Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Maide

1 / 32

Îmân Edenlere Helâl Kılınan Şeyler2

Îmân Edenlere Helâl Kılınan Şeyler

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Nuaym İbn Hannâd... Maan veya Avf'dan —ya da her ikisinden— nakletti ki; adamın biri Abdullah İbn Mes'ûd'a gelerek şöyle demiş : Bana ahd et. Abdullah İbn Mes'ûd demiş ki: Allah Teâlâ'nm «Ey îmân edenler, ahidleri yerine getirin...» âyetini işittiğin zaman, ona kulağına ver. Çünkü bu âyette hayırlar emredil-mekte, serler nehyedilmektedir. İbn Ebu Hatim der ki: Bana Ali İbn Hüseyn... Zührî'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Allah Teâlâ «Ey îmân edenler» buyurduğu zaman; o buyruğu yerine getirin. Çünkü Rasûlul-lah (s.a.) da onlardandır. Ahmed İbn Sinan... Hayseme'den rivayet eder ki; o, şöyle demiş : Kur'an'da yer alan her «ey îmân edenler» ifâdesi Tevrât'daki «ey miskinler» ifâdesinin aynıdır. Ahmed İbn Sinan'ın Zeyd İbn îsmâîl kanalıyla İkrime ve İbn Abbâs'tan rivayet ettiği hadîste, İbn Abbâs şöyle der: «Kur'an-ı Kerîm'de yer alan «Ey îmân edenler» âyetinin hepsinde Hz. Ali îmân edenlerin efendisi, değerlisi ve emîri-dir. Ebu Tâlib oğlu Ali müstesna Rasûlullah (s.a.) m ashabının hepsi Kur'an'da itaba uğramıştır.

Hz. Ali Kur'an'ın hiç bir âyetinde itaba ma'rûz kalmamıştır. Bu hadîs, garîbdir, lafzı münkerdir. İsnadı, üzerinde dikkatle durulması gereken bir isnâddır. Nitekim Buhârî, bu hadîsin râvîleri arasında yer alan İsâ İbn Râşid'in meçhul ve onun naklimin münker olduğunu bil­dirir. Ben de derim ki; bu hadîsin râvîleri arasında yer alan Ali İbn Bü-zeyme her ne kadar sika (güvenilir) bir râvî ise de, aşırı bir Şiî'dir. Ve onun naklettiği- bu türden rivayet itham edilmiş, kabul görmemiştir. Bu hadîste yeralan «Ebu Tâlib oğlu Ali müstesna peygamberin ashabın­dan hepsi Kur'an-ı Kerîm'de itaba uğramıştır.» ifâdesine gelince; bu­nunla sadakayı emreden âyete işaret edilmiştir. Çünkü bir çok kişi ta­rafından nakledildiğine göre; Hz. Ali'den başka kimse bu emir ile amel etmemiştir. Ve bu sebeple Allah Teâlâ'nın «Husûsî konuşmanızdan ön­ce sadaka vermekten ürktünüz mü ki, bunu yerine getirmediniz? Ama Allah tevbenizi kabul etmiştir. Öyleyse namazı kılın, zekâtı verin, Al­lah'a ve Peygamberine itaat edin. Allah işlediklerinizden haberdârdır.» (Mücâdile, 13) âyeti nazil olmuştur. Bu ifâdenin bir itâb olduğu gö­rüşü, üzerinde durulması gereken bir görüştür. Çünkü söylendiğine gö­re; bu emir vücûb ifâde etmez, mendûb bir emirdir. Kaldı ki bu, mü'min-ler için daha yapılmazdan önce neshedilmiştir. Ashâbdan hiçbir kim­sede bunun tersine bir davranış görülmemiştir. Hz. Ali'nin Kur'an'da hiç bir şekilde itaba uğramadığı görüşüne gelince; bu görüşün üzerinde de dikkatle durulması gerekir. Çünkü Enfâl sûresinde Hattâb oğlu Ömer müstesna herkese itâb vârid olmuştur. Bu ve bundan önceki ifâ­deden de anlaşılıyor ki; bu hadîs zayıftır. Doğruyu en iyi Allah bilir.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Müsennâ... Yûnus'tan nakletti ki; o, Muhammed îbn Müslim'in şöyle dediğini bildirmiş: Ben Rasûlullah (s.a.) in Amr İbn Hazm'ı Necrân'a elçi olarak gönderdiğinde, ona yaz­dığı mektubu okudum. Mektup Amr İbn Hazm'm oğlu Ebu Bekr'in ya­nındaydı. Orada şöyle buyuruluyordu : Bu, Allah ve Rasûlünden açıkla­madır : «Ey îmân edenler, akidleri yerine getirin.» Ve bu âyet «Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.» (Mâide, 4) kısmına kadar yazılmıştı.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Amr İbn Hazm'ın oğlu Muhammed'in oğlu Ebu Bekr'in oğlu Abdulİah'dan nakletti. O da ba­basının şöyle dediğini bildirmiş : Bu, Allah Rasûlünün Amr İbn Hazm'a, Yemen halkına iyiyi öğretmek, sünneti ta'lîm etmek ve sadakalarını top­lamak üzere gönderdiğinde yazmış olduğu mektup olup bizim katımız­da saklıdır. Rasûlullah Amr İbn Hazm'a mektup yazmış, ahid vermiş, emrini bu mektubunda şöyle bildirmiştir : Rahman ve Rahîm olan Al­lah'ın adıyla. Bu, Allah ve Rasûlünden bir mektuptur : «Ey îmân eden­ler, akidleri yerine getirin.» Bu Allah'ın Rasûlü Muhammed'in Amr İbn Hazm'a Yemen'e gönderdiğinde yazmış olduğu ahiddir. Bütün işlerin­de Allah'tan korkmasını ona emretti. Çünkü Allah kendisinden korkan ve ihsan edenlerle beraberdir.

«Akidleri yerine getirin.» İbn Abbâs, Mücâhid ve daha başkaları derler ki: Buradaki «akidler»den maksad; ahidlerdir. İbn Cerîr bu ko­nuda icmâ' olduğunu söyler ve der ki: Ahidler, üzerinde yemîn ve ben­zeri şekilde sözleşilen sözlerdir. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'-tan nakleder ki; burada yer alan «akidler» kelimesi ahidler demektir. Yani Allah'ın helâl ve haram kıldığı şeyler ile, Kur'an-ı Kerîm'de be­lirttiği hadler ve farzlardır. Siz bu emirleri çiğnemeyin, farzları ter-ketmeyin. Sonra Cenabı Allah, bu konuda daha şiddetli davranarak şöyle buyurmuştur : «Onlar ki; söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bo­zarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparırlar.» (Bakara, 27).

Dahhâk da-buradaki akidlerden maksad; Allah'ın helâl ve haram kıldığı şeyler, Hz. Peygambere ve kitaba îmân etmeyi kabul eden kişi­lerden almış olduğu, Allah'ın helâl ve haramlarla, -farzlarını yerine ge­tirmelerine dâir sözlerdir. Zeyd İbn Eşlem ise, akidlerin altı tane ol­duğunu söyler. Bunlar Allah'ın akdi, yemîn akdi, ortaklık akdi, alış-ve-riş akdi, nikâh akdi ve hilf akdidir. Muhammed İbn Kâ'b ise bu akid­lerin beş tane olduğunu, câhiliyet yemîni ile mufâvada ortaklığının da bunlar arasında bulunduğunu bildirir. Bazıları bu âyete dayanarak alış -veriş meclisinde seçme hakkının bulunmadığını öne sürmüşlerdir. Ve demişlerdir ki; bu âyet akdin lüzumuna ve sabit olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla mecliste seçme hakkının bulunmamasını gerektirir. Bu, Ebu Hanife ve Mâlik'in görüşüdür. Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel ile Cumhur buna muhalefet etmişlerdir. Bu konuda delil Buhârî ve Müs­lim'de sabit olan Abdullah tbn Amr'ın naklettiği şu hadîstir: Rasûlul-lah (s.a.) buyurdu ki: Alan ve satan meclisten ayrılmadıkça muhayyer­dirler. Buhârî'nin bir başka ifâdesi de şöyledir :

İki kişi alış-veriş yaptıklarında, meclisten ayrılmadıkları sürece muhayyerdirler. Bu hadîs, satış sözleşmesini ta'kîb eden meclisde mu­hayyerliğin varlığı için bir delildir. Ancak bu, akdin lüzumsuzluğunu gerektirmez. Aksine akid, şeriat bakımından alış-verişin gereklerinden­dir ve akde uymak, akdi yerine getirmenin mütemmimidir.

«Hayvanlar size helâl kılınmıştır.» Buradaki deve, sı­ğır ve koyundur. Hasan, Katâde ve başkaları böyle demişlerdir: İbn Cerîr Taberî, arapların yanıhda hayvanlar ta'bîri ile kasdedilenler bunlardan ibarettir, der, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Abbâs ve daha başkaları da bu âyeti esâs alarak; anası kesilip de kar­nındaki yavrusu ölecek olursa, yavruyu yemenin mübâh olduğunu be­yân etmişlerdir. Bu konuda Sünen kitaplarında vârid olan hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir. Mücâhid kanalıyla... Ebu Saîd'den nakledilen bir hadîste denilir ki; ey Allah'ın Rasûlü, biz karnında yavrusu bulunan koyunu veya ineği veya dişi deveyi kesiyo­ruz. Yavrusunu atalım mı, yiyelim mi? dedik. Rasûlullah; isterseniz onu yeyin, çünkü anasının kesilmesi, onun kesilmesidir, buyurdu. Tir­mizî, bu hadîsin hasen olduğunu söyler.

Ebu Dâvûd der ki; Bize Muhammed İbn Yahya... Câbir İbn Abdul-lah'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Yavrunun kesilmesi, anasının kesilmesidir. Bu rivayet yalnızca Ebu Dâvûd'da vardır.

«Size bildirilecekler müstesna olmak üzere» Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; bildirileceklerden nıaksad; ölü, kan ve domuz etidir. Katâde, bununla ölünün ve Allah'ın adıyla kesilmeyen hayvan­ların kaydedildiğini söylemiştir.

Doğrusunu Allah bilir ya; burada istisna edilenler «Ölü, kan, do­muz eti, Allah'tan başkası adına boğazlananlar, vurularak, yuvarlana­rak, veya süsülerek ölen, yırtıcı hayvan tarafından parçalananlar, —can­ları çıkmadan evvel— kestiğiniz müstesna, dikili taşlar üzerine kesilen­ler ve fal oîdarıyla kısmet aramanız, size haram kılınmıştır.» (Mâide, 3) âyetinde zikredilenlerdir. Bunlar her ne kadar hayvanlar

ta'bîrinin içerisinde yer alıyorlarsa da bu, geçici hallerinden dolayı ha­ram kılınrmşiardır. Keza, dikili taşlar üzerine kesilen hayvanlar da, fal oklarıyla kısmet aramak da haramdır. Bunların istidrâki ve telâhuku mümkün değildir. Bunun için Allah Teâlâ : «Size bildirilecekler müs­tesna, hayvanlar helâl kılınmıştır» buyuruyor. Yani ancak size haram olduğu bildirilecekler İle bazı hallerde haram sayılanlar müstesnadır,

«Siz ihrâmlı iken avlanmayı helâl görmezsiniz.» Bazıları bu âyeti hal sayarak mansûb okumuşlardır. «Hayvanlar»dan maksad; deve, koyun ve sığır gibi evcil hayvanlarla, ceylan, yaban eşeği gibi vahşî hay­vanlardır. Evcil hayvanlardan yukarda sayılanlar istisna edilmiş, vahşî hayvanlardan da ihrâmlı iken avlanmaları yasaklananlar müstesna kı­lınmıştır.

Denildi ki; bu âyetten maksad; bütün hallerde hayvanları size helâl kıldık, öyle ise siz, ihrâmlı iken avlanmayı haram kabul edin. Çünkü Allah Teâlâ böyle hükmetmiştir. Allah, bütün emir ve yasakla­rında yegâne hüküm sahibidir. Bunun için müteakiben «Muhakkak ki Allah, dilediğini hükmeder.» buyurmuştur.

«Ey îmân edenler, Allah'ın nişanelerine hürmetsizlik etmeyin.» İbn Abbâs buradaki «nişaneler»den maksadın; haccın menâsiki olduğunu bildirir. Mücâhid ise Safa ile Merve'dîr, der. Kurban ise Allah'ın şeâirin-dendir. Denildi ki; Allah'ın nişanelerinden maksad; yasaklandır. Bu takdirde; Allah'ın haram kıldığı yasaklarını, helâl saymayın, mânâsı an­laşılır. Bunun için âyetin devamında «Haram olan aya da» buyurulmuş-tur. Bu ifâde ile haram olan ayın saygınlığını kabul etmek kasdedü-miştir. Keza Allah'ın işlenmesini yasakladığı savaşa başlamak ve ha­ramlardan kaçınmak gibi konular da burada kaydedilmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurulur: «Sana haram ayda savaş­tan suâl ederler. De ki; o ayda savaşmak, büyük bir günâhtır.» (Bakara, 217). Ve yine bir başka âyette de şöyle buyurulur : «Allah katında ay­ların sayısı onikidir...» (Tevbe, 36)

BUhârî'nin Sahîh'inde Efou Bükre'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.), veda haccmda şöyle buyurmuştur: Zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günde olduğu şekle yemden dönüp geldi. Yıl, oniki aydır. Haram olan dört ayın üçü birbiri ardısıra gelir, bunlar Zülka'de, Zül-hicce, Muharrem aylandır. Bir de Şa'bân ile Cumâdelâhir arasında bu­lunan Mudar Receb'idir. Mudar Receb'i, Mudar kabilesinin savaşı ya­sakladığı ay olması sebebiyle Receb'e bu isim verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Selef-i sâlihînden bir gruba göre; haram ayların harâmlığı, âhır zamana kadar devam edip gitmektedir.

Ali İbn Ebu Talha, İbn Atobâs'tan nakleder »ki; «Haram olan aya da.» kavlinden maksad; bu ayda da savaşmayı helâl kılmayın, demek­tir. Mukâtil İbn Hayyân, Abdülkerîm İbn Mâlik el-Cezerî de böyle del­miştir. İbn Cerîr TabenV bu görüşü tercih etmiştir. Cumhur ise bu âye­tin mensûh olduğu görüşündedir. Ve onlara göre haram aylarda savaşı başlatmak caizdir. Çünkü onlar, «Haram aylar çıkınca müşrikleri ne­rede bulursanız öldürün.» (Tevbe, 5) âyetine istinâd ederek derler ki; kasdolunan dört aydır. Hiçbir ay, diğerinden haram olarak istisna edil­memiştir.

İmâm Ebu Ca'fer Taberî, haram aylarda şirk ehliyle savaşmayı Allah'ın helâl kıldığı konusunda icmâ' bulunduğunu nakleder. Yılın diğer aylan da böyledir. İbn Cerh* devamla der ki: Yine Cumhur şu konuda da icmâ' etmiştir : Müşrik boynuna veya iki bileğine bütünüyle Harem-i Şerifin ağaçlarının kapçığından gerdanlık yapmış olsa da; bu, kendisini ölümden kurtaran bir emân sayılmaz. Daha önce müslü-manlarla bir zimmet sözleşmesi veya emân akdetmemişse geçerli de­ğildir. Bu konu, başka bir eserde detaylı olarak açıklanacaktır.

«Hediyye olan kurbanlara, gerdanlıklı hayvanlara» Allah'ın evine hediyye olan kurbanlığı götürmekten vazgeçmeyiniz. Çünkü bunlarda Allah'ın nişanelerine saygı mevzû-u bahistir. Bu hayvanların boynuna, öteki hayvanlardan ayırdedilmek üzere ve Kâ'be'ye armağan olarak götürülmek İstendiği bilinip, ona kötülükle yaklaşmak isteyenlerin ka­çınmasını sağlamak ve ayrıca bu şekilde Allah'ın evine hediyye gön­dereceklere örnek olmak üzere, hayvanların boynuna gerdanlık tak­maktan da vazgeçmeyiniz. Çünkü Kâ'be'ye hediyye olarak kurban gö­türmeye davet eden kimseye, tâbi olanların ecri kadar mükâfat vardır. Ayrıca kendilerinin mükâfatından da hiçbir şey eksiltilmez. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.) haccettiği zaman; zu'1-HuIeyfe'de geceledi. Sabah olunca sayıları dokuzu bulan eşlerini ziyaret etti. Sonra yıkanıp güzel kokular süründü. Ve iki rekat namaz kıldı. Sonra kurbanım göstererek; ona gerdanlık yaptı. Halka hacc ve umre haberini verdi. O'nun kurbanı pek çok deve idi. En güzel şekil ve renkte altmışın üzerinde deve kur­ban etmişti. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Bu, böyledir. Kim Allah'ın nişanelerine hürmet ederse, bu, kalblerin tak-vâsmdandır.» (Hacc, 32).

Seleften bazıları- demişlerdir ki; Allah'ın nişanelerine saygı göster­mek demek; kurbanın güzelini ve besilisini seçmek demektir. Ali İbn Ebu Tâlib der ki; Rasûlullah (s.a.) bize göz ve kulağa dikkat etmemizi emretmiştir. Bu hadîsi Sünen ehli muhaddisler rivayet ederler..

Mukâtil İbn Hayyân der ki; «Gerdanlıklı hayvanlara» âyetinden maksad; onu helâl saymayın, demektir. Çünkü câhiliyet ehli, haram aylann dışında yurtlarından çıktıkları zaman kendilerine yün ve kıl­dan gerdanlık yaparlardı. Mekke'li müşrikler de Harem-i Şerifin ağacı­nın kabuğundan gerdanlık yaparlar ve böylece kendilerini emniyette hissederlerdi. İbn Ebu Hatim bunu rivayet ettikten sonra der ki; bize Muhammed İbn Ammâr... İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir : Bu sûrede iki âyet neshedilmiştir. Birisi gerdanlık âyeti, diğeri de;

«Eğer sana gelirlerse ya aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir.» âyetidir. Münzir İbn Şâzân bize nakletti ki... îbn Avn şöyle demiş : Ben Hasan'a Mâide sûresinden neshedilen 'bölüm var mı? diye sorduğum­da; o, hayır, dedi.

Ata der ki; müşrikler, Harem-i Şerifin ağaçlarından gerdanlık yapıyor ve böylece kendilerini emîn kılıyorlardı. Allah Teâlâ, bu sebeple oradaki ağaçlan koparmayı yasaklamıştır. Mutarrif İbn Abdullah da böyle demiştir.

«Ve Rablanndan nimet, rızâ taleb ederek Beyt'ül-Harâm'a ge^ lenlere de hürmetsizlik etmeyin.»

Allah'ın evine emîn olarak gelenlerle ve Allah'ın lutfunu, hoşnûd-luğunu taleb ederek gelenlerle savaşmayı helâl saymayın. Onları Al­lah'ın evinden alıkoyup, engelleyip, tahrik etmeyin. Mücâhid, Atâ, Ebu'l-Âliye, Mutarrif İbn Abdullah, Abdullah İbn Zeyd İbn Umeyr, Rebî' îbn Enes, Katâde ve Mukâtil İbn Hayyân «Rablanndan nimet, nzâ taleb ederek» kavliyle; ticâretin kaydedildiğini söylemişlerdir. Daha önce Bakara şikesinde geçen «Rabbınızın lutf-u keremini aramanızda bir günâh yoktur.» (Bakara, 198) âyetini de aynı şekilde tefsir etmişlerdik.

İbn Abbâs, bu âyetteki «rızâ taleb ederek» kavlinden maksad; hacc ederek Allah'ın hoşnûdluğunu kazanırlar, demek olduğunu söylemiştir.

İkrime, Süddî, İbn Cüreyc bu âyetin Hutam İbn Hind el-Bekrî hak­kında nazil olduğunu bildirirler. Hutam, Medine'nin otlağına saldır­mıştı. Ertesi yıl Allah'ın evinde umre yapmak istedi. Ashâbdan bir kıs­mı, onun önüne çıkarak Kâ'be'ye gitmesine engel olmak istediler. Bu­nun üzerine Allah Azze ve Celle «Ve Rablanndan nimet, nzâ taleb ede­rek Beyt'ül-Harâm'a gelenlere hürmetsizlik etmeyin.» buyurmuştur.

İbn Cerır Taberî, bu konuda icmâ' bulunduğunu nakleder. Emân bulunmadığı sürece ister Beyt'ül-Harâm'da, ister Beyt'ül-Mukaddes'de bulunsun; müşriklerin öldürülmesi, caizdir. Çünkü müşrikler hakkın­daki bu hüküm mensûhtur. En iyisini Allah bilir. İnkâr ederek, Allah'a şirk koşarak ve küfür ile Kâ'be'yi kasdedenlere gelince; onlar da Kâ'be'ye girdirilmezler. Çünkü Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : «Ey imân edenler, doğrusu müşrikler pistirler. Bu sebeple bu yıllarından sonra onlar Mescİd-i Harama yaklaşmasınlar.» (Tevbe, 28). Bu sebeple Ra-sûlullah (s.a,), hicretin 9. senesinde Hz. Ebubekir'i hacc emirî ta'yîn edince, Hz. Ali'yi göndererek, Rasûlullah'a vekâlet yoluyla Tevbe sûre­sini yüksek sesle halka ilân etmesini emretmiş ve o yıldan sonra müş­riklerin Kâ'be'yi haccedemeyeceklerini ve Beytullah'ı çıplak olarak ta­vaf edemeyeceklerim ilân ettirmiştir.

İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan «Ve Rablanndan nimet, rızâ taleb ederek Beyt'ül-Harâm'a gelenlere» âyeti konusunda şöyle dediğini rivayet etmiştir :

«Beyt el-Harâm'a gelenlere» Yani haram eve doğru yönelenlere, demektir. Çünkü o sırada mü'minler ve müşrikler, Beyt el-Harâm'a hacca gidiyorlardı. Allah Teâlâ mü'minierin, herhangi bir kimseyi Al­lah'ın evini haccetmekten engellemelerini yasaklıyor. İster mü'min, is­ter kâfir olsun; Allah'ın evini haccetmek isteyenlere herhangi bir şey yapılmasını men'ediyor. Bilâhere «doğrusu müşrikler ancak pistirler. Bu yıllarından sonra mescid-i harâm'a yaklaşmasınlar)) âyeti ile, «müş­riklerin, Allah'ın mescidlerini ta'mîr etmeleri olur şey değildir.» Âyeti ve «Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmış olan­lar ta'mîr eder» âyetlerini indirerek müşriklerin mescid-i Harâm'a gir­mesini yasakladı.

Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer Katâde'den «hediye olan kurban­lığa, gerdanlıklı hayvanlara, ve Rablarmdan nimet, Rızâ taleb ederek Beyt'ül-Harâm'a gelenlere hürmetsizlik etmeyin» âyetinin mensûh ol­duğunu söylemiştir. Câhiliyet devrinde bir kişi, evinden hac maksadıyla çıktığında, ağaçtan gerdanlık takınırdı ve böylece bir daha kimse ona saldırmazdı. Dönüşünde de sacdan örme bir gerdanlık takınırdı ve bir daha ona kimse engel olmazdı. O sıralarda henüz müşrikler, Beytul-lah'tan alıkonulmuş değillerdi. Müslümanlar haram ayda savaşmamak ve Beytullah'ta harbetmemekle emrolunmuşlardı. Bilâhere «Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün» âyet-i celîle'si bunu nesh etmiştir. İbn Cerîr der ki: «Gerdanlıklara» kavlinden maksad; harem'de gerdanlık takan kişiyi emîn sayınız, demektir. (.........)

«İhramdan çıkınca avlanın» vani ihramda işinizi bitirip helâl hale geldiğiniz zaman; avlanma v.s. gibi inrâmlı iken size naram olan şeyleri mübâh kıldık. Bu; yasaktan sonra gelen bir emirdir. Tecrübenin kararlaştırdığı doğru şudur; hüküm; yasaktan önce nasu ise, ona döndürülür. Eğer hüküm vâcib idiyse, dönüş de vâcib olur. Eğer müstahab idiyse, dönüş de müstahab olur. Eğer mübâh idiyse, dönüş de mübâh olur. Bu emrin, vücûb ifâde ettiğini söyleyenlere birçok âyet-i kerîme'yle karşılık verilir. Mübâh olduğunu belirttiğini söyle­yenlere de, başka âyet ile karşılık verilir. Delillerin dayandığı esâs, bü­tünüyle bizim zikrettiğimizdir ki, bazı usûl bilginleri de bunu tercih et­mişlerdir. Allah en iyisini bilendir.

«Sizi mescid-i harâm'dan alıkoydukları için bir kavme olan kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin.» Bazı kırâet bilginleri bu âyeti şu şe­kilde okumuşlardır : Âyetin mânâsı açıktır. Yani sizi mescid-i harâm'a gitmekten alıkoymuş olan bir kavme kin beslemeniz, —-İd bu Hudeybiye savaşının olduğu yıl meydana gelmişti— Allah'ın hükmünü aşmanıza vesile olmasın. Haddi tecâvüz ederek zulüm ve düş­manlıkla kısas uygulamanıza neden olmasın. Aksine Allah'ın herkes için emir buyurduğu, adalet esâsına göre hükmedin. Bu âyet-i kerîme ileride gelecek olan şu âyet gibidir : «Bir kavmin yaptıkları, sizi adalet­ten alıkoymasın. Adalet edin; bu, takvaya daha yakındır.» Yani bazı milletlere olan kininiz, sizi adaleti terk etmeye sürüklemesin. Adalet, herkes hakkında ve her halükârda vâcibdir. Seleta sâlihîn'den bazıları demişlerdir ki: Senin hakkında Allah'a isyan etmiş olan kişiye karşı, senin onun hakkında Allah'ın emrine itaat etmen kadar iyi bir davranış yoktur. Göklerle yeryüzü, adalet üzerine kâimdir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Zeyd İbn Eslem'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Hudeybiye günü müşrikler mü'nıinlerin Allah'ın evi­ne gitmelerine engel oldukları zaman, bu davranışları Rasûlullah (s.a.) ve ashabına çok ağır geldi. Bu sırada doğu halkından olan müşrikler­den bir topluluk, umre maksadıyla onlarla karşılaştıklarında, peygam­berin ashabı dediler ki: Onlar, bizim arkadaşlarımızı Allah'ın evini zi­yaret etmekten alıkoydukları gibi, biz de onları bundan alıkoyalım. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ, bu âyeti indirdi.

«kin» demektir. İbn Abbâs ve diğerleri böyle demiş-, lerdir. (.........)

«İyilik ve takva üzerine yardımlasın. Günâh işlemek ve aşırı gitmek üzerinde yardımlaşmaym.» Allah Teâlâ mü'min kullarına, iyi ve güzel fiilleri işlemek, kötülüklerden sakınmak ve takva üzere birleşmek konu­sunda yardımlaşmayı emrediyor. Bâtıl, günâh ve yasak üzerinde yar-dımlaşıp destekleşmeyi yasaklıyor. İbn Cerîr der ki: «Günâh»; Allah'ın yapılmasını emrettiği şeyleri yapmamaktır. «Düşmanlık» ise, Allah'ın dininiz konusunda size gösterdiği hududu aşmaktır. Siz ve sizden baş­kaları hakkında koymuş olduğu farzları tecâvüz etmektir. İmâm Ah-med İbn Hanbel der ki: Bize Hüşeym... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İster zâlim olsun, ister mazlum olsun kardeşine yardım et. Denildi ki: Ey Allah'ın Rasûlü mazlum ise, ona yardım ettiğim bellidir, zâlim ise nasıl yardım edeceğim? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sen onu tutup alıkoyarsın. İşte bu durumda ona yar­dım böyledir. Hüseyin'den bu hadîsi nakil konusunda Buhârî münferid kalmıştır. Halbuki Buhârî ve Müslim, Sabit kanalıyla Enes İbn Mâlik'-1 ten naklederler ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İster zâlim olsun ister mazlum olsun, kardeşine yardım et. Denildi ki: Ey Allah'ın Ra­sûlü, mazlum ise yardım ederim. Bu; böyle. Ya zâlim ise ona nasıl yar­dım edeyim? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Onun zulmüne engel olur­sun, işte senin ona yardımın böyledir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd... peygamberin ashabından bir zâttan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :

İnsanlann arasına katışıp onların eziyyetlerine sabreden mü'min, insanların arasına katışmayıp, onların eziyyetlerine sabretmeyen mü'-min'den ecir bakımından daha büyüktür. Aynı hadîsi Ahmed İbn Han-bel; Abdullah İbn Ömer kanalıyla... Yahya İbn Vessâb'dan rivayet eder ki; o Peygamberin ashabından yaşlı bir kişiden şöyle dediğini duymuş : İnsanların arasına katışıp, onların eziyyetlerine sabreden mü'min; in­sanların arasına katışmayıp, onların eziyyetlerine sabretmeyen mü'-minden daha hayırlıdır. Bu hadîsi Tirmizî, Şu'be kanalıyla ve İbn Mâce İshâk İbn Yûsuf kanalıyla ve her ikisi birlikte A'meş'ten rivayet eder­ler. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki; bize İbrâhîm İbn Abdullah... Ab­dullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s-.a.) şöyle buyurmuştur : Bir hayra delâlet eden, onu işleyen gibidir. Sonra Ebu Bekr el-Bezzâr der ki; biz bu hadîsin sadece bu isnâdla rivayet edildiğini biliyoruz. Ben derim ki; bu hadîsin sahîh bir de mesnedi vardır. Şöyle ki: «Kim bir doğru yola davet ederse; o kimseye tâbi olanların mükâfatı kadar —kıyamet gü­nüne kadar— mükâfat verilir. Ayrıca onların mükâfatlarından hiçbir şey eksiltilmez. Kim de bir sapıklığa davet ederse, kıyamet gününe ka­dar ona tâbi olanların günâhları kadar o kimseye de günâh yazılır ve onların günâhlarından hiçbir şey eksiltilmez. Ebu Hatim et-Taberânî der ki; bize Amr İbn İshâk... Abbâs İbn Yûnus'tan nakletti ki; Ebu'l-Hasan ona Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini söylemiş : Kim; bir kişi­nin zâlim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zâlim ile birlikte yürürse; İslâm'dan dışarı çıkmış olur.1

3 — Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına bo-ğazlananlar, boğularak, vurularak, yuvarlanarak veya sü-sülerek ölen, yırtıcı hayvan tarafından parçalananlar, can­ları çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna, dikili taşlar üze­rine kesilenler ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır. Bunlar fâsıklıktır. Bugün, küfredenler sizi di­ninizden etmekten ümitlerini kesmişlerdir. Öyleyse onlar­dan korkmayın da Ben'den korkun. Bugün, dininizi kemâle erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti beğendim. Her kim ki açlıktan darda ka­lırsa günâha kaymaksızın (bunlardan yemeğe mecbur olursa) muhakkak ki, Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

Îmân Edenlere Haram Kılman Şeyler6

Îmân Edenlere Haram Kılman Şeyler

Allah Teâlâ kullarına, aşağıdaki şeylerin ve benzerlerinin yenme­sini yasaklayan bir haber bildirmektedir. «Ölü», hayvanın avlanmadan ve boğazlanmadan anında ölmesidir. Ölü etinin yasaklanması; onu, ka­nının boğması yönüyle zararlı olmasındandır. Çünkü akmamış olan kan, dine ve bedene zarar verir. Bu sebeple Allah Azze ve Celle onu ha­ram kılmıştır. Bunun istisnası sadece balıktır. Balık, ister kesilsin, ister kesilmeden ölsün yenmesi helâldir. Nitekim İmâm Mâlik, Muvatta, isim­li eserinde, İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbeî Müsned'lerinde, Ebu Dâ-vûd, Tirmizî, Neseî, İbn Mâce Sahîh'lerinde, İbn Hüzeyme ve İbn Hibbân Sahîh'lerinde, Ebu Hüreyre'den naklederler ki, Rasûlullah (s.a.) a deniz suyu sorulduğunda şöyle buyurmuştur : Onun suyu temizdir, ölüsü helâldir. Çekirge de böyledir. Nitekim ilerde bu konuyla İlgili hadîs ge­lecektir. «Kan»dan maksad; akıtılmış olandır. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de «akıtılmış kan» buyurmaktadır. İbn Abbâs ve Saîd İbn Cübeyr-de böyle dediler. İbn Ebu Hatim der ki; bize Kesîr İbn Şihâb... İbn Abbâs'tan nakleder ki; Ebu Abbâs (Abdullah İbn Ab­bâs) a dalak sorulduğunda; o, yeyin, demiş. Soranlar; kandır, dedik­lerinde; İbn Abbâs, size ancak akıtılan kan haram kılınmıştır, diye karşılık vermiş. Hammâd İbn Seleme de, Yahya îbn Saîd kanalıyla Hz. Âişe'nin; yasaklanan sadece akıcı kandır, buyurduğunu rivayet et­miştir.

Muhammed İbn İdrîs eş-Şâfiî der ki; bize Abdurrahman İbn Zeyd İbn Eşlem... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; Rasûlullafh (s.a.) şöy­le buyurmuştur : Sizin için iki ölü Ve iki kan helâl kılınmıştır. Ölüler, balık ve çekirgedir. Kanlar ise, ciğer ve dalaktır. Ahmed İbn Hanbel, İbn Mâce, Dârekutnî, Beyhakî de Abdurrahman îbn Zeyd İbn Eşlem'den bu hadîsi rivayet ederler ki bu rivayet zayıftır. Hattâ Hafız Bey-hakî der ki; bu hadîs, İsmâîl İbn Ebu îdris kanalıyla... merfû' olarak Abdullah İbn Ömer'de'n rivayet edilmiştir. Ben derim ki; her üçü de zayıf kişilerdir. Ancak bazıları diğerlerinden daha doğrudur. Süleyman İbn Bilâl, Zeyd İbn Eşlem kanalıyla Abdullah îbn Ömer'den bazı riva­yetlerde bulunmuşsa da bir kısım bilginler onu mevkuf saymışlardır. Hafız Ebu Zür'a er-Râzî bunun daha sahîh olduğunu söyler.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ali İbn Hasan... Ebu Ümame'den nak­letti ki; o, şöyle demiş : Kavmimi Allah'a ve Rasûlüne davet etmek ve İslâm'ın hükümlerini onlara anlatmak üzere Rasûlullah (s.a.) beni gön­dermişti. Ben kavmime gittim. Bu sırada bize bir tas dolusu kan ge­tirildi ve kavmim onu yemek üzere toplandı. Bana da; ey Sudey (Ebu Ümâme'nin adı) gel de ye, dediler. Ben ise; vay sizin halinize. Ben, size bunu yasaklayan tarafından gönderildim, dedim. Allah bu konuda hü­küm inzal etmiştir, dedim. Onlar, nedir bu hüküm? deyince, ben de bu âyeti okudum.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh, İbn Etou Şevârib'in hadîsinden kendi isnâdıyla benzer bir rivayeti nakleder ve arkasından şunu ekler : Der ki, ben onları İslâm'a davet ediyordum, onlar ise benden kaçıyorlardı. Onlara; yazıklar olsun size, bana bir yudum su verin, çok susadım, de­dim. Der ki, üzerimde de abanı var idi. Onlar; hayır seni ölünceye kadar susuz bırakacağız, dediler. Ebu Ümâme der ki; üzüldüm ve abamı başı­ma çektim, şiddetli sıcakta susuz yattım. Der ki; rü'yâmda biri geldi. Bana halkın ondan daha güzelini hiç görmediği bir kadehde, halkın ondan daha tatlısını hiç görmediği bir şarâb getirdi, sundu, ben de onu içtim. İçer içmez uyanıverdim. O içişten sonra Allah'a and olsun ki, bir daha ne susadım, ne de çıplandım. Hâkim Müstedrek'inde bu olayı Ali İbn Humşâz kanalıyla Ebu Ümame'den nakleder ve aynı rivayeti zikrettikten sonra; o içişten sonra bir daha ne susadım, sözünün arka­sından şunu ekler : Duydum ki, onlar şöyle diyorlardı: Size kavminizin yukarı tarafından bir -adam gelmiş, öyleyse' ona hurma yedirip süt içirmeyin. Sonra bana içecek olarak süt getirildi. Ben; sizin içeceğinize ihtiyâcım yok, Allah beni doyurdu ve içirdi, dedim. Ve onlara karnımı gösterdm. Sonuna kadar hepsi müslüman oldular. (.........)

«Domuz eti» hem evcili, hem yabanîsi et lafzı; yağ da dâhil olmak üzere bütün bölümlerini içine alır. Burada Zâhirî'lerin şaklabanlığına ve «ancak Ölü veya akıtılmış kan veya domuz eti olursa müstesnadır. Çünkü bu pistir» kavimdeki; «çünkü bu pistir» ifâdesini delil getirerek katı ve aşın davranışlarına hiç de ihtiyâç yoktur. Onlar; «çünkü bu pistir» kavlindeki zamiri kendi anlayışlarına göre domuza göndermek­tedirler. Ancak böylece domuzun bütün bölümlerinin pis olduğunu söy­lemektedirler. Bu değerlendirme lügat bakımından uzak bir anlayıştır.

Çünkü zamîr, müzafün ileyhe değil, muzâfa gönderilir. Açık olan ifâde şudur ki; et deyince, gerek alışılmış Örfe göre, gerekse arap dilinden anlaşılan mânâya göre; etli olan bütün bölümleri içine alır. Müslim'in Sahîh'inde Büreyde kanalıyla Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğu bil­dirilir : Kim nerdeşir (Tavla) oynarsa, elini domuz etine ve kanına bu­lamış gibi olur. Buradaki nefret ettirme ifâdesi, sadece dokunma için kullanılmıştır. Yenme ve besin olarak alma halindeki tehdit ve korkut­ma nasıl olacaktır? Ayrıca bu ifâde et kelimesinin yağ ve benzerî bütün bölümleri şumûlü içerisine aldığına da delâlet etmektedir. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde belirtildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurur : Muhakkak ki Allah rakı, ölü, domuz ve putun satışını yasakla­mıştır. Denildi ki: Ey Allah'ın Rasûlü ölü yağlarının durumu nedir? Onunla gemiler sıvanıyor, deriler yağlanıyor ve halk aydınlanmaya çalı­şıyor. Rasûlullah (s.a.) hayır, o haramdır, buyurdu. Buhârî'nin Sa­hîh'inde Ebu Süfyân'dan nakledildiğine göre; o, Bizans İmparatoru He-raklius'a Hz. Peygamber için; o, bizi ölü ve kandan nehyetti, demişti.

«Allah'tan başkası adına boğazlananlar.» Yani kesilip de üzerine Allah'tan başkasının adı anılmış olanlar da haramdır. Çünkü Allah Teâlâ; tüm yaratıklarının kendi adına kesilmesini gerekli kılmıştır. Ne zaman bu prensibten dönülür ve kesilen hayvanların üzerine put, tâğût, heykel ve benzeri şeylerin adı anılır ve Allah'tan başka diğer yaratıklar zikredilirse; ulemânın icmâına göre; bunu yemek haramdır. Bilginler arasında ihtilâf, kasıtlı veya kasıtsız olarak kurban edilirken üzerine herhangi bir varlığın adı anılmamış olan hayvanların durumu konu­sundadır. Nitekim bu husus En'âm sûresinde gelecektir.

îbn Ebu Hatim der ki: Bana Ali İbn Hasan... Ebu Tufeyl'den nak­letti ki; o şöyle demiş : Hz. Âdem yeryüzüne indiği zaman; ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen kurbanlar haram kılınmıştır. Bu dört nesne hiçbir zaman helâl kılınmamıştır. Allah'ın gökleri ve yeryüzünü yarattığı günden beri bu dördü haramdır. Ancak İsrâiloğullannın' işledikleri günâh yüzünden Allah Teâlâ kendilerine helâl kılman nesnelerin bir kısmını haram kıldı. Meryem oğlu îsâ, Âdem'in getirmiş olduğu emri getirdi ve bu dördünün dışında kalan şeyleri helâl kıldı. Bunun üzerine onlar Hz. îsâ'yı yalanlayıp isyan et­tiler. Bu hadîs garîbtir.

Yine İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Rebî' İbn Abdullah'tan nakletti ki; o şöyle demiş : Dedem Cârûd İbn Ebu Sebüre'den duydum ki; o Riyâh oğulları kabilesinden adına Vasıl denilen bir adam vardı. Bu kişi şâirdi. Ferazdak'ın babası Ğâlib ile Kûfe'nin ortalarındaki su üze­rinde tartışmışlardı. Su gelecek olursa, birisi yüz deve öteki de yüz deve kesecekti. Su geldi ve ikisi de kılıçlarına sarıldılar, develerin ayaklarım

Kesiyorlardı. Halk, merkepler ve katırlar üzerinde et almak için çık­mışlardı.

Rebî' İbn Abdullah der ki: Hz. Ali o sırada Kûfe'de bulunuyordu. Olay üzerine Rasûlullah (s.a.) in ak katırına binerek halka şöyle ses­lendi : Ey insanlar, bu develerin etinden yemeyin, çünkü bunlar Allah'­tan başkası adına kesilmiştir. Bu hadîs de garîbdir. Ancak sıhhatına delil olarak Ebu Davud'un rivayet ettiği şu hadîs zikredilir : Bize Hâ-rûn İbn Abdullah... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o şöyle demiştir. Rasû­lullah (s.a.) bedevilerin deve kesişmediğinden (bizi) nehyetmişti. Son­ra Ebu Dâvûd der ki: Muhammed İbn Ca'fer bunu İbn Abbas'ta dur­durur. Ancak bu rivayette Ebu Dâvûd tek kalmıştır. Yine Ebu Dâvûd der ki: Hârûn İbn Zeyd... Zübe>r'den nakleder ki; o, ben İkrime'nin şöyle dediğini duydum, demiş: Rasûlullah (s.a.) yarışanların etinin yen­mesini yasaklamıştır. Sonra Ebu Dâvûd der ki: Cerîr'den rivayet eden­lerin çoğunluğu bu rivayette İbn Abbâs'ı zikretmezler. Dolayısıyla o bu konuda yalnız kalmıştır.

«Boğularak» kasıdlı olarak veya tesadüfen ipin boynuna geçmesi sonucu boğulup ölen hayvanı yemek de haramdır.

«Vurularak» belirli veya belirsiz ağır bir şeyle vurularak öldürülen hayvanları yemek de haramdır. îbn Abbâs ve başkaları böyle demişler­dir- kelimesi, ağaçla dövülüp ölünceye kadar vurulan, anlamına gelir. Katâde der ki; Câhiliyet mensûblan hayvanı sopayla döverler ve ölünce de etini yerlerdi.

Sahih bir hadîste Adiyy İbn Hatim der ki: Ben, Hz. Peygambere; ey Allah'ın Rasûlü ben silâhımla avımı atıyor ve vuruyorum. Rasûlul­lah buyurdu ki: Silâhınla atıp vurduğun ve deldiğin şeyi ye. Eğer ucuy­la isabet ederse; bu vurulan bir şeydir onu yeme. Böylece Rasûlullah mızrak veya benzeri keskin şeylerle avlanarak isabet ettirmek ile, bun­ların ucuyla vurulanı (mevkûze) birbirinden ayırd etmiştir.. Birin­ciyi helâl kılmış, ikincisini helâl kılmamıştır. Bu hükümlerde fuka-hâ İcma' etmişlerdir. - Yaralayıcı aracın ucu çarpıp, ağırlığıyla avı öldürüp yaralamaması halinde farklı iki görüş vardır. Bu iki görüş de Şafiî merhumun kavlidir. Birincisine" göre; okta olduğu gibi helâl de­ğildir. Bu iki görüşü birleştiren kanâate göre; yarasız ölü olduğu için o vurulmuş sayılır, ikincisine göre; helâldir. Çünkü o köpeğin avladığı hayvan gibidir ve mubahtır. Bu da bizim zikrettiğimizin mübâh oldu­ğunu gösterir. Çünkü zikrettiğimiz husus ta bu genel hükmün içinde­dir. Ben bu konu için bir bölüm ayırdım. Onu buraya kaydediyorum (...)

Av köpeğinin; avın üzerine gönderilip de ağırlığıyla öldürmesi ve­ya çarparak avı yaralamayıp öldürmesi halinde onun yenip yenmeye­ceği konusunda bilginler farklı iki görüş serdetmişlerdir:

Birinci görüş : «Sizin için tuttuklarını yeyin» kavli umûmî olduğu için ve Adiyy İbn Hâtim'in hadîsi de umumiyet ifâde ettiği için bu tür avı yemek helâldir. Bu görüş; Şafiî merhumdan arkadaşları tarafından nak­ledilmiş olup Nevevî, Râfiî gibi daha sonraki bilginler de bunu doğru saymışlardır. Ben derim ki: Şafiî'nin, ne el-Ümm ne de el-Muhtasar isimli eserlerinden bu kanâata sahib olduğu anlaşılıyor. Çünkü o, her iki eserde de âyetin iki anlama gelebileceğini söyleyerek ardından herbirine dâir vecihleri zikrediyor. Arkadaşları bu görüşü ona atfederek Şafiî'nin bu konuda iki görüşü bulunduğunu zikretmişlerdir. Ancak o, konuyu anlatırken çok kısa geçmiş ve her birini ayrı ayrı tasrîh ederek kesin­likle şöyledir diye belirtmiştir. Helâl olduğunu söyleyen görüşü, İbn el-Sabbâğ Ebu Hanîfe'den, Hasan İbn Ziyâd kanalıyla rivayet etmişse de ondan başkası bunu zikretmemiştir. Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî ise, bu görüşü tefsirinde Selmân el-Fârisî'den, Ebu Hüreyre'den, Sa'd İbn Ebu Vakkâs'dan, Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki, bu nakil ger­çekten garîbtir. İbn Cerîr merhumun —Allah ondan razı olsun— şahsî tasarrufundan başka bu açıklamaları o zevattan nakleden başka kimse çıkmamıştır.

İkinci görüş : bu tür avlanılan hayvanlar helâl değildir. Şafiî'den nakledilen iki görüşten birisi budur. Müzeni de bu görüşü tercih et­miştir. İbn el-Sabbâğ'ın ifâdesinden de onun bu görüşü tercih ettiği an­laşılmaktadır. Allah en iyisini bilendir. Ebu Yûsuf ve İmâm Muhammed bu görüşü Ebu Hanîfe'den rivayet etmişlerdir. İmâm Ahmed İbn Han-bel'den şöhret bulmuş olan görüş de budur. Allah ondan razı olsun. Bu görüş, doğruya daha çok benzemektedir. Ama en iyisini Allah bilir. Çünkü bu görüş hem fıkıh usûlü kaidelerine göre daha uygun sevke-dilmiş, hem de şer'î esâslara daha muvafıktır. îbn el-Sabbâğ bu görüşün Râfi' İbn Hadîc'den naklettiği bir hadîsle te'yîd etmeye çalışmaktadır. Râfi' İbn Hadîc der ki: Ben Hz. Peygambere, ey Allah'ın Rasûlü biz ya­rın düşmanla karşılaşabiliriz, yanımızda bir bıçak yok, kamışla kese­bilir miyiz diye sordum. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Kanı akıtılan ve üzerine Allah'ın adı anılan şeyi yeyiniz. Hadîs bütünüyle Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde de yer almaktadır Bu hadîs herne kadar özel bir sebep dolayısıyla vârid olmuşsa da, usûl ve furû' bilginlerinin cum­huru hadîsin lafzının umûmî olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim Hz. Peygambere; bal şerbeti sorulduğunda şöyle buyurmuştur : Sarhoşluk veren her içecek haramdır. Hiç bir fakîh kalkıp da bu ifâde bal şerbe­tine mahsûstur diyebilir mi? Burada da aynı şekilde Hz. Peygambere kesici âletten suâl edilmiş o- da hem sorulana, hem de diğerlerine şâmil olanı umûmî bir ifâde kullanmıştır. Aleyhisselâtü Vesselam efendimiz sözlerin en derli toplusuna sahip idi. Bu husus, kesinlik kazandığına göre; köpeğin çarptığı veya ağırlığı ile ezdiği şey; kanı akıtılan hay­vanlardan sayılmaz. Ve hadîsten anlaşıldığına göre de bu helâl değildir.

Denilecek olursa ki: Bu hadîs o türden bir şeyi açıklamıyor. Çünkü on­lar, Hz. Peygambere hayvan kesilen âleti sormuşlar, ve kesilen hayvan­dan suâl etmemişlerdir. Bu sebeple kesici âletden diş ve tırnak istisna edilmiştir Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Diş ve tırnak böyle değildir. Ben size bu konudan söz edeceğim. Diş, kemiktir. Tırnak ise Habeşli'lerin bıçağıdır. Müstesna, kendisinden istisna yapılan şeyin cinsine delâlet eder. Aksi takdirde muttasıl istisna olmaz. Bu da göste­riyor ki; sorulan konu kesici âlettir. Binâenaleyh sizin söylediğiniz hu­susu gösteren bir açıklama yoktur.

Buna cevâb olarak denilir ki: Bu ifâdede sizi de müşkil duruma sokan bir husus vardır. Çünkü Rasûlullah (s.a.), kanı akıtılan ve üze­rine Allah'ın adı anılmış olan her şeyden yeyin, buyuruyor da onu kesin, buyurmuyor. Binâenaleyh bu ifâdeden aynı anlamda iki hüküm de çıkarılabilir. Yani kesici âletin ve kesilen şeyin hükmü. Diş ve tırnak­tan başka bir âletle kesilen hayvanın kanının mutlaka akıtılması ge­rektiği anlaşılır. Benimsenecek yollardan tririsi budur. îkinci yol ise, Müzenî'nin benimsediği yoldur ki buna göre; ok hakkında sarahaten bilgi vârid olmuştur. Okun değerek öldürdüğü yenmez. Ama delerek öldürdüğü yenir. Köpek de mutlak olarak ifâde edilmiştir. Binâenaleyh onun takyîd bakımından demeye hami edilmesi gerekir. Çünkü mu-ceb bakımından her ikisi de ortaktır ki, bu da avdır. Sebep farklı da olsa tourada köpeğin de oka hami edilmesi îcâb eder. Tıpkı zıhâr ola­yında köle azâd etmenin, öldürmede yemîn konusundaki takyide hami edilmesi îcâb ettiği gibi. Hattâ buradaki hami yönü daha da uygundur. Bu kaidenin aslını bilenler için bu hususun kabul edilmesi ve meselenin böylece yönlendirilmesi gerekir. Bu konuda ashâb arasında da ihtilâf yoktur. Onlar buna şöyle cevâb verebilirler: Burada köpek, ağırlığıyla avını öldürmektedir. Binâenaleyh okun değmesiyle öldürdüğüne kıyâs ederek bunun da helâl olmaması gerekir. Birleştirici söz şudur; her ikisi de av aracıdır. Ve her ikisinde de ağırlık sebebiyle ölüm gerçekleşmiş­tir. Bu husus âyetin umûmî oluşuna ters düşmez. Çünkü kıyâs, umûm­dan öncedir. Nitekim dört mezheb imamının ve cumhurun görüşü bu­dur. Bu tutum da güzel bir tutumdur. Bir başka tutuma göre, Allah Teâlâ'nın «sizin için tuttuklarını yeyin» kavli yaralayarak veya başka yollarla öldürülenler için umûmîdir. Ancak burada tartışılan şekilde Öldürülen hayvanın durumu şu iki şıkka girecektir. Ya hayvan susulmuş olacaktır veya susulmuş hayvan hükmüne tâbi olacaktır. Yahut ta bo­ğulmuş veya boğulmuş hükmünde olacaktır. Hangisi olursa olsun, âyetin bu şekillerden önce ele alınması îcâb eder. Bunun birkaç nedeni vardır :

Birincisi; Şârî bu âyetin hükmünü av haline göre değerlendirmiş­tir. Nitekim Adiyy İbn Hatim der ki: Eğer onu dokunarak yaralarsa; bu, vurularak öldürülmüş hükmündedir. Dolayısıyla onu yeme. Biz 'bu âyetteki şu veya o hükmün arasım ayıran hiç bir bilgin tanımadık. Vu­rulmak, av halinde mu'teberdir. Süsülme ise, mu'teber değildir diyen ve bu âyetteki hükmün arasım ayıran bir bilgin tanımıyoraz. Tartışı­lan konunun helâl olduğunu söylemek, icmâ'ı delmek (çiğnemek) olur ki, bunu söyleyen kimse çıkmamıştır ve böyle bir söz bilginlerden çoğu­na göre mahzurludur.

İkinci olarak; «sizin için tuttuklarım yeyin» âyeti icmâ* ile umûma delâlet etmemektedir. Sadece yenilen hayvana tahsis edilmiştir. Ancak yenilmeyen hayvanların ifâdenin umûmundan dışta kalmış olduğunda ittifak vardır. Bilindiği gibi korunmuş olan umumiyetten öncedir. Bir başka tutuma göre; bu av, bu durumuyla ölünün hükmüne eşittir. Çünkü onda kan tıkanıp kalmıştır. Ve buna bağlı olarak nem de kal­mıştır. Dolayısıyla ölüye kıyâs edilerek helâl olmadığı söylenir.

Bir başka tutuma göre; «size ölü haram kılındı» kavli ile başlayan âyet muhkemdir. Nesih ve tahsis edilmemiştir. Helâl olduğunu belirten «sana kendilerine neyin helâl olduğunu soruyorlar. De ki size temiz şeyler helâl kılmıştır» âyetinin de aynı şekilde muhkem olması îcâb eder. Ve aralarında çelişki bulunmamalıdır. Sünnet, bunun açıklanması için gelmiş olmalıdır. Bunun delili, ok olayıdır. Çünkü bu âyete dâhil olan hususların hükmü orada açıklanmıştır. Buna göre; sapsız okun deldiği şey helâl olur. Çünkü o, temiz şeylerdendir. Bu âyetin hükmüne dâhil olan şeylerden birisi de, haram kılma âyetidir. Şöyle ki, bir okun değmesiyle yaralanan şey venmez. Çünkü o, vurulmuş olur. Böylece tahrîm âyetinin şümulüne girer. Binâenaleyh bunun hükmü ile onun hükmünün eşit olması gerekir. Şöyle ki; köpeğin yaralamış olduğu şey, helâl kılan âyetin hükmüne dâhil olur. Ama yaralamayıp da çarparak ağırlığıyla öldürdüğü şey ise, süsülerek ölen hayvan durumuna gelir ki, bu onun hükmündedir ve helâl olmaz.

