeklinde uzaklaştırmadır. Allah'ın la'neti âhirette cezadır, dünyada ise rahmet ve tevfîkinin ke­silmesidir. İnsanın la'neti ise, başkasının aleyhinde duâ etmesidir:

“Ta­nıdıkları şey kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler. Doğrusu, Allah'ın la'neti kâfirlerin üzerinedir.” (Bakara, 89),

“Dikkat edin Allah'ın la'­neti zâlimler üzerinedir.” (Hûd, 18),

“İsrailoğularından küfretmiş olan­lar Dâvûd ve Meryem oğlu İsa'nın lisanıyla lanetlendiler.” (Mâide, 78)152

Latîf:43

Latîf:

Bu sıfatla bir cisim nitelendirildiğinde ağırın zıddı olan hafif anlamına gelir. Hafîf harekete ve ince işleri yapmaya da lütuf ve letafet tabiri kullanılır. Bazan da latîf tabiriyle duyuların kavramadığı şeyler ifâde edilir. Allah Teâlâ'nın Latîf sıfatıyla nitelen­dirilmesi de bu şekilde olabilir veya O'nun eşyanın inceliklerini bil­mesinden dolayı olabilir.

“Allah kullarına lütuf sahibidir, dilediğini rızıklandırır. O, Ğanî'dir, Azîz'dir.” (Şûra, 19),

“Muhakkak ki benim Rabbim dilediğine lütuf sahibidir. Muhakkak ki O, Alîm'dir, Hakîm'dir.” (Yûsuf, 100),153

Mağfiret:43

Mağfiret:

Allah için, günahın neticesinden kulları korumak anlamına gelir.

“Ve dediler ki işittik ve itaat ettik, Rabbımız bizi bağışla, dönüş yine Sanadır.” (Bakara, 285),

“Rabbinizden mağ­firete ve genişliği göklerle yeryüzü kadar olan cennete koşuşun. Bu, müttakîler için hazırlanmıştır.'“ (Âl-i İmrân, 143),

“Muhakkak ki Rab-bin mağfiret ve elîm azâb sahibidir.” (Fussilet, 43),

“İman etmiş ve sâlih ameller işlemiş olanlar için büyük mağfiret vardır.” (Fâtır, 7),

“Muhakkak ki senin Rabbın mağfireti bol olandır.” (Necm, 32).154

Mesh:43

Mesh:

Eli, bir şeyin üzerinde yürütmek ve onun üzerindeki izi silmektir. Her iki anlam için ayrı ayrı da kullanılır. Yeri meshetmek ise sürmek ve ekmek anlamınadır... Şer'i örfte; suyu or­ganın üzerinde gezdirmektir. “Başlarınızı ve topuklarınıza kadar ayak­larınızı meshediniz.” (Mâide, 6). Denildi ki; Hz. İsa'ya Mesîh denme­sinin sebebi; yeryüzünde gezinir olmasındandır. Çünkü onun zamanın­da bir topluluğa yeryüzünde gezdikleri için "Meşşâîn" ve "seyyâhîn" adı verilmiştir. Denildi ki; ona Mesîh adının verilmesi; hastalan mes-hedip iyileştirmesindendir. Denildi ki; ona Mesîh adının verilmesi; anasının karnında yağ sürülmüş olarak çıkmasındandır.

Bazıları da dediler ki Mesîh kelimesi İbranca Meşuh kelimesinden muarrebtir. Nitekim Mûsâ da İbranca'da Muşa idi...155

Meşiyyet:43

Meşiyyet:

Kelâmcıların ekseriyetine göre meşiyyet, irâde demektir Bazılarına göre ise meşiyyet aslında bir şeyin icâbı ve o şeyde isabettir. Ancak örfte irâde yerine kullanılır. Meşiyyet Allah Teâlâ için icâddır, insanlar içinse isabettir. Denildi ki; meşiyyet, Al­lah için bir şeyin varlığını gerektirir, bu sebeple “Allah isterse olur, istemezse olmaz” denilir. Allah'ın irâdesi ise murâd edilenin muhak­kak var olmasını gerektirmez. Nitekim “Allah sizin için kolaylık ister de zorluk istemez.” (Bakara, 185), “Allah, âlemler için zulmü murâd etmez.” (Âl-i İmrân, 108), “Allah kulları için zulmü murâd etmez.” (Ğâfir, 31) âyetlerinde, irâde kelimesi bu şekilde kullanılmaktadır. Bi­lindiği gibi zorluk ve zulüm insanlar arasında bulunabilir.

Denildi ki; irâde ile meşiyyet arasındaki farklardan birisi de şudur : İnsan irâdesi; ondan önce Allah'ın irâdesi bulunmadan da bulunabilir. Çünkü insan ölmeyi murâd eder ama Allah bunu gerçekleştirmez. İn­sanın meşiyyeti ise ancak Allah'ın meşiyyetinden sonra mümkün olabi­lir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki :

“Allah istemedikçe siz isteyemez­siniz.” (İnsan, 30),

“Âlemlerin Rabbı olan Allah istemedikçe siz iste­yemezsiniz.” (Tekvîr, 29). 156

Millet:43

Millet:

Din gibidir. Allah'ın; kullarına, huzûr-u ilâhîyeye ulaşmaları için peygamberlerinin lisânından koymuş olduğu hü­kümlerdir. Millet ile din arasındaki fark şuradandır. Millet; sadece isnâd edilen bir peygambere izafe edilir.

“İbrahim'in dinine (milletine) hanîf olarak tâbi olun.” (Âl-i İmrân, 65),

“Ben atalarım İbrahim, İs-hâk ve Ya'kûb'un dinine (milletine) tâbi oldum.” (Yûsuf, 38).

Allah'a veya Peygamberin ümmetinden bir kişiye izafe edilerek kullanılmaz. Ancak şeriatı taşıyanlar için kullanılır, şeriata mensûb ferdler için de­ğil. Onun için Allah'ın milleti denilmediği gibi benim milletim veya Zeyd'in milleti de denilmez. Ama Allah'ın dini, Zeyd'in dini denilir... Millet Allah'ın kuyduğu şeriata uygun şeye, din ise itaat mânâsında onu yerine getiren kişi için kullanılır. 157

Mübarek:44

Mübarek:

Bereketin bulunduğu ve hayrın yer aldığı şeydir. Bu mânâda : “İşte bu zikir, mübarektir, onu indirdik.” (En­biyâ, 50), “Ve beni mübarek kılmıştır” âyetlerinde mübarek kelimesi ilâhî hayırların yeri mânâsına kullanılmıştır. “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.” (Duhân, 3) âyetinde ise gökyüzünden indirilen su­yun bereketine dikkatler çekilmektedir... İlâhî hayır hissedilmeyecek yerden, sayıya, sıraya gelmeyecek şekilde ortaya çıktığı için ilâhî ha­yırdan fazlaca müşahede edilen şeylere mübarek ve bereketli denmiş­tir. “Gökyüzünde burçlar kılan (mübarek) yücedir.” (Furkân, 61) âye­tinde sözü geçen burçlar ve yıldızlar vasıtasıyla Allah'ın üzerimize saç­tığı nimetine dikkatler çekilmektedir.

“Yaratanların en güzeli olan Al­lah yücedir (mübarektir).” (Mü'minûn, 14),

“Fürkanı indiren ne yüce­dir (mübarektir).” (Fürkân, 1),

“Âlemlerin Rabbi olan Allah yücedir (mübarektir).” (A'râf, 54),

“Mülk elinde olan yücedir (mübarektir).” (Mülk, 1) âyetlerinde bütün mezkûr iyiliklerin Allah'a has oldukları­na dikket çekilmektedir. 158

Mücâdele:44

Mücâdele:

Mücâdele tartışmak ve döğüşmek kasdıyla bir yere girmektir. C-D-L kelimesinin aslında muhkem ve sağlam yap­mak anlamı vardır. Mücâdele edenlerden her birisi, diğerini kendi gö­rüşüne çekmek için çalışmak istediğinden dolayı bu kelime kullanıl­mıştır. Denildi ki; cidal kelimesinin aslı; çatışma ve insanın arkada­şını sert bir yere düşürmesidir “Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et”, “Allah'ın âyetlerinde tartışmaya girenler "Eğer seninle mücâdele ederlerse Allah en iyi bilendir. Doğrusu sen bizimle tartıştın ve tar­tışma büyüdü.” 159

Nâs (İnsan) :44

Nâs (İnsan) :

Nâs kelimesinin aslı ünâstır. Denildi ki; kelimenin aslı da nisyân ve unutma anlamına gelen N-S-Y fiilinden kalbolmuştur. “De ki insanların Rabbına sığınırım...” (Nâs, 1).

Nâs kelimesi, bazan müzekker olur ve bununla faziletli kişiler kasdolunur. 160

Nefs:44

Nefs:

Rûh'tur.

“Bugün nefislerinizi çıkarın, bugün horluk azâbıyla cezalandırılacaksınız.” (En'âm, 93),

“Ve biliniz ki Al­lah, nefislerinizde olanı bilir, öyleyse O'ndan sakının... (Bakara, 233),

“Sen benim nefsimde olanı bilirsin, bense senin nefsinde olanı bilmem.” (Mâide, 116),

“Allah bizzat sizi korkutur ve dönüş Allah'adır.” (Âl-i İmrân, 28).161

Nehy:44

Nehy:

Bir şeyden alıkoymaktır. “Görmedin mi ki, O bir kulu namaz kıldığında nehyeder.” (Alâk, 9). Nehyin —mânâ ba­kımından— söz ile olmasıyla başka şekilde olması arasında fark yok­tur. Söz ile nehyin, yap veya yapma şeklinde olması farksızdır. Lâfız bakımından nehy, “şöyle yapma”dır. Şöyle yapma dendiğinde hem lâ­fız hem de mânâ bakımından birlikte nehy olunur. 162

Nimet:45

Nimet:

Güzel haldir. Nimet cins için olduğundan hem az, hem de çok için kullanılır.

“Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olur­sanız onu bitiremezsiniz.” (İbrahim, 34),

“Size in'âm ettiğim nimetimi hatırlayın.” (Bakara, 40),

“Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.” (Mâide, 3)...

İn'âm ise ihsanı başkasına ulaştırmaktır. İhsan edilen, konuşan varlıklar türünden olduğu takdirde in'âm kelimesi kullanılır, yoksa falanca atına in'âm etti denmez.

“Kendilerine nimet verdiklerinin-yoluna.” (Fatiha, 6), 163

Nûr:45

Nûr:

Görmeye yardım eden ve yayılan ışıktır. Nûr dün­yevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayrılır. Dünyevî nûr da iki kısımdır. Bir kısmı basiret gözüyle akledilir ki bu, ilâhî emirlerden yayılan şey­lerdir. Aklın nuru, Kur'an'ın nuru gibi. İkinci kısmı ise gözle hissedi­len nurdur; ay, güneş ve yıldızlar gibi cisimlerden yayılan aydınlatıcı şeydir. İlâhî nurun örneği şu âyet-i kerîmelerdeki nurdur :

“Doğrusu size Allah katından bir nûr ve apaçık bir kitab gelmiştir.” (Mâide, 15),

“Ve sen kitab nedir bilmezdin, iman nedir bilmezdin fakat biz kulla­rımızdan dilediğimize hidâyete götürücü bir nûr kılmışızdır.” (Şûra, 56),

“Allah'ın, göğsünü İslâm'a açmış olduğu kimse gibi midir? O Rabbinden bir nûr üzeredir.” (Zümer, 22),

“Nûr üstüne nurdur. Allah di­lediğini nuruna hidâyet eder.” (Nûr, 35).

