Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Maide
Îmân Edenlere Helâl Kılınan Şeyler2
Îmân Edenlere Helâl Kılınan Şeyler
İbn Ebu Hatim der ki: Bize Nuaym İbn Hannâd... Maan veya Avf'dan —ya da her ikisinden— nakletti ki; adamın biri Abdullah İbn Mes'ûd'a gelerek şöyle demiş : Bana ahd et. Abdullah İbn Mes'ûd demiş ki: Allah Teâlâ'nm «Ey îmân edenler, ahidleri yerine getirin...» âyetini işittiğin zaman, ona kulağına ver. Çünkü bu âyette hayırlar emredil-mekte, serler nehyedilmektedir. İbn Ebu Hatim der ki: Bana Ali İbn Hüseyn... Zührî'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Allah Teâlâ «Ey îmân edenler» buyurduğu zaman; o buyruğu yerine getirin. Çünkü Rasûlul-lah (s.a.) da onlardandır. Ahmed İbn Sinan... Hayseme'den rivayet eder ki; o, şöyle demiş : Kur'an'da yer alan her «ey îmân edenler» ifâdesi Tevrât'daki «ey miskinler» ifâdesinin aynıdır. Ahmed İbn Sinan'ın Zeyd İbn îsmâîl kanalıyla İkrime ve İbn Abbâs'tan rivayet ettiği hadîste, İbn Abbâs şöyle der: «Kur'an-ı Kerîm'de yer alan «Ey îmân edenler» âyetinin hepsinde Hz. Ali îmân edenlerin efendisi, değerlisi ve emîri-dir. Ebu Tâlib oğlu Ali müstesna Rasûlullah (s.a.) m ashabının hepsi Kur'an'da itaba uğramıştır.
Hz. Ali Kur'an'ın hiç bir âyetinde itaba ma'rûz kalmamıştır. Bu hadîs, garîbdir, lafzı münkerdir. İsnadı, üzerinde dikkatle durulması gereken bir isnâddır. Nitekim Buhârî, bu hadîsin râvîleri arasında yer alan İsâ İbn Râşid'in meçhul ve onun naklimin münker olduğunu bildirir. Ben de derim ki; bu hadîsin râvîleri arasında yer alan Ali İbn Bü-zeyme her ne kadar sika (güvenilir) bir râvî ise de, aşırı bir Şiî'dir. Ve onun naklettiği- bu türden rivayet itham edilmiş, kabul görmemiştir. Bu hadîste yeralan «Ebu Tâlib oğlu Ali müstesna peygamberin ashabından hepsi Kur'an-ı Kerîm'de itaba uğramıştır.» ifâdesine gelince; bununla sadakayı emreden âyete işaret edilmiştir. Çünkü bir çok kişi tarafından nakledildiğine göre; Hz. Ali'den başka kimse bu emir ile amel etmemiştir. Ve bu sebeple Allah Teâlâ'nın «Husûsî konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü ki, bunu yerine getirmediniz? Ama Allah tevbenizi kabul etmiştir. Öyleyse namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin. Allah işlediklerinizden haberdârdır.» (Mücâdile, 13) âyeti nazil olmuştur. Bu ifâdenin bir itâb olduğu görüşü, üzerinde durulması gereken bir görüştür. Çünkü söylendiğine göre; bu emir vücûb ifâde etmez, mendûb bir emirdir. Kaldı ki bu, mü'min-ler için daha yapılmazdan önce neshedilmiştir. Ashâbdan hiçbir kimsede bunun tersine bir davranış görülmemiştir. Hz. Ali'nin Kur'an'da hiç bir şekilde itaba uğramadığı görüşüne gelince; bu görüşün üzerinde de dikkatle durulması gerekir. Çünkü Enfâl sûresinde Hattâb oğlu Ömer müstesna herkese itâb vârid olmuştur. Bu ve bundan önceki ifâdeden de anlaşılıyor ki; bu hadîs zayıftır. Doğruyu en iyi Allah bilir.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Müsennâ... Yûnus'tan nakletti ki; o, Muhammed îbn Müslim'in şöyle dediğini bildirmiş: Ben Rasûlullah (s.a.) in Amr İbn Hazm'ı Necrân'a elçi olarak gönderdiğinde, ona yazdığı mektubu okudum. Mektup Amr İbn Hazm'm oğlu Ebu Bekr'in yanındaydı. Orada şöyle buyuruluyordu : Bu, Allah ve Rasûlünden açıklamadır : «Ey îmân edenler, akidleri yerine getirin.» Ve bu âyet «Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.» (Mâide, 4) kısmına kadar yazılmıştı.
İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Amr İbn Hazm'ın oğlu Muhammed'in oğlu Ebu Bekr'in oğlu Abdulİah'dan nakletti. O da babasının şöyle dediğini bildirmiş : Bu, Allah Rasûlünün Amr İbn Hazm'a, Yemen halkına iyiyi öğretmek, sünneti ta'lîm etmek ve sadakalarını toplamak üzere gönderdiğinde yazmış olduğu mektup olup bizim katımızda saklıdır. Rasûlullah Amr İbn Hazm'a mektup yazmış, ahid vermiş, emrini bu mektubunda şöyle bildirmiştir : Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Bu, Allah ve Rasûlünden bir mektuptur : «Ey îmân edenler, akidleri yerine getirin.» Bu Allah'ın Rasûlü Muhammed'in Amr İbn Hazm'a Yemen'e gönderdiğinde yazmış olduğu ahiddir. Bütün işlerinde Allah'tan korkmasını ona emretti. Çünkü Allah kendisinden korkan ve ihsan edenlerle beraberdir.
«Akidleri yerine getirin.» İbn Abbâs, Mücâhid ve daha başkaları derler ki: Buradaki «akidler»den maksad; ahidlerdir. İbn Cerîr bu konuda icmâ' olduğunu söyler ve der ki: Ahidler, üzerinde yemîn ve benzeri şekilde sözleşilen sözlerdir. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'-tan nakleder ki; burada yer alan «akidler» kelimesi ahidler demektir. Yani Allah'ın helâl ve haram kıldığı şeyler ile, Kur'an-ı Kerîm'de belirttiği hadler ve farzlardır. Siz bu emirleri çiğnemeyin, farzları ter-ketmeyin. Sonra Cenabı Allah, bu konuda daha şiddetli davranarak şöyle buyurmuştur : «Onlar ki; söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparırlar.» (Bakara, 27).
Dahhâk da-buradaki akidlerden maksad; Allah'ın helâl ve haram kıldığı şeyler, Hz. Peygambere ve kitaba îmân etmeyi kabul eden kişilerden almış olduğu, Allah'ın helâl ve haramlarla, -farzlarını yerine getirmelerine dâir sözlerdir. Zeyd İbn Eşlem ise, akidlerin altı tane olduğunu söyler. Bunlar Allah'ın akdi, yemîn akdi, ortaklık akdi, alış-ve-riş akdi, nikâh akdi ve hilf akdidir. Muhammed İbn Kâ'b ise bu akidlerin beş tane olduğunu, câhiliyet yemîni ile mufâvada ortaklığının da bunlar arasında bulunduğunu bildirir. Bazıları bu âyete dayanarak alış -veriş meclisinde seçme hakkının bulunmadığını öne sürmüşlerdir. Ve demişlerdir ki; bu âyet akdin lüzumuna ve sabit olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla mecliste seçme hakkının bulunmamasını gerektirir. Bu, Ebu Hanife ve Mâlik'in görüşüdür. Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel ile Cumhur buna muhalefet etmişlerdir. Bu konuda delil Buhârî ve Müslim'de sabit olan Abdullah tbn Amr'ın naklettiği şu hadîstir: Rasûlul-lah (s.a.) buyurdu ki: Alan ve satan meclisten ayrılmadıkça muhayyerdirler. Buhârî'nin bir başka ifâdesi de şöyledir :
İki kişi alış-veriş yaptıklarında, meclisten ayrılmadıkları sürece muhayyerdirler. Bu hadîs, satış sözleşmesini ta'kîb eden meclisde muhayyerliğin varlığı için bir delildir. Ancak bu, akdin lüzumsuzluğunu gerektirmez. Aksine akid, şeriat bakımından alış-verişin gereklerindendir ve akde uymak, akdi yerine getirmenin mütemmimidir.
«Hayvanlar size helâl kılınmıştır.» Buradaki deve, sığır ve koyundur. Hasan, Katâde ve başkaları böyle demişlerdir: İbn Cerîr Taberî, arapların yanıhda hayvanlar ta'bîri ile kasdedilenler bunlardan ibarettir, der, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Abbâs ve daha başkaları da bu âyeti esâs alarak; anası kesilip de karnındaki yavrusu ölecek olursa, yavruyu yemenin mübâh olduğunu beyân etmişlerdir. Bu konuda Sünen kitaplarında vârid olan hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir. Mücâhid kanalıyla... Ebu Saîd'den nakledilen bir hadîste denilir ki; ey Allah'ın Rasûlü, biz karnında yavrusu bulunan koyunu veya ineği veya dişi deveyi kesiyoruz. Yavrusunu atalım mı, yiyelim mi? dedik. Rasûlullah; isterseniz onu yeyin, çünkü anasının kesilmesi, onun kesilmesidir, buyurdu. Tirmizî, bu hadîsin hasen olduğunu söyler.
Ebu Dâvûd der ki; Bize Muhammed İbn Yahya... Câbir İbn Abdul-lah'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Yavrunun kesilmesi, anasının kesilmesidir. Bu rivayet yalnızca Ebu Dâvûd'da vardır.
«Size bildirilecekler müstesna olmak üzere» Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; bildirileceklerden nıaksad; ölü, kan ve domuz etidir. Katâde, bununla ölünün ve Allah'ın adıyla kesilmeyen hayvanların kaydedildiğini söylemiştir.
Doğrusunu Allah bilir ya; burada istisna edilenler «Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlananlar, vurularak, yuvarlanarak, veya süsülerek ölen, yırtıcı hayvan tarafından parçalananlar, —canları çıkmadan evvel— kestiğiniz müstesna, dikili taşlar üzerine kesilenler ve fal oîdarıyla kısmet aramanız, size haram kılınmıştır.» (Mâide, 3) âyetinde zikredilenlerdir. Bunlar her ne kadar hayvanlar
ta'bîrinin içerisinde yer alıyorlarsa da bu, geçici hallerinden dolayı haram kılınrmşiardır. Keza, dikili taşlar üzerine kesilen hayvanlar da, fal oklarıyla kısmet aramak da haramdır. Bunların istidrâki ve telâhuku mümkün değildir. Bunun için Allah Teâlâ : «Size bildirilecekler müstesna, hayvanlar helâl kılınmıştır» buyuruyor. Yani ancak size haram olduğu bildirilecekler İle bazı hallerde haram sayılanlar müstesnadır,
«Siz ihrâmlı iken avlanmayı helâl görmezsiniz.» Bazıları bu âyeti hal sayarak mansûb okumuşlardır. «Hayvanlar»dan maksad; deve, koyun ve sığır gibi evcil hayvanlarla, ceylan, yaban eşeği gibi vahşî hayvanlardır. Evcil hayvanlardan yukarda sayılanlar istisna edilmiş, vahşî hayvanlardan da ihrâmlı iken avlanmaları yasaklananlar müstesna kılınmıştır.
Denildi ki; bu âyetten maksad; bütün hallerde hayvanları size helâl kıldık, öyle ise siz, ihrâmlı iken avlanmayı haram kabul edin. Çünkü Allah Teâlâ böyle hükmetmiştir. Allah, bütün emir ve yasaklarında yegâne hüküm sahibidir. Bunun için müteakiben «Muhakkak ki Allah, dilediğini hükmeder.» buyurmuştur.
«Ey îmân edenler, Allah'ın nişanelerine hürmetsizlik etmeyin.» İbn Abbâs buradaki «nişaneler»den maksadın; haccın menâsiki olduğunu bildirir. Mücâhid ise Safa ile Merve'dîr, der. Kurban ise Allah'ın şeâirin-dendir. Denildi ki; Allah'ın nişanelerinden maksad; yasaklandır. Bu takdirde; Allah'ın haram kıldığı yasaklarını, helâl saymayın, mânâsı anlaşılır. Bunun için âyetin devamında «Haram olan aya da» buyurulmuş-tur. Bu ifâde ile haram olan ayın saygınlığını kabul etmek kasdedü-miştir. Keza Allah'ın işlenmesini yasakladığı savaşa başlamak ve haramlardan kaçınmak gibi konular da burada kaydedilmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurulur: «Sana haram ayda savaştan suâl ederler. De ki; o ayda savaşmak, büyük bir günâhtır.» (Bakara, 217). Ve yine bir başka âyette de şöyle buyurulur : «Allah katında ayların sayısı onikidir...» (Tevbe, 36)
BUhârî'nin Sahîh'inde Efou Bükre'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.), veda haccmda şöyle buyurmuştur: Zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günde olduğu şekle yemden dönüp geldi. Yıl, oniki aydır. Haram olan dört ayın üçü birbiri ardısıra gelir, bunlar Zülka'de, Zül-hicce, Muharrem aylandır. Bir de Şa'bân ile Cumâdelâhir arasında bulunan Mudar Receb'idir. Mudar Receb'i, Mudar kabilesinin savaşı yasakladığı ay olması sebebiyle Receb'e bu isim verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Selef-i sâlihînden bir gruba göre; haram ayların harâmlığı, âhır zamana kadar devam edip gitmektedir.