Öyleyse niçin köpeğin hükmü açıklanmadı, sizin; köpeğin yaraladığı şey helâldir, yaralamadığı şey haramdır sözünüz niçin zikredilmedi? de­nilecek olursa; cevâb olarak denir ki: Bu, nâdir bir olaydır, çünkü kö­peğin tırnağı veya pençesi ile ya da ikisi ile birlikte öldürülmesi âde­tidir. Köpekle avın çarpışması ise, nâdir bir olaydır. Ağırlığıyla avı öl' dürmesi de aynı şekildedir. Âyet-i kerîme nâdir bir olay olduğu için bun­dan sakındırma gereği duymamıştır. Yahut da ölenin, boğulanın, vuru­lanın, yuvarlananın ve süsülenin haram kılınması ile ilgili hükmü bi­lene göre bu hususun çok açık olmasından dolayı açıklamamıştır. Ok ve sapsız oka gelince, bu bazen havadan dolayı "bazen de atıcının kötü atı­şından dolayı isabet etmez. Ve isabetten çok yanılma şansı fazladır. Bu­nun için her ikisinin hükmü daha mufassal olarak açıklanmıştır. Allah en iyisini bilendir. Köpek avdan yeme alışkanlığına sahip olduğu için onun hükmü açıklanmıştır. Ve bu sebeple avını yerse hükmünün ne olacağı zikredilerek; eğer ondan yemişse sen yeme. Çünkü onu kendisi için tutmuş olmasından korkarım, buyurmuştur. Bu hadîs Buhârî ve Müslim'de yer alan sahîh bir hadîsdir. -Birçoklarına göre helâl kılan âyetin umumiyetinden ayrı olarak bu hüküm tahsis edilmiştir. Bu se­beple onlar, köpeğin yemiş olduğu şeyi helâl saymazlar. Bu görüş Ebu Hüreyre ve İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Hasan, Şa'bî ve Nehaî de bu görüştedir. Ebu Hanîfe ve iki arkadaşıyla Ahmed İbn Hanbel ve meş­hur olan görüşünde Şafiî bu fikri benimsemiştir. İbn Cerîr, tefsirinde Ali, Sa'd, Selmân, Ebu Hüreyre, İbn Ömer, İbn Abbâs'dan nakleder ki; onlar, köpek yemiş de olsa onun tuttuğu av yenir, demişlerdir. Hattâ Sa'd, Selmân, Ebu Hüreyre, İbn Ömer ve başkaları bir parçacık dahi kal­mış olsa o kısım yenir, demişlerdir. İmâm Mâlik bu görüşü benimsediği gibi Şafiî eski görüşünde bunu kabul etmiş, yeni görüşünde ise iki farklı kanâata temayül etmiştir. Ebu Nasr İbn es-Sabbâğ ve diğerleri Şafiî'den bu kanâati naklederler.

Ebu Dâvûd kuvvetli ve sağlam bir isnâdla Ebu Sa'lebe'den Rasû-lullah (s.a.) in köpeğin avladığı av hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Köpeğini gönderdiğin ve üzerine Aliah'm adım andığın zaman köpeğin ondan yese de sen ye. Aynı şekilde Neseî Amr İbn Şuayb kana­lıyla babasından o da dedesinden nakleder ki, Ebu Sa'lebe isimli bir bedevî Rasûlullah'a suâl sormuş ve Rasûlullah da yukardaki şekilde cevâb vermiştir.

Muhammed İbn Cerîr Taberî tefsirinde der ki: Bize İmrân... Sel­mân el-Farisî kanalıyla Rasûlullah (s.a.) dan nakleder ki; o, şöyle bu­yurmuştur : Kişi köpeğini avın üzerine salarsa ve köpek avı yakalar ve ondan yerse; kişi arta kalanı yesin. Sonra îbn Cerîr, bu hadîsi Katâde ve diğerlerinin Saîd İbn Müseyyeb kanalıyla Selmân'dan mevkuf ola­rak naklettiğini söyler. Cumhur ise Adiyy'in hadîsini bundan önce sa­yar. Ebu Sa'lebe ve diğerlerinin hadîsinin zayıf olduğunu belirtir. Bazı bilginler; bu ifâdeyi şöyle yorumlamışlardır : Eğer sahibi köpeği bekler ve köpeğin sahibinden ayrıldığı süre uzarsa, köpek te gelmez ve avun yerse: açlıktan veya' benzeri nedenlerden dolayı yemiş olacağı için; bunda bir beis yoktur. Çünkü bu durumda hayvanın kendi nefsi için tutmuş olmasından korkulmaz. İlk hamlede yemiş olması hali ise bunun tersinedir. Çünkü ilk anda yerse bunu kendisi için yediği anlaşılır. Allah en iyisini bilendir.

Yırtıcı kuşların hükmü ise, Şafiî'nin ifâdesine göre; köpekler gibi­dir. Ve yedikleri şeyler Cumhûr'a göre haramdır. Öbürlerine göre ise, haram değildir. Bizim mezhebimiz mensûblarmdan (Şafiî) Müzenî, kuş­ların ve yırtıcı hayvanların yemiş olduğu avı yemenin haram olmaya^ cağı görüşünü tercîh etmişlerdir ki, Ebu Hanîfe ve Ahmed İbn Hanbel'in mezhebi de böyledir. Onlar derler ki: Yırtıcı kuşları —köpek gibi— döverek veya benzeri yollarla eğitmek ve öğretmek mümkün de­ğildir. Ruhlar ancak avdan yedirilerek eğitilir. Bu sebeble onun yemiş olduğu şey affedilir. Ayraca nass'ın köpek hakkında vârid olduğu, kuşlar hakkında vârid olmadığı da söylenir. Şeyh Ebu Ali, el-İfsâh isimli ese­rinde der ki: Köpeğin yemiş olduğu avın haram olduğunu söyleyecek olursak, kuşun yemiş olduğu . avın haram olduğu konusunda iki vecih vardır. Kâdî Ebu Tayyib Şafiî merhumun her ikisini de aynı kabul eden ifadesine dayanarak böyle bir ayırım ve tertibi reddetmiştir. En iyisini Allah Sübhanehû ve Teâlâ bilir.

«Yuvarlanarak» Yüksek bir yedren veya satrp bir noktadan düşüp de ölen hayvanlar helâl değildir. Ali İbn Ebu Talha İbn Abbâs'tan nak­leder ki: Yuvarlanandan maksad, dağdan düşendir. Katâde ise bu; ku­yuya düşen demektir, der. Süddî de kuyuya düşen veya dağdan yuvar­lanandır, der.

«Veya süsülerek ölen.» Başka bir hayvanın itmesi sonucu ölen hay­vanlar haramdır. İsterse süsen hayvan boynuzuyla yaralasın ve hay­vanın boğazlandığı noktadan kan çıksın, yine yenmez. (...)

«Yırtıcı hayvan tarafından parçalananlar» Aslanın, kaplanın, par­sın, kurdun veya köpeğin saldırarak bir kısmını parçalayıp yediği ve bu­nun neticesinde ölen hayvan da haramdır. İsterse boğazlanma noktasın­dan kan akmış olsun. İcmâ-ı ümmete göre bu hayvan yenmez. Câhiliy-yet devrinde araplar, yırtıcı hayvandan arta kalan koyun, kuzu, sığır ve danayı yiyorlardı. Ancak Allah Teâlâ bunu mü'minlere yasakladı. «Canları çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna.» Buradaki istisna, ölüm sebebi gerçekleşmiş olup da imkân bulunarak kesilen hayvanlara iade edilebilir. Hayvanda henüz yerleşik bir hayat emaresi mevcûddur. Bu takdirde istisna, «Boğularak, vurularak, yuvarlanarak veya süsülerek ölen hayvanlar canlan çıkmadan evvel kestiğiniz, de müstesna.» şeklin­de olur. Ali İbn Ebu Talha İbn Abbas'tan nakleder ki; «kestiğiniz müs­tesna» kavliyle kastolunan; yukarda zikri geçen hayvanlardan canlı iken kestikleriniz müstesnadır, bunları yiyin mânâsı çıktığını söyler. Saîd îbn Cübeyr Hasan el-Basrî ve Süddî'den de böyle rivayet edilmiş­tir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Ali'den nakletti ki; «Canlan çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna.» âyeti hakkında o şöyle demiş: Eğer hayvan kuyruğunu oynatır veya ayağım depreştirir veya gözünü kımıldatırsa onu yeyin.

îbn Cerîr der ki; bize Kasım... Ali'den nakletti ki; o şöyle demiştir: Eğer vurularak, yuvarlanarak veya süsülerek ölmek üzere olan hay­vana yetişirseniz; o ön veya arka ayaklarını kımıldatıyorsa onu yiyin. Dâvûd, Hasan,, Katâde, Humeyd, Dahhâk ve başkalarından da böylece rivayet edilmiştir. Onlara göre kesilen hayvan kestikten sonra canlılığa delâlet eden bir nevî kımıldamada bulunursa helâldir. Bu görüş fuka-hânın cumhurunun görüşüdür. Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel de aynı şekilde demişlerdir.

İbn Vehb der ki: İmâm Mâlik'e; yırtıcı hayvanların, bağırsakları çıkıncaya kadar parçaladıkları koyunun durumu sorulduğunda; O şöyle demiş : Keseceğinizi zannetmiyorum. Çünkü kesilebilebilecek neresini bulursunuz ki? Eşheb de der ki: İmâm Mâlik'e sırtlanın saldırıp belini kırdığı koyunun durumu soruldu; ölmeden evvel kesilirse yenir mi de­nildi? O eğer kalbine ulaşmışsa yenileceğini sanmıyorum. Ama öteki taraflanna girmişse; bunda bir bahis yoktur, dedi. İmâm Mâlik'e; üze­rine atlamış ve belini kırmıştır, denince; bu benim için hayret-i mûcib değildir. Çünkü bunun yaşaması imkânsızdır, dedi. Ona kurt koyun üzerine saldırıyor, karnını parçalıyor, ancak bağırsaklarını parçalamıyor. Bunun durumu ne olacaktır? denildiğinde; hayvanı parçalarsa yenebi­leceğini sanmıyorum, demiştir., İmâm Mâlik merhumun mezhebi bu-(Jur. Âyetin zahiri ise umûmîdir. İmâm Mâlik'in istisna ettiği hayvanın yaşayacak durumda kalması imkânı bulunmayan hallerde bile istisna geneldir. Öyleyse âyetin tahsisi için bir delilin bulunması gerekir. Doğ­ruyu en iyi Allah bilir.

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Râfî İbn Hadîç'ten nakledilir ki; o şöyle demiş : Ben dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü biz yarın bir düşmanla karşılaşabiliriz. Yanımızda büyük bıçak bulunmaz. O zaman kamışla keselim mi? Rasûlullah buyurdu ki: Kanı akıtılıp üzerine Allah'ın adı anılan hayvanı yeyiniz. Mühim olan diş ve tırnak değildir. Ben size bu konuda bilgi vereceğim: Diş kemiktir, tırnak ise Habeş'lilerin bı­çağıdır.

Dârekutnî'nin rivayet ettiği hadîs üzerinde durulması gerekir. Bu hadîs mevkuf olarak Hz. Ömer'den de nakledilmiştir ki en doğrusu bu­dur : Dikkat ediniz, boğazlamak boğazda ve gerdanlık kısımdadır. Can­ların çıkması için acele etmeyin.

İmâm Ahmed'in ve Sünen sahiblerinin Hammâd İbn Seleme kana­lıyla Ebu Aşrâ'dan ve onun da babasından naklettiği hadîste o der ki: Ey Allah'ın Rasûlü, boğazlama yalnızca gerdan ve boğazdan mı? dedim. Rasûlullah buyurdu ki: Eğer sen hayvanın baldırına bastırırdan bu senin için yeterlidir. Bu hadîs sahihtir. Ancak boyundan ve gerdandan kesilmesine güç yetirilemeyen hayvanlar için geçerlidir.

«Dikili taşlar üzerine kesilenler» Mücâhid ve İbn Cüreyc derler ki : Dikili taşlar Kâ'benin etrafında bulunan taşlardır. İbn Cüreyc'in ifâdesi­ne göre; bunlar üçyüzaltmış tane dikili taş idi. Ve araplar câhüiyetleri devrinde kurbanlarını bu taşların yanında boğazlıyorlardı. Burada kes­tikleri kurbanların kanım Beytullah'a serpiyorlar, etleri yarıyor ve taş­ların üzerine seriyorlardı.

Başkaları da böyle naklettiler. Nihayet Allah Teâlâ mü'minlere bu tür davranışları yasakladı. Ve dikili taşların yanında kurban edilen hayvanların etinin yenmesini haram kıldı. İsterse dikili taşlar üzerinde kesilirken hayvanlara Allah'ın adı anılmış olsun. Çünkü bu, Allah'ın ve Rasûlünün yasakladığı şirktir. Bu âyetin bu mânâya hamledilmesi gerekir. Çünkü Allah'tan başkası adına kesilenlerin haram kılındığı daha önce belirtilmişti.

«Ve fal oklarıyla kısmet aramanız.» Ey mü'minler, fal oklanyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır. Câhiliyet devrinde arablar fal oklarıyla kısmet ararlardı ve bu, şöyle olurdu : Üç tane ok bulunurdu; birinin üzerinde yap, birinin üzerinde yapma yazılırdı. Üçüncüsünde ise bir şey yazılmazdı. Başkalarının dediğine göre; oklardan birinin üze­rinde «Rabbim bana emretti», diğerinin üzerinde, «Rabbım bana ya­sakladı», üçüncünün üzerinde ise hiçbir şey bulunmazdı. Eğer yapıl­ması emredilen ok çıkarsa yapılır, yasaklanan ok çıkarsa yapılmazdı. Eğer bos çıkarsa tekrar ok atılırdı.

bu fal oklarından kısmet aramadan alınmış bir tâbirdir. Ibn Cerîr Taberî böyle kaydeder.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Muhammed... İbn Abbâs'-taiı nakletti ki; o, «Fal oklarıyla kısmet aramanız» âyeti konusunda şöyle demiştir : Metinde geçen kelimesi ok demektir, Arap­lar, bazı konularda bununla kısmet ararlardı. Mücâhid, îbrâhîm en-Nehaî, Hasan el-Basrî ve Mukâtil İbn Hayyân'dan da böyle rivayet edil­miştir. İbn Abbas der ki; bu kelimesi ok demektir. Arap­lar, bir çok konuda bununla kısmet arıyorlardı. Muhammed İbn İshâk ve diğerlerinin anlattığına göre; Kureyş'in en büyük putu Hubel adını alan puttu ve Kâ'be'nin içindeki kuyunun başına dikilmişti. Oraya he­diyeler konur ve Kâ'be'nin mallan bırakılırdı. Bunun yanında yedi tane ok vardı. Okların üzerinde hüküm vermek istedikleri konular yazılıy­dı. Müşkil bir şeyle karşılaştıkları zaman, çıkış yolu bulamazlarsa; gelir, bu oklardan hüküm çıkarmaya çalışırlardı ve oklardan ne çıkarsa onu uygularlardı. Buhârî'nin Sahîh'inde sabit olduğuna göre; Hz. Peygam­ber Kâ'be'ye girdiğinde, Kâ'be'de İbrahim ve İsmâîl (a.s.) in resimleri­nin yapılmış olduğunu ve ellerinde de oklar bulunduğunu gördü ve bu­yurdu ki; Allah, onları kahretsin. HalbuM İbrahim'le İsmail'in oklarla kısmet aramadıklarım onlar çok iyi bilmektedirler.

Sahîh hadîste vârid olduğuna göre; Surâka İbn Mâlik, Hz. Pey­gamber ve Ebubekir'in Medine'ye hicret etmek İçin çıktığını öğrenince; onlann peşine takıldığı zaman oklarla kısmet aramış; bunların zararlı mı, yararlı mı olduğunu araştırmış ve istemediği halde zararsız bir ok çıkmış. Surâka der ki ;ben, oktan çıkanı reddederek onların peşinden gittim. Sonra bir daha kısmet aramış. İkinci ve üçüncü defasında da zararsızdır diyen hoşlanmadığı oklar çıkmış, her seferinde böyle çıkar­mış. Henüz o sırada Surâka müslüman değilmiş. Sonra müslüman olmuş. İbn Merdûyeh de İbrâhîm İbn Yezîd kanalıyla... Ebu Derdâ'dan rivayet eder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kâhinlik yapan ve fal oklarıyla kısmet arayan veya uğursuz sayarak seferden dönen kim­se, dereceye vasıl olamaz. Mücâhid de burdaki okların, araplann meş­hur oku olup, Bizans ve İranlıların kumar oynadıkları aşıklar gi-bj oldu­ğunu söyler. Ancak Mücâhid'in, akların kumar için konduğu sözüne dikkatle bakmak gerekir. Bazen istihare, bazan da kumar için kullan­dıklarını söylemek daha doğru olur. En iyisini Allah bilir. Çünkü Allah Sübhânehû, bu fal oklanyla kumarın arasını ayırmış ve sûrenin so­nunda : «Ey îmân edenler, muhakkak ki rakı, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytânın işi pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının ki felaha eresiniz...» buyurmuştur. Burada ise «fal oklarıyla kısmet aramanız sapıklıktır» buyurmuştur. Yani bu işleri yapmak sapıklık, dalâlet, ceha­let ve şirktir. Allah mü'minlerin herhangi bir konuda tereddüde düş­meleri halinde; Allah'a ibâdet ederek istihare yapmalarını ve yapmak istedikleri işlerde hangisinin daha hayırlı olduğunu Allah'tan dileme­lerini buyurmuştur. Nitekim Ahmed İbn Hanbel, Buhar! ve Sünen sa­hipleri muhtelif yollarla Câbir îbn Abdullâh'dan naklederler ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bize Kur'an'dan bir sûreyi öğrettiği gibi, isti­hareyi de öğretip buyururdu ki; sizden herhangi birisi zor bir işle karşı­laştığında farz namazları dışında iki rek'at namaz kılsın, sonra desin ki:

Allah'ım Senin bilginle Senden hayır öğrenmek istiyorum, Senin ölçünle ölçü edinmek istiyorum ve Senin ulu lutfundan istiyorum. Se­nin gücün yeter, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem, Sen görünmezleri en iyi bilensin. Allah'ım, eğer şu işim benim dinim, haya­tım ve akibetim için —veya süresiz ve süreli işim (dünya ve âhiret) için dedi— hayırlı olduğunu biliyorsan; onu benim için takdir et ve bana onu yapmayı kolaylaştır ve onu benim için kutlu kıl. Allah'ım eğer bu işin, benim dinim ve hayatım ve akıbetim için —veya süreli ve süresiz işim (dünya ve âhiret) için dedi— kötü olduğunu biliyorsan; beni on­dan vazgeçir, onu da benden uzaklaştır ve benim için hayır takdir et. Sonra beni bundan hoşnûd eyle, diyordu. Râvî der ki; sonra ihtiyâcını bildiriyordu. Bu lafız İmâm Ahmed'indir. Tirmizî ise der ki; bu hadîs hasendir, sahihtir, garîbtir. Ancak Ebu'l-Mevâlî'nin hadîsinden onu bil­mekteyiz.

«Bu gün küfredenler, sizi dininizden etmekten ümitlerini kesmişler­dir.» Ali îbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Sizi tekrar kendi dinlerine döndürmekten ümitlerini kes­mişlerdir, demektir. Atâ İbn Ebu Rebâh, Süddî ve Mukâtil İbn Hayyân'-dan da böylece rivayet edilir. Buhârî'nin Sahîh'inde vârid olan hadîs-i şerîf de bu mânâya gelir ki, orada Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur : Doğrusu şeytân, Arap yarımadasında namaz kılanların kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir. Ancak onların aralarını bozmakla bunu yapabilir.

Bu âyetle şunun murâd edilmiş olması da muhtemeldir: Onlar müslümanlara benzemekten ümitlerini kesmişlerdir. Çünkü müslüman-lar müşriklerle ve şirk ile ilgili her türlü niteliklere aykırı davranarak onlardan ayrılmışlardır. Bunun için Allah Teâlâ, mü'min kullarına sab­retmelerini ve kâfirlere muhalefette ısrar etmelerini emretmekte ve Al­lah'tan başkasından korkmamalarını, buyurmaktadır: «Öyleyse on­lardan korkmayın da Benden korkun.» Onlara muhalif davrandığınız için kendilerinden korkmayın, Benden korkun, onlara karşı sizi Ben destekler, te'yîd eder ve muzaffer kılarım, göğüslerinize şifâ veririm. Dünya ve âhirette sizi onlardan üstün kılarım.2

Dininizin Kemâle Erişi12

Dininizin Kemâle Erişi

«Bu gün dininizi kemâle erdirdim, üzerinizde olan nimetimi ta­mamladım ve size din olarak İslâmiyeti beğendim.» Bu, Azîz ve Celîl olan Allah'ın bu ümmete lütfettiği en büyük nimettir. Evet, Allah bu ümmetin dinini kemâle erdirmiştir. Artık dinlerinden başka bir dine ihtiyâç ve peygamberlerinden başka bir peygambere gerek duymaya­caklardır. Zâten bunun için Allah peygamberini, peygamberlerin hâtemi kılmış, insanlara ve cinlere elçi olarak göndermiştir. O'nun helâl kıldı­ğından başka bir helâl yoktur. O'nun haram kıldığından başka haram bir şey yoktur. O'nun getirdiği dinden başka din yoktur. O'nun bildir­diği her şey haktır, yanlışı olmayan doğrudur, yanılması olmayan ha-kîkattır. Nitekim Allah Teâlâ; «Rabbırun sözleri doğruluk ve adalet ola­rak tamamlanmıştır.» buyurmaktadır. Yani verdiği haberlerde doğru, yasak ve emirlerinde adaletlidir. Mü'minlerin dini kemâle erdiğine göre; üzerlerindeki nimet de tamâma ermiştir. Bunun için Allah Teâlâ: «Bu gün dininizi kemâle erdirdim, üzerinizde olan nimetimi tamamla­dım ve size din olarak İslâmiyeti beğendim.» buyurmaktadır. Yani siz de kendiniz için İslâm'ı seçin. Çünkü Allah'ın beğenip hoşlandığı din odur. O dini peygamberlerin en faziletlisi ile gönderdim ve beraberinde de kitapların en şereflisini indirdim.

Ali îbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'dan nakleder ki; o «Bugün dininizi kemâle erdirdim.» kavlinden maıksad; İslâm'dır, demiştir. Bu âyet ile Allah Teâlâ, peygamberine ve mü'minlere îmânlarım kemâle er­dirdiğini haber vermiştir. Bir daha hiçbir zaman için arttırmaya gerek duymayacaklarını ve Allah'ın tamamladığı şeyi başka hiçbir şeyin ek­siltmeyeceğini, Allah'ın beğendiğini hiçbir şeyin kötüleyemeyeceğini ifâde etmektedir. Esbât da Süddî'den naklederek der ki; bu âyet, Arefe günü nazil.olmuştur. Ondan sonra bir daha ne helâl, ne de hârâm ile ilgili bir hüküm inmiştir. Rasûlullah (s.a.) harpten döndükten sonra da vefat etmiştir. Umeys kızı Esma dedi M : Ben de o esnada Rasûlul-lah ile beraber haccediyordum. O sırada biz yürüyorduk. Ve birden Cib­ril (a.s.) belirdi. Rasûlullah (s.a.) bineğinin üzerinde eğildi. Binek Kur'an'ın ağırlığına tahammül edemedi ve düştü. O sırada ben, yanına varıp beraberimde bulunan bir hırkayı o'nun üzerine yaydım. îbn Cü-reyc ve bir başkası der ki, Rasûlullah (s.a.) Arefe gününden sonra 81 gün yaşadı ve vefat etti. Bu iki rivayeti, İbn Cerîr Taberî tefsirinde nakleder. Sonra da der ki; bize Süfyân İbn Vekî'... Antere'den nakletti ki; o, şöyle demiştir : «Bugün dininizi kemâle erdirdim.)) âyeti nazil olduğunda; büyük hacc günüydü. Bunu duyan Ömer ağladı. Hz. Pey­gamber seni ağlatan nedir? diye sordu. Hz. Ömer dedi ki: Beni ağlatan şey şudur : Biz her gün dinimizin arttırılmakta olduğunu görüyorduk. Artık kemâle ermiş olduğu anlaşılıyor. Doğrusu bir şey ne zaman ke­mâle ererse; artık eksilmeye başlar. Rasûlullah (s.a.) doğru söylersin, buyurdu. Bu anlamda sabit olan şu hadîs delil olarak gösterilebilir : İs­lâm; garîb olarak doğmuştur. Tekrar garîb olacaktır. Ne mutlu garîb-lere.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ca'fer İbn Ayn... Tank İbn Şihâb'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Yahûdîler'den birisi Hattâb oğlu Ömer'e geldi ve dedi ki; ey mü'minlerin emîri, siz kitabınızdan bir âyet okumaktasınız. Eğer böyle bir âyet Yahûdî topluluğuna inmiş olsaydı; o günü muhakkak bayram kabul ederdik. Hz. Ömer hangi âyet o dedi­ğinde, Yahûdî; «Bugün dininizi kemâle erdirdim...» âyetidir, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki: Allah'a yemîn ederim ki ben, o âye­tin Rasûlullah (s.a.) a indiği günü ve indiği saati çok iyi bilirim. Bu âyet Cum'a' günü Arefe akşamı nazil oldu. Bu hadîsi, Buhârî Hasan İbn Abbâs kanalıyla... Ca'fer îbn Avn'dan nakleder. Keza Müslim, Tirmizî, Neseî de Kays İbn Müslim kanalıyla bu hadîsi rivayet ederler. Buhârî'nin, bu âyetin tefsirinde naklettiği lafız, Süfyân es-Sevrî kana­lıyla Târik îbn Şihâb'dan menkûldür ve şu şekildedir: Yahudiler, Hz. Ömer'e dediler ki; siz bir âyet okuyorsunuz. Eğer öyle bir âyet bize nazil olsaydı, o günü bayram edinirdik. Hz. Ömer dedi ki; ben o âyetin indirildiği zamanı, yeri ve indirildiği sırada Rasûlullah (s.a.) in nerede bulunduğunu çok iyi bilirim. İndirildiği gün Arefe günüydü. Allah'a yemîn ederim ki; biz, Arefe'de idik. Süfyân der ki ben Oum'a günü müydü, değil miydi şüpheliyim. Sonra Buhârî bu âyetin metnini verir. Süfyân merhum bu son konuda şüphe etmiştir. Eğer bu şüphesi, riva­yette ise bu bir sakınmanın ifadesidir. Çünkü şeyhin kendisine böyle ha­beri verip vermediğinden şüphelenmektedir. Eğer veda haccında Ara-fât'da duruşun cum'a günü olduğu konusunda şüphe etmişse bu hu­sus, ondan değil, Sevrî merhumdan sabit olmuştur. Çünkü bu konu kesin ve bilinen bir husustur. Mağazî, Siyer ve Fıkıh kitaplarının müel­liflerinden hiçbir kimse; bu konuda ihtilâf etmemişlerdir. Kaldı ki, bu hususta hiç kimsenin sıhhatinden kuşkulanamayacağı mütevâtir ha­dîsler vardır, Allah en iyisini bilendir.

Bu hadîs, bir başka şekilde Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir. İbn Ce-rîr der ki; Bana Ya'kûb İbn İbrâhîm... İshâk İbn Hareşe'den nakletti ki; Kâ'b şöyle demiş : Eğer böylesine bir âyet bir başka millete inseydi; indiği o güne bakarlar ve bayram günü kabul ederlerdi. Hz. Ömer; ey Kâ'b, o hangi âyet? dedi. O da bu âyeti okudu. Hz. Ömer dedi ki: Bu âyetin indirildiği günü çok iyi biliyorum. İndirildiği yeri de. Arefe günü .olan Cum'a günü nazil olmuştur. Allah'a hamdolsun ki, her ikisi de bi­zim için bayram günüdür.

İbn Cerh* der ki; bize Ebu Küreyb... Ammâr'dan nakletti ki; İbn Abbas, bu âyeti okuyunca; yahûdînin birisi eğer bu âyet bize inmiş ol­saydı, o günü bayram günü yapardık, dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs dedi ki; bu âyet, iki bayram gününde inmiştir. Biri kurban bayramı, diğeri de cum'a günüdür.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Ahmed İbn Kâmil... Hz. Ali'den nakle­der ki; o, şöyle demiş : Bu âyet indiğinde Rsaûlullah (s.a.), Arefe günü akşamüstü ayakta duruyordu. İbn Cerîr der ki; bize Ebu Âmir... Amr îbn Kays'dan nakletti ki; o, Ebu Süfyân oğlu Muâviye'nin minberde bu âyeti örnek vererek okuduğunu ve sonra şöyle dediğini duymuş: Bu âyet, Arefe. ve Cum'a günü nazil olmuştur. İbn Merdûyeh Muhammed İbn îshâk kanalıyla... Seleme İbn Cündeb'den nakleder ki; o, bu âyetin Arefe günü" nazil olduğunu Rasûlullah'ın da Arafat'da vakfe halinde bulunduğunu söylemiştir.

İbn Cerîr, İbn Merdûyeh, Taberânî, Ebu Rebî' kanalıyla... İbn Ab-bâs'ın şöyle dediğini nakletmelerdir: Sizin peygamberiniz —Allah'ın salât ve selâmı o'nun üzerine olsun— pazartesi günü doğmuştur. Pa­zartesi günü Mekke'den çıkmış, pazartesi günü Medine'ye girmiş ve pazartesi günü Mâide süresindeki «Bugün dininizi kemâle erdirdim...» âyeti indirilmiştir. Zikir de pazartesi günü kaldırılmıştır. Bu hadîs ga-rîbtir, isnadı zayıftır. Nitekim Ahmed İbn Hanbel de aynı hadîsi Mûsâ İbn Dâvûd kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle de­miştir : Hz. Peygamber pazartesi günü doğdu. Pazartesi günü kendisine haber verildi. Mekke'den Medine'ye pazartesi günü hicret etti. Medine'­ye pazartesi günü geldi. Pazartesi günü vefat etti ve Hacer-i Esved pa­zartesi günü yerine kondu. Ahmed İbn Hanbel'in lafzı aynen böyledir. Ancak onda Mâide sûresinin pazartesi günü nazil olduğuna dâir bir ha­ber yoktur. Doğruyu en iyi Allah bilir. Öyle sanıyoruz ki; Abdullah İbn Abbâs —yukarda geçtiği gibi— iki bayram gününde nazil oldu demek istemiş, ancak râvî bunu benzeterek pazartesi demiştir. En iyisini bilen Allah'tır.

îbn Cerîr der ki: Bu günün, halk tarafından bilinen bir gün ol­madığı söylenmiştir. Sonra Avfî kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'm bu âyet konusunda; o gün, insanlar tarafından bilinen bir gün değildi, de^ diğini nakleder ve der ki: Söylendiğine göre, bu âyet Rasûlullah (s.a,) a veda haccına giderken inmiş. Sonra bu rivayeti, Ebu Ca'fer er-Râzî ka­nalıyla Rebî' İbn Enes'den nakleder. Ben derim ki; İbn Merdûyeh Ebu Hârûn kanalıyla Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etti M; bu âyet, Rasû-lullah'a öadîr Humm (Mekke ile Medine arasında bir yer adı olup orada Hz. Peygamberin bir mescidi bulunmakta idi.) günü nazil olmuştur ve o gün Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye : Ben kimin efendisi isem, Ali'de onun efendisidir, demiştir. Sonra İbn Merdûyeh Ebu Hüreyre'den bu hadîsi rivayet eder ve der ki; o gün Zülhicce'nin onsekizinci günüydü. Yani Hz. Peygamberin Veda haccmdan dönüş günüydü. Ne o, ne de bu sa­hihtir. Doğrusu ve şüphe götürmeyeni; bu âyetin Arefe ve cum'a günü nazil olmasıdır. Nitekim mü'minlerin emîri Hattâb oğlu Ömer ve Ebu Tâlib oğlu Ali böyle rivayet etmişlerdir. Keza İslâm hükümdarlarının ilki olan Ebu Süfyân oğlu Muâviye ve Kur'an'ın tercümanı olan Ab­dullah İbn Abbâs ve Semure İbn Cündeb (r.a.) böyle demişlerdir. Şa­fiî, Katâde îbn Diâme, Şehr İbn Hayşeb ve diğer imâm ve bilginler de böyle söylemişlerdir. îbn Cerîr Taberî merhum da bu görüşü tercîh etmiştir.3

Zaruret Hali13

Zaruret Hali

«Her kim ki açlıktan darda kalır da, günâha dalmaksızın bunlar­dan yemeye mecbur olursa; muhakkak ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dİr.» Allah Teâlâ'mn zikretmiş olduğu bu haramlardan birine uzanmak zo­runda kalan kimse; mecburiyet tahtında bunları almak gereği duyarsa;

Allah elbette ki, onun için Ğaffûr ve Rahîm'dir. Çünkü Allah Teâlâ dar­da kalmış kulunun ihtiyâcını bilir ve bu sebeple onun günâhını bağış­layarak suçundan vazgeçer. İbn Hibbân Sahîh'inde ve Ahmed îbn Han-bel Müsned'inde, Abdullah İbn Ömer'den Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakleder : Allah Teâlâ günâhın işlenmesinden hoşlanmaz, ama verdiği ruhsatların işlenmesini sever. Bu, ' İbn a Hibbân'ın lafzıdır. Ahmed İbn Hanbel'in lafzı ise şöyledir: Allah'ın verdiği ruh­satı kabul etmeyen kişinin, Arafat dağı kadar günâhı vardır. Bunun için fukahâ der ki; bazı hallerde ölü etini yemek vâcib olur. Bu, mahvolmak tehlikesiyle başbaşa kalıp, yiyecek başka bir şey bulamayan kimsenin durumudur. Bazı hallerde ölü eti yemek mendûb olur, bazı hallerde de mübâh olur. Ancak ihtilâf; yenildiği zaman, ihtiyâcı giderecek kadar veya doyuracak kadar veya doymanın üstünde de yenilip, yenilmeye­ceği konusundadır. Ahkâm kitabında belirtildiği gibi; bu konuda deği­şik görüşler vardır. Keza bir kişi ölü eti veya başkasının yiyeceği bir yemek veya ihrâmlı iken bir av bulursa; bunlardan hangisini yiyeceği konusunda da ihtilâf vardır. Ölünün etini mi yiyecektir? Harem'de avı avlayıp cezasını mı ödeyecektir, yoksa başkasının yemeğini yiyip, bedelini tazmin mi edecektir? Bu konuda Şafiî merhumun iki kavli vardır. Ölü eti yemenin caiz olması için; avamdan bazı kişilerin vehmet­tikleri gibi üç gün boyunca yiyecek bir şey bulunmaması şartı yoktur. Aksine ne zaman mecburiyet hali doğarsa, yemek caiz olur. Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yezîd İbn Müslim... Ebu Vâkid'den nakletti ki; ashâb şöyle demiş : Ey Allah'ın Rasûlü, biz açlıktan darda kalmış ola­rak bir yerde bulunursak; ölü eti yememiz ne zaman helâl olur? dedi. Hz. Peygamber^buyurdu ki; sabah yemeği yemezseniz, akşam yemeği yemezseniz, bir bakla da koparamazsanız onu yiyebilirsiniz. Bu vech ile İmâm Ahmed bu hadîsi tek başına rivayet etmiştir. Ancak bu hadîsin isnadı, Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahîhtir. Keza aynı hadîsi îbn Cerîr Taberî... Evzaî'den rivayet eder. Bazıları ise, bu hadîsi Ev-zâî'den Hasan İbn Atiyye kanalıyla Ebu Vâkid'den naklederler. Başka­ları da Evzaî kanalıyla yine Ebu Vâkid'den fakat ayrı râvî silsilesiyle naklederler. îbn Cerîr Taberî ise bu hadîsi, Hennad îbn Sirrî kanalıyla adını söylediği bir adamdan nakleder. Keza, İbn Cerîr Hennâd kana­lıyla mürsel olarak Hasan'dan rivayet eder. îbn Cerîr Taberî der ki; bana Ya'kûb İbn İbrâhîm, İbn Avn'dan nakletti ki; o, ben Hasan'm ya­nında Semure'nin mektubunu buldum ve okudum. Orada şöyle yazılı idi: Mecburiyet hali için, sabah ve akşam yemeğinin bulunmaması kâ­fidir. Ebu Küreyb ise... Hasan'dan nakleder ki; adamın biri, Rasûlul­lah (s.a.) a haram ne zaman helâl olur? diye sormuş. Rasûlullah (s.a.) ise şöyle cevâb vermiş : Ailen sütten içip kanıncaya veya kendilerine yemek getirinceye kadar.

İbn Humeyd... Urve îbn Zübeyr kanalıyla Imıesinden rivayet eder ki; bir bedevî Allah'ın neyi helal, neyi haram kıldığını öğrenmek üzere Hz. Peygamberin yanına geldi. Hz. Peygamber ona şöyle dedi: Temiz şeyler sana helâldir, pis şeyler haramdır. Ancak helâl olmayan şeye muh­taç olursan bu takdirde; ondan doyuncaya kadar yiyebilirsin. Adam demiş ki; bana haramı helâl kılan ihtiyâç nisbeti ne kadardır? Beni bundan alıkoyan doyum nisbeti ne kadardır? Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Eğer sonuç istiyorsan; sürünün etini sona ulaştırabilirsin. Eğer doyum istiyorsan; onu arar ve bir şeyler elde edersin. Ailene müm­kün olduğunca yedir, tâ ki ondan doyum hâsıl olsun. Bedevî; bulunca haram yiyeceği brakman gereken doyum miktarı ne kadardır? demiş. Rasûlullah (s.a.); aileni geceleyin doyurduysan, Allah'ın sana haram kıldığı şeyden sakın.- Eğer bunu yapmamıssan bu, senin için kolaylaş­tırılmıştır ve haram değildir, demiş.

Ebu Dâvûd der ki; bize Hârûn İbn Abdullah, Vehb İbn Ukbe'den rivayet etti ki; o, şöyle demiş : Ben babamın Fucey' el-Âmirî'den şöyle naklettiğini duydum: O, Hz. Peygambere gelip demiş ki; ölüden bize helâl olan nedir? Hz. Peygamber; sizin yemeğiniz nedir? demiş, o da biz sabah ve akşam yemeği yiyoruz, demiş. Ebu Nuaym der ki; Ukbe bana bunu şöyle tefsir etti: Bir kadeh sabah yemeği, 'bir kadeh akşam yemeği. Rasûlullah işte bu kadardır, buyurmuş ve onlara ölü etinin bu kadarını helâl kılmıştır. Bu hadîsi Ebu Dâvûd tek başına rivayet eder. Ve sanki onlar, sabah ve akşam yemeğim yeterince yemedikleri için kalınlarını doyurmak üzere kendilerine ölü etinin haram kılındığı anlamı çıkmak­tadır. Bunu delil getirerek bir kısmı; doyuncaya kadar yenebileceğini öne sürmüşler ve ihtiyâcın giderilmesi kaydını gerekli bulmamışlardır. Allah en iyisini bilendir.

Ebu Dâvûd der ki; bize Mûsâ İbn îsmâîl... Câbir îbn Semure'den nakletti ki; adamın biri ailesi ve çocuğuyla Harre'ye inmiş. Bir diğer kişi gelip ona demiş ki; ben dişi devemi kaybettim, eğer bulursan onu tutuver. Adam deveyi bulmuş, fakat devenin sahibini bulamamış. Son­ra hastalanmış ve karısı; deveyi kes ye demiş. Adam kesmekten kaçın­mış. Kadın ısrar etmiş ve adama demiş ki; onu kes ve yüz ki, etini ve yağım kavurup yiyelim. Adam, Rasûlullah (s.a.) a sorayım da öyle yiyeyim, demiş ve Hz. Peygambere gelip suâl etmiş, Rasûlullah (s.a.) seni ona muhtaç bırakmayacak kadar yeterli bir şeyin var mı? demiş. Adam, hayır deyince; Rasûlullah, öyleyse onu yeyin, demiş. Sonra de­venin sahibi gelmiş ve adam durumu ona bildirmiş. Devenin sahibi onu kesseydin ya demiş. Adam senden utandım, diye karşılık vermiş. Bu ri­vayette Ebu Dâvûd yalnızdır. Ancak bu rivayete dayanılarak ihtiyâcın fazlalığı halinde bir süre azık edinilebileceği gibi, yiyip içmenin de caiz olduğu söylenmiştir. Allah en iyisini bilendir.

«Günâha dalmaksızm» Allah'a isyan etmeksizin Allah bunu mü-bâh kılmıştır. Ancak diğerini Bakara sûresinde olduğu gibi tekrârla-manuştır. Çünkü orada «Kim de mecbur kalırsa günâha dalmaksızın ve haddi aşmaksızm yemesinde bir günâh yoktur.» (Bakara, 173) bu-yurulmuştur. Bu âyet delil getirilerek seferde isyan eden kişinin, sefe­rin ruhsatlarından yararlanmayacağı söylenmiştir. Çünkü ruhsatlar, isyan ile elde edilemez. En iyisini Allah bilir.4

Îzâhı14

Îzâhı

Bilindiği gibi canlı varlık öldüğü zaman organizmada bakteriler kay­naşmağa başlar. Gerek çürütücü, gerekse kokutucu yüzbinlerce bakteri vücûda dağılır. Modern bakteriyoloji biliminden çok önce Kur'an-ı Ke­rîm bize ölü eti yemeyi haram kılmıştır. .

Kana gelince; ilmen bilinmektedir kj, teşhisi zor olan hastalıkların teşhisinde kan tahlîli yapılarak kandaki hastalık mikroplan ve antikor­lar tesbît edilir. Kaldı ki; kan mide ve bağırsaklarda çok tehlikeli has­talıklara sebeb olur.

Domuz etine gelince; ilim kesinlikle ifâde etmektedir ki; Tenya Sollion adı verilen tenyaların, biricik yeri domuz etidir. Bu tenyalar insana domuz eti yoluyla geçer ve başındaki kılcal organlarla bağırsağa yapışır. Vücûdun bütün noktalarıyla «beraber hazmolunan gıdaları emer. Bunu emmekle de kalmaz, emdiği gıdalardan bir takım toksinleri insan bağırsağına bırakır ve zamanla öylesine zararlı bir hale gelir ki, uzun­luğu sekiz metreyi bulur. Tenya Sollion birçok parçacıklardan oluşur ve her parçası ayrı bir canlıdır. Bu tenya, bağırsakta yerleşip uzun süre olgunlaştıkça tenasül organlarından çıkan yumurtacıklarla aşılanır ve insan bağırsağından dışkı ile birlikte dışarı çıkar, toprağa karışır. Bu mikroplu yumurtacıklar bir besin maddesine bulaşarak insan veya her­hangi bir hayvan tarafından yenildiği zaman hiç etkilenmez ve en ufak bir değişim görmeden tekrar dışkı ile birlikte dışarı çıkar. Fakat aynı mikrobu bir domuz yediği takdirde domuzun midesinin salgıladığı mide özsuları, tenya yumurtacıklarının kabuğunu eritir ve bu kabukta kü­çük ve küre şeklinde genler çıkar, her birinin altı çıkıntısı vardır. Mide­den geçen bu yumurtacıklar kan damarlarına kadar uzanır ve kan va­sıtasıyla domuzun kaslarının arasına yerleşir. İnsan tarafından domuz eti yendiği zaman bu tenyalar mideye, oradan da ince barsaklara iner. İnce barsaklann çıkıntısı arasında tutunur kalır. Bu tenyayı vücûddan dışarı atmak da çok zordur. Ayrıca onu meydana getiren her boğum, başlıbaşma bir tenya olur ve kısa zamanda bağırsakları istilâ eder.

Amerika Birleşik Devletlerinde ve Kanada'da yaşayan insanların 1/6 sının adalelerinde, trişinli domuz eti yedikleri için, trişin kurtları vardır. Vücudlarına trişin kurdu girmiş olan insanların çoğunda has­talık arazı görülmez. Çoğu yavaş yavaş iyileşir. Fakat bazıları da ölür. Bazılarının sol tarafları ilelebet malûl kalır. Hepsi de, dikkatsizce domuz eti yemişlerdir. Bu hastalığın muafiyeti ve tedavisi yoktur. Ne antibi­yotikler, ne de diğer ilâçlar ,ve aşılar, bu ufak ve öldürücü kurda te'sîr etmezler. Yegâne çâre bu mikrobun bulaşmasını önlemektir. Trişin kurdları, adale lifleri arasında limon çekirdeği şeklinde kıvrılmış küçük kapsüller halinde saklanarak kırk yıldan fazla yaşarlar. Hastalıklı bir et parçası yendiği zaman, bu gayrı faal trişin kapsülleri hazmedilirler. Fakat içindeki trişinler yaşamakta devam ederler, gelişirler ve herbiri binbeşyüz defa çoğalır. Bu yeni trişinler, ana trişinleri hâvî et yenil­dikten 1-3 gün sonra kan damarlarını istilâ ederler ve kan damarları vasıtasıyla da birçok organlara yerleşirler. Trişinlerin sebep olduğu has­talığın belirtileri, elliden fazla hastalığın belirtilerine benzer. Bu ise, hastalığın teşhisini çok güçleştirir.

Etleri tuzlama ve tütsüleme gibi alelade metodlar trişinleri öldür­mez. Mezbahalarda hükümetçe yapılan kontroller ise, bütün trişinli etleri teşhis için kâfi değildir.

Yalnızca Dr. Glen değil ehliyetli bütün tıp otoriteleri ve bitaraf dü­şünen bütün ilim adamları bu mevzuda İslâm'ın görüşünü destekle­mekten kendilerini alamamaktadırlar.

İslâm'a göre, hayvancılık alanında kesilip yenilmemesi alışılmış olan cinsten yalnız domuz eti ve ondan elde edilen her çeşit madde haramdır. Her ne kadar ilkel dinlerde birçok hayvanların kesimi ve yenilmesi ha­ram sayılmış ise, bunlar tamamen iptidaî ve putlaşma devrinin bâtıl âdet ve gelenekleridir. Bilinmelidir ki, İslâm dâima insanların iyiliğini ve sıhhatim hedef alarak bazı yasaklar vazeder. Bu yasaklar gayesiz kon­mamıştır. Meselâ : İslâm'da domuz eti yemenin yasak oluşu, tamamen sıhhî esasa dayanır. Şöyle ki:

Sığır cinsi de dâhil," birçok hayvanlardan İnsanlara muhtelif hasta­lıkların bulaşması tıbbî bir hakikattir. Fakat bu hastalıklardan hem korunmak mümkündür, hem de bu hastalıklar öldürücü değildir. Me­selâ : İnsanlara sığır etinden/tenya geçebilir. Fakat sığır eti kaynatıl­dığı veya pişirildiği takdîrde bu mahzur ortadan kalkar. Aynı zamanda tenya öldürücü değildir. Bundan başka insanlara diğer küçük baş hay­vanlardan da bazı hastalıklar geçebilir. Fakat küçük 'baş hayvanların eti kaynatılırsa bu önemsiz mikroplar da ölür gider. Böylece hastalık ön­lenmiş olur.

Domuz eti diğer birçok dinlerde de yasaktır. Meselâ : Bir ulusal din sayılan yahûdîlikle domuz eti yemek kesinlikle yasaktır. Bunu, yahû-dîlerin mukaddes ilâhî kitapları olan Tevrat'ta toâriz bir şekilde gör­mek mümkündür. Meselâ : Tevrat'ın tesniye bölümünde yenilmesi yasak olan hayvanlar sıralanırken «... ve domuz!., çünkü tırnaklıdır, fakat geviş getirmez: O, size murdardır; bunların etinden yemiyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız.» (Bab, 14/8) denilmektedir.

İnsanlarla mutlak teması olan iki hayvan ve iki hastalık vardır ki, hem korunulması imkânsızdır, hem de öldürücüdür. Birinci hayvan; domuz ve getirdiği hastalık (trisiniasis), ikinci hayvan; köpek ve getir­diği hastalık (kist-hidatik)tir. İslâm, her iki hayvanı da haram kılmış ve etinden faydalanmayı yasak etmiştir. Bu kısa ve genel izahtan anla­şılıyor ki, İslâm'ın bu yasaklama ve haram kılma keyfiyeti hikmetlerin en incesidir.

Bu umûmi açıklamadan sonra, tıbbî olarak inceleyelim. Hem bu incelememiz müslümanlann değil, domuz eti yemeyi mubah ve hatta helâl kılan hıristiyan dinine mensup mütehassısların tetkiklerine da­yanacaktır.

Domuz etinin trişin kurdundan temizlenmesine fennî imkân yoktur. \isunu, toplum sağlığı üzerinde otorite olan Ord. Prof. Hirş, kat'î olarak kabul ediyor ve gören gözlerin önüne bariz bir şekilde serdediyor. Şu hal­de bazılarının zannettiği gibi, domuz eti, ihtiva ettiği hastalık mikropla­rından temizjenemez ve Dunun için de yenemez. Bunu tıp isbât etmiş ve böylece İslâm'ın yasak emrindeki saltanat şimdiye kadar sarsılma­dan baki kaldığı gibi, ilelebed de yine sarsılmadan baki kalacaktır. Çünkü «trişini domuzdan insana geçiren histolojik ara şekil, her türlü de­zenfekte ve temizleme usûllerine, normal dokuya nazaran on defa daha mukavimdir.» İlmen de kat'î olarak bilinen bu cihetin yanında iki un­sur daha vardır ki, bu yasak hikmetinin sırlarım taşır.

Birincisi: Ehlî olan bütün kesim hayvanlarının hilâfına olarak domuz, beslendiği yerde her türlü pisliği yer. Bundan dolayı şöyle bir biyolojik tez ileri sürülebilir: Domuz neslinin kimyevî unsurlarındaki hücre içi karbon, azot ve daha büyük şekilde protein, diğer hayvanlar­dan farklı bur yapılış keyfiyetini hâizdir. îzotop çekirdeklerle yapılan atom tetkikleri göstermiştir ki, insan vücûdu veya şâir hayattar hücre­ler eskimiş atomları atarak yerine taze, biyolojik ve ikimyevî tasfiyeden geçmiş atomlar alır. Her çeşit pisliği yemek suretiyle itrah maddelerini bünyesine alan domuz, proteinindeki kimyevî maddeler bakımından dü­şük kıymettedir.

İkincisi: Domuz, karakter bakımından diğer hayvanlardan farklı­dır. Bilhassa İslâm mütefekkirleri domuzun kıskanç olmayışı üzerinde durmuşlar ve hayvanlar içinde dişisini kıskanmayan tek hayvan olu­şunu, aşağılık karakterinin bir ifâdesi kabul etmişlerdir. Bu kıskanç olmayışın insanlara ve hatta inanca sirayet ettiğini kabul etmek gere­kir. Dünyanın her yerinde domuz eti yiyenlerin, aile mefhûmu bakı­mından da kıskanç olmayışı; bunu kolayca isbât eder.

Diğer yönden inceleyelim: Her hayvanda bir müspet (iyi), bir de menfî (kötü) huy olmasına rağmen domuzun bu hassadan uzak olma­sı, yani, iyi huyunun bulunmayışı şâyân-ı dikkattir. Meselâ : Kedide nankörlük yanında, huzur,- köpekde vahşet yanında sadâkat, koyunda meskenet yanında teslimiyet huylan varken, domuzda kıskanmayış ya­nında hiç bir müsbet karakter yoktur. .

Şer'î Boğazlama. 16

Şer'î Boğazlama

Yenmesi helâl olan kara hayvanları iki kısımdır.

1- Deve, sığır, davar ve benzeri ehlî hayvanlarla evlerde besle­nilen tavuk, güvercin ve benzeri kuşlar gibi yakalanması mümkün olan­lar. ..

2- Yakalanması mümkün olmayanlar...

İslâm, birinci kısımda bulunan hayvanların helâl olabilmesi için şer'î boğazlamayı şart koşmuştur.

Arzu edilen şer'î boğazlama, ancak bazı şartlarda tamamlanabilir:

1- Hayvanın, taştan veya odundan bile olsa, kanı akıtan ve da­marları kesen keskin bir âletle :boğazlanması... İmâm Ahmed, Ebu pâ-vûd, Neseî, İbn Mâce, Hâkim ve İbn Hıbbân'ın rivayetlerinde Adiyy îbn Hatim et-Tâî der ki, Peygamberimize :

«Ya Rasûlullah, biz avı avlıyor ve fakat onu kesecek keskin taş ve kamıştan başka bir şey bulamıyoruz» diye sordum. Buyurdu ki: «Allah'ın adını anarak dilediğin şeyle kanı akıt.»

2- Hayvanın boğazdan veya boyundan öldürülmesi... Yani boğa­zı veya boynu kesmekle ölüm, tamamen tahakkuk etmiş olur.

Fakat boğazlamanın en mükemmeli, boğazın yemek borusunun ve­ya her iki tarafta bulunan şah damarlarının kesilmesiyle olur.

Özel yerden boğazlama mümkün olmadığı takdirde bu şart hü­kümsüz olur. Meselâ; başı üzerine kuyuya düşen ve boynu ile boğazın­dan öldürülmesine imkân olmayan hayvanlarda bu şart kalkar ve av işlemi bunlara tatbik edilir. Bu durumda ulaşılan herhangi bir yerinden keskin bir şeyle kanatılması kafidir.

îmam Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde Râfî' îbn Hadîc der ki:

Peygamber (s.a.) ile bir seferde idik. Develerden biri kaçtı. Atımız olmadığı için birisi onu oku ile vurup öldürdü. Bunun üzerine Rasûlul­lah (s.a.) buyurdu ki: Bu hayvanlarda yabanî hayvanların âdetleri vardır. Böyle olduğu takdirde bunun yaptığı gibi yapınız.

3- Allah'dan başkasının anılmaması... Bunda ittifak edilmiştir. Zîrâ câhiliye insanları, ilâhlarına ve putlarına yaklaşma düşüncesiyle kurban kestikleri zaman; ya ilâhlarının ve putlarının isimlerini bağrışa­rak anarlar, ya da özel dikili taşların üzerinde boğazlarlardı. Yukarda da zikrettiğimiz gibi Kur'an, «Allah'tan başkasının adına... dikili taş­lara» ifadeleriyle bütün bunları haram kılmıştır.

4- Hayvan boğazlanırken Allah adının anılması... Bu, hüküm­lerin açık olanlarıdır. Kur'an der ki:

«Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı anılmış olan şeyden yeyin.» (En'âm, 118).

Ve yine der ki: «Üzerine Allah'ın adının amlmadığı kesilmiş hay­vanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır.» (En'âm, 121).

Buhârî ve başkalarının rivayetinde Rasûlullah (s.a.) da şöyle bu­yurur :

Allah anılarak kanı akıtılan hayvanın etini yeyiniz.

Öğretilmiş av köpeğini bırakırken veya silâhı ava boşaltırken bes­melenin çekilmesi hususundaki sahîh hadîsler de bu son şartın lüzu­munu te'yîd eder.

Bazı âlimler derler ki: Allah'ın adının anılması, vazgeçilmez bir şarttır. Fakat bunun, hayvanın boğazlanması esnasında olması şart değildir. Zîrâ yenirken besmele çekilirse kâfidir. Böylece, yemeği yer­ken besmele çeken insan, Allah adının amlmadığı şeyi yememiş olur. Sa-hîh-i Buhârî'de Hz. Aişe'den rivayetle; bir kavim, Hz. Peygambere ge­lerek dediler ki;

«Bazıları bize et getiriyorlar. Bunun üzerine Allah'ın adını anıp an­madıklarını bilmiyoruz. Ondan yiyelim mi, yemiyelim nü?»

Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki:

Allah'ın adını anınız ve yeyiniz.

Anladığımıza göre bu boğazlamanın sırrı, hayvana azâb vermeden ve en kısa yoldan onun canını çıkarmaktır. Bunun için keskin âletle boğazdan kesmek şart koşulmuştur. Çünkü; ölümü en çabuk te'mîn eden şey keskin âlettir, canın kolaylıkla çıkacağı en yakın yer de boğaz­dır. Diş ve tırnakla boğazlamak; nehyedilmiştir. Zîrâ bunlarla boğazla­ma, hayvana işkence verdiği gibi, hayvan umumiyetle bunlarla boğula­rak ölür. Peygamber (s.a.), boğazlamanın kolay olması için bıçağı bile­meyi emretmiştir.