Gözle görülen, duyulur nurun örneği de şu âyet-i kerîmelerdir :

“O'dur güneşi aydınlık ve ay'ı da nûr yapan.” (Yûnus, 5).

Güneşi ziya, ay'ı da nûr yapan diye tahsis edilmesi ziyanın nurdan daha özel olma­sındandır. Ateş anlamına gelen nâr ile aydınlık anlamına gelen nûr aynı köktendir.164

Nüzul:45

Nüzul:

Aslında yukardan aşağıya doğru iniştir. İnzal ise indirmektir. Allah'ın nimet ve musibetini insanların üzerine indir­mesi ve insanlara vermesi gibi. İnzal; ya bir şeyin kendisini indirmek şeklinde olur (Kur'an'ı indirmek gibi). Veya sebeplerini indirerek, ona rehberlik etmek şeklinde olur, demirin ve elbisenin indirilmesi gibi. “Hamd O Allah'a mahsûstur ki kuluna kitabı indirmiştir.”(Kehf, 1), 165

Rabb:45

Rabb:

Aslında terbiye edici demektir. Terbiye ise bir şeyi yavaş yavaş tamamlanıncaya kadar inşâ etmek demektir. Nite­kim denir ki, benim için Kureyşli bir adamı terbiye etmek, Hevâzin kabilesine tnensûb bir adamı terbiye etmekten daha çok sevimlidir. Rabb fail yerine masdardır. Mutlak olarak Rabb kelimesi mevcudatın menfaatini tekeffül eden Allah Teâlâ'dan başkası için söylenmez.

“Rabbımzın rızkından yeyin ve O'na şükredin. Güzel bir belde ve. ba­ğışlayan bir Rabb.” (Sebe', 15),

“Size melekleri ve peygamberleri Rabb olarak benimsemenizi de emretmez.” (Âl-i İmrân, 80).

Yani ilâhlar de­mektir. Rabb kelimesi izafetle Allah ve başkaları için söylenebilir :

“Âlemlerin Rabbı.” (Fatiha, 1),

“Sizin de “Rabbiniz, öncekilerin de Rabbı olan Allah'ı.” (Sâffât, 126).

Evin sahibi, atın sahibi anlamına Rabb ta'bîri kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ'nın şu kavli bu anlamda­dır :

“O ikisinden kurtulacağını sandığı kimseye dedi ki efendin (Rabb) yanında beni an. Fakat şeytân onu efendisine (Rabb) anmayı unut­turdu.” (Yûsuf, 42),

“Bunun üzerine ona elçi gelince efendine (Rabb) dön ve ellerini kesen o kadınların zoru ne idi kendisine sor, Şüphesiz ki benim Rabbim onların düzenini bilir dedi.” (Yûsuf, 50),

“O da Al­lah'a sığınırım, doğrusu kocam benim efendimdir (Rabb) bana iyi bak­mıştır, muhakkak ki zâlimler asla felah bulmazlar dedi.” (Yûsuf, 23).

Rabbânî ise Rabba nıensûb demektir.166

Rahmet:46

Rahmet:

Açman kimseye iyiliği gerektiren yumuşak davranıştır. Bazan mücerred yumuşaklık için kullanılır, bazan da yu­muşaklıktan mücerred iyilik için kullanılır. Allah, falancaya rahmet etsin derken böyledir. Bârî Teâlâ bu sıfatla nitelendirildiğinde, onunla ancak yumuşaklıktan âzâde mücerred iyilik kasdedilir. Bunun için ri­vayet edilmiştir ki; Allah'tan rahmet; in'âm ve lütûftur, insanlardan rahmet ise; yumuşaklık ve sevgidir... Rahman sıfatı ancak Allah için kullanılır, başkası için onu kullanmak sahîh olmaz. Zira Rahman; rahmeti her şeyi kuşatan demektir. Rahîm sıfatı ise O'ndan başkaları için de kullanılır. Çünkü o, rahmeti çok olan demektir...

Denildi ki; Allah, dünyanın Rahmanı, âhiretin de Rahîmi'dir. Çünkü dünyada lütfü mü'minlere ve kâfirlere, âhirette ise mü'minlere tahsis edilmiştir. “Muhakkak ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.” (Baka­ra, 182, 192, 199), “Ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu Allah'dan korkanlar için yazacağım.” (A'râf, 156), 167

Recm:46

Recm:

Taş atmaktır.

“Ey Nûh, eğer son vermezsen sen muhakkak taşlananlardan olursun dediler.” (Şuârâ, 116),

“Taraf­tarların olmasaydı seni taşlardık.” (Hûd, 91),

“Sizden haberleri olursa, sizi ya taşla öldürürler veya dinlerine döndürürler.” (Kehf, 20).

Recm, vehm ve zann ile bir şey söylemeye, küfre ve kovmaya istiare olarak da kullanılır. “Karanlığa taş atar gibi mağara ehli üçtür, dördüncüsü köpekleridir derler.” (Kehf, 22), 168

Rehbâniyet:46

Rehbâniyet:

Aşın korkudan ibâdette ifrata kaçmak­tır. “Onların uydurdukları rehbâniyete gelince, onu biz yazmadık, fa­kat kendileri Allah'ın rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da hakkıyla riâyet etmediler.” (Hadîd, 27). Rûhbân ise, rehbâniyete da­lan kişidir tek ve çok için aynı kelime kullanılır. 169

Resul:46

Resul:

Hızlıca gönderilen manasınadır. Bazan taşını­lan söze, bazan da söz ve elçiliği taşıyan kimseye resul denir. Resul hem müfred, hem cerni'dir.

“Andolsun ki size kendinizden bir peygam­ber (resul) gelmiştir...” (Tevbe, 128),

“Biz âlemlerin Rabbinin elçile­riyiz.” (Şuârâ, 16).

Allah'ın elçisi mânâsına resul ile; bazan melekler, bazan da peygamberler kastedilir. Meleklerin kastedildiğine örnek şu âyet-i celîlelerdir :

“Muhakkak ki o, şerefli bir elçinin sözüdür.” (Hak­ka, 40),

“Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana erişemiyecekler.” (Hûd, 81),

“Elçilerimiz Lût'a gelince, onların gelmelerinden endîşeye düştü.” (Hûd, 77),

“Elçilerimiz İbrahim'e müjdelerle gelmiş, selâm de­mişlerdi...” (Hûd, 69),

“Birbiri ardınca gönderilen (elçi) lere andolsun.” (Mürselât, 1),

“Hayır, öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz yaz­maktadır.” (Zuhruf, 80).

Peygamberlerin kasdedildiği elçilerin vârid olduğu âyetler ise şöy­ledir :

“Muhammed sadece bir Peygamber (Resul) dir. O'ndan önce de nice peygamber (Resul) ler gelip geçmiştir.” (Âl-i İmrân, 144),

“Ey Peygamber (Resul) Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmaz­san O'nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Mâide, 67),

“Biz Peygamber­leri (Resulleri) ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz.” (En'âm, 47), 170

Re'y (Görüş) :47

Re'y (Görüş) :

Re'y bir nefsin zannı galip ile iki çelişik şeyden birisine inanmasıdır. Bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur : “Onları gözleri göre göre iki misli görüyorlardı.” (Yani gözleriyle ken­dilerinin iki misli olduğunu zannediyorlardı.) Reviyye ise, bir şeyin düşünülmesi ve re'yin elde edilmesi konusunda nefiste mevcûd olan hâtıralar arasında dolaşmadır. 171

Rızâ (Hoşnutluk):47

Rızâ (Hoşnutluk):

Kulun Allah'tan rızâsı; Allah'ın hükmünün akışını hoş karşılamasıdır. Allah'ın kuldan hoşnutluğu ise; onun Allah'ın emrine uyduğunu, nehyinden sakındığını görmesidir:

“Allah onlardan hoşnûd olmuştur, onlar da Allah'ın lütfundan mem­nun olmuşlardır.” (Mâide, 118),

“Andolsun ki sana o ağacın altında bîat ederlerken, Allah mü'minlerden hoşnûd olmuştur.” (Feth, 18),

“Bugün dîninizi kemâle erdirdim üzerinize olan nimetimi tamamla­dım ve size din olarak İslâmiyeti beğendim.” (Mâide, 3),

“Yoksa âhireti bırakıp ta dünya hayatına mı razı oldunuz?” (Tevbe, 38),

“Sizi ağızlarıyla hoşnûd etmeye çalışırlar, ama kalpleri dayatır.” (Tevbe, 8),

“Bu, onların gözlerinin aydın olması, üzülmemeleri ve kendilerine verdiğin şeylere razı olmaları için daha elverişlidir.” (Ahzâb, 51), 172

Rızk:47

Rızk:

İster dünyevî olsun, ister uhrevî olsun, bazan sürekli vermek için, bazan da nasîb için kullanılır. Akıp karına gittiği ve kendisiyle gıdâlanıldığı için “hükümdar askerin rızkını verdi” de­nilir.

“Herhangi biriniz ölüm gelip de "Rabbim beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam" diyeceği za­man gelmezden evvel size rızk olarak verdiğimizden infâk edin.” (Münâfikûn, 10).

Yani maldan makamdan ve bilgiden.

“Ve kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden de infâk ederler.” (Bakara, 3),

“Size nzk olarak verdiğimiz şeylerin iyilerinden, güzellerinden yeyin.” (Ba­kara, 57),

“Rızkınızı yalanlamakla mı çıkarıyorsunuz?” (Vakıa, 82),

“Rızkınız da, size va'dolunan şeyler de göktedir.” (Zâriyât, 22), 173

Rûh:47

Rûh:

Rûh ve revh aslında aynı kelimedir. Ancak ruh, nefsin adı olmaktadır.çünkü nefs ruhun bir kısmıdır. Tıpkı insanın canlı ismini alması gibi, zira insan bir canlı türüdür denilir. Rûh, ha­yatın ve hareketin elde edildiği, faydaların kazanılıp, zararların def edildiği insanî unsurun, bir bölümüne verilen addır :

“Sana ruhtan sorarlar. Deki : Rûh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 85),

“Onu yapıp ruhumdan üflediğimde siz derhâl secdeye kapanın.” (Hicr, 29)...

Me­leklerin en şerefli olanlarına da rûh ismi verilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“O gün rûh ve melekler saf halinde duracaklardır.” (Sebe’ 38),

“Melekler de rûh ta mikdârı elli bin yıl olan bir günde o derecelere yükselip çıkarlar.” (Meâric, 4),

“Onu, Rûh'ül - Emîn indir­di.” (Şuârâ, 193).

Rûh'ül-Emîn Cebrail'in adıdır. Rûh'ül - Kudtfs diye de isimlendirilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“De ki : Onu Rûh'ül - Kudüs, mü'minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara hi­dâyet olmak üzere Rabbin katından hak ile indirmiştir.” (Nahl, 102),

“Meryem oğlu İsa'ya da beyyineler verdik ve onu Rûh'ül - Kudüs ile destekledik.” (Bakara, 87).

Hz. İsa'ya da rûh ismi verilmiştir, çünkü O, ölüleri diriltme mu­cizesini göstermekteydi.

“Meryem oğlu îsâ Mesîh, Allah'ın peygamberi ve O'nun Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.” (Nisa, 171).

Kur'an'a da rûh ismi verilmiştir :

“İşte böylece sana da buyruğu­muzdan bir rûh vahyettik.” (Şûra, 52).