Ali İbn Ebu Talha, İbn Atobâs'tan nakleder »ki; «Haram olan aya da.» kavlinden maksad; bu ayda da savaşmayı helâl kılmayın, demektir. Mukâtil İbn Hayyân, Abdülkerîm İbn Mâlik el-Cezerî de böyle delmiştir. İbn Cerîr TabenV bu görüşü tercih etmiştir. Cumhur ise bu âyetin mensûh olduğu görüşündedir. Ve onlara göre haram aylarda savaşı başlatmak caizdir. Çünkü onlar, «Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün.» (Tevbe, 5) âyetine istinâd ederek derler ki; kasdolunan dört aydır. Hiçbir ay, diğerinden haram olarak istisna edilmemiştir.
İmâm Ebu Ca'fer Taberî, haram aylarda şirk ehliyle savaşmayı Allah'ın helâl kıldığı konusunda icmâ' bulunduğunu nakleder. Yılın diğer aylan da böyledir. İbn Cerh* devamla der ki: Yine Cumhur şu konuda da icmâ' etmiştir : Müşrik boynuna veya iki bileğine bütünüyle Harem-i Şerifin ağaçlarının kapçığından gerdanlık yapmış olsa da; bu, kendisini ölümden kurtaran bir emân sayılmaz. Daha önce müslü-manlarla bir zimmet sözleşmesi veya emân akdetmemişse geçerli değildir. Bu konu, başka bir eserde detaylı olarak açıklanacaktır.
«Hediyye olan kurbanlara, gerdanlıklı hayvanlara» Allah'ın evine hediyye olan kurbanlığı götürmekten vazgeçmeyiniz. Çünkü bunlarda Allah'ın nişanelerine saygı mevzû-u bahistir. Bu hayvanların boynuna, öteki hayvanlardan ayırdedilmek üzere ve Kâ'be'ye armağan olarak götürülmek İstendiği bilinip, ona kötülükle yaklaşmak isteyenlerin kaçınmasını sağlamak ve ayrıca bu şekilde Allah'ın evine hediyye göndereceklere örnek olmak üzere, hayvanların boynuna gerdanlık takmaktan da vazgeçmeyiniz. Çünkü Kâ'be'ye hediyye olarak kurban götürmeye davet eden kimseye, tâbi olanların ecri kadar mükâfat vardır. Ayrıca kendilerinin mükâfatından da hiçbir şey eksiltilmez. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.) haccettiği zaman; zu'1-HuIeyfe'de geceledi. Sabah olunca sayıları dokuzu bulan eşlerini ziyaret etti. Sonra yıkanıp güzel kokular süründü. Ve iki rekat namaz kıldı. Sonra kurbanım göstererek; ona gerdanlık yaptı. Halka hacc ve umre haberini verdi. O'nun kurbanı pek çok deve idi. En güzel şekil ve renkte altmışın üzerinde deve kurban etmişti. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Bu, böyledir. Kim Allah'ın nişanelerine hürmet ederse, bu, kalblerin tak-vâsmdandır.» (Hacc, 32).
Seleften bazıları- demişlerdir ki; Allah'ın nişanelerine saygı göstermek demek; kurbanın güzelini ve besilisini seçmek demektir. Ali İbn Ebu Tâlib der ki; Rasûlullah (s.a.) bize göz ve kulağa dikkat etmemizi emretmiştir. Bu hadîsi Sünen ehli muhaddisler rivayet ederler..
Mukâtil İbn Hayyân der ki; «Gerdanlıklı hayvanlara» âyetinden maksad; onu helâl saymayın, demektir. Çünkü câhiliyet ehli, haram aylann dışında yurtlarından çıktıkları zaman kendilerine yün ve kıldan gerdanlık yaparlardı. Mekke'li müşrikler de Harem-i Şerifin ağacının kabuğundan gerdanlık yaparlar ve böylece kendilerini emniyette hissederlerdi. İbn Ebu Hatim bunu rivayet ettikten sonra der ki; bize Muhammed İbn Ammâr... İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir : Bu sûrede iki âyet neshedilmiştir. Birisi gerdanlık âyeti, diğeri de;
«Eğer sana gelirlerse ya aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir.» âyetidir. Münzir İbn Şâzân bize nakletti ki... îbn Avn şöyle demiş : Ben Hasan'a Mâide sûresinden neshedilen 'bölüm var mı? diye sorduğumda; o, hayır, dedi.
Ata der ki; müşrikler, Harem-i Şerifin ağaçlarından gerdanlık yapıyor ve böylece kendilerini emîn kılıyorlardı. Allah Teâlâ, bu sebeple oradaki ağaçlan koparmayı yasaklamıştır. Mutarrif İbn Abdullah da böyle demiştir.
«Ve Rablanndan nimet, rızâ taleb ederek Beyt'ül-Harâm'a ge^ lenlere de hürmetsizlik etmeyin.»
Allah'ın evine emîn olarak gelenlerle ve Allah'ın lutfunu, hoşnûd-luğunu taleb ederek gelenlerle savaşmayı helâl saymayın. Onları Allah'ın evinden alıkoyup, engelleyip, tahrik etmeyin. Mücâhid, Atâ, Ebu'l-Âliye, Mutarrif İbn Abdullah, Abdullah İbn Zeyd İbn Umeyr, Rebî' îbn Enes, Katâde ve Mukâtil İbn Hayyân «Rablanndan nimet, nzâ taleb ederek» kavliyle; ticâretin kaydedildiğini söylemişlerdir. Daha önce Bakara şikesinde geçen «Rabbınızın lutf-u keremini aramanızda bir günâh yoktur.» (Bakara, 198) âyetini de aynı şekilde tefsir etmişlerdik.
İbn Abbâs, bu âyetteki «rızâ taleb ederek» kavlinden maksad; hacc ederek Allah'ın hoşnûdluğunu kazanırlar, demek olduğunu söylemiştir.
İkrime, Süddî, İbn Cüreyc bu âyetin Hutam İbn Hind el-Bekrî hakkında nazil olduğunu bildirirler. Hutam, Medine'nin otlağına saldırmıştı. Ertesi yıl Allah'ın evinde umre yapmak istedi. Ashâbdan bir kısmı, onun önüne çıkarak Kâ'be'ye gitmesine engel olmak istediler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle «Ve Rablanndan nimet, nzâ taleb ederek Beyt'ül-Harâm'a gelenlere hürmetsizlik etmeyin.» buyurmuştur.
İbn Cerır Taberî, bu konuda icmâ' bulunduğunu nakleder. Emân bulunmadığı sürece ister Beyt'ül-Harâm'da, ister Beyt'ül-Mukaddes'de bulunsun; müşriklerin öldürülmesi, caizdir. Çünkü müşrikler hakkındaki bu hüküm mensûhtur. En iyisini Allah bilir. İnkâr ederek, Allah'a şirk koşarak ve küfür ile Kâ'be'yi kasdedenlere gelince; onlar da Kâ'be'ye girdirilmezler. Çünkü Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : «Ey imân edenler, doğrusu müşrikler pistirler. Bu sebeple bu yıllarından sonra onlar Mescİd-i Harama yaklaşmasınlar.» (Tevbe, 28). Bu sebeple Ra-sûlullah (s.a,), hicretin 9. senesinde Hz. Ebubekir'i hacc emirî ta'yîn edince, Hz. Ali'yi göndererek, Rasûlullah'a vekâlet yoluyla Tevbe sûresini yüksek sesle halka ilân etmesini emretmiş ve o yıldan sonra müşriklerin Kâ'be'yi haccedemeyeceklerini ve Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edemeyeceklerim ilân ettirmiştir.
İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan «Ve Rablanndan nimet, rızâ taleb ederek Beyt'ül-Harâm'a gelenlere» âyeti konusunda şöyle dediğini rivayet etmiştir :
«Beyt el-Harâm'a gelenlere» Yani haram eve doğru yönelenlere, demektir. Çünkü o sırada mü'minler ve müşrikler, Beyt el-Harâm'a hacca gidiyorlardı. Allah Teâlâ mü'minierin, herhangi bir kimseyi Allah'ın evini haccetmekten engellemelerini yasaklıyor. İster mü'min, ister kâfir olsun; Allah'ın evini haccetmek isteyenlere herhangi bir şey yapılmasını men'ediyor. Bilâhere «doğrusu müşrikler ancak pistirler. Bu yıllarından sonra mescid-i harâm'a yaklaşmasınlar)) âyeti ile, «müşriklerin, Allah'ın mescidlerini ta'mîr etmeleri olur şey değildir.» Âyeti ve «Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmış olanlar ta'mîr eder» âyetlerini indirerek müşriklerin mescid-i Harâm'a girmesini yasakladı.
Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer Katâde'den «hediye olan kurbanlığa, gerdanlıklı hayvanlara, ve Rablarmdan nimet, Rızâ taleb ederek Beyt'ül-Harâm'a gelenlere hürmetsizlik etmeyin» âyetinin mensûh olduğunu söylemiştir. Câhiliyet devrinde bir kişi, evinden hac maksadıyla çıktığında, ağaçtan gerdanlık takınırdı ve böylece bir daha kimse ona saldırmazdı. Dönüşünde de sacdan örme bir gerdanlık takınırdı ve bir daha ona kimse engel olmazdı. O sıralarda henüz müşrikler, Beytul-lah'tan alıkonulmuş değillerdi. Müslümanlar haram ayda savaşmamak ve Beytullah'ta harbetmemekle emrolunmuşlardı. Bilâhere «Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün» âyet-i celîle'si bunu nesh etmiştir. İbn Cerîr der ki: «Gerdanlıklara» kavlinden maksad; harem'de gerdanlık takan kişiyi emîn sayınız, demektir. (.........)
«İhramdan çıkınca avlanın» vani ihramda işinizi bitirip helâl hale geldiğiniz zaman; avlanma v.s. gibi inrâmlı iken size naram olan şeyleri mübâh kıldık. Bu; yasaktan sonra gelen bir emirdir. Tecrübenin kararlaştırdığı doğru şudur; hüküm; yasaktan önce nasu ise, ona döndürülür. Eğer hüküm vâcib idiyse, dönüş de vâcib olur. Eğer müstahab idiyse, dönüş de müstahab olur. Eğer mübâh idiyse, dönüş de mübâh olur. Bu emrin, vücûb ifâde ettiğini söyleyenlere birçok âyet-i kerîme'yle karşılık verilir. Mübâh olduğunu belirttiğini söyleyenlere de, başka âyet ile karşılık verilir. Delillerin dayandığı esâs, bütünüyle bizim zikrettiğimizdir ki, bazı usûl bilginleri de bunu tercih etmişlerdir. Allah en iyisini bilendir.
«Sizi mescid-i harâm'dan alıkoydukları için bir kavme olan kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin.» Bazı kırâet bilginleri bu âyeti şu şekilde okumuşlardır : Âyetin mânâsı açıktır. Yani sizi mescid-i harâm'a gitmekten alıkoymuş olan bir kavme kin beslemeniz, —-İd bu Hudeybiye savaşının olduğu yıl meydana gelmişti— Allah'ın hükmünü aşmanıza vesile olmasın. Haddi tecâvüz ederek zulüm ve düşmanlıkla kısas uygulamanıza neden olmasın. Aksine Allah'ın herkes için emir buyurduğu, adalet esâsına göre hükmedin. Bu âyet-i kerîme ileride gelecek olan şu âyet gibidir : «Bir kavmin yaptıkları, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet edin; bu, takvaya daha yakındır.» Yani bazı milletlere olan kininiz, sizi adaleti terk etmeye sürüklemesin. Adalet, herkes hakkında ve her halükârda vâcibdir. Seleta sâlihîn'den bazıları demişlerdir ki: Senin hakkında Allah'a isyan etmiş olan kişiye karşı, senin onun hakkında Allah'ın emrine itaat etmen kadar iyi bir davranış yoktur. Göklerle yeryüzü, adalet üzerine kâimdir.
İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Zeyd İbn Eslem'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Hudeybiye günü müşrikler mü'nıinlerin Allah'ın evine gitmelerine engel oldukları zaman, bu davranışları Rasûlullah (s.a.) ve ashabına çok ağır geldi. Bu sırada doğu halkından olan müşriklerden bir topluluk, umre maksadıyla onlarla karşılaştıklarında, peygamberin ashabı dediler ki: Onlar, bizim arkadaşlarımızı Allah'ın evini ziyaret etmekten alıkoydukları gibi, biz de onları bundan alıkoyalım. Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu âyeti indirdi.
«kin» demektir. İbn Abbâs ve diğerleri böyle demiş-, lerdir. (.........)
«İyilik ve takva üzerine yardımlasın. Günâh işlemek ve aşırı gitmek üzerinde yardımlaşmaym.» Allah Teâlâ mü'min kullarına, iyi ve güzel fiilleri işlemek, kötülüklerden sakınmak ve takva üzere birleşmek konusunda yardımlaşmayı emrediyor. Bâtıl, günâh ve yasak üzerinde yar-dımlaşıp destekleşmeyi yasaklıyor. İbn Cerîr der ki: «Günâh»; Allah'ın yapılmasını emrettiği şeyleri yapmamaktır. «Düşmanlık» ise, Allah'ın dininiz konusunda size gösterdiği hududu aşmaktır. Siz ve sizden başkaları hakkında koymuş olduğu farzları tecâvüz etmektir. İmâm Ah-med İbn Hanbel der ki: Bize Hüşeym... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İster zâlim olsun, ister mazlum olsun kardeşine yardım et. Denildi ki: Ey Allah'ın Rasûlü mazlum ise, ona yardım ettiğim bellidir, zâlim ise nasıl yardım edeceğim? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sen onu tutup alıkoyarsın. İşte bu durumda ona yardım böyledir. Hüseyin'den bu hadîsi nakil konusunda Buhârî münferid kalmıştır. Halbuki Buhârî ve Müslim, Sabit kanalıyla Enes İbn Mâlik'-1 ten naklederler ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İster zâlim olsun ister mazlum olsun, kardeşine yardım et. Denildi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, mazlum ise yardım ederim. Bu; böyle. Ya zâlim ise ona nasıl yardım edeyim? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Onun zulmüne engel olursun, işte senin ona yardımın böyledir.
İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd... peygamberin ashabından bir zâttan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :
İnsanlann arasına katışıp onların eziyyetlerine sabreden mü'min, insanların arasına katışmayıp, onların eziyyetlerine sabretmeyen mü'-min'den ecir bakımından daha büyüktür. Aynı hadîsi Ahmed İbn Han-bel; Abdullah İbn Ömer kanalıyla... Yahya İbn Vessâb'dan rivayet eder ki; o Peygamberin ashabından yaşlı bir kişiden şöyle dediğini duymuş : İnsanların arasına katışıp, onların eziyyetlerine sabreden mü'min; insanların arasına katışmayıp, onların eziyyetlerine sabretmeyen mü'-minden daha hayırlıdır. Bu hadîsi Tirmizî, Şu'be kanalıyla ve İbn Mâce İshâk İbn Yûsuf kanalıyla ve her ikisi birlikte A'meş'ten rivayet ederler. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki; bize İbrâhîm İbn Abdullah... Abdullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s-.a.) şöyle buyurmuştur : Bir hayra delâlet eden, onu işleyen gibidir. Sonra Ebu Bekr el-Bezzâr der ki; biz bu hadîsin sadece bu isnâdla rivayet edildiğini biliyoruz. Ben derim ki; bu hadîsin sahîh bir de mesnedi vardır. Şöyle ki: «Kim bir doğru yola davet ederse; o kimseye tâbi olanların mükâfatı kadar —kıyamet gününe kadar— mükâfat verilir. Ayrıca onların mükâfatlarından hiçbir şey eksiltilmez. Kim de bir sapıklığa davet ederse, kıyamet gününe kadar ona tâbi olanların günâhları kadar o kimseye de günâh yazılır ve onların günâhlarından hiçbir şey eksiltilmez. Ebu Hatim et-Taberânî der ki; bize Amr İbn İshâk... Abbâs İbn Yûnus'tan nakletti ki; Ebu'l-Hasan ona Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini söylemiş : Kim; bir kişinin zâlim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zâlim ile birlikte yürürse; İslâm'dan dışarı çıkmış olur.1
3 — Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına bo-ğazlananlar, boğularak, vurularak, yuvarlanarak veya sü-sülerek ölen, yırtıcı hayvan tarafından parçalananlar, canları çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna, dikili taşlar üzerine kesilenler ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır. Bunlar fâsıklıktır. Bugün, küfredenler sizi dininizden etmekten ümitlerini kesmişlerdir. Öyleyse onlardan korkmayın da Ben'den korkun. Bugün, dininizi kemâle erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti beğendim. Her kim ki açlıktan darda kalırsa günâha kaymaksızın (bunlardan yemeğe mecbur olursa) muhakkak ki, Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.
Îmân Edenlere Haram Kılman Şeyler6
Îmân Edenlere Haram Kılman Şeyler
Allah Teâlâ kullarına, aşağıdaki şeylerin ve benzerlerinin yenmesini yasaklayan bir haber bildirmektedir. «Ölü», hayvanın avlanmadan ve boğazlanmadan anında ölmesidir. Ölü etinin yasaklanması; onu, kanının boğması yönüyle zararlı olmasındandır. Çünkü akmamış olan kan, dine ve bedene zarar verir. Bu sebeple Allah Azze ve Celle onu haram kılmıştır. Bunun istisnası sadece balıktır. Balık, ister kesilsin, ister kesilmeden ölsün yenmesi helâldir. Nitekim İmâm Mâlik, Muvatta, isimli eserinde, İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbeî Müsned'lerinde, Ebu Dâ-vûd, Tirmizî, Neseî, İbn Mâce Sahîh'lerinde, İbn Hüzeyme ve İbn Hibbân Sahîh'lerinde, Ebu Hüreyre'den naklederler ki, Rasûlullah (s.a.) a deniz suyu sorulduğunda şöyle buyurmuştur : Onun suyu temizdir, ölüsü helâldir. Çekirge de böyledir. Nitekim ilerde bu konuyla İlgili hadîs gelecektir. «Kan»dan maksad; akıtılmış olandır. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de «akıtılmış kan» buyurmaktadır. İbn Abbâs ve Saîd İbn Cübeyr-de böyle dediler. İbn Ebu Hatim der ki; bize Kesîr İbn Şihâb... İbn Abbâs'tan nakleder ki; Ebu Abbâs (Abdullah İbn Abbâs) a dalak sorulduğunda; o, yeyin, demiş. Soranlar; kandır, dediklerinde; İbn Abbâs, size ancak akıtılan kan haram kılınmıştır, diye karşılık vermiş. Hammâd İbn Seleme de, Yahya îbn Saîd kanalıyla Hz. Âişe'nin; yasaklanan sadece akıcı kandır, buyurduğunu rivayet etmiştir.
Muhammed İbn İdrîs eş-Şâfiî der ki; bize Abdurrahman İbn Zeyd İbn Eşlem... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; Rasûlullafh (s.a.) şöyle buyurmuştur : Sizin için iki ölü Ve iki kan helâl kılınmıştır. Ölüler, balık ve çekirgedir. Kanlar ise, ciğer ve dalaktır. Ahmed İbn Hanbel, İbn Mâce, Dârekutnî, Beyhakî de Abdurrahman îbn Zeyd İbn Eşlem'den bu hadîsi rivayet ederler ki bu rivayet zayıftır. Hattâ Hafız Bey-hakî der ki; bu hadîs, İsmâîl İbn Ebu îdris kanalıyla... merfû' olarak Abdullah İbn Ömer'de'n rivayet edilmiştir. Ben derim ki; her üçü de zayıf kişilerdir. Ancak bazıları diğerlerinden daha doğrudur. Süleyman İbn Bilâl, Zeyd İbn Eşlem kanalıyla Abdullah îbn Ömer'den bazı rivayetlerde bulunmuşsa da bir kısım bilginler onu mevkuf saymışlardır. Hafız Ebu Zür'a er-Râzî bunun daha sahîh olduğunu söyler.
İbn Ebu Hatim der ki; bize Ali İbn Hasan... Ebu Ümame'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Kavmimi Allah'a ve Rasûlüne davet etmek ve İslâm'ın hükümlerini onlara anlatmak üzere Rasûlullah (s.a.) beni göndermişti. Ben kavmime gittim. Bu sırada bize bir tas dolusu kan getirildi ve kavmim onu yemek üzere toplandı. Bana da; ey Sudey (Ebu Ümâme'nin adı) gel de ye, dediler. Ben ise; vay sizin halinize. Ben, size bunu yasaklayan tarafından gönderildim, dedim. Allah bu konuda hüküm inzal etmiştir, dedim. Onlar, nedir bu hüküm? deyince, ben de bu âyeti okudum.
Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh, İbn Etou Şevârib'in hadîsinden kendi isnâdıyla benzer bir rivayeti nakleder ve arkasından şunu ekler : Der ki, ben onları İslâm'a davet ediyordum, onlar ise benden kaçıyorlardı. Onlara; yazıklar olsun size, bana bir yudum su verin, çok susadım, dedim. Der ki, üzerimde de abanı var idi. Onlar; hayır seni ölünceye kadar susuz bırakacağız, dediler. Ebu Ümâme der ki; üzüldüm ve abamı başıma çektim, şiddetli sıcakta susuz yattım. Der ki; rü'yâmda biri geldi. Bana halkın ondan daha güzelini hiç görmediği bir kadehde, halkın ondan daha tatlısını hiç görmediği bir şarâb getirdi, sundu, ben de onu içtim. İçer içmez uyanıverdim. O içişten sonra Allah'a and olsun ki, bir daha ne susadım, ne de çıplandım. Hâkim Müstedrek'inde bu olayı Ali İbn Humşâz kanalıyla Ebu Ümame'den nakleder ve aynı rivayeti zikrettikten sonra; o içişten sonra bir daha ne susadım, sözünün arkasından şunu ekler : Duydum ki, onlar şöyle diyorlardı: Size kavminizin yukarı tarafından bir -adam gelmiş, öyleyse' ona hurma yedirip süt içirmeyin. Sonra bana içecek olarak süt getirildi. Ben; sizin içeceğinize ihtiyâcım yok, Allah beni doyurdu ve içirdi, dedim. Ve onlara karnımı gösterdm. Sonuna kadar hepsi müslüman oldular. (.........)
«Domuz eti» hem evcili, hem yabanîsi et lafzı; yağ da dâhil olmak üzere bütün bölümlerini içine alır. Burada Zâhirî'lerin şaklabanlığına ve «ancak Ölü veya akıtılmış kan veya domuz eti olursa müstesnadır. Çünkü bu pistir» kavimdeki; «çünkü bu pistir» ifâdesini delil getirerek katı ve aşın davranışlarına hiç de ihtiyâç yoktur. Onlar; «çünkü bu pistir» kavlindeki zamiri kendi anlayışlarına göre domuza göndermektedirler. Ancak böylece domuzun bütün bölümlerinin pis olduğunu söylemektedirler. Bu değerlendirme lügat bakımından uzak bir anlayıştır.
Çünkü zamîr, müzafün ileyhe değil, muzâfa gönderilir. Açık olan ifâde şudur ki; et deyince, gerek alışılmış Örfe göre, gerekse arap dilinden anlaşılan mânâya göre; etli olan bütün bölümleri içine alır. Müslim'in Sahîh'inde Büreyde kanalıyla Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğu bildirilir : Kim nerdeşir (Tavla) oynarsa, elini domuz etine ve kanına bulamış gibi olur. Buradaki nefret ettirme ifâdesi, sadece dokunma için kullanılmıştır. Yenme ve besin olarak alma halindeki tehdit ve korkutma nasıl olacaktır? Ayrıca bu ifâde et kelimesinin yağ ve benzerî bütün bölümleri şumûlü içerisine aldığına da delâlet etmektedir. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde belirtildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : Muhakkak ki Allah rakı, ölü, domuz ve putun satışını yasaklamıştır. Denildi ki: Ey Allah'ın Rasûlü ölü yağlarının durumu nedir? Onunla gemiler sıvanıyor, deriler yağlanıyor ve halk aydınlanmaya çalışıyor. Rasûlullah (s.a.) hayır, o haramdır, buyurdu. Buhârî'nin Sahîh'inde Ebu Süfyân'dan nakledildiğine göre; o, Bizans İmparatoru He-raklius'a Hz. Peygamber için; o, bizi ölü ve kandan nehyetti, demişti.