Müslim, Şeddâd îbn Evs'ten Hz. Peygamberin şu hadîsini nakle­der:

Allah, her şey hususunda İhsanı emretmiştir; öldürdüğünüz zaman güzel öldürünüz, boğazladığınız zaman da güzel boğazlayınız, bıçağınızı bileyerek hayvanınızı müsterih ediniz.

İbn Ömer'den naklen İbn Mâce'nin rivayetinde Hz. Peygamber, (s.a.) bıçakların bilenip, hayvanlardan gizlenmesini emrederek buyurdu;

Biriniz boğazladığı zaman, tamâmlasın.

Buhârî'nin şartlarına göre, sahîh kabul edilen HâkimMn İbn Ab-bâs'tan rivayet ettiğine göre; bir adam, davan yatırmış bıçağını bili­yordu. Peygamber (s.a.) kendisine dedi ki;

Onu defalarca öldürmek mi istiyorsun? Niçin onu yatırmadan, bı­çağını bilemedin?

Abdürrezzâk rivayet eder ki; bir gün Hz. Ömer, bir adamın kesmek üzere götürdüğü bir davan ayaklanndan sürüyerek götürdüğünü gö­rünce, dedi ki:

Sana ne oluyor? Onu ölüme güzel götür.

İşte bu konuda da her şeyi şâmil, genel fikri görüyoruz. O da, in­sanın gücü yettiği nisbette hayvana iyi muamele etmesi ve onu işken­ceden kurtarmasıdır.

Câhiliye devri insanları, canlı develerin sırtını ve koyunların kuy­ruğunu keserlerdi. Bununla da hayvanlara işkence ediyorlardı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) onlara ihtar ederek, bu kısımlardan fayda­lanmayı haram kılmıştır.

İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Hâkim rivayet eder ki: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Hayvan canlı olduğu halde ondan kesilen şey, leş hükmündedir.

Boğazlamanın başında besmelenin çekilmesi isteğinin, üzerinde du­rulması gereken latîf bir hikmeti vardır.

Bir yönden bu, putperestlere karşı bir çıkış yapmaktır ki onlar, bogazlama başlangıcında ilâhları olduklarını iddia ettikleri putlarının isimlerini anarlardı. Müşrik o anda putunun adını anarsa; mü'min, ne­den Allah'ının ismini zikretmesin?

Diğer bir yönden düşünülecek olursa; bu hayvanlar, Allah'ın yarat­tığı canlı varlıklar olması bakımından insanla eşit durumdadır. Şu halde insan, o hayvanlarla beraber kendisini ve yeryüzündeki herşeyi kendisi için yaratan Allah'ın izni olmadan nasıl olur da onlara tasallut edip, canlarından ayırır? İşte burada Allah'ın adını anmak, bu ilâhî izni ilân etmektir. Sanki insan diyor ki: Ben, bunu, bu varlıklara düş­manlığımdan ve o yaratıkları zayıf gördüğümden yapmıyorum. Ancak ben, Allah'ın adıyla kesiyor, Allah'ın adıyla avlıyor ve Allah'ın adıyla yiyorum.5

4 — Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyor­lar. De ki: Size bütün iyi ve temizler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların si­zin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Ve Allah'tan sakının, muhakkak ki, Allah, hesabı çabuk görendir.

Îmân Edenlere İyi Ve Temiz Olan Herşey Helâl Kılınmıştır17

Îmân Edenlere İyi Ve Temiz Olan Herşey Helâl Kılınmıştır

Allah Teâlâ önceki âyetlerde kişinin bedenine ya da dinine veya İkisine birlikte zararı olan pislikleri haram kıldığım (belirttikten ve za­ruret halinde müstesna olanlan ayırdıktan sonra; helâl olan şeylerin neler olduğunu açıklamaya başlıyor. Nitekim bir başka âyette de, «Al­lah, size haram olanlan açıklamıştır. Ancak mecburiyet tahtinde olan­lar müstesnadır»* buyurmuş ve ardından da sana «neyin helâl olduğunu soruyorlar. De ki; size temiz şeyler helâl kılınmıştır.» buyurmuştu. Keza A'râf sûresinde Hz. Muhammed'in niteliği olarak şöyle Duyurulmuştur : «O, kendilerine güzel şeyleri helâl kılar, pislikleri ise haram kılar.»

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür'a... Saîd îbn Cübeyr'den nak­letti ki; Adiyy İbn Hatim ile Zeyd İbn Mühellel Rasûlullah (s.a.) a; ey Allah'ın Rasûlü, Allah ölüyü haram kıldı. Bize helâl olan şeyler ne­lerdir? diye suâl ettiklerinde; bu âyet-i kerîme nazil olmuştur: «Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki; size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı.» Saîd îbn Cübeyr der ki; kendileri için helâl olan temiz şeyler; kurbanlar demektir. Mukâtil ise, temiz şeyler, ken­dileri için elde edilmesi helâl olan her türlü nziktır, demiştir. Nitekim

Zührî'ye tedâvî için idrar içilir mi? diye sorulduğunda; o, idrar temiz şeylerden değildir, karşılığım vermiştir.

îbn Ebu 'Hatim der ki; îbn Vehb'in dediğine göre; îmâm Mâlik'e halkın yediği çamurun satılması konusu sorulduğunda o, bu temiz şey­lerden değildir, karşılığını vermiştir.

«Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın.» Yani size üzerine Allah'ın adı anılan kurbanlar ve temiz nziklar helâl kılındığı gibi, hayvanlar ve avladığınız avlar da helâl kılınmıştır. Avcı hayvan­lardan maksad, av köpekleri, parslar ve şahinler vb. hayvanlardır. Bu görüş, sahabe tabiîn ve imamların cumhurunun görüşüdür. Nitekim Ali İbn Ebu Talha Abdullah İbn Abbâs'ın bu âyet konusunda şöyle de­diğini rivayet eder : «Allah'ın size Öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanlar»dan maksad; öğretilen av köpekleri ve şahin ile avlanmaya bilen her türlü kuştur. Âyetin metninde geçen kelimesi ise pars, av köpeği, şahin vb. hayvanlardır. îbn Ebu Hatim böyle ri­vayet eder, sonra da der ki; Hayseme, Tâvûs, Mücâhid, Mekhûl vfc Yahya îbn Ebu Kesîr'den de böyle dedikleri rivayet edilmiştir. Hakan'­dan rivayet edildiğine göre; o şahin ve doğan'ın kelime­sinin içinde yer aldığını söylemiştir. Ali îbn Hüseyn'den de benzeri bir rivayet nakledilir. Ayrıca Mücâhid'in avcı kuşlarla avlanmayı hoş kar-şılamayıp bu âyeti okuduğu rivayet edilir. İbn Ebu Hâtim'in rivayetine göre; Saîd İbn Cübeyr'den de aynı şekilde nakledilmiştir. Bu hususu, Dahhâk ve Süddî'den nakleden îbn Cerîr Taberî sonra şöyle der : Bize Hennâd .. Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; o, şöyle demiştir: Şahin ve benzeri kuşların avladıkları av hayvanına gelince, ulaştığın senindir, aksi takdirde onu yeme. Ben derim ki; Cumhûr'dan nakledildiğine gö­re; kuşlarla yakalanan, av köpekleriyle yakalanan av gibidir. Çünkü kuşlar, tıpkı av köpekleri gibi avı pençeleriyle yakalarlar. Dolayısıyla aralarında fark yoktur. Bu görüş dört mezheb imamının ve diğerlerinin görüşüdür. îbn Cerîr de bu görüşü tercîh eder. Ve buna delil olarak Hennâd... Adiyy îbn Hâtim'den naklettiği rivayeti gösterir. Adiyy îbn Hatim der ki; ben Rasûlullah (s.a.) a şahin avını sordum. O, yakaladı­ğım ye, diye karşılık verdi.

Ahmed îbn Hanbel ise; siyah köpeğin avladığı avı bundan istisna eder. Çünkü ona göre; siyah köpeğin avının yenmesi helâl değildir. Ak­sine öldürülmesi gerekir. Zîrâ Müslim'in Sahîh'inde Ebu Zerr (r.a.) den nakledildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Merkeb, ka­dın ve siyah köpek namazı keser. Ebu Zerr der ki; siyah köpeğin, kızıl­dan farkı nedir? dedim. Rasûlullah buyurdu ki; siyah köpek şeytândır. Bir başka hadîste de Rasûlullah (s.a.) köpeklerin öldürülmesini emreder. Sonra der ki; onlarla köpeğin ne ilgisi var? Her siyah köpeği öldü­rünüz.

Bu tür av hayvanlarına arapça yaralamak kelimesinden türetilen ve aynı zamanda elde edilen kazanç anlamına gelen ke­limesi kullanılır. Bu âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi konusunda İbn Ebu Hâtim'in rivayet ettiği hadîsde Haccâc tbn Hamza... Peygamberin kö­lesi Ebu Râfi'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), köpeklerin öldürülme­sini emretmiş ve halk köpekleri öldürmüş. Bilâhare gelerek; ey Al­lah'ın Rasûlü, senin öldürülmesini buyurduğun şu topluluktan bize helâl olan nedir? demişler. O, bir süre susmuş. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar...» âyetini inzal buyurmuş. Ve Rasûlullah (s.a.) demiş ki: Kişi köpeğini Allah'ın adını anarak avının üzerine gönderir de köpek avı tutarsa; köpeği ye­mediği sürece o yesin.

tbn Cerîr... Ebu Râfi'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Hz. Cebrail Peygamberin katma gelip izin istedi. Hz. Peygamber; ey Allah'ın elçisi (Cebrail'i kasdediyor.) sana izin verdim, buyurdu. Cebrail; evet, ama biz içinde köpek bulunan eve giremeyiz, dedi. Ebu Râfi' der ki; Hz. Peygamber bana Medine'deki her köpeği öldürmemi emretti. Ben de öldürdüm. Nihayet bir kadının yanına geldim ki köpeği havlıyordu. Kadına acıyarak köpeğini bıraktım ve Rasûlullah'a gelip durumu ha­ber verdim. Rasûlullah bana emretti, döndüm o köpeği de öldürdüm. Halk Hz. Peygambere gelerek; ey Allah'ın Rasûlü, öldürülmesini em­rettiğin şu topluluktan bize helâl olan nedir? dediler. Ebu Râfi' der ki; Rasûlullah (s.a.) sustu. Sonra Allah Azze ve Celle : «Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar...» âyetini inzal buyurdu. Hâkim Müstedrek'inde Muhammed İbn îshâk kanalıyla Ebân îbn Salih'ten bu hadîsi rivayet eder ve sahihtir, ama Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemişlerdir, der.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Kasım... İkrime'den nakletti ki; Ra­sûlullah (s.a.) Ebu Râfi'i köpekleri öldürmek üzere gönderdi. Ebu Râfi' Medine yakınlarındaki yüksek ıbölgeye (el-Avâlî) geldiğinde; Âsim İbn Adiyy, Saîd İbn Hayseme, Ureym İbn Saîd de Hz. Peygamberin yanma gelerek dediler ki; ey Allah'ın Rasûlü, bu konuda bize helâl kılınan nedir? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu hadîsi Hâkim, Semmâk kanalıyla îkrime'den rivayet eder. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî, bu âyetin nüzul sebebinin köpeklerin öldürülmesi olayı oldu­ğunu söyler.

«kelimesi yine kelimesinin zamîrinden hâl olabilir ki; bu takdirde (gramer kaidelerine göre) failden hâl olmuş olur. Ancak mef'ûlden, dolayısıyla kelimesinden hâl olması da muhtemeldir. Bu takdirde mânâ şöyle olur: «Allah'ın size öğ­rettiği ile, alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların —avlanmak için kö-pekleştirilmiş olmaları halinde— sizin için tuttuklarını yeyin.»

Avlanmaları; tırnakları veya pençeleri ile olacaktır. Bu durumda bazıları, köpeklerin avı vurarak veya pençeleri ve tırnaklarıyla öldür­meleri halinde yenmelerinin helâl olmayacağını söylemektedirler. Ni­tekim İmâm Şafiî'nin ve ulemâdan bir grubun görüşü budur. Bunun için Allah Teâlâ «Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp, öğrettiğiniz.» kay­dını koymaktadır. Yani o hayvanı gönderdiğiniz zaman; koşup getiren, çağırdığınız zaman gelen, avı tutunca yakalayıp sahibine getiren ve kendisi yemeyen hayvanların tuttuklarının helâl olduğunu belirtmişler­dir. Bunun için Allah Teâlâ; âyetin devamında «Sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın» buyuruyor. O halde avcı hay­vanın öğretilmiş olması, sahibi adına avı yakalaması ve gönderilirken Allah'ın adı anılarak gönderilmiş olması kaydıyla öldürse de —ulemânın icmâ'ına göre— tuttuğu avı yemek helâldir. Sünnet-i seniyye'de bu âyetin delâlet ettiği hususta bilgiler yeralmaktadır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Adiyy İbn Hâtdm'den naklolunur ki; o, şöyle demiş: Ben dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, ben öğretilmiş köpeği gön­deriyor ve üzerine Allah'ın adını anıyorum. Rasûlullah buyurdu ki: Öğretilmiş köpeği gönderip Allah'ın adını andınsa, onların sizin için tuttuklarım ye. Ben dedim ki; ..onlar, avı öldürseler de mi? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; öldürseler de. Yeter ki, av hayvanı olmayan bir köpek ona eşlik etmiş olmasın. Çünkü sen, kendi köpeğinin üzerine Allah'ın adım andın, başkasının üzerine değil. Ben dedim ki; okumu, avın üze­rine atıyorum ve yürüyorum, o zaman durum ne olur? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; okunu atıp onu delersen, onu ye. Ama ona atıp da yara­larsan bu, vurmadır. Dolayısıyla onu yeme. Buhârî ve Müslim'in bir başka rivayetinde ise lafız şöyledir: Köpeğini gönderdiğin zaman; ona Allah'ın adını an. Eğer o, senin için yakalar da canlı olarak tutarsa avım kes. Fakat ölmüş olarak yakalar ve köpeğin ondan bir şey yeme-mişse, yine sen avını ye. Çünkü köpeğin onu yakalaması demek, kesil­mesi demektir. Buhârî ve Müslim'in bir başka rivayetinde ise ifâde şöyledir: Eğer köpeğin ondan yemişse, sen yeme. Çünkü onu kendisi için tutmuş olmasından korkarım. Bu, Cumhurun delilidir. Çünkü Şafiî mezhebinde de sahîh kanâat budur. Buna göre; köpek, tuttuğu avdan yemişse mutlak şekilde haramdır. Şâfiîler hadîste vârid olan detaylara girmemişlerdir. Seleften bir taifenin; köpeğin yakaladığı avın hiçbir şekilde haram olmayacağını söyledikleri nakledilir. îbn Cerîr Taberî der ki; bize Hennâd... Saîd İbn Müseyyeb'den nakleder ki; Selmân el-Fârisî şöyle demiş : Köpek avın üçte ikisini de yemiş olsa, sen yine avını ye.

Saîd İbn Ebu Arûbe, Amr İbn Âmir ve Katâde'nin de böyle dediğini rivayet eder. Muhammed İbn Zeyd, Saîd İbn Müseyyeb kanalıyla Sel­mân el-Fârisî'den aynı rivayeti nakleder. İbn Cerîr ise bu rivayeti Mü-câhid kanalıyla... Kâsım'dan nakleder ki, Selmân el-Fârisî şöyle de­miş : Köpek avın üçte ikisini yemiş olsa bile, sen avından ye. İbn Cerîr Taberî der ki; bize Yûnus... Humeyd İbn Mâlik'den nakletti ki; o, kö­peğin yediği av konusunu Sa'd İbn Ebu Vakkâs'a sormuş. Sa'd İbn Ebu Vakkâs bir parçacık da kalmış olsa sen avını ye, demiş. Bu rivayeti Şey-be... Saîd İbn Müseyyeb kanalıyla Sa'd İbn Ebu Vakkâs'dan nakleder ki o, köpek üçte ikisini de yemiş olsa sen avını ye, demiştir. İbn Cerîr der ki: Bize îbn el-Müsennâ... Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki; o, şöyle demiş : Köpeğini salıverir de köpeğin avından yerse; üçte ikisini yemiş, üçte biri dahi kalmış olsa sen yine ye. İbn Cerîr der ki: Sen eğitilmiş olan köpeğini salıverir ve Allah'ın adını anarsan; o yese de yemese de sen, köpeğinin tuttuğundan ye. Aynı rivayeti Ubeydullah îbn Amr îbn Ebu Zi'b ve başkaları Nâfî'den rivayet ederler.

Selmân el-Fârisî'den Sa'd İbn Ebu Vakkas'dan, Ebu Hüreyre'den, İbn Ömer'den nakledilen bu hadîs Hz. Ali ve îbn Abbâs'tan da men­kûldür. Atâ ve Hasan el-Basrî'den nakli konusu ihtilaflıdır. Zührî, Re-bîa ve Mâlik'in görüşü de budur. İmâm Şafiî eski görüşünde bu ka­naati benimsediği gibi yeni görüşünde de ona îmâ etmiştir.

Bu hadîs Selmân el-Fârisî kanalıyla merfû' olarak da rivayet edil­miştir. Şöyle ki; İbn Cerîr nakleder: Bize İmrân... Saîd İbn Müseyyeb kanalıyla... Selmân el-Fârisî'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş : Kişi, köpeğini avın üzerine salıverince köpek avı yakalarsa; köpek avdan yemiş olsa dahi, kişi kalan kısmı yesin. İbn Cerîr, bu ha­dîsin isnadı üzerinde durulması gerekir, der. Çünkü râvîler arasında bulunan Saîd İbn Müseyyeb'in Selmân el-Fârisî'den hadîs dinlemiş ol­duğu, bilinir bir şey değildir. Sika râvîler bu hadîsi, Selmân el-Fârisî'­den merfû' olmayarak rivayet ederler. İbn Cerîr'in söylemiş olduğu bu görüş doğrudur. Ancak bu hadîsin mânâsı merfû' olarak başka şekil­lerde de rivayet edilmiştir. Nitekim Ebu Dâvûd der ki; Bize Muhammed İbn Minhâl... Amr İbn Şuayb'ın dedesinden nakletti ki; Ebu Sa'lebe denilen bir Bedevi Rasûlullah'a gelip şöyle demiştir : Ey Allah'ın Ra-sûlü, benim eğitilmiş köpeklerim var. Bunların avlandıkları av konu­sunda bana fetva ver. Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki; senin eğitilmiş köpeklerin varsa; onların senin için tuttuklarından ye. Adam; kesilse de, kesilmese de mi? deyince; Rasûlullah (s.a.); evet, demiş. Adam, tut­tuğu avdan yese de mi? deyince; Rasûlullah (s.a.); evet yese de, demiş. Adam, ey Allah'ın Rasûlü okum konusunda da bana fetva ver, demiş. Rasûlullah (s.a.) okunun sana getirdiğini ye, buyurmuş. Adam kesilse de, kesilmese de mi? deyince, Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Senin görmediğin veya senin okundan başkasının eserini üzerinde bulmadığın takdirde ye, buyurmuş. Adam Mecûsîlerin kapları konusunda da bana fetva ver, mecbur kalırsak ondan yiyelim mi? dediğinde; Rasûlullah (s.a.) onu yıka ve içerisindekini ye, buyurmuş. Ebu Davud'un rivayeti budur. Bu hadîsi, Neseî de tahrîc etmiştir. Keza Ebu Dâvûd, Büsür İbn Ubeydullah kanalıyla... Ebu Sa'lebe'den nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu demiş : Köpeğini salıp da üzerine Allah'ın adım andığın şeyden ye. İsterse köpeğin, o avdan yemiş olsun. Sen, elinin sana getirdiğinden ye, Bu iki isnâd da sağlamdır. Nitekim Sevrî de..; Adiyy'-den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Yırtıcı köpeğin senin için tuttuğundan ye. Ben dedim ki; köpek, kendisi yemiş olsa da mı? Rasûlullah

Bu hadîsler, köpeğin yakalayıp kısmen yemiş olduğu av hayvanının yenebileceğine delâlet etmektedir. Köpeğin yakalayıp yediği avı ve ben­zeri şeyleri haram saymayanlar, bu rivayetlere dayanmaktadırlar. Nite­kim daha önce bu konudaki ^rivayetler nakledilmişti. Başkaları da orta bir yol tutarak dediler ki: Köpek tuttuktan hemen sonra yerse; bu tak­dirde Adiyy İbn Hâtim'in hadîsine binâen yemek haram olur. Burada harâmlığın nedeni; Rasûlullah (s.a.) in işaret buyurdukları şu husus­tur : Eğer köpek yerse; sen ondan yeme. Çünkü onu kendisi için tut­muş olmasından korkarım. Fakat köpek avı yakalar, sonra sahibini bek­ler, sahibi uzun süre gelmezse ve köpek de acıkır, açlık nedeniyle av­dan yerse, bu takdirde köpeğin yemesi, avlanan hayvanın haram olması için yeterli değildir. Bu görüşü benimseyenler Ebu Sa'lebe'nin hadîsine dayanmaktadırlar. Bu ayırım çok güzeldir ve her iki hadîsin arasını birleştirmek sahîh bir yoldur. Nitekim Üstâd Ebu'l-Meâlî el-Cüveynî, en-Nihâye isimli kitabında böyle bir ayırım yapılması gereğini duymuş ve bunu temenni etmiş, Allah Teâlâ da onun temennisini gerçekleştir­miştir. Bilâhere onun arkadaşlarından bir grup, bu görüşü ve ayırımı ortaya koymuşlardır. Bu konuda başkaları da dördüncü bir görüş kay­dederler. Bunlar, köpeğin yemesi halinde —Adiyy İbn Hâtim'in hadîsi nedeniyle— avın haram olacağını söylerler. Şahin'in ve benzeri kuşla­rın yemesi halinde haram olmayacağını söyleyerek ikisi arasında ayırım yaparlar. Çünkü şahin ve benzeri avcı kuşlar, ancak yedirilerek eğiti­lirler.

İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, avcı kuşlar konusunda şöyle demiştir : Kuşu salıverir de o, avını öldürür­se tuttuğu avı ye. Çünkü köpeği gördüğü zaman bir daha gelmez. Ku­şun sahibine geri dönmesi için eğitilmesi dövmekle değildir. Dolayısıyla o, avdan bir parça yer ve teleğini koparırsa ondan ye. tbrâhîm en-Nehaî, Şâ'bî, Hammâd İbn Ebu Süleyman da böyle demişlerdir. Bunlar, İbn Ebu Hâtim'in rivayet ettiği şu hadîse dayanıyor olabilirler : Ebu Saîd... Adiyy İbn Hâtim'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, ey Allah'ın Ra-sûlü, biz köpek ve şahinle avlanan bir topluluğuz. Bunlardan bizim için helâl olan hangisidir? dedim. Rasûlullah buyurdu ki: «Allah'ın size emrettiği ile, alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttukla­rını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın.» âyetini okuyup sonra şöyle buyurdu: Sen köpeği gönderir ve Allah'ın adını anarsan; onun senin için tuttuğunu ye. Ben dedim ki; öldürse de mi? Rasûlullah (s.a.) ye­mediği sürece öldürse de, buyurdu. Ben dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü, bu köpeklerimiz başkalarının köpekleriyle karışırsa durum ne olacaktır? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; sen, tutanın kendi köpeğin olduğunu bi-linceye kadar yeme. Adiyy der ki; ben şöyle demiştim: Biz, ok atan bir topluluğuz. Bundan, bizim için helâl olan nedir? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; üzerine Allah'ın adını.anıp da deldiğüıi ye. Onlara göre de­lâlet şekli şöyledir: Köpekle avlanmada köpeğin yememesi lâzımdır. Ancak doğanla veya şahinle avlanmada böyle bir şart yoktur. Dolayı­sıyla ikisi arasında hüküm bakımından fark olması gerekir. Doğruyu en iyi Allah bilir.

(CSizin için tuttuklarını yeyin. Ve üzerine Allah'ın adını anın.» Kö­peği gönderirken Allah'ın adım anın. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Adiyy tbn Hâtim'e şöyle demiştir: Eğitilmiş köpeğini salıverdiğin zaman ve Allah'ın adını andığın takdirde, senin için tuttuğunu ye. Keza Buhârî ve Müslim'de tahrîc edilen Ebu Sa'Iebe'nin hadîsinde de şöyle denilmiş­tir : Köpeğini salıverdiğin zaman üzerine Allah'ın adını an. Okunu attı­ğında da Allah'ın adını an. Bu sebeple bazı mezheb imamları (meşhur olan kavle göre Ahmed İbn Hanbel gibi) köpeği salıverirken, oku atar­ken; bu âyete ve bu hadîse binâen besmele çekmeyi şart koşmuşlardır. Cumhûr'un meşhur olan.kavli de budur. Bu âyetle kasdedilen, salıve­rilme anında besmele çekilmesidir. Nitekim Süddî ve başkaları da böyle demişlerdir. Ali tbn Ebu Talha da İbn Abbâs'tan «Üzerine Allah'ın adını anın.» kavli konusunda şöyle dediğini rivayet eder: Av hayvanını salı­verdiğinde «Allah'ın adıyla» de. Eğer unutursan bir beis yoktur.

Bazıları da elerler ki: Bu âyette kasdedilen; yemek yerken besmele çekilmesidir Nitekim Buhârî'nin Sahîh'inde sabit olduğuna göre; Ra­sûlullah (s.a.) Ömer İbn Ebu Seleme'ye öğretirken şöyle buyurmuştur : Allah'ın adım an ve sağ elinle ye, önünden ye. Bir grup Hz. Peygam­bere; ey Allah'ın Rasûlü, bizim kabilemiz henüz küfürden yeni döa-müş oldukları için bize av hayvanları tarafından yakalanan et getiri­yorlar. Biz, üzerine Allah'ın adının anılıp, anılmadığını bilmiyoruz, de­diler. Rasûlullah (s.a.); siz Allah'ın adını kendiniz anın ve yeyin, bu­yurdu.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yezîd... Hz. Âişe'den nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) ashabından altı kişiyle birlikte yemek yiyor­du. Bu sırada bir bedevi geldi ve iki lokma yedi. Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki; Allah'ın adı anılmış olsaydı muhakkak o size yeterdi. Sizden biriniz yemek yerken Allah'ın adım ansın. Başında Allah'ın adını an­mayı unutursa, başında ve sonunda Allah'ın adıyla, desin. Bu rivayeti İbn Mâce de, Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe kanalıyla Yezîd İbn Harun'dan nakleder. Ancak bu rivayette Abdullah İbn Ubeyd ile Âişe arasında ko­pukluk vardır. Çünkü jbu zât Hz. Âişe'den hadîs dinlememiştir. Nitekim İmâm Ahmed'in rivayetine göre; Abdülvehhâb... Abdullah İbn Ubeyd'-den nakleder ki; Ümmü Külsûm adı verilen bir kadın onlara anlatmış ki, Hz. Âişe şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.), ashabından altı kişiyle bir­likte yemek yiyordu. Bu sırada aç bir bedevi geldi ve yemekten iki lok­ma yedi. Rasûlullah buyurdu ki: Eğer Allah'ın adı anılmış olsaydı, muhakkak o size yeterdi. Binâenaleyh sizden biriniz yediği zaman Al­lah'ın adını ansın. Eğer başta Allah'ın adını anmayı unutursa; başta ve sonda Allah'ın adıyla, desin. Bu rivayeti Ahmed îbn Hanbel ile bir­likte Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî bir başka yolla Hişâm'dan naklederler. Tirmizî de bu, sahih ve hasendir, der.

Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ali îbn Abdullah... Müsennâ İbn Abdurrahmân'dan nakletti ki; o, yemeğinin başında besmele çeker ve son lokmada da, başında ve sonunda Allah'ın adıyla, derdi. Ben ona; sen yemeğin başında besmele çekiyorsun. Ya yemeğin sonundaki; ba­şında ve sonunda Allah'ın adıyla, sözün ne oluyor? dedim. O, sana bu hususu bildireyim, dedi: Benim dedem Ümeyye Peygamberin ashabın-dandı. Ben onun şöyle dediğini duydum: Adamın biri yemek yiyordu. Hz. Peygamber de ona bakıyordu. Adam besmele çekmemişti. Nihayet son lokmasını alırken, başında ve sonunda Allah'ın adıyla yerim, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber; Allah'a andolsun ki, besmele çekinceye kadar şeytân onunla birlikte yemekteydi. Karnında hiçbir şey kalmadı. Nihayet onları kustu, buyurdu. Ebu Dâvûd ve Neseî de, Câbir'in hadî­sinden bu rivayeti naklederler. İbn Main ve Neseî Câbir'i sika kabul ederler. Ancak Ebu'1-Feth el-Ezdî, onun hüccet olamayacağını söyler.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Muâviye... Huzeyfe'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz, Hz. Peygamberle birlikte yemek yediği­mizde; Rasûlullah (S.a.) elini uzatıp başlayıncaya kadar biz yemeğe elimizi uzatmazdık. Bir seferinde Hz. Peygamberle yemek yerken, bir câriye geldi. Sanki itiliyormuş gibi koşup elini yemeğe uzattı. Rasû­lullah (s.a.) onun elini tuttu. Sonra bir bedevi geldi. Sanki itiliyormuş gibi elini yemeğe uzattı. Rasûlullah (s.a.) onun da elini tuttu ve şöyle buyurdu : Doğrusu şeytân, Allah'ın adı anılmayan yemeğe hulul etmek ister. O, bu câriye ile geldi sızmak istedi, ben onun elini tuttum. Şu bedevî ile geldi sızmak istedi, ben onun elini de tuttum. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki; onun eli, şu ikisinin eliyle birlikte benim elimin içindedir. Hz. Peygamber şeytânın elini kasdet-mişti. Müslim, Ebu Dâvûd ve Neseî A'meş'in hadîsinden bu rivayeti naklederler.

Tirmizî'nin dışında kalan Sünen sahipleri İbn Cüreyc kanalıyla... C&bir İbn Abdullah'tan naklederler ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muş : Kişi, evine gelip içeri girerken ve yemeğini yerken Allah'ı anarsa» şeytân der ki: Sizin bu evde gecelemeniz ve yatmanız mümkün değildir. Kişi evine girerken Allah'ın adını anmazsa, o zaman siz iyi bir geceleme ve yatma yeri buldunuz der. Bu lafız Ebu Davud'a aittir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Yezîd... Vahşî'nin dedesin­den nakletti ki; adamın biri Hz. Peygambere; biz yiyoruz ve doymuyo­ruz, neden? diye sordu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; belki de siz, par­ça parça yiyorsunuz. Yemeği topluca yeyin ve Allah'ın adını anın ki, size onu kutlu kılsın. Bu hadîsi Ebu Dâvûd ve İbn Mâce, Rebî' İbn Müs­lim tarîkıyla rivayet ederler.6

5 — Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı. Ki-tab verilmiş olanların yemeği size helâldir, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitâb verilenlerden iffetli kadınlar, zina et­meksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğiniz­de size helâldir. Kim de îmânı inkâr ederse; yaptıkları boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır.

Ehl-i Kitâb'ın Yemeği21

Ehl-i Kitâb'ın Yemeği

Allah Teâlâ, mü'min kullarına haram kıldığı pislikleri ve helâl kıl­dığı güzellikleri saydıktan sonra «Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı.» buyuruyor. Ve ardından da Yahudi ve Hıristiyanların kestik­leri hayvanların —ismini açıklayarak— «Kitâb verilmiş olanların ye­meği size helâldir.» diyor. îbn Abbâs, Ebu Ümâme, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Atâ, Hasan, Mekhûl, İbrâhîm en-Nehaî, Süddî ve Mukâtil İbn Hayyân; buradaki yemekten maksadın kestikleri hayvan­lar, demek olduğunu söylemiştir. Bu konu, bilginler arasında üzerinde icmâ' edilmiş plan bir konudur. Ehl-i kitâb'ın kestikleri, müslümanlara helâldir. Çünkü onlar, Allah'tan başkası adına kesmenin haram oldu­ğunu kabul ederler. Ve kestikleri hayvanların üzerine Allah'ın adını anarlar. Her ne kadar Allah Teâlâ hakkında —ki Allah onların söyle­diklerinden yüce ve münezzehtir— yanlış inançlara sahip iseler de, kestikleri hayvanların üzerine Allah'tan başkasının adını anmazlar. Sahih hadîste Abdullah İbn Muğaffil'den nakledilir ki; o, şöyle demiştir: Hayber günü bir yağ kırbası bulundu. Ben, onu sakladım ve dedim ki; bu gün kimseye bundan bir şey vermem. Sonra Rasûlullah (s.a.) in te­bessüm ettiğini gördüm. Buna dayanarak fakîhler elde edilen ganimet­ler arasında gerek duyulan yemeklerin taksimden önce yenebileceğine cevaz vermişlerdir. Bu, çok açıktır. Hanefî, Şafiî ve Hanbelî fakîhler, bu hadîsi delil getirerek Yahudilerin kestiklerinin haram olduğunu öne sürerek Mâlikîlere karşı çıkmışlardır. Mâlikîler, Yahudilere haram kı­lman yağ ve benzeri şeyleri yemeyi haram sayıyorlardı. Ve müslüman-ların bunları yemesinin «Kitâb verilmiş olanların yemeği size helâldir.» kavline istinaden caiz görmüyorlardı. Çünkü diyorlardı; bu, ehl-i ki­tâb'ın yemeklerinden değildir. Cumhur ise bu hadîsi, onlara karşı delil getirmektedir. Bu hususun üzerinde durulması gerekir. Çünkü bir ayn meselesidir ve helâl olduğuna inandıkları şeyin yağ olması ihtimâli var­dır. Allah en iyisini bilendir.

Bu konuya en iyi delâlet eden rivayet, sahîh hadîste sabit olan şu rivayettir. Hayber'liler, Rasûlullah (s.a.) a zehirli bir koyun hediye et­tiler. Koyunun kolunu zehirlemişlerdi. Hz. Peygamber de kol yemeyi severdi. Ete uzandı ve birden irkildi. Çünkü kol, kendisinin zehirlenmiş olduğunu Hz. Peygambere bildirmişti. Bunun üzerine tükürdü. Ancak zehirin etkisi Rasûlullah'm ön dişlerine ve damarlarına sirayet etti. Hz. Peygamberle birlikte bu zehirli koyundan Bişr İbn el-Berâ da yemişti. O, öldü. Onu zehirleyen Yahûdî kadın —ki adı Zeyneb'di— Bişr İbn el-Berâ'ya mukabil öldürüldü.

Bu hadîsin delâlet şekli şöyledir: Hz. Peygamber ve beraberinde bulunanlar bu zehirli koyundan yemek istemişler ve koyunun yağının haram olması konusunda herhangi bir' suâl irâd etmemişlerdir. Bîr başka hadîs de bir yahûdî Rasûlullah (s.a.) ı arpa ekmeği ve değişik bir yağ yedirmek üzere müsâfir etmişti. İbn Ebu Hatim der ki: Bana Abbâs îbn Velîd... Mekhûl'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Allah Teâlâ önce «Üzerine Allah'ın adının anılmadığı şeyi yemeyin.» âyetini inzal etmiş, sonra müslümanlara acıyarak bunu neshedip «Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı...» âyetini inzal buyurmuştur. Bu âyet, onu neshetmiş ve ehl-i kitâb'ın yemeğini helâl kılmıştır. Mekhûl merhumun söylediği bu sözün üzerinde durmak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ'nın ki-tâb ehlinin yemeğini mübâh kılmış olması; üzerine Allah'ın adı anıl­mayan şeyleri yemenin de mübâh olmasını gerektirmez. Çünkü ehl-i kitâb da kestikleri hayvanların üzerine Allah'ın adını anarlardı. Onlar, kurban keserek kulluklarını îfâ ederler. Bu sebeple ehl-i kitâb'm dı­şında olan müşriklerin ve benzerlerinin kestikleri hayvanlar mübâh ol­mamıştır. Çünkü onlar, kestikleri hayvanların üzerine Allah'ın adım anmazlar. Hattâ onlar yedikleri etin kesilmiş olup olmamasına da bak­mazlar. Ehl-i kitâb'm ve onlara 'benzeyen Sâmirî'lerin, Sâbiî'lerin, İbrâ-hîm ve Şît (a.s.) gibi öteki peygamberlerin dinine bağlananların aksine —ulemânın bir kavline göre— onlar, ölü etini dahi yerler. Benu Tağlib, Tenûh, Behrâ, Cüzam, Lahm Amile ve benzeri arap hıristiyanların kes­tikleri hayvanlar Cumhûr'a göre yenmez. Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberi der ki; bize Ya'kûb İbn İbrahim... Abîde'den nakletti ki; o, şöyle de­miştir : Hz. Ali, Tağlib oğullarının kestiklerini yemeyin. Çünkü onlar yalnızca şarâb içmekte, hıristiyanlığa bağlanmaktadırlar. Halef ve se­leften daha başkaları da böyle demişlerdir. Saîd îbn Arûbe, Katâde, Saîd İbn Müseyyeb ve Hasan'dan nakleder ki; onlar, Tağlib oğulların­dan hıristiyanların kestikleri hayvanları yemekte bir beis görmezlerdi.

Mecûsîlere gelince; her ne kadar ehl-i kitâb'a ilhak edilerek me-cûsîlerden cizye alınırsa da; onların kestikleri yenmez, kadınları nikah­lanmaz. Hanbelî fakîhlerden bazıları ile Şafiî fakîhlerden Ebu Sevr İbrahim İbn Hâlid buna muhalefet etmişlerdir. Hattâ bu sebeple meş­hur olduğu için fakîhler, ona karşı çıkmışlar ve Ahmed İbn Hanbel onun için; bu konuda Ebu Sevr; adı gibi adam demiş. (Öküzün babası demek olan bu isme telmih yapmış.) Ebu Sevr, Hz. Peygamberden mür-, sel olarak rivayet edilen hadîsin umûmî olduğu görüşüne bağlanmış gi­bidir. Buna göre Rasûlullah (s.a.) buyurur ki; onlara (mecûsîlere) ki­tâb ehline davrandığınız gibi davranınız. Ancak hadîs bu ifâdeyle sabit değildir. Buhârî'nin Sahîh'inde Abdurrahmân İbn Avfden nakledilen rivayette ise; Rasûlullah (s.a.) m, kovulan Mecûsîlerden cizye almış olduğu belirtilir. Eğer bu hadîs doğru ise; onun umûmî olan mânâsı, bu âyetin mefhumuyla tahsis edilmiştir: «Kitâb verilmiş olanların ye­meği size helâldir.» Bu âyetin mefhûm-u muhalifinden anlaşılıyor ki; kitâb verilmiş olanlardan başka din mensûblannın yemeği helâl değil­dir.

«Sizin yemeğiniz de onlara helâldir.» Siz de kestiğiniz hayvanlar­dan onlara yedirebilirsiniz. Bu ifâde, ehl-i kitâb'ın kendi dinlerindeki hükümlerinin müslümanlara bildirilmesi sadedinde değildir. Sadece müslümanların, ister kendi dinlerinden birisinin yemeği olsun, ister başka dinden birinin yemeği olsun, yemek yerken Allah'ın adını an­makla emrolunduklanm haber verici nitelikte olabilir. Birincisi, mânâ bakımından daha açıktır. Yani siz, onların kestiklerinden yediğiniz gibi, sizin kestiğinizden de onlara yedirebilirsiniz, demektir. Bu denkleştir­me, karşılık verme ve mücâzât kabîlindedir. Nitekim Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl öldüğü zaman; Rasûlullah, kendi elbisesini ona giydi­rerek defnetmiştir. Derler ki; bunun sebebi şudur : Hz. Abbâs Medine'ye geldiğinde Abdullah İbn Übeyy elbisesini ona giydirmiş. Rasûlullah (s.a.) da bunu böylece karşılamıştır. Mü'minden başkasıyla sohbet etme. Müttakîden başkası yemeğini yemesin, hadîsine gelince; bu mendûb ve müstehab kabîlindendir. En iyisini Allah bilir.

«Mü'min kadınlardan, iffetli olanlar ve sizden önce kitâb verilen­lerden iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehir-lerini verdiğinizde size helâldir.» Size mü'min kadınlardan iffetli ve hür olanların nikâhı helâldir. Bu ifâde daha sonra gelmekte olan «Sizden önce kitâb verilenlerden iffetli kadınlar» kavli için bir hazırlık mahiye­tindedir. Denildi ki; iffetli kadınlar anlamına gelen ke­limesi ile, cariyeler değil, hür kadınlar kastedilmektedir. İbn Cerîr, Mü-câhid'den böyle nakleder. Mücâhid; iffetli kadınlar, hür kadınlardır demekle; İbn Cerîr'in naklettiği kanâati kasdetmiş olabileceği gibi, hür ve iffetli kadınları da kasdetmiş olabilir. Nitekim bir başka rivayette Mücâhid böyle söyler. Bu, Cumhûr'un görüşüdür ki, en uygun olan da budur. Böylece iffetsiz olan zimmî kadınlarla aynı noktada birleşil-miş olmaz ve atalar sözünde denildiği gibi hem hurma kötü, hem de ölçek ölçek şeklinde olmaz. (Bu bir darb-ı meseldir. Meydânî, Mec-ma'ûl-Emsâl isimli eserinde bunu «Hem kötü hurma, hem de kötü ölçek mi?» şeklinde istifhâm-ı inkârı tarzında nakletmiştir. A.g.e. I, 207). Âyetin zahirinden anlaşılan odur ki kelimesi; zinadan uzak, iffetli kadınlar demektir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : «Onlarla zinadan kaçınmaları, iffetli ol­maları ve gizli dost edinmemiş olmaları halinde velîlerinin izniyle evle­nin.» (Nisa, 25).

Daha sonra tefsîrciler ve bilginler; «Kendilerine kitâb verilenlerden iffetli kadınlar» âyetinin muhtevası içerisine; ister hür, ister köle ol­sun ehl-i kitâb'tan bütün kadınların girip girmeyeceği konusunda ihti­lâf etmişlerdir. îbn Cerîr Taberî; âyetteki kelimesini, iffetliler olarak tefsir eden selef-i sâlihînden bir, grubun bütün iffetli ehl-i kitâb kadınlarının bu âyetin içinde yer alacağını söylediklerini nakleder. Denildi ki; burada ehl-i kitâıb'dan maksad, Yahûdîlerdir. Şâfifnin görüşü budur. Ve yine denildi ki; burada ehl-i kitâb'dan maksad, harb ehli olanlar değil, zimmîlerdir. Çünkü Allah Teâlâ : «Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın...» buyurmaktadır.

Abdullah İbn Ömer hıristiyan kadınlarla evlenmeyi uygun görmez­di ve şöyle derdi : Tanrısının îsâ olduğunu söylemekden daha büyük bir şirk tanımıyorum. Halbuki Allah Teâlâ : «îmân edinceye kadar müşrik kadınları nikahlamayın.» buyurmuştur.

îbn Ebu Hatim şöyle der : Bana babam... Îbn Abbâs'tan nakletti ki; o» şöyle demiş : «îmân edinceye kadar müşrik kadınları nikahlama­yın» âyeti nazil olunca; halk, müşrik kadınlarla evlenmekten kaçmı­yordu. Nihayet arkasından «Kitâb verilenlerden iffetli kadınlar, zina etmeksizin ve gizli dost tutmaksızın mehirlerini verdiğinizde size helâl­dir.» âyeti nazil oldu da tekrar ehl-i kitâb'dan kadınlarla evlendiler. Ashâbdan bir topluluk, hıristiyan kadınlarla evlenmişler ve bu âyeti esâs alarak onlarla evlenmekte bir beis görmemişlerdir. Onlar, bu âyetin Bakara süresindeki «îmân edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenme^ yin.» (Bakara, 221) âyetini tahsis ettiğini kabul ederler. Âyetin umûmu içerisine ehl-i kitâb'tan kadınların girdiği söylenirse bu, böyledir. Aksi takdirde her iki âyet arasında çelişki yoktur. Çünkü ehl-i kitâb'm, bir çok yerde müşriklerden ayrıldığı görülmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, bu hususta şöyle buyurur: «Ehl-i kitâb'dan küfredenlerle müşrikler, kendilerine belge gelinceye kadar bundan ayrılmış değildirler.» (Bey-yine, 1) Ve yine bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurulur: «Kendile­rine kitâb verilmiş olanlara ve ümmîlere de ki: Müslüman oldunuz mu? Eğer müslüman olmuşlarsa doğru yolu bulmuşlardır.»

«Mehirlerini verdiğinizde.» Yani onlar iffetli ve namuslu kadınlar oldukları için, kendilerine gönül rahatlığıyla mehirlerini bolca verin. Câbir İbn Abdullah, İbrahim en-Nehâî, Âmir, Hasan el-Basrî; bir ada­mın evlenip kadınla temas etmezden önce, kadının zina etmesi halin­de; adamla kadının ayrılacağını ve adamın kadına verdiği mehrin, tek­rar kendisine iade edileceğini söyledikleri nakledilmiştir. İbn Cerîr, on­ların bu fetvâsım rivayet eder.

«Zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın.» Zinadan uzak olmak, yani iffet şartı; nasıl kadınlar için geçerli ise, erkekler için de geçer­lidir. Dolayısıyla erkeklerin iffetli ve zinadan uzak olmaları gerekir.

Bunun için Allah Teâlâ zina etmeksizin buyurmuş­tur. zina eden, hiçbir günâhtan çekinmeyen ve kendisine geleni hiç reddetmeyen erkek demektir. «Dost tutmaksızın)) kavlinden maksad; dostlarıyla birlikte düşüp kalkan âşıklardır. Nitekim bu hu­sus, Nisa sûresinde aynı şekilde yer almıştır. Bu sebeple İmâm Ahmed

İbn Hanbel merhum, kötü yoldaki kadının tevbe edinceye kadar nikâ­hının doğru olmayacağını ve isyanda devam ettiği sürece iffetli bir er­kekle elvendirilmesinin sahîh olmayacağını belirtir. Keza Ahmed İbn HanbePe göre;" tevbe edip zinadan vazgeçinceye kadar, fâsık bir erke­ğin de iffetli bir kadınla nikâhlanması sahîh değildir. Ahmed İbn Hanbel görüşünü o âyetle şu hadîse dayandırır: «Sopa vurulmuş zânî, ancak kendisi gibi bir zânîye ile nikahlanır.»

îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr... Hasan'dan nakletti ki; Ömer İbn Hattâb şöyle demiş : Ben isterdim ki, müslüman-lardan fuhşu irtikâb etmiş bir kişinin, iffetli bir kadınla evlenmesine müsâade etmeyeyim. Übeyy İbn Kâ'b, Hz. Ömer'e dedi ki; ey mü'min-lerin emîri, şirk günâhı zinadan daha büyüktür. Halbuki tevbe edince bu bile kabul ediliyor. Bu konuyu inşâallah Nûr sûresinde tafsilâtlı olarak açıklayacağız. Bu sebeple Allah Teâlâ âyetin devamında «Kim de îmânı inkâr ederse, yaptıkları boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayan­lardandır.» buyuruyor.7

İzahı23

İzahı

«Kendilerine kitâb verilmiş olanların yemekleri de sizin için helâl­dir.» Denildi ki: Bu, onların kestikleri hayvanlardır. Ve denildi ki: Bü­tün yemekleri demektir. Bu konuda hıristiyanların hepsi eşittir. Hz. Ali (r.a.) nin tağlîb oğullan hıristiyanlannı, bundan istisna ettiği söy­lenir. Ve onlar, hıristiyan değildirler. İçki içmekten başka hıristiyan-lıktan birşey almamışlardır, demiş. Şafiî, bu görüşü benimsemiş. Abdul­lah İbn Abbâs'a arap hıristiyanların kestikleri sorulduğunda; bir beis yoktur demiş ki; tâbiîn'in hepsinin kavli budur. Ebu Hanîfe ve arka­daşları da bu görüşü benimsemişlerdir. Sâbiîlerin hükmü ise, Ebu Ha-nîfe'ye göre; ehl-i kitâb'ın hükmüdür. İmâm Muhammed ve Ebu Yûsuf ise sâbiîlerin iki kısım olduğunu, bir kısmının Zebur'u okuyup melek­lere taptıklarını, bir kısmının İse hiçbir kitab okumadıklarını ve yıldız­lara taptıklarını bu sebeple bunların ehl-i kitâb olmadıklarını söyle­mişlerdir. Mecûsîler hakkında cizye almak konusunda ehl-i kitâb'ın hükmü uygulanmıştır, ancak kestiklerini yemek ve kadınlarını nikah­lamak konusunda değil. İbn Müseyyeb der ki, bir müslüman hasta olur­sa mecûsîye Allah'ın adını anmasını emredip hayvanını kestirirse yiye­bilir. Ebu Sevr ise sağlıklı zamanında bile bunu emretse hiçbir beis yoktur, demiştir. Ve bu sözüyle kötü etmiştir. 8

Bu konuda Yûsuf el-Kardâvî şu bilgileri veriyor:

Ehl-i Kitabın Kestikleri23

Ehl-i Kitabın Kestikleri

Boğazlama hususunda İslâm'ın gösterdiği dikkat ve itinâyı görmüş bulunuyoruz. Çünkü arap ve diğer milletlerin müşrikleri, hayvan kesi­mini dinin aslından sayılan âdet ve hattâ îmân meselesi kabul etmişler, dikili taşlara ve ilâhları adına kurban kesmeye başlamışlar ve böylece onlara ibâdet ediyorlardı. İslâm geldi ve boğazlama esnasında Allah'­tan başkasının anılmasını yasak edip başka bir isim zikredilerek kesilen ve dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanları haram kıldı.

Ehl-i kitâb, asılda tevhide inananlardır. Yâni tek Allah'a inanır­lardı. Fakat sonraları, aralarına eski küfrün kirinden tamamen temiz­lenmeyen bazı müşriklerin girmesiyle aynı sapıklık belirtileri bunlara da sirayet etti. Bu ayrılık ve bozuk fikirleri; bazı müslümanların, ehl-i kitâb'la münâsebetin tıpkı putperestlerle münâsebet hükmünde oldu­ğunu düşünmeleri için atılmıştır. Cenâb-ı Allah da ehl-i kitâb'la sıhriy-yete (onlardan kız almaya) müsâade ettiği gibi onların yiyeceklerinin de yenmesine ruhsat vermiştir. Kur'an'ın son inen âyetlerinden birinde buyrulur ki:

«Bugün, size temiz olanlar helâl kılındı. Kitâb verilenlerin yemeği size, sizin yemeğiniz de onlara helâldir.» (Mâide, 5).

. Bu âyet-ı kerîme'nin özetle mânâsı şudur: Bugün, (önce isimleri ve ta'rîfleri geçen) bahire, sâibe, vesile ve nâm farkı gözetmeden temiz olan her şey size helâl kılınmıştır. Bununla beraber kendilerine kitâb verilen yahûdî ve Hıristiyanların yemeği de (onların aslı göz önüne alı­narak) sizin için helâldir. Allah, bunu haram kılmamıştır. Sizin yiye­cekleriniz de onlara helâldir. Kestikleri veya avladıkları hayvanların etinden yiyebilir, kestiğiniz veya avladığınız hayvanlardan da yedire-bilirsiniz.

İslâm, arap müşrikleriyle münâsebette şiddet, ehl-i kitâbla münâ­sebette kolaylık göstermiştir. Çünkü; vahye, peygamberliğe ve genel olarak dinin aslına inandıkları için ehl-i kitâb, mü'minlere daha yakın­dır. Onların yemeklerini yemenin sıhriyyetle arada akrabalık kurma­nın ve onlarla iyi geçinmenin çok faydalan da vardır. Zîrâ, aramızdaki bağlar kuvvetlendiği takdirde İslâm'ın hakikatim ve ahlâkını bizzat onu yaşayan müslümanlardan öğrenirler ve bizim dinimizin, her an­lamda, en yüksek şekilde, en temiz fikirlerle yaşamış, bütün bid'atlar-dan, çirkin şeylerden ve putperestlerin âdetlerinden uzak, bizzat kendi dinleri olduğunu açıkça görürler.

«Kitâb verilenlerin yemeği» ifâdesi, onların her yemeğini içine alan şümullü bir ifâdedir: Kestikleri, tahılları... ve her türlü yemekleri... leş, akan kan ve domuz eti gibi bizzat haram olmadığı müddetçe bütün yiyecekleri bizim için helâldir. Ancak leş, kan ve domuz eti, ehl-i kitâb veya faraza bir müslümanm yemeği de olsa icmâ' ile haramdır, yenmesi caiz değildir.

Burada müslümanları yakından ilgilendiren ve bilinmesi gereken birkaç mes'elenin izahı kaldı:

Kilise ve Bayramlar İçin Kesilenler23

Kilise ve Bayramlar İçin Kesilenler

Hayvanı boğazlarken kitâbî'nin Mesîh, Azîz gibi Allah'tan başka bir ismi söylediği duyulmazsa; onun kestiği helâldir. Fakat, Allah'tan başkasını andığı duyulursa bazı fıkıh âlimlerine göre onun kestiği hay­vanı yemek haramdır. Çünkü o, Allah'tan başkası anılarak kesilenler­dendir.

Bir kısım âlimler de derler ki:

Allah, onların yemeklerini bize helâl kılmıştır. Ne dediklerini de O daha iyi bilir.

Corcos adlı bir kilise için kesilip ona bağışlanan bir koçu Ebu'd-Derdâ'ya haber vererek : «Ondan yiyelim mi?» diye sorulduğu zaman, şu cevâbı verdi:

Allah'ım affet; onlar ehl-f kitâb'tır. Onların yemeği bize, bizim yemeğimiz de onlara helâldir.

Ve yenmesini emretti.

İmâm Mâlik, ehl-i kitâb'm, kiliseleri ve havraları için kestikleri hayvanlar hakkında bir soruya şu cevâbı vermiştir :

Onu haram değil, fakat hoş da görmem.

Bunu hoş görmemesi, Allah'tan başkasının adına kesilenlerden ol­ması endîşesiyledir ve takvadandır. Ona göre; ehl-i kitâb'a nisbetle Al­lah'tan başkası adına kesilenler, onların, kendi ilâhlarına yakınlık ni­yetiyle kestikleri ve etinden yemedikleri hayvanlardır. Fakat kesip ye­dikleri ise; onların yemeklerinden sayılır. Allah da buyurur ki:

«Kitab verilenlerin yemeği size helaldir.»

Bunun için de haram görmemiştir.

Elektrik ve Benzeri İle Kesilenler24

Elektrik ve Benzeri İle Kesilenler

Bilinmesi gereken ikinci mesele : Onların boğazlama şeklinin bizim­ki gibi olması, yani boğazdan kesilmesi şart mıdır?

Âlimlerin ekserisi bunu şart koşar. Mâliki mezhebine mensûb bir cemâatin fetvasına göre bu, şart değildir.

Mâide süresindeki âyetin tefsirinde Kâdî îbn Arabî der ki:

Bu, ehl-i kitâb'm av ve yiyeceklerini Allah'ın temiz diye vasıflan­dırdığının kesin bir delilidir. Bu, mutlak helâldir. Allah'ın bunu tekrar etmesi; bütün şüpheleri ortadan kaldırmak ve bozuk düşüncelerdeki uzun izahı gerektiren itirazları izâle etmek içindir. Tavuğun boynunu kırıp pişiren hıristiyanın bu tavuğunun yenmesi ve bizim onu alıp ye­memizin hükmünü sordular. Dedim ki: Yenir: Çünkü o kendisinin, papazlarının ve râhiblerinin yemeğidir. Her ne kadar o, bizce şer'î bo­ğazlama sayılmıyor ise de Allah, onların yemeklerini mutlak surette bizlere helâl kılmıştır. Dinlerinde helâl gördükleri herşey bizim için helâldir. Ancak Allah'ın onları yalanladığı şeyler müstesnadır. îlim adamlarımız derler ki: Onlar, kadınlarını zevce olarak bize veriyorlar, unlarla münâsebetimiz helâl oluyor da, neaen onların Kestiklerini yemeyelim? Halbuki, helâl ve haram oluşda yemek, cinsî münâsebet­ten aşağı mertebededir.