Bunun sebebi Kur'an-ı Kerîm'in uhrevî hayatın en büyük kurtarıcısı olmasındandır.”174

Rükün:48

Rükün:

Bir şeyin rüknü, onun dayandığı tarafıdır ve kuvvet için istiare olarak kullanılır :

“Keşki size yetecek bir kuvvetim olsaydı veya sağlam bir yere sığınsaydım dedi.” (Hûd, 80),

“Zulüm edenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” (Hûd, 113)...

İbâ­detin rükünlerine gelince; dayandığı taraflan demektir. Onları terketmekle ibâdet bâtıl olur.175

Rükû:48

Rükû:

Eğilme demektir. Bazan namazdaki muayyen şekil için kullanılır, bazan da tevazu ve zillet için kullanılır. Zillet; ya ibâdet halinde olur veya başka hallerde :

“Ey iman edenler, rükû edin, secdeye varın.” (Hacc, 77),

“Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte rükû edin.” (Bakara, 43),

“İbrahim ile İsmail'e de evimi tavâf edenler, orada kalanlar, rükû ve secde edenler için temizleyin diye ahid vermiştik.” (Bakara, 125),

“Rükû edenler, secde edenler, ma'rûfu em­redenler, münkeri nehyedenler ve Allah'ın hududunu koruyanlardır.” (Tevbe, 112).176

Saadet:48

Saadet:

İlâhî mes'elelerin insanı hayra ulaştırmada yardımcı olmasıdır, bunun zıddı şekavettir. Saadetlerin en büyüğü cen­nettir. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Saadete ermiş olan­lara gelince onlar cennette ebediyen kalacaklardır.” (Hûd, 108),

“O gün gelince O'nun izni olmadan hiçbir nefis konuşamaz. İşte onlar­dan bir kısmı şakî bir kısmı da mes'ûddur.” (Hûd, 105).177

Saat:48

Saat:

Zamanın bölümlerinden bir bölümdür. Bunun­la kıyamet ifâde edilir:

“Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı...” (Kamer, 1),

“İnsanlar kıyametten sorarlar. De ki onun bilgisi ancak Allah katındadır.” (Ahzâb, 63),

“Sana kıyametten sorarlar...” (Ahzâb, 187),

“Kı­yametin bilgisi O'nun katandadır ve O'na döndürülürler.” (Zuhruf, 85).

Kıyamete, saat isminin verilmesi, hesabın çabuk görülmesindendir.

Denildi ki; kıyamet anlamına gelen saatler üçtür. Birincisi bü­yük saat; insanların hesaba çekilmek üzere dirilmeleridir. Allah Re­sulünün şu sözüyle işaret ettiği kıyamet budur : “Fuhuş ve tefahhuş açığa çıkıncaya kadar ve dirhem dînâra katılıncaya kadar kıyamet kopmaz.” Orta kıyamet ise, bir asırda yaşayan insanların ölmesidir. Buna örnek olarak Hz. Peygamberin Abdullah İbn Üveys'i görüp şöy­le söylemesidir : “Bir çocuğun ömrü uzarsa kıyamet kopuncaya kadar ölmez.” Denildi ki; o sahabelerden en son ölen kimse olmuştur. Kü­çük kıyamet ise insanın ölmesidir. Her insanın ölmesi onun kıyame­tidir. 178

Sabr:49

Sabr:

Sıkıntı içerisinde kalmaktır. “Hayvanı saman vermeden tuttum” derken sabır kelimesi kullanılır. Sabr; nefsin, aklın ve şeriatın gerektirdiği gibi, gerektirdiği şekilde veya her ikisinin bir­likte icâbettirdiği şeylerden alıkonulmasıdır. Sabr lafzı umûmîdir; ye­rine göre isimlerinde farklılık görülür. Eğer nefis bir musibetten do­layı hapsedilirse bu sadece sabır adını alır, bunun zıddı cezadır (fer­yattır). Eğer sabr, muharebe halinde ise bu, kahramanlıktır (yiğitlik-ir), bunun zıddı ise korkaklıktır. “Sabr ve namaz ile yardım dileyin, muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153), “Sıkıntı ve darlık halinde sabredenler...” (Bakara, 177), “Eğer sabrederseniz bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 126), “Doğru sözlü erkek­ler ve doğru sözlü kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar...” (Ahzâb, 35), “înşaallah sen beni sabredenlerden bulursun.” (Sâffât, 102).179

Sahîfe:49

Sahîfe:

Her şeyden serilmiş olandır... Üzerine yazı yazılan şeye de sahîfe denir. Cem'i sühuf gelir:

“Muhakkak ki bu evvelki sahîfelerde vardır. İbrahim ve Musa'nın sahîfelerinde.” (A'lâ, 18-19),

“Allah tarafından temizlenmiş sahîfeleri okuyan bir Resul.” (Beyyine, 2).

Denildi ki; bununla Kur'an kasdedilmiştir. Mushaf ise yazılı sahîfeleri toplamış olan şeydir.180

Salât:49

Salât:

Lügat ehlinden çokları dediler ki; salât duâ, tebrik ve temcîddir. Falana salavât getirdim denildiğinde, duâ ettim ve onu tezkiye ettim denilir.

“Ve onlara duâ et, çünkü senin duan on­lar için sükûnettir. (Tevbe, 103),

“Muhakkak ki Allah ve melekleri peygamberin üzerine salât getirirler, ey iman edenler siz de O'na salât getirin.” (Ahzâb, 56).

Allah'ın ve Peygamberin müslümanlara salâtı; gerçekte onların tezkiyesidir. Meleklerin salâtı ise duâ ve istiğfardır. “Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygamberin üzerine salavât geti­rirler.” (Ahzâb, 56).

Salât (namaz) belirli ibâdet şeklidir ki aslı duadır.181

Satış:49

Satış:

Para karşılığı olan eşyayı verip parayı almak­tır. (Şirâ = almak), parayı verip karşılığında olan şeyi almaktır. Bey' için şîrâ, şîrâ için de bey' tabirleri kullanılır. Bu da para ile karşılığı­nın düşünülmesi esâsına dayanır. Allah Teâlâ'nın şu kavli bu şekilde­dir.

“Onu ucuz bir fiata birkaç dirheme sattılar.” (Yûsuf, 7)...

“Hal­buki Allah bey'i (alış-verişi) helâl, faizi haram kılmıştır.” (Bakara, 271),

“Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağırıldığınızda he­men alışverişi bırakın.” (Cum'a, 9),

“Namazı kılsınlar alışveriş ve dostluğun olmayacağı gün gelmezden önce kendilerine verdiğimiz rı-zıktan gizli-açık infâk etsinler.” (İbrahim, 31),

“Ey iman edenler, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmezden evvel size verdiği­miz nzıktan infâk edin.” (Bakara, 254).

Hükümdara bi'at etmek te bu kökten gelir. Hükümdarın kendi­sine verdiği emirlere itaat ile karşılık göstermek anlamına bîat tabiri kullanılır. Nitekim Bîat-ı Rıdvan diye anılan olaya işaret eden âyet-i kerîme şöyle buyurmaktadır:

“Öyleyse yaptığınız alış - verişe (bîata) sevinin.” (Tevbe, 111).182

Sa'y:50

Sa'y:

Hızlı yürümektir, koşmanın dûnundadır. Sa'y; ister iyilikte, ister kötülükte olsun, bir konuda ciddiyetle çalışma için kullanılır. “Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasına engel olandan ve onların harab olması için çalışandan daha zâlim kim var­dır?” (Bakara, 114), “O gün, erkek ve mü'min kadınların önlerinden ve arkalarından nurlarının gittiğini görür.” (Hadîd, 13), “Onların nuru önlerinden ve yanlarından kuşatır.” (Tahrîm, 8), “Allah ve Resulü ile savaşanlann ve yeryüzünde bozgunculuk için koşanların cezası sadece öldürülmeleridir.” (Mâide, 33), “Ve onlar yeryüzünde bozgunculuk için koşarlar.” (Mâide, 64), “Geriye dönünce yeryüzünde fesâd çıkartmak için koşar.” (Bakara, 205), “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 39), “Ve o, sa'yini ilerde görecektir.” (Necm, 40), “İşte onların sa'yi meşkûr olmuştur.” (İsrâ, 19), “Kim de sâlih amelleri mü'min olarak işlerse onun çalışmasının inkârı yoktur.” (Enbiyâ, 94). Sa'y kelimesi daha çok övülmeye değer fiiller için kullanılır. 183

Sebeb:50

Sebeb:

Hurma ağacına çıkılan iptir : “Sebeblere baş­vursunlar, tırmansınlar.” (Sâd, 10). Kendisi ile bir şeye ulaşılan, her şeye de sebeb adı verilir. “Ve ona her şeyden bir sebeb verdik, o da se­bebe uydu.” (Kehf, 84-85). Yani Allah Teâlâ ona her şeyin bilgisini ve o bilgiye ulaşılacak vâsıtayı verdi ve onlardan her biri de bu sebep­lere tâbi oldular. “Belki sebeplere ulaşınmî göklerin sebeplerine.” (Gâ-fir, 36). Yani belki gökteki hâdiselerin ve sebeplerin sebebini öğreni­rim ve onunla Musa'nın iddia ettiği şeyi bilirim. Sarık, örtü ve üzün elbiseye uzun ipe benzetilerek sebeb adı verildiği gibi, yolun akışına da sebeb ismi verilir. 184

Sebîl:50

Sebîl:

Kolaylıkla gidilen yoldur :

“Irmaklar ve yol­lar.” (Nahl, 15),

“O, sizin için yollar yaratmıştır.” (Zuhruf, 10),

“On­ları yoldan alıkoyarlar.” (Zuhruf, 37).

Yani hak yolundan. Çünkü cins isim kullanıldığı zaman doğru olana tahsis edilir. Nitekim şu âyette de böyledir :

“Sonra da ona yol kolaylaştırıldı.” (Abese, 20).

İbn'üs-Sebil (yol oğlu)- ise evinden uzakta bulunan müsâfirdir. Yola nisbet edilerek “yol oğlu” denmesi yolda gitmesindendir. Sebil kelimesi; kendisiyle ister hayır olsun, ister şer olsun bir şeye ulaşılan her şey için kullanılır:

“Rabbmın yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.” (Nahl, 125),

“De ki işte benim yolum budur.” (Yûsuf, 108).

Her iki­sinde de aynı anlama kullanılmış olmakla beraber birincide yol, teb­liğ edilene izafe edilmiş, ikincisinde ise, yolda gidene.

“Onlar, Allah yo­lunda öldürülmüşlerdir.” (Muhammed, 4),

“Ancak dosdoğru yol müs­tesnadır.” (Ğâfir, 38),

“Ve suçluların yolu belirsin diye.” (En'âm, 55),

“Rabbının yollarına gidiniz.” (Nahl, 29),

“Selâmet yolları.” (Mâide, 16).

Yani cennet yolu.

“İyilik yapanlara herhangi bir yol yoktur.” (Tevbe, 91),

“İşte onların üzerine herhangi bir yol yoktur.” (Şûra, 41),

“Yol, ancak şunlar içindir...” (Tevbe, 93), 185

Secde:51

Secde:

Aslı boyun eğmek ve zillet göstermektir. Bu­nun için Allah'a zillet gösterip ibâdet etmeye secde denmiştir. Bu ifâ­de hem insanlar, hem canlılar, hem de katı varlıklar için umûmî bir ifâdedir. Secde iki kısımdır :

Bir kısmı ihtiyarî secdedir ki bu, ancak insana mahsûstur ve onunla insanoğlu sevaba hak kazanır :

“Allah'a secde edin, ibâdet edin.” (Necm, 64).