«Allah'tan başkası adına boğazlananlar.» Yani kesilip de üzerine Allah'tan başkasının adı anılmış olanlar da haramdır. Çünkü Allah Teâlâ; tüm yaratıklarının kendi adına kesilmesini gerekli kılmıştır. Ne zaman bu prensibten dönülür ve kesilen hayvanların üzerine put, tâğût, heykel ve benzeri şeylerin adı anılır ve Allah'tan başka diğer yaratıklar zikredilirse; ulemânın icmâına göre; bunu yemek haramdır. Bilginler arasında ihtilâf, kasıtlı veya kasıtsız olarak kurban edilirken üzerine herhangi bir varlığın adı anılmamış olan hayvanların durumu konusundadır. Nitekim bu husus En'âm sûresinde gelecektir.
îbn Ebu Hatim der ki: Bana Ali İbn Hasan... Ebu Tufeyl'den nakletti ki; o şöyle demiş : Hz. Âdem yeryüzüne indiği zaman; ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen kurbanlar haram kılınmıştır. Bu dört nesne hiçbir zaman helâl kılınmamıştır. Allah'ın gökleri ve yeryüzünü yarattığı günden beri bu dördü haramdır. Ancak İsrâiloğullannın' işledikleri günâh yüzünden Allah Teâlâ kendilerine helâl kılman nesnelerin bir kısmını haram kıldı. Meryem oğlu îsâ, Âdem'in getirmiş olduğu emri getirdi ve bu dördünün dışında kalan şeyleri helâl kıldı. Bunun üzerine onlar Hz. îsâ'yı yalanlayıp isyan ettiler. Bu hadîs garîbtir.
Yine İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Rebî' İbn Abdullah'tan nakletti ki; o şöyle demiş : Dedem Cârûd İbn Ebu Sebüre'den duydum ki; o Riyâh oğulları kabilesinden adına Vasıl denilen bir adam vardı. Bu kişi şâirdi. Ferazdak'ın babası Ğâlib ile Kûfe'nin ortalarındaki su üzerinde tartışmışlardı. Su gelecek olursa, birisi yüz deve öteki de yüz deve kesecekti. Su geldi ve ikisi de kılıçlarına sarıldılar, develerin ayaklarım
Kesiyorlardı. Halk, merkepler ve katırlar üzerinde et almak için çıkmışlardı.
Rebî' İbn Abdullah der ki: Hz. Ali o sırada Kûfe'de bulunuyordu. Olay üzerine Rasûlullah (s.a.) in ak katırına binerek halka şöyle seslendi : Ey insanlar, bu develerin etinden yemeyin, çünkü bunlar Allah'tan başkası adına kesilmiştir. Bu hadîs de garîbdir. Ancak sıhhatına delil olarak Ebu Davud'un rivayet ettiği şu hadîs zikredilir : Bize Hâ-rûn İbn Abdullah... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o şöyle demiştir. Rasûlullah (s.a.) bedevilerin deve kesişmediğinden (bizi) nehyetmişti. Sonra Ebu Dâvûd der ki: Muhammed İbn Ca'fer bunu İbn Abbas'ta durdurur. Ancak bu rivayette Ebu Dâvûd tek kalmıştır. Yine Ebu Dâvûd der ki: Hârûn İbn Zeyd... Zübe>r'den nakleder ki; o, ben İkrime'nin şöyle dediğini duydum, demiş: Rasûlullah (s.a.) yarışanların etinin yenmesini yasaklamıştır. Sonra Ebu Dâvûd der ki: Cerîr'den rivayet edenlerin çoğunluğu bu rivayette İbn Abbâs'ı zikretmezler. Dolayısıyla o bu konuda yalnız kalmıştır.
«Boğularak» kasıdlı olarak veya tesadüfen ipin boynuna geçmesi sonucu boğulup ölen hayvanı yemek de haramdır.
«Vurularak» belirli veya belirsiz ağır bir şeyle vurularak öldürülen hayvanları yemek de haramdır. îbn Abbâs ve başkaları böyle demişlerdir- kelimesi, ağaçla dövülüp ölünceye kadar vurulan, anlamına gelir. Katâde der ki; Câhiliyet mensûblan hayvanı sopayla döverler ve ölünce de etini yerlerdi.
Sahih bir hadîste Adiyy İbn Hatim der ki: Ben, Hz. Peygambere; ey Allah'ın Rasûlü ben silâhımla avımı atıyor ve vuruyorum. Rasûlullah buyurdu ki: Silâhınla atıp vurduğun ve deldiğin şeyi ye. Eğer ucuyla isabet ederse; bu vurulan bir şeydir onu yeme. Böylece Rasûlullah mızrak veya benzeri keskin şeylerle avlanarak isabet ettirmek ile, bunların ucuyla vurulanı (mevkûze) birbirinden ayırd etmiştir.. Birinciyi helâl kılmış, ikincisini helâl kılmamıştır. Bu hükümlerde fuka-hâ İcma' etmişlerdir. - Yaralayıcı aracın ucu çarpıp, ağırlığıyla avı öldürüp yaralamaması halinde farklı iki görüş vardır. Bu iki görüş de Şafiî merhumun kavlidir. Birincisine" göre; okta olduğu gibi helâl değildir. Bu iki görüşü birleştiren kanâate göre; yarasız ölü olduğu için o vurulmuş sayılır, ikincisine göre; helâldir. Çünkü o köpeğin avladığı hayvan gibidir ve mubahtır. Bu da bizim zikrettiğimizin mübâh olduğunu gösterir. Çünkü zikrettiğimiz husus ta bu genel hükmün içindedir. Ben bu konu için bir bölüm ayırdım. Onu buraya kaydediyorum (...)
Av köpeğinin; avın üzerine gönderilip de ağırlığıyla öldürmesi veya çarparak avı yaralamayıp öldürmesi halinde onun yenip yenmeyeceği konusunda bilginler farklı iki görüş serdetmişlerdir:
Birinci görüş : «Sizin için tuttuklarını yeyin» kavli umûmî olduğu için ve Adiyy İbn Hâtim'in hadîsi de umumiyet ifâde ettiği için bu tür avı yemek helâldir. Bu görüş; Şafiî merhumdan arkadaşları tarafından nakledilmiş olup Nevevî, Râfiî gibi daha sonraki bilginler de bunu doğru saymışlardır. Ben derim ki: Şafiî'nin, ne el-Ümm ne de el-Muhtasar isimli eserlerinden bu kanâata sahib olduğu anlaşılıyor. Çünkü o, her iki eserde de âyetin iki anlama gelebileceğini söyleyerek ardından herbirine dâir vecihleri zikrediyor. Arkadaşları bu görüşü ona atfederek Şafiî'nin bu konuda iki görüşü bulunduğunu zikretmişlerdir. Ancak o, konuyu anlatırken çok kısa geçmiş ve her birini ayrı ayrı tasrîh ederek kesinlikle şöyledir diye belirtmiştir. Helâl olduğunu söyleyen görüşü, İbn el-Sabbâğ Ebu Hanîfe'den, Hasan İbn Ziyâd kanalıyla rivayet etmişse de ondan başkası bunu zikretmemiştir. Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî ise, bu görüşü tefsirinde Selmân el-Fârisî'den, Ebu Hüreyre'den, Sa'd İbn Ebu Vakkâs'dan, Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki, bu nakil gerçekten garîbtir. İbn Cerîr merhumun —Allah ondan razı olsun— şahsî tasarrufundan başka bu açıklamaları o zevattan nakleden başka kimse çıkmamıştır.
İkinci görüş : bu tür avlanılan hayvanlar helâl değildir. Şafiî'den nakledilen iki görüşten birisi budur. Müzeni de bu görüşü tercih etmiştir. İbn el-Sabbâğ'ın ifâdesinden de onun bu görüşü tercih ettiği anlaşılmaktadır. Allah en iyisini bilendir. Ebu Yûsuf ve İmâm Muhammed bu görüşü Ebu Hanîfe'den rivayet etmişlerdir. İmâm Ahmed İbn Han-bel'den şöhret bulmuş olan görüş de budur. Allah ondan razı olsun. Bu görüş, doğruya daha çok benzemektedir. Ama en iyisini Allah bilir. Çünkü bu görüş hem fıkıh usûlü kaidelerine göre daha uygun sevke-dilmiş, hem de şer'î esâslara daha muvafıktır. îbn el-Sabbâğ bu görüşün Râfi' İbn Hadîc'den naklettiği bir hadîsle te'yîd etmeye çalışmaktadır. Râfi' İbn Hadîc der ki: Ben Hz. Peygambere, ey Allah'ın Rasûlü biz yarın düşmanla karşılaşabiliriz, yanımızda bir bıçak yok, kamışla kesebilir miyiz diye sordum. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Kanı akıtılan ve üzerine Allah'ın adı anılan şeyi yeyiniz. Hadîs bütünüyle Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde de yer almaktadır Bu hadîs herne kadar özel bir sebep dolayısıyla vârid olmuşsa da, usûl ve furû' bilginlerinin cumhuru hadîsin lafzının umûmî olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim Hz. Peygambere; bal şerbeti sorulduğunda şöyle buyurmuştur : Sarhoşluk veren her içecek haramdır. Hiç bir fakîh kalkıp da bu ifâde bal şerbetine mahsûstur diyebilir mi? Burada da aynı şekilde Hz. Peygambere kesici âletten suâl edilmiş o- da hem sorulana, hem de diğerlerine şâmil olanı umûmî bir ifâde kullanmıştır. Aleyhisselâtü Vesselam efendimiz sözlerin en derli toplusuna sahip idi. Bu husus, kesinlik kazandığına göre; köpeğin çarptığı veya ağırlığı ile ezdiği şey; kanı akıtılan hayvanlardan sayılmaz. Ve hadîsten anlaşıldığına göre de bu helâl değildir.
Denilecek olursa ki: Bu hadîs o türden bir şeyi açıklamıyor. Çünkü onlar, Hz. Peygambere hayvan kesilen âleti sormuşlar, ve kesilen hayvandan suâl etmemişlerdir. Bu sebeple kesici âletden diş ve tırnak istisna edilmiştir Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Diş ve tırnak böyle değildir. Ben size bu konudan söz edeceğim. Diş, kemiktir. Tırnak ise Habeşli'lerin bıçağıdır. Müstesna, kendisinden istisna yapılan şeyin cinsine delâlet eder. Aksi takdirde muttasıl istisna olmaz. Bu da gösteriyor ki; sorulan konu kesici âlettir. Binâenaleyh sizin söylediğiniz hususu gösteren bir açıklama yoktur.
Buna cevâb olarak denilir ki: Bu ifâdede sizi de müşkil duruma sokan bir husus vardır. Çünkü Rasûlullah (s.a.), kanı akıtılan ve üzerine Allah'ın adı anılmış olan her şeyden yeyin, buyuruyor da onu kesin, buyurmuyor. Binâenaleyh bu ifâdeden aynı anlamda iki hüküm de çıkarılabilir. Yani kesici âletin ve kesilen şeyin hükmü. Diş ve tırnaktan başka bir âletle kesilen hayvanın kanının mutlaka akıtılması gerektiği anlaşılır. Benimsenecek yollardan tririsi budur. îkinci yol ise, Müzenî'nin benimsediği yoldur ki buna göre; ok hakkında sarahaten bilgi vârid olmuştur. Okun değerek öldürdüğü yenmez. Ama delerek öldürdüğü yenir. Köpek de mutlak olarak ifâde edilmiştir. Binâenaleyh onun takyîd bakımından demeye hami edilmesi gerekir. Çünkü mu-ceb bakımından her ikisi de ortaktır ki, bu da avdır. Sebep farklı da olsa tourada köpeğin de oka hami edilmesi îcâb eder. Tıpkı zıhâr olayında köle azâd etmenin, öldürmede yemîn konusundaki takyide hami edilmesi îcâb ettiği gibi. Hattâ buradaki hami yönü daha da uygundur. Bu kaidenin aslını bilenler için bu hususun kabul edilmesi ve meselenin böylece yönlendirilmesi gerekir. Bu konuda ashâb arasında da ihtilâf yoktur. Onlar buna şöyle cevâb verebilirler: Burada köpek, ağırlığıyla avını öldürmektedir. Binâenaleyh okun değmesiyle öldürdüğüne kıyâs ederek bunun da helâl olmaması gerekir. Birleştirici söz şudur; her ikisi de av aracıdır. Ve her ikisinde de ağırlık sebebiyle ölüm gerçekleşmiştir. Bu husus âyetin umûmî oluşuna ters düşmez. Çünkü kıyâs, umûmdan öncedir. Nitekim dört mezheb imamının ve cumhurun görüşü budur. Bu tutum da güzel bir tutumdur. Bir başka tutuma göre, Allah Teâlâ'nın «sizin için tuttuklarını yeyin» kavli yaralayarak veya başka yollarla öldürülenler için umûmîdir. Ancak burada tartışılan şekilde Öldürülen hayvanın durumu şu iki şıkka girecektir. Ya hayvan susulmuş olacaktır veya susulmuş hayvan hükmüne tâbi olacaktır. Yahut ta boğulmuş veya boğulmuş hükmünde olacaktır. Hangisi olursa olsun, âyetin bu şekillerden önce ele alınması îcâb eder. Bunun birkaç nedeni vardır :
Birincisi; Şârî bu âyetin hükmünü av haline göre değerlendirmiştir. Nitekim Adiyy İbn Hatim der ki: Eğer onu dokunarak yaralarsa; bu, vurularak öldürülmüş hükmündedir. Dolayısıyla onu yeme. Biz 'bu âyetteki şu veya o hükmün arasım ayıran hiç bir bilgin tanımadık. Vurulmak, av halinde mu'teberdir. Süsülme ise, mu'teber değildir diyen ve bu âyetteki hükmün arasım ayıran bir bilgin tanımıyoraz. Tartışılan konunun helâl olduğunu söylemek, icmâ'ı delmek (çiğnemek) olur ki, bunu söyleyen kimse çıkmamıştır ve böyle bir söz bilginlerden çoğuna göre mahzurludur.