İbn Arabi'nin takrir ettiği işte bu. Bir diğer yerde de :

Boğmak veya başa vurmak suretiyle boğazlama niyeti olmadan öldürüp yedikleri şey, leş hükmündedir; haramdır, der.

Bu iki fikir arasında bir zıddiyet yoktur. Bundan maksad; bizim şer'î boğazlamamıza uymasa bile, onların boğazlanmış olarak kabul et­tikleri şey helâldir. Onların boğazlanmış olarak kabul etmedikleri de bize haramdır. O halde boğazlamanın müşterek anlamı şudur :

Yemesini helâllaştırmak niyetiyle hayvanın canını gidermeyi kas-

detmektir.

Bu, Mâlikîlerden bir cemâatin görüşünün aynısıdır.

Şu anlatmaya çalıştığımızın ışığında, elektrikli ve benzeri âletlerle kesilmiş olsa bile ehl-i kitâb'tan idhâl edilen tavuk ve sığır eti konser­velerinin de hükmünü anlamış bulunuyoruz ki; onlar bunu boğazlan­mış ve helâl olarak kabul ettikleri müddetçe (âyetin umûmî anlamına uyarak) bize de helâldir.

Fakat komünist memleketlerden idhâl edilen konserve etleri kul­lanmak; kat'î surtte caiz değildir. Çünkü onlar, ehl-i kitâb değildir, bütün dinlere.küfreder, Allah'ı ve O'nun gönderdiği bütün peygamber­leri inkâr ederler.

Mecûsîlerin Kestikleri24

Mecûsîlerin Kestikleri

Mecûsîlerin kestikleri hayvanlar hakkında ilim adanılan ihtilaf etmişlerdir. Çoğunluk mecûsîlerin kestiklerini yemeyi men'ederler. Zîrâ bunlar, müşriktir.

Bazıları da, helâldir, derler. Çünkü, İmâm Mâlik ve Şafiî'nin riva­yet ettikleri bir hadîste Peygamber (s.a.) buyurmuş ki:

Ehl-i kitâb'a davrandığınız gibi onlara da davranınız.

Bu hadîsin devamı olan «Kadınlarını nikahlamamak ve kestiklerini yememek şartıyla» ifâdesi muhaddislerce sahîh görülmemiştir.

îmâm Buhârî ve başkasının rivayetlerine göre, Hz. Peygamber Ha-cer mecûsüerinden cizyeyi kabul etmiştir.

ibn Hazm «boğazlama» babında der ki:

«Onlar, bir kitâb'ın ehlidirler, bunun için herhalde onlar, ehl-i ki-tâb'ın hükmündedir.»

İmâm Ebu Hanîfe'ye göre; Sâbiîler de ehl-i kitâb'tır.9

6 — Ey îmân edenler, namaza kalktığınız zaman; yüz­lerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın, başınıza da mesnedin ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı da (yıka-yın). Eğer cünüb iseniz hemen temizlenin. Eğer hasta ol-muşsanız veya seferde iseniz, yahut heladan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız; temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesnedin. Allah, size zorluk vermek istemez. Lâkin sizi te­mizlemek, üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.

Abdest, Gusül ve Teyemmüm.. 25

Abdest, Gusül ve Teyemmüm

Selef-i sâlihînden çokları «Namaza kalktığınız zaman.» kavlinin, abdestsiz olarak namaza durduğunuz zaman, demek olduğunu söyler­ler. Başkaları da; uykudan uyanıp namaza kalktığınız zaman, şeklinde mânâ vermişlerdir ki, her iki anlam da birbirine yakındır. Başka bir grup ise der ki; âyetin mânâsı bunların her ikisinden daha geniştir. Zîrâ âyet, namaza durulduğunda abdesti emretmektedir. Fakat bu; abdestsiz kişi hakkında vücûb ifâde ederken, abdestli kişi hakkında mendûbiyyet ve müstehablık ifâde eder. Bazıları da derler ki; İslâm'ın başlangıç döneminde her namaz vakti abdest almak emri vücûb ifâde ediyordu. Ancak bilâhere bu emir neshedilmiştir.

Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdurrahmân... Büreyde'den nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) her namaz vakti abdest alırmış. Mekke'nin fethi günü abdest almış, mesh üzerine meshetmiş ve bir abdestle bir­den fazla namaz kılmış. Bunun üzerine Hz. Ömer ona; ey Allah'ın Ra-sûlü, sen şimdiye kadar yapmaz olduğıyı şeyi yaptın, deyince; Rasûlul­lah (s.a.) ey Ömer, bunu kasıdlı olarak yaptım, buyurmuş. Müslim ve öteki Sünen sahipleri de bu hadîsi Süfyân es-Sevrî kanalıyla Alkame'den rivayet ederler. İbn Mâce'nin Sünen'inde Alkame yerine Süfyân bulun­makta ve her ikisi de Büreyde'den bu hadîsi nakletmektedirler. Tirmizî, bunun hasen ve sahih olduğunu söyler.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Abbâd... Fadl İbn Mübeşşir'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, Abdullah oğlu Câbir’in bir abdestle birçok namaz kıldığım gördüm. İdrarını yaptığında veya abdestini bozduğunda, abdest alır ve onun suyunun artanı ile meshleri üzerine meshederdi. Ben, ona dedim ki; ey Ebu Abdullah, yaptığın şey kendi görüşüne göre midir? O; hayır, Rasûlullah'm böyle yaptığını' gör­düm. Ben de Rasûlullah'm yaptığı gibi yapıyorum, dedi. İbn Mâce de bu hadîsi İsmâîl kanalıyla Ziyâd'dan rivayet eder. İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'kûb... Abdullah İbn Ömer'in oğlu Ubeydullah'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Ubeydullah'a; Abdullah İbn Ömer'in nasıl abdest aldığını gördün mü? İster temiz olsun, ister temiz olmasın her namaz için abdest alıyor muydu? Ve bunu nereden öğrendin? diye sordum. O dedi ki; Hattâb'm oğlu Zeyd'in kızı, Esma kendisine anlatmış, ona da Abdullah İbn Hanzale el-Ğasîl anlatmış ki; Rasûlullah (s.a.), ister temiz olsun, ister olmasın her namaz için abdest almayı emredermiş. Bu du­rum, Rasûlullah'a zor gelince o, her namazda misvak kullanmakla emrolunmuş ve abdestsiz olması müstesna abdest alma emri kaldırıl­mış. Abdullah, bunu çok iyi gördüğü için ölünceye kadar böyle yapar­mış. Ebu Dâvûd da... Abdullah İbn Ömer'den aynı hadîsi rivayet eder. Sonra der ki; bunu İbrâhîm İbn Sa'd, Muhammed İbn İshâk'dan rivayet etmiştir ve bu isim Ahmed îbn Hanbel'de yeraldığı gibi übeydullah İbn Abdullah İbn Ömer şeklinde yeralır. Rivayet nasıl olursa olsun, bu isnâd sahihtir. Nitekim İbn îshâk bunu tahdîs ve işitme yoluyla Muhammed İbn Yahya'dan nakletmiştir ki, böylece telbîs mahzuru ortadan kalk­mıştır. Hafız İbn Asâkir bu hadîsi; Seleme îbn Fadl kanalıyla... Mu­hammed îbn Yahya İbn Hibbân'dan rivayet etmiştir. En iyisini Allah bilir. Abdullah İbn Ömer'in böyle yapması ve her namazda abdest al­maya müdâvemet etmesi, Cumhûr'un da dediği gibi, bunun müstehâb olduğuna delâlet eder.

İbn Cerîr der ki: Bize Zekeriyyâ İbn Yahya... İbn Sîrîn'den nak­letti ki; halîfelerin hepsi, her namazda abdest alırlarmış. Yine İbn Cerîr der ki: Muhammed İbn Müsennâ... İkrime-'nin şöyle dediğini nakletmiş: Hz. Ali her namazda abdest alır ve âyetini okurmuş. Bize İbn el-Müsennâ,.. Nizâl ibn Se-bure'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Hz. Ali'n'in öğle namazını kı­lıp, sonra vakfe'de oturduğunu gördüm. Sonra kendisine su getirildi. Yü­zünü ve ellerini yıkadı. Başına ve ayaklanna meshetti ve buyurdu ki; bu abdesti bozulmamış olanların abdestidir. Ya'kûb İbn İbrahim... İb­rahim'den nakleder ki; Hz. Ali sıcakta ölçek ölçtü. Sonra abdest aldı ve bunda aşın gitti. Sonra dedi ki; bu, abdesti bozulmamış olanlann abdestidir. Hz. Ali'den nakledilen bu kuvvetli rivayet tarîkleri birbi­rini desteklemektedir.

İbn Cerîr ayrıca der ki: Bize İbn Beşşâr... Enes'ten nakletti ki; Hz. Ömer abdest aldı ve biraz acele etti. Sonra dedi ki; abdesti bozul­mamış olanların abdesti işte böyledir. Bu isnâd sahihtir. Muhammed İbn Şîrîn de der ki; halîfeler her namaz için abdest alırlardı. Ebu Dâ-vûd et-Tayâlisî'nin, Ebu Hilâl ve Katâde kanalıyla Saîd İbn Müseyyeb'-den naklettiği; abdest bozmadan abdest almak, aşın gitmektir, mealin­deki söze gelince; Saîd İbn Müseyyeb'in böyle bir şey söylemesi garîb-tir. Kaldı ki bu ifâdenin vâcib olduğuna inanarak abdest yenileyen kişi aşın gitmiştir, şeklinde alınması da mümkündür. Abdestli iken abdest almanın müstehab ve meşru' olduğuna dâir sünnette pek çok delil var­dır. Nitekim Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdurrahmân İbn Mehdî... Amr îbn Âmir'den nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ben, Enes İbn Mâlik'in şöyle dediğini duydum : Rasûlullah (s.a.), her namaz vakti abdest alır­dı. Amr İbn Âmir diyor ki, ben ona siz nasıl yapardınız? diye sordum. Enes İbn Mâlik dedi ki: Biz abdestimiz bozulmadıkça bir abdestle biı çok namaz kılardık, dedi. Bu rivayeti başka yollarla Amr İbn Âmir den İmâm Buhârî ve Sünen ehli de rivayet ederler.

İbn Cerîr der ki: Bana Ebu Saîd... Abdullah îbn Ömer'in şöyle dediğini anlattı; Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki :

Kim abdestliyken abdest alırsa; Allah ona, on hasenat yazar. Ta-berî aynı hadîsi îsâ îbn Yûnus kanalıyla... Abdullah İbn Ömer'den nak­leder. Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce de aym hadîsi İfrîkî'nin hadisin­den rivayet ederler. Tirmizî, bu isnadın zayıf olduğunu söyler. İbn Cerîr der ki; bir topluluk da, bu âyetin abdestin ancak namaza durulurken vâcib olduğunu, başka ameller için vâcib olmadığını bildirmek üzere in­diğini söylemişlerdir. Zîrâ Hz. Peygamber, abdestini bozduğu zaman yenileyinceye kadar başka her türlü davranıştan kaçınırdı. Ebu Kü-reyb... Alkame'den rivayet eder ki; o, şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.) abdestini bozduktan sonra biz kendisiyle konuşurduk, o bizimle konuş­mazdı. Biz kendisine selâm verirdik, o bize selâm vermezdi. Nihayet bu hususta ruhsat veren âyet nazil oldu. Bu âyet «Ey îmân edenler, namaza kalktığınız zaman...» âyetidir. Bu hadîsi İbn Ebu Hatim... Ebu Kü-reyb'den nakleder. Ancak bu, cidden garîb bir hadîstir. Râvîler ara­sında yer alan Câbir, Zeyd'in oğlu olup, zayıf bir râvî sayılmıştır.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Müsedded... Abdullah İbn Abbâs'tan nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) helaya gitmiş. Sonra kendisine yemek takdim edilmiş. Abdest almak için bir şey getirelim mi? diye sorduklarında, Rasûlullah (s.a.); ben, yalnızca namaza durduğum zaman abdest al­makla emrolundum, buyurmuştur. Tirmizî de aynı hadîsi Ahmed ka­nalıyla rivayet eder. Neseî ise, Ziyâd İbn Eyyûb kanalıyla İsmâîl İbn Aliyye'den nakleder. Tirmizî, bu hadîsin hasen olduğunu söyler.

Müslim, Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'-tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Biz Rasûlullah (s.a.) in yanında bulu­nuyorduk. Rasûlullah helaya gitti, sonra döndü, kendisine yemek geti­rildi ve denildi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, abdest almayacak mısın? O; ne-denmiş, namaz mı kılacağımki abdest alayım? buyurmuş.

«Yüzlerinizi yıkayın.» Bilginlerden bir grup «Namaza kalktığınız zaman, yüzlerinizi yıkayın.» kavline dayanarak abdestte niyetin vâcib olduğunu söylemişlerdir. Çünkü sözün takdiri şöyledir ; Namaza kalk­tığınız zaman, namaz için yüzlerinizi yıkayın. Nitekim araplar, «emîr'i gördüğün zaman onun için ayağa kalk» derler. Ve Buhârî ile Müslim'in Sahîh'lerinde; ameller niyetlere göredir ve her kişiye niyet ettiği şey vardır, buyurulmuştur. Yüzün yıkanmasından önce abdeste başlamak için Allah'ın adının anılması müstehâbtır. Nitekim sahabeden bir top­luluktan sağlam yollarla gelen hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : Allah'ın adını anmayan kişinin abdesti yoktur.

Eller kaba sokulmazdan Önce ayalarının yıkanması da müstehâbtır. Uykudan uyanınca bunu yapmak daha da gereklidir. Çünkü Buhârî ve Müslim'de Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) buyurur ki:

tiızaen Diriniz uykusundan uyandığı zaman, üç kere yıkamadan ön­ce elini kaba daldırmasın. Çünkü o, elinin nerede gecelediğini bilemez.

Yüzün sınırına gelince; fukahâya göre başın saçlarının bittiği yer ile sakalın ve çenenin uzunlamasına son bulduğu yerin arasıdır. Baş derisine itibâr yoktur. Enliliğine de bir kulaktan öbür kulağa kadardır. Başın sağ ve sola dökülen saç kısımlanyla, yüzün üzerine düşen kısmı baştan mı, yüzden mi olduğu konusunda ihtilâf vardır. Sakalın farz olan noktasından uzanan kısmına gelince; bu konuda iki görüş vardır: Birinci görüşe göre bu kısma suyun dökülmesi vâcibtir. Çünkü yüzyüze gelme orası ile vuku'bulmaktadır. Nitekim bir hadîste rivayet edilir ki; Rasûlullah (s.a.) sakalını örtmüş bir adamı görünce; aç onu, çünkü sakal yüzdendir, buyurmuş. Görmez misiniz araplar, sakalı biten deli­kanlıya yüzü göründü, derler. Sakalı sık olan kişinin, abdest alırken sakalının arasını sıvazlaması müstehabtır. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Abdürrezzâk... Ebu Vaîd'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Hz. Osman'ı abdest alırken gördüm : —Abdest hadîsini anlattıktan sonra şöyle dedi— : Yüzünü yıkadığında üç kere sakalını sıvazladı, son­ra dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a.) in benim yaptığım gibi yaptığını gör­düm. Tirmizî, bu hadîsin hasen ve sahih olduğunu söyler. Buhârî de onun hasen olduğunu bildirir.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Rebî' İbn Nâfi'... Enes İbn Mâlik'ten riva­yet etti ki; Rasûlullah (s.a.) abdest alırken bir avuç su almış, çenesinin altına götürerek, onunla sakalını sıvazlamış ve demiş ki: Rabbım Azze ve Celle bana böyle emretti. Bu rivayet, yalnızca Ebu Dâvûd'dan men­kûldür. Ancak bir başka şekilde Enes İbn Mâlik'ten rivayet edilmiştir. Beyhakî der ki: Biz, sakalı sıvazlamak konusunu Hammâd, Âişe, Ümmü Seleme kanalıyla Hz. Peygamber'den rivayet ettik. Ayrıca Hz. Ali ve diğerlerinden de rivayetler vâriddir. Keza Abdullah İbn Ömer, Hasan İbn Ali, Nehaî, tabiînden bir topluluktan dia sakalın sıvazlanmasını terk konusunda ruhsat bulunduğuna dâir rivayet nakledilir.

Hz. Peygamberden değişik yollarla sahihe olarak vârid olan riva­yetlerde o, abdest aldığı zaman; mazmaza ve istinşâk edermiş. Ancak mazmaza ve istinşâkm abdest ve gusül konusunda vâcib olup olma­dığı tartışmalıdır. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'in mezhebine göre; her ikisinde de ağıza ve buruna su vermek vâcibtir. Şafiî ve Mâliki mezhe­binde ise müstehabtır. Nitekim Sünen sahiplerinin İbn Huzeyme kana­lıyla Rifâa İbn Râfi'den naklettikleri sahîh hadîste Rasûlullah (s.a.) namazını gerektiği gibi edâ edemeyen birine, Allah'ın sana emrettiği gibi abdest al, buyurmuştur. Bazıları da mazmaza ve istinşâkm gusülde vâcib olduğunu, abdestte vâcib olmadığım söylerler ki bu, Ebu Hanîfe'-nin mezhebidir. Ahmed fcbn Hanbel'in —rivayet edilen— bir diğer ka-nâatına göre, istinşâk vâcibtir, mazmaza vâcib değildir. Nitekim Rasû­lullah (s.a.), Buhârî ve Müslim'de sabit olan bir hadîste buyurur ki: Kim abdest alırsa; burnuna fazlasıyla su versin. Bir başka rivayette de şöyle buyurur: Sizden biriniz abdest alırsa; burnunun iki deliğine su versin. Sonra bunu fazlalaştırsın.

îmâna Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu«Seleme... Abdullah îbn Abbâs'tan nakletti ki; o, abdest almış ve yüzünü yıkamıştı. Sonra bir avuç su alarak maznıaza yapmış ve bunu da fazlaca yapmış. Sonra bir avuç su almış, onunla sağ elini yıkamış, Sonra bir avuç su almış, onunla sol elini yıkamış, sonra başına meshetmiş, sonra bir avuç su almış ve onu sağ ayağına, yıkayıncaya kadar dökmüş. Sonra bir avuç su almış, onunla sol ayağını yıkamış ve şöyle demiş : Ben, Rasûlullah (s.a.) in böyle abdest aldığım gördüm. Buhârî bu hadîsi Muhammed İbn Abdürrahîm ve Ebu Seleme kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayet eder.

«Dirseklere kadar ellerinizi.» Yani dirseklerle beraber ellerinizi de yıkayın. Nitekim Allah Teâlâ, bir diğer âyet-i kerîme'de aynı edatı şöyle kullanmıştır: «Onların mallarım sizin mallarınıza katarak yemeyin. Doğrusu bıı, büyük bir günâhtır.» Hafız Dârekutnî ve Ebu Bekr el-Beyhakî, Kaşım İbn Muhammed kanalıyla... Câbir İbn Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet eder : Rasûlullah (s.a.) abdest aldığı saman; suyu dir­seklerinin etrafında döndürürdü. Bu rivayette râvî olarak yer alan Kâsım'ın hadîsi metruk olduğu gibi, dedesi de zayıftır. En doğrusunu Allah bilir. Abdest alan kişinin, bileklerinden başlayarak dirsekleriyle beraber bütün kolunu yıkaması müstehabtır. Nitekim Buhârî ve Müs­lim'de Nuaym kanalıyla Ebu Hüreyre'den rivayet edilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Benim ümmetim kıyamet gününde abdestin etkisiyle abdest yerleri beyaz olarak davet edilirler. Sizden her kim beyaz yerini uzatmak isterse abdest alsın. Müslim'in Sahîh'inde Ku-teybe... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; o, şöyle demiştir: Dostum Hz, Peygamberden işittim ki, şöyle diyordu : Mü'minin süsü, abdestinin ulaştığı yere kadar ulaşır.

«Başınıza da mesnedin.» Buradaki cer edatı olan nin ilsâk için mi, yoksa teb'îz için mi olduğu ihtilaflıdır. Ama açık olanı ilsâk için olmasıdır. Her iki görüş üzerinde de durulması gerekir. Usûl-cülerden bir kısmı böyle demişlerdir. Bu konunun açıklanması için Sünnet'e müracaat edilmelidir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Mâlik kanalıyla... Amr İbn Yahya el-Mâzenfden nakledilir ki; adamın birisi, Abdullah İbn Zeyd'e —ki bu Amr İbn Yahya'nın dedesidir ve Rasûlul-lah'm ashâbındandır— demiş ki; sen bana Rasûlullah (s.a.) m nasıl ab-best aldığını gösterebilir misin? Abdullah İbn Zeyd; evet, demiş. Bir ibrik istemiş. Eline suyu boşaltmış ve iki kere elini yıkamış. Sonra üçer kez mazmaza, istinşâk yapmış. Sonra üç kez yüzünü yıkamış. Sonra iki kez ellerini dirsekleriyle beraber yıkamış. Sonra iki eliyle başına meshetmiş. Elini Önden arkaya, arkadan öne götürmüş ve ilkin başının önünden başlamış, sonra arkasına kadar götürmüş. Tekrar eski başladığı noktaya döndürmüş. Ve sonra da iki ayağını yıkamış.

Abd Hayr'ın, Hz. Ali'den rivayetine göre; Rasûlullah (s.a.) m abdesl alışını o da böyle anlatmış. Keza Ebu Dâvûd, Muâviye ve Mikdâm'dan Rasûlullah (s.a.) in abdestinin böyle olduğunu rivayet etmiş. Bu ha­dîsler; başın bütününü tam olarak mesh etmenin vâcib olduğunu söy­leyenlerin görüşüne dayanak teşkil etmektedir. Nitekim İmâm Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel bu görüştedirler. Bilhassa hadîslerin, Kur'an'da mücmel olan yerleri açıklayıcı nitelikte olduğunu iddia edenlere göre; bu, böyledir. Hanefîler ise başın dörtte birini mesh etmenin vâcib oldu­ğunu belirtirler ki; bu miktar, kâkül kadar olan kısımdır. Bizim mez­hebin mensûblan (Şafiî mezhebi) na göre, mesh miktarı diye isimlen­dirilen miktar vâcibdir. Bu da bir miktar olarak sınırlandırılamaz. Hat­tâ kişi saçının bir kısmına dahi meshetse yeterlidir.

Bu iki mezhebin mensûblan (Hanefî ve Şâfiîler), Muğîre îbn Şu'-be'nin hadîsine dayanmaktadırlar. Buna göre; Muğîre İbn Şu'be der ki; Rasûlullah (s.a,) geride kaldı. Ben de onunla birlikte geride kal­dım. O ihtiyâcını giderince; yanında su var mı? dedi. Ona temiz bir su kabı getirdim. İki elinin ayasını ve yüzünü yıkadı. Sonra kollarını sı­vadı, ancak cübbenin kolu dar geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber iki elini cübbenin altından çıkardı ve cübbeyi omuzuna attı. Kolunu yıkadı ve kâkülüne mesnetti. Sarığının ve meslerinin üzerine de meshetti. Sonra Muğîre İbn Şu'be, hadîsin yukarıdaki devamını zikretti. Hadîs Müslim'in Sahîh'inde ve diğer yerlerde bulunmaktadır. Ancak İmâm Ahmed ve arkadaşları buna şöyle cevâb verirler: Rasûlullah (s.a.) kâ­külüne meshetmekle yetinmiştir. Zîrâ başının kalan kısmını sarığının üzerinden meshetmiştir. Biz işte bunu diyoruz. Bu konuda pek çok hadîs vârid olmuştur. Sarığın üzerine meshetmek de, mesh yerine ge­çer. Nitekim Hz. Peygamber, sangının ve meşinin üzerine mesh ya­pardı. Bu ise daha evlâdır. Kaldı ki, sizin yanınızda kâkül veya başın bir kısmına meshetmenin ve diğer kısmım sangın üzerinden tamamla­manın caiz olduğu konusunda hiçbir delil yoktur. Allah en iyisini bi­lendir.

Keza fukahâ arasında başa tekrar tekrar meshetmenin müstehâb olup olmadığı konusunda ihtilâf çıkmıştır. Şafiî'nin meşhur olan görü­şü böyledir. Ahmed İbn Hanbel ve ona tâbi olanlara göre ise; bir* tek defa meshedilmesi müstehabtır. Nitekim Abdürrezzâk, Humrân İbn Ebân'dan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Ben Osman İbn Affân'ı ab-dest alırken gördüm. O, iki elini üç kez yıkadı. Sonra mazmaza, istin-şâk yaptı: Sonra yüzünü üç kez yıkadı. Sonra bilekleriyle beraber sağ elini üç kez yıkadı. Sonra sol elini aynı şekilde yıkadı. Sonra başına meshetti. Sonra üç kez sağ ayağım yıkadı. Sonra da üç kez sol ayağını yıkadı. Ve şöyle dedi: Ben, Rasûlullah (s.a.) m benim abdest aldığım gibi abdest aldığını gördüm. Ve devam etti: Kim benim şu abdestim gibi abdest alır, sonra iki rek'at namaz kılar ve kendi nefsine bir talepte bulunmazsa onun geçmiş günâhları bağışlanır. Aynı metin, Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Zührî tankıyla rivayet edilmiştir. Ebu Dâvûd da Abdullah kanalıyla Hz. Osman'ın abdest alış şeklini rivayet eder ve başına bir kere mesnetti, der. Keza Abd Hayr'm rivayetinde de aym ifâdeler yer alır.

Başa meshetmenin tekrarlanmasını müstehab kabul edenler ise; Müslim'in Sahîh'inde Hz. Osman'dan rivayet edilen şu hadîsi esâs alır­lar. Rasûlullah (s.a.) üçer üçer abdest alırdı.

Ebu Dâvûd der ki : Bize Muhammed İbn el-Müsennâ... Humrân'-dan nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ben, Hz. Osman'ı abdest alırken gör­düm... Ve yukarıdaki hadîsi nakletmiş. Ancak mazmaza ve istinşâkı zik-retmemiş. Sonra şöyle devam etmiş; başına üç kez meshetti. Sonra ayak­larını üç kez yıkadı. Sonra şöyle dedi: Ben Rasûlullah (s.a.) m böyle abdest aldığını gördüm. Kim böyle abdest alırsa ona yeter. Ancak bu rivayette Ebu Dâvûd, münferid kalmıştır. Halbuki Hz. Osman'dan nak­ledilen sahîh hadîslerden; onun, başını bir kere meshettiği anlaşıl­maktadır.

«Ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın.» Bazıları buradaki kelimeyi daha yukarıya yani ellerinizi ve ayaklarınızı yıkayın bölümüne atfederek mansûb biçimde §eklinde okumuşlardır. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür'a, İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, bu âyeti mansûb okumuş ve tekrar yıkamaya döndüm, demiş. Abdullah İbn Mes'ûd, Urve, Atâ, İkrime, Hasan, Mücâhid, İbrahim, Dahhâk, Süddî, Mukâtil İbn Hayyân, Zührî ve îbrâhîm et-Teymî'den de aynı şekilde rivayet edilmiştir.

Seleften bir kısmının söylediği gibi; bu kırâete göre ayağın yıkan­ması vâcib olur. Buradan hareketle bazıları da, tertibin vâcib olduğu görüşünü savunmuşlardır ki; bu, Cumhûr'un görüşüdür. Ancak Ebu Hanîfe muhalefet ederek, tertibi şart koşmamıştır. Hattâ kişi, önce ayak­larını yıkasa, sonra başına meshetse, sonra elini yıkasa, sonra yüzünü yıkasa, bu da geçerlidir, demiş. Ona göre; âyet, bu uzuvların yıkanmasını emretmektedir. Buradaki atıf edatı olan vav tertibe delâlet

etmez. Cumhûr-u fukahâ buna cevâb için değişik yollar ta'kîb etmişler­dir. Bir kısmına göre; âyet, namaza dururken önce yüzün yıkanması­nın vâcib olduğunu göstermektedir. Çünkü burada kullanılan (ti ) ta'kîb faşıdır ki; bu da tertibi gerektirir. Hiç kimse, önce yüzün yıka­nıp sonra tertibe riâyet edilmemesi gerektiğini söylememiştir. Bu ko­nuda iki görüş vardır:

1- Âyette olduğu şekilde tertîb vâcibtir.

2- Tertîb, mutlak şekilde vâcib değildir. Âyet, ilkin yüzü yıka­manın vâcib olduğunu ifâde etmektedir.

Binâenaleyh bundan sonra tertîb —icmâ' ile— vâcibtir. Diğer bir grup ise şöyle der: Buradaki vâvın tertibe delâlet etmediği görüşünü kabuletmeyiz. Bazı nahivcilerin, lügat bilginlerinin ve fuka-hâmn söylediği gibi buradaki vav'ın lügat bakımından tertibe ,delâlet etmediğini farzetsek bile, şeriat bakımından bu ifâde, tertibi gerektirecek şekilde tertibe delâlet etmektedir. Bunun delili şudur : Ra­sûlullah (s.a.) Beytullah'ı tavaf ederken Safâ'dan çıkmış ve «Doğrusu Safa ve Merve Allah'ın nişânelerindendir.» âyetini okumuş. Sonra, Al­lah'ın başladığı yerden ben de başlarım, buyurmuştur. Müslim'in lafzı böyledir. Neseî'nin lafzı ise şöyledir : Allah'ın başladığı ile siz de baş­layın. Bu ifâde bir emir lafzıdır. İsnadı da sahihtir. Bu da gösteriyor ki, Allah'ın başladığı yerden başlamak vâcibdir. İşte şeriat bakımından tertibe delâlet etmesinin anlamı budur. En doğrusunu Allah bilir.

Fukahâdan bir kısmı da demişlerdir ki: Allah Teâlâ, bu âyette bu nitelikleri sıraya göre zikrettiğine göre; benzeri benzerden ayırmış ve meshedilenlerle yıkananları birbirine girdirmiştir. Bu da tertibin mu-râd edildiğine delâlet eder.

Bir kısmı da der ki: Şüphesiz Ebu Dâvûd ve diğer kaynaklarda Amr İbn Şuayb'ın dedesinden nakledildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) birer birer abdest almış, sonra işte abdest budur. Bu olmadan Allah namazı kabul etmez, buyurmuş. Bu fikrin taraftârlan derler ki; öyleyse Rasûlullah ya tertibe göre abdest almıştır, dolayısıyla sıra vâcib olma­lıdır. Veya tertibe riâyet etmeksizin abdest almıştır, dolayısiyle tertibe riâyet etmemek vâcibtir. Tertibe riâyet etmemenin vâcib ol­duğunu söyleyen kimse bulunmadığına göre; tertîb vâcibdir. Diğer bir kırâete göre ise, kelimesi kesre olarak okunur. Şîa buna dayanarak ayakları meshetmenin vâcib olduğunu söylemek­tedir. Çünkü onlara göre; ayaklar.diğer uzuvlara değil, başın meshedil-mesi emrine ma'tûftur. Seleften bir gruptan, ayakların meshedilme-sini söyleyenleri destekler mâhiyette rivayetler gelmiştir. Nitekim İbn Çerîr Taberî der ki; bana Ya'kûb İbn İbrâhîm... Humeyd'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Mûsâ İbn Enes, Hz. Enes'e —biz yanında iken— dedi ki; ey Ebu Hamza, Ahvaz'da iken Haccâc bize bir hutbe okudu. Biz de yanında bulunuyorduk. Abdesti anlattı ve dedi ki; yüzünüzü ve elle­rinizi yıkayın. Başınızı ve ayaklarınızı mesnedin. Ademoğluna, ayağın­dan daha yakın bir pislik bulunamaz. Onun içlerini ve dışlarını, damar­larıyla beraber yıkayın. Bunun üzerine Enes İbn Mâlik dedi ki; Allah doğru söyler, Haccâc yalan söyler. Çünkü Allah, başlarınızı ve ayaklannm mesnedin, buyurmuştur. Humeyd der ki; Enes İbn Mâlik ayakla­rım meshettiği zaman onları yaşartırdı. Bu rivayetin isnadı, sahihtir. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ali İbn Sevr... Enes İbn Mâlik'ten rivayet etti ki; o, şöyle demiş : Kur'an mesh üzerine, sünnet de yıkanma üzeri­ne inmiştir. Bu rivayetin isnadı da sahihtir. İbn Cerîr Taberî der ki; bize Ebu Küreyb... İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Ab-dest iki yıkama ve iki meshetmektir. Saîd İbn Ebu Arûbe de Katâde'den böyle rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... İbn Ab­bas'tan nakletti ki; o, başınıza ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı da mesnedin demiş. Ve buradaki âyetin yıkamaya değil, meshe âit oldu­ğunu bildirmiştir. Sonra îbn Ebu Hatim der ki; Abdullah İbn Ömer, Alkame, Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali ve —rivayetlerin birinde— Ha­san el-Basrî, Câbir İbn Zeyd, —rivayetlerin birinde— Mücâhid'den de aynı şekilde nakledilmiştir, İbn Cerîr der ki : Bize Ya'kûb... Eyyûb'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Ben, İkrime'nin iki ayağına meshetnıekte olduğunu gördüm. Eyyûb der ki; İkrime, bunu söylerdi de. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Sâib... Şa'bî'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Cebrail mesh'i indirdi. Görmez misin ki teyemmüm, yıkanması gereke­nin üzerine meshetmektir. Ve meshedilen kısmı da geçmektir. İbn Ebu Ziyâd da der ki: Ben Âmir'e; insanlardan bir kısmı, Cebrail'in ayaklan yıkamayı (emreden hükmü) indirdiğini söylüyorlar, dedim. O, Cebrâîl mesh'i indirmiştir, dedi.

Bunlar gerçekten garîb hadîslerdir. Ve burada mesh ile kasdedilen, hafîf yıkamadır. Nitekim biz, ilerde ayakların yıkanmasının vâcib oldu­ğunu belirten hadîsi aktaracağız. Bunun kesre olarak okunması mücâ-vere ve sözün uyumu kabîlindendir. Nitekim arapların sözleriyle Allah Teâlâ'nın kavli bu ka­bildendir. Bu ifâde tarzı, arapıar arasında çok yaygın olup çok beğe­nilir ve kullanılır. Bir kısmına göre de bu âyet, ayaklara mes giyil­mesi halinde mesh edilmesini emretmektedir. Nitekim Şafiî merhum böyle demiştir. Bir kısmı ise, bu âyetin ayaklann meshedilmesine de­lâlet ettiğini söylerler. Bunlara göre; meshten maksad —sünnette vâ-rid olduğu gibi— hafif bir yıkamadır. Her hal u kârda ayaklan yıkamak vâcibtir. Bu husus; zarurî olarak zikredeceğimiz âyet ve hadîslerden an­laşılmaktadır. Hafîf bir yıkama için «mesh» kelimesinin kullanıldığı­na delâlet eden en güzel örneklerden birisi, Hafız Beyhakî'nin rivayeti­dir ki; o, şöyle demektedir: Bize Ebu Ali Rûzbârî... Abdülmelik İbn Meysere'den nakletti ki; o, Nezâl İbn Sebre'nin Hz. Ali'den şöyle nak­lettiğini duydum, demiştir : Hz. Ali Öğle namazını kılmış, sonra Küfe meydanında insanlann ihtiyâcını görmek üzere oturmuş. Nihayet ikin­di namazı vakti gelmişti. Kendisine bir kırba su getirildi. Hz. Ali bîr avuç aldı, onunla yüzünü, ellerini, başını ve iki ayağını mesnetti. Sonra kalkıp ayakta iken fazlasını içti. Sonra da şöyle buyurdu : İnsanlardan bir kısmı ayakta su içmeyi mekruh görürler. Halbuki Rasûlullah, benim yaptığım gibi yapmıştır. Ve bu, abdesti bozulmayan kişinin abdestidir. Buharı Sahîh'inde bu ifâdenin bir kısmını Âdem'den rivayet eder.

Şia'dan meslere meshedildiği gibi ayaklara da meshedilmesi gerek­tiğini söyleyenler; hem kendilerini sapıtmışlar, hem de başkalarını sap­tırmışlardır. Keza ayakların hem meshedilebileeeğini, hem de yıkana­bileceğim caiz görenler de hatâ etmişlerdir. Ebu Ca'fer îbn Cerîr'in ha­dîslere dayanarak ayakların yıkanmasının, âyetlere dayanarak da mes-hedilnıesinin vâcib olduğu görüşüne gelince; onun görüşünün böyle ol­duğu kesinlik kazanmamıştır. İbn Cerîr'in tef şirindeki sözünden; abdest alırken diğer uzuvların değil, sadece ayakların ovalanması gerektiğini kasdettiği anlaşılabilir. Çünkü üzerindeki kirleri gidermek üzere ova­lanmalarını gerekli görmüş, ancak bunu mesh kelimesiyle ifâde etmiş­tir. Onun söylediklerini iyi düşünemeyenler ise; Taberî'nin hem yıkama­nın, hem meshin vâcib olduğunu söylemek istediğini bildirmişler ve bu kanâati çıkarmışlardır. Bu sebeple fukahânm bir çoğu, onu müşkil vazi­yette görmüştür ki; aslında Taberî bunda ma'zûrdur. Çünkü ister önce olsun, ister sonra olsun mesh ile yıkamayı birleştirmenin anlamı yok­tur. Zîrâ bu ikisi, yıkamanın içinde vardır. Adam (Taberî) aslında be­nim zikrettiğimi kasdetmiştir. Allah en iyisini bilendir. Sonra onun sö­zünü daha çok düşündüm. Ve gördüm ki; o, iki kırâetin arasını cem'et-meye çalışmaktadır. Mansûb okunursa yıkamaya, mecrûr okunursa meshe atf yapılacağından her ikisini birleştirmeye çalışmaktadır.10

Abdestte Ayakların Yıkanması Konusunda Vârid Olan Hadîs-i Şerifler:29

Abdestte Ayakların Yıkanması Konusunda Vârid Olan Hadîs-i Şerifler:

Yukarda mü'minlerin emîri Osman ve Ali ile İbn Abbâs, Muâviye, Abdullah İbn Zeyd İbn Âsim ve Mikdâd'dan rivayet edilen hadîste Ra­sûlullah (s.a.) in abdest alırken ayağını bir, iki veya üç kez yıkadığı nakledilmiştir. Ancak ihtilâf, bu yıkama miktanndadır. Amr îbn Şuayb da babası kanalıyla dedesinden nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) abdest alırken iki ayağını yıkamış ve; işte abdest budur, Allah abdestsiz namazı kabul etmez, buyurmuştur. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Ebu Uvâ-ne'nin... Abdullah İbn Âmir'den naklettiği rivayette o, şöyle demiş : Bir­likte gittiğimiz bir seferde Rasûlullah (s.a.) geride kalmıştı. Biz, ona ulaştık. Namaz vakti geçmek üzere idi. Ve namaz ikindi namazıydı. Biz de abdestimizi alıyorduk. Ayaklarımıza meshediyorduk. Rasûlullah (s.a.) sesini yükselterek bağırdı ve abdestinizi yenileyin. Vay sırtlara ce­hennemden, buyurdu. Keza Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Hüreyre'den, Müslim'in Sahîh'inde Hz. Âişe'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Abdesti yenileyin. Vay sırtlara cehennemden.

Leys İbn Sa'd... Abdullah İbn Hâris'ten nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu duymuş : Vay sırtlan ve ayakların altına ateşten. Beyhakî ve Hâkim de bu hadîsi rivayet ederek isnadının sahîh olduğunu söylerler.

îmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer... Şuayb İbn Ebu Kerb'ten nakletti ki; o, şöyle demiştir : Câbir İbn Abdul­lah'ın deve üzerinde şöyle dediğini duydum : Rasûlullah (s.a.) vay to­puklara ateşten, buyurdu. Esved İbn Âmir bize... Câbir İbn Abdullah'-dan nakleder ki; o, şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.) bizden bir adamın ayağının bir dirhem kadarının yıkanmamış olduğunu gördü ve; vay ar­kalara cehennemden, buyurdu.

İbn Mâce... Saîd'den aynı rivayeti nakleder. İbn Cerîr Taberî bu rivayeti Süfyân es-Sevrî, Şu'be İbn Haccâc ve daha başkaları kanalıy­la... Câbir'den nakleder. Sonra der ki; bize Ali İbn Müslim... Câbir'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bir topluluğun abdest aldıklarını, ancak ayaklarının arkasına su değdirmediklerini gördü ve buyurdu ki: Vay ayaklarının arkasına cehennemden.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Halef İbn Velîd... Muay-kib'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Vay arkalara ce­hennem ateşinden. Bu hadîsi İmâm Ahmed yalnızca rivayet etmiştir. İbn Cerîr Taberî der ki; bize Ali İbn Abd'ül-A'lâ... Ebu Ümâme'den nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) : Vay arkalara cehennemden, vay arkalara cehennemden, diye buyurunca; mescidde seçkin ve sıradan hiç kimse kalmadı ki, herkes ayağının arkasını çevirip onlara bakıyordu. Ebu Kü-reyb... Ebu Ümâme'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), bir topluluğun abdest almakta olduğunu ve ancak birisinin ayağının arkasının veya aşığının dirhem miktarı kadar veya tırnak kadar su dokunmamış oldu­ğunu gördü de; vay arkalara cehennemden, dedi. Ebu Ümâme der ki; adam, ayağının arkasına suyun dokunmadığını görünce, artık abdestini yeniler olmuştu.

Bu hadîslerin delâlet şekli açıktır. Şöyle ki; eğer ayakların mes-hedilmesi yeterli veya caiz olsaydı, terkinden dolayı bunca tehdîd vârid olmazdı. Çünkü mesh, bütün ayağı içine almaz. Aksine sadece mes'in üzerine mesh gibi olur ki; bu İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî merhu­mun Şia'ya karşı delil getirme tarzıdır.

Müslim Sahîh'inde, Ebu Zübeyr kanalıyla Câbir'den, o da Ömer İbn Hattâb'dan nakleder ki; adamın birisi abdest aldı, ayağından bir tırnak kadar yeri kuru bıraktı. Rasûlullah (s.a.) bunu görünce; git ve abdestini güzel al, buyurdu.

Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî der ki: Bize Hafız Ebu Abdullah... Ka-tâde İbn Diâme'den nakletti ki; Enes İbn Mâlik şöyle demiş: Adamın biri Hz. Peygamberin yanma; abdest almış fakat ayağından parmak kadar bir yeri kuru bırakarak gelmişti. Rasûlullah (s.a.) ona; git ve ab-destini al, buyurmuştu. Ebu Dâvûd bu rivayeti Hârûn İbn Ma'rûf' tan ve İbn Mâce, Harmele İbn Yahya kanalıyla Vehb'den naklederler. Bu isnâd sağlam olduğu gibi râvîlerin hepsi de sika kimselerdir. Lâkin Ebu Dâvûd, bu hadîs ma'rûf değildir, İbn Vehb'den başka onu rivayet eden bulunmamıştır, der.

Mûsâ İbn İsmâîl... Hasan'dan, Katâde'nin hadîsinde naklettiğini, Rasûlullah (s.a.) in söylediğini bildirir. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İbrahim İbn Ebu'l-Abbâs... Hâlid kanalıyla Peygamberin eşle­rinden birisinden rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) bir adamın namaz kıldığını, ancak ayağının üstünde bir dirhem miktarı parlaklık bulun­duğunu, bu kısmı yıkamadığını görmüş ve ona abdestini yenilemesini emretmiş. Bu rivayeti Ebu Dâvûd, Bakiyye'den nakleder ve ayrıca; na­mazını da iade etmesini emretmişti, der. Bu isnâd sağlam ve sahihtir. Allah en iyisini bilendir.

Humrân'm Hz. Osman'dan naklettiği hadîste Hz. Osman; Rasûlul­lah (s.a.) m abdest alış şeklini anlatırken onun parmaklarının arasını hilâllediğini söyler. Sünen sahipleri de İsmâîl İbn Kesîr kanalıyla Âsım'ın babasından naklederler ki; o, şöyle demiş : Ben; ey Allah'ın Rasûlü bana abdesti bildir, dediğimde; abdestini yenile, parmakların arasını hilâlle, ve fazla istinşâk yap, ancak oruçlu olursan müstesna, buyurdu.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdullah İbn Yezîd... Amr İbn-Abese'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, ey Allah'ın nebisi, bana abdesti bildir, dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sizden biriniz ab-deste başlar da sonra ağzına, burnuna su verir ve fazlasıyla bunu ya­parsa; muhakkak ağzından ve burnundan çıkan su ile birlikte günâh­ları da çıkar. Sonra Allah'ın emrettiği biçimde yüzünü yıkarsa; yüzü­nün hatâları, sakalının etrafından akan sularla birlikte kaybolur. Sonra iki elini dirsekleriyle birlikte yıkarsa; iki elinin hatâları, parmakları ucundan akar gider. Sonra başını meshederse; başının hatâları saçın­dan akan sularla birlikte akıp gider. Sonra iki ayağını aşıklarıyla bir­likte Allah'ın emrettiği gibi yıkarsa; ayaklarının hatâları, ayak par­maklarından akan su ile birlikte akar. Sonra kıyama durup Allah'a hamdeder ve övgüye lâyık olana hamd ve senada bulunur, ardından iki rek'at namaz kılarsa; anasından doğduğu gündeki gibi günâhlarından çıkar. Ebu Ümâme der ki: Ey Amr, ne dediğine bak! Sen bunu Rasû­lullah (s.a.) dan işittin mi? dedim. Bu adama her şey yerinde mi veri­liyor? Amr îbn Avf da dedi ki: Ey Ebu Ümâme benim yaşım ilerledi.

Kemiğim inceldi, ecelim yaklaştı. Allah'a ve Allah'ın Rasûlüne yalan isnâd etmeye ihtiyâcım yok. Eğer ben bunu o'ndan bir, iki veya üç kez işitmemiş olsaydım; nakletmezdim. Halbuki ben, bunu ondan yedi veya daha fazla kere işittim. Bu hadîsin isnadı sahihtir. Müslim'in Sahîh'in-de bir başka şekilde vârid olmaktadır. Ve; ayaklarını Allah'ın emrettiği gibi yıka, buyurmakla Kur'an'ın ayağı yıkamayı emrettiği anlaşılmak­tadır. Keza Ebu İshâk, Hâris'ten, o da Ebu Tâlib oğlu Ali'den rivayet eder ki, o, emrolunduğunuz gibi ayakları aşıklarla beraber yıkayın, bu­yurmuştur. Burada Abd Hayr'ın, Hz. Ali'den naklettiği ve Rasûlullah (s.a.) in na'leyni içindeki iki ayağına su döküp ovaladığını, nakleden hadîsiyle neyin kasdedilmiş olduğu anlaşılıyor. Bununla hafîf bir yıka­mayı kasdetmiştir ki; ayaklar yine na'leynin içindeydi. Ayaklar na'ley-nin içinde olduğu halde yıkamaya bir engel yoktur. Ancak bu ifâdede; vesvesecüerden derinliğine dalan ve olmayanı uyduranlara reddiyye var­dır. İbn Cerîr'in A'meş'ten kendi rivâyetiyle Ebu Vâil ve Huzeyfe'den naklettiğine göre o der ki: Rasûlullah (s.a.) bir kavmin abdesthanesine gelmiş, orada idrarını ayakta yapmış. Sonra su istemiş, abdestini almış ve na'leynine meshetmiş. Bu hadîs sahihtir. İbn Cerîr bu hadîsi, sika ye hafız râvîlerin A'meş kanalıyla Ebu Vâil ve Huzeyfe'den naklettikle­rini zikreder ve der ki: Rasûlullah ayakta idrarını yaptı. Sonra abdest alıp meslerinin üzerine mesnetti. Ben derim ki; bu ikisini birleştirmiş olması ve ayaklarında mes olup, üzerinde de na'leynin bulunmuş olması muhtemeldir. Nitekim İmâm Ahmed îbn Hanbel'in rivayet ettiği ha-dîs'de böyledir. Buna göre Yahya... Ebu1 Evs'ten nakleder ki; o, Rasû­lullah (s.a.) in abdest alıp ayakkabılarının üzerine meshettiğini sonra namaza durduğunu gördüm, demiştir. Ebu Dâvûd ise bunu, Müsedded kanalıyla Ebu Evs'den nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in bir kavmin mezbelesine gelip idrarını yaptığını, sonra abdest alıp ayakkabısına ve ayaklarının üzerine meshettiğini gördüm, demiştir. İbn Cerîr bunu Şu'be ve Hüşeym tankıyla- rivayet ettikten sonra, der ki: Bu, Rasûlullah'm abdestini bozmadan abdest almış olmasına hamledilmiştir. Çünkü Al­lah'ın farzlarıyla, Rasûlünün sünnetlerinin; birbirini reddeder ve çeli­şir nitelikte olması caiz değildir. Rasûlullah (s.a.) dan abdest alırken genellikle iki ayağı tamamen yıkamayı emrettiğine dâir rivayet sahih­tir. Bu rivayet, kendisine ulaşanın ma'zeretini kesinlikle kabul etmeyen müstefîz nakille nakledilmiştir. Mansûb okunan kırâete göre; Kur'an'ın ayaklan yıkamayı emrettiği, mecrûr okumayı öngören kırâete göre de; buna hamletmek vâcib olduğu için Selef-i Sâlihînden bazıları bu âyetin mensûh olduğunu ve meslerin üzerine mesh ruhsatıyla neshedildiğini vehmetmişlerdir. Nitekim böyle bir rivayet Ebu Tâlib oğlu Ali'den nakle­dilmiştir. Ancak bunun isnadı, sahîh değildir. Kaldı ki Hz. Ali'den sabit olan bunun tersidir. Yoksa onların iddia ettiği gibi değildir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) in bu âyet-i kerîme'nin nüzulünden sonra da mesler üzerine mesh ettiği sabittir.

İmâm Ahmed tbn Hanbel der ki: Bize Hâşim İbn Kasım... Cerîr İbn Abdullah'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Mâide sûresinin nü­zulünden sonra, müslüman oldum ve ben müslüman olduktan sonra Rasûlullah (s.a.) in mes üzerine mesh ettiğini gördüm. Ancak bu riva­yette İmâm Ahmed münferid kalmıştır.

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde A'meş'in... Hemmâm'dan naklet­tiğine göre; o, şöyle demiş : Cerîr, idrarını yaptı. Sonra abdest aldı ve mesleri üzerine mesnetti. Kendisine böyle mi yapıyorsun? denildiğinde; evet, ben Rasûluîlah (s.a.) in idrarını yapıp sonra abdest alarak mesler üzerine meshettiğini gördüm, dedi. A'meş der ki: Bu hadîs onların hay­retini mûcib olmuştur, zîrâ Cerîr'in müslüman oluşu Mâide sûresinin inmesinden sonraydı, dedi. Lafız Müslim'indir.

Meslerin üzerine meshin meşrûiyyeti kavlî ve fiilî sünnet ile Rasû­lullah (s.a.) dan tevâtüren sabittir. Nitekim bu husus, «Ahkâm el-Kebîr» kitabında belirtilmiştir. Orada bu konuda gerek duyulan bütün bilgiler verilmiştir. Râfızîler ise, hiçbir mesnedi olmadan bilgisizlik ve sapıklık­la buna muhalefet etmişlerdir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'in­de sabit olduğu gibi; mü'minlerin emîri Ali İbn Ebu Tâlib'in rivayetine göre; Rasûlullah (s.a.), müt'â nikâhını yasakladığı halde onlar bunu da mübâh saymışlardır. Keza bu âyet-i kerînıe'de; Rasûlullah (s.a.) dan te­vatür yoluyla sabit olan fiil, uygun biçimde ayakların yıkanmasının vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Ancak Râfızîler buna da karşı çık­mışlardır. Gerçekte onların sağlam bir delili yoktur. Hamd Allah'a mah­sûstur.

Ayaklardaki aşıklar konusunda da selef ile mezheb imamları ara­sında ihtilâf vardır. Onlara göre aşık, ayağın üzerindedir. Diğerlerine göre ise; her ayağın bir aşığı vardır. Cumhûr'a göre; aşık, ayak ile bal­dırın oynak noktasında yer alan iki kemiktir. Rebî' der ki; İmâm Şafiî şöyle dedi: Allah'ın Kur'an'da zikrettiği iki aşığın mâhiyeti konusunda ihtilâf olduğunu bilmiyorum. Aşıklar; ayak bileğinin mafsalının bir­leştiği yerlerdir. Bu, onun lafzıdır. Mezheb imamlarına göre; her ayağın iki aşığı vardır. Nitekim halk larafmdan bilinen de budur. Sünnetin delâlet ettiği de budur. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Humrân yoluy­la J3z. Osman'dan nakledildiğine göre; Hz. Osman, abdestini almış, sağ ayağını açıklarıyla beraber, sol ayağını da aynı şekilde yıkamıştır. Buhârı'nin kesin bir talîkı da rivayet edilmiştir. Ebu Dâvûd ve İbn Huzeyme Sahîh'lerinde Ebu'l-Kâsım Hüseyn İbn Hâris'in, Nu'mân îbn Beşîr'den naklettiği rivayete göre; Nu'mân der ki; Rasûlullah (s.a.) yüzünü bize çevirerek üç kere; saflarınızı düzeltin, Allah'a yemîn ede­rim ki, ya saflarınızı düzeltirsiniz, yahut da Allah sizin kalblerinizin arasını açar, buyurdu. Nu'mân İbn Beşîr der ki: Ben, adamın kendi ayağının aşığını arkadaşının ayağının aşığına, dizini dizine ve omuzunu da arkadaşının omuzuna yapıştırdığını gördüm. Bu hadîsin lafzı İbn Huzeyme'ye aittir. Ancak kişinin, ayağının aşığını arkadaşının aşığına bitiştirmesi mümkün değildir. Sadece orada aşıkla kasdolunan; baldır­da açıklık olan kemiktir. Bir diğerinin aşığının hizasına kadar gelecek niteliktedir. Bu da bizim zikrettiğimizi gösterir ki; aşık, bacak ile ayağın ayrıldığı eklem noktasında çıkık olan kemiktir. Ehl-i Sünnet'in mezhebi de budur.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Câbir'den nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ben Zeyd'in taraftarlarının Önlerine baktım. Onların aşığı­nın, ayaklarının üstünde olduğunu gördüm. Bu, Şia'nın hakka muhale­fetlerini ve isyanda ısrarlarını bastırmak için cezalandırılmış olduğu bir cezadır.