Yani zillet göstererek emrine bo­yun eğerek, secde edin. Diğer bir kısmı ise ıztırârî secdedir. Bu secde insan, hayvan ve bitkiler için geçerlidir. İşte bu anlamda Allah Teâlâ buyurur ki :

“Göklerde ve yerde bulunanlar istiyerek ve istemiyerek Allah'a secde ederler.” (Ra'd, 15).

Bu ıztırârî secde varlığın yaratılmış olduğuna ve yaratıcı bir zâtın bulunduğuna dikkatleri çeken sessiz de­lâletin ifadesidir :

“Yeryüzünde ve göklerde bulunan her canlı Allah'a secde eder. Melekler de, onlar büyüklük taslamazlar.” (Nahl, 49).

Bu hem isteğe bağlı hem de ıztırârî secdeyi ihtiva eder.

“Yıldızlar ve ağaç­lar secde ederler.” (Rahman, 6).

Bu da ıztırârî secdedir. 186

Sefer:51

Sefer:

Örtüyü açmaktır. Bu, eşyaya mahsûstur. Sarığı baştan çıkarmak ve peçeyi yüzden açmak gibi... 187

Selâmet:51

Selâmet:

Zahirî ve bâtınî âfetlerden sıyrılmaktır :

“O günde ne mal ne de oğullar fayda verir, ancak Allah'a selîm bir kalple gelen müstesnadır.” (Şuarâ, 89),

“Hani o Rabbine selîm bir kalp ile gelmişti.” (Sâffât, 84).

Kalb-i selîm bâtınî konularda her türlü kötü­lüklerden uzak olmak demektir. Selâm ise selâmettir.

“Muhakkak ki müttakîler cennetlerde ve pınarlardadırlar. Oraya emîn olarak selâ­metle girin.” (Hicr, 46),

“Ey Nûh, bizden selâmetle inin.” (Hûd, 48).

Hakiki selâmet, ancak cennettedir. Çünkü orada yok olmayan varlık ve bitmeyen zenginlikle, zilleti olmayan izzet, hastalığı olmayan sıhhat vardır.

“Allah onları selâmet yurduna çağırır.” (Yûnus, 25),

“Onlar için Rableri katında selâmet yurdu vardır.” (En'âm, 127),

“Allah onun­la kendi rızâsına tâbi olanları selâmet yollarına ulaştırır.” (Mâide, 16).

Bütün bunların selâmetten gelen selâm olması caizdir. Denildi ki; selâm, Allah'ın isimlerinden bir isimdir... Denildi ki, selâm lafzıyla nitelendi­rilmesi ona mahlûkâta ilişen musibet ve eksikliklerin ilişmemesinden dolayıdır. 188

Semâ:51

Semâ:

Her şeyin yukarda olanına verilen isimdir.

Bazıları dediler ki; her semâ kendi altında olana izafetle semâdır, üs­tünde olana izafetle yerdir. Sadece en üst semâ müstesnadır, çünkü o, yersiz semâdır. Gökten geldiği için yağmura da semâ ismi verilmiştir. Yerin mukabili olan semâ kelimesi müennestir, bazan müzekker olarak bir fert için kullanılır. Bazan da müzekker olur hem müfred hem cem'i için kullanılır.189

Sena:52

Sena:

İnsanların güzel taraflarından anlatılan şeye sena (övgü) denir. Muhtelif haller övülerek belirtilir. Kur'an-ı Kerîm'in sûrelerine de bu kökten gelen mesâni ismi verilmiştir. Nitekim Al­lah Teâlâ bu anlamda şöyle buyurur :

“Doğrusu sana biz tekrarlanan yedi sûreyi ve Kur'an'ı verdik.” (Hicr, 87).

Vakit geçtikçe tekrarlanıp öğülen ve bir kerre okunup bırakılmayan Kur'an'ı verdik denilmekte­dir. Keza şu âyet-i celîle de aynı anlamdadır :

“Allah, sözün en güze­lini ahenkli, ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.” (Zümer, 23).

Kur'an için, Mesâni tabirinin kullanılması faydasının her zaman yenilenip tekrarlanmasından dolayı olabilir... Sürekli, Kuran'da övgüyü gerek­tiren ve onu okuyup öğrenerek amel edenlerin medhini icâb ettiren uyarılar bulunmasından dolayı da olabilir. Bu ifâdenin övgü anlamı­na senadan gelmesi mümkündür. Nitekim Kur'an'm, kerim sıfatı ile sıfatlanması bu şekildedir:

“Şüphesiz o çok şerefli bir Kur'an'dır.” (Vakıa, 77).

Keza Mecîd sıfatı da bu şekilde verilir :

“Doğrusu o, şanlı bir Kur'an'dır... (Bürûc, 21), 190

Sevâb:52

Sevâb:

İnsanın yaptıklarının neticelerinden doğan şeydir. Yapılan şeyin sonucuna sevâb adı verilir. Nitekim Allah Te-âlâ'nın cezayı fiilin kendisi olarak ifâde ettiğini görmez misiniz? “Kim zerre mikdârı hayır işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 7). Sevâb, hem ha­yır için hem de şer için kullanılırsa da çoğunlukla bilinen kullanılış şekli hayır içindir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : “Allah ka­tında mükâfat (sevâb) olmak üzere onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın (sevabın) en güzeli Allah katında-dır.” (Âl-i İmrân, 195), “Bu yüzden Allah onlara dünya nimeti (sevâb) ile âhiret nimetini (sevâb) de fazlasıyla verir.” (Âl-i İmrân, 148), “De ki Allah katında bundan daha kötü bir cezanın (mesûbet) pek yakın­da bulunduğunu size haber vereyim mi?” (Mâide, 60). Kötü cezanın, sevâb kökünden gelen mesûbet kelimesi ile ifâdesi istiare olarak kul­lanılmıştır. Nitekim müjde için de aynı şekilde istiare olarak bu kelime kullanılır : “Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı Allah katındaki sevâb (mesûbet) daha hayırlı olurdu.” (Bakara, 103), 191

Sıdk:52

Sıdk:

Doğru söylemek. Doğruluk ve yalan geçmiş ve gelecekte de olsa, va'd şeklinde veya başka şekilde de olsa söz için mevzuu bahistir. Birinci şekilde doğruluk sadece sözde olur :

“Kim Al­lah'tan daha doğru sözlüdür.” (Nisa, 87),

“Allah'dan söz bakımından daha doğru olan kimdir?” (Nisa, 122),

“Muhakkak ki O va'dinde doğ­ru, gönderilmiş bir peygamberdir.” (Meryem, 54).

Sıdk, sözün öze mu­tabakatı aynı zamanda kendisinden haber verilen şeylere uygunluğu­dur. Bu şartlardan, birisi olmayınca tam bir doğruluk sözkonusu ol­maz...” 192

Sıddîk:52

Sıddîk:

Doğruluğu çok olan kimsedir. Denildi ki; hiç yalan söylemeyen kişidir. Denildi ki; kendisinden hiç yalan sâdır ol­mayan ve doğruluğu âdet haline getiren kimsedir. Denildi ki; sözü ve inancı doğru olup doğruluğu fiiliyle tahakkuk etmiş olan kimsedir.

“Kitabta İbrahim'i de an. Muhakkak ki O doğru bir peygamberdir.” (Meryem, 41),

“Annesi de doğru sözlü bir kadındı, ikisi birlikte yemek yerlerdi.” (Mâide, 75),

“İşte onlar Allah'ın kendilerine nîmet verdiği, peygamberler, doğru sözlüler, şehîdler ve sâlihlerle beraber olanlardır.” (Nisa, 69).

Sıddîkler fazilet bakımından peygamberlerden hemen bir derece daha aşağıda olan topluluklardır.193

Sihr:53

Sihr:

Bu kelime aslında boğazın bir yanı demek olan sahar kelimesinden türetilmiştir ve birkaç anlama kullanılır :

Sihir; aldatma ve hakikati bulunmayan hayalî şeylerdir. Şa'beze yapan kişinin gözleri boyayarak el çabukluğuyla birtakım ma'rifetler göstermesi, nemîmecilerin de sahte sözlerle kulakları çelmeleri gibi. Bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“İnsanların gözünü bü­yülemişler ve onları korkutmuşlardı.” (A'râf, 116),

“Büyülerinden do­ layı ona öyle görünüyorlardı.” (Tâhâ, 66),

“Dediler ki ey büyücü bizim için Rabbma duâ et.” (Zuhruf, 49).

Bir tür yaklaşma metoduyla şeytânın yardımını çekmeye ça­lışmaktır :

“Lâkin şeytânlar küfrettiler. İnsanlara büyü öğretiyorlardî.” (Bakara, 102).

Eşyanın şeklini ve tabiatını değiştirme gücü olduğunu zan­nettiren ve insanı merkep kılabileceğini iddia eden fiile verilen isim­dir. Bunu yapanların aslında gerçekle hiçbir ilgileri yoktur. Sihir ke­limesinden bazan güzellik kasdedilmiştir. Nitekim Allah'ın Resulü şöyle buyurur : “Muhakkak ki beyândan bir kısmı büyüleyicidir.” Bazan da fiildeki dikkat ve itinâ için kullanılır.

Nitekim tabîatçı doktorlara büyücüler denmiş, gıdaya da büyü adı verilmiştir.

“Hayır biz büyülenmiş bir topluluğuz.” (Hicr, 15).

Yani büyü yoluyla bilgimizden vazgeçirilmiş insanlarız.

“Muhakkak ki sen büyülendirilmişlerdensin.” (Şuarâ, 153).

Yani kendisine büyü yapıl­mış olanlardansın.

“Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.” (Fürkân, 8),

“Firavun ona dedi ki : Ey Mûsâ, ben muhakkkak. senin büyülenmiş olduğunu tahmin ediyorum.” (İsrâ, 101),

“Bu ancak apa­çık bir sihirden başka bir şey değildir.” (Sâffât, 15),

“Ve büyük bir sihirle geldiler.” (A'râf, 116),

“Bu bir sihir midir? Sihirbazlar asla fe­laha eremezler.” (Yûnus, 77),

“Sihirbazlar belirli bir günün vaktinde toplandılar.” (Şuarâ, 46).

Saher ise gecenin sonundaki karanlığın gün­düzün başındaki aydınlıkla karışmasıdır ve bu vakte saher veya sahar denilir. Sahur ise saher vakti yenilen yemeğin adıdır. 194

Sırat:53

Sırat:

Dosdoğru yoldur. “Bizi dosdoğru yola hidâyet et, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.” (Fatiha, 6 - 7), “Allah di­lediğini dosdoğru yola hidâyet eder.” (Bakara, 213), “Kim de Allah'a sarılırsa dosdoğru yola götürülmüş olur.” (Âl-i İmrân, 101), “Bu da benim dosdoğru yolumdur, ona tâbi olunuz.” (En'âm, 153),195

Sırr:53

Sırr:

Açığın tersidir.

“Gizli ve açık olarak.” (Bakara, 274; Ra'd, 22),

“Ve O gizlediklerini de açığa vurduklarım da bilir.” (Bakara, 77),

“Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun.” (Lût, 13).