İkinci olarak; «sizin için tuttuklarım yeyin» âyeti icmâ* ile umûma delâlet etmemektedir. Sadece yenilen hayvana tahsis edilmiştir. Ancak yenilmeyen hayvanların ifâdenin umûmundan dışta kalmış olduğunda ittifak vardır. Bilindiği gibi korunmuş olan umumiyetten öncedir. Bir başka tutuma göre; bu av, bu durumuyla ölünün hükmüne eşittir. Çünkü onda kan tıkanıp kalmıştır. Ve buna bağlı olarak nem de kalmıştır. Dolayısıyla ölüye kıyâs edilerek helâl olmadığı söylenir.
Bir başka tutuma göre; «size ölü haram kılındı» kavli ile başlayan âyet muhkemdir. Nesih ve tahsis edilmemiştir. Helâl olduğunu belirten «sana kendilerine neyin helâl olduğunu soruyorlar. De ki size temiz şeyler helâl kılmıştır» âyetinin de aynı şekilde muhkem olması îcâb eder. Ve aralarında çelişki bulunmamalıdır. Sünnet, bunun açıklanması için gelmiş olmalıdır. Bunun delili, ok olayıdır. Çünkü bu âyete dâhil olan hususların hükmü orada açıklanmıştır. Buna göre; sapsız okun deldiği şey helâl olur. Çünkü o, temiz şeylerdendir. Bu âyetin hükmüne dâhil olan şeylerden birisi de, haram kılma âyetidir. Şöyle ki, bir okun değmesiyle yaralanan şey venmez. Çünkü o, vurulmuş olur. Böylece tahrîm âyetinin şümulüne girer. Binâenaleyh bunun hükmü ile onun hükmünün eşit olması gerekir. Şöyle ki; köpeğin yaralamış olduğu şey, helâl kılan âyetin hükmüne dâhil olur. Ama yaralamayıp da çarparak ağırlığıyla öldürdüğü şey ise, süsülerek ölen hayvan durumuna gelir ki, bu onun hükmündedir ve helâl olmaz.
Öyleyse niçin köpeğin hükmü açıklanmadı, sizin; köpeğin yaraladığı şey helâldir, yaralamadığı şey haramdır sözünüz niçin zikredilmedi? denilecek olursa; cevâb olarak denir ki: Bu, nâdir bir olaydır, çünkü köpeğin tırnağı veya pençesi ile ya da ikisi ile birlikte öldürülmesi âdetidir. Köpekle avın çarpışması ise, nâdir bir olaydır. Ağırlığıyla avı öl' dürmesi de aynı şekildedir. Âyet-i kerîme nâdir bir olay olduğu için bundan sakındırma gereği duymamıştır. Yahut da ölenin, boğulanın, vurulanın, yuvarlananın ve süsülenin haram kılınması ile ilgili hükmü bilene göre bu hususun çok açık olmasından dolayı açıklamamıştır. Ok ve sapsız oka gelince, bu bazen havadan dolayı "bazen de atıcının kötü atışından dolayı isabet etmez. Ve isabetten çok yanılma şansı fazladır. Bunun için her ikisinin hükmü daha mufassal olarak açıklanmıştır. Allah en iyisini bilendir. Köpek avdan yeme alışkanlığına sahip olduğu için onun hükmü açıklanmıştır. Ve bu sebeple avını yerse hükmünün ne olacağı zikredilerek; eğer ondan yemişse sen yeme. Çünkü onu kendisi için tutmuş olmasından korkarım, buyurmuştur. Bu hadîs Buhârî ve Müslim'de yer alan sahîh bir hadîsdir. -Birçoklarına göre helâl kılan âyetin umumiyetinden ayrı olarak bu hüküm tahsis edilmiştir. Bu sebeple onlar, köpeğin yemiş olduğu şeyi helâl saymazlar. Bu görüş Ebu Hüreyre ve İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Hasan, Şa'bî ve Nehaî de bu görüştedir. Ebu Hanîfe ve iki arkadaşıyla Ahmed İbn Hanbel ve meşhur olan görüşünde Şafiî bu fikri benimsemiştir. İbn Cerîr, tefsirinde Ali, Sa'd, Selmân, Ebu Hüreyre, İbn Ömer, İbn Abbâs'dan nakleder ki; onlar, köpek yemiş de olsa onun tuttuğu av yenir, demişlerdir. Hattâ Sa'd, Selmân, Ebu Hüreyre, İbn Ömer ve başkaları bir parçacık dahi kalmış olsa o kısım yenir, demişlerdir. İmâm Mâlik bu görüşü benimsediği gibi Şafiî eski görüşünde bunu kabul etmiş, yeni görüşünde ise iki farklı kanâata temayül etmiştir. Ebu Nasr İbn es-Sabbâğ ve diğerleri Şafiî'den bu kanâati naklederler.
Ebu Dâvûd kuvvetli ve sağlam bir isnâdla Ebu Sa'lebe'den Rasû-lullah (s.a.) in köpeğin avladığı av hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Köpeğini gönderdiğin ve üzerine Aliah'm adım andığın zaman köpeğin ondan yese de sen ye. Aynı şekilde Neseî Amr İbn Şuayb kanalıyla babasından o da dedesinden nakleder ki, Ebu Sa'lebe isimli bir bedevî Rasûlullah'a suâl sormuş ve Rasûlullah da yukardaki şekilde cevâb vermiştir.
Muhammed İbn Cerîr Taberî tefsirinde der ki: Bize İmrân... Selmân el-Farisî kanalıyla Rasûlullah (s.a.) dan nakleder ki; o, şöyle buyurmuştur : Kişi köpeğini avın üzerine salarsa ve köpek avı yakalar ve ondan yerse; kişi arta kalanı yesin. Sonra îbn Cerîr, bu hadîsi Katâde ve diğerlerinin Saîd İbn Müseyyeb kanalıyla Selmân'dan mevkuf olarak naklettiğini söyler. Cumhur ise Adiyy'in hadîsini bundan önce sayar. Ebu Sa'lebe ve diğerlerinin hadîsinin zayıf olduğunu belirtir. Bazı bilginler; bu ifâdeyi şöyle yorumlamışlardır : Eğer sahibi köpeği bekler ve köpeğin sahibinden ayrıldığı süre uzarsa, köpek te gelmez ve avun yerse: açlıktan veya' benzeri nedenlerden dolayı yemiş olacağı için; bunda bir beis yoktur. Çünkü bu durumda hayvanın kendi nefsi için tutmuş olmasından korkulmaz. İlk hamlede yemiş olması hali ise bunun tersinedir. Çünkü ilk anda yerse bunu kendisi için yediği anlaşılır. Allah en iyisini bilendir.
Yırtıcı kuşların hükmü ise, Şafiî'nin ifâdesine göre; köpekler gibidir. Ve yedikleri şeyler Cumhûr'a göre haramdır. Öbürlerine göre ise, haram değildir. Bizim mezhebimiz mensûblarmdan (Şafiî) Müzenî, kuşların ve yırtıcı hayvanların yemiş olduğu avı yemenin haram olmaya^ cağı görüşünü tercîh etmişlerdir ki, Ebu Hanîfe ve Ahmed İbn Hanbel'in mezhebi de böyledir. Onlar derler ki: Yırtıcı kuşları —köpek gibi— döverek veya benzeri yollarla eğitmek ve öğretmek mümkün değildir. Ruhlar ancak avdan yedirilerek eğitilir. Bu sebeble onun yemiş olduğu şey affedilir. Ayraca nass'ın köpek hakkında vârid olduğu, kuşlar hakkında vârid olmadığı da söylenir. Şeyh Ebu Ali, el-İfsâh isimli eserinde der ki: Köpeğin yemiş olduğu avın haram olduğunu söyleyecek olursak, kuşun yemiş olduğu . avın haram olduğu konusunda iki vecih vardır. Kâdî Ebu Tayyib Şafiî merhumun her ikisini de aynı kabul eden ifadesine dayanarak böyle bir ayırım ve tertibi reddetmiştir. En iyisini Allah Sübhanehû ve Teâlâ bilir.
«Yuvarlanarak» Yüksek bir yedren veya satrp bir noktadan düşüp de ölen hayvanlar helâl değildir. Ali İbn Ebu Talha İbn Abbâs'tan nakleder ki: Yuvarlanandan maksad, dağdan düşendir. Katâde ise bu; kuyuya düşen demektir, der. Süddî de kuyuya düşen veya dağdan yuvarlanandır, der.
«Veya süsülerek ölen.» Başka bir hayvanın itmesi sonucu ölen hayvanlar haramdır. İsterse süsen hayvan boynuzuyla yaralasın ve hayvanın boğazlandığı noktadan kan çıksın, yine yenmez. (...)
«Yırtıcı hayvan tarafından parçalananlar» Aslanın, kaplanın, parsın, kurdun veya köpeğin saldırarak bir kısmını parçalayıp yediği ve bunun neticesinde ölen hayvan da haramdır. İsterse boğazlanma noktasından kan akmış olsun. İcmâ-ı ümmete göre bu hayvan yenmez. Câhiliy-yet devrinde araplar, yırtıcı hayvandan arta kalan koyun, kuzu, sığır ve danayı yiyorlardı. Ancak Allah Teâlâ bunu mü'minlere yasakladı. «Canları çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna.» Buradaki istisna, ölüm sebebi gerçekleşmiş olup da imkân bulunarak kesilen hayvanlara iade edilebilir. Hayvanda henüz yerleşik bir hayat emaresi mevcûddur. Bu takdirde istisna, «Boğularak, vurularak, yuvarlanarak veya süsülerek ölen hayvanlar canlan çıkmadan evvel kestiğiniz, de müstesna.» şeklinde olur. Ali İbn Ebu Talha İbn Abbas'tan nakleder ki; «kestiğiniz müstesna» kavliyle kastolunan; yukarda zikri geçen hayvanlardan canlı iken kestikleriniz müstesnadır, bunları yiyin mânâsı çıktığını söyler. Saîd îbn Cübeyr Hasan el-Basrî ve Süddî'den de böyle rivayet edilmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Ali'den nakletti ki; «Canlan çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna.» âyeti hakkında o şöyle demiş: Eğer hayvan kuyruğunu oynatır veya ayağım depreştirir veya gözünü kımıldatırsa onu yeyin.
îbn Cerîr der ki; bize Kasım... Ali'den nakletti ki; o şöyle demiştir: Eğer vurularak, yuvarlanarak veya süsülerek ölmek üzere olan hayvana yetişirseniz; o ön veya arka ayaklarını kımıldatıyorsa onu yiyin. Dâvûd, Hasan,, Katâde, Humeyd, Dahhâk ve başkalarından da böylece rivayet edilmiştir. Onlara göre kesilen hayvan kestikten sonra canlılığa delâlet eden bir nevî kımıldamada bulunursa helâldir. Bu görüş fuka-hânın cumhurunun görüşüdür. Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel de aynı şekilde demişlerdir.