«Eğer cünüb iseniz hemen temizlenin. Eğer hasta olmuşsanız veya seferde iseniz, yahut heladan gelmişseniz, veya kadınlara yaklaşmış da su bulamamıştanız temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesnedin.» Bu konuda Nisa sûresinde yer alan teyem­müm konusu açıklanırken (âyet, 43) yeterli bilgi verilmiştir. Burada sözü uzatmamak için onları tekrarlama gereğini duymuyoruz. Orada te­yemmüm âyetinin nüzul sebebini de anlatmıştık. Ne var ki, İmâm Bu-hârî bu âyet-i kerîme'ye hâs olmak üzere bir hadîs rivayet eder ve şöyle der: Bize Yahya İbn Süleyman... Hz. Âişe'den nakletti ki; o, şöyle de­miştir : Biz Medine'ye girmek üzere iken Beydâ'da gerdanlığım düştü. Rasûlullah (s.a.) bineğini durdurdu, yere indi, başını benim kucağıma koyup uyudu. Ebubekir gelerek beni şiddetle yumrukladı ve bir gerdan­lık için halkı tuttun, dedi. Rasûlullah (s.a.) in yerine ben öleyim ki, beni bir hayli acıtmıştı. Sonra Rasûlullah (s.a.) uyandı ve sabah olmuş­tu, su aradı, bulmadı. Bunun üzerine işbu âyet-i kerîme nâzi] oldu. Useyd İbn Hudayr; ey Ebubekir'in ailesi, Allah sizi insanlar için mübarek kıl^ sın. Siz, insanlar için bir bereketsiniz, dedi.

«Allah size zorluk vermek istemez.» Bunun için Hak Teâlâ size her şeyi kolaylaştırmıştır. Hastalık anında su bulamayınca, sizi rahatlat­mak için ve size acıdığından teyemmümü mübâh kılmıştır. Teyemmüm etmesi meşru' olanlara su yerine teyemmümü kâim kılmıştır. Daha önce açıklandığı gibi, bazı noktalarda teyemmüm su yerine geçmez. Bu konu «el-Ahkâm el-Kebîr» isimli eserde belirtilmitşir.

«Lâkin sizi temizlemek, üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.» Allah'ın size verdiği bolluk, şefkat, merhamet, kolay­lık ve müsamaha nimetlerine şükredesiniz diye. Bunun için sünnet-i seniyye'de abdestten hemen sonra duaya teşvik vârid olmuştur. Abdest alanların, bu âyet-i kerîme'ye imtisal ederek cennete giren ve temizlenenlerden kılması için Allah'a yalvarmaları belirtilmiştir. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel, Müslim ve Sünen sahipleri Ukbe İbn Âmir'-den naklederler ki; o, şöyle demiştir : Biz, deve güdüyorduk. Benim sı­ram geldiğinde ben, akşamleyin develeri salıverdim. O sırada Rasûlullah (s.a.) m ayakta insanlarla konuştuğunu farkettim ve söylediğinden şu­nu aklımda tuttum: Hangi müslüman abdest alır ve abdestini güzel yapar, sonra kalkıp gönlünü ve yüzünü kıbleye çevirerek iki rek'at na­maz kılarsa; mutlaka ona cennet vâcib olur. Ukbe İbn Âmir der ki; Ben, bu ne cömertlik? dedim. Benim önümde bir başka kişinin de, bundan önceki daha cömertti, diye seslendiğini gördüm. Ve bir de baktım ki, Hz. Ömer (r a.) idi bu. Dedi ki; ben senin geldiğini yeni görmüştüm, sonra şöyle dedi: Sizlerden her kim abdest alır ve «Şehâdet ederim ki; Allah'tan başka ilâh yok­tur. Ve şehâdet ederim ki; Muhammed (s.a.) Allah'ın Rasûlüdür, derse; ona cennetin sekiz kapısı açılır. O, dilediği kapıdan girer. Lafız Müs­lim'indir.

İmâm Mâlik der ki; Süheyl İbn Ebu Salih, babası kanalıyla Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş; Müslüman kul —veya mü'min kul demiştir— abdest alır, yüzünü yı­karsa; gözleriyle bakmış olduğu bütün hatâlar, yüzünden akan suyla birlikte çıkar gider. —veya son su damlasıyla birlikte gider demişti—. İki elini yıkadığı zaman; eliyle değdiği bütün hatâlar, su ile birlikte çıkar gider, —veya son su damlasıyla birlikte gider demişti— ayaklarını yıkadığı zaman; ayaklarıyla bastığı her hatâ, su ile birlikte çıkar, gider, —veya son su damlası ile birlikte gider demişti— neticede bütün günâh­lardan arınmış olarak çıkar. Bu hadîsi Müslim, Ebu Tâhir kanalıyla İbn Vehb'den o da Mâlik'ten rivayet eder.

İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb... Kâ'b'tian nakletti ki; Rasû­lullah (s.a.), şöyle buyurmuş: Her kim abdest alır, ellerini veya bilek­lerini yıkarsa, bu ikisinden hatâlar çıkar. Yüzünü yıkarsa yüzünden hatâlar çıkar, başına meshederse başından hatâlar çıkar. Ayaklarını yıkarsa, ayaklarından hatâlar çıkar. îbn Cerîr Taberî'nin lafzı böyledir. Aynı rivayeti Ahmed İbn Hanbel... Kâ'b kanalıyla Rasûlullah'tan nak­leder ki; Rasûlullah şöyle buyurmuş ; Kim abdest alır ve iki elini yıkar­sa, iki elinden hatâlar çıkar. Yüzünü yıkarsa, yüzünden hatâları çıkar. Kolunu yıkarsa, kollarından hatâları çıkar. Ayaklarını yıkarsa,, ayak­larından hatâları çıkar. Şu'be der ki; başa meshetmeyi zikretmemişti. Bu isnâd sahihtir. İbn Cerîr Taberî; Şimr İbn Atiyye kanalıyla, Ebu Ümâme'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kim abdesf, alır ve abdestini güzelleştirir, sonra namaza kalkarsa kulağından, gö­zünden iki elinden ve iki ayağından günâhları çıkar.

Müslim, Sahîh'inde Yahya İbn Ebu Kesîr kanalıyla Ebu Mâlik el Eş'arî'den nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

Temizlik îmânın bir parçasıdır. Elhamdülillah ise nıîzân'ı üoıauruı. Sübhânallah ve el-hamdü li'l-lah ise ikisi birlikte göklerle yer arasını doldurur. Namaz nurdur. Sadaka burhandır. .Sabır ziyadır. Kur'an ise senin lehinde ve aleyhinde bir hüccettir. Bütün insanlar, sabahleyin kalkarlar. Kendilerini satışa çıkarırlar. Ya âzâd olurlar, ya da kaçarlar. Müslim'in Sahîh'inde, Semmâk İbn Harb'in... Abdullah İbn Ömer'den rivayetine göre; Rasûlullah (s.a..), şöyle buyurmuştur: Allah, hîle ile verilen sadakayı abdestsiz namazı kabul etmez.

Ebu Dâvûd et-Teyâlisî der ki: Bize Şu'be... Ebu Melîh'ten nakletti ki, babası kendisine şöyle demiş : Ben, Rasûlullah ile birlikte evdeydim. O'nun şöyle dediğini işittim : Allah abdestsiz namazı kabul etmez, hileli sadakayı da. Ahmed İbn Hanbel, Ebu Dâvûd, Neseî, İbn Mâçe de bunu Şu'be'nin hadîsinden rivayet ederler.11

İzahı32

İzahı

Bu âyet, başa mesh edilmesini emretmektedir. Mesh; iki elle bir şeye dokunmandır. Tıpkı alnmdaki teri silmen gibi. Zahir olan odur ki; başın her tarafının mesh edilmesi gerekmez. Çünkü bir kısmını mesh eden kimseye de; mesh etti, denir. Bizim ashabımız (Şîa) bu görüşü benimsemişlerdir. Onlar derler ki: Mesh adı verilebilecek bir miktarın mesh edilmesi gerekir. Abdullah İbn Ömer, îbrâhîm ve Şa'bî de böyle demişlerdir. Şafiî'nin mezhebi de budur. Denildi ki: Bütün başın dörtte birinin mesh edilmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber, başının dörtte bi­rini mesh ediyordu. Bu, Ebu Hanîfe'nin görüşüdür. Bu hususta ondan pek çok rivayetler nakledilmiştir ki, biz bunları anlatarak konuyu uzat­mak istemiyoruz.

«Topuklarınıza kadar da ayaklarınızı.» Bu konuda ihtilâf vardır. Pukâhâ'nın cumhuruna göre; ayakların yıkanması farzdır. İmâmiyye ise mesh farzdır, başkası değil, demişlerdir. İkrime de böyle demiştir. Sahabe ve Tabiînden îbn Abbâs, Enes, Ebu'l-Âliye, Şa'bî gibi büyük bir cemaatten ayaklara mesh edileceği sözü rivayet edilmiştir. Hasan el-Basrî İse; mesh etmekle yıkamak arasında kişinin muhayyer okluğunu söylemiştir ki; Taberî ve Cübbâî de bu görüşü benimsemiştir. Ancak bu son ikisi, ayağın her tarafının mesh edilmesi gerektiğini, sadece yü­zünün mesh edilmesiyle yetinmenin caiz olmayacağını söylemişlerdir. Zeydî imamlarının önderlerinden Nâsır'ül-Hakk der ki: Hem mesh etmek, hem de yıkamak gerekir. îbn Abbâs, Rasûlullah'ın abdest alışını anlatırken; iki ayağına mesh etti, der. Yine ondan rivayet edilir ki, şöyle demiştir : Allah'ın kitabında mesh varken, insanlar kaçıp yıkıyorlar. Ve yine demiştir ki: Abdest iki yıkama ve iki meshtir. Katâde der ki; Allah, iki yıkamayı ve iki meshi farz kılmıştır... Ehl-i Beyt'in seyyidle-rinden rivayet edilen haberlere gelince; bu konuda sayılmayacak kadar çoktur. Nitekim Hüseyn İbn Saîd el-Ehvazî, Fudâle İbn Fudâle kana­lıyla Hanımâd İbn Osman'dan nakleder ki; ona Gâlib İbn Hüzeyl şöyle demiş : Ebu Ca'fer'e ayaklara mesh konusunu sorduğumda dedi ki: Ceb­rail'in indirmiş olduğu hüküm budur. Yine Hüseyn İbn Saîd'in Ahmed İbn Muhammed'den naklettiğine göre; Ebu Hasan, Mûsâ İbn Ca'fer'e ayaklara mesh nasıl olur, diye sordum? demiş. O da ellerini parmakla­rının üzerine koyarak topuklara kadar ayağını mesh etti, demiş. Ona bir kişi iki parmağıyla mesh etse ne olur? deyip böylece aşıklara kadar göstermiş. O, hayır, elinin bütün ayasıyla, demiş.12

7 — Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini, «işittik, itaat ettik.» dediğinizde sizi onla bağlamış olduğu mîsâkmı anın. Allah'tan sakının. Muhakkak ki Allah; kalblerdekini bilir.

8 — Ey îmân edenler; adaleti gözeten şâhidler olun. Ve bir topluluğa karşı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürük­lemesin. Adalet edin, bu takvaya daha yakındır. Ve Al-lah'dan korkun. Muhakkak ki Allah; işlediklerinizden ha­berdârdır.

9 — Allah, îmân edenlere ve sâlih amel işleyenlere, mağfiret ve büyük bir ecir vaadetmiştir.

10 — Küfredenler ve âyetlerimizi tekzib edenler, işte onlar, cehennem yaranıdırlar.

11 — Ey îmân edenler, Allah'ın üzerinize olan nimeti­ni hatırlayın. Hani bir kavim, size el uzatmağa kalkışmıştı da, onlann ellerini üzerinizden geri çekmişti. Allah'tan sa­kının. Ve mü'minler Allah'a tevekkül etsinler.

Bir Kavme Olan Kininiz Sizi Adaletten Alıkoymasın.33

Bir Kavme Olan Kininiz Sizi Adaletten Alıkoymasın.

Allah Teâlâ mü'min kullarına; bu yüce dini ve şeriatı lütfedip şu şerefli peygamberi elçi olarak göndermesindeki nimetini hatırlatıyor ve o peygambere bîat, ittibâ etmek, yardımcı olmak ve destek sağlamak üzere kendilerinden alınmış olan ahid ve misâkı andırıyor. Hz. Peygam­berin, Allah'ın dinini üslenip tebliğ edilen emirleri, mü'minlerin kabul etmesinde ortaya çıkan nimeti hatırlatarak buyuruyor ki: «Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini, işittik, itaat ettik dediğinizde sizi onunla bağla­mış olduğu mîsâkmı anın.» Bu bîat, müslüman olarak Rasûlullah (s.a.) a vermiş oldukları biattir. Bu bîatta şöyle diyorlardı: Allah ve Rasûlünü dinlemek ve itaat etmek, sevinçli ve sevinçsiz anımızda onu kendimize tercih etmek, onun emrinde tartışmaya girişmemek üzere Rasûlullah (s.a.) a, bîat ettik. Nitekim Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurmaktadır : «Size ne oluyor ki; Allah'a inanmıyorsunuz? Halbuki Peygamber sizi Rabbınıza îmân etmeye davet ediyor. Ve sizden mîsâk da almış idi. Eğer mü'minler iseniz.»

Denildi ki bu âyet, Rasûlullah (s.a.) a ittibâ edip şeriatına imtisal etmek üzere yahûdîlerden alınmış olan ahdi, Yahudilere hatırlatmakta­dır. Bu görüşü Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakletmiştir. Yine de­nildi ki; bu âyet, Allah Teâlâ'nın Hz. Âdem'in soyundan çıkarıp kendi nefislerini kendilerine şâhid kıldığı, Hz. Âdem'in torunlarından alınmış olan ahdi hatırlatmaktadır. Nitekim orada Allah Teâlâ : «Ben, sizin Rabbınız değil miyim? diye sormuş. Onlar, evet, şehâdet ettik ki Sen bizim Rabbımızsın, demişlerdi. Bu görüşü, Mücâhid ve Mukâtil İbn Hayyân söylemektedir. Birinci görüş, daha açıktır. İbn Abbâs'ın ve Süddî'nin görüşü de budur. İbn Cerîr Taberî bu görüşü tercih eder. Son­ra Allah Teâlâ, «Allah'tan sakının.» buyurarak her halükârda takvaya devama teşvik etmiştir. Ayrıca Allah'ın, vicdanların derinliklerindeki gizli duygulardan haberdâr olduğunu kendilerine bildirerek «Allah kalb-lerdekini bilicidir.» buyurmuştur.

«Ey îmân edenler, adaleti gözeten şâhidler olun.» Allah için hakkı gözeten kimseler olun. İnsanların övmesi için değil, adaletle hükmeden şâhidler olun. Zulmedenler değil. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Nu'-mâh İbn Beşîr nakleder ve der ki; bana babam malından bir parça kar­şılıksız mal verdi: Annem Umre Bint Revana Rasûlullah (s.a.) ı şâhid etmezsen ben buna razı olmam, dedi. Babam bana verdiği mala şâhid tutmak üzere Hz. Peygambere gittiğinde Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Bütün çocuklarına aynı şekilde verdin mi? O, hayır dedi. Bunun üze­rine Allah'ın Rasûlü : Allah'tan korkun ve çocuklarınıza, adaletli dav­ranın,, dedi. Sonra ilâve etti: Ben, zulme şâhidlik etmem. Nu'mân tbn Beşîr der ki: Babam eve geldi ve bana verdiğini geri aldı.

«Ve bir topluluğa karşı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürükleme­sin.» Bir kavme olan kin ve nefretiniz, onlar hakkında adaleti terket-meye vesîle olmasın. İster dost, ister düşman olsun; herkese adaletli muamele edin. Bunun için Allah Teâlâ âyetin devamında «Adalet edin. O, takvaya daha uygundur.» buyuruyor. Adaletli davranmanız, adaleti terketmenizden takvaya daha yakındır.

«Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah, işlediklerinizden haber­dârdır.» Allah işlediğiniz fiillere göre sizi, cezalandıracaktır. İşleriniz hayır ise, cezanız da hayırdır. İşleriniz şer ise, cezanız da serdir. Bu sebeple âyetin devamında «Allah, îmân edenlere ve sâlih amel işleyen­lere mağfiret ve büyük bir ecir vaad etmiştir.» Bu ecir cennet-i A'lâdır, Onu Allah kullarına lütfetmiştir. Kulları, amelleriyle cennete ulaşa­mazlar. Aksine Allah'ın lutfu ve rahmetiyle ulaşırlar. Her ne kadar ken­dilerine Allah'ın rahmetinin ulaşmasının sebebi amelleri ise de; Allah Teâlâ rahmetine, lutfuna, affına ve cezasına nail olmak için muhtelif sebepler halketmiştir. Her şey O'ndan ve O'nun içindir. Hamd ve min­net Allah'adır.

«Küfredenler ve âyetlerimizi tekzîb edenler, işte onlar cehennem yaranıdır.» Bu da Allah Teâlâ'nın adaletinin ve hikmetinin gereğidir. Zulüm, bulunmayan hükmünün ifadesidir. O, hüküm ve hikmet sahi­bidir. Kudret O'nundur. Adaletli hüküm veren kendisidir.

«Ey îmân edenler, Allah'ın üzerinize olan nimetini hatırlayın. Hani bir kavim size el uzatmaya kalkışmıştı da, onların ellerini üzerinizden geri çekmiştik. Allah'tan sakının. Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler.»

Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer Câbir'den rivayet etti ki; Rasû-lullah (s.a.) bir konakta konakladı. Halk, büyük bir ağacın altında göl­gelenmek istedi. Hz. Peygamber silâhını bir ağaca asmıştı. Bedevinin biri gelerek Rasûlullah (s.a.) m kılıcım aldı, kınından çıkardı. Rasûlul-lah'a karşı yönelerek dedi ki; seni, şimdi benden kim ahkoyar? Rasû­lullah (s.a.); Allah, dedi. Bedevi iki veya üç kere, seni benden kim alı-koyar? diye tekrarladı. Rasûlullah (s.a.) da her seferinde Allah, dedi. Câbir der ki: Bedevi kılıcı kınına koydu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ashabını çağırarak Bedevi'nin durumunu onlara bildirdi. Adam, Hz. Peygamberin yanında oturuyordu. Rasûlullah onu cezalandırmadı. Ma'mer der ki: Katâde de buna benzer bir rivayet naklederek dedi ki: Bedevilerden bir topluluk Rasûlullah (s.a.) ı yoketmek istediler ve bu Bedeviyi gönderdiler. O, bu âyeti bu olayla te'vîl etmiştir. Bu Bedevi'­nin kıssası —ki adı Gavres İbn Haris idi— sahîh hadîste sabittir.

Avfî, İbn Abbâs'tan bu âyet konusunda şöyle dediğini rivayet etti: Yahudilerden bir topluluk, Rasûlullah (s.a.) ve ashabına yemek ikram edip onları öldürmek istedi. Allah Tealâ da onlara yahûdîlerin duru­munu vahyetti. Hz. Peygamber yemeğe gitmediği gibi ashabına da git­memelerini emretti. İbn Ebu Hatim de bu vak'ayı rivayet eder.

Ebu Mâlik ise der ki: Bu âyet, Kâ'b İbn Eşref ve arkadaşları hak­kında nazil olmuştur. Onlar, Hz. Peygamber ve ashabını Kâ'b İbn Eş­refin evinde katletmek istiyorlardı. îbn Ebu Hatim bu rivayeti de nak­leder.

Muhammed İbn İshâk, Mücâhid, İkrime ve başkaları da derler ki; bu âyet, Benu Nadir kabilesi hakkında nazil olmuştur. Onlar, Amirî'le-rin diyeti konusunda kendilerinden yardım istemeye geldiğinde Hz. Peygamberin başına değirmen taşı atmak istemişlerdi. Bu işi de, Amr îbn Cühaş İbn Kâ'b'a vermişlerdi. Hz. Peygamber duvarın altında otu­racak, kendileri onun etrafında toplanınca, Amr, o değirmen taşım yu­kardan bırakacaktı. Böyle söylemişlerdi. Allah, Rasûlüne onların hazır­ladığı plânı haber vermiş. Ve Rasûlullah Medine'ye dönmüş, ashabı da o'nun arkasından gelmişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Ey îmân edenler, Allah'ın üzerinize olan nimetini hatırlayın...» buyurmuştu. Sonra Rasûlullah (s.a.) ertesi gün onların kuşatılmasını ve yurtların­dan çıkarılarak sürgün edilmelerini emretmişti.

«Ve mü'minler, Allah'a tevekkül etsinler.» Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah her konuda ona yeter ve halkın şerrinden onu koruyup mu­hafaza eder.13

12 — Andolsun ki, Allah îsrâiloğullarından söz almış­tı. Biz, onlardan on iki temsilci seçtik. Allah demişti ki: Mu­hakkak Ben sizinleyim, namaz kılar, zekât verir, peygam­berlerime inanır, onlara yardım ederseniz, Allah'a güzel bir borç verirseniz; andolsun ki sizin kötülüklerinizi örte­rim. Ve andolsun ki; sizi altlarından ırmaklar akan cennet­lere koyarım. Bundan sonra sizden her kim de küfrederse; şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.

13 — Ahidlerini bozmalarından ötürü onlara la'net ettik, kalblerini de katılaştırdık. Onlar, kelimeleri yerlerin­den değiştiriyorlar. Kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı müstesna dâima hainliklerini görürsün. Sen; onları affet ve geç. Muhakkak Allah; ihsan edenleri sever.

14 — «Biz hıristiyânız» diyenlerden de söz aldık. On lar da kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. Bu yüzden kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber'verecektir.

İsrâiloğullarından Alınan Söz. 34

İsrâiloğullarından Alınan Söz

Allah Teâlâ, mü'min kullarına kulu ve Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.) in ahid ve mîsâkma sadâkat göstermelerini emrettikten, hakkı ayakta tutup adaletle şâhidlik etmelerini bildirdikten, gizli ve açık ken­dilerine lütfettiği nimetleri hatırlattıktan, hak ve hidâyete doğru sev-ketmiş bulunmasındaki ihsâm zikrettikten sonra; kendilerinden önce geçen kitâb ehli Yahûdî ve Hıristiyanlardan da nasıl ahid ve mîsâk almış olduğunu açıklamaya başlıyor. Onlar, bu ahid ve mîsâkı bozunca Allah da kendilerini la'netle cezalandırmış ve huzurundan kovmuştu. Kalblerine", hidâyete ve hak dine vâsıl olmalarını önleyecek perdeler koymuştu Bu hidâyet ve hak dinin rehberi faydalı bilgi ile sâlih amel­dir. Bunun ardından Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: «Andolsun ki Allah, İsrâiloğullarmdan söz almıştı. Biz, onlardan oniki temsilci seç­tik.» Yani sözleşmelerinde Allah'a, Rasûlüne ve kitabına itâatta kabi­lelerine önderlik eden arifler seçmiştik.

İbn Abbâs ve Muhammed İbn îshâk ile daha başkalarının zikrettik­lerine göre; bu olay, Hz. Musa'nın zâlimlerle savaşa yönelmesi esnasın­da olmuştu. Hz. Mûsâ, her kavimden bir seçkinin gelmesini emretmişti. Her sıbttan bir temsilci seçilmişti. Muhammed îbn İshâk der ki: Robil sıbtından Şamon İbn Zakkûr; ŞenVûn sıbtmdan Şafat İbn Hurrî; Ya-hûda sıbtından Kalib İbn Yûfennâ; Ebîn sıbtmdan Fihâyil İbn Yûsuf; Yûsuf sıbtmdan —ki bu Efraîm sıbtıdır— Yjşa' İbn Nûn, Bünyâmîn sıbtından Falatmi îbn Refon; Zeblon sıbtmdan Cedî İbn Şudî; Dân sıbtından Hamlail îbn Cümmel; Esîr sıbtından, Sator İbn Melkîl; Nef-tâli sıbtından, Nahî îbn Vefsî; Câd sıbtmdan, Colayil îbn Mîkî temsilci olarak seçilmişti.

Ben, Tevrat'ın îsrâiloğullarının sıbtuıdan seçilmiş olan seçkinleri­nin isimlerinin yer aldığı dördüncü kitabında, İbn îshâk'm zikrettiğine aykırı isimler ve sıbtlardan temsilciler olduğunu gördüm. Doğrusunu en iyi Allah bilir. Tevrat'ın dördüncü kitabında Kobİl oğullan için Soni îbn Sadon; ŞenVûn oğulları için, Şamual îbn Saroşki; Yuhâdâ oğulları için, Yahsûn îbn Amyâzâb; Yisahr oğullan içüı, Şal İbn Saon; Zeblon oğullan için, Elbâb İbn Halob; Yûsuf İfrâyim oğullan için, Menşâ îbn Amenhûd; Menşâ oğullan için, Hamaliyail İbn Yarsan; Bünyâmîn oğul­ları İçin, Ebiden İbn Ced'ûn; Dân oğulları için, Caizer İbn Amîşezî; Esîr oğullan için Nihâyil İbn Acrân; Hûz oğullan için, Elsîf İbn Dâvâyil;

Naft&li oğulları için, Ecza İbn Aminan'ın temsilci olduğu bildirilmek­tedir 14 :

Aynı şekilde Akabe bîatı gecesi Ansâr; Rasûlullah'a bîat ettiğinde oniki nâkîb yer alıyordu. Bunların üçü, Evs kabilesinden, Üseyd İbn Hudayr, Sa'd İbn Hayseme ve Rifâa İbn Abdülmünzir'di. Bunun yerine Ebu'l-Heysem İbn Teyhân olduğu da söylenmiştir. Öteki dokuz kişi de Hazreç kabilesinden; Ebu Ümâme Es'ad İbn Zürâre, Sa'd İbn Rebî', Ab­dullah îbn Revâha, Râfi' îbn Mâlik, Berâ İbn Ma'rûr, Ubâde İbn Sâmit, Sa'd îbn Ubâde, Abdullah İbn Amr İbn Haram, Münzir îbn Amr İbn Hu-neys idi. Allah cümlesinden razı olsun. İbn İshâk merhumun zikrettiği gibi; Sa'd îbn Mâlik onların hepsini bir şiirinde zikretmişti. (İbn Hişâm, Sîret, I, 443 - 445). Maksadımız şudur : Bu kişiler, peygamberin emrini yerine getirmek üzere kavminin seçkinleri olarak huzurunda yer almış­lardır. Onlar, kavimleri adına Hz. Peygamberi dinleyip itaat etmek üzere bîat etme görevini üstlenmişlerdi.

İmâm Ahmed îbn Hanbel der ki: Bize Hasan İbn Mûsâ... Mesrûk'-tan rivayet etti ki; o, şöyle demiştir: Biz, Abdullah îbn Mes'ûd'un ya­nında oturuyorduk, o bize Kur'an okuyordu. Adamın biri geldi ve dedi ki; Ey Ebu AMurrahmân, Rasûlullah (s.a.) a sordunuz mu; bu ümmet ne kadar halîfeye sahip olacaktır? Abdullah İbn Mes'ûd dedi ki: Ben Irakstan döndüm döneli, senden başka kimse bana bu soruyu sormadı. Sonra devam etti: Evet, biz Rasûlullah (s.a.) a bunu sorduğumuzda; o, İsrâiloğullarımn seçkinlerinin sayısı kadar oniki nakîb diye karşılık verdi. Bu hadîs bu şekliyle garîbtir. Hadîsin aslı Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Câbir İbn Semure'den nakledilen şu hadîstir. Câbir der ki; Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işittim : İnsanların başına oniki kişi geçinceye kadar işleri devam edecektir. Sonra Rasûlullah ne dedi? diye sorduğumda; onların hepsi Kureyşlilerdir dedi, diye açıkladı. Lafız Müslim'indir. Bu hadîsin anlamı; sâlih, hakkı ikâme eden ve insanlar arasında adaletle hükmeden oniki halîfenin bulunacağını müjdelemek­ten ibarettir. Ancak bu ifâdeden, bu oniki kişinin ardarda gelmesi ge­reği anlaşılmaz. Nitekim bunlardan dördü ardarda gelmiştir ki, bunlar; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.) den müteşekkil olan dört halîfedir. Mezheb imamlarından bazılarına göre; şüphesiz Ömer İbn Abdülazîz ile Abbâs oğullarından bir kısmı da bu halîfeler­dendir. Bunların hâkimiyeti geçerli oldukça kıyamet kopmayacaktır. Buradan da anlaşılıyor ki; mevzû-u bahs edilen hadîslerde müjdelenen Mehdî de bunlardan birisidir. Mehdinin adı, peygamberin babasının adı­nın aynısı olacaktır. Yeryüzünü adaletle dolduracağı, zulüm ve azgınlığı kaldıracağı belirtilmektedir. Bu Mehdî, Râfızîlerin varlığını vehmettik­leri, sonra Samerrâ sırdâbmda ortaya çıktığını kabul ettikleri, beklenen Mehdî (Mehdî el-Muntazar) değildir. O Mehdî'nin gerçekle ilgisi olma­dığı gibi, hiçbir şekilde varlığı da söz konusu değildir. Sadece zayıf ha­yalli kişilerin uydurması, sakat akıllıların heveskârlığından ibarettir. Keza bu oniki temsilci, Râfızîlerden İsnâ Aşeriyye'nin inandığı ve akıl­sızlıkları, bilgisizlikleri dolayısıyla kabul ettikleri oniki imâmla da alâ­kalı değildir. Tevrât'da, İsmâîl (a.s.) e müjdeler yeralmakta ve onun soyundan oniki büyük kişinin geleceğine dâir haberler bulunmaktadır ki; bu, Câbir İbn Semûre ile Abdullah îbn Mes'ûd'un hadîsinde zikre­dilen oniki halîfedir. Yahudilerden müslüman olmuş bazı câhiller, Şîa'-mn bir kısmıyla birleşerek bu sözü edilen oniki kişinin oniki imâm ol­duğunu vehmetmektedirler. Bir çokları da; bilgisizlikleri, budalalıkları ve beyinsizlikleri yüzünden peygamberin sünnetinde sabit olan husus­ları Şia'nın lehine hamletmektedirler.

Allah demiştir ki: «Muhakkak Ben sizinleyim.» Ben sizi korur, destekler ve yardım ederim. İnayetim hep sizinledir. «Namaz kılar, ze­kât verir, peygamberlerime inanır.» Peygamberlerin size getirdiği ilâhî vahyi doğrularsanız «Onlara yardım ederseniz» hak üzere onları destek­ler ve yardımlarına koşarsanız «Allah'a güzel bir borç verirseniz.» Al­lah'ın rızâsını elde etmek için Allah yolunda infâk ederseniz. «Andolsun ki, sizin kötülüklerinizi Örterim.)) Günâhlarınızı kapatır, yok eder ve örterim. Bundan dolayı sizi sorumlu tutmam. «Ve andolsun ki, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım.» Sakınılacak şeyleri üze­rinizden ahverir, maksadınızı yerine getiririm. «Bundan sonra sizden kim de küfrederse; şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.» Kim bu ahdi verdikten ve onu iyice pekiştirdikten sonra, ahdinden döner, muhalefet eder ve inkâra saparak onu bilmiyormuş gibi davranırsa; hak yoldan sapıtmış., hidâyetten dönerek dalâlete düşmüş olur.

Daha oonra Allah Teâlâ; Allah'ın ahdine ve mîsâkına muhalefet et­meleri halinde başlarına gelecek cezayı haber vererek şöyle buyuruyor : «Ahidlerini bozmalarından ötürü onlara la'net ettik.» Allah'ın kendile­rinden almış olduğu ahdi bozmaları sebebiyle onları la'netleyip haktan uzaklaştırdık ve hidâyetten kovduk. «Kalblerini katılaştırdık.» Katılığı ve karalığı yüzünden bir daha hiçbir öğüt almazlar. «Onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar.» Anlayışları bozulduğu için Allah'ın âyetleri konusunda kötü tasarrufta bulunuyor ve Allah'ın kitabını, O'nun indir­miş olduğu anlamların dışında anlamlara hamlederek, Allah'ın mura­dından başka şekilde te'vîl ediyorlar. Allah'ın söylemediğini O'na isnâd ediyorlar. Davranışlarından Allah'a sığınırız. «Kendilerine belletilenle­rin bir kısmını unuttular.» Ve onunla amel etmeyi terkettiler. Hasan der ki: Dinlerinin bağını çözdüler. Allah'ın emrettiği görevlerini ihmâl ettiler. Başkaları da dediler ki: Amelleri terkettikleri için, aşağılık bir duruma düştüler. Ne sağlam kalbleri, ne doğru fıtratları ve ne de düz­gün amelleri vardır. «İçlerinden pek azı müstesna dâima hainliklerini görürsün.» Hilelerini, hiyânetlerini ve arkadaşlarına karşı zulümlerini görürsün. Mücâhid ve başkaları da derler ki: Bununla Yahudilerin peygamberi yok etmek için hazırladıkları tuzaklar kasdedilmektedir.

«Sen cnları affet ve geç.» Bu, zaferin ve başarının ta kendisidir. Nitekim selef-i sâlihîn'den bazıları demişlerdir ki: Allah'a isyan eden kişiye karşı senin Allah'a itaat etmenden daha güzel bir muamele ola­maz. Çünkü böylelikle onları birleştirip hak üzere toplamak mümkün olur. Belki de Allah onları hidâyete erdirir. Nitekim Allah Teâlâ : «Mu­hakkak Allah, ihsan edenleri sever.» buyuruyor. Yani sana kötülük et­mekten vazgeçenleri sever. Katâde der ki: Bu âyet yani «Sen onları af­fet ve geç» âyeti; Allah Teâlâ'mn «Allah'a ve âhiret gününe inanma­yanlarla savaşın.» âyetiyle neshedilmiştir.15

Biz Hıristiyaniz Diyenlerden Alınan Söz. 36

Biz Hıristiyaniz Diyenlerden Alınan Söz

«Biz Hıristiyanız diyenlerden de söz aldık.» Yani kendilerinin Hıris­tiyan olduklarım ve Hz. îsâ'ya tâbi olduklarını söyledikleri halde, inanç­ları böyle olmayanlardan da Rasûlullah'a uymaları, o'na destek olup yardım sağlamaları konusunda söz almıştık. O'nun peşinden gitmeleri, Allah'ın yeryüzüne indirdiği her peygambere îmân etmeleri konusun­da ahid almıştık. Ama onlar da, Yahudiler gibi davranıp sözlerinden caydılar. Ahidlerini bozdular. Onun için Allah Teâlâ, âyetin devamında şöyle buyurmuştur: «Onlar da kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. Bu yüzden kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık sal­dık.» Kıyamete kadar onlar, birbirlerine karşı düşmanlık ve çekişme içerisinde bulunacaklardır. Hıristiyan gruplar; farklı ırklara mensûb olmalarına rağmen birbirlerini tekfir ve tel'm ederek birbirlerine karşı düşmanca ve kindar bir tavır içinde bulunmaktadırlar. Her mezheb di­ğerini aforoz etmekte, ma'bedine almamaktadır. Meselâ; Melkânîler, Ya'kûbîleri, diğerleri de onları tekfîr etmektedirler. Nestûrîler ve Arius'-çular da böyle. Dünyada ve âhiret gününde her mezheb, diğerini tek­fîr etmektedir.

«Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.» Bu, Hı-ristiyanlara yöneltilmiş bir tenkîd ve ağır bir azâb tehdididir. Onların Allah ve Rasûlüne karşı yalana tevessül edip, Allah Azze ve Celle'ye nis-bet ettikleri şeylerden, —ki Allah onların söylediklerinden yüce, mü­nezzeh ve mukaddestir— Allah'a eş, çocuk isnâdlanndan dolayı tehdîd. Allah bir tektir. Eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış ve doğurulmarnıştır. O'nun hiçbir dengi mevcûd değildir.16

İzahı36

İzahı

Bu nakîbler; nefislerde zahir olan beş duyu ile gizli olan beş huyu ve nazarî akledici güç ile amelî akledici güçtür. Sûfî efendilerimizden başkaları da naklederler ki; nakîbler, velîlerin bir çeşididir. Allah onla­rın bereketlerinden bizi faydalandırsın. Fütûhât'ta bildirilir ki; nakîb­ler oniki tanedir. Her zaman bunların sayısı artıp eksilmez. Feleğin burçları sayısıncadır. Çünkü feleğin de oniki burcu vardır. Her nakîb, bir burcun özelliğini bilir. Aynca Allah Teâlâ'mn onun makamına tevdî ettiği esrar ve te'sîrleri de bilir. Sabit ve seyyar yıldızlar da oturanların verdiğini de bilir. Çünkü sabit yıldızların hareketleri ve burçlardaki ilerlemeleri vardır ki herkes bunu farkedemez. Bu ilerleme ancak bin­lerce senede zahir olur. Gözlemcilerin ömürleri ise, bunu gözlemek için yeterli değildir. İyi bil ki; Allah Teâlâ indirilmiş olan şeriatların bilgi­sini bu nakîblere verdiği gibi nefislerin derinliklerinde saklı olanları çıkarıp hile ve hud'aları bilme gücünü de vermiştir. İblîs, onlar için ayan beyân görülür. İblîs'in kendisi hakkında bilmediğini onlar bilirler. Ve onlar öylesine bir bilgiye sahiptirler ki, içlerinden birisi bir şahsın yeryüzüne bastığı andaki ayağının izini görse onun saîd izi mi şakî izi mi olduğunu anlarlar. Tıpkı iz sürenler ve kıyafet bilgisine sahip olan bilginler gibi. Nitekim Mısır diyarında izciler pek meşhurdur. Bunlar kayaların üzerinde iz sürerler ve bir şahsı gördüklerinde o izin sahibi bu şahısdır, derler. Bunlar evliya değildirler. Ya Allah Teâlâ'mn bu na­kîblere verdiği iz sürme bilgisiyle ilgili lutfu konusundaki takdiri ne ola?

Şeyh (Kuddise Sırrıhu) bu konuda birçok değişik şeyler zikretmiş­tir. Selefîlerin çoğu bunları inkâr ederler. İbn Teymiye'nin fetvaların­dan birinde denir ki: Zâhidlerin ve sûfîlerin birçoğunun dilinde dolaşan isimlerden Gavs'ın Mekke'de olduğu, dört Evtâd, yedi Kutub, kırk Eb-dâl, üçyüz Necîb bulunduğu sözlerine gelince, bunlar Allah'ın kitabında bulunmayan ve peygamberden ne sahîh senedle, ne de zayıf senedle nak­ledilmemiş olan şeylerdir. Bundan sadece Abdal lafzı zikredilmiştir ki, bu zikredilen Şamlı bir hadîs râvîsinin Hz. Ali'den kopuk bir isnâdla ve yine merfû' olarak Hz. Peygambere atfettiği şu sözdür : Şam halkı ara­sında kırk Abdal vardır. Bunlardan biri öldüğünde Allah Teâlâ bir başka kişiyi onun yerine geçirir. Selef-i Sâlihînin sözleri arasında bu konuda hiçbir şey yoktur. Ben ise şâirin dediğini derim :

Ben sadece bir kabiledenim ki; o yanılırsa ben de yanılırım.

Kabilem doğruyu bulursa ben de doğruyu bulurum. 17

15 — Ey ehl-i kitâb, size peygamberimiz gelmiştir, kitâbtan gizleyip durduğunuzun çoğunu size açıkça anla­tır ve çoğundan da geçiverir. Gerçekten Allah'tan size bir nûr ve apaçık bir kitâb gelmiştir.

16 — Allah onunla, rızâsını gözetenleri selâmet yolla­rına iletir. İzniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola iletir.

Allah Teâlâ yüce zâtından bir haber olmak üzere; Rasûlü Muham-med'i hidâyet ve hak din üzere bütün yeryüzüne peygamber olarak gön­derdiğini, onun arabm, arab olmayanın ümmî ve ehl-i kitâb'm peygam­beri olduğunu haber veriyor. Ayrıca kendisine belgeler verdiğini, hak ile bâtılın arasını bu belgelerle ayırdığını bildiriyor: «Ey ehl-i kitâb, size peygamberimiz gelmiştir. Kitâbdan gizleyip durduğunuzun çoğunu, size açıkça anlatır ve çoğundan da geçiverir.» Sizin tebdil, tahrif ve te'vîl ederek Allah'a iftira ettiğiniz şeyleri size açıklar. Açıklanmasında fayda olmayıp sizin değişikliğe uğrattığınız birçok konuda da konuş­madan geçiverir. Hâkim, Müstedrek'inde Hüseyn İbn Vâkıd kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder : Kim, recm'i inkâr eder­se, Kur'an'ı hiç hesaba gelmeyecek tarzda inkâr etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ'nm «Ey ehl-i kitâb, size peygamberimiz gelmiştir, kitâbdan giz­leyip durduğunuzun çoğunu size açıkça anlatır ve çoğundan da geçive­rir.» buyruğu ile gizlediklerini ifâde ettiği şeyler arasında recim de bu­lunmaktaydı. Hâkim, bu hadîsin isnadının sahih, ancak Buhârî ve Müs­lim'in tahrîc etmemiş olduklarını söyler.

Ve ardmdan Allah Teâlâ, şerefli peygamberine inzal buyurduğu yüce Kur'an'ı haber veriyor. Ve şöyle diyor : «Gerçekten Allah'tan size bir nûr ve apaçık bir kitâb gelmiştir. Allah onunla, rızasını gözetenleri selâmet yollarına iletir.» Kurtuluş, selâmet ve doğruluk yollarına götü­rür. «İzniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkanr ve dosdoğru yola iletir.» Her türlü tehlikeli noktalardan kurtarır. Yolların en açığım ön­lerine serer, kaçınılacak yollardan onları kaçındırır. Onları işlerin en gü­zeline muvaffak kılar, sapıklığı gidererek en doğru yola yönlendirir.18

İzahı37

İzahı

17 — Andolsun ki; Allah ancak Meryem oğlu Mesih' tir, diyenler kâfir olmuşlardır. De ki: Eğer, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini helak et­mek isterse; kim Allah'a karşı koyabilir? Göklerin, yerin ve arasındakilerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Ve Allah her şeye Kadirdir.

18 — Yahudiler ve Hıristiyanlar dediler ki: Biz, Al­lah'ın oğullan ve sevgilileriyiz. De ki: Öyleyse günâhınız­dan dolayı size neden azâb ediyor? Hayır, siz O'nun yarat­tığı insanlarsınız. Dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin mülkü Allah'ın­dır. Dönüş de O'nadır.

Yahudi ve Hıristiyanların Boş İddiaları37

Yahudi ve Hıristiyanların Boş İddiaları

Allah Teâlâ; Meryem oğlu Mesîh hakkındaki iddiaları dolayısıyla Hıristiyanların küfrüne hüküm veriyor ve bunu açıkça ilân ediyor. Meryem oğlu îsâ Allah'ın kullarından bir kul, yaratıklarından bir ya­ratık olduğu halde, onlar kendisinin tanrı olduğunu iddia ediyorlardı. Allah, onların söylediklerinden yüce ve münezzehtir. Ve ardından da Allah'ın eşya üzerindeki kudretini, her şeyin O'nun hâkimiyeti ve sal­tanatı altında bulunduğunu haber vererek buyuruyor ki: «De ki: Eğer Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini helak et­mek isterse, kim Allah'a karşı koyabilir?)» Evet, Allah bunu isterse onu engelleyecek kim vardır? Veya bu davranışından O'nu kim döndürebilir?

«Göklerin, yerin ve arasındakilerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır.» Bütün mevcudatın yaratanı, mâliki O'dur. Dediğini yapmaya gücü yeten O'dur. O; kudreti, saltanatı ve adaleti sebebiyle yaptıkla­rından sorumlu değildir. Bu âyet Hıristiyanlara reddiyedir. Kıyamet gününe kadar ardı arkası kesilmemek üzere Allah'ın la'neti onların üzerine olsun.

Bilâhere Allah Teâlâ, Yahudi ve Hıristiyanların yalan ve iftirala­rını reddederek buyuruyor ki: «Yahudiler ve Hıristiyanlar dediler ki; biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz.» Biz, Allah'ın peygamberine men-sûb olanlarız. Peygamberler ise, Allah'ın oğullandır. Allah, onları des­tekler ve dolayısıyla Allah bizi sever. Kendi dinî kitaplarında da Allah'ın kulu İsrail'e (Hz. Ya'kûb) şöyle dediğini naklederler: Sen benim ilk oğlumsun. Bu kitaplarını te'vîl edilmeyecek şekilde yorumlayarak tah­rif ettiler. Onların zekîlerinden müslüman olan birçokları Yahudileri bu hususta reddederek; bu ifâdenin Yahudilere göre şeref ve saygı ifâdesi olduğunu belirtmişlerdir. Keza Hıristiyanlar da, kitâblarında Hz. îsâ'-nm kendilerine; Ben, benim ve sizin babanıza, yani benim ve sizin Rabbmıza gidiyorum, demişti. Bilindiği gibi Hıristiyanlar Hz. îsâ'nm tanrının oğlu olduğunu iddia ettikleri halde kendilerinin tanrının ço­cukları olduklarını söylemezler. Sadece tanrı katında saygın ve şerefli olduklarını iddia ederler. Bunun için de, «Biz, Allah'ın çocukları ve dost­larıyız.» derler. Allah Teâlâ da onları reddederek buyuruyor ki: «De ki; öyleyse günâhınızdan dolayı sizi neden azâb ediyor?» Yani siz, iddia ettiğiniz gibi, tanrının oğullan, sevgilileri iseniz, niçin küfrünüz, iftira­nız ve yalanlamanız nedeniyle size cehennemi hazırlamıştır? Sûfî şeyh­lerinden bir kısmı fukahâdan bazısına şöyle demişlerdir: Dostun dostu azarlandırmayacağını Kur'an'ın neresinde görüyorsunuz? Fakîh bu so­ruya cevâb verememiş. Bunun üzerine Sûfî bu âyeti okumuş : «Öyleyse günâhlarınızdan dolayı size neden azâb ediyor?» Hasan da böyle söyle­miştir ki, İmâm Ahmed îbn Hanbel'in Müsned'inde bunun bir de delili vardır. Şöyleki İbn Ebu Adiyy... Enes İbn Mâlik'ten rivayet eder ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) ashabından bir toplulukla birlikte gi­derken yolda bir çocuğa rastlamış. Çocuğun annesi, topluluğun geldi­ğini görünce çocuğunu ezmelerinden korkarak çocuğuna doğru koşmuş ve; yavrum, yavrum demiş. Sonra varıp çocuğunu almış. Bunun üze­rine topluluk demişler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bu kadın çocuğunu ateşe atar mı hiç? Rasûlullah (s.a.) onları dinleyerek buyurmuş ki: Hayır," Allah'a yemin ederim ki; o, sevgilisini ateşe atmaz. Bu rivayet yalnızca Ahmed İbn Hanbel tarafından nakledilmiştir.

«Hayır, siz O'nun yarattığı insanlarsınız.» Yani, sizin örneğiniz Âdem oğullarının aynıdır. Allah ise kullarının bütün davranışlarına hük­medendir. «Dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder.» Dilediğini yap­makta serbesttir. O'nun hükmünün ta'kîbçisi yoktur. Ve O, hesabı ça­buk görendir.

«Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin mülkü. Allah'ındır.» O'nun mülkü bütün varlıklara şâmildir. Her şey O'nun kahrına ve sal­tanatına bağlıdır. cDönüş de O'nadır.» Dönüş O'nadır. O, kullarına di­lediği gibi hükmedecektir. Zulmü reva görmeyen Âdil O'dur.

Muhammed İbn İshâk der ki: Muhammed İbn Ebu Muhammed İkrime'den veya Saîd İbn Cübeyr'den, o da Abdullah İbn Abbas'tan nak­letti ki; o, şöyle demiş : Nu'mân İbn Adâ, Bahrî îbn Amr, Şa's İbn Adiyy, Hz. Peygambere gelerek onunla konuştular. Rasûlullah da kendileriyle konuştu ve onları Allah'tan korkmaya ve azabından kaçınmaya davet etti. Onlar; ya Muhammed, bizi niçin korkutacaksın? Biz, Allah'ın çocukları ve dostlarıyız, dediler. Tıpkı Hıristiyanların söyledikleri gibi söyleyince Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'yi inzal buyurdu. İbn Ebu Ha­tim ve İbn Cerîr Taberî de bu hadîsi rivayet ederler. Keza İbn Ebu Ha­tim ve İbn Cerîr, Esbât yoluyla Süddî'den naklederler ki; bu âyet-i ke-rîme'de yer alan «Biz, Allah'ın oğullarıyız.» sözü hakkında onlar şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ İsrail'e (Hz. Ya'kûb) vahyetti ki; senin çocuklarım —ilk çocuklarını— Allah ateşe girdirecektir. Onlar ateşte 40 gece kalacaklar, ateş onları temizleyip, hatâlarını tüketecek. Sonra bir münâdî şöyle seslenecek : İsrâiloğullarından sünnetli olan herkesi cehennemden çıkarın. Onlar da, cehennemden çıkacaklar. İşte onların «Sayılı günlerden başka bize ateş değmeyecektir.» sözlerinin gerekçesi budur.19

İzahı38

İzahı

19 — Ey ehl-i kitâb, Peygamberlerin arası kesildiği bir dönemde, gerçekten size peygamberimiz gelmiştir. Ger­çekleri açıklıyor ki; bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi, deme-yesiniz ve o size gerçekten müjdeci ve uyarıcı olarak gel­miştir. Ve Allah her şeye Kâdir'dir.

Ey Ehl-i Kitâb Gerçek Peygambere Uyun. 38

Ey Ehl-i Kitâb Gerçek Peygambere Uyun

Allah Teâlâ Yahûdî ve Hıristiyanl ardan teşekkül eden ehl-i kitâb'a seslenerek; kendilerine Peygamberlerin hâtemi Hz. Muhammed Mus­tafâ'yı Peygamber olarak gönderdiğini bildiriyor. Ondan sonra Pey­gamber gelmeyeceğini, o'nun bütün peygamberlerin sonuncusu oldu-, ğunu haber veriyor. Bunun için de, «Peygamberlerin arası kesildiği bir dönemde.» buyuruyor. Yani Hz. Peygamberin gönderilişi ile Meryem oğlu İsa'nın arasından uzun zaman geçmesinden dolayı. Bu sürenin ne kadar olduğu konusunda ihtilâf vardır. Ebu Osman en-Nehdî ve bir ri­vayete göre Katâde, bu sürenin 600 sene olduğunu söylemiştir. İmâm Buharı, Selmân el-Fârisî'den de -bu rivayeti nakleder. Katâde'den ise 560 sene olduğu rivayetini aktarır. Ma'mer, Katâde'nin arkadaşların­dan bir kısmından nakleder ki; bu süre, 540 seneymiş. Dahhâk ise, 430 küsur sene olduğunu söyler. İbn Asâkir, îsâ (a.s.) nm hayatından bah­sederken Şa'bı'nin şöyle dediğini rivayet eder: Hz. îsâ'nın göğe çekil­mesinden Hz. Peygamberin hicretine kadar 933 sene geçmiştir.

Meşhur olan görüş, bu sürenin 600 sene olduğudur. Kimileri de 620 sene derler. Bu ikisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü ilk söyle­yen kişi 600 şemsî seneyi kasdetmiştir. Diğeri ise, kamerî yılı kasdet-miştir. Kamerî yıl ile güneş yılının her yüz senesi anasında yaklaşık üç senelik fark vardır. Bunun için Allah Teâlâ mağara halkından söz eder­ken «Onlar, mağalarmda üçyüz sene kaldılar ve dokuz yıl arttırdılar» buyurmaktadır. Bu dokuz yıl, ehl-i kitâb tarafından bilinen güneş yılı­nın üçyüze tamamlanması için gereken Kamerî yaldır. Bilumum benî âdemden gelen peygamberlerin hâtemi Hz. Muhaimmed (s.a.) iîef îs-râiloğullarının en son peygamberi olan Hz. îsâ (a.s.) arasında bir fet­ret dönemi vardır. Nitekim Buhârî'nin Sanîh'inde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuş: Meryem oğlu îsâ'ya en yakın dost benim. Çünkü benim ile o'nun arasında hiçbir pey­gamber yoktur. Bu hadîs Hz. îsâ'dan sonra, kendisine Hâlid îbn Sinan adı verilen —Kudâî ve diğerlerinin anlattığı gibi— bir peygamberin gönderilmiş olduğunu iddia edenlere karşılık vermektedir.

Maksad şudur : Allah Teâlâ Hz. Muhammed'i peygamberlerin ara­sının kesildiği bir dönemde; yolların karardığı, dinlerin değiştiği, put­perestlerin, ateşe tapanların, haçlıların çoğaldığı bir devirde peygam­ber olarak gönderdi. Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en bütü­nüdür. O'na ihtiyâç yaygın halde idi. Çünkü yeryüzünün her tarafını bozgun kaplamıştı. Ancak geçmiş peygamberlerin dinlerine bağlanan bazı dindarlar müstesna. Bunlar da Yahûdî hahamlarından, Hıristiyan râhiblerinden ve sâbiîlerden bir kısımdır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yahya îbn Saîd... İyâz'dan nakletti ki; Hz. Peygamber bir gün hutbe okuyarak şöyle buyurmuş : Doğrusu Rabbım, bana bugün kendisinin öğrettiklerinden sizin bilme­diğiniz şeyleri, size bildirmemi emretti. Kullanma verdiğim her mal helâldir. Ben, kullarımın hepsini hanîfler olarak yarattım. Şeytânlar ge­lerek onları dinlerinden sapıttı. Kendilerine helâl kıldığım şeyleri ya­sakladı. Ve hiçbir yetki indirmediğim halde Bana şirk koşmalarını kul­lanma emrettiler. Sonra Allah Azze ve Celle yeryüzü sakinlerine baktı. Arap ve arap olmayanlardan ehM kitâb'm kalıntılarından başka herkes ona isyan etmişti. Ve buyurdu ki: Ben seni sırf imtihan edeyim ve seninle kullarımı deneyeyim, diye gönderdim. Sana suyun yıkamadığı bir kitâb indirdim. Sen onu uyurken ve uyanıkken okursun. Sonra Allah Te&lâ bana, Kureyşlileri yakmamı emretti. Ben dedim ki; ey Ratobım, o zaman başımı ezerler ve beni ekmek kırıntısı haline getirirler. Allah buyurdu ki: Onlar, seni nasıl yurdundan çıkardılarsa, sen de onların çıkmalarını iste. Sen onlarla savaş ki; seni, onlara karcı destekleyeyim. Sen onlara karşı para harca ki; biz de, sana harcayalım. Sen bir asker gönder ki; biz, onun beş katı asker gönderelim, sana itaat edenlerle birleşerek sana karşı çıkanlara savaş aç. Cennet ehli üç kişidir : Sadaka veren, doğruyu bulan ve adaletli davranan hükümdar, bütün müslü-manlara ve yakınlarına merhametli olan kalbi hassas kişi, sadaka, veren fakır ve iffetli kişi. Cehennem ehli ise beş kişidir : Aklı olmayan güçsüz, ki onlar sizin için tâbi olmak durumdadırlar. Aile ve mal peşinde koş­mazlar. —Yahya, Hz. Peygamberin tâbi mi tâbiler mi dediğinde şüphe etmiştir.— Hırsı hiç ğizlenemeyen hâin. O, ezilse de mutlaka hıyanetini yapacaktır. Sabah akşam sana ailene ve malına hıyanet eden kişi. Hz. Peygamber, cimriyi veya yalancı ile kötü dilliyi de zikretmiştir. Sonra bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel, Müslim, Neseî değişik yolla Katâde ve Muttarif'ten," bir başka rivayete göre de Saîd yoluyla Katâde'den rivayet etmişlerdir. Ancak Katâde'nin, bu hadîsi Muttarif ten dinlediği tasrîh edilmiştir. îmâm Ahmed Müsned'inde nakleder ki; Katâde, bu hadîsi Muttarif ten dinlememiştir. Fakat ondan dinleyen dört kişiden dinle­miştir. Sonra o Revh'ten, Avfdan, Hakîm el-Esrem'den, Hasan'dan ri­vayet etmiştir ve demiştir ki; bana Muttarif îyâz'dan bu hadîsi nak­letti, sonra hadîsin metnini zikretmiştir. Neseî ise bunu, Avf el-A'rabî kanalıyla rivayet eder. Bu hadîsin İradından maksadımız; Hz. Peygam­berin «Allah Teâlâ yeryüzü halkına batetı ve İsrail peygamberlerinden arta kalan bir kısmı müstesna, arap ve acemlerin hepsine karşı nefret besledi,» sözüdür. Bu ifâde Müslim'de İsrail peygamberleri değil, ehl-i kitâb şeklindedir. O gün dinler, bütün yeryüzünde karışıklığa uğra­mıştı. Nihayet Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'i gönderdi. Tüm yaratıkları hidâyete erdirdi ve o'nun vasıtasıyla insanları karanlıktan, aydınlığa çıkardı. Apaçık, apaydınlık yola götürdü. Düzgün şerîata eriştirdi. Bu­nun için Hak Teâlâ, «Bize müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi demeyesiniz.» buyuruyor. Yani ey dinlerini te'vîl edip değiştirenler, bize karşı belge olarak; bizi uyaran bir peygamber gelmedi ki; hayrı müjdelesin, kötü­lükten sakındırsın, demeyesiniz. Artık size, müjdeci ve uyarıcı olarak Hz. Muhammed (s.a.) gelmiştir, buyuruyor. «Ve Allah, her şeye Kâ-dir'dir.» İbn Cerîr der ki; bu ifâdenin mânası, bana isyan edenleri ceza­landırmaya, itaat edenleri sevaba nail kılmaya gücüm yeter, demektir.20

20 — Hani Musa, kavmine demişti ki: Ey kavmim, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizden pey­gamberler yetiştirmiş ve size saltanatlar ihsan etmişti. Dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.