Sır; eşya ve anlamlar için kullanılır. Sır, ruhta saklanan sözdür :

“O gizleneni ve açıklananı bilir.” (Tâhâ, 7),

“Muhakkak ki Allah onların gizli ve açıkça konuşmalarını bilir.” (Tevbe, 78).196

Sultân:54

Sultân:

Bu kelimenin türedimi kökü, zorla bir şeye yerleşmektir:

“Eğer Allah dileseydi onları sizin üzerinize mu­sallat kılardı.” (Nisa, 90),

“Fakat Allah elçilerini dilediği kimseye mu­sallat kılar. Ve Allah her şeye Kâdir'dir.” (Haşr, 6).

İşte sultân da bu tasallut kelimesinden türetilmiştir:

“Muhakkak ki biz Musa'yı âyet­lerimizle ve apaçık bir güç ile göndermiştik.” (Hûd, 96),

“Kim de zul­medilmiş olarak öldürülürse onun velîsi için bir yetki (sultân) kılmışızdır.” (îsrâ, 33),

“Muhakkak ki O'na iman edip Rablerine tevekkül edenler üzerinde bir sultası yoktur.” (Nahl, 99),

“Onun hâkimiyeti an­cak kendisini dost edinenler üzerinedir.” (Nahl, 100).

Sulta sahibi ola­na, sultân denir ki ekseriyetle kullanılan budur. Delil için de sultân kullanılır. Bunun sebebi kalbe ilişen şeylerdir. Kalbe ilişen şeylerin çoğunluğu mü'minlerden ilim ve hikmet sahibleri üzerinde olmakta­dır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki :

“Onlar ki Allah'ın âyetleri hak­kında hiçbir hüccetleri olmadan tartışırlar.” (Gâfir, 35),

“Muhakkak ki Allah'ın âyetleri konusunda kendilerine gelmiş hiç bir yetki olma­dan tartışanlar...” (Ğâfir, 56),

“Gerçekten biz Musa'yı âyetlerimizle ye apaçık bir yetki ile göndermiştik.” (Hûd, 96),

“Siz bizi babalarımı­zın ibâdet ettikleri şeylerden çevirmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apa­çık bir hüccet getirin.” (İbrahim, 10),197

Sürür (Sevinç):54

Sürür (Sevinç):

Aşın sevinmedir : “Ve onlara sevinç ve neşeyi ulaştırır.” (İnsân, 11),

“Onların yüzüne parlaklık ve neşe verir.” (İnşân, 11),

“Bakanları ailesi içerisinde sevinçli idi.” (İnşikâk, 13),

Burada âhiretteki sevincin dünyadaki sevincin tersine olduğuna dikkat çekilmektedir.198

Şe'n:54

Şe'n:

Uygun ve elverişli olan durum için söylenilir. Sadece çok yüce ve önemli işlerde bu kelime kullanılır.

“O, her gün bir hal üzeredir.” (Rahman, 29), 199

Şey':54

Şey':

Bilinebilen ve bildirilebilen şeyler için söylenilir. Kelâmcılarm çoğunun yanında şey' mânâ bakımından müşterek bir isimdir. Allah hakkında ve diğerleri hakkında kullanıldığı zaman ortak bir nitelik arzeder, var olan ve yok olan (mevcûd ve ma'dûm) her şeye söylenir. Bazılarına göre şey' var olandan ibarettir... Allah Teâlâ şey' ile sıfatlandırıldığı takdirde bunun mânası; istenilen şey' demektir :

“De ki Allah her şey'in yaratanıdır.” (En'âm, 102) âyetin­de ikinci anlamda kullanılmıştır. 200

Şefaat:54

Şefaat:

Bir başkasına yardımcı olarak eklenmektir. Daha çok saygı bakımından daha üst olanın ve mertebesi yüce olamn daha aşağıdakine katılması için şefaat tabiri kullanılır. Kıyamet gü­nündeki şefaat da bu anlamdadır.

“Rahmanın katında bir ahd almış olandan başka kimse şefâata mâlik olamaz.” (Meryem, 87),

“O gün Rahmân'm kendisine izin vermiş olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 109),

“Onların şefaat edicilerin şefaati da fay­da vermez.” (Müddessir, 8),

“Onun için Allah'tan başka bir dost ve şefaatçi yoktur.” (En'âm, 70),

“Kim de güzel bir şefâatla şefaat eder­se onun için bundan bir pay olur.” (Nisa, 85).

Yani başkasına eklenip yardım eder ve onun eşi olursa veya hayır ve şer işlemekte şefaatçi olarak ona yardım eder, güç sağlar, fayda ve zararına iştirak ederse demektir. 201

Şakâvet:55

Şakâvet:

Mutluluğun (saadetin) tersidir. Şakâvet izafet bakımından saadet gibidir. Nasıl aslında saadet uhrevî ve dün­yevî olmak üzere iki kısım ise, dünyevî saadet te, ruhî saadet, bedenî saadet ve haricî saadet olmak üzere üç kısma ayrılı yorsa; aynı şekil­de şekavet de önce iki kısma, sonra üç kısma ayrılır. 202

Şerr:55

Şerr:

Herkesin kendisinden kaçtığı şeydir. Hayır ise herkesin kendisine koştuğu şey anlamınadır.

“Onlar yer bakımından daha kötü, doğru yoldan daha çok sapmış olanlardır.” (Mâide, 60),

“Allah katında canlıların en kötüsü...” (Enfâl, 22).

Şerrin ve hayrın türleri daha önce hayır maddesinde geçmişti. 203

Şeytân:55

Şeytân:

Şatana kökünden gelmekte olup, yaklaştı manasınadır. Allah Teâlâ'nın “Cinleri de ateşten yaratmıştır” buyru­ğunun delâlet ettiği gibi, şeytân ateşten yaratıldığı için, kızgınlık ve hamiyette aşırı gitmiş ve bu sebeple Âdem'e secde etmekten kaçınmış­tır. Ebu Übeyde der ki;

“Şeytân, cinden insandan ve canlılardan her türlüsüne verilen isimdir.” “Böylece her peygamber için insan ve cin­lerin şeytânlarından düşmanlar halkettik.” (En'âm, 113),

“Muhakkak ki şeytânlar dostlarına sizinle mücâdele etmek için fısıldarlar.” (En'âm, 121),

“Ve şey tanları yla başbaşa kalınca dediler ki, biz sizinle berabe­riz.” (Bakara, 14).

Yani cinlerden ve insanlardan arkadaşlarıyla. 204

Şirk:55

Şirk:

Şirket iki mülkü birbirine karıştırmaktır. Denildi ki; şirket bir şeyin iki kişinin olmasıdır. Bu şey, eşya olabileceği gibi ma'nevî bir şey de olabilir. İnsanla atın hayvanlıkta müşterek ol­ması gibi... İnsanın dindeki şirk (ortak) koşmalarına gelince bu iki kısımdır:

a) En büyük şirktir ki, Allah Teâlâ'nın ortağı olduğunu söyle­mektir. Falanca Allah'a şirk koştu denilince bu kasdedilir. Bu, küfrün en büyüğüdür.

“Muhakkak ki Allah kendisine şirk koşulmasını bağış­lamaz, bunun dışında kalan günahların dilediğini bağışlar.” (Nisa, 48),

“Kim de Allah'a şirk koşarsa muhakkak ki, uzak bir sapıklıkla sapıt­mıştır.” (Nisa, 116),

“Muhakkak kim Allah'a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar.” (Mâide, 73),

“Mü'min kadınlar da sana geldik­lerinde Allah'a hiç bir şeyi şirk koşmayacaklarına dâir bîat verirler.” (Mümtehine, 13),

“Şirk koşmuş olanlar diyeceklerdir ki, eğer Allah isteseydi biz şirk koşmazdık.” (En'âm, 148).

b) Bu ise küçük şirktir. Bu bazı konularda Allah'tan başkasını O'na denk tutmaktır. Riya ve nifak gibi... Peygamber (s.a.v.)'in, “Bu ümmette şirk kara kaya üzerinde karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” buyurması buna işarettir. 205

Şükür:55

Şükür:

Nimetin düşünülmesi ve izhârıdır. Denildi ki; bu kelime kesr kelimesinden maklûbdur. Şükrün zıddı küfürdür, bu ise nimeti unutmak ve gizlemektir. Şükür üç kısımdır : Kalb ile şükür, bu nimeti tasavvur etmektir. Lisân ile şükür, bu nimet vereni övmek­tir. Diğer organlarla şükür, bu da hakkı olan nimetlerle mükâfatlanmaktır :

“Biz Lokmân'a da hikmeti vermiştik. Allah'a şükret diye.” (Lokman, 12),

“Bana, anne ve babana şükret, dönüş yine Banadır.” (Lokman, 14),

“Kim de âhiret sevabını isterse ona bundan veririz ve şükredenleri mükâfatlandırırız.” (Âl-i İmrân, 145),

“Kim de şükrederse sadece kendi nefsi için şükretmiş olur., kim de küfrederse muhakkak ki Allah Ğanî'dir, Hamîd'dir.” (Lokman, 12),

“Ve kullarımdan çok şükredenler pek azdır.” (Sebe’, 13).

Burada Allah'a şükretmenin zor ol­duğuna dikkat çekilmektedir. Bunun için Allah Teâlâ, dostlarından ancak iki kişinin şükretmelerini övgüyle beyân etmektedir. İbrahim (a.s.) hakkında;

“Hizmetlerine şükredici olarak onu seçmiş ve onu dos­doğru yola hidâyet etmiştir.” (Nahl, 121),

Nûh (a.s.) hakkında da “O, muhakkak ki çok şükreden bir kul oldu.” buyurmuştur. Allah Te­âlâ için şekûr sıfatı kullanıldığında bununla, sadece kullarına verdiği lütuf ve kullarının ibâdetlerine karşı verdiği mükâfat kasdolunur.

“Mu­hakkak ki O Şekûr'dur, Halîm'dir.” (Teğâbün, 17).206

Tâbut:56

Tâbut:

Bildiğimiz şey. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor :

“Gerçekten onun hükümdarlığının alâmeti; size tâbutun gelmesidir.” (Bakara, 248).

Denildi ki; tâbut ağaçtan yontulmuş bir şeydi ve onda hikmet vardı. Denildi ki; o kalben huzurdan ibarettir. Nitekim kalbe bilginin döküldüğü yere hikmetin evi ve tâbutu adı ve­rilir.207

Taharet:56

Taharet:

Temizliktir ve bu iki kısımdır : Birisi cis­min temizliği, diğeri de ruhun temizliğidir. Bilumum âyetler her iki temizlğe birlikte hamledilmiştir.

“Eğer cünüp olursanız o zaman te­mizleniniz.” (Mâide, 6).

Yani su kullanınız.

“Hayızlı iken kadınlardan uzaklasın, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” (Bakara, 222),

“Temizlendikleri vakit te onlara Allah'ın size emrettikleri şekilde yak­laşın.” (Bakara, 222), 208

Takdis:56

Takdis:

İlâhî arıtma ve temizlemedir. Hissî olarak bilinen necasetin izâlesi anlamına gelmez : “Ve biz seni hamd ile tes-bîh ve takdis ederken...” (Bakara, 10), “De ki Onu Rûh'ül - Kudüs Rabbinden hak ile indirmiştir.” (Nahl, 102). Bununla Cibril kasdedilrnektedir. Çünkü o Allah tarafından ruhlarımızı arıtan şeyleri (Kur'an, hikmet ve ilâhî feyz) indirmektedir.

Beyt'ül-Mukaddes ise şirk gibi pisliklerden arınmış olan evdir. Mukaddes toprak da böyledir... 209

Takva:56

Takva:

Nefsi, korkulan şeyden korunmaya almaktır.