İbn Vehb der ki: İmâm Mâlik'e; yırtıcı hayvanların, bağırsakları çıkıncaya kadar parçaladıkları koyunun durumu sorulduğunda; O şöyle demiş : Keseceğinizi zannetmiyorum. Çünkü kesilebilebilecek neresini bulursunuz ki? Eşheb de der ki: İmâm Mâlik'e sırtlanın saldırıp belini kırdığı koyunun durumu soruldu; ölmeden evvel kesilirse yenir mi denildi? O eğer kalbine ulaşmışsa yenileceğini sanmıyorum. Ama öteki taraflanna girmişse; bunda bir bahis yoktur, dedi. İmâm Mâlik'e; üzerine atlamış ve belini kırmıştır, denince; bu benim için hayret-i mûcib değildir. Çünkü bunun yaşaması imkânsızdır, dedi. Ona kurt koyun üzerine saldırıyor, karnını parçalıyor, ancak bağırsaklarını parçalamıyor. Bunun durumu ne olacaktır? denildiğinde; hayvanı parçalarsa yenebileceğini sanmıyorum, demiştir., İmâm Mâlik merhumun mezhebi bu-(Jur. Âyetin zahiri ise umûmîdir. İmâm Mâlik'in istisna ettiği hayvanın yaşayacak durumda kalması imkânı bulunmayan hallerde bile istisna geneldir. Öyleyse âyetin tahsisi için bir delilin bulunması gerekir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Râfî İbn Hadîç'ten nakledilir ki; o şöyle demiş : Ben dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü biz yarın bir düşmanla karşılaşabiliriz. Yanımızda büyük bıçak bulunmaz. O zaman kamışla keselim mi? Rasûlullah buyurdu ki: Kanı akıtılıp üzerine Allah'ın adı anılan hayvanı yeyiniz. Mühim olan diş ve tırnak değildir. Ben size bu konuda bilgi vereceğim: Diş kemiktir, tırnak ise Habeş'lilerin bıçağıdır.
Dârekutnî'nin rivayet ettiği hadîs üzerinde durulması gerekir. Bu hadîs mevkuf olarak Hz. Ömer'den de nakledilmiştir ki en doğrusu budur : Dikkat ediniz, boğazlamak boğazda ve gerdanlık kısımdadır. Canların çıkması için acele etmeyin.
İmâm Ahmed'in ve Sünen sahiblerinin Hammâd İbn Seleme kanalıyla Ebu Aşrâ'dan ve onun da babasından naklettiği hadîste o der ki: Ey Allah'ın Rasûlü, boğazlama yalnızca gerdan ve boğazdan mı? dedim. Rasûlullah buyurdu ki: Eğer sen hayvanın baldırına bastırırdan bu senin için yeterlidir. Bu hadîs sahihtir. Ancak boyundan ve gerdandan kesilmesine güç yetirilemeyen hayvanlar için geçerlidir.
«Dikili taşlar üzerine kesilenler» Mücâhid ve İbn Cüreyc derler ki : Dikili taşlar Kâ'benin etrafında bulunan taşlardır. İbn Cüreyc'in ifâdesine göre; bunlar üçyüzaltmış tane dikili taş idi. Ve araplar câhüiyetleri devrinde kurbanlarını bu taşların yanında boğazlıyorlardı. Burada kestikleri kurbanların kanım Beytullah'a serpiyorlar, etleri yarıyor ve taşların üzerine seriyorlardı.
Başkaları da böyle naklettiler. Nihayet Allah Teâlâ mü'minlere bu tür davranışları yasakladı. Ve dikili taşların yanında kurban edilen hayvanların etinin yenmesini haram kıldı. İsterse dikili taşlar üzerinde kesilirken hayvanlara Allah'ın adı anılmış olsun. Çünkü bu, Allah'ın ve Rasûlünün yasakladığı şirktir. Bu âyetin bu mânâya hamledilmesi gerekir. Çünkü Allah'tan başkası adına kesilenlerin haram kılındığı daha önce belirtilmişti.
«Ve fal oklarıyla kısmet aramanız.» Ey mü'minler, fal oklanyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır. Câhiliyet devrinde arablar fal oklarıyla kısmet ararlardı ve bu, şöyle olurdu : Üç tane ok bulunurdu; birinin üzerinde yap, birinin üzerinde yapma yazılırdı. Üçüncüsünde ise bir şey yazılmazdı. Başkalarının dediğine göre; oklardan birinin üzerinde «Rabbim bana emretti», diğerinin üzerinde, «Rabbım bana yasakladı», üçüncünün üzerinde ise hiçbir şey bulunmazdı. Eğer yapılması emredilen ok çıkarsa yapılır, yasaklanan ok çıkarsa yapılmazdı. Eğer bos çıkarsa tekrar ok atılırdı.
bu fal oklarından kısmet aramadan alınmış bir tâbirdir. Ibn Cerîr Taberî böyle kaydeder.
İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Muhammed... İbn Abbâs'-taiı nakletti ki; o, «Fal oklarıyla kısmet aramanız» âyeti konusunda şöyle demiştir : Metinde geçen kelimesi ok demektir, Araplar, bazı konularda bununla kısmet ararlardı. Mücâhid, îbrâhîm en-Nehaî, Hasan el-Basrî ve Mukâtil İbn Hayyân'dan da böyle rivayet edilmiştir. İbn Abbas der ki; bu kelimesi ok demektir. Araplar, bir çok konuda bununla kısmet arıyorlardı. Muhammed İbn İshâk ve diğerlerinin anlattığına göre; Kureyş'in en büyük putu Hubel adını alan puttu ve Kâ'be'nin içindeki kuyunun başına dikilmişti. Oraya hediyeler konur ve Kâ'be'nin mallan bırakılırdı. Bunun yanında yedi tane ok vardı. Okların üzerinde hüküm vermek istedikleri konular yazılıydı. Müşkil bir şeyle karşılaştıkları zaman, çıkış yolu bulamazlarsa; gelir, bu oklardan hüküm çıkarmaya çalışırlardı ve oklardan ne çıkarsa onu uygularlardı. Buhârî'nin Sahîh'inde sabit olduğuna göre; Hz. Peygamber Kâ'be'ye girdiğinde, Kâ'be'de İbrahim ve İsmâîl (a.s.) in resimlerinin yapılmış olduğunu ve ellerinde de oklar bulunduğunu gördü ve buyurdu ki; Allah, onları kahretsin. HalbuM İbrahim'le İsmail'in oklarla kısmet aramadıklarım onlar çok iyi bilmektedirler.
Sahîh hadîste vârid olduğuna göre; Surâka İbn Mâlik, Hz. Peygamber ve Ebubekir'in Medine'ye hicret etmek İçin çıktığını öğrenince; onlann peşine takıldığı zaman oklarla kısmet aramış; bunların zararlı mı, yararlı mı olduğunu araştırmış ve istemediği halde zararsız bir ok çıkmış. Surâka der ki ;ben, oktan çıkanı reddederek onların peşinden gittim. Sonra bir daha kısmet aramış. İkinci ve üçüncü defasında da zararsızdır diyen hoşlanmadığı oklar çıkmış, her seferinde böyle çıkarmış. Henüz o sırada Surâka müslüman değilmiş. Sonra müslüman olmuş. İbn Merdûyeh de İbrâhîm İbn Yezîd kanalıyla... Ebu Derdâ'dan rivayet eder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kâhinlik yapan ve fal oklarıyla kısmet arayan veya uğursuz sayarak seferden dönen kimse, dereceye vasıl olamaz. Mücâhid de burdaki okların, araplann meşhur oku olup, Bizans ve İranlıların kumar oynadıkları aşıklar gi-bj olduğunu söyler. Ancak Mücâhid'in, akların kumar için konduğu sözüne dikkatle bakmak gerekir. Bazen istihare, bazan da kumar için kullandıklarını söylemek daha doğru olur. En iyisini Allah bilir. Çünkü Allah Sübhânehû, bu fal oklanyla kumarın arasını ayırmış ve sûrenin sonunda : «Ey îmân edenler, muhakkak ki rakı, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytânın işi pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının ki felaha eresiniz...» buyurmuştur. Burada ise «fal oklarıyla kısmet aramanız sapıklıktır» buyurmuştur. Yani bu işleri yapmak sapıklık, dalâlet, cehalet ve şirktir. Allah mü'minlerin herhangi bir konuda tereddüde düşmeleri halinde; Allah'a ibâdet ederek istihare yapmalarını ve yapmak istedikleri işlerde hangisinin daha hayırlı olduğunu Allah'tan dilemelerini buyurmuştur. Nitekim Ahmed İbn Hanbel, Buhar! ve Sünen sahipleri muhtelif yollarla Câbir îbn Abdullâh'dan naklederler ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bize Kur'an'dan bir sûreyi öğrettiği gibi, istihareyi de öğretip buyururdu ki; sizden herhangi birisi zor bir işle karşılaştığında farz namazları dışında iki rek'at namaz kılsın, sonra desin ki:
Allah'ım Senin bilginle Senden hayır öğrenmek istiyorum, Senin ölçünle ölçü edinmek istiyorum ve Senin ulu lutfundan istiyorum. Senin gücün yeter, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem, Sen görünmezleri en iyi bilensin. Allah'ım, eğer şu işim benim dinim, hayatım ve akibetim için —veya süresiz ve süreli işim (dünya ve âhiret) için dedi— hayırlı olduğunu biliyorsan; onu benim için takdir et ve bana onu yapmayı kolaylaştır ve onu benim için kutlu kıl. Allah'ım eğer bu işin, benim dinim ve hayatım ve akıbetim için —veya süreli ve süresiz işim (dünya ve âhiret) için dedi— kötü olduğunu biliyorsan; beni ondan vazgeçir, onu da benden uzaklaştır ve benim için hayır takdir et. Sonra beni bundan hoşnûd eyle, diyordu. Râvî der ki; sonra ihtiyâcını bildiriyordu. Bu lafız İmâm Ahmed'indir. Tirmizî ise der ki; bu hadîs hasendir, sahihtir, garîbtir. Ancak Ebu'l-Mevâlî'nin hadîsinden onu bilmekteyiz.
«Bu gün küfredenler, sizi dininizden etmekten ümitlerini kesmişlerdir.» Ali îbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Sizi tekrar kendi dinlerine döndürmekten ümitlerini kesmişlerdir, demektir. Atâ İbn Ebu Rebâh, Süddî ve Mukâtil İbn Hayyân'-dan da böylece rivayet edilir. Buhârî'nin Sahîh'inde vârid olan hadîs-i şerîf de bu mânâya gelir ki, orada Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Doğrusu şeytân, Arap yarımadasında namaz kılanların kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir. Ancak onların aralarını bozmakla bunu yapabilir.
Bu âyetle şunun murâd edilmiş olması da muhtemeldir: Onlar müslümanlara benzemekten ümitlerini kesmişlerdir. Çünkü müslüman-lar müşriklerle ve şirk ile ilgili her türlü niteliklere aykırı davranarak onlardan ayrılmışlardır. Bunun için Allah Teâlâ, mü'min kullarına sabretmelerini ve kâfirlere muhalefette ısrar etmelerini emretmekte ve Allah'tan başkasından korkmamalarını, buyurmaktadır: «Öyleyse onlardan korkmayın da Benden korkun.» Onlara muhalif davrandığınız için kendilerinden korkmayın, Benden korkun, onlara karşı sizi Ben destekler, te'yîd eder ve muzaffer kılarım, göğüslerinize şifâ veririm. Dünya ve âhirette sizi onlardan üstün kılarım.2
Dininizin Kemâle Erişi12
Dininizin Kemâle Erişi
«Bu gün dininizi kemâle erdirdim, üzerinizde olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti beğendim.» Bu, Azîz ve Celîl olan Allah'ın bu ümmete lütfettiği en büyük nimettir. Evet, Allah bu ümmetin dinini kemâle erdirmiştir. Artık dinlerinden başka bir dine ihtiyâç ve peygamberlerinden başka bir peygambere gerek duymayacaklardır. Zâten bunun için Allah peygamberini, peygamberlerin hâtemi kılmış, insanlara ve cinlere elçi olarak göndermiştir. O'nun helâl kıldığından başka bir helâl yoktur. O'nun haram kıldığından başka haram bir şey yoktur. O'nun getirdiği dinden başka din yoktur. O'nun bildirdiği her şey haktır, yanlışı olmayan doğrudur, yanılması olmayan ha-kîkattır. Nitekim Allah Teâlâ; «Rabbırun sözleri doğruluk ve adalet olarak tamamlanmıştır.» buyurmaktadır. Yani verdiği haberlerde doğru, yasak ve emirlerinde adaletlidir. Mü'minlerin dini kemâle erdiğine göre; üzerlerindeki nimet de tamâma ermiştir. Bunun için Allah Teâlâ: «Bu gün dininizi kemâle erdirdim, üzerinizde olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti beğendim.» buyurmaktadır. Yani siz de kendiniz için İslâm'ı seçin. Çünkü Allah'ın beğenip hoşlandığı din odur. O dini peygamberlerin en faziletlisi ile gönderdim ve beraberinde de kitapların en şereflisini indirdim.