21 — Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı mukaddes yere girin ve ardınıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.

22 — Demişlerdi ki: Ey Mûsâ, orada gerçekten zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz kat'iyyen ora­ya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz.

23 — Korkanlar arasında bulunan, Allah'ın nimetine erdirdiği iki adam demişlerdi ki: Onların üstlerine kapı­dan yürüyün, oraya girerseniz muhakkak siz gâliblersiniz. Şayet mü'minlerseniz Allah'a dayanıp güvenin.

24 — Demişlerdi ki: Ey Mûsâ, onlar orada oldukça, ebediyyen oraya girmeyiz. Git sen ve Rabbm savaşın. Biz, burada oturanlardanız.

25 — Demişti ki: Rabbım, ben ancak kendime ve kar­deşime sahibim. Artık bizimle fâsıklar güruhunun ara­sını ayır.

26 — Buyurmuştur ki: Orası onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen fâsıklar güruhu için tasalanma.

Musa'nın Kavmi39

Musa'nın Kavmi

Allah Teâlâ kulu, Rasûlü ve kelimi vasfına sahip olan İmrân oğlu Mûsâ (a.s.) nın kavmine; Allah'ın ihsan ettiği nimetleri hatırlattığını, kendilerine dünya ve âhiretin hayrını lütfettiğini, doğru yolda yürü­yecek olurlarsa; her iki dünyada azîz olacaklarını, bildirdiğini haber vererek buyuruyor ki: «Hani Mûsâ kavmine demişti ki: Ey kavmim, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizden peygamberler yetiş­tirmiş. )> Sizden her bir peygamber vefat ettikçe atanız İbrahim'den iti­baren birbiri ardısıra peygamberler seçmişti. Nihayet İsrâiloğuUarı so­yundan gelen Peygamberler, îsâ (a.s.) ile hitâma ermiş ve sonra Allah Teâlâ, peygamberlerin hâtemi ve bilumum nebilerin sonuncusu olan, İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmâîl (a.s.) in soyundan gelen ve kendinden Önce geçen bütün peygamberlerin en üstünü olan Abdullah oğlu Mu-hammed'e —Allah'ın salât ve selâmı o'nun üzerine olsun— vahyini göndermiştir.

, «Ve size saltanatlar ihsan etmişti.» Abdürrezzâk, Sevrî kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki ( üfy* ) kelimesi hizmetçi, kadın ve ev demektir. Hâkim de. Müstedrek'inde Sevrî kanalıyla İbn Abbâs'tan nak­leder ki; o, bunun kadın ve hizmetçi demek olduğunu söylemiştir.

«Dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.» İbn Atobâs der ki: Âlemler; o gün aralarında bulunan insanlardır. Hâkim, bu hadîsin Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu ancak onların tah-rîc etmediklerini ifâde eder. Meymûn İbn Mihrân, Abdullah İbn Ab­bâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : İsrâiloğullarından bir kimsenin karısı, hizmetçisi ve evi olduğu zaman ona melik adı verilirdi. İbn Ce-rîr.Taıberî, Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ'dan nakleder ki... Ebu Abdurrahmân şöyle demiştir : Ben, bir kişinin sorması üzerine Abdullah İbn Amr *bn Âs'm şöyle dediğini duydum : O kişi, biz muhacirlerin fakirlerinden de­ğil miyiz? diye sorunca Abdullah; senin sığınabileceğin bir karın var mı? dedi. O, evet deyince, Abdullah; senin oturduğun bir yuvan var mı? dedi. O, evet deyince, Abdullah îbn Abbâs; sen, zenginlerdensin öyleyse, dedi. Adam benim bir de hizmetçim var, deyince; Abdullah İbn Abbas, öyleyse sen mülûktansın, dedi. Hasan el-Basrî der ki; Melik; binek, hiz­metçi ve evden -başka bir şey midir? tbn Cerîr, bu rivayeti naklettikten sonra; Mansûr, Hasan, Süfyân es-Sevrî'den de bu şekilde bir rivayet aktarır. îbn Ebu Hatim de Meymûn İbn Mihrân'dan aynı rivayeti nak­leder. İbn Şevzeb der ki: İsrâiloğullarından bir kişinin evi ve hizmetçisi var da kendisinden izin isteniyorsa; o, melik sayılırdı. Katâde ise der ki; Melik, hizmetçiye ilkin mâlik olan kişi, demektir. Süddî, buradaki melik kelimesi hakkında şöyle der : Sizden bir kişi nefsine, ailesine ve malına mâlik olur. İbn Ebu Hatim de, böyle rivayet etmiştir. Keza İbn Ebu Hatim, İbn Rebîa kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletti ki; Rasû-lullah (s.a.), şöyle buyurmuş : İsrâiloğullarından bir kişinin hizmetçisi, evi ve karısı olursa onun adı melik olarak yazılırdı. Bu hadîs bu şekliyle zayıftır. İbn Cerîr der ki: Bize Zübeyr... Enes İbn İyâz'dan nakletti ki; o, Zeyd îbn Eslem'in bu âyet konusunda şöyle dediğini duydum, demiş­tir : İyi bilmiyorum ama Rasûlullah (s.a.) in kimin evi ve hizmetçisi varsa o meliktir, dediğini biliyorum. Bu hadîs te mürsel ve garîbtir. İmâm Mâlik ise; melik'in, ev, hizmetçi ve eş olduğunu bildirmiştir. Hadîste vârid olur ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur : Sizden bir kişinin bedeni afiyette ise, göğsünden emîn ise, bir günlük yiyeceği varsa; sanki onun için bütün pislikleriyle birlikte dünya toparlanmış gibidir.

((Dünyalarda kimseye vermediğimi size vermiştim.» Yani sizin za­manınızın dünyasında. Ve sanki onlar, kendi zamanlarında insanların en şereflisi idiler. Yunanlılar, Kıbtîler ve diğer âdemoğulları sınıfı ara­sında en üstünü onlardı. Nitekim Allah Teâlâ; «Biz, İsrâiloğullarına ki­tabı, hükmü ve peygamberliği verdik. Ve onları, temiz şeylerle rızıklan-dırdık. Ve onları âlemlere üstün kıldık.» buyurmaktadır. (Câsdye, 16). Bir başka âyet-i kerîme'de Hz. Musa'nın dilinden şöyle buyurur: On­lar, Hz. Musa'ya; Onların ilâhları olduğu gibi bizim içinde bir ilâh kıl, dediler. Mûsâ dedi ki: Siz, ne de bilgisiz bir topluluksunuz. Doğrusu onlar, üzerinde bulundukları şeyden uzaktırlar. Ve yapmakta oldukları şey bâtıldır. Mûsâ dedi ki: O, sizi âlemlere üstün kıldığı halde Allah'­tan başka sizin için bir ilâh mı edineyim?» (En'âm, 164). Kasdedilen şudur : İsrâlloğullan, kendi zamanlarındaki insanların en üstünü idiler. Yoksa İslâm ümmeti, onlardan daha üstündür. Allah indinde daha. fa-zîletli, şeriat bakımından daha mükemmeline sahip, yol bakımından daha yüksek, rızık bakımından daha derin, mal ve evlâd bakımından daha çok, memleket bakımından daha geniştir. İzzet bakımından ise, daha süreklidir. Nitekim Allah Teâlâ onlar için : «Siz, insanlık için çı­karılmış ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.» buyurmaktadır. Ayrıca:

«Böylelikle sizi, vasat bir ümmet kıldık ki, insanların üzerine şâhidler olasınız.» buyurmaktadır. Bu ümmetin fazileti, şerefi, üstünlüğü ve Allah katındaki yüceliği konusunu Âl-i İmrân süresindeki «Siz, insanlık için çıkarılmış, ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.» âyetini açıklarken an­latmış ve bu konudaki mütevâtir hadîsleri zikretmiştik.

îbn Cerîr, Abdullah tbn Abbâs'tan, Ebu Mâlik de Saîd İbn Cübeyr'-den nakleder ki; onlar, «Dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti» kavliyle Muhammed ümmetinin kaydedildiğini bildirmektedirler. Ve on­lar bu hitabın yani «kimseye vermediğini size verdi» kavlinin, bu üm­mete yönelik olduğunu kaydetmişlerdir. Cumhur ise; bu hitabın, Hz. Musa'nın kavmine yönelik olduğunu ve bu ifadenin —daha önce de söy­lediğimiz gibi— kendi günlerindeki dünyalara hamledüeceğini bildirir.

Denildi ki: «Dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.» âye-tiyle Allah Teâlâ'nın Yahudilere indirdiği menn, selva ile üzerlerine bu­lutu gölgelik olarak göndermesi ve buna benzer îsrâiloğullarma mah­sûs harikulade şeyler kasdedilmektedir. Allah en iyisini bilendir.

Bilâhere Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın İsrâiloğullarını cihâda teşvik edip ataları Ya'kûb zamanında ellerinde bulunan mukaddes eve girme­lerini, buyurduğunu haber veriyor. Yûsuf (a.s.) zamanında Hz. Yâ'kûb ve oğullan aileleriyle birlikte Mısır'a gitmişler ve Hz. Mûsâ ile beraber Mısır'dan çıkıncaya kadar burada kalmışlardı. Kudüs'de azgın Amâlika kavmini bulmuşlardı. Bu kavim, İsrâiloğullannı yenip egemenlikleri altına almıştı. Allah Rasûlü Mûsâ oraya girmeyi, düşmanlarıyla savaş­mayı emretmiş, zafer ve yardımın kendilerinin üzerinde olacağını on­lara müjdelemişti. Onlar ise; bu emirden uzak durarak isyan etmişler ve Musa'ya başkaldırmışlardı. Bunun cezası olarak; çölde sürekli başı­boş dolaşıp kırk yıl boyunca nereye yöneleceklerini bilmeden yürüme­leri öngörülmüştü. Bu, Allah'ın emrini tefrit ile karşılamalarının cezası idi. İşte Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın dilinden haber vererek buyuruyor ki: «Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı mukaddes yere girin.» Yani te­mizlenmiş yere. Süfyân es-Sevrî... İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, bu âyetteki «Mukaddes yer» Tûr-i Sînâ ve çevresidir, demiş. Mücâhid ve başkaları da böyle demişlerdir. Süfyân es-Sevrî der ki: Ebu Saîd el-Bakkâl, İkrime kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu mukaddes yer, Erîha imiş. Müfessirlerden bir çok kişi de böyle nakletmişlerdir. An­cak bu görüş üzerinde durulması gerekir. Çünkü Erîha elde edilmesi istenen bir yer değildi. Ayrıca Mısır'dan dönerken Kudüs yolu üzerinde bulunmuyordu. Nitekim Allah Teâlâ Mısır dönüşü onların düşmanı Fi-ravun'u helak etmişti. Ancak Erîha ile, mukaddes evin bulunduğu top­rak kasdedilmiş olabilir. Nitekim Süddî —İbn Cerîr'in rivayetine göre— böyle demiştir. Yoksa onunla mukaddes evin doğusunda bulunan meş­hur belde kasdedilmiş değildir.

«Allah'ın size yazmış olduğu.» Yani Allah'ın size atanız İsrail'in diliyle vaadettiği ve sizden îmân edenlerin İsrail'in vârisleri olduğu söylediğiniz yere. «Ve ardınıza dönmeyin.» Cihâddan kaçınmayın. Aksi takdirde «Yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz. Demişlerdi ki: Ey Mûsâ, orada gerçekten zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz, kat'iyyen oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz.» Yani onlar Hz. Musa'dan özür dileyerek dediler ki: Bize girmemizi em­redip halkıyla savaşmamızı buyurduğun bu beldede azgın ve zorba bir kavim var. Onların korkunç güçleri ve baş döndürücü tabiatları var. Biz, onlara karşı direnemeyiz, mücâdele.edemeyiz. Onlar orada bulun­dukları sürece, .bizim oraya girme imkânımız yoktur. Eğer onlar ora­dan çıkarlarsa, biz de oraya g-ireriz. Aksi takdirde, girebilecek gücümüz yoktur.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abdülkerîm... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Mûsâ kavmine, zorbalar kentine girmelerini em­retmişti. Hz. Mûsâ, beraberinde bulunanlarla birlikte yürüdü ve kentin yakınlarında —ki bu kent Erîha idi— konakladı. Her sıbttan bir tem­silci olmak üzere oniki temsilci seçip topluluğa haber getirmelerini em­retti. İbn Abbâs der ki: Bu temsilciler kente girdiler ve kentin halkının durumunu gözlediler, bedenî yapılan ve güçleri itibarıyla çok büyük bir güce sahip olduklarını gördüler. Kentin mensûblarından birinin çitini aşarak bahçesine girdiler. Bahçe sahibi, bahçesindeki meyveden topla­mak üzere geldi. Hem meyvesini topluyor, hem de onların izine bakıyor, peşlerinden gidiyordu. Onlardan her birine rastladıkça alıyor ve mey­velerle birlikte torbasının içine sokuyordu. Nihayet onikisini birlikte yakalayıp hepsini de topluca meyvelerle birlikte torbasına koydu. Hü­kümdarlarının yanına giderek, önüne meyveyi ve onları saçtı. Hüküm­dar onlara dedi ki: Siz, bizim durumumuzu ve işimizi görüyorsunuz. Gidin, arkadaşlarınıza haber verin. İbn Abbâs der ki: Onlar, Hz. Mû-sâ'ya dönüp gördüklerini haber verdiler. Bu isnâd üzerinde, durulması gerekir.

Ali İbn Ebu Talha Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle de­miş : Hz. Mûsâ ve kavmi konaklayınca, onlardan oniki kişi seçip —Bun­lar Allah'ın bahis mevzuu ettiği temsilcilerdi— şehir halkından haber getirmek üzere onları şehre gönderdi. Onlar gittiler ve zorbalardan bir adamla karşılaştılar. O, kendilerini örtüsünün içerisine koyup, sırt­layarak kente getirdi ve kavmini sesleyip hepsini topladı. Bunlara; siz kimsiniz? dediler. Onlar da; biz, Musa'nın kavmiyiz. O, bizi sizin hak­kınızda bilgi toplamak üzere gönderdi, dediler. Onlara, ancak bir kişiye yetecek kadar üzüm tanesi verdiler. Ve kendilerine de dediler ki: Mûsâ ve kavmine gidin ve deyin; siz, onların meyvelerinin sayısıyla kendile­rini ölçün. Onlar Hz. Musa'ya gelince; ey Mûsâ, sen ve Rabbın gidin onlarla savaşın. Biz burada oturanlarız, dediler. İbn Etou Hatim bu riva­yeti naklettikten sonra der ki: Bize babam... Yahya İbn Abdurrah-mân'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Enes İbn Mâlik'in bir asa aldığım, onunla bir takım şeyleri Ölçtüğünü —ne kadar ölçtüğünü bil­miyorum— gördüm. Sonra topraktan elli veya ellibeş zira' ölçerek dedi ki: İşte bu, Amâlika kavminin boyunun uzunluğudur.

Tefsîrcilerin bir çoğu, bu âyetin tefsirinde İsrâiloğull arının duru­mu, sözkonusu edilen bu zorbaların boyunun uzunluğu, büyüklüğü ve Âdem (a.s.) in kızı. Unk'un oğlu olan Ûç'un bunlardan birisi olduğunu ve onun boyunun uzunluğunun da üçbin üçyüz otuzüç zira' olduğunu bildiren İsrâiloğullarının uydurması birçok haberleri naklederler. Bu tür şeylerin söylenmesi ayıptır. Kaldı ki, bunlar sahîh hadîste vârid olan ve Rasûlullah'ın buyurduğuna da aykırıdır. Çünkü Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : Allah, Hz. Âdem'i yarattığında boyunun uzunluğu altmış zira' idi. Sonra yaratıklar, gittikçe kısaldı ve nihayet bugüne geldi. Sonra müfessirler, bu adamın —Ûc_ İbn Unk— kâfir olduğunu, fahişe bir kadının çocuğu olduğunu, Hz. Nuh'un gemisine binmekten kaçındığını, Tûfân'm, onun dizkapağına kadar dahi ulaşmadığını söy­lerler ki; bunlar, yalan ve iftiradan ibarettir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Nuh'un yeryüzünün kâfirlerden temizlenmesi için Allah'a duâ edip, «Rabbım yeryüzünde kâfirlere bir yurt bırakma.» dediğini bildirmekte­dir. Ayrıca Hak Teâlâ; «Onu ve beraberinde gemide bulunanları kur­tardık. Sonra dışarda kalanları boğduk.» buyurmaktadır. Diğer taraf­tan; «Allah'ın merhamet ettiklerinin dışında bugün koruyacak hiçbir kimse yoktur.» buyurduğunu haber vermektedir. Hz. Nuh'un küfreden oğlu boğulduğuna göre, Ûç İbn Unk nasıl sağ kalacaktır? Hem de o kâfir ve fahişe bir kadının çocuğu olarak? Bu ne akla sığar, ne de şeriata. Kaldı ki, adına Ûç İbn Unk denilen bir adamın varlığı bile tartışmalı­dır. Allah en iyisini bilendir.

«Korkanlar arasında bulunan Allah'ın nimetine erdirdiği iki adam demişlerdi ki:» Yani insanlar arasında saygılı bir yeri ve durumu olan iki kişi, demişti. Bu iki kişinin Yûşâ' İbn Nûn ile Kabir İbn Yufennâ olduğu söylenir. İbn Abbâs, Mücâhid, îkrime, Atiyye, Süddî, Rebî' İbn Enes ve selef ile haleften birçok kişi böyle demişlerdir. Allah'ın rahmeti hepsinin üzerine olsun. Bu iki kişi şöyle demiş : «Onların üzerine kapı­dan yürüyün. Oraya girerseniz muhakkak ki, sâlihlersiniz. Ve şayet mü'-minlerseniz Allah'a dayanıp, güvenin.» Siz ne zaman Allah'a dayanır, O'nun emrine uyar, Rasûlüne muvafakat ederseniz; Allah sizi, düşman­larınıza karşı muzaffer ve mansûr kılarak destekler. Ve Allah'ın, sizin için yazmış olduğu şehirlere gidersiniz. Ancak bu haber onlara hiç kâr etmedi de «Ey Mûsâ, onlar orada oldukça ebediyyen oraya girmeyiz. Git, sen ve Rabbın savaş. Biz burada oturanlardanız, demişlerdi.» Bu, onların cihâddan kaçışlarının, peygamberlerine muhalefetlerinin ve düşmanlarıyla savaştan uzaklaşmalarının ifadesidir. Denilir ki; onlar, cihâddan uzak kalıp memleketlerine geri dönmek ve vazgeçmek isteyin­ce, Mûsâ ve Harun (a.s.) İsrâiloğullarından bir topluluğun önünde on­ları maksadlarından döndürmek için yere kapandılar. Yûşâ' İbn Nün ve Kâlib İbn Yûfennâ elbiselerini yırtarak bu hususta kavimlerini kınadı­lar. Denilir ki; onlar, bu ikisini taşa gömmüşlerdi. Böylece çok zor bir iş ve önemli bir tehlike ortaya çıkmıştı.

Bu durum karşısında Bedir günü; Rasûlullah (s.a.) m Ebu Süfyân ve beraberindeki kervanı engellemek ve kervanla savaşmak üzere ken­dileriyle istişare ettiğinde; sahabenin verdiği cevâb ne kadar güzeldir. Nitekim kervanı vurmak fırsatı kaçıp, arkasından düşman grubunun gelmesi yaklaşınsa —'ki bunlar dokuzyüz ile bin arasında idiler. Hepsi de silahlı ve zırhlı idiler.— Eibubekir (r.a.) bu sırada konuşmuş ve sözü güzel etmişti. Sonra sahabe ve muhacirinden bir topluluk da konuş­muşlardı. Rasûlullah (s:a.) ise şöyle diyordu : Ey müslümanlar, bana fikir verin. Bunu sırf Ansârın durumunu öğrenmek için söylüyordu. Çünkü o gün halkın çoğunluğu ansârdan meydana geliyordu. Bunun üzerine Saîd İbn Muâz şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü, sanki sen bize ta'rîz eder gibisin. Seni hak peygamberi olarak gönderen Allah'a yemîn ederim ki; sen, bizi denize doğru göndersen ve kendin önümüzde denize dalsan; biz de seninle beraber denize dalardık ve içimizden bir kişi geriye kalmazdı. Biz, yarın düşmanımızla karşılaşmaktan korkmu­yoruz. Çünkü biz, savaşta sabırlı ve düşmanla karşılaşmada sadakatli insanlarız. Umarız ki Allah; bizim senin istediğin gibi olmamızı sana gösterecektir. Sen, bizimle Allah'ın bereketi üzerine yürü. Hz. Peygam­ber, Sa'd'ın bu sözünden sevinip, mes'ûd olmuştu.'

Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Enes'ten rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.), Bedir'e hareket edeceği sırada müs-lümanlarla istişare etti. Önce Hz. Ömer, ona fikirlerini bildirdi. Sonra sahabenin hepsiyle istişare etti. Ansâr'a dediler ki; ey ansâr topluluğu, sizi Rasûlullah (s.a.) istiyor. Onlar; biz, Hz. Peygambere İsrâiloğulları­nın Musa'ya dedikleri gibi «Sen ve Rabbın gidin savaşın, biz burada otu­ranlardanız» demeyeceğiz. Seni hak üzere gönderen Allah'a yemîn ede­riz ki; bizi Berk el-Gımâd'a (Mekke'ye beş gecelik mesafede ve Yemen'-de bir yer adı) vuracak olsan senin arkandan giderdik. Bu hadîsi İmâm Ahmed... Enes İbn Mâlik'ten rivayet etmiştir. Neseî ise Muhammed İbn Müsennâ kanalıyla Humeyd'den rivayet etmiştir. İbn Hibbân da Ebu

Ya'lâ kanalıyla Humeyd'den rivayet eder. İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdullah İbn Ca'fer... Utbe İbn Abdüsselmâ'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) ashabına savaşacak mısınız? demiş. Onlar; evet, biz îsrâiloğulla-rımn Hz. Musa'ya dedikleri gibi: Git, sen ve Ralbbm savaşın. Biz, burada oturanlardanız, demeyeceğiz. Git, sen ve Rabbm savaşın. Biz de sizinle birlikte savaşanlardanız, diyeceğiz. O gün 'bu cevâbı veren Mikdâd İbn Amr el-Kindî (r.a.) idi. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Vekî, Tank İbn Şihâb'dan nakletti ki; Mikdâd, Bedir günü Hz. Pey­gambere şöyle demiş : Ey Allah'ın 'Rasûlü, biz îsrâiloğullarmın Hz. Mû-sâ'ya dedikleri gibi, «Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz burada oturanlar­danız» demeyeceğiz. Aksine; «Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz de sizinle birlikte savaşanlardanız.» diyeceğiz. Ahmed İbn Hanbel bu yolla böyle rivayet eder. Diğer bir yolla da şöyle rivayet eder : Bize Esved İbn Âmir, Târik İbn Şihâb'dan nakletti ki; o, Abdullah İbn Mes'ûd'un şöyle dediğini anlatmış : Ben, Mikdâd'ı öyle bir manzarada gördüm ki; onun arkadaşı olmam, benim için onun ağırlığınca değerden daha sevimli­dir. Rasûlullah (s.a.) müşriklere karşı müslümanları savaşa davet eder­ken, Mikdâd peygambere gelip dedi ki: Allah'a andolsun ki ey Allah'ın Rasûlü, biz İsrâiloğullarının Hz. Musa'ya dedikleri gibi; «Git, sen ve Ratobın savaşın. Biz, burada oturanlardanız.» demeyeceğiz. Aksine se­nin sağında ve solunda, önünde, arkanda savaşacağız, demişti. Abdul­lah İbn Mes'ûd der ki: Ben, Rasûlullah (s.a.) in yüzünün bu söz üze­rine aydınlandığını ve sevinçle dolduğunu gördüm. Buhârî de bu ha­dîsi; el-Mağâzî ve et-Tefsîr bölümünde muhtelif yollarla rivayet eder. Tefsir kitabındaki hadîsin metni şöyledir : Abdullah îbn Mes'ûd der ki: Mikdâd, Bedir günü şöyle demiş : Ey Allah'ın Rasûlü, biz sana İs­râiloğullarının Hz. Musa'ya dedikleri gibi, «Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz, burada oturanlarız.» demeyeceğiz. Aksine 'biz de seninle beraberiz, diyeceğiz. Bunun üzerine sanki Rasûlullah (s.a.) bu sözden sevinçle dolmuştu. Ayrıca Buhârî bu hadîsi Vekî kanalıyla... Tarık'tan rivayet eder. İbn Cerîr der ki: Bize Bişr... Katâde'den nakletti ki; o, şöyle de­miş : Bize anlatıldığına göre; Hudeybiye günü müşriklerin müslüman-ların Kâ'be'de kurban kesmelerini ve hacc etmelerini engelledikleri sı­rada, Rasûlullah (s.a.) ashabına şöyle demiş : Ben, kurbanları götürür ve Kâ'be'de keserim. Bunun üzerine Mikdâd İbn Esved demiş ki: Al­lah'a andolsun ki İsrâiloğullarından bir topluluk gibi olmayacağız. Hani onlar peygamberlerine; «Git, sen ve Rabbm savaşın. Biz, burada otu­ranlardanız» demişlerdi. Biz bunun aksine olarak; «Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz de sizinle birlikte savaşanlardanız.» diyeceğiz. Rasûlullah'm ashabı bu sözü işitince; Hz. Peygamberin arkasında toplandılar. Eğer bu olay Hudeybiye günü cereyan etmişse aynı sözü Mikdâd'ın Bedir gü­nü de söylemiş olması muhtemeldir.

«Demişti ki: Rabbım, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim. Artık bizimle fasıklar güruhunun arasını ayır.» İsrâiloğulları savaşmak­tan kaçınınca; Hz. Musa, kızarak ve onların aleyhinde beddua ederek, «Rabbım, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim» demişti. Onlardan hiç kimse bana itaat etmez. Allah'ın emrine bağlanmaz. Ben ve karde­şim Harun'dan başka hakka koşmazlar. Öyleyse «Artık bizimle fâsıklar güruhunun arasını ayır.» Avfî, İbn Abbâs'tan naklen der ki: Benimle onların arasında hükmünü ver, demektir. Ali İbn Ebu Talha da İbn Ab­bâs'tan böyle dediğini nakleder. Dahhâk ise; benim ve onların arasında hükmünü ver. Bizimle onların arasım aç, demek olduğunu bildirmiştir. Başkaları da, bizimle onların arasını ayır, demek olduğunu belirtmiş­lerdir.

(.......................)

«Buyurmuştur ki: Orası onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar.» Mûsâ. (a.s.) onları cihâda davet edince; İsrâiloğulları cihâddan yüz çevirdikleri için, Allah onların aleyhlerinde hüküm vererek kırk yıl oraya girmelerinin yasaklandığını ilân etti. Onlar, kırk yıl süreyle çölde bir çıkış yolu bulmaksızın başıboş dolaşıp durdular. Bu esnada çok garîb şeyler oldu. Büyük hârikalar gerçekleşti. Allah onlan, bulutla gölgelendirip üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın eti gönderdi. Katı taştan akar su çıkardı. Bu taşı hayvanlarının üzerin­de gittikleri yere taşıyorlardı. Hz. Mûsâ, asâsıyla taşa vurunca; taştan oniki göze fışkırıyoniu. Her kabile birinden içiyordu. Ve daha buna benzer Allah'ın îmrân oğlu Musa'yı te'yîd ettiği mucizeler gerçekleşti. Orada Tevrat indirildi. Hükümler teşri' kılındı. Ahid kubbesi yapıldı. Buna zaman kubbesi de denir.

Yezîd İbn Hârûn der ki: Esbât İbn Zeyd... Saîd İbn Cübeyr'den nakletti ki; o, ben Abdullah İbn Abbâs'a bu âyeti sorduğumda Abdullah şöyle dedi, demiştir : Kırk yıl çölde kaybolup gittiler. Her gün sabah akşam geziyorlar, bir yerde durmuyorlardı. Sonra Allah, onların üze­rine bulutu gölgelik yaptı ve bıldırcın etiyle, kudret helvasını gönderdi. Bu hadîs, fitneler hadîsinden bir parçadır. Sonra Hârûn (a.s.) vefat etti. Ardından da üç yıl sonra Mûsâ Kelîmullah vefat etti. Allah, ara­larında Mûsâ oğlu İmrân'ın yerine halîfe olarak Yûşa' İbn Nûn'u pey­gamber yaptı. Bu esnada İsrâiloğullarının bir çoğu öldüler. Yûşa' ve Kâlib'den başka kimsenin kalmamış olduğu söylenir. Bu sebeple bazı müfessirler derler ki: «Orası onlara haram edil­di.» kavli üzerinde tâm olarak durmak lâzımdır. Sonra arkasından man-sûb olarak «kırk yıl yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşa­caklar» diye mânâ vermek gerekir. Bu süre dolunca Yûşa îbn Nûn (a.s.) veya bu nesilden geriye kalmış olan diğer İsrail peygamberleri, onları Kudüs'e yöneltti. Kudüs'ü kuşattılar ve cum'a günü öğleden sonra Kudüs'ü fethettiler. Güneş batmak üzere iken sebt gününün girmesin­den endîşe ederek, peygamberleri güneşe dedi ki; sen de me'mûrsun, ben de me'mûrum, gitme, biraz daha üzerimizde dur. Kudüs fethedilin-ceye kadar Allah, güneşi üzerlerine tuttu ve göndermedi. Ve Allah, Yûşa1 İbn Nûn'a İsrâiloğullannın Kudüs'e girdikleri zaman, kapısından secde ederek girmelerini emretti ve hittâ yani günâhla­rımızı bağışla, demelerini bildirdi. Ama onlar, kendilerine emredilen şeyi değiştirerek arkaları üstü Kudüs'e girdiler. Ve bir arpa tanesi diye söyleniyorlardı. Bu husus, Bakara sûresinde geçmişti.

İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, «Orası onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dola­şacaklar.» âyeti konusunda şöyle demiş : Onlar kırk yıl şaşkın şaşkın dolaştılar. Yaşı kırkı aşanlarla birlikte Hz. Mûsâ ve Hârûn çölde vefat ettiler. Kırk yıl geçince, Hz. Musa'dan sonra işi ele almış olan Yûşa' İbn Nûn onları canlandırdı. Kudüs'ü fethettiren de odur. Ve onun için, bu gün cum'a günüdür, dediği nakledilir. Şöyle ki onlar, Kudüs'ü fethet­mek üzere iken güneş batmaya yaklaştı. Cumartesi gecesi girerse sebt gününün girmesinden (Sebt gününde çalışmak haram olduğundan) en­dîşe ederek güneşe; ben de me'mûrum, sen de me'mûrsun, dediği nak­ledilir. Bunun üzerine güneş batmamış, durmuş ve neticede onlar, Ku­düs'ü fethetmişti. Kudüs'te misli görülmemiş bir mal ve mülk buldular. Hz. Yûşa', buldukları şeyi ateşe atmalarını söylediyse de, kimse getir­medi. Bunun üzerine; siz hile yapıyorsunuz, dedi ve her sıbtm reisini çağırdı —ki bunlar oniki kişiydiler— onlardan bîat aldı ve her bir kişinin elini, kendi elinde birleştirdi. Ve dedi ki: Çalınan mal; senin yanındadır, onu çıkar. O, altından bir buzağı başı çıkardı. Yakuttan göz­leri, inciden dişleri vardı. Hz. Yûşa' kurbanla birlikte onu da koydu. Ateş gelip hepsini tüketti. Bu rivayetin sahîh bir de şahidi vardır.

İbn Cerîr Taberî bu âyetteki kavlinin ifâdesinin âmili olduğunu söyler ve İsrâiloğullarmin çölde kaldıkları kırk yıl boyunca, Kudüs'e giremedikleri ve başıboş çölde dolaşıp durdukları görüşünü tercih eder. Sonra da şöyle der : Nihayet Mûsâ (a.s.) ile birlikte çıktılar. Allah onlara, mukaddes evin fethini mü­yesser kıldı. Sonra buna delil olarak der ki: Geçmişlerin haberlerini bi­len bilginlerin icmâ'ına göre, Ûç İbn Unk'u öldüren Mûsâ (a.s.) dır. Ve der ki: Eğer Hz. Musa'nın Ûç İbn Unk'u öldürmesi, çöle düşmezden önce olsaydı, İsrâiloğulları Amâlika'dan korkmazlardı. İşte bu olay da göste­riyor ki; Ûç İbn Unk'un öldürülmesi, çölden döndükten sonradır. Ve yine Taberî der ki: Ulemânın icmâ'ına göre; Berâm İbn Bâûrâ, Mûsâ (a.s.) nın aleyhindeki çağrıya uyarak zorba bir topluluk olan Amâlika'ya yardım etmişti. Bu olay, ancak çölden döndükten sonra olmuştur. Çünkü onlar, çölden evvel Mûsâ ve kavminden korkmuyorlardı. İbn Cerîr Taberî'nin istidlal şekli böyledir. Sonra TaJberî der ki: Bize Ebu Küreyb.,. Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Mû-sâ'nuı asası on zira' idi, Hz. Mûsâ on zira' sıçrayabildi ve boyu da on zira' idi. Hz. Mûsâ sıçradı ve ancak Ûc İbn Unk'un aşığına isabet etti-rebildi ve böylece onu öldürdü. Hattâ onun eğe kemiği, bir yıl boyunca Nil halkı tarafından köprü olarak kullanılmıştır. Keza Muhammed îbn Beşşâr, Ebu İshâk Nevf el-Bekkâlî'den şöyle dediğini nakleder : Ûç İbn Unk'un tahtı sekizyüz zira' idi. Hz, Musa'nın boyu on zira', asası on zira1 idi. On zira' da yerden yukarı fırlamıştı. Ancak böylece Ûc îbn Unk'un aşığına isabet ettirebilmiş ve onu öldürmüştü. O, halkın üzerin­den geçtiği bir köprü olarak kullanılmıştı.

«Artık sen fâsıklar güruhu için tasalanma.» Bu da Hz. Musa'yı te-sellî içindir. Yani; sen, onlar hakkında üzülüp tasalanma. Ben onların aleyhinde ne hüküm vermişsem, onlar buna lâyık ve müstehaktırlar.

Bu kıssa, Yahudilerin Tezâletlerini açığa çıkarmakta Allah'a ve Rasûlüne muhalefet ederek, Allah'ın kendilerine emrettiği cihâd buy­ruğuna itâattan döndüklerini. belirtmektedir. Düşmana karşı sabredip direnmek ve savaşmak onların nefislerine zor geldi. Halbuki aralarında Allah'ın Rasûlü, Kelimi ve o günkü yaratıkların en seçkini olan Hz. Mûsâ vardı. Mûsâ onlara yardım ve zafer vaadediyordu. Ayrıca onlar; Allah'ın düşmanları Firavun'a nasıl eziyyet ve baskı yaptığını onu ve askerlerini denizde boğduğunu görmüşler ve bizzat yaşamışlardı. Göz­lerinin önünde cereyan eden bu olayın üzerinden henüa çok zaman geçmemişti. İşe bakın ki, onlar, şimdi hazırlık ve savaş gücü bakımın­dan Mısır diyarının onda biri nisbetinde dahi olmayan bir beldede sa­vaşmaktan kaçmıyorlar. Böylece onların, özel ve genel davranışların-daki çirkinlik ortaya çıkmış ve hiçbir Örtünün kapatamayacağı reza­letleri meydana dökülmüştür. Ayrıca bunlar, bilgisizlik içerisinde yüzü­yor, sapıklık içerisinde koşuyorlardı. Ve onlar, Allah'ın kin duyduğu ve düşman olduğu kimselerdi. Böyle olduğu halde «biz, Allah'ın çocukları ve dostlarıyız» diyorlardı. Allah; onların yüzünü çirkinleştirerek içle­rinden bir kısmını domuzlar, bir kısmını maymunlar haline çevirdi ve onları la'netine müstehak ederek yakıcı ateşinin içerisine gönderdi. Orada sürekli kalmaları için hüküm verdi. Hamd Allah'a olsun ki; her yönden bu söylediklerini gerçekleştirmiştir.21

İzahı44

İzahı

Güneşe «sen de me'mûrşun ben de me'mûrum, Allah'ım onu üze­rimizde tut.» sözüne gelince Şeyh Muhyiddîn der ki: Kâdî İyâz şöyle dedi: İnsanlar, burada söz konusu edilen güneşin tutulması konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları derler ki: Güneş geriye çevrilmiştir. Bazı­ları da durdurulmuştur, geriye çevrilmemiştir, derler. Denildi ki: Ha­reketi yavaşlatılmıştır. Bütün bunlar peygamberlerin mucizelerinden-dir. Kâdî İyâz der ki: Kendisinin üzerine güneş tutuklanan kişi Yûşa' îbn Nûn'dur; Kâdî İyâz der ki: Rivayete göre, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) in üzerine de iki defa güneş tutulmuştur. Birisi Hen­dek savaşında ikindi namazını kılamayıp güneşin batması üzerine Allah Teâlâ güneşi geri getirmiş ve Hz. peygamber ikindi namazını kılmıştır. Tahâvî, bu olayı naklettikten sonra, hâdisenin râvîleri güvenilir'râvî-lerdir, demiştir. İkincisi, mi'râc gecesinin sabahında kervanın güneşin batışıyla geldiğini haber vermesi üzerine kervanın beklenilmesi sıra­sında olmuştur. Bunu da Yûnus İbn Bükeyr zâid hadîslerde İbn İshâk'm Sîret'inden nakletmiştir. Vehb İbn Münebbih der ki: Sonra Yûşa' İbn Nûn öldü ve Efratın dağına gömüldü. Yüzyirmiajtı yaşındaydı. Onun yönetimi, Hz. Musa'dan sonra yirmiyedi sene olmuştu. Denildi ki, Erîha şehrini fetheden Mûsâ Aleyhisselâm'dır. Yûşa' İbn Nûn da, İsrail oğul­larından kalanlarla beraber önde yürümüştü. Yûşa', şehre girmiş ve azgınlarla .savaşmıştı. Sonra oraya Hz. Mûsâ girmiş ve Allah'ın dilediği bir müddet orada ikâmet etmişti. Sonra Allah Teâlâ Hz.. Musa'nın canını almıştı. Kimse o'nun kabrinin nerede olduğunu bilmez. Bu, kavillerin en doğrusudur. Çünkü bilginler, Ûç İbn Unk'u öldürenin Hz. Mûsâ ol­duğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bu görüş, aynı zamanda Taberî'nin tercih ettiği görüştür. Taberî Süddî'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Hz. Mûsâ kavmine kızdı ve onların aleyhinde beddua ederek; Rabbim, ben 'kendimden ve kardeşimden başkasına sahip değilim, dedi ve bu âyeti sonuna kadar okudu. Allah Azze ve Celle de buyurdu ki; Onların oraya girmeleri, kendilerine yasaklanmıştır. Kırk yıl boyunca çölde dola­şacaklardır. Onlar çöle sürülünce, Mûsâ pişman oldu. Kendisine itaat eden kavmi Musa'ya gelerek dediler ki; ey Mûsâ bize ne yaptın? Onlar çölde kaldılar. Çölden çıkınca bıldırcın eti ve kudret helvası üzerlerin­den alındı. Bu sırada Mûsâ ile Ûc İbn Unk karşılaştılar. Hz. Mûsâ on zira' sıçradı. Asası da on zira' idi. Kendisinin boyu ise, on zira' idi. An­cak böylece Ûc İbn Unk'un aşığına isabet ettirebildi ve onu öldürdü. Ta­berî der ki: Eğer Hz. Mûsâ Ûc İbn Unk'u çöle düşmesinden önce öl­dürmüş olsaydı, İsrail oğulları cesaretsizlik göstermezlerdi. Çünkü Ûc İbn Unk, azgınların en büyüklerindendi. Nûn'dan" rivayet edilir ki, o şöyle demiş : Ûc İbn Unk'un tahtı sekizyüz zira' idi. Eskilerin haberle­rini bilenler derler ki, Bel'âm İbn Bâurâ, Mûsâ Aleyhisselâm'ın duasında azgınlara yardımcı olanlardandı. Çünkü o, ism-i A'zam'ı biliyordu. Mûsâ Aleyhisselâm onun hakkında da duâ etti. İnşâallah onun kıssası A'râf sûresinde gelecektir.22

27 — Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru ola­rak anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da; biri-ninki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. O: An-dolsun seni öldüreceğim, deyince, (kardeşi) : Allah, ancak müttakilerden kabul eder, demişti.

28 — Beni öldürmek için elini bana uzatırsan; ben, seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım.

29 — Dilerim ki, sen benim günâhımı da, kendi günâ­hını da yüklenip cehennemliklerden olasın. Zâlimlerin ce­zası da budur.

30 — Bunun üzerine kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürdü de, hüsrana uğrayanlardan oldu.

31 — Sonra Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömece­ğini göstermek için, ona yeri eşeleyen bir karga gösterdi. Yazıklar olsun bana, bu karga gibi bile olmaktan âciz kal­dım da kardeşimin ölüsünü örtemedim, dedi. Pişmanlık duyanlardan oldu.

Hz. Âdemin İki Oğlu. 44

Hz. Âdemin İki Oğlu

Allah Teâlâ; zulmün, kıskançlığın, vahîm akıbetini; Hz. Âdem'in soyundan gelen iki oğlunun —Cumhûr'un kavline göre bunlar; Hâbîl ve Kabil'dir.— hikâyesini anlatarak bildiriyor. Hâbîl ile Kabil'den birinin diğerine nasıl saldırdığını, zulüm ve kıskançlık yüzünden Allaiı'ın di­ğerine lütfettiği nimeti çekemeyip öldürdüğünü ve Allah'a sun­duğu kurbanı kabul etmesini istemediğini anlatıyor. Böylece öldürülen, günâhları yok olup cennete gitmiş, öldüren de dünya ve âhirette hüsra­na mahkûm olarak kaybetmiştir. >

«Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat.» Domuz­dan ve maymundan arkadaşları bulunan Yahudilere ve benzerlerine Âdem'in iki oğlunun; Hâbîl ve Kabil'in haberini naklet. Nitekim bu haberi selef ve haleften bir çokları nakletmişlerdir. «Doğru olarak.» Yani yalan ve karışıklığa yer vermeden, vehim ve tebdil, arttırma ve eksiltmeye mahal bırakmaksızın olduğu gibi, apaçık anlat. Nitekim aynı anlamda Allah Teâlâ; «Doğrusu bunlar apaçık kıssalardır.» buyur­makta; «Sana onlann kıssalarını hak üzere anlatırız» demektedir. Ke­za; «Bu, Meryem oğlu îsâ'nm hak sözüdür» diyerek aynı ifâdeyi kul­lanmıştır.

Selef ve haleften birçok kişinin zikrettiğine göre; Hâbîl ile Kabil'in kıssası şöyle cereyan etmişti: Allah Teâlâ, zaruret hali mevcûd olduğu için Hz. Âdem'in erkek çocuklarının kız çocuklarıyla evlenmesini em­retmişti. Ve söylendiğine göre; Hz. Âdem'in, her batından bir erkek bir de dişi çocuğu doğuyordu. Ve bir batındaki dişiyi, öbür batındaki erkek­le evlendiriyordu. Hâbîl'in bacısı çirkin, Kabil'in bacısı ise güzeldi. Kâ-bîl, öz kardeşini tercih etmek istedi. Hz. Âdem ise buna müsâade et­medi. Ancak Allah'a bir kurban takdîm etmeleri gerektiğini; kimin kurbanı kabul edilirse, Kabil'in bacısının ona âit olacağını bildirdi. Hâbîl ve Kâbîî kurbanlarını sundular. Hâbîl'in kurbanı kabul edildi. Kâbîl'inki edilmedi. Ve netice, Allah'ın kitabında anlattığı gibi oldu.

Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla îbn Aobâs'tan, Hürre ka­nalıyla da İbn Mes'ûd'dan ve Hz. Peygamberin ashabından bir toplu­luktan nakleder ki; Hz. Âdem'in erkek çocuğuyla beraber bir de kız çocuğu doğardı ve Âdem bir batındaki kızla diğer batındaki erkeği evlendirirdi. Nihayet adı Hâbîl ve Kâbîl olan iki oğlu dünyaya geldi. Kâbîl, tarımla uğraşırdı. Hâbîl ise mülk sahibi idi. Kâbîl yaşça büyük­tü ve onun bacısı Hâbîl'in bacısından daha güzeldi. Hâbîl, Kabil'in ba-cısıyla evlenmek istedi. Kâbîl buna engel olarak; o benim kızkardeşim-dir, benimle birlikte doğdu ve senin kız kardeşinden daha güzeldir. Bu sebeple onunla evlenmeye ben daha çok hak sahibiyim, dedi. Babası onun Hâbîl'le evlenmesini emretmişti. Ancak Kâbîl kabul etmedi. Bu­nun üzerine iki kardeş Allah Azze ve Celle'ye birer kurban takdîm ederek hangisinin daha haklı olduğunu öğrenmek istediler. Hz. Âdem or­tada yoktu. Mekke'ye gelmiş, Kâ'be'ye hizmet ediyordu. Allah Azze ve Celle buyurdu ki: Benim; yeryüzünde bir evim olduğunu biliyor mu­sun? Âdem; Allah'a andolsun ki hayır, dedi. Cenâb-ı Hak, Benim Mek­ke'de bir evim var. Buraya gidiver, buyurdu. Hz. Âdem gökyüzüne, bir süre çocuğumu yanına emânet al, dedi. Gökyüzü, bundan kaçındı. Yer­yüzüne dedi. O da kaçındı. Dağlara dedi. Onlar da kaçındılar. Kabil'e dedi. O peki git ve dön, aileni istediğin gibi yanında bulursun, dedi. Hz. Âdem gidince; Kâbîl, HâbîTe karşı öğünerek; ben ona daha lâyı-kım, çünkü o, hem benim süt kardeşim, hem de ben senden daha bü­yüğüm ve babanızın yerine geçecek büyük oğluyum, dedi. Kâbîl bir kur­ban verdi. Hâbîl de yağlı bir keçi kurban etti. Kâbîl; bir bağ sümbül verdi ve ondan büyük bir başak buldu". O başağı ovalayarak yedi. Bunun üzerine ateş indi ve Hâbü'in kurbanını aldı. Kabil'in kurbanını olduğu gibi bıraktı. Kâbîl kızarak; ya seni öldürürüm, ya da kız kardeşimle evlenemezsin, dedi. Hâbîl ise; Allah, ancak kendisinden korkanların kurbanım kabul eder, dedi. Bunu İbn Cerîr Taberî rivayet eder.

İbn Ebu Hatim derki: Bize Hasan İbn Muhammed... İbn Huşeym'-den rivayet etti ki; o, şöyle demiş :-Saîd İbn Cübeyr'le birlikte bulunu­yordum. O, bana nakletti ki; İbn Abbâs şöyle demiş : Allah kişinin kendi ikizi olan kızkardeşini nikahlamasını yasaklamış ve öbür kardeşleriyle nikâhlanmasını emretmişti. Ve Hz. Âdem'in bir karında; biri erkek biri kız iki çocuğu oluyordu. İşte bu sırada çok güzel bir kızı oldu. Onun karşısında çok çirkin bir kızı daha oldu. Çirkin kızın erkek kardeşi dedi ki; kızkardeşini benimle nikahla. Ben de kızkardeşimi seninle nikahla­yayım. O, hayır, ben kızkardeşinii almaya senden daha çok hak sahibi­yim, dedi ve bir kurban kesti. Ne var ki oğlak sahibinin kurbanı kabul edilmiş, ekin sahibinin kurbanı kabul edilmemişti. Bunun üzerine o da oğlak sahibini öldürmüştü. Bu hadîsin isnadı kuvvetlidir.

Bajıa babam, Ebu Seleme kanalıyla... İbn Abbâs'tan nakletti ki, o, «Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı.» âyeti konusunda şöyle demiş : Her ikisi de birer" kurban sundu. Koyun sahibi ak, büyük gözlü, boy­nuzlu bir koyun getirdi. Tarla sahibi ise ölçüye tartıya gelmez bir yi­yecek getirdi. Allah koyunu kabul etti ve onu cennete kırk koyun olarak sakladı. İşte Hz. İbrahim'in kestiği koç, bunlardan birisidir. Bu rivaye­tin de isnadı sahihtir.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn Beşşâr... Abdullah İbn Amr'dan rivayet etti ki; Hz. Âdem'in kurban sunan oğullarından birisinin kur­banı kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Bunlardan birisi tar­la, diğeri de koyun sahibi idi. Her ikisi de birer kurban sunmakla emro-lunmuşlardı. Koyun sahibi olan, koyunlarının en güzelini, en semizini ve en üstününü takdim etti. Bunu yaparken gönül hoşnûdluğu ile yapıyordu. Tarla sahibi olan ise ekininin en kötüsünü ve atıntısını takdim etti. Hem de gönül hoşnûdluğu içinde değildi. Allah Azze ve Celle, ko­yun sahibinin kurbanını kabul etti, tarla sahibinin kurbanını kabul etmedi. İşte bunların hikâyesi, Allah'ın kitabında anlatılan hikâyedir. Abdullah İbn Amr der ki: Ben Allah'a and içerim ki; öldürülen, diğe­rinden daha güçlü idi. Ancak o, sakındığı için kardeşine el uzatmadı. Kıssacı Medîne'li İsmail İbn Râfi' der ki: Hz. Âdem'in iki oğlu kurban sunmakla emrolunduğunda; birisi koyun sahibiydi. Sürüsü içerisinde en semiz bir koyunu vardı ki onu çok severdi. Hattâ geceleri onu bera­berinde taşırdı. Öyle ki ondan daha sevimli hiçbir malı olmamıştı. Kur­ban takdim etmekle emrolununca Allah Azze ve Celle'ye bu en sevdiği kurbanı sunmuştu. Ve Allah da onu kabul etti. Bu kurban cennette ya­yılıp geziniyordu. Ta ki İbrâhîm (a.s.) e fidye olarak gönderildi. Bunu İbn Cerîr rivayet eder.

İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam Muhammed İbn Ali'den nak­letti ki; o, şöyle demiş : Hz. Âdem, Hâbîl ve Kabil'e dedi ki: Rabbım bana ahdetti ki, soyumdan bir kişi meydana gelirse, bir kurban takdim edecek. Siz birer kurban takdim edin ki, sizin kurbanlarınız kabul olu­nursa benim görtlüm aydın olsun. Bunun üzerine her ikisi de kurban sundular. Hâbîl'in koyunları vardı. O, koyunlarının en yengel olanını, malının en iyisini takdim etti. Kabil'in ise ekinleri vardı. O da ekin­lerinin bayatını takdim etti. Hz. Âdem ikisini ve kurbanlarını da alarak dağa çıktı ve kurbanlarını oraya yerleştirdi. Sonra üçü birden oturdu­lar. Ve kurbanlara bakıyorlardı. Allah, bir ateş gönderdi. Kurbanların üzerine yaklaşınca bir boyun çıktı ve Hâbîl'in kurbanını aldı, Kabil'in-kini bıraktı. Sonra her üçü birlikte oradan ayrıldılar. Hz. Âdem Kabil'e Allah'ın buyruğunu bildirdi. Ve dedi ki: Ey Kâbîl, yazıklar olsun sana. Senin kurbanın yerinde bırakıldı. Kâbîl dedi ki.: Sen onu sevdin, kur­banının üzerine duâ ettin de onun kurbanı kabul edildi, benimki bıra­kıldı. Kâbîl Hâbîl'e de dedi ki: Ancak seni Öldürmeliyim ki, senden kur­tulayım. Babam senin için duâ etti, kurbanının üzerinde ibâdet etti. Bunun üzerine senin kurbanın kabul edildi. Hep Hâbîl'i ölümle tehdîd ediyordu. Nihayet bir gece; Hâbîl, sürüsünün yanında geceledi. Âdem dedi ki; ey Kâbîl, kardeşin nerede? O; sen, beni ona bekçi olarak mı göndereceksin? Bilmiyorum, dedi. Hz. Âdem; ey Kâbîl, yazıklar olsun sana, çık ve kardeşini ara, dedi. Kâbîl kendi kendine, bu gece onu öl­dürürüm, dedi ve yanma bir demir aldı. Hâbîl dönmek üzereyken, ken­disini karşıladı ve dedi ki: «Ey Hâbîl, senin kurbanın kabul edildi, be­nimki reddedildi, artık seni öldüreceğim. Hâbîl dedi ki: Ben, malımın en güzelini takdîm ettim. Sen ise, malının en kötüsünü sundun. Allah, ancak güzel olanı ve müttakîlerin kurbanını kabul eder. Hâbîl böyle deyince, Kâbîl kızdı. Demiri kaldırıp başına indirdi. Hâbîl dedi ki: Yazıklar olsun sana ey Kâbîl, sen Allah'a karşı ne yapacaksın? Amelinin cezâsıru nasıl çekeceksin? Kâbîl, Hâbîl'i öldürüp bir çukura attı ve üze­rine toprak yığdı.