Gerçek takva budur, sonra korkmaya da takva adı verilmiştir. Kork­maya takva denmesi, bir şeyi gereği ile isimlendirilmesi nedeniyledir. Şeriatın örfünde takva, nefsi günahkâr kılan şeylerden korumaktır. Bu da yasaklan terketmekle tamamlanır. Takva, bazı mubahları terketmekle de tamamlanır :

“Kim de kaçınır (takva) ve islâh ederse, on­lar için korku yoktur ve üzülecek te değillerdir.” (A'râf, 35),

“Muhak­kak ki Allah takva sahibi olanlarla beraberdir.” (Nahl, 128),

“(Rabla-rından) korkanlar topluca cennete sevkedilirler.” (Zümer, 73)210

Tazarru':56

Tazarru':

Zillet ve boyun eğmektir :

“Onu boyun eğe­rek ve gizlice yalvararak çağırırsınız.” (En'âm, 63),

“Rabbınıza boyun eğerek ve gizlice yal varınız. Muhakkak ki O aşın gidenleri sevmez.” (A'râf, 55), 211

Tebliğ:57

Tebliğ:

“Akıl sahibleri öğüt alsınlar... diye bu, insanlar için bu bir tebliğdir.” (İbrahim, 52),

“Bu bir tebliğdir; fâsıklar güru­hundan başkası helak edilir mi hiç?” (Ahkâf, 35),

“Bize düşeri sadece apaçık tebliğdir.” (Yâsîn, 17),

“Senin canını alsak da senin vazifen sadece, tebliğ etmekir.” (Ra'd, 40).

Tebliğ; yeterlilik anlamına da gelir : “Doğrusu bu kitapta, ibâdet edenler için tebliğ vardır.” (Enbiyâ, 106),

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun.” (Mâide, 67).

Yani, sen bunu veya yüklendiğin başka bir va­zifeyi teblîğ etmezsen onun buyurduğu hiçbir şeyi tebliğ etmemiş olur­sun. Çünkü peygamberlerin yükümlülükleri çok ağırdır, diğer insan­lara benzemez. Allah Teâlâ'nın şu âyetlerindeki, “belâğ” ifâdesi ise neticeye götürmek ve ulaşmak anlamındadır.

“Müddetlerini doldurdukları vakit...” (Talâk, 2),

“Rabbimin vahyettiklerini size bildiriyo­rum.” (A'râf, 62),

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” (Mâide, 67),

“Yüz çevirirseniz, bilin ki ben size, neyi bildirmek için gönderildimse onları tebliğ ettim.” (Hûd, 57),

“Ve dedi ki, ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir.” (Âl-i İmrân, 40),

“Rabbim, karım kısır ve bende son derece kocamışken nasıl oğlum olur dedi.”212

Tesbîh:57

Tesbîh:

Sebh suda veya havada hızlıca gitmektir. Bunun için yıldızların yörüngelerindeki gidişine istiare olarak, sebh kelimesi kullanılmıştır.

“Ve onların hepsi bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn, 40).

Atın koşmasına da sebh kelimesi kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Yüzüp yüzüp gidenlere de.” (Nâziât, 3).

Hızlıca gitmeye de sebh tabiri kullanılır.

“Muhakkak ki sana gündüzde uzun bir gidiş vardır.” (Müzzemmil, 7.)

Tesbîh ise Allah Teâlâ'yı tenzih et­mektir. Aslı Allah'a ibâdette hızlıca geçip gitmektir. Ve bu, hayır fiili için kullanılmıştır. Umumiyetle tesbîh ibâdetlerde gerek sözlü, gerek fiilî, gerekse niyet şeklinde olan hallere itlâk olunur:

“Eğer o tesbîh edenlerden olmamış olsaydı.” (Sâffât, 143),

“Biz seni hamd ile teşbih eder dururken...” (Bakara, 30),

“Gece ve gündüz O'nu tesbîh et.” (A'râf, 41),

“Onu tesbîh etmeli değiller miydi?” (Kalem, 28).

Yani O'na ibâdet edip şükretmeli değiller miydi?

“Yedi gök ve yeryüzüyle onlarda bulunanlar Allah'ı tesbîh ederler. Hiç bir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbîh etmesin fakat siz onların teşbihini anlamazsınız.” (İsrâ, 44).213

Teshir:57

Teshir:

Zorla özel bir maksada doğru sevkedilmektir.

“Göklerde ve yeryüzünde olam size musahhar kılınıştır.” (Câsiye, 13),

“Sürekli olarak güneşi ve ay'ı size musahhar kılınıştır.” (İbrahim, 33),

“Ve size geceyi ve gündüzü musahhar kılmıştır.” (İbrahim, 33),

“Ge­mileri de sizin emrinize vermiştir.” (İbrahim, 33),

“Onu size musahhar kıldık ki şükredesiniz diye.” (Hacc, 36),

“Bize bunu musahhar kılan Allah'a hamd ve tesbîh ederiz.” (Zuhrûf, 13),214

Tevbe:58

Tevbe:

En güzel biçimde günahı terketmektir; Tevbe özür dileme şekillerinin en açık olanıdır. Çünkü özür dileme üç şekilde olur : Özür dileyen ya yapmadım der, ya yapmam der, veya şunun için yaptım der veya kötü yaptım fakat bıraktım der. Bunun belirli bir şekli yoktur. İşte kötü yaptım ve terkettim şeklindeki itiraf tevbedir. Tevbe şeriatta kötü olduğu için günahı terketmek ve aşırılıklara pişmanlık "duymaktır. Aşırılıkları âdet haline getirmeyi terk etme kas-dıdır. Mümkün olduğu şekilde amelleri yapmaya çalışmaktır. Bu dördü birleşince tevbenin şartlan tamamlanmış olur:

“Hepiniz birlikte Al­lah'a tevbe edin.” (Nur, 349),

“Hâlâ Allah'a tevbe edip O'ndan mağ­firet dilemezler mi?” (Mâide, 74),

“Sonra Allah kendilerine tevbe nasib etti.” (Mâide, 71),

“Hamd olsun ki, Allah, Peygamberin ve o güç­lük anında ona uyan muhacir ve ansânn tevbelerini kabul etti.” (Tev­be, 114),

“Sonra onları eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. (Tevbe, 118),

“Sizin isteklere riâyet edeceğinizi Allah bildi de tevbenizi kabul edip sizi bağışladı.” (Bakara, 187).

Tâib kelimesi ise; tevbe eden ve tevbesi kabul edilen kimsedir. Kul, Allah'a tevbe eder, Allah kulunun tevbesini kabul eder. Tevvâb (çok tevbe eden) kul, sı­rayla günahların bir kısmını terk eder ve neticede hepsini birden bı­rakır. Allah için de “Tevvâb” sıfatı kullanılır. Çünkü O da her zaman kullarının tevbesini kabul eder. “Muhakkak Allah, Tevvâb, Rahîm olan­dır.” (Tevbe, 118),215

Tevekkül:58

Tevekkül:

İki şekilde kullanılır : Birincisi, falana tevekkül ettim, denir ki onu kendime dost edindim manasınadır. Di­ğeri de falancaya dayandım anlamına tevekkül ettim denir.

“Onların dostları Allah'tır ve mü'minler Allah'a tevekkül etsinler.” (Âl-i İm-rân, 122),

“Kim de Allah'a tevekkül ederse O kendisine yeter.” (Ta­lâk, 3),

“Dediler ki biz Allah'a tevekkül ettik, Rabbimiz bizi zâlimler güruhu için fitne kılma.” (Yûnus, 85),

“Rabbımız sana tevekkül et­tik, sana döndük ve dönüş yine Sana'dır.” (Mümtehine, 4),

“Eğer mü'­minler iseniz Allah'a tevekkül ediniz.” (Mâide, 23),

“Allah'a tevekkül et, vekîl olarak Allah yeter.” (Mâide, 81),

“Ölümsüz diri olan Allah'a tevekkül et ve hamd ile tesbîh et.” (Fürkân, 58),216

Te'vil:58

Te'vil:

Asla dönmektir. Nitekim dönülen yere de mev'il adı verilir. Te'vîl; bir şeyi, ister ilmen olsun, ister fiilen olsun kasdedilen amaca döndürmektir. İlimde te'vîlin örneği şu âyet-i celîledir :

“İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'vîline yeltenmek için müteşâbih olanlara uyarlar. Halbuki onun te'vîlini Al­lah bilir.” (Âl-i İmrân, 7).

Fiilde te'vîlin örneği de Allah Teâlâ'nın şu mübarek sözüdür :

“Onlar onun te'vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vîli geldiği gün daha önce onu unutmuş olanlar derler ki...” (A'râf, 53).

Yani ondan kasdedilen amacın beyânı geldiği gün demek­tir.

“Eğer bir şeyde çekişirseniz Allah'a ve âhiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a bırakın. Bu, hem hayırlı, hem de netice iti­bariyle (te'vîl olarak) daha güzeldir.” (Nisa, 59).

Yani anlam ve ter­cüme olarak bu daha güzeldir. Bazıları ise âhirette sevâb olarak bu daha güzeldir, mânâsını vermişlerdir. 217

Ticâret:58

Ticâret:

Kâr elde etmek maksadıyla ana paradan tasarruf etmektir. Denildi ki; Arapların lüğatında te'den sonra cîm gelen bu kelimeden başka hiçbir lafız yoktur.

“Ey iman edenler, sizi elîm bir azâbtan kurtaracak bir ticâreti size göstereyim mi?” (Saff, 10),

“Onlar hidâyet karşılığı sapıklığı satın almış kimselerdir. Ticâret­leri kendilerine kâr sağlamamıştır.” (Bakara, 16),

“Ey iman edenler mallarınızı aranızda karşılıklı rızâ ile gerçekleştirdiğiniz ticâret yolu hâriç, bâtıl yollarla yemeyin.” (Nisa, 29),

“Ancak aranızda peşin alış­veriş olursa onu yazmamamzda size bir günah yoktur. Alışveriş yap­tığınızda şâhid tutun.” (Bakara, 282),218

Tuğyan-Tağut:59

Tuğyan-Tağut:

İsyanda haddi aşmaktır.

“Firavun'a git mu­hakkak ki o haddi aşmıştır.” (Tâhâ, 24),

“Hayır muhakkak ki insan haddi aşar.” (Alâk, 6),

“Doğrusu su taşınca akan gemilerle sizi taşı­dık.” (Hakka, 13).

Burada tuğyan kelimesiyle suyun sınırsız şekilde gelmesi kasdedilmiştir.

“Semûd'a gelince onlar azgın sel ile helak edil­diler.” (Hakka, 5).

Burada tûfâna işaret edilmektedir.

“Doğrusu su taşınca sizi, yüzen gemilerde taşıdık.” (Hakka, 13) âyetinde belirtildiği gibi tuğyan tabîri kullanılmıştır.

Tâğût ise hakkı aşan her şeydir. Allah'tan başka ta­pınılan her şeye Tâğût adı verilir. Müfred ve cemi' olarak kullanılır.

“Kim de Tâğût'u inkâr edip Allah'a inanırsa...” (Bakara, 256),

“On­lar ki Tâğût'a ibâdet etmekten kaçınmışlar ve Allah'a sığınmışlar, işte onlar için müjdeler vardır.” (Zümer, 17),

“Küfretmiş olanların dost­ları ise Tâğûttur.” (Bakara, 257),

“Onlar Tâğût ile hükmetmek isterler, halbuki ona küfretmekle emrolunmuşlardır.” (Nisa, 60).