Ali îbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'dan nakleder ki; o «Bugün dininizi kemâle erdirdim.» kavlinden maıksad; İslâm'dır, demiştir. Bu âyet ile Allah Teâlâ, peygamberine ve mü'minlere îmânlarım kemâle erdirdiğini haber vermiştir. Bir daha hiçbir zaman için arttırmaya gerek duymayacaklarını ve Allah'ın tamamladığı şeyi başka hiçbir şeyin eksiltmeyeceğini, Allah'ın beğendiğini hiçbir şeyin kötüleyemeyeceğini ifâde etmektedir. Esbât da Süddî'den naklederek der ki; bu âyet, Arefe günü nazil.olmuştur. Ondan sonra bir daha ne helâl, ne de hârâm ile ilgili bir hüküm inmiştir. Rasûlullah (s.a.) harpten döndükten sonra da vefat etmiştir. Umeys kızı Esma dedi M : Ben de o esnada Rasûlul-lah ile beraber haccediyordum. O sırada biz yürüyorduk. Ve birden Cibril (a.s.) belirdi. Rasûlullah (s.a.) bineğinin üzerinde eğildi. Binek Kur'an'ın ağırlığına tahammül edemedi ve düştü. O sırada ben, yanına varıp beraberimde bulunan bir hırkayı o'nun üzerine yaydım. îbn Cü-reyc ve bir başkası der ki, Rasûlullah (s.a.) Arefe gününden sonra 81 gün yaşadı ve vefat etti. Bu iki rivayeti, İbn Cerîr Taberî tefsirinde nakleder. Sonra da der ki; bize Süfyân İbn Vekî'... Antere'den nakletti ki; o, şöyle demiştir : «Bugün dininizi kemâle erdirdim.)) âyeti nazil olduğunda; büyük hacc günüydü. Bunu duyan Ömer ağladı. Hz. Peygamber seni ağlatan nedir? diye sordu. Hz. Ömer dedi ki: Beni ağlatan şey şudur : Biz her gün dinimizin arttırılmakta olduğunu görüyorduk. Artık kemâle ermiş olduğu anlaşılıyor. Doğrusu bir şey ne zaman kemâle ererse; artık eksilmeye başlar. Rasûlullah (s.a.) doğru söylersin, buyurdu. Bu anlamda sabit olan şu hadîs delil olarak gösterilebilir : İslâm; garîb olarak doğmuştur. Tekrar garîb olacaktır. Ne mutlu garîb-lere.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ca'fer İbn Ayn... Tank İbn Şihâb'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Yahûdîler'den birisi Hattâb oğlu Ömer'e geldi ve dedi ki; ey mü'minlerin emîri, siz kitabınızdan bir âyet okumaktasınız. Eğer böyle bir âyet Yahûdî topluluğuna inmiş olsaydı; o günü muhakkak bayram kabul ederdik. Hz. Ömer hangi âyet o dediğinde, Yahûdî; «Bugün dininizi kemâle erdirdim...» âyetidir, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki: Allah'a yemîn ederim ki ben, o âyetin Rasûlullah (s.a.) a indiği günü ve indiği saati çok iyi bilirim. Bu âyet Cum'a' günü Arefe akşamı nazil oldu. Bu hadîsi, Buhârî Hasan İbn Abbâs kanalıyla... Ca'fer îbn Avn'dan nakleder. Keza Müslim, Tirmizî, Neseî de Kays İbn Müslim kanalıyla bu hadîsi rivayet ederler. Buhârî'nin, bu âyetin tefsirinde naklettiği lafız, Süfyân es-Sevrî kanalıyla Târik îbn Şihâb'dan menkûldür ve şu şekildedir: Yahudiler, Hz. Ömer'e dediler ki; siz bir âyet okuyorsunuz. Eğer öyle bir âyet bize nazil olsaydı, o günü bayram edinirdik. Hz. Ömer dedi ki; ben o âyetin indirildiği zamanı, yeri ve indirildiği sırada Rasûlullah (s.a.) in nerede bulunduğunu çok iyi bilirim. İndirildiği gün Arefe günüydü. Allah'a yemîn ederim ki; biz, Arefe'de idik. Süfyân der ki ben Oum'a günü müydü, değil miydi şüpheliyim. Sonra Buhârî bu âyetin metnini verir. Süfyân merhum bu son konuda şüphe etmiştir. Eğer bu şüphesi, rivayette ise bu bir sakınmanın ifadesidir. Çünkü şeyhin kendisine böyle haberi verip vermediğinden şüphelenmektedir. Eğer veda haccında Ara-fât'da duruşun cum'a günü olduğu konusunda şüphe etmişse bu husus, ondan değil, Sevrî merhumdan sabit olmuştur. Çünkü bu konu kesin ve bilinen bir husustur. Mağazî, Siyer ve Fıkıh kitaplarının müelliflerinden hiçbir kimse; bu konuda ihtilâf etmemişlerdir. Kaldı ki, bu hususta hiç kimsenin sıhhatinden kuşkulanamayacağı mütevâtir hadîsler vardır, Allah en iyisini bilendir.
Bu hadîs, bir başka şekilde Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir. İbn Ce-rîr der ki; Bana Ya'kûb İbn İbrâhîm... İshâk İbn Hareşe'den nakletti ki; Kâ'b şöyle demiş : Eğer böylesine bir âyet bir başka millete inseydi; indiği o güne bakarlar ve bayram günü kabul ederlerdi. Hz. Ömer; ey Kâ'b, o hangi âyet? dedi. O da bu âyeti okudu. Hz. Ömer dedi ki: Bu âyetin indirildiği günü çok iyi biliyorum. İndirildiği yeri de. Arefe günü .olan Cum'a günü nazil olmuştur. Allah'a hamdolsun ki, her ikisi de bizim için bayram günüdür.
İbn Cerh* der ki; bize Ebu Küreyb... Ammâr'dan nakletti ki; İbn Abbas, bu âyeti okuyunca; yahûdînin birisi eğer bu âyet bize inmiş olsaydı, o günü bayram günü yapardık, dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs dedi ki; bu âyet, iki bayram gününde inmiştir. Biri kurban bayramı, diğeri de cum'a günüdür.
İbn Merdûyeh der ki: Bize Ahmed İbn Kâmil... Hz. Ali'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Bu âyet indiğinde Rsaûlullah (s.a.), Arefe günü akşamüstü ayakta duruyordu. İbn Cerîr der ki; bize Ebu Âmir... Amr îbn Kays'dan nakletti ki; o, Ebu Süfyân oğlu Muâviye'nin minberde bu âyeti örnek vererek okuduğunu ve sonra şöyle dediğini duymuş: Bu âyet, Arefe. ve Cum'a günü nazil olmuştur. İbn Merdûyeh Muhammed İbn îshâk kanalıyla... Seleme İbn Cündeb'den nakleder ki; o, bu âyetin Arefe günü" nazil olduğunu Rasûlullah'ın da Arafat'da vakfe halinde bulunduğunu söylemiştir.
İbn Cerîr, İbn Merdûyeh, Taberânî, Ebu Rebî' kanalıyla... İbn Ab-bâs'ın şöyle dediğini nakletmelerdir: Sizin peygamberiniz —Allah'ın salât ve selâmı o'nun üzerine olsun— pazartesi günü doğmuştur. Pazartesi günü Mekke'den çıkmış, pazartesi günü Medine'ye girmiş ve pazartesi günü Mâide süresindeki «Bugün dininizi kemâle erdirdim...» âyeti indirilmiştir. Zikir de pazartesi günü kaldırılmıştır. Bu hadîs ga-rîbtir, isnadı zayıftır. Nitekim Ahmed İbn Hanbel de aynı hadîsi Mûsâ İbn Dâvûd kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber pazartesi günü doğdu. Pazartesi günü kendisine haber verildi. Mekke'den Medine'ye pazartesi günü hicret etti. Medine'ye pazartesi günü geldi. Pazartesi günü vefat etti ve Hacer-i Esved pazartesi günü yerine kondu. Ahmed İbn Hanbel'in lafzı aynen böyledir. Ancak onda Mâide sûresinin pazartesi günü nazil olduğuna dâir bir haber yoktur. Doğruyu en iyi Allah bilir. Öyle sanıyoruz ki; Abdullah İbn Abbâs —yukarda geçtiği gibi— iki bayram gününde nazil oldu demek istemiş, ancak râvî bunu benzeterek pazartesi demiştir. En iyisini bilen Allah'tır.
îbn Cerîr der ki: Bu günün, halk tarafından bilinen bir gün olmadığı söylenmiştir. Sonra Avfî kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'm bu âyet konusunda; o gün, insanlar tarafından bilinen bir gün değildi, de^ diğini nakleder ve der ki: Söylendiğine göre, bu âyet Rasûlullah (s.a,) a veda haccına giderken inmiş. Sonra bu rivayeti, Ebu Ca'fer er-Râzî kanalıyla Rebî' İbn Enes'den nakleder. Ben derim ki; İbn Merdûyeh Ebu Hârûn kanalıyla Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etti M; bu âyet, Rasû-lullah'a öadîr Humm (Mekke ile Medine arasında bir yer adı olup orada Hz. Peygamberin bir mescidi bulunmakta idi.) günü nazil olmuştur ve o gün Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye : Ben kimin efendisi isem, Ali'de onun efendisidir, demiştir. Sonra İbn Merdûyeh Ebu Hüreyre'den bu hadîsi rivayet eder ve der ki; o gün Zülhicce'nin onsekizinci günüydü. Yani Hz. Peygamberin Veda haccmdan dönüş günüydü. Ne o, ne de bu sahihtir. Doğrusu ve şüphe götürmeyeni; bu âyetin Arefe ve cum'a günü nazil olmasıdır. Nitekim mü'minlerin emîri Hattâb oğlu Ömer ve Ebu Tâlib oğlu Ali böyle rivayet etmişlerdir. Keza İslâm hükümdarlarının ilki olan Ebu Süfyân oğlu Muâviye ve Kur'an'ın tercümanı olan Abdullah İbn Abbâs ve Semure İbn Cündeb (r.a.) böyle demişlerdir. Şafiî, Katâde îbn Diâme, Şehr İbn Hayşeb ve diğer imâm ve bilginler de böyle söylemişlerdir. îbn Cerîr Taberî merhum da bu görüşü tercîh etmiştir.3
Zaruret Hali13
Zaruret Hali
«Her kim ki açlıktan darda kalır da, günâha dalmaksızın bunlardan yemeye mecbur olursa; muhakkak ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dİr.» Allah Teâlâ'mn zikretmiş olduğu bu haramlardan birine uzanmak zorunda kalan kimse; mecburiyet tahtında bunları almak gereği duyarsa;
Allah elbette ki, onun için Ğaffûr ve Rahîm'dir. Çünkü Allah Teâlâ darda kalmış kulunun ihtiyâcını bilir ve bu sebeple onun günâhını bağışlayarak suçundan vazgeçer. İbn Hibbân Sahîh'inde ve Ahmed îbn Han-bel Müsned'inde, Abdullah İbn Ömer'den Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakleder : Allah Teâlâ günâhın işlenmesinden hoşlanmaz, ama verdiği ruhsatların işlenmesini sever. Bu, ' İbn a Hibbân'ın lafzıdır. Ahmed İbn Hanbel'in lafzı ise şöyledir: Allah'ın verdiği ruhsatı kabul etmeyen kişinin, Arafat dağı kadar günâhı vardır. Bunun için fukahâ der ki; bazı hallerde ölü etini yemek vâcib olur. Bu, mahvolmak tehlikesiyle başbaşa kalıp, yiyecek başka bir şey bulamayan kimsenin durumudur. Bazı hallerde ölü eti yemek mendûb olur, bazı hallerde de mübâh olur. Ancak ihtilâf; yenildiği zaman, ihtiyâcı giderecek kadar veya doyuracak kadar veya doymanın üstünde de yenilip, yenilmeyeceği konusundadır. Ahkâm kitabında belirtildiği gibi; bu konuda değişik görüşler vardır. Keza bir kişi ölü eti veya başkasının yiyeceği bir yemek veya ihrâmlı iken bir av bulursa; bunlardan hangisini yiyeceği konusunda da ihtilâf vardır. Ölünün etini mi yiyecektir? Harem'de avı avlayıp cezasını mı ödeyecektir, yoksa başkasının yemeğini yiyip, bedelini tazmin mi edecektir? Bu konuda Şafiî merhumun iki kavli vardır. Ölü eti yemenin caiz olması için; avamdan bazı kişilerin vehmettikleri gibi üç gün boyunca yiyecek bir şey bulunmaması şartı yoktur. Aksine ne zaman mecburiyet hali doğarsa, yemek caiz olur. Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yezîd İbn Müslim... Ebu Vâkid'den nakletti ki; ashâb şöyle demiş : Ey Allah'ın Rasûlü, biz açlıktan darda kalmış olarak bir yerde bulunursak; ölü eti yememiz ne zaman helâl olur? dedi. Hz. Peygamber^buyurdu ki; sabah yemeği yemezseniz, akşam yemeği yemezseniz, bir bakla da koparamazsanız onu yiyebilirsiniz. Bu vech ile İmâm Ahmed bu hadîsi tek başına rivayet etmiştir. Ancak bu hadîsin isnadı, Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahîhtir. Keza aynı hadîsi îbn Cerîr Taberî... Evzaî'den rivayet eder. Bazıları ise, bu hadîsi Ev-zâî'den Hasan İbn Atiyye kanalıyla Ebu Vâkid'den naklederler. Başkaları da Evzaî kanalıyla yine Ebu Vâkid'den fakat ayrı râvî silsilesiyle naklederler. îbn Cerîr Taberî ise bu hadîsi, Hennad îbn Sirrî kanalıyla adını söylediği bir adamdan nakleder. Keza, İbn Cerîr Hennâd kanalıyla mürsel olarak Hasan'dan rivayet eder. îbn Cerîr Taberî der ki; bana Ya'kûb İbn İbrâhîm, İbn Avn'dan nakletti ki; o, ben Hasan'm yanında Semure'nin mektubunu buldum ve okudum. Orada şöyle yazılı idi: Mecburiyet hali için, sabah ve akşam yemeğinin bulunmaması kâfidir. Ebu Küreyb ise... Hasan'dan nakleder ki; adamın biri, Rasûlullah (s.a.) a haram ne zaman helâl olur? diye sormuş. Rasûlullah (s.a.) ise şöyle cevâb vermiş : Ailen sütten içip kanıncaya veya kendilerine yemek getirinceye kadar.