Muhammed İbn İshâk, eski kitapları bilen bazı ilim erbabından nakletti ki; Hz. Âdem; oğlu Kıyn- (Kâbîl) e Hâbîl'in ikiz krzkardeşiyle evlenmesini emretti. Hâbîl'e de Kıyn'in ikiz kardeşiyle evlenmesini em­retti. Hâbîl bunu kabul edip razı oldu. Ama Kıyn, karşı çıkarak reddetti. Hâbîl'in kardeşini istemedi. Ve Hâbîl yerine kendi ikiz kızkardeşiyle ev­lenmek istedi. Sonra dedi ki: Biz cennette doğduk, o ikisi ise yeryüzün­de doğdu, ben kızkardeşime daha çok lâyıkım. Eskilerin kitabını bilen bazı ilim erbabı dediler ki: Kıyn'in kız kardeşi, insanların en güzeli idi. Bunun için onu kardeşinden kıskandı ve kendisi almak istedi. Hangi­sinin doğru olduğunu en iyi Allah bilir. Kabil'e ba'bası dedi ki: Yavru-cağızım, o senin için helâl değildir. Kâbîl, babasının sözünü dinlemek istemedi. Babası dedi ki: Yavrucağızım, öyleyse bir (kurban takdim et. Aynı şekilde kardeşin Hâbîl de bir kurban takdîm etsin. Hanginizin kur­banı kabul edilirse o, kıza daha lâyıktır. Kıyn, toprağı ekmekle meş­guldü. Hâbîl ise, sürü otlatıyordu. Kıyn, buğday sundu. Hâbîl ise, ko­yunlarının en güzellerinden bir seçme koyun sundu. —Bazıları da der­ler ki; Sığır kurban etti.-- Allah Teâlâ, beyaz bir ateş gönderdi ve bu ateş Hâbîl'in kurbanını yedi, Kıyn'in kurbanını bıraktı. Böylece kabul edilecek kurban yerini bulmuş oluyordu. Bunu İbn Cerîr TaJberî riva­yet eder.

Avfî, İbn Abbâs'tan naklen der ki: Hz. Âdem'in çocuklarının za­manında sadaka olarak verilecek bir fakîr bulunmadığı için kişi, ancak kurban takdîm ederdi. Âdem'in iki oğlu oturuyorlardı; bir kurban sun-sak, dediler. Kişi kurban takdim ettiği zaman, Allah hoşnûd olursa; onun üzerine bir ateş gönderir ve ateş o kurbanı yerdi. Allah hoşnûd olmazsa ateş sönerdi. Her ikisi de birer kurban takdîm ettiler. Onlardan birisi çoban, diğeri çiftçi idi. Çoban olan, koyunlarının en semizini ve en güzelini takdîm etti. Çiftçi olan, ekinlerinin bir kısmmı sundu. Ateş geldi ve ikisi arasına indi, koyunu yedi, ekini bıraktı. Hz. Âdem'in oğlu bunun üzerine kardeşine dedi ki: Sen, insanlar arasına girip de kendi kurbanının kabul edildiğini benim kurbanımın ise reddedildiğini söy­leyecek misin? Hayır, Allah'a andolsun ki, halk sana ve bana bakıp da senin benden daha hayırlı olduğunu söylememelidir. Öyleyse seni öldü­rürüm. Kardeşi ona günâhım nedir? Allah, ancak müttakîlerin kurba­nını kabul eder, dedi. Bunu İbn Cerîr Taberî rivayet eder.

Bu rivayet; kurbanın, sebepsiz yere ve bir kadın meselesi olmadan takdîm edilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Halbuki daha önce zikret­tiğimiz bir cemâat, bunun bir kadın meselesi şeklinde olduğunu belirt­mişti ki; Kur'an'ın zahirinden de anlaşılan budur. «Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da, birininki kabul edlmiş, diğerinin ki kabul edil­memişti. O, andolsun ki seni Öldüreceğim, deyince; kardeşi, Allah an­cak müttakîlerden kabul eder, demişti.» Âyetin akışı, biri diğerine kız­dığı ve onun kurbanının kabul edilmesini kıskandığı için aleyhinde ha­rekete geçmiş olmasını gerektirmektedir. Cumhur katında şöhret bu­lan görüş uyarınca koyun kurban eden Hâbîl, yemek kurban eden de Kabil'dir. Hâbîl'in koyunu kabul edilmişti. Hattâ îbn Abbâs ve diğer­leri derler ki: İsmâîl peygamberin yerine kurban edilen koç bu idi. Bu görüş uygundur. Ama en iyisini Allah bilir. Kabil'in kurbanı kabul edil­memişti. Selef ve haleften birçok kişinin görüşü budur. Mücâhidin de meşhur olan görüşü böytedir. Lâkin İbn Cerîr, Mücâhid'in; ekin kurban eden Kâbîl idi ve onun takdimi kabul edilmişti, dediğini rivayet ederse de bu; meşhur olan görüşün tersidir. Öyle sanıyorum ki bunu, iyice kaydetmemiştir. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

«Allah ancak müttakîlerden kabul eder.» Yani fiiliyle Allah'tan kor-kanlarınkini kabul eder. İbn Ebu Hatim der ki : Bana babam... Temîm'-den nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ben, Ebu Derdâ'nın şöyle dediğini duydum: Allah'ım benim beş vakit namazımı kabul ettiğini kesin ola­rak bilmem; bana dünyada bulunan her şeyden daha sevimlidir. Çünkü «Allah ancak müttakîlerden kabul eder.» buyuruyor, tbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Meymûn İbn Ebu Hamza'dan rivayet etti ki; o, şöyle demiştir : Ben Ebu Vâil'in yanında oturuyordum. O sırada yanı­mıza Muâz'm arkadaşlarından Ebu Afîf denilen bir adam geldi. Şakîk İbn Seleme ona dedi ki: Ey Ebu Afîf, bize Muâz İbn Cefoel'den söz eder misin? O, peki, dedi. Ben Muâz'm şöyle dediğini duydum : İnsanlar bir köşede tutuklanırlar. Bu sırada bir münâdî, müttakîler nerdedir? diye seslenir. Onlar kalkarlar. Rahmân'ın sığmağına giderler. Allah, onlar­la kendi arasına perde germez ve onlardan gizlenmez. Ben dedim ki; müttakîler kimlerdir? O,.müttakîler, şirkten ve putlara tapmaktan çe­kinip, samimî ibâdete koşan bir topluluktur ki; onlar cennete gider­ler, dedi.

«Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni Öldürmek için elimi sana uzatmam. Muhakkak ki ben, âlemlerin Raibbı olan Allah'tan korkarım.» Muttaki olması sebebiyle, Allah'ın kurbanını kabul ettiği sâlih kardeşi Kabil'e böyle diyor. Kardeşi kendisini suçsuz yere ölümle tehdîd edince o : «Beni Öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam.» diyor. Ben, senin yaptığın kötü harekete mukabele etmem. Çünkü mukabele edecek olursam, ikimiz de aynı şekilde suçlu oluruz. «Ben, âlemlerin Rabbı olan Allah'tan kor­karım.» diyor. Senin yapmak istediğin gibi yapmaktan Allah'a sığını­rım. Bu sebeple sabreder ve her şeyi hesaplarım. Abdullah İbn Amr der ki: Allah'a yemîn ederim ki; o, Öbüründen daha güçlü idi. Lâkin takvâsından dolayı mukabele etmekten kaçınmıştı. Bu sebeple Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğu sabittir :

îki müslüman, kılıçlarıyla yüzyüze gelirlerse; öldüren de, öldürü­len de ateştedir. Râvî veya orada bulunanlar; ey Allah'ın Rasûlü, öldü­renin ateşte olması doğru. Ya öldürülenin durumu ne oluyor? dediler veya denildi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: O da arkadaşını öldürmek istiyordu.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Kuteybe İbn Saîd... Bükeyr İbn Abdullah'dan nakletti ki; Sa'd İbn Ebu Vakkâs, Hz. Osman fitnesi esnasında şöyle demiştir : Ben şehâdet ederim ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Öyle fitne gelecek ki; o günde oturan, ayakta durandan daha hayırlı olacaktır. Ayakta duran, gezenden daha hayırlı olacaktır. Gezen, koşandan daha hayırlı olacaktır. İster misin o benim evime girsin ve öldürmek üzere bana elini uzatsın? dedim. O da, Âdem'in oğlu gibi ol, karşılığını verdi. Keza Tirmizî, Kuteybe İbn Saîd'den bu hadîsi rivayet eder ve; hasen hadîstir, der. Ayrıca Ebu Hüreyre Habtoâb İbn Eret, Ebu Bükre, İbn Mes'ûd, Ebu Vâkid, Ebu Mûsâ ve Hz. Âişe de aynı şekilde rivayet ederler. Bazıları da Leys İbn Sa'd'dan rivayet ederek is-nâdda bir başka adamı eklerler. Hafız tbn Asâkîr bu eklenen kişinin, Hüseyn el-Eşcaî olduğunu söyler. Ben derim ki: Bu hadîsi Ebu Dâvûd kendi tarîkıyla... Hüseyn İbn Abdurrahmân el-Eşcaî'den nakletti: O, Sa'd İbn Ebu Vakkâs der ki; ben, ey Allah'ın Rasûlü, ya evime girer ve beni öldürmek üzere elini uzatırsa? diye sordum. Bunun üzerine Al­lah'ın Rasûlü; Âdem'in oğlu gibi ol, buyurarak «Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam.» âye­tini okudu. Eyyûb el-Sahtiyâm der ki: Bu ümmetten bu âyeti ilk be­nimseyen Affân oğlu Osman (r.a.) dır. İbn Ebu Hatim de bunu rivayet eder.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Merhum... Ebu Zerr (r.a.) den nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bir merkebe bindi, beni de terkisine aldı ve dedi ki: Ey Ebu Zerr; insanlara şiddetli bir kıtlık geliverse ve sen yatağından çıkıp mescidine gidemiyecek olsan nasıl yaparsın? Ebu Zerr diyor ki; ben, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Rasûlullah buyurdu ki: İffetli ol. Sonra şöyle dedi: Ey Ebu Zerr ister misin ki, insanlara şiddetli bir ölüm geliversin? Ve kulun evi kabri olsun. O zaman ne yaparsın? Ben dedim ki; Allah ve Rasûlü bilir. Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: Sabret. Sonra devam etti. Ey Ebu Zerr, ister misin ki, insanlar birbirini öldürsünler. Ve neticede Ahcâr el-Zeyt (Medîne'de' bir yer) kanla dolsun. O zaman ne yaparsın? Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: Evinde otur ve kapını üstüne kilitle. Ebu Zerr der ki: Ya evimde kendi halime ter-kedilmezsem? dedim. Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: Sen kendilerin­den olduğun kişilerin arasına gir ve onlardan ol. Ebu Zerr der ki; silâ­hımı alayım mı? dedim. Buyurdu ki: O takdirde sen de onların bulun­duğu duruma iştirak etmiş olursun. Fakat kılıçların parıltısının seni korkutmasından endîşe edersen; Örtünün bir yanını yüzüne kapa ki, se­nin ve onun günâhını engellemiş olasın. Müslim ve Neseî dışındaki Sü­nen ehli, muhtelif yollarla Abdullah İbn Sâmit'ten bu hadîsi rivayet ederler. Ebu Dâvûd ve İbn Mâce ise Hammâd İbn Zeyd kanalıyla... Abdullah İbn Sâmit'ten ve Ebu Zerr'den benzer bir rivayeti naklederler. Ebu Dâvûd der ki; Müşa's bu hadîste Hammâd İbn Zeyd'den başkasını zikretmedi.

İbn Merdûyeh der ki: Bana Muhammed İbn Ali... Rebî'den nak­letti ki; o, şöyle demiş: Biz, Huzeyfe'nin cenazesinde idik. Bir adamın; ben, Rasûlullah'tan duyduğunu söyleyen bir adamdan işittim ki; Ra­sûlüllah fs.a.) şöyle buyurmuş : Eğer siz savaşırsanız, evimin en uzak köşesine gider, kapanırım. Bir kişi bana gelecek olursa; ona işte bu, senin ve benim günâhımın karşılığıdır. Ben Âdem'in iki oğlunun ha­yırlısı gibi olacağım derim, buyurmuş.

«Dilerim ki, sen benim günâhımı da, kendi günâhını da yüklenip, cehennemliklerden olasın. Zâlimlerin cezası budur.» İbn Abbâs, Mü-câhid, Dahhâk, Katâde ve Süddî; âyetin beni öldürmenin günâhı ve daha önce kendi günâhın anlamına geldiğini söylemişlerdir.

Başkaları da dediler ki: Hâbîl; sen, benim günâhımı yüklenip ha­tâmı sırtlayasın. Ve böylece beni öldürdüğün için kendi günâhını da yüklenesin, demek istemiştir. Mücâhid'in söylediğini bir yerde gör­düm. Ancak galat olmasından korkarım. Çünkü sahîh rivayet, bunun hilaf madır. İbn Cerîr Taberî bununla demek istiyor ki; Süfyân es-Sev-rî'nin Mansûr kanalıyla Mücâhid'den naklettiği «Sen benim günâhımı da» yani beni öldürmekten dolayı işlemiş olduğun günâh ve «kendi günâhım da» daha önce işlemiş olduğun günâhları da «yüklenip ce­hennemliklerden olasın.» îsâ da İbn Ebu Necîh kanalıyla Mücâhid'den benzer bir rivayeti nakleder. Şibil, Ebu Necîh kanalıyla Mücâhidden nakleder ki; o, bu ifâdenin şu mânâya geldiğini söylemiştir: Benim günâhlarımın ve kanımın, senin üzerinde olmasını istiyorum. Böylece sen, her ikisini birlikte yüklenmiş olacaksın.

Ben derim ki; bu konuda insanlar, bu tür sözleri vehm olarak uydurmakta ve aslı astan" olmayan hadîsler zikretmektedirler. Buna göre; katil, maktulün üzerinde hiçbir günâh bırakmaz imiş. Ebu Bekr el-Bezzâr buna benzer bir hadîs rivayet ederse de, bu hadîs onun değildir. Onun rivayeti şöyledir: Bize Amr İbn Ali... Hz. Âişe (r.a.) den nak­letti ki, Rasûlullah (s.a.) : Ölümün acısı, hangi günâhın üzerinden ge­çerse onu siler, buyurmuştur. Bu hadîs, bu şekliyle sahîh değildir. Eğer sahih olsaydı; bu, Allah Teâlâ'nm; ölüm acısını çekmesi sebebiyle öl­dürülenin, bütün günâhlarını bağışlayacağı anlamına gelirdi. Maktulün günâhlarının katile yüklenmesine gelince; böyle bir şey olamaz. Ancak bu husus, bazı şahıslarda aynı zamanda birleşebilir. Şöyle ki; mahşer gününde maktul, katilden kanını taleb eder. ye katilin iyiliklerinden alınarak --zulme uğradığı miktanyla— maktule verilir. Eğer katilin iyiliği tükenirse ve maktul hakkım yeterince almamış olursa; maktu­lün günâhından alınarak kâtüe yüklenir. Belki de maktulün arta ka­lan günâhı, katilin üzerine yüklenir. Bu şekliyle hadîsin, bütün zulüm­ler için geçerli olması sahihtir. Bilindiği gibi, kati, zulümlerin en bü­yüğü ve en ağırıdır. En iyisini Allah bilir.

İbn Cerîr Taberî der ki; Bu sözün doğrusu, şöyle denmesi ve âyetin şöyle te'vîl edilmesidir: (Hâbîl dedi ki:) Ben, senin beni öldürme su­çundan vazgeçmeni istiyorum. îşte âyetteki «Dilerim ki sen benim gü­nâhımı da» kavlinin mânâsı budur. «Kendi günâhını da.» kavline ge­lince; bu, onun öldürme suçundan ayrı olan günâhıdır ki; Allah Azze ve Celle'ye karşı diğer amellerinde işlemiş olduğu günâhlardır. Biz, bu görüşün doğru olduğunu söylüyoruz. Çünkü te'vîl ehlinin bu konuda icmâ'ı vardır. Ayrıca Allah Azze ve Celle, her iş yapanın işine göre le­hinde veya aleyhinde mükâfat alacağını haber vermiştir. Allah'ın mah-lûkâtı hakkındaki hükmü bu olursa; öldürülenin günâhlarının katile yüklenmesi, caiz olmayacaktır. Katil ancak kendisi için yasak olan öl­dürme suçundan ve öldürdüğü kişinin işlemiş olduğu suçlardan değil, kendisinin işlemiş olduğu diğer suçlardan dolayı sorumlu tutulabilir. Taberî'nin ifâdesi budur. Ancak burada o, özetle şöyle bir suâl îrâd et­mektedir : Hâbîl; kardeşi Kabil'in kendisini öldürmesi ve yine kendi­sinin işlemiş olduğu suçlan yüklenmesini nasıl istemiş olabilir? Hal­buki onun kendisini öldürmesi yasak idi. Ve Taberî özetle bu soruya şöyle cevâb vermiştir: Hâbîl; kardeşi kendisini öldürse de, kendisinin onu öldürmeyeceğini kardeşine haber vermiştir. Her halükârda öldürül-se bile suçun kendisinde değil, kardeşinde olmasını taleb ederek bu iş­ten elini çekmiştir. Ben derim ki; bu söz Öğüt alan için öğüt, zorlanan için de zorlamadır. Bunun için Hâbîl «Dilerim ki sen benim günâhımı da, kendi günâhını da yüklenip cehennemliklerden olasın. Zâlimlerin cezası da budur.» demiştir. İbn Abbâs der ki: Onu ateşle korkutmuş ama o korkup vazgeçmemiştir.

«Bunun üzerine kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürdü de hüsrana uğrayanlardan oldu.» Nefsi ona, kardeşini öldürmeyi hoş' gösterdi. Teşvik ve tahrik etti. O da bu öğüt ve korkutmadan sonra çekinmeden kardeşini öldürdü. Ebu Ca'fer el-B&kır'dan —ki bu, Mu-hammed İbn Ali İbn Hüseyn'dir— Kabil'in Hâbîl'i elindeki demirle öl­dürdüğü rivayeti yukarda geçmişti, Süddî de, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs'tan, Mürre kanalıyla Abdullah'tan ve peygambe­rin ashabından bazısından nakletti ki; onlar, «Bunun üzerine 'karde­şini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürdü.» âyeti konusunda şöyle demişlerdir: Onu öldürmek için aradı. Çocuk ondan kaçarak dağların tepesine çıktı. Bir gün sürüsünü otlatırken yanına geldi. Hâbîl uyu-' yordu. Kâbîl, bir kayayı kaldırdı ve onunla kardeşinin başım ezdi. Böy­lece Hâbîl öldü. Onu dağ başında olduğu gibi terk edip gitti. Bunu İbn Cerîr rivayet eder. Ehl-i Kitâb'tan bir kısmı da derler ki: Kâbîl, Hâbîl'i boğarak ve vahşî hayvanların öldürülmesi gibi sıkarak öldürdü. İbn Cerîr der ki; Kâbîl, Hâbîl'i öldürmek isteyince, boynunu büküyordu. İblîs, onun karşısına geçip bir hayvanı aldı ve hayvanın başını taşın üzerine koydu. Sonra bir başka taş alıp 'hayvanın başına vurdu. Ve onu öldürdü. Bunu gören Âdem'in oğlu da kardeşine aynı şeyi yaptı. îbn Ebu Hatim de bunu rivayet etti.

Abdullah îbn Vehb, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den, o da babasından rivayet eder ki; babası şöyle demiş: Kâbîl, Hâbîl'i öldür­mek üzere başından tuttu ve yere yatırdı. Başını sıkıyor, kemiklerim eziyor ve nasıl öldüreceğini bilmiyordu. Bu sırada İblîs (Aleyhi'Ha'ne) geldi ve onu öldürmek mi istiyorsun? dedi. Kâbîl* evet, deyince o; şu kayayı al ve başına çal, dedi. Kâbîl kayayı aldı ve başına fırlatarak Hâbîl'in başını ezdi. Sonra İblîs, koşarak Hz. Havva'nın yanma geldi ve; ey Havva; Kâbîl, Hâbîl'i öldürdü, dedi. Hz. Havva ona; vay sana ölüm de neymiş? dedi. Şeytân; artık o yemez, içmez, kımıldamaz, dedi. Havva, ölüm bu mu? dedi. Şeytân, evet deyince, o ~ yüksek sesle bağırıp çağır­maya başladı. Nihayet Hz. Âdem onun sesine geldi ve ne oluyor sana? dedi. Havva onunla konuşmadı. İki kez tekrarladı. Yine konuşmadı. Bu­nun üzerine Hz. Âdem dedi ki: Sen ve kızların bağırıp çağırın. Ben ve, oğullarım bağırıp çağırmayacağız. îbn Ebu Hatim de bunu rivayet eder.

«Hüsrana uğrayanlardan oldu.» Dünya ve âhirette kaybedenlerden oldu. Bundan daha büyük bir kayıp olur mu hiç? îmâm Ahmed İbn Han-bel der ki: Bize Ebu Muâviye ve Vekî... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nak-. lettiler ki; Rasûlullah (s.a,) şöyle buyurmuş ; Bir kişi zulümle öldürü-lürse, mutlaka onun-kanından bir miktarı Âdem'in ilk oğlu üzerine olur. Çünkü öldürmeyi ilk kurallaştıran odur. Keza Ebu Davud'un dı­şında diğer bir topluluk, bu hadîsi A'meş tankıyla Abdullah İbn Mes'ûd' dan rivayet etmişlerdir.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Humeyd... Hakîm îbn Hakîm'-den nakletti ki; o, Abdullah İbn Amr'm şöyle dediğini söylemiştir : Er­keklerden cehennem ehlinin en azgını Hz. Âdem'in, kardeşini öldüren oğludur. Onun kardeşini öldürdüğü günden beri, yeryüzünde ne kadar kan dökülmüşse mutlaka ona da bundan bir miktar kötülük bulaşır. Çünkü o, öldürmeyi ilk kurallaştıran kimsedir. İbrâhîm en-Nehaî de der ki: Kim zulüm ile öldürülürse Hz. Âdem'in ilk oğlu ile şeytânın üzerine ondan bir pay ayrılır. Bunu da îbn Cerîr Taberî rivayet eder.

«Sonra Allah ona kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Yazıklar olsun bana, bu karga gibi olmaktan bile âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim, dedi. Pişmanlık duyanlardan oldu.»

Süddî, sahabelere kadar uzanan kendi isnâdıyla der ki: Çocuk Ölünce kardeşi onu dağda bıraktı. Nasıl gömeceğini bilmiyordu. Bu sı­rada Allah ona iki karga gönderdi. Bunlar birbirleriyle savaştılar. Biri diğerini öldürdü. Sonra yeri kazarak üzerine toprak attı. Kabil bunu görünce «Yazıklar olsun bana, bu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü Örtemedim.)) dedi. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah îbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder : Bir karga geldi. Bir başka kar­ganın ölüsünün üzerine —tâm olarak gizleyinceye kadar— toprak attı. İşte bunun üzerine kardeşini öldüren Kâbîl «Yazıklar olsun bana...» dedi. Dahhâk da İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Kâbîl, kar­deşini bir yıl boyunca boynunda bir heybede taşıdı. Nihayet, Allah ona iki karga gönderdi. Onların gezindiklerini görünce «Yazıklar olsun ba­na.» Bu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım, dedi ve kardeşini gömdü. Leys İbn Ebu Selîm, Mücâhid'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Kâbîl, kardeşinin ölüsünü üç sene omuzunda taşıyıp ne yapacağını bilmiyor­du. Nihayet yere koyduğunda bir karganın, bir başka kargayı göm­düğünü gördü ve «Yazıklar olsun bana...» dedi. Bunu îbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim naklederler. Âtiyye el-Avfî der ki: Kâbîl, Hâbîl'I öldürünce pişman oldu ve beraberine aldı. Ancak o, bir süre sonra kokuştu. Bu­nun üzerine kuşlar ve yaban hayvanları üşüşüp ne zaman atacağım bekleşmeye başladılar. O zaman onu yiyeceklerdi. İbn Cerîr Taberî bu rivayeti nakleder.

Muhammed İbn İshâk eskilerin kitaplarını bilen bazı kimselerden naklederek dedi ki: Kâbîl, Hâbîl'i öldürünce; ölüsü elinde kaldı. Onu nasıl gizleyeceğini bilmiyordu. Çünkü —eskilerin zannına göre— Âdeni-oğullan arasında ilk ölü ve ilk maktul oydu. Bunun üzerine «Allah kar­deşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Yazıklar olsun bana, bu karga gibi olmaktan bile âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim, dedi. Pişmanlık duyanlar­dan oldu.» Tevrat ehlinin iddiasına göre; Kıyn, kardeşi Hâbîl'i öldürünce, Allah Azze ve Celle ona dedi ki: Ey Kıyn, hani kardeşin Hâbîl? O, bilmiyorum, ben onu gözetici değilim, dedi. Allah Teâlâ buyurdu ki: Kardeşinin sesi yeryüzünden bana sesleniyor. Sen; şu anda ağzını açmış ve senin elinde kardeşinin kanını içmiş olan toprak tarafından la'net-lenmişsin. Sen, yeryüzünde çalıştığın sürece, o sana ekinini vermeye­cektir. Neticede sen ürkmüş bir şekilde yeryüzünde başı boş dola­şacaksın.

«Pişmanlık duyanlardan oldu.» Hasan el-Basrî der ki: Allah Teâlâ hüsrana uğradığını bildirdikten sonra, pişmanlık duyduğunu bildire­rek onun hasretini arttırmıştır.

Bu kıssa ile alâkalı müfessirlerin sözleri bunlar. Hepsi de Kur'an'da açıkça anlatıldığı ve hadîsde belirtildiği gibi bu iki kişinin Hz. Âdem'in ilk çocuğunun, işlenen her öldürme suçundan bir pay alacağını ve öl­dürmeyi ilk kurallaştıranın o olduğunu bildirmektedirler. Bu husus çok açık ve aşikârdır. Ancak îbn Cerîr Taberî der ki: Bana İbn Vekî... Hasan el-Basrî'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Kur'an'da sözü edilen bu iki kişi İsrâiloğu Harındandı. Âdem'in kendi sulbünden çocukları de­ğildi. Kurban da îsrâiloğullanndan idi. Âdem, ilk ölen kimsedir. Bu rivayet gerçekten garîb olduğu gibi isnadı üzerinde de durulması ge­rekir.

Abdürrezzâk da, Ma'nıer kanalıyla Hasan'dan nakleder ki; Rasû-lullah (s.a.), şöyle buyurmuştur: Âdem (a.s.) in iki oğlunun kıssası, bu ümmete örnek olarak verilmiştir. Siz, onlardan en iyisini örnek edi­nin. İbn Mübarek de Âsim el-Ahvel kanalıyla Hasan'dan rivayet eder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah Âdem'in iki oğlunu sizin için örnek vermiştir. Siz onlardan iyisini alın, kötüsünü atın. Keza bu hadîsi Bekr İbn Abdullah el-Müzenî de'mürsel olarak rivayet eder. Bu rivayetlerin hepsini İbn Cerîr Taberî nakleder. -Salim İbn Ebu Ca'd der ki: Âdem'in oğlu kardeşini öldürünce; Âdem, yüz sene üzgün ve hiç gülmeden yaşadı. Sonra onun yanına gelinerek kendisine denildi ki: Allah seni diriltsin ve güldürsün. İbn Cerîr arkasından şöyle der: İbn Humeyd bize... Ebu İshâk el-Hemedânî'den nakletti ki; Ali İbn Ebu Tâlib şöyle demiş : Âdem'in oğlu kardeşini öldürünce Âdem ağladı ve şöyle dedi:

Ülkeler değişti, içinde olanlar da. Çirkin ve değişik toprağın rengi artık. Renkler değişti, tatlar da. Azaldı yüzlerdeki tebessüm ve tatlılık. Hz. Âdem (a.s.) e şöyle cevâb verildi: Habîl de babası da birlikte öldürüldü. Canlı adam, kesilmiş ölü gibi oldu.

Mücâhid ve İbn Cübeyr'in rivayetine göre; Kâbîl, çabucak cezalan­dırıldı. Onun öldürüldüğü gün bacağıyla baldırından asıldı. Ne tarafa yüzünü, dönerse, onu cezalandırmak ve sindirmek için Allah, güneşi o tarafa çeviriyordu. Bir hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Şüp­hesiz ki Allah'ın dünyada acele cezalandırması en uygun olan günâh; isyan ve sıla-i rahm'i koparmaktır. Ayrıca âhirette sahibi için sakla­nacaktır. Hâbîl ve Kabil'in fiilinde bu ikisi birleşmişti. Doğrusu biz, Al­lah içiniz ve yine Allah'a döneceğiz.23

32 — Bundan dolayı îsrâiloğullannın üzerine yazdık ki: Her kim, bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde boz­gunculuğa karşılık olmadan öldürürse; bütün insanları öl­dürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Andolsun ki onlara, peygam­berlerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da on­lardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.

33 _ Allah ve Rasûlü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çap-razvârî el ve ayakları kesilmek veya yerlerinden sürülmek­tir. Bu, onlara dünyada rüsvâylıktır. Onlara âhirette de büyük bir azâb vardır.

34 — Yalnız, onlara gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadır. Biliniz, ki, Allah Ğafûr'dur, Rahîm'-dir.

Kısas Hükmü, Suç ve Ceza. 50

Kısas Hükmü, Suç ve Ceza

Hz. Âdem'in oğlunun, kardeşini zulüm ve düşmanlıkla «öldürme­sinden» dolayı îsrâiloğullarının «üzerine yazdık ki». Yani onlara hüküm koyduk ve bildirdik ki «Her kim, bir kimseyi bir kimseye veya yeryü­zünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse; bütün insanları öl­dürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları di­riltmiş gibidir.» Kısas veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak gibi bir sebep olmaksızın her kim bir cana kıyarsa; ya da sebepsiz ve suçsuz birinin kanını helâl -hale getirirse, sanki o bütün insanlığı öldürmüştür. Çünkü bir canla diğer can arasında fark yoktur. Kim de, bir kişiyi öl-dürmezse ve bunun haram olduğuna inanırsa bu sebeple bütün insanlığı kurtarmış olur.

A'meş ve diğerleri Ebu Salim kanalıyla, Ebu Hüreyre (r.a.) den naklederler ki; o, şöyle demiş : Hz. Osman'ın evinde kuşatıldığı gün, ya­nma girdim ve sana yardım etmek için geldim. Savaşmak güzel olur, ey mü'minlerin emîri, dedim. Ebu Hüreyre diyor ki: O, şöyle dedi: Ey Ebu Hüreyre, sen benimle beraber bütün insanlığı öldürmekten zevk mi duyuyorsun? Ben, hayır dedim. Hz. Osman; öyleyse sen, bir kişiyi öldürürsen sanki tüm insanlığı öldürmüş gibi olursun, dedi. Çekil git, sana izin verilmiştir. Mükâfat verilmiş olarak, mücâzât değil. Ebu Hü­reyre diyor ki: Bunun üzerine ben de çekilip gittim ve savaşmadım.

Aii îbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, insanların diri bırakılmasının; Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmemek olduğunu, böylece bütün insanların diri bırakılmış olacağını bildirmiştir. Yani kim haksız yere bir cana 'kıymayı haram sayarsa, böylece tüm insanları diri bırakmış gibi olur. Mücâhid de: «Onu diri bırakırsa» âyetinin, Öl­dürmekten vazgeçerse, -demek olduğunu söyler. Avfî, İbn Abbâs'ın; bü­tün insanları öldüren kimse gibidir, dediğini bildirir. Saîd İbn Cübeyr de der ki: Kim, bir müslümanın kanını helâl sayarsa, sanki bütün insanların kanını helâl saymıştır. Kim de bir müslümanın kanını haram sayarsa, sanki bütün insanların kanını haram saymıştır. Bu söz" en açık sözdür.

İkrime ve Avfî, İbn Abbâs'tan naklederler ki: Kim, bir peygamberi veya adalet sahibi imâmı öldürürse; bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir peygamberi destekler veya adaletli bir imâma yardımcı olur­sa; bütün insanlığı diriltmiş gibidir. Bunu İbn Cerîr Taberî rivayet eder. Mücâhid'den nakledilen bir başka rivayette o, «Her kim, bir kimseyi bir. kimseye karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.» âyeti konusunda şöyle demiş : Çünkü bir kişiyi öldüren cehenne­me gider ve o, bu haliyle bütün insanları öldürmüş gibi olur. İbn Cüreyc, A'meş kanalıyla Mücâhid'den nakleder ki; o, ((O bütün insanları öldürmüş gibi olur.» kavli konusunda şöyle demiştir : Her kim, kasıdlı olarak mü'min bir cana kıyarsa, Allah onu cehennemle cezalandırır. Ona azâb eder, la'net eder. Kendisi için büyük bir azâb hazırlar. Mücâhid der ki: Eğer o kişi, bütün insanları öldürmüş olsaydı, azabı bundan dana fazla olacak değildi.

İbn Cüreyc der ki; Mücâhid, «Kim de onu diri bırakırsa sanki bü­tün insanları diriltmiş gibidir.» âyeti konusunda şöyle demiş : Hiçbir kimseyi öldürmeyen, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem «Bir kimseyi öldürürse, tüm insanları öldürmüş gibi olur.» âyeti konusunda şöyle demiş : Ona kısas vâcib olur. Dolayısıyla kısasta, bir kişiyle bir topluluk arasında fark yoktur. «Kim de diri bı­rakırsa» yani velîsi bulunduğu kimsenin katilini affederse; bütün in­sanları diri bırakmış gibidir. Bu ifâdeyi Abdürahmân, babası Zeyd İbn Eslem'den rivayet etmiştir. Ayrıca İbn Cerîr Taberî de bunu nakleder. Bir başka rivayete göre; Mücâhid der ki: «Kim de onu diri bırakırsa.» âyetinden maksad; boğulmaktan, yanmaktan veya mahvolmaktan" kur­tarırsa, demektir. Hasan ve Katâde derler ki: Bu âyet, Allah'ın ölüm hâdisesine verdiği büyük önemi dile getirmektedir. Katâde ilâve ede­rek der ki: Allah'a andolsun ki; öldürmek ne kadar büyük bir suç ise, diri bırakmak da öylesine büyük bir mükâfatı gerektirir. Abdullah İbn Mübarek, Süleyman İbn Ali'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Ha-san'a; ey Ebu Saîd, bu âyet îsrâiloğullan için geçerli olduğu gibi, bizini için de geçerlidir değil mi? dedim. O, evet, kendisinden başka ilâh ol­mayan Allah'a yemm ederim ki; o, îsrâiloğullan için geçerli olduğu gibi bizim için de geçerlidir. İsrâiloğullannın kanı, Allah katında bizim ka­nımızdan daha üstün değildir, dedi. Hasan el-Basrî der ki: «Bütün insanları öldürmüş gibi olur.» âyetinden maksad; bunun günâhı gibi demektir. «Onu diri bırakan da bütün insanlığı diriltmiş gibi olur.» kavlinden maksad da, mükâfatı gibi olur, demektir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Hasan... Abdullah İbn Amr*-dan nakletti ki: Abdülmuttalib oğlu Hamza Hz. Peygambere gelmiş ve; ey Allah'ın Rasûlü, beni yaşayabileceğim bir şeye sevk et, demiş. Rasûlullah (s.a.) da; ey Hamza, yaşattığın bir can mı senin için daha iyidir, öldürdüğün bir can mı? demiş. O, yaşattığım bir can, deyince; Rasûlullah (s.a.); sen kendine bak, buyurmuş.

«Andolsun ki, onlara peygamberlerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.» Bu âyet, onlan uyarmakta ve gerçekleri bildikten sonra yine haram fiil iş­lemelerine karşı îkâz etmektedir. Nitekim Benu Kurayza, Benu Nadîr ve Benu Kaynuka gibi Medine çevresinde bulunan yahûdîler, câhiliyyet devrinde savaş çıktığında Evs ve Hazreç kabileleri ile birlikte savaşır­lardı. Sonra savaş durunca, aldıkları esirleri serbest bırakırlardı. Allah Teâlâ Bakara sûresinde onların bu durumunu kötüleyerek şöyle buyu-ruyordu : «Bir de kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin, diye sizden söz almıştık. Sonra bunu ikrar ettiniz ve ikrarınıza da şâhid oldunuz. Sonra sizler birbirinizi öldüren, aranızda bir takımını yurtla­rından süren, onlara karşı günâh ve düşmanlıkta birleşen, onları yurt­larından çıkarmak haram kılınmışken, esîr olarak geldiklerinde fidye-leşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası ancak dünya hayatında rüsvâylıktır. Kıyamet gününde ise, onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.» (Bakara, 84-85).

«Allah ve Rasûlü ile savaşanların, yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çaprazvârî el ve ayaklan kesilmek veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvâylıktır. Onlara âhirette de büyük bir azâb vardır.)) Muharebe; çatışma ve zıtlaşmadır. Küfre, yol kesmeye ve eşkiyâlığa karşı yapılır. Yeryüzünde fesâd çıkar­mak ta böyledir. Muhtelif şekilde kötülüğe itlâk olunur. Hattâ arala­rında Saîd İbn Müseyyeb'in bulunduğu seleften bir çok kişi; dirhem ve dînârı bozmak ta yeryüzünde fesâd çıkarmanın bir başka türüdür, de­mişlerdir. Ve nitekim Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurur : «O, yeryü­zünde dolaşınca orada fesâd çıkarmak ekini ve nesli helak etmek için çabalar. Allah fesadı sevmez.» Sonra bazıları dediler ki: Bu âyet-i ke­rîme müşrikler hakkında nazil olmuştur.

İbn Cerîr Taberî'nin rivayetine göre; İbn Humeyd... İkrime ve Ha­san el-Basrî'den nakletti ki; onlar, şöyle demişler: Bu âyet-i kerîme müşrikler hakkında nazil olmuştur. Onlara güç yetirmenizden önce iç­lerinden kim tevbe ederse, bunlara karşı yapılacak bir şey yoktur. Bu âyet-i kerîme fesâd çıkaran, Allah'a ve Rasûlüne harb açan ve yakalan­mazdan önce kâfirlere iltihâk eden müslümana haddin vurulmasını en­gellemez. Yakalandığı an üzerine düşen had uygulanır. Ebu Dâvûd ve Neseî, İkrime yoluyla İbn Abbâs'tan naklederler ki; bu âyet, müşrikler hakkında nazil olmuştur. Onlardan herhangi bir kişi, yenilmezden önce tevbe ederse; bu tevbe, ona vurulması gereken haddin uygulanmasını önlemez. Ali îbn Ebu Talha, îbn Abbâs'tan nakleder ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir: Ehl-i kitâb'tan bir topluluğun Rasûlullah ile sözleşmesi ve ahdi vardı. Onlar, ahdi bozarak yeryüzünde fesâd çı­kardılar. Allah Teâlâ bu âyette, Rasûlünü isterse onları öldürmek, ister­se ellerini ve ayaklarını çaprazvâri kesmek üzere serbest bıraktı. Bu rivayeti İbn Cerîr Taberî nakleder. Şu'be de... İshâk îbn Kâ'b'dan nakleder ki; babası Kâ'b şöyle demiş : Bu âyet, Harûriye vak'asına ka­rışan Hâriciler hakkında nazil olmuştur. Bu rivayeti İbn Merdûyeh nakleder.

Doğru olan, bu âyetin bilumum müşriklerle bu suçları işleyen di­ğerleri hakkında nazil olmuş bulunmasıdır. Nitekim Buhârî ve Müslim, Ebu Kılâbe'den nakleder ki; Enes İbn Mâlik şöyle der : Ükül kabilesin­den sekiz kişi Rasûlullah'a geldiler, bîat ettiler ve müslüman oldular. Ancak Medine'nin havası onlara yaramadığı için hastalandılar ve bu durumu Hz. Peygambere şikâyet ettiler. Rasûlullah buyurdu ki: Siz, bizim çobanlarımızla birlikte çıksanız da "onların develerinin idrar ve sütlerinden içseniz. Onlar; peki, dediler ve çıkıp gittiler. Deve idrarın­dan ve sütünden içtiler. (Zîrâ zaruret halinde tedâvî için haramlar he­lâl olur.) Gece olunca çobanı öldürdüler. Develeri kaçırdılar. Bu durum Hz. Peygambere bildirilince; Rasûlullah (s.a.), onların izini ta'kîb eden bir grup gönderdi. Yakalanıp Hz. Peygambere getirildiler. Rasûlullah (s.a.) emir buyurdu. Onların elleri ve kolları kesildi. Gözleri çıkarıldı. Sonra Ölünceye kadar güneşe terkedüdiler. Lafız Müslim'indir. Buhârî ve Müslim'in ortaklaşa lafzı ise, Ükül veya Ureyne kabilesi şeklindedir. Bir başka rivayette ise; güneşe terkedildiler. Su istiyorlardı, kendilerine su verilmiyordu, denir. Müslim'in bir ifâdesi de; onlara kanlarının ak­masını önlemek için sargı sarılmadı, şeklindedir. Buhârî'nin ifâdesinde de; Ebu Kılâbe şöyle der : Bunlar hırsızlık yapmış, adam öldürmüş, îmândan sonra küfre dönerek, Allah ve Rasûlüyle savaşmışlardı. Müs­lim, Hüşeym tarîkıyla Enes'ten aynı rivayeti nakleder ve bunlar; mür-ted olmuşlardır, diye ekler. Gerek Buhârî gerekse Müslim, Katâde ta­rîkıyla aynı olayı Enes'ten naklederler. Katâde'den naklen Saîd; Ükül veya Ureyne kabilesinden olduklarını söylemiştir. Müslim, Süleyman et-Teymî tankıyla Enes İbn Mâlikten bu olayı naklederek şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.), onların gözlerini çıkarmıştı. Zîrâ onlar da çobanların gözlerini çıkarmışlardı. Bu hadîsi Müslim, Muâviye kanalıyla Enes'ten rivayet eder ve der ki: Rasûlullah (s.a.) a Ureyne kabilesinden bir top­luluk gelip müslüman oldular ve bîat ettiler. O sırada Medine'de (akci­ğer zarı iltihabı demek olan) Birsam hastalığı yaygındı. Sonra aynı ha­dîsi tekrarlar ve ilâve olarak; peygamberin yanında ansârın gençle­rinden yaklaşık yirmi atlı kişi vardı. Onları gönderdi ve birlikte bir iz­ciyi de yollayarak izlerini sürdürdü. Bütün bu lafızlar Müslim'in —Allah ona rahmet etsin— ifâdeleridir.

Hammâd îbn Seleme der ki: Bize Katâde... Enes İbn Mâlik'ten nakletti ki; Ureyne kabilesinden bir topluluk, Medine'ye gelerek yer­leştiler. Ancak Medine'den hoşlanmadılar. Rasûlullah (s.a.), onları ze­kât develerini gütmek üzere yolladı ve ayrıca develerin idrar ve sütle­rinden içmelerini, buyurdu. Onlar da böyle yaptılar. Akşam olunca İs­lâm'dan döndüler ve çobanı öldürerek develeri sürüp götürdüler. Rasû­lullah (s.a.) onların izlerini sürmek üzere bir kitle gönderdi ve onlar tutulup getirildiler. Elleri ve ayakları çaprazvârî kesildi, gözleri çıkanldı ve kendileri de güneşe terkedildiler. Enes İbn Mâlik der ki: Ben, onlardan birinin susuzluktan ağzıyla yeri kazdığını görmüştüm. Niha­yet öldüler. Ve işte bunun üzerine «Allah ve Rasûlüyle savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çap-razvârî el ve ayaklan kesilmek, veya yerlerinden sürülmektir.» âyeti nazil oldu. Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî ve İbn Merdûyeh bu hadîsi riva­yet ederler. Bu ifâde İbn Merdûyeh'in lafzıdır. Tirmizî ise, bu hadîsin hasen ve sahîh olduğunu söyler.

İbn Merdûyeh bu hadîsi bir çok tarîk ile Enes îbn Mâlik'ten riva­yet eder. Bunlardan birisinde Selâm... Enes İbn Mâlik'ten naklederek der ki: Ben Haccâc'ın bana suâl ettiği bir hadîsten dolayı duyduğum pişmanlık kadar hiç pişmanlık duymadım. Haccâc; bana Rasûlullah (s.a.) in verdiği en ağır cezayı bildir, dedi. Ben dedim ki: Rasûlullah (s.a.) a Ureyne kabilesinden bir topluluk geldi. —Bu kabile Bahreyn'­de yaşar.— Ve karınlarından dert yandılar. Renkleri sararmış, karınlan büyümüştü. Rasûlullah (s.a.) zekât develerinin yanma gidip onlann idrar ve sütlerinden içmelerini kendilerine buyurdu. Onlann renkleri yerine gelip, kannları çekilince, develerin çobanına saldırdılar, öldür­düler ve develeri de sürüp götürmek istediler. Rasûlullafa (s.a.) onların peşinden adamlar gönderdi. Ve ellerini, ayaklarını kestirdi. Gözlerini köretti. Sonra ölünceye kadar onları güneşin altına atıverdi. Haccâc minbere çıktığı zaman, derdi ki: Allah'ın Rasûlü bir topluluğun elini kırmış, ayağını kesmiş, sonra güneşin altına atarak ölünceye kadar on-lan kımıldatmamıştır. O, halka karşı bu hadîsi kendi davranışlarına mesned göstermeye çalışıyordu.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ali îbn Vehb, Enes'ten rivayet etti ki; o,-şöyle demiş : Ureyne kabilesinden dört kişi ve Ükül kabilesinden üç kişi idiler bunlar. Tutulup Rasûlullah'a getirildiklerinde, Allah'ın Rasûlü ellerini ve ayaklannı kestirdi, gözlerini kör etti. Ve onlara su vermedi. Sıcakta (susuzuklarını gidermek için) ağızlarına taş dolduru-yorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Allah ve Rasûlü ile savaşanla­ra...» âyetini inzal buyurdu. İbn Ebu Hatim der ki : Bize Ali İbn Harb... Enes İbn Mâlik'ten nakletti ki; o, şöyle dermiş : Ureyne kabilesinden bir topluluk, Rasûlullah (s.a.) a geldiler. Renkleri sararmış, kannları bü­yümüştü. Rasûlullah (s.a.) onlara develerin yanına gidip idrar ve süt­lerinden içmelerini emretti. Onlar da böyle yaptılar. Bunun üzerine renkleri yerine geldi, karınlan indi, semizleştiler. Sonra deve çobanını öldürerek develeri götürmek istediler. Hz. Peygamber onları bulmak üzere bir topluluk yolladı. Onlan yakalayıp getirdiler. Bir kısmı öldü­rüldü, bir kısmının gözü çıkanldı, bir kısmının da elleri ve ayaklan ke­sildi. İşte bunun üzerine «Allah ve Rasûlü ile savaşanlann...» âyeti nazil oldu.

Ebu Ca'fer îbn Cerîr Taberî der !ki: Bize Ali İbn Sehl... Yezîd İbn Ebu Habîb'ten nakletti ki; Abdülmelik İbn Mervân, Enes İbn Mâlik'e bir mektup yazarak bu âyet-i sormuş. Enes İbn Mâlik verdiği cevâbta bu âyetin Ureyne kabilesinden bir grup hakkında nazil olduğunu ken­disine bildirdi ve dedi ki: Onlar İslâm'dan dönmüşler, çobanı öldürmüş­ler, develeri götürmek istemişler, yol kesmişler ve haram olan namusa dokunmuşlardı. Taberî der ki: Bana Yûnus... Abdullah İbn Ömer'den —veya Abdullah İbn Amr'dan ki Yûnus bunda şüphe etmiştir— Ra-sûlullah (s.a.) dan-naklettiler ki; bu âyetle, Ureyne kabilesi kasdedil-miştir. Ebu Dâvûd ve Neseî, Ebu Zenâd yoluyla bu hadîsi rivayet eder­ler. Ebu Dâvûd bu kişinin Abdullah İbn Ömer olduğunu belirtmiştir.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Halef... Cerîr'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ureyne kabilesinden bir topluluk, Rasûlul-lah'ın huzuruna geldi. Hastalıklıydılar. Rasûlullah (s.a.) onlara emir verdi. Akşam olunca hastalıkları arttı. Ve kızarak develerin çobanını öldürdüler, develeri alıp kendi memleketlerine götürmek istediler. Cerîr der ki: Rasûlullah (s.a.) müslümanlardan bir grupla beraber beni on­ları yakalamak üzere gönderdi. Biz onlan, memleketlerine vardıkları esnada yakaladık. Ve alıp Hz. Peygambere getirdik. Hz. Peygamber on­ların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesti. Gözlerini çıkardı. Onlar; su, su, diyorlardı. Rasûlullah (s.a.) ise; ateş, ateş diyordu. Neticede helak oldular. Cerîr der ki: Allah Azze ve Celle, gözlerinin çıkarılmasını hoş karşılamadı ve «Allah ve Rasûlü ile savaşanları...» âyetini indirdi. Bu hadîs garîb olduğu gibi râvîler arasında yer alan Rebezî zayıftır. Ancak burada, bu topluluğun arkasına gönderilen seriyyenin reîsi ola­rak, Cerîr İbn Abdullah el-Becelî zikredilmektedir. Müslim'in Sahîh'inde ise; bu seriyyenin, ansârdan yirmi atlı kişiden teşekkül ettiği daha önce geçmişti. Bu hadîste yer alan; Allah gözlerin çıkarılmasını hoş kar­şılamadığı için bu âyeti indirdi, sözüne gelince bu; mürseldir. Nitekim Müslim'in Sahîh'inde anlatıldığı gibi, onlar da çobanların gözlerini çı­karmışlardı. Rasûlullah onlara kendi fiillerinin karşılığı olarak kısas yapmıştı. Allah en iyisini bilendir.

Abdürrezzâk... Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini bildirir : Rasûlullah (s.a.) a Fezâre oğullarından bazı kimseler geldiler. Zayıflıktan öleyaz-nıışlardı. Rasûlullah (s.a.) onların, tohumluk develerin yanına gidip, sütlerinden içmelerini emretti. Akşam olunca, onlar tohumluk develerini çalıp götürdüler. Peşlerinden gidildi ve Hz. Peygamberin huzuruna ge­tirildiler. Elleri, ayaklan kesilip, gözleri çıkarıldı. Ebu Hüreyre der ki: Bu âyet, onların hakkında nâzü olmuştur. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.) bir daha kimsenin gözünü çıkarmamıştır. Bu hadîs bir başka şekilde Ebu Hüreyre'den rivayet edilmiştir.

Ebu Befcr İbn Merdûyeh der ki: Bize Ahmed İbn İshâk... Seleme îbn el-Ekvâ'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) m Yessâr diye bir hizmetçisi vardı. Hz. Peygamber, onun güzel namaz kıldığını görünce; onu âzâd etti. Ve onu, Harre'deki damızlık hayvanların yanma gönderdi. Yessâr orada iken Seleme der ki: Ureyne kabilesinden bir topluluk, müslüman olduklarını açıkladılar. Ve Hz. Peygamberin yanına hastalıklı, karınlan büyümüş ve bitkin olarak gelmişlerdi. Seleme der ki: Hz. Peygamber, onları Yessâr'ın yanma gönderdi. Develerin sütünü içiyorlardı. Neticede karınları yerine geldi. Fakat Yessâr'a saldırarak onu boğazladılar. Gözüne bıçak soktular. Sonra develeri kaçırdılar. Hz. Peygamber, onların peşinden başlarında Kürz İbn Câbir olmak üzere müslüman süvariler gönderdi. Onları yakalayıp Hz. Peygambere getir­diler. O da ellerini ve ayaklarını kesti, gözlerini çıkardı. Bu rivayet ger­çekten garîbtir. Nitekim Ureyne kabilesinin kıssası; aralarında Câbir, Âişe ve başkalarının da bulunduğu sahabeden bir topluluktan nakler dilmiştir. Ayrıca Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh, bu hadîsi değişik yön­lerden rivayetlerle nakletmiştir. Allah ona merhamet etsin ve sevabına nail kılsın.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Ali... Abdülkerîm'den nakletti ki; ona develerin idrarları sorulduğunda o, şöyle demiştir : Bana, Saîd îbn Cübeyr Muhâriblerden söz ederek dedi ki: Bir topluluk Hz. Peygambere gelip İslâm üzere sana bîat ediyoruz, dediler. Halbuki onlar yalancıydılar. Müslüman olmak istemiyorlardı. Sonra, biz Medi­ne'nin havasından hoşlaşmadık, dediler. Rasûlullah (s.a.) da onlara damızlık develerinin yanına gidip sabah akşam orada kalmalarını, id­rarını içip sütünü sağmalarını emretti. Saîd İbn Cübeyr der ki: Onlar burada iken bir çağırıcı geldi ve Hz. Peygamberden yardım istedi. Ço­banların öldürüldüğünü, hayvanların sürüldüğünü bildirdi. Rasûlullah (s.a.) emir verdi, halka seslenildi: Atlılar ata binsin, denildi. Saîd İbn Cübeyr der ki; Atlılar ata bindiler. Bir atlı diğerini beklemiyordu. Ra-sûîullah da atma binip onların peşine gitti. Nihayet araştırarak onlann sığınaklarına girdiler. Peygamberin arkadaşları, onları esîr alarak Hz. Peygamberin huzuruna getirdiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Allah ve Rasûlü ile savaşanların...» âyetini inzal buyurdu. Saîd İbn Cübeyr der ki: Onlann sürülmesi şöyle olmuştur; harabelerine ve sığmakla­rına gizlenilinceye kadar arkalarından ta'kîb edildi ve müslümanların arazîsinden dışarı çıkanldılar. Hz. Peygamber onlardan bir kısmını Öldürdü, bir kısmını astı, bir kısmım kesti ve bir kısmının da gözlerini çıkardı. Saîd îbn Cübeyr der ki: Rasûlullah (s.a.), bundan önce ve sonra başka hiçbir kimseyi böyle cezâlandırmamıştı. Ayrıca bu tür cezayı yasaklamıştı. Hiçbir şekilde kimsenin gözünü çıkarmayın, diye buyurmuştu. Enes bunun böyle olduğunu söylerdi. Ancak onlar öldürdükten sonra Hz. Peygamberin, cesedlerini ateşte yaktığı da söylen­miştir. Bazıları da bunların bir kısmının Süleym kabilesinden, bir kıs­mının Ureyne'den, bir kısmının da Büceyle kabilesinden olduğunu söy­lemişlerdir. Mezheb imamları, bu Ureyne kabilesi hakkındaki hükmün mensûh mu, muhkem mi olduğu konusunda ihtilaflıdırlar. Bir kısmına göre; bu âyet neshedilmiştir. Onlar bu âyette, Hz. Peygambere itâb bu-. Iunduğunu iddia etmişlerdir. Tıpkı: «Allah bağışlasın seni. Niçin onlara izin verdin...» âyetinde olduğu gibi. Bir kısmı da Hz. Peygamberin iş­kence etmekten nehyedilmesi sebebiyle mensûh olduğunu söylerler. An­cak bu görüş üzerinde durmak gerekir. Ayrıca bu görüşün taraftarı olan kimselerin, mensûh olduğu iddiasının gerekçesi olan hükmü açıklama­ları îcâb eder. Bazılarına göre de; bu âyet, harblerle ilgili hüküm nazil olmadan önce geçerli idi. Bunu Muhammed İbn Şîrîn söyler ki; bunda da üzerinde durulması gereken bir taraf vardır. Çünkü anlatılan olay, daha sonra olmuştur. Ayrıca Cerîr îbn Abdullah'ın rivayeti de, olayın daha sonra olduğunu göstermektedir. Çünkü Cerîr, Mâide sûresinin in­mesinden sonra müslüman olmuştur. Bir kısmı da Hz. Peygamber on­ların gözlerini çıkarmadı. Sadece çıkarmak istedi. Daha sonra gelen âyetle, savaşçıların hükmü açıklandı, demişlerdir. Bu sözün de üzerinde durulması gerekir. Çünkü yukarıda müttefakun aleyh olan hadîste Hz. Peygamberin, onların gözünü çıkardığı anlatılmaktadır.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ali îbn Seni... Velîd İbn Müslim'den nakletti ki; o, ben Leys İbn Sa'd ile; Hz. Peygamberin onların gözünü çıkarıp cesedlerini güneşe bırakıp öldürdüğü konusunu tartıştım. O dedi ki: Ben Muhammed îbn Aclân'dan duydum ki; bu âyet, Hz. Pey­gambere hitâb sadedinde nazil olmuştur. Ve onların yaptıkları davra­nışın cezasını Rasfyullah'a bildirmiştir. Buna göre; onlara, öldürme el ve ayak kesme ve sürgün cezası verilebilir. Hz. Peygamber bu olaydan sonra bir daha kimsenin gözünü çıkarmamıştır.