Tâğût; haddi aşan her şeyden ibaret olduğu için; büyücüye, kâhine, cinlere ve hayır yolundan alıkoyan her şeye tâğût adı verilmiştir.219

Uff:59

Uff:

Kir ve tırnak kesintisi gibi her türlü hoş olmayan veya benzerleri için kullanılır. Hoşlaşılmayan ve kötü görülen her şeye uff denir. Nitekim Allah Teâlâ bu anlamda şöyle buyurur :

“Uff olsun size ve Allah'ı bırakıp ta tapdıklarmıza.” (Enbiyâ, 67)220

Ufuk:59

Ufuk:

“Onlara âyetlerimizi ufuklarda göstereceğiz.” (Fussilet, 53).

Çevreye nisbetle ufkî tabiri de kullanılır. Cömertlikte son raddeye ulaşan kişiye de âfık denir, çevrede kaybolup giden ufuka benzetilerek bu tabîr kullanılır.221

Ümmet:59

Ümmet:

Herhangi bir şeyin birleştirdiği topluluktur.

Bu şey, bir zaman veya yer olabilir. Bu birleştirici şey istekle veya boyun eğerek olabilir. Cem'i ümem gelir. Nitekim bu mânâda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Yerde yürüyen hiç bir hayvan, iki kanadiyle uçan hiç bir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi birer ümmet olmasınlar.” (En'âm, 6).

Yani her biri bir yol üzeredirler. Allah onlan tabiî olarak bu yola müsahhar kılmıştır. Kimi hayvan ağ örer örümcek gibi, kimi hayvan zahire biriktirir karınca gibi, kimi de kendi yiyeceğini araş­tırır serçe ve güvercin gibi. Allah Teâlâ : “İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu peygamberler gönderdi ve onlarla be­raber insanların ihtilâfa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermek için hak kitaplar indirdi.” (Bakara, 213) âyetindeki ümmet kelimesi bir tek sınıf, tek bir yol anlamına gelir. Bu biricik yol, küfür ve da­lâlet yoludur. “Rabbin dileseydi bütün insanları tek bir ümmet yapar­dı.” (Hûd, 118) âyetinde ise iman da tek bir ümmet demektir. “îçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk (ümmet) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Zuhruf, 22). Burada topluluk, din anlamına gelmektedir. “Muhakkak ki İbrahim Daş-lıbaşına bir ümmetti. Allah'a itaat ederdi. Ve o bir muvahhiddir.” (Nahl, 120). Burada Allah'a ibâdet konusunda bir topluluk yerine kâim olan bir kişi sayılırdı denmek isteniyor. Nitekim falanca başlı-başına bir kabiledir denilir ki bu mânâda kullanılır. “Hepsi bir de­ğildir, onlardan secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk (ümmet) vardır.” (Âl-i İmrân, 113). Yani bir ce­mâat vardır demektir. Zeccâc burada istikâmet anlamının bulunduğu­nu kabul ederek der ki, tek bir yola sahip topluluk vardır denmek is­tenmiştir.222

Ümmî:60

Ümmî:

Yazamayan ve bir kitabı okuyamıyan kişiye ümmî tabir olunur:

“Ümmîler arasında kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen ve onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur.” (Cum'a, 2).

Burada okuma yazma bilmeyen mânâ­sına kullanılmıştır. Kutrub; ümmîlerin gaflet ve cehalet erbabı oldu­ğunu, ümmînin de gaflet ve cehalete mensûb kişi olduğunu söyler. Ümmî, az bilgili olma anlamına da gelir. Nitekim Allah Teâlâ : “On­lardan bir kısmı ümitlidirler, kitabı anlamazlar. Birtakım bâtıl şeyleri onlar sadece zanneder dururlar.” (Bakara, 78) buyurmaktadır. Ferrâ der ki; bunlar kitap sahibi olmayan araplardır.

“Onlar ki yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları okuma yazma bilmeyen (ümmî) nebî olan Resule tabi olurlar.” (A'râf, 157).

Burada yazma bilmeyen topluluğa mensûb anlamına geldiği söylenmiştir. Tıpkı avama men­sûb olan kişiye ümmî dendiği gibi. Peygambere bu ismin verilmesi hiç bir kitabı yazıp okumamasından dolayıdır denmiştir. Bu ise peygam­ber için bir fazilettir. Çünkü o hıfzı ile gerekli güven ve teminatı vermektedir. 223

Üzn (Kulak):60

Üzn (Kulak):

Organ anlamınadır. Kazanın yuvarlak olması bakımından bu isim ona teşbih edilmiştir. Duyduğu şeylör çok olan ve duyduğunu söyleyen kişilere müsteâr olarak kulak tabîrl kul­lanılır : “İçlerinden öyleleri de vardır ki o her şeye kulak kesiliyor” diyerek peygambere eziyet verirler.

“De ki o sizin için hayır kulağıdır.” “Onlardan seni dinliyor gibi olanlar da vardır. Biz Kur'an'ı iyice anlamamaları için kalplerine perde ve kulaklarına ağırlık koyduk.” (En'âm, 25).

Burada onların duymamalarına değil, bilgisizliklerine işaret edilmektedir. Ezine kelimesi ise dinledi anlamınadır.

Nitekim İnşikâk sûresinde bu mânâda “Rabbma boyun eğdiğinde ki zaten o boyun eğecektir.” (İnşikâk, 2) buyurulmaktadır. Keza kulağa ilişen bilgi için de izn kelimesi kullanılır. Bu mânâda Allah Teâlâ şöy­le buyurur :

“Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygambere karşı bir harp ilân etme olduğunu bilin.” (Bakara, 279).

İzn ve ezan duyu­lan şey için de kullanılır. Bununla bilgi ifâde edilir, çünkü kulak, biz­deki bilginin başlangıcıdır. Bu anlamda Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Onlardan kimi de vardır ki bana izin ver, beni fitneye düşürme der.” (Tevbe, 49),

“Hani Rabbın onları kıyamet gününe kadar azabın en kötüsüne uğratacak olanları muhakkak göndereceğini ilân etmişti.” (A'râf, 167).

Müezzin ise her şeyi yüksek sesle bildiren kimsedir “Ve insanlan hacca çağır.” (Hacc, 27),

“Sonra bir münâdî şöyle seslendi.” Mi'zen; ezanın (ilânın) geldiği yerdir, İzin ise bir şeyin müsâade edil­diğinin açıklanmasıdır : “Biz bir peygamberi ancak Allah'ın izniyle ittibâ olunsun diye gönderdik.” (Nisa, 64).

Buradaki izin. irâde ve emir anlamınadır.

“İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah'ın emri (izni) ileydi.” (Âl-i İmrân, 166),

“Halbuki bunlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar verici değillerdi.” (Bakara, 102),

“Halbuki Allah'ın izni olmadıkça onlara hiç bir zarar veremez.” (Mü­câdele, 10).

Buradaki izin kelimesinin bilgi anlamına olduğu söylenirse de, ilimle izin arasında fark vardır. İzin ilimden daha özeldir. Sadece fiili işlerken ister hoşnut olsun, ister olmasın bir istek bulunduğu hal­lerde izin kelimesi kullanılır. Nitekim bu bakımdan Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

“Allah'ın izni olmadan hiç bir kimsenin iman etmiş olması mümkün değildir.” (Yûnus, 100).

Yani Allah'ın irâde ve meşiyyeti demektir. “Halbuki bunlar Allah'ın izni olmadıkça o sihirle kim­seye zarar verici değillerdi.” (Bakara, 102) âyetinde ise Allah'ın bir bakıma meşiyyeti vardır.

îsti'zân; izin talep etmektir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki:

“Senden ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlar ve kalpleri şüp­heye düşüp şüphelerinde bocalayanlar izin isterler.” (Tevbe, 45)... 224

Vâcib:61

Vâcib:

Vücûb sübûttur, vâcib ise birkaç şekilde kul­lanılır :

1- Mümkünün karşılığı olan vâcib. Bu, öyle bir şeydir ki, onun ortadan kalktığı farzedilecek olursa, bundan muhal meydana gelir. Bi­rin varlığının ikinin varlığıyla beraber olması gibi. Çünkü ikinin mey­dana gelip te birin ortadan kalkması muhaldir.

2- Yapılmayınca yapmayana kınamayı gerektiren şey için söy­lenilir. Bu da iki kısımdır. Birisi, akıl bakımından vâcibtir ki; Allah'ın birliğini ve Peygamberi bilmenin vâcib oluşu gibi. Diğeri ise, şeriat bakımından vâcibtir, ibâdetlerin vâcib oluşu gibi... Bazıları da dediler ki vâcib iki şekilde söylenilir : Birincisi vâcib ve lâzım olan şeyin kasdolunmasıdır. Bu vacibin mevcûd olmaması sahih olmaz.” Allah (c.c.) hakkında “vücûdu vâcibdir” sözümüz gibi. İkincisi ise var olmak hak­kıdır anlamına kullanılır. Fakîhlerin vâcib sözü ile kasdettikleri, ya­ pılmayınca cezayı gerektiren fiildir. 225

Va'd:61

Va'd:

Hayırda veya serde fayda veya zararda va'detme tabiri kullanılır. Vaîd ise özellikle şer için kullanılır.

“Ve şeytân iş bitince dedi ki muhakkak Allah size hak bir va'd ile va'd etti.” (İbra­him, 23),

“Yoksa kendisine güzel bir va'dle va'detmiş olduğumuz gibi mi?” (Kasas, 61),

“Allah size çok çok ganimetler va'd efti.” (Feth, 20),

“Allah sizden iman etmiş ve sâlih amel işlemiş olanlara va'd etti ki...” (Nûr, 55), 226

Vahy:61

Vahy:

Hızlı işarettir. Sürati ihtiva ettiği için vahyedilmiş emir de tabîr olunur. Bu, işaretle tariz yolunda söylenen sözdür. Bazan da terkîbten ayrı mücerred sesle veya bazı organlarla veya ya­zıyla işaret edilerek olur... Vahy, Allah'ın peygamberlerine ilkâ ettiği söze denir. Velîlerine ilham ettiği söze de denir... 227

Vekîl:61

Vekîl:

Vekele fiilinden ismi fail olup, başkasına güvenmek ve onu yerine vekîl kılmaktır.

“Allah, onların ima­nını artırdı da "Allah bize yeter O ne güzel Vekîl'dir" dediler.” (Âl-i İmrân, 173),

“Allah'a tevekkül et, vekîl olarak Allah yeter.” {Nisa, 81),

“De ki ben sizin üzerinize vekîl değilim.” (En'âm, 66)228

Veraset:61

Veraset:

Veraset ve irs; sözleşme veya sözleşme ye­rine geçen herhangi bir şey olmadan bir mülkün sana intikâlidir. Ölüden intikâl eden o eşyaya mîrâs ve irs adı verilir.229

Yakîn:61

Yakîn:

Bilginin niteliklerindendir. Ma'rifetin ve dira­yetin üzerindedir. Yakını bilgi denilir de, yakînî ma'rifet denmez. îlm'el-yakûii ayn el-yakîn ve hakk el-yakîn denilir. Bunlar arasındaki fark­lar başka bir kitapta zikredilmiştir. 230

Yaratma:62

Yaratma:

Halketme, aslında halk doğru takdir etmektir. Ancak bir şeyi aslı yokken ve belirli bir sıraya tâbi değilken yoktan var etmek için kullanılır :

“Hamd, gökleri ve yeri yaratana, karanlıkları ve aydınlıkları var eden Allah'a mahsûstur.” (En'âm, 1),

“O, göklerin ve yerin yaratanıdır.” (Bakara, 117).