Ali İbn Sehl der ki: Bu söz, Evzaî'ye anlatılınca; o, Hz. Peygambere itâb sadedinde nazil olmasını reddederek şöyle dedi: Aksine bu, o gru­bun cezası idi. Sonra âyet-i kerîme onlardan başka Allah ve Rasûlüne savaş ilân edenlerin cezası biçiminde nazil olmuştur ve âyette göz çı­karma cezası kaldırılmıştır. Sonra Cumhûr-i ulemâ, bu âyetin umûmî hükmüne dayanarak şehirlerde veyollarda savaş çıkaranların —«Ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışırlar.» buyrulduğu için— cezalandı­rılmasını öngörmüşlerdir. Mâlik, Evzaî, Leys İbn Sa'd, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'in görüşü budur. Hattâ İmâm Mâlik der ki: Bir kişiyi alda­tıp da hîîe yaparak bir eve sokan, sonra onu öldürüp üzerinde bulunan şeyleri alan kimse mahârib sayılır. Onun kanı, maktulün ailesine değil, hükümdara mübâh olur. Maktulün ailesinin onu affetmesi, öldürme hükmünün infazı konusunda mu'teber sayılmaz. Ebu Hanîfe ve arkadaşları ise, muharebenin ancak yollarda olabileceğini, şehirlerde ise olmayacağını, söylerler. Zîrâ derler; şehirde yardım istenince yardıma gelinebilir, yollarda ise yardım istenince yardıma gelecek kimse bu­lunmaz. .

«Öldürülmek, asılmak, çaprazvârî el ve ayaklan kesilmek veya yer­lerinden sürülmek.» Ali îbn Ebu Talha, Abdullah îbn Abbâs'tan nak­leder ki; kim, İslâm'ın hâkim olduğu yerde silâhım çıkarır da yollarda korku salarsa ve o kişi ta'kîb edilip yakalanırsa, müslümanlann imâmı o kimse hakkında muhayyerdir. İster onu öldürür, ister asar, ister elini ve ayaklarını çaprazvârî keser. Saîd İbn Müseyyeb, Mücâhid, Atâ, Ha­san el-Basrl, İbrahim en-Nehaî, Dahhâk da böyle demişlerdir. Bunların hespini Ebu Ca'fer Taberî nakleder. Aym husus, Mâlik İbn Enes 'mer­humdan da rivayet edilmiştir. Bu sözün dayanağı, edatının muhayyerlik anlamına gelmiş olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ, kitâb-ı Mübîn'inde buna benzer ifâdeler kullanmıştır. Meselâ avlanmanın ce­zası konusunda şöyle buyurmuştur: «Sizden bile bile onu öldürenin; ehlî hayvanlardan öldürdüğü kadar olduğuna içinizden iki âdil kişinin hükmedeceği, Kâ'be'ye ulaşacak bir kurbanı ödeme, yahut düşkünlere yemek yedirme şeklinde keffâret, ya da yaptığının ağırlığını katmak üzere bunlara denk oruç tutmak vardır.» (Mâide, 95). Keza hastalık sebebiyle verilecek fidye konusunda da aynı edat kullanılarak şöyle buyurulur :.«İçinizde hasta plan veya başından rahatsız bulunan varsa; fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir.» (Bakara, 196). Keza yemîn keffâreti konusunda da şöyle bu­yurmaktadır : «Yeminin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasın­dan on miskini yedirmek, giydirmek, ya da bir köle âzâd etmektir.» (Mâide, 89). Bütün bunlarda muhayyerlik vardır. Binâenaleyh bu âyette de aynı edat kullanıldığına göre; muhayyerlik olmalıdır. Cumhûr-u ule­mâ der ki: Bu âyet muhtelif 'haller için nazil olmuştur. Nitekim Ebu Abdullah eş-Şâfiî'nin... Abdullah İbn Abbâs'tan naklettiğine göre; o, yol kesenler hakkında şöyle demiştir : Onlar adam öldürür ve mal alırlarsa; kendileri de öldürülür ve asılırlar. Adam öldürür, mal almaz­larsa; öldürülür, fakat asılmazlar. Mal alır, fakat adam öldürmezlerse; elleri ve ayakları çaprazvârî kesilir. Yola korku salarlar, fakat mal al­mazlarsa; bulundukları yerden sürgün edilirler. İbn Ebu Şeybe de... Abdullah îbn AbbâS'tan bu hadîsi rivayet etmiştir. Keza Ebu Miclez, Saîd İbn Cübeyr, İbrahim en-Nehaî, Hasan, Katâde, Süddî ve Atâ el -Horasânî'den de bu şekilde bir rivayet nakledilmiştir. Bu görüş, selef­ten ve imamların bir çoğu tarafından da tekrarlanmıştır.

İmamlar (suçluya cezanın uygulanış biçiminde) ihtilâf etmişlerdir. Suçlu yakalanınca; diri olarak asılıp, yiyecek ve içecek vermeden ölüme mi terk edilecektir? Yoksa önce mızrak ve benzeri bir âletle öldürülecek, sonra diğer bozgunculara bastırıcı ve sindirici örnek olmak üzere asıla­caklar mıdır? Yahut üç gün asılı bırakılacak, sonra kan ve irinin akması için toprağa mı bırakılacaklardır? Bütün bu konularda ihtilâf vardır ki, bunlar yerinde yazılmıştır. Güvenimiz ve dayanağımız Allah Teâlâ' dır.

«Veya yerlerinden sürülmek.»,Bazıları dediler ki; önce ta'kîb edilip tutulur ve hadd-i şer'î uygulanır ya da İslâm diyarından sürülürler. İbn Cerîr; Abdullah İbn Abbâs, Enes İbn Mâlik, Saîd İbn Cübeyr, Dah-hâk, Rebî' İbn Enes, Zührî, Leys İbn Sa'd ve Mâlik İbn Enes'ten böyle rivayet eder.

Başkaları da derler ki: Bulunduğu beldeden bir başka beldeye sür­gün edilirler, sultân veya vekili onu tamamen yurttaşlıktan çıkarır. Şa'bî onu bütün işlerinde reddeder derken; A tâ el-Horasânî, bir ordugâhtan başka bir ordugâha gönderilir. Yıllarca orada bırakılır. Fakat jslâm top­raklarından dışarı çıkarılmaz, der. Saîd îbn Cübeyr, Ebu Şa'sâ, Hasan, Zührî, Dahhâk ve Mukâtil İbn Hayyân da onun nefyedileceğini, ancak İslâm topraklarından dışarı çıkarılamayacağını bildirirler.

Başkaları da derler ki: Buradaki «sürgünden» maksad hapistir. Bu, Ebu Hanîfe ve arkadaşlarının görüşüdür. îbn Cerîr ise; «sürgün­den» maksadın; bir beldeden çıkarılıp bir başka beldeye gönderilerek orada hapsedilmesi olduğunu kabul eder.

«Bu, onlara dünyada rüsvâylıktır. Onlara âhirette de büyük bir azâb vardır.» Öldürülmek, asılmak, ellerinin ve ayaklarının çaprazvârî kesilmesi, sürgün edilmek gibi cezalar vardır. Zikredilen bu hususlar, onlar için dünya hayatında ve insanlar arasında rüsvâylık nedenleridir. Ayrıca Allah onlara, kıyamet günü için büyük bir azâb hazırlamıştır. Böylece bu âyetin müşrikler hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin görüşü destek kazanmaktadır. Müslümanlara gelince; Müslim'in Sa-hîh'inde Ubâde İbn Sâmit'ten nakledilen hadîste o, şöyle demiştir: Ra-sûlullah (s a.) kadınlardan aldığı ahid gibi bizden de; Allah'a şirk koş­mamak, hırsızlık yapmamak, günâh işlememek, çocuklarımızı ve birbi­rimizi öldürmemek konusunda ahid aldı. Sizlerden her kim, ahdini ye­rine getirirse; ecri Allah'a aittir. Kim de bunlardan birini yaparsa; ce­zalandırılır ve bu, onun için keffârettir. Allah kimin de durumunu giz­lerse; onun durumu, Allah'a havale edilir. İsterse onu azâblandırır, is­terse bağışlar.

Hz. Ali der ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Kim, bu dünyada bir suç işlerse; onunla cezalandırılır. Allah âdildir, kulunun cezasını iki kez tekrarlamaz. Kim de dünyada bir günâh işlerse, Allah onu örter ve affederse, affettiği bir şeyi yeniden yapmamak konusunda elbetteki Allah, en çok kerem sahibidir. İmâm Ahmed İbn Hanbel, Tirmizî, İbn Mâce de böyle rivayet ederler. Tirmizî; bu hadîs hasen, sahihtir, der. Hafız Dârekutnî'ye bu hadîs sorulduğunda; o, merfû' ve mevkuf olarak rivayet edilmiş, ancak merfû' oluşu daha sahihtir, demiştir.

İbn Cerîr Taberî der ki: «Bu, onlara dünyada rüsvâylıktır.» Yani kötülük, utanç, küçüklük, zillet ve âhiretten önce dünyada çabucak gö­recekleri şeylerdir. «Onlara âhirette de büyük azâb vardır.» İşledikleri fiillerden vazgeçip ölünceye kadar tevbe etmezlerse, dünyada cezalan­dırıldıkları cezanın yanısıra âhirette de onlar için büyük bir azâb vardır, cehennem azabı.

«Yalnız, onlara gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadır. Bilin ki'Allah Ğatur'dur, Rahîm'dir.» Bu hüküm müşrikler hakkında­dır, diyenlere göre; âyet açıktır. Müslüman muhâriblere gelince; onlar güç yetirilmezden önce tevbe ederlerse; o zaman öldürülme, asılma ve ayak kesme cezası uygulanmaz. Ancak el kesme cezasının, son bulup bulmayacağı konusu tartışmalıdır. Bu konuda ulemânın iki görüşü var­dır : Âyetin zahirine göre; bütün -Cezaların düşmesi gerekir. İbn Ebu Hâtim'in söylediğine göre, Dahhâk da bununla amel etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Şa'bî'den nakletti ki; Harise İbn Bedr, Basra halkından bir kişi idi. Yeryüzünde bozgun çıkarmış ve savaş yapmıştı. Hasan İbn Ali, Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Ca'fer gibi Kureyş'li kişiler kendi aralarında tartışıp Hz. Ali ile konuştular. Ancak onu ikna' edemediler. Saîd İbn Kays el-Hemedânî onu ta'kîb ederek evinde yakaladı. Sonra Hz. Ali'ye gelerek, ey mü'minlerin emîri, «Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesada koşanların cezası» nedir? dedi ve âyeti sonuna kadar okudu. Hz. Ali; ona emân verdi. Saîd İbn Kays der ki: Bu kişi, Harise İbn Bedr idi. Keza İbn Cerîr, bir başka yolla Mücâhid ve Câbir'den bu olayı nakleder.

İbn Cerîr Taberî, Süfyân es-Sevrî kanalıyla, Süddî'den ve Eş'as ka­nalıyla Âmir el-Şa'bî'den nakletti ki; Merâd kabilesinden bir adam Ebu Musa'ya geldi. Ebu Mûsâ, o sırada Küfe'de Hz. Osman'ın emîri idi. Farz namazı kıldıktan sonra dedi ki: Ey Ebu Mûsâ, burası sana sığı­nılan makamdır. Ben, falan oğlu falanım. Ben, Allah'a ve Rasûlüne savaş açan ve yeryüzünde fesada koşan biriyim. Şu anda yakalanmadan önce tevbe ettim, dedi. Ebu Mûsâ kalkıp dedi ki: Bu, falan oğlu falan, Allah ve Rasûlü ile savaşan, yeryüzünde fesada koşan biridir. Ancak yenilmezden önce tevbe etmiş. Kim onunla karşılaşırsa, hayırdan başka bir karşılık görmez. Eğer sözünde doğruysa; doğru yol kendisi içindir. Eğer yalancı ise; günâhı ona yetişir. Adanı Allah'ın dilediği bir süre kaldı, sonra çıkıp gitti. Allah Teâlâ günâhıyla onu yakaladı ve öldürdü.

Sonra îbn Cerîr der ki: Bana Ali, Velîd tbn Müslim'den nakletti ve: Leys'in şöyle dediğini bildirdi: —Keza Mûsâ tbn İshâk el-Medenî'den de aynı rivayeti nakletti.— Leys bizim yanımızda emir idi. Ali el-Esedî savaş açmış, yolda korku saçmış, kan akıtmış, mal almış idi. Halk ve imamlar onun peşine düşmüşler, ancak o kaçmış ve yakalanamamıştı. Sonra kendisi tevbe ederek dönüp gelmişti. Tevbesi şöyle olmuştu : Bir adamın «De ki, ey kendilerine yazık etmiş olan kullarım. Allah'ın rah­metinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günâhları bağışlar. Doğrusu O, Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» âyetini okurken işitmiş ve durmuş; ey Allah'ın kulu, bir kez daha oku demiş. Adam okumuş, o da kılıcını kınına sokup tevbe etmiş. Sefer vakti Medine'ye gelmiş, yıkan­mış. Sonra Hz. Peygamberin mescidine gelip, sabah namazım kılmış. Sonra Ebu Hüreyre'nin yanına gelerek, arkadaşlarının arasına oturmuş. Gün aydınlanınca halk, onu bilip üzerine düşmüşler. O, benim aley­himde hiçbir yol tutmayın. Çünkü siz beni yakalamazdan önce ben tevbe edip geldim, demiş. Ebu Hüreyre; doğru söyler, diyerek onun elini tutup Mervân İbn Hakem'e getirmiş. —Mervân, Muâviye zamanında Medine valisi idi.— ve demiş ki: Bu adam, tevbe ederek yanıma geldi. Onun aleyhinde tutabileceğiniz bir yol yoktur. Öldüremezsiniz de. Leys der ki: Bütün suçlarından vazgeçildi ve Ali el-Esedî tevbe ederek Allah yolunda savaşa çıktı. Bir deniz savaşında Bizanslılarla karşılaştı. Onun gemisi Bizanslıların gemisine yanaştı. Ali, Bizanslıların gemisine atlayıp geçti. Bizanslılar, kaçarak geminin öbür tarafına toplandılar. Gemi battı. O ve beraberindekiler de toptan boğuldular.24

İzâhı55

İzâhı

İslâm'da Kısas. 55

İslâm'da Kısas

İslâm'ın koymuş olduğu kısas ilkesini ve önemini Abdülkâdir Ûdeh şöyle açıklıyor:

Gerek eskiden gerekse şimdi yeryüzünde kısas cezasından daha üstün bir ceza olduğu söylenemez. Kısas cezaların en âdilidir. Çünkü o, suçluyu işlediği suçun misliyle cezalandırmaktadır. Bu ceza, emniyet ve nizâm için de en iyi cezadır. Çünkü suçlu, işlediği fiilin misliyle ce­zalandırılacağını bilince çoğunlukla suç işlemekten vazgeçer. Suçluyu genellikle öldürmeye veya yaralamaya sevkeden faktör, üstünlük ve galibiyet arzusudur. Suçlu, avını öldürdükten sonra kendisinin de ha­yâtta kalamayacağını düşünecek olursa, kendi 'hayâtını devam ettir­mek için karşısındaki kimsenin hayâtına kıymaz. Saldırdığı kimseye bugün mağlûb olursa yarın onu yenebileceğini bilen kimse, karşısındaki kimseyi mağlûb etmek için suç yoluna başvurmayı düşünmez. Bunun günümüzde pek çok pratik örnekleri vardır. Meselâ asabı mizaçlı" çabuk kızabilen kişi hasmının kendinden daha güçlü olduğunu veya saldm-sma misliyle mukabele edeceğinden emin olduğu zaman saldırmaktan vazgeçer ve çok sakin bir davranış içerisine girerek' sulh olmak ister. Silâhlanmış bir kişi, eğer karşısındaki hasmının da kendi gibi silâhlı olduğunu ve saldırısına ayniyle mukabele edebileceğini düşünürse, çoğu kerre saldmdan vazgeçer veya saldırıp saldırmamayı düşünür. Keza gü­reşen veya boks yapan kişi, kendisinden çok daha kuvvetli ve çok daha sağlam olduğunu bildiği rakîblerine karşı meydan okuyamaz. Ama zayıf ve güçsüz olduğunu tahmin ettiği kimselere kolaylıkla meydan okur.

İşte insan tabiatı. îslâm hukuku, bu tabiatı dikkate alarak kısas cezasını koymuştur. Suça sevkeden her psikolojik faktörü suçu önleyen aksi bir psikolojik faktörle karşılar. Ki bu husus, tamamen modern psikolojinin verilerine, uygundur..

Beşeri hukuk, kısas cezasını sâdece ölüm suçlarında uygular ve ka­bul eder. Öldürmede, bütün unsurlar mevcûd ise i'dâm cezası verir. Ama yaralamada buna başvurmaz. Yaralayanı para cezasına veya hapis cezasına çarptırmakla yahut da her ikisini birden uygulamakla iktifa eder.

Şüphesiz ki İslâm hukuku, ceza bakımından öldürme ve yarala­mayı aynı doğrultuda ele almakla gayet tabiî ve mantıkî bir yol izle­miştir. Beşerî hukuk ise, kendisini mantık ve eşyanın gereklerinden uzak bir noktaya atmış ve bu iki suça uyguladığı cezaları ayırmıştır. Zîrâ öldürme ve yaralama suçlan, aynı türden ve aym faktörle meydana ge­len suçlardır. Ölüm; yaralama ve vurma halleri olmadan çoğunlukla gerçekleşemez. Bazı yaralama ve vurmalar, ölümle sonuçlanır. Bazıları ise ölümle sonuçlanmaz. Ölümle sonuçlanmayan vurmaya biz, yara­lama adını veririz. Ölümle sonuçlanan yaralamaların adına da öldürme deriz. Madem ki, her ikisi aynı türdendir öyleyse cezalarının da aynı türden olması gerekir. Ve madem ki, her iki suçun neticeleri diğerinden farklıdır, verilecek cezaların neticeleri de aynı şekilde —ne fazla ne eksik— birbirinden farklı olmalıdır. Her iki suçun da türü birdir. Ve aslı yaralamadır. Cezaları aynı türdendir. Ve şeriata göre kısastır. Her iki suçtan birisi tecâvüze uğrayanın ölümüyle sonuçlanır. Buna verile­cek ceza da, aynı şekilde suçlunun öldürülmesidir. İkincisi ise, tecâvüze uğrayanın yaralanmasıyla sonuçlanır ki; buna verilecek ceza da, İslâm hukukuna göre suçlunun yaralanmasıdır. İşte beşerî hukuk, bu ince mantık kaidesine ve hassas ölçüye henüz ulaşabilmiş değildir. Ama şu­rası muhakkak ki, birgün uzak veya yakın muhakkak, bu noktaya o da gelecektir. Çünkü hukukta birinci esâs, mantıktır. Madem ki beşerî hukuk, kati suçlarında kısas cezasını kabul edip uygulamaktadır ve madem ki, mantık; yaralama suçları için de aynı cezanın uygulanması gerektiğini âmirdir, muhakkak beşerî hukuk birgün eşyanın özünde varolan bu mantığa boyun eğecek ve başlangıcını kabul ettiği noktaya gelecektir.

Tecâvüze uğrayanın veya onun velîsinin kısas cezasını affetme hak­ları vardır. Binâenaleyh ikisinden biri, affettiği takdirde ceza sakıt olur. Af, bazan bedava bazan da diyet mukâbilindedir. Ancak kısas ce­zasının af ile sakıt olması, yöneticilerin suçluya uygun bir ta'zîr cezası vermelerini engellemez.

İslâm hukukunda genellikle tüm suçlarda, tecâvüze uğrayanın ce­zayı affetme yetkisi yoktur. Sadece bu hak istisnaî olarak kısas ve diyet suçlarına münhasırdır. Bunun dışında hiçbir suça intibak etmez. Çünkü bu suçlar, kuvvetle tecâvüze uğrayan kişinin şansıyla alâkalıdır. Ve toplum güvenliğini, nizâmını alâkadar ettiğinden çok, suçlunun kendi şahsını alâkadar eder. İslâm hukuku, tecâvüze uğrayanın kullandığı af yetkisinin âmme nizâmını ve güvenliğini alâkadar etmesinden endîşe duymamıştır. Zîrâ öldürme ve yaralama suçu, her ne kadar ferdin emni­yeti bakımından çok önemli ve tehlikeli bir tecâvüz ise de, toplumun emniyeti bakımından aynı derecede tehlikeli ve önemli bir hal değildir. Çünkü her insan, başkasının katilinden veya başkasını dövenden çeki­nip korkmaz. Ve kendisine de tecâvüz edeceğini düşünmez. Bilir ki, kati. yaralama ve dövme ancak şahsî bir nedenden dolayı olabilir. Ama hırsız böyle değildir. Hırsızdan herkes korkar ve endîşe eder. Çünkü bilir ki, hırsızın aradığı maldır. Onu nerede bulursa alır. Belli bir kişinin malını değil, herhangi bir malı arar.

Tecâvüze uğrayana veya velîsine affetme hakkının verilmesinin âmme güvenliğine etkisi olacağı kabul edilse bile, bu etki ancak tecâvü­ze uğrayanın bu hakkı kullanmakta aşırı gitmesi durumunda sözkonu-su olabilir. Aşırı gitme ise uzak bir ihtimâldir. Çünkü suçun, tecâvüze uğrayanın fiiliyle alâkalı olması, onun af hakkını kullanmakta şiddetli ve sıkı davranmasını gerektiren bir sebebtir. Nedenine gelince... İnsan tabiatında tecâvüze uğradığı takdirde affa temayülden çok, intikam temayülü vardır. Binâenaleyh suçun, tecâvüze uğrayanın şahsıyla alâ­kalı olması, af hakkının kullanımında aşırı gitmeyi önleyecek bir te'mî-nâttır. Buna bağlı olarak da toplumun nizâmını haleldar etmemesini sağlayacak bir garantidir.

İslâm hukuku, tecâvüze uğrayana veya velîsine af hakkı vermekle, gayet pratik ve mantıkî davranmıştır. Çünkü ceza da af da suça karşı koymak için konulmuş bir şeydir. Ancak çoğunlukla ceza, suçun vu­kuuna engel olmaz. Af ise, daha çok suçun önlenmesine vesîle olur. Çünkü af, ancak sulh olup anlaştıktan, suça ve suçluluğa sevkeden her türlü duygulardan insanın içini arıtıp temizlemesinden sonra mümkün olur. Ve işte bu noktada af, cezanın gördüğü vazifeyi görür ve cezanın yapmaktan âciz olduğu bir sonucu meydana getirir. Af hakkının veril­mesinin pratik sonucu budur. Meseleye mantık açısından bakıldığında diyebiliriz ki; yaralama ve öldürme suçları, şahısları ilgilendiren suç­lardır. Ve bu, şahsî sâiklerle işlenir. Suçlunun ruhundaki şahsî sâikler, tecâvüze uğrayanın şahsının sebeb olduğu sâiklerdir. Binâenaleyh suç, toplumun emniyetini alâkadar ettiğinden çok, tecâvüze uğrayanın ha­yatını ve varlığını alâkadar eder. Dolayısıyla tecâvüze uğrayanın şahsi­yetinin, cezanın uygulanmasında değerlendirilmesi gerekir. Madem ki suç, onun şahsıyla böylesine yakından alâkalıdır, onun şahsiyetinin göz önünde bulundurulması gerekir.

İslâm hukuku tecâvüze uğrayanın, bazı suçlarını cezasını affetme­sini kabul ettiği gibi beşerî hukuk da aynı prensibi kabul etmektedir. Her ne kadar İslâm hukukuna uyarak aynı suçlara bu prensibi uygula­mamakta ise de, diğer bazı suçlarda bu prensibi kabul etmektedir. Meselâ beşerî hukuk, zina suçunda tecâvüze uğrayan kişi olarak kabul ettiği kadının eşi için zina eden karısının cezasını affetme hakkını ka­bul etmiştir. Böylelikle cezayı kaldırma yetkisini tanımıştır. Şu halde îslâm hukuku, tecâvüze uğrayana af hakkı tanımakla tuhaf ve acâib birşey yapmamıştır. Sadece bugün modern kanunların kabul ettiği bir prensibi uygulamıştır. Ayrıca İslâm hukuku, bu prensibi uygulamakla seçtiği mantıkta en iyi noktayı gözeterek, beşerî hukuktan kat kat üstün olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü öldürme ve yaralama suçlarında af hakkının kabulü, uyuşmaya ve kaynaşmaya sebeb olur. Nefret ve intikam duygularını yener. Böylece suçlar azalır. Suçluluk duygusu hafifler. Beşerî hukuk ise, aynı prensibin uygulandığı noktada mantık yolunu seçmemiştir. Çünkü o zina suçunda kocaya af hakkını vermekle fuhşun yayılmasına ve ahlâkın bozulmasına sebeb olmuştur. Böylelikle aile düzeni yıkılmaktadır. Sadece muvakkat olarak eşler arasında bir uyum kaydedilmektedir. Bir aile düzeni yıkıldığı takdirde, toplumun üzerine dayandığı en kuvvetli dayanaklardan biri yıkılmaktadır. Kanun, toplumu yıkmak için değil, korumak için konulan hükümleri ihtiva eder.

Kısas, kasıdlı öldürme ve yaralama hallerinde konulan ceza oldu­ğuna göre, kısas hükmü belli şartların bulunmasına bağlıdır. Ayrıca kısasın uygulanması da mümkün olmalıdır. Kısasın tatbiki mümkün değil ve şartlar da mevcûd değilse kısas hükmü ortadan kalkar. Onun yerine diyet hükmü vermek gerekir. İsterse tecâvüze uğrayan kişi veya velîsi bu hükmü istemesin. Çünkü diyet cezası, fertlerin talebine bağlı olarak verilecek bir hüküm değildir.

İslâm hukukunda kısas hükmünün uygulanmasının mümkün ol­madığı hallerde, suçluya diyetle beraber gerektirdiği takdirde ta'zır cezası verilmesini önleyecek bir engel yoktur. Mâliki mezhebine göre, kısasın sakıt olduğu veya kısas hükmünün yaralama veya öldürme hal­lerinde imkânsız bulunduğu takdirde ta'zîr cezasının verilmesi gerektir.

Kasıdlı öldürme ve yaralama hallerinde aslolan ceza kısastır. Diyet ve ta'zîr ise kısas yerine geçen, kısasın imkânsız olduğu veya af ile sakıt bulunduğu hallerde tatbik olunan bedel cezasıdır.

Diyet56

Diyet

îslâm hukuku, kasda benzer veya hatâ ile öldürme ve yaralama hallerinde, aslî ceza olarak diyeti vaz'etmiştir.

Diyet, muayyen miktarda bir mal olup ceza olmakla beraber dev­letin hazînesine değil, tecâvüze uğrayanın malı arasına girer. Binâena­leyh bu bakımdan diyet özellikle tazminata benzemektedir.

Miktarına gelince, tecâvüzün cesametine bağlıdır. Suçlunun suçu kasıdlı işleyip işlememesine göre miktarı değişir. Diyet ile tazminat ara­sında kuvvetli bir benzerlik olması hasebiyle diyeti tazminat olarak ka­bul etmek yanlıştır. Çünkü diyet, cinâî bir cezadır. Ve diyet hükmü, fert­lerin talebine bağlı değildir. Diyeti tamı tamına bir ceza olarak değer­lendirmek de aşırılık olur. Çünkü o, tecâvüze uğrayana ödenen bir mal­dır. Şu halde diyet için söylenecek en iyi ifâde onun hem ceza, hem ta'vîz olduğunu belirtmektir. Cezadır; çünkü suç için takarrür etmiş­tir. Suça konu olan kişi ondan vazgeçerse, suçlunun durumuna uygun bir ta'zîr cezasıyla cezalandırılması caiz olur. Eğer ceza olmasaydı, diyet hükmünün verilmesi tecâvüze uğrayanın talebine bağlı kalırdı. Madem ki, affedilmek ile yerine ta'zîr cezası verilmesi caiz olmaktadır, öyleyse o bir cezadır. Öte yandan diyet bir tazminattır. Çünkü o, tecâvüze uğ­rayanın malının arasına katılan bir bedeldir. Tecâvüze uğrayan ondan vazgeçtiği takdirde diyet hükmünün verilmesi caiz olmaz.

Diyet cezası, bir sının olan cezadır. Hâkimin bu cezayı artırma ve­ya eksiltme, yahut da miktarını değiştirme hakkı yoktur. Diyetin mik­tarı, hatâ ve kasda benzerlik halinde değişmektedir. Keza yaralama ha­linde yaranın çeşidine ve cesametine göre de değişmektedir. Ancak her suç ve durum için miktan belirlenmiştir. Küçüğün diyeti büyüğün di­yeti gibidir. Zayıfın diyeti kuvvetlinin diyeti gibidir. Üst tabakadan birisiyle alt tabakadan birisinin diyeti aynıdır. Hakimin diyetiyle mah­kûmun diyeti aynıdır. Ayrıca ittifakla kabul edilmiştir ki, erkeğin di­yeti öldürme halinde kadının diyetinin iki katıdır. Yani kadının diyeti, erkeğin diyetinin yansıdır. Yaralama halinde ise, İmâm A'zam Ebu Hanîfe'ye göre, kadın için gerekli olan diyet miktan, mutlak mânâda erkek için gerekli olan diyet miktannm yarısıdır. İmâm Mâlik ve Ah-med İbn Hanbel ise, kadının diyeti diyetin üçte birine kadar olan mik­tarda erkeğinkine müsavidir. Eğer vâcib olan miktar diyetin üçte bi­rinden fazla olursa, kadın için gerekli olan diyet erkeğin diyetinin ya­nsıdır. Gayr-i müslimlerin diyeti konusunda ise, ihtilâf vardır. Bazı-lan müslümanla gayr-i müslimin diyetini aynı kabul ederken bazıları arada fark gözetirler.

İslâm hukuku, kasıdlı öldürme cezasıyla, kasda benzer öldürme­nin cezasını ayırmıştır. Birinciye kısas hükmü koymuş ikinciye de ağır diyet. Sebebine gelince; kasıdlı öldürmede suçlu, tecâvüze uğrayanı öl­dürmeyi kasdetmektedir. Kasda benzer öldürmede ise suçlu, tecâvüze uğrayanı öldürmeyi kaydetmemiştir. Fiil bakımından aradaki bu fark, ikisinin de ceza bakımından müsâvî olmasını önler. Ayrıca kısas ceza­sının kasda benzer öldürme hallerine tatbiki mümkün değildir. Çünkü kısas, suçluyla işlediği fiil arasında bir benzerlik bulunmayı gerektirir. Kasda benzer öldürmede ise suçlu; tecâvüze uğrayanı öldürmeyi kas-detmemiştir. Eğer tecâvüze uğrayan, suçlu ile beraber öldürülürse suçluyu öldürenin onu kasdetmiş olması gerekicki, burada denklik durumu mevcûd olmaz. Binâenaleyh adalet ve mantık; kasıdla, kasda benzer öl­dürme suçlarının cezası arasında ayırım yapmayı gerektirir.

Ayrıca İslâm hukuku tâm kasıdlı öldürme ile, hatâ arasında da ayırım yapmıştır. Kasıdlı öldürme halinde kısası koyarken, hatalı öl­dürme halinde de hafifletilmiş diyeti koymaktadır. Bununla şu noktayı gözönünde tutmaktadır. Kasıdlı öldürme suçlarında suçlu; suçu işle­meyi kasdeder, onu düşünür, planlar ve muhtelif vesilelerle ya kendisi veya başkası için sağlayacağı maddî ve ma'nevî menfaat te'mîn için suçu işler. Hatalı öldürme suçlarında ise, suçlu suçu kasdetmez. Onu planlayıp düşünmez. Ve suçu işlemesini gerektiren bir neden de bulun­maz. Mevcûd olan şey, suçlunun ihmâli veya dikkatsizliğidir. Bu da suçu oluşturan fiili meydana getiren nedendir. Halbuki suçlunun ka­fası, aslında bu fiile bizzat yönelik değildir. Şu halde kasıdlı Öldürme, iki unsurdan meydana gelmektedir:

a) Ma'nevî unsur : Suçlunun psikolojik olarak suça yönelmesidir.

b) Maddî unsur : Suçu oluşturan fiilin kendisidir.

Hatâen işlenen suçlarda ise, suçun sadece maddî unsuru bulun­makta ve ma'nevî unsuru bulunmamaktadır. Ma'nevî unsuru da tamâm olsa suç kasıdlı durumunu alır. Kasıdlı suçlunun psikolojik haleti ile, hatalı suçlunun psikolojik haleti arasındaki fark, suçlara verilen ceza­nın farklı olmasını gerektirir. Binâenaleyh her iki psikoloji arasındaki fark,- bütünüyle cezalar arasındaki farka denktir. Şöyle ki; kasıdlı suçlu, suçu işlemeye sevkeden psikolojik faktörlerden uzaklaştırıldığı takdirde hatalı suçlunun durumuna eşit hal alır. Ve suçun sadece maddî un­suru kalır. İşte bunun için İslâm hukuku; af halinde kasıdlı Öldür­menin cezasıyla, hatâ halindeki suçun cezasını aynı tutmuş ve herikisi-ne de diyet hükmünü uygulamıştır. Sanki afla kasıdlı öldürmede suçun ma'nevî unsuru ortadan kalkmaktadır. Ve böylece af, diyette her iki suçu sadece maddî noktadan ortak duruma geçirmektedir.

İslâm hukuku, hatâ halinde kısas hükmünü vermemiştir. Çünkü suçlunun psikolojik faktörleri mevcûd değildir. Ayrıca suçlu suçu kas-detmemiş, önceden planlayıp düşünmemiştir. Ancak suça neden olan unsur, ihmâl ve dikkatsizlik olduğundan ve genellikle bu gibi halde tecâvüze uğrayanın veya vârislerinin mâlî zararlara düşmelerine neden olduğundan İslâm hukuku, bu iki sebebi gözönünde tutarak cezanın in­sanın kendi nefsinden sonra en çok dikkat ve itinâ gösterdiği bir nok­taya, mala uygulanmasını muvafık görmüştür. Dikkat ve itinâ göster­memenin cezası, insanların dikkatle ve titizlikle korumaya çalıştıkları maldan mahrumiyettir. Binâenaleyh başkalarının malına zarar ver­menin cezası, malla zarardır. Şüphesiz ki ihmalkâr ve umursamaz kisinin, dikkat ve itinâ ile uyanıp özenmesine vesile olması bakımından bu ceza kâfidir.

Buradan anlaşılıyor ki; diyet, hakkında kısas hükmü verilmeyen kasıdlı suçlarla kasda benzer ve hatalı suçlar arasında müşterektir. Ama bu üç halde ödenecek diyet miktarı aynı değildir. Kasd... ve kasda benzer öldürme suçlarının diyeti aynıdır ve ağırlaştırılmış diyettir. Ha­talı öldürmede suçlunun diyeti ise hafifletilmiş diyettir.

Aslında diyet; miktar olarak genellikle yüz devedir. Diyetin hafif­letilmesi veya ağırlaştırılmasının sayı üzerinde bir te'sîri yoktur. Ancak devenin türünde ve yaşında etkilidir. Diyet kelimesi, normal olarak kul­lanıldığı zaman kâmil diyet kasdolunur ki, yüz devedir. Diyet, ister ağır­laştırılmış diyet olsun, ister hafifletilmiş diyet olsun, diyet denildiği zaman bununla yüz deve kaydolunmaktadır. Kâmil diyetten aşağısı kas-dolunacağı zaman buna arapçada ereş (yarı diyet, kısmî diyet) ta'bîri kullanılır.

Yan diyet, iki türlüdür : Mukadder yarı diyet, gayr-i mukadder yarı diyet .. Birincisi; şârî'nin (kanun koyucu, şeriatı gönderen) mik­tarını tahdîd ettiği diyettir ki, parmak ve el yarı diyeti gibi. İkincisi; hakkında hüküm vârid olmayan ve miktarım takdir yetkisi hâkime bırakılmış olan diyettir ki, buna hükûmet-i adi veya hükümet ta'bîri kullanılır.

Genel kaide şudur : Kasıdlı suçlarda diyet, tecâvüz edenin malın­dan verilir. Başkasınınkinden değil. İster cana karşılık diyet olsun, ister candan aşağıya karşılık diyet olsun. Sadece İmâm Mâlik bu kaideden suçlunun telef olması korkusu dolayısıyla karnın veya baldırın kırıl­ması gibi kısasın mümtenî olduğu yaralama hallerindeki yan diyeti bu kaideden müstesna kabul etmektedir. Ona göre; suçlunun baba ta­rafından akrabaları, diyetin üçte birine baliğ olan miktarı Öder. An­cak suçun, suçlunun itirâfıyle sabit olmaması şarttır. Çünkü itiraf ile baba tarafından akraba olanlar, diyete yükümlü olmazlar.

İslâm hukukçuları, suçlu küçük veya deli olursa diyeti kimin öde­yeceği konusunda ihtilâftadırlar. İmâm Mâlik, Ahmed İbn Hanbel ve Ebu Hanîfe; küçük ve deliye vâcib olan diyetin, —kasden fiili işlemiş olsa da— baba tarafından akrabalarının yükleneceği görüşündedirler. Onlara göre; küçüğün ve delinin kasdı, kasd sayılmaz, hatâ sayılır. Çünkü onun sahîh bir kasdınm olması, mümkün değildir. Binâlenaleyh kasıdlı olarak yaptığı şeyin de hatâya hamledilmesi gerekir. Şafiî mez­hebinde ise, bu noktada ifei görüş vardır. Birincisi, bir önceki görüşe uyan ve pek kuvvetli olmayan görüştür. İkincisi ise, kuvvetli olan gö­rüştür. Bu görüş uyarınca, küçüğün ve delinin kasdı kasıddır. Çünkü kasıdlı öldürme halinde, küçüğü ve deliyi uslandırma, kısas mümkün olmasa da caizdir. Binâenaleyh onların kasdı, akıllı ve baliğ olan biri­sinin kasdı gibidir.

İslâm hukukçuları, hatâ ve kasda benzer vak'aların hükmü konu­sunda değişik görüşler serdetmektedirler. İmâm Mâlik, baba tarafın­dan akrabaların, suçlunun veya tecâvüze uğrayanın diyetinin üçte bi­rine baliğ olan miktarı yükleneceklerini kabul eder. Üçte birinden aşa­ğıya olan ise, sadece suçluya aittir. İmâm Ahmed ise, suçlunun kâmil diyette üçte birinden aşağı olanına katlanacağım, üçte bire baliğ ola­rak veya üçte birden fazla olan diyet miktarında ise baba tarafından akrabalarının katlanacağım kabul eder. İmâm A'zam Ebu Hanîfe ise; suçlunun, kâmil diyette onda birinin yarısından aşağısına katlanabi­leceğin! bunun üzerinde olan miktarın ise, akrabaları tarafından yük­lenileceğini kabul eder. İmâm Şafiî'ye göre baba tarafından akrabalar, az veya çok olsun bütün diyete katlanmak zorundadırlar. Çünkü çoğa zorlananın, aza daha rahat zorlanacağı bir bedîhî gerçektir. Baba ta*< rafından akrabalar diyeti yüklenecek olurlarsa, İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'ye göre; suçlunun, diyetten normal aile ferdlerinden birisinin kat­lanabileceği miktarı yüklenmesi gereklidir. İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre ise, suçlu, baba tarafından akrabaların yükleneceği di­yetten hiçbirisini yüklenmez.

Baba tarafından akrabalar için kullanılan «âkile» terimi, diyet yüklenen kimse demektir. Diyete «akl» isminin verilmesi, maktulün sahihlerinin dilini kesmesindendir. Bir rivayete göre «âkile» adının ve­rilmesinin nedeni, katili engellemelerinden dolayıdır ki, burdaki «akıl» engel mânâsını taşır.

Katilin âkilesi, baba tarafından akraba olanlardır. Binâenaleyh anneden bir kardeş olanlar, koca ve diğer akrabalar âkile hududuna gir­mez. Babadan akraba olanlar, ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, buna dâhildirler. Çünkü yakın vârisleri olmadığı ~ takdirde onun mirasına konacak olanlar bunlardır. Filvaki' vâris olmaları şartı yoktur. Eğer ortada herhangi bir engel bulunmayacak olursa, vâris olmak durum­ları bahis mevzuu olan herkes buna dâhildir.

Baba tarafından akrabalar, sıkıntıya düşecek ve zorluğa bâis olacak bir miktarda mal ödemeğe zorlanamazlar. Çünkü baba tarafından ak­raba, suçluya yardım ve suçunu hafifletmek için hiçbir suça iştirak etmediği halde diyeti vermektedir. Binâenaleyh suçlunun durumunun hafifletilmesi için başkalarını sıkıntıya veya zora sevketmek olmaz. Eğer zorlama meşru' olsaydı, suçlu buna daha çok lâyıktı. Çünkü işle­diği suçun gereği ve fiilin cezası budur. Zorlama, suçlu hakkında meşru* olmadığına göre diğerleri hakkında daha çok meşru' olmaması gerekir.

Her ferdin yükleneceği miktar konusunda fukahâ, muhtelif görüş­lere sahibtir. İmâm Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel meseleyi hâkime havale eder. Herbirisinin durumuna göre, yormadan ve kolaylıkla ödeye­bileceği miktarı hâkim ta'yîn eder. Mâliki mezhebine göre ise, her şah­sa bin dînâr mükellefiyet vardır. Âhme

Fakire, kadına, çocuğa ve aklı olmayana diyet yüklenemez. Çünkü diyetin fakire yüklenmesi onu zorlamaktır. Çocuğa, kadına ve deliye de diyet yüklenemez, çünkü onlar, yardım edecek kimseler değillerdir. Ancak bunlar, suçlu olurlarsa onlardan diyet alınır.

Suçlunun baba tarafından hiçbir akrabası yoksa veya var da fakîr iseler, yahut da diyetin hepsine tahammül edemeyecek miktarda az sayıda iseler, bu noktada iki görüş vardır. Birinci görüş uyarınca beyt'ül -mâl (devlet hazînesi), baba tarafından akraba statüsüne girer. Binâ­enaleyh baba tarafından akrabası olmayanların veya olup da fakîr olan­ların diyetinin hepsi beyt'ül-mâlden Ödenir. Eğer diyetin hepsine taham­mül edemeyecek miktarda akrabaları varsa, onlardan almanın üzeri ha­zîne tarafından tamamlanır. Bu görüş, Mâliki ile Şafiî mezhebinin görü­şü olup, Ebu Hanîfe ve Ahmed İbn Hanbel mezhebinde de zahir olan görüştür. İkinci görüş ise; diyetin, katilin malından verilmesini gerekli bulur. Çünkü aslolan, diyetten katilin sorumlu olmasıdır. Baba tara­fından akrabaların diyeti yüklenmeleri, ona yardımcı olmak ve duru­munu hafifletmek içindir. Eğer baba tarafından akrabaları bulunmaz­sa; mesele, aslına râcî olur ve katil tarafından ödenmesi gerekli olur. Bu görüş, İmâm Muhammed'in İmâm A'zarn Ebu Hanîfe'den rivayet ettiği görüştür. Hanbelî fakîhleri de bu görüşü kabul ederler.

Baba tarafından akrabalara diyet yüklemek demek, suçludan başka kimselerin suçun neticelerine ve ağırlıklarına katlanması demektir ki, İslâm hukukundaki: «Hiç bir kimse başkasının yükünü yüklenmez» genel kaidesinin bir istisnâsıdır. Ancak bu istisnayı gerektiren husus, suçluların ve suça ma'rûz olanların şartlarıdır. Adalet ve eşitliğin ger­çekleştirilmesi için, bu istisnaî hüküm kabul edilmiştir. Ancak böylece hakların te'mînât altına alınması mümkün olabilir. Bu istisnaî hükme delil olarak aşağıdaki noktalar serdedilebilir :

1- Her suçlunun, işlediği suçun cezasını yükleneceği genel pren­sibini kabul edecek olursak; sayılan çok az olan zenginlere cezanın tat­biki mümkün olabilir. Ve sayıları çok olan fakirlere ise, cezanın tatbiki mümkün olmaz. Buna bağlı olarak suçlu zengin olduğu takdirde, suça ma'rûz olanın kendisi veya velîsi tâm diyet öderken fakîr olan suç- ludan ise çoğunlukla suça ma'ruz olanlar hiçbir diyet elde edemezler. Böyle suçlular arasında bir farklılık söz konusu olduğu gibi suça ma'rûz olanlar arasında da bir farklılık durumu bahis mevzuu olur ki bu, eşit­liğe ters düşer. İşte adalet ve eşitliği gerçekleştirmek için bu genel kaide­nin istisnası gerekli görülmüştür.

2- Diyet; her ne kadar bir ceza ise de, aynı zamanda tecâvüze uğ­rayanın veya velîsinin mâlî bir hakkıdır. Diyetin takdirinde suçun âdil bir ta'vîzi olmasına dikkat gösterilmiştir. Eğer umûmî kaide kabul edi­lip ve sadece suçlanan kişi diyete yükümlü olsaydı, tecâvüze uğrayan­ların çoğunluğunun verilen diyet hükmünü elde etmeleri mümkün ol­mazdı. Çünkü genellikle diyet miktarı, ferdin servetinden fazladır. Zîrâ kâmil diyet yüz devedir ki, bu bin dînâra baliğ olur. Şüphesiz ki, çoğun­lukla bir ferdin serveti, bir tek diyetin miktarını bile karşılayacak de­recede olamaz. Biz, genel kaideyi uygulayarak suçluyu tek başına işle­diği fiilin sorumlusu tutacak olursak bu; tecâvüze uğrayanların hakla­rını almalarına engel olur. îşte istisnaî olarak kaidenin terki; hak sa-hibleri için kararlaştırılmış bulunan hakkın te'mîn edilmesinin biricik te'mînâtı olmuştur.

Kasıdlı suçlarda tecâvüze uğrayanların, bu gibi durumla karşılaş­mayacakları gözönünde bulundurulabilir. Çünkü kasıdlı suçlarda aslî ceza, kısastır ve ancak tecâvüze uğrayan kişi veya velîsi kısastan vaz­geçtiği takdirde bunun yerine diyet cezası uygulanabilir. Binâenaleyh tecâvüze uğrayanlar, diyet miktarım te'mînât altına aldıkları zaman mütecavizleri affedeceklerdir. Affettikleri takdirde diyet kabul olunun­ca, suçlunun malı diyeti ödeyecek miktara yeterli değilse bu, tecâvüze uğrayanın veya velîsinin bir seçişi olduğu için onların kendi elleriyle meydana getirdikleri bu durumdan mutazarrır olmamaları gerekir.

3- Baba tarafından akrabalar, hatâ veya kasda benzer suçlarda diyet yüklenirler. Ki kasda benzer suç, hatâya mülhaktır. Hatâen işle­nen suçların esâsı ise, ihmâl ve ihtiyatsızlıktır. îhmâl ve ihtiyatsızlık ise, genellikle kötü yönelişten ve eğitimsizlikten ileri gelir. Ferdin ter­biyesi ve yönelimi ile sorumlu olanlar, kan bağı ile bağlı bulunanlardır. Kaldı ki ferdler, genellikle ailesinden birşeyler alırlar ve onlara benzer­ler. Binâenaleyh ihmâl ve ihtiyâsizlık umumiyetle irsî (aileden gelme) bir davranış şeklidir. Madem ki aile, toplumdan ve çevreden etkilenir ihmâl ve ihtiyatsızlık da neticede toplumun ürünüdür. Binâenaleyh iş­lenen suçun cezasını, önce suçlunun baba tarafından akrabaları yük­lenmelidirler. Bunlar da bulunmadığı takdirde veya yüklenmek iktida­rından mahrum oldukları takdirde, bütünüyle toplumun bu hatânın cezasını yüklenmesi gerekir.

Ayrıca diyebiliriz ki; ihmâl ve ihtiyatsızlık, kuvvet ve üstünlük duygusunun neticesidir. Bu duygu ise, aile bağlarından ve toplumsal ilişkilerden doğar. Çünkü ailesi geniş olmayanlar, ailesi geniş olanlardan daha İhtiyatlı ve uyanık davranırlar. Azınlıklara mensûb olanlar, çoğun­luğa mensûb olanlardan daha titiz ve itinalıdırlar. Şu halde baba ta­rafından akrabaların ve toplumun, hatânın neticesini yüklenmesi ge­rekir. Çünkü o, ihtiyatsızlığın ve ihmâlin ilk kaynağıdır.

4- Gerek aile düzeni gerekse toplum nizâmı, her ikisi tabiatı iti­barıyla dayanışma ve yardımlaşma esâsına dayanır. Bir aileye mensûb ferdlerin, ailenin diğer ferdlerine yardım etmesi ve onlara destek olması onun görevidir. Bu durum, toplum içerisindeki ferdler için de böyledir. Binâenaleyh toplumun hatâsının neticesini, Önce baba tarafından ak­rabaların sonra bütünüyle toplumun yüklenmesi tâm bir dayanışma­yı gerçekleştirir ve dayanışmayı her zaman için yeniler, kuvvetlendirir. Binâenaleyh hatâen işlenen suçlarda, önce suçlunun baba tarafından akrabaları bir araya gelir. Bilâhere diyeti ödemek ve mallarından diyet vermek üzere birbirleriyle yardımlaşırlar. Madem ki; hatâen işlenen suçlar, hergün olağan suçlardandır, bu; ferdler arasında destekleme ve dayanışma ruhunun sürekli yenilenmesi ve devam etmesi mânâsını taşır.

5- Suçluya ve suçlunun baba tarafından akrabalarına diyet hük­münün verilmesi, suçlulara karşı bir hafifletme ve rahmettir. Başka­larına karşı bir zulüm ve haksızlık değildir. Zîrâ bugün, baba tarafın­dan akrabaların suçunun diyetini yüklendikleri bir suçlu, yarın aynı akrabalar arasında meydana gelecek bir başka suçun diyetini yüklene­cektir. Ve madem ki her kişi hatâ edebilir, birgün ferdin yüklendiği şeyin dengi olan bir durum, bir başka gün öbürünün üzerine yüklene­cektir.

6- İslâm hukukunda esâs kaide, kanın korunması ve heder edil­memesidir. Diyet ise, kana bedel olarak ve kanın heder edilmesini önle­mek için konmuştur. Eğer her suçlu, tek başına diyete iştirak etmiş olsaydı ve diyeti ödemekten âciz durumda bulunsaydı, böylece tecâvüze uğrayanın kanı heder olurdu. Binâenaleyh kanın heder olmasını önle­mek için bu genel kaidenin istisnaî durum olarak dışına çıkmak gerek­miştir.

İşte bu umûmî kaidenin dışına çıkmayı gerektiren önemli sebebler. Öyle sanıyoruz ki, İslâm hukukundaki bu istisnaî hüküm; «herkesin kendi yükünü yükleneceği» prensibinin ve bir kimsenin başka birisinin işlediğinden sorumlu tutulamayacağı kaidesinin yegâne istisnâsıdır. Ya­hut da modern hukuk teorisyenlerinin dediği gibi cezanın.ferdîleştiril-mesi kaidesinin bir istisnâsıdır. İslâm hukuku rahmet, eşitlik ve adaleti gerçekleştirmek için bu istisnayı kabul etmiştir ve böylece hakların ko­runmasını te'mînât altına almış, kanların heder edilmesini önlemiştir.

Suçlunun; baba tarafından yakınlarının diyet yüklenmesi herne-kadar adaletin ifâdesi; suçlularla tecâvüze uğrayanlar arasındaki mü-sâvâtm örneği ise de, günümüzde bunu gerçekleştirme imkânı yoktur. Zîrâ âkile sisteminin varlığının esâsı, onların mevcudiyetini gerektirir. Günümüzde ise, hakkında hüküm verilmeyecek kadar ender bir durum­dur. Bir kerre baba tarafından akrabalar tâm olarak mevcûd değildir. Bulunsa bile ferdler az olduğundan diyetin tümünü yüklenecek halleri yoktur. İnsanlar eskiden akrabalıklarını ve soylarını iyi muhafaza et­tiklerinden kabilelerine bağlılık gösterip gelenek ve adâtlarını yalat­tıklarından dolayı bu âkile düzeni mevcut idi. Ama bugün birçok ülkede böyle bir durum kalmamıştır. Binâenaleyh İslâm hukukçularının daha önce benimsedikleri iki görüşü benimsemekten başka yapılacak iş yoktur. Buna göre ya suçlu diyetin hepsini ödeyecektir. Yahut da diyeti devlet hazînesi ödeyecektir.

Suçlunun diyeti Ödemek zorunda bırakılması, çoğu kerre tecâvüze uğrayanların kanının heder olması neticesini doğurur. Çünkü suçlu­ların çoğunluğu fakirlerdir. Bu ise İslâm hukukunun, kanların muha­fazası ve korunması prensibine aykırı düşer. Ayrıca suçluya diyeti yük­letmek, çoğu kerre adalet ve eşitliğin bulunmaması neticesini doğurur.

Devlet hazînesine diyet ödemek sorumluluğunu yüklemek ise, ha­zîneyi zorlamakla beraber adalet ve eşitliği gerçekleştirir ve kanların muhafazasını te'mîn eder. Böylelikle İslâm hukukunun hedefleri de gerçekleşmiş olur. Şu halde hazînenin sıkıntıya düşmesinden korkmak, müsavat ve adaletin gerçekleşmesine bir engel olmamalıdır. Şeriatın önemli hedeflerinden birisinin tahakkukunu önlememelidir. Devlet is­terse, bu tür tazminatlar ödenmek üzere vergilere ayrı bir bölüm ekle­yebilir. Mahkemeye gelenlere verilen para cezaları, bu gaye için kulla­nılabilir. Kaldı ki çağdaş hükümetler, kendilerine fakirlere bakmayı muhtaçlara yardım etmeyi bir görev saymaktadırlar. Öyleyse tecâvüze uğrayanın hakkını ödemeyi ve düşkün vârislerine yardımcı olmayı, kendisi için daha önemli bir görev saymalıdır.

İşte bazı Avrupa ülkelerinin benimsediği bu son metod, âkile nizâ­mının bir parçasıdır. İslâm hukukunun gerçekleştirmek istediği şeyle­rin bir kısmını, böylece o ülkeler gerçekleştirmiş olmaktadır. Avrupa ül­kelerinde âkile nizâmı bu şekli aldığına göre, bizim de bu nizâmın asıl sahipleri olarak İslâm hukukunun hedefine uygun olan ve emirlerini gerçekleştiren bu prensibi almamız daha doğru olur.25