Hak; bir şeyi bir şeyden var etmek için de kullanılır :

“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, O'ndan eşini vareden ve ikisinden bir çok erkek ve kadın üre­ten Rabbinizden korkun.” (Nisa, 1),

“İnsanı, bir damla sudan yarat­tık.” (Nahl, 4),

“Andolsun ki biz insanı, çamurdan süzülmüş bir özden yarattık.” (Mü'minûn, 13),

“Andolsun ki, sizi yarattık, sonra size şe­kil verdik.” (A'râf, 11),

Cinleri de yalın bir alevden yaratmıştır.” (Rah­man, 15).

Yoktan var etme anlamındaki yaratma, sadece Allah'a mah­sûstur. Bunun için Allah Teâlâ ile diğerleri arasını ayırmak üzere şöy­le buyurulmuştur :

“Yaratan, yaratmayan gibi midir hiç?” (Nahl, 17).

Hal değiştirme şeklinde olan yaratmaya gelince, bazı hallerde Allah Teâlâ onu kendisinden başkaları için de kullanmıştır. Nitekim Hz. Isâ hakkında şöyle buyurur :

“Hani sen benim iznimle hamurdan kuş gibi bir şey yapıyordun (yaratıyordun), içine üflüyordun da benim iznimle kuş oluyordu.” (Mâide, 110).

Yaratma tabiri bütün insanlar için kullanılmaz, sadece uydurma ve yalan için kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Aslı astarı ol­mayan sözler uyduruyorsunuz (yaratıyorsunuz).” (Ankebût, 17).

De­nilirse ki; Allah Teâlâ : “Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir.” (Mü'minûn, 14) buyurarak, yaratmayı başkaları için de kul­lanmıştır. Bu, Allah'tan başkasının yaratma sıfatıyla nitelendirilme­sinin sahîh olduğuna delâlet eder. Denilir ki; buradaki anlam uydu­ranların en güzeli manasınadır veya “inandıkları” şeklinde bir ifâde­nin takdir edilmesi gerekir. Sanki şöyle denmek istenmiştir; Bir ta­kım var edici ve icâd edici bulunmaktadır. Allah, —onların inancına göre— icâd edicilerin en güzelidir.

“Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki her şeyi yaratan Allah'tır.” (Ra'd, 16),

“Emredeceğim Allah'ın yaratışını değiştirecekler.” (Nisa, 119).

Denildi ki bunun mânâsı Allah'ın hük­münü değiştirmeleridir. 231

Yetim:62

Yetim:

Bulûğa ermezden evvel çocuğun babasından kopmasıdır. Diğer canlılarda ise anasından kopmadır :

“Seni yetim bulup ta barındırmadı mı?” (Duhâ, 6),

“Onlar ki sevdiklerine yemek yedirirler, miskinlere yetîme ve esîre.” (İnsan, 8),

“Yetimlere malları­nı veriniz.” (Nisa, 2),

“Yetimlerin mallarını zulüm ile yryeriler sâdece karınlarına ateş yemektedirler.” (Nisa, 10),

“Sana yetimlerden'sorar­lar, de ki onlar için iyi davranmak daha hayırlıdır.” ' {Bakara, 220).

Tek olan her şeye de yetîm tabiri kullanılır. 232

Zekât:62

Zekât:

Allah Teâlâ'nın bereketi ile hâsıl olan geliş­medir. Bu gelişme hem dünyevî, hem de uhrevî işlerde olur. Bitki ge­lişip artınca da bu tabir kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Şimdi siz birinizi paranızla şehre gönderin de yiyeceklere baksın, han­gisi daha temizse (zekât) ondan size getirsin.” (Kehf, 19).

Bununla hangisinin helâl olduğuna işaret edilmektedir.

Zekât; insanın Allah'ın hakkı olarak malından fakirlere verdiği şeydir. Bu vergiye zekât adının verilmesi onun artıp bereketlenmesini istemekten veya nefsin arınıp hayır ve bereketlerle geliştirilmesinden dolayı olabilir. Ya da her ikisi birdendir. Çünkü zekâtta her iki hayır da mevcûddur. Allah Teâlâ Kur'an'da namaz ile zekâtı 37 yerde birarada zikretmiştir. “Namazlarınızı kılın; zekâtı da verin.” (Bakara, 43, 82, 110). Nefsin temizlenmesi ve arıtılmasıyla insan dünyada övgüye değer niteliklere hak kazamr, âhirette de sevâb ve mükâfata mazhar olur.233

Zikr:63

Zikr:

Zikr denilince bazan onunla; nefsin elde etmesi gereken bilgileri koruma imkânı kasdedilir ki bu durumuyla o hıfz gibidir. Ancak hıfz, bilginin elde edilmesi, zikr ise elde edilen bilginin yeniden hazırlanması (hatırlanması) dır. Kimi zaman da zikr; bir şe­yin gönülde veya hatırda hazır hale getirilmesi için söylenilmiştir. Bu­nun için denilmiştir ki; zikr iki zikrdir. Biri kalb ile zikr, biri de lisân ile zikrdir. Kalb ile zikrin iki kısmı vardır. Birisi unutarak zikr (ha­tırlama) diğeri ise unutmadan zikr (hatırlama) ve hıfzın devamı yo­luyla zikrdir. Zikr diye ifâde edilen her söz lisân ile zikri ifâde eder :

“Andolsun ki size içinde iyilik bulunan bir (zikr) kitab indirdik. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (Enbiyâ, 10),

“İşte bu da bizim indirdi­ğimiz mübarek bir zikrdir.” (Enbiyâ, 50),

“Aramızdan zikr ona mı in­dirilmiştir? Hayır onlar zikrden şüphelidirler.” (Sâd, 8),

“Sâd. öğüt veren (zikr) Kur'an'a yemîn olsun.” (Sâd, 1),

“Doğrusu bu sana ve kavmine bir öğüttür (zikr).” (Zuhruf, 44),

“Bilmiyorsanız zikr ehline sorun.” (Enbiyâ, 7),

“Allah, size gerçekten bir zikr indirmiştir.” (Ta­lâk, 10).

Denildi ki; zikr, burada Hz. Peygamberin vasfıdır, tıpkı söz (keli­me) Hz. İsa'nın vasfı olduğu gibi. Çünkü Hz. Peygamberin geleceği geçmiş kitaplarda müjdelenmiştir.

Unutarak hatırlama anlamına gelen zikr ise, şu âyetlerde vârid olduğu şekildedir :

“Bak ben, kayalığa vardığımızda balığı unutmu­şum. Şeytândan başkası onu bana unutturmadı.” (Kehf, 63).

Kalb ve lisân ile birlikte zikrin örneği ise şu âyet-i kerîme'dlr:

“Atalarınızı andığınız gibi hatta daha kuvvetli bir anışla (zikrle) Al­lah'ı zikredin.” (Bakara, 200),

“Arafâttan geri döndüğünüz zaman Meş'ar-ı Haramın yanında Allah'ı zikredin. O sizi hidâyete ulaştırdığı gibi siz de O'nu zikredin.” (Bakara, 198),

“Andolsun ki (zikrden), Tev­rat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak sâlih kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.” (Enbiyâ, 105).

Yani önceki kitaplardan sonra. “İnsanın üzerinden uzun bir devreden öyle bir zaman geçmiştir ki o zikredilmeğe değer bir şey bile değildi.” (İnsân, 1).

Yani Allah'ın ilminde mevcûd olsa da bizatihi mevcûd bir şey değildi.

“Öğüt ver. Çün­kü öğüt (zikr) insanlara fayda verir.” (Zâriyât, 55),

“Allah'ı zikretmek en büyük şeydir..) (Sâd, 43), 234

Zina:63

Zina:

Şer'î bir bağ olmadan kadına yaklaşmaktır.

“Zina eden erkek ancak zina eden bir kadını veya müşrik bir kadını nikâhlar. Zina eden bir kadını da ancak zina eden bir erkek nikâhlar. (Nûr, 3),

“Zina eden erkekle zina eden kadından herbirine yüz sopa vurun.” (Nûr, 2)235

Zulm:63

Zulm:

Zulmet ışıksızlıktır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

“Allah onların ışığını giderdi de kendilerini karanlıklar içe­risinde görmez halde bıraktı.” (Bakara, 17),

“Allah, iman etmiş olan­ların dostudur... Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır.” (Bakara, 257),

“Sizi karanın ve denizin karanlıklarında kim doğru yola götürür?” (Neml, 63).

Zulümât ile cehalet, şirk, fâsıklık kasd olunur. Nûr ile de bunların tersi ifâde edilir... Zulm; lügat ehli ile, bilginlerden çoğuna göre; bir şeyi mahsûs olmayan yerine, noksan veya fazlasıyla, vaktinde veya yerinde, vaktini veya yerini değiştirerek koymaktır. Bunun için vakitsiz su verildiğinde zulmettin tabiri kullanılır. Süte ve toprağı yer­siz kazmaya da zulm tabiri kullanılır. Bir yerden çıkan toprağa da zâ­lim adı verilir. Zulüm; dâirenin noktası yerine geçen hattı tecavüz et­mektir. Tecâvüzün azına veya çoğuna zulüm adı verilir. Bunun için büyük ve küçük günahlarda da zulüm tabirleri kullanılmıştır. Bu se­beple Hz. Âdem'e emri tecâvüz etmesinden dolayı zâlim denilmiştir. İblîs'e de zâlim denmiştir. Ancak her iki zulm arasında büyük mesa­feler vardır. Bazı hikmet sahipleri demişlerdir ki zulüm üçtür :

1- Birisi insan ile Allah arasındaki zulümdür ve bunun en bü­yüğü küfür, şirk ve nifaktır. Allah Teâlâ'nın : “Muhakkak ki şirk bü­yük bir zulümdür.” (Lokman, 13), “Dikkat edin Allah'ın la'neti zâlimler üzerinedir.” (Hûd, 18), “Zâlimler için elîm bir azâb hazırlanmış­tır.” (İnşân, 31) âyetlerinde bu mânâ kasdedilmiştir.

II- İnsanla başkalan arasında olan zulüm, şu âyet-i kerîme'de bu kasdedilmiştir :

“Ve Allah zâlimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 57, 140),

“Elim de zulmedilmiş olarak öldürülürce biz onun velîsi için bir yetki kılmışizdır.” (İsrâ, 33),

III- Kişi ile nefsi arasındaki zulüm. Şu âyet-i kerîmelerde bu tür zulüm kasdolunmuştur : “Ve o, nefsine zulmetmiş olarak bahçe­sine girdi.” (Kehf, 35), “Onlardan bir kısmı kendi nefsine zulmedicidir, bir kısmı ise orta yolu tutar...” (Fâtır, 32), “Dedi ki, Rabbım doğrusu ben nefsime zulmettim.” (Bakara, 231). Aslında her üç zulüm de ki­şinin nefsine zulmdür. Zira insan, daha zulmetmeyi kasdeder etmez kendi nefsine zulmetmiş olur. Öyleyse zâlim kendi nefsine zulüm ile işe başlamaktadır. 236

Zühd :64

Zühd :

Az şey. Zâhid ise az şeye razı olan ve bunu is­teyen kişidir :

“Ve onlar bu konuda zâhidlerden idi.” (Yûsuf, 30), 237