İbn Humeyd... Urve îbn Zübeyr kanalıyla Imıesinden rivayet eder ki; bir bedevî Allah'ın neyi helal, neyi haram kıldığını öğrenmek üzere Hz. Peygamberin yanına geldi. Hz. Peygamber ona şöyle dedi: Temiz şeyler sana helâldir, pis şeyler haramdır. Ancak helâl olmayan şeye muhtaç olursan bu takdirde; ondan doyuncaya kadar yiyebilirsin. Adam demiş ki; bana haramı helâl kılan ihtiyâç nisbeti ne kadardır? Beni bundan alıkoyan doyum nisbeti ne kadardır? Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Eğer sonuç istiyorsan; sürünün etini sona ulaştırabilirsin. Eğer doyum istiyorsan; onu arar ve bir şeyler elde edersin. Ailene mümkün olduğunca yedir, tâ ki ondan doyum hâsıl olsun. Bedevî; bulunca haram yiyeceği brakman gereken doyum miktarı ne kadardır? demiş. Rasûlullah (s.a.); aileni geceleyin doyurduysan, Allah'ın sana haram kıldığı şeyden sakın.- Eğer bunu yapmamıssan bu, senin için kolaylaştırılmıştır ve haram değildir, demiş.
Ebu Dâvûd der ki; bize Hârûn İbn Abdullah, Vehb İbn Ukbe'den rivayet etti ki; o, şöyle demiş : Ben babamın Fucey' el-Âmirî'den şöyle naklettiğini duydum: O, Hz. Peygambere gelip demiş ki; ölüden bize helâl olan nedir? Hz. Peygamber; sizin yemeğiniz nedir? demiş, o da biz sabah ve akşam yemeği yiyoruz, demiş. Ebu Nuaym der ki; Ukbe bana bunu şöyle tefsir etti: Bir kadeh sabah yemeği, 'bir kadeh akşam yemeği. Rasûlullah işte bu kadardır, buyurmuş ve onlara ölü etinin bu kadarını helâl kılmıştır. Bu hadîsi Ebu Dâvûd tek başına rivayet eder. Ve sanki onlar, sabah ve akşam yemeğim yeterince yemedikleri için kalınlarını doyurmak üzere kendilerine ölü etinin haram kılındığı anlamı çıkmaktadır. Bunu delil getirerek bir kısmı; doyuncaya kadar yenebileceğini öne sürmüşler ve ihtiyâcın giderilmesi kaydını gerekli bulmamışlardır. Allah en iyisini bilendir.
Ebu Dâvûd der ki; bize Mûsâ İbn îsmâîl... Câbir îbn Semure'den nakletti ki; adamın biri ailesi ve çocuğuyla Harre'ye inmiş. Bir diğer kişi gelip ona demiş ki; ben dişi devemi kaybettim, eğer bulursan onu tutuver. Adam deveyi bulmuş, fakat devenin sahibini bulamamış. Sonra hastalanmış ve karısı; deveyi kes ye demiş. Adam kesmekten kaçınmış. Kadın ısrar etmiş ve adama demiş ki; onu kes ve yüz ki, etini ve yağım kavurup yiyelim. Adam, Rasûlullah (s.a.) a sorayım da öyle yiyeyim, demiş ve Hz. Peygambere gelip suâl etmiş, Rasûlullah (s.a.) seni ona muhtaç bırakmayacak kadar yeterli bir şeyin var mı? demiş. Adam, hayır deyince; Rasûlullah, öyleyse onu yeyin, demiş. Sonra devenin sahibi gelmiş ve adam durumu ona bildirmiş. Devenin sahibi onu kesseydin ya demiş. Adam senden utandım, diye karşılık vermiş. Bu rivayette Ebu Dâvûd yalnızdır. Ancak bu rivayete dayanılarak ihtiyâcın fazlalığı halinde bir süre azık edinilebileceği gibi, yiyip içmenin de caiz olduğu söylenmiştir. Allah en iyisini bilendir.
«Günâha dalmaksızm» Allah'a isyan etmeksizin Allah bunu mü-bâh kılmıştır. Ancak diğerini Bakara sûresinde olduğu gibi tekrârla-manuştır. Çünkü orada «Kim de mecbur kalırsa günâha dalmaksızın ve haddi aşmaksızm yemesinde bir günâh yoktur.» (Bakara, 173) bu-yurulmuştur. Bu âyet delil getirilerek seferde isyan eden kişinin, seferin ruhsatlarından yararlanmayacağı söylenmiştir. Çünkü ruhsatlar, isyan ile elde edilemez. En iyisini Allah bilir.4
Îzâhı14
Îzâhı
Bilindiği gibi canlı varlık öldüğü zaman organizmada bakteriler kaynaşmağa başlar. Gerek çürütücü, gerekse kokutucu yüzbinlerce bakteri vücûda dağılır. Modern bakteriyoloji biliminden çok önce Kur'an-ı Kerîm bize ölü eti yemeyi haram kılmıştır. .
Kana gelince; ilmen bilinmektedir kj, teşhisi zor olan hastalıkların teşhisinde kan tahlîli yapılarak kandaki hastalık mikroplan ve antikorlar tesbît edilir. Kaldı ki; kan mide ve bağırsaklarda çok tehlikeli hastalıklara sebeb olur.
Domuz etine gelince; ilim kesinlikle ifâde etmektedir ki; Tenya Sollion adı verilen tenyaların, biricik yeri domuz etidir. Bu tenyalar insana domuz eti yoluyla geçer ve başındaki kılcal organlarla bağırsağa yapışır. Vücûdun bütün noktalarıyla «beraber hazmolunan gıdaları emer. Bunu emmekle de kalmaz, emdiği gıdalardan bir takım toksinleri insan bağırsağına bırakır ve zamanla öylesine zararlı bir hale gelir ki, uzunluğu sekiz metreyi bulur. Tenya Sollion birçok parçacıklardan oluşur ve her parçası ayrı bir canlıdır. Bu tenya, bağırsakta yerleşip uzun süre olgunlaştıkça tenasül organlarından çıkan yumurtacıklarla aşılanır ve insan bağırsağından dışkı ile birlikte dışarı çıkar, toprağa karışır. Bu mikroplu yumurtacıklar bir besin maddesine bulaşarak insan veya herhangi bir hayvan tarafından yenildiği zaman hiç etkilenmez ve en ufak bir değişim görmeden tekrar dışkı ile birlikte dışarı çıkar. Fakat aynı mikrobu bir domuz yediği takdirde domuzun midesinin salgıladığı mide özsuları, tenya yumurtacıklarının kabuğunu eritir ve bu kabukta küçük ve küre şeklinde genler çıkar, her birinin altı çıkıntısı vardır. Mideden geçen bu yumurtacıklar kan damarlarına kadar uzanır ve kan vasıtasıyla domuzun kaslarının arasına yerleşir. İnsan tarafından domuz eti yendiği zaman bu tenyalar mideye, oradan da ince barsaklara iner. İnce barsaklann çıkıntısı arasında tutunur kalır. Bu tenyayı vücûddan dışarı atmak da çok zordur. Ayrıca onu meydana getiren her boğum, başlıbaşma bir tenya olur ve kısa zamanda bağırsakları istilâ eder.
Amerika Birleşik Devletlerinde ve Kanada'da yaşayan insanların 1/6 sının adalelerinde, trişinli domuz eti yedikleri için, trişin kurtları vardır. Vücudlarına trişin kurdu girmiş olan insanların çoğunda hastalık arazı görülmez. Çoğu yavaş yavaş iyileşir. Fakat bazıları da ölür. Bazılarının sol tarafları ilelebet malûl kalır. Hepsi de, dikkatsizce domuz eti yemişlerdir. Bu hastalığın muafiyeti ve tedavisi yoktur. Ne antibiyotikler, ne de diğer ilâçlar ,ve aşılar, bu ufak ve öldürücü kurda te'sîr etmezler. Yegâne çâre bu mikrobun bulaşmasını önlemektir. Trişin kurdları, adale lifleri arasında limon çekirdeği şeklinde kıvrılmış küçük kapsüller halinde saklanarak kırk yıldan fazla yaşarlar. Hastalıklı bir et parçası yendiği zaman, bu gayrı faal trişin kapsülleri hazmedilirler. Fakat içindeki trişinler yaşamakta devam ederler, gelişirler ve herbiri binbeşyüz defa çoğalır. Bu yeni trişinler, ana trişinleri hâvî et yenildikten 1-3 gün sonra kan damarlarını istilâ ederler ve kan damarları vasıtasıyla da birçok organlara yerleşirler. Trişinlerin sebep olduğu hastalığın belirtileri, elliden fazla hastalığın belirtilerine benzer. Bu ise, hastalığın teşhisini çok güçleştirir.
Etleri tuzlama ve tütsüleme gibi alelade metodlar trişinleri öldürmez. Mezbahalarda hükümetçe yapılan kontroller ise, bütün trişinli etleri teşhis için kâfi değildir.
Yalnızca Dr. Glen değil ehliyetli bütün tıp otoriteleri ve bitaraf düşünen bütün ilim adamları bu mevzuda İslâm'ın görüşünü desteklemekten kendilerini alamamaktadırlar.
İslâm'a göre, hayvancılık alanında kesilip yenilmemesi alışılmış olan cinsten yalnız domuz eti ve ondan elde edilen her çeşit madde haramdır. Her ne kadar ilkel dinlerde birçok hayvanların kesimi ve yenilmesi haram sayılmış ise, bunlar tamamen iptidaî ve putlaşma devrinin bâtıl âdet ve gelenekleridir. Bilinmelidir ki, İslâm dâima insanların iyiliğini ve sıhhatim hedef alarak bazı yasaklar vazeder. Bu yasaklar gayesiz konmamıştır. Meselâ : İslâm'da domuz eti yemenin yasak oluşu, tamamen sıhhî esasa dayanır. Şöyle ki:
Sığır cinsi de dâhil," birçok hayvanlardan İnsanlara muhtelif hastalıkların bulaşması tıbbî bir hakikattir. Fakat bu hastalıklardan hem korunmak mümkündür, hem de bu hastalıklar öldürücü değildir. Meselâ : İnsanlara sığır etinden/tenya geçebilir. Fakat sığır eti kaynatıldığı veya pişirildiği takdîrde bu mahzur ortadan kalkar. Aynı zamanda tenya öldürücü değildir. Bundan başka insanlara diğer küçük baş hayvanlardan da bazı hastalıklar geçebilir. Fakat küçük 'baş hayvanların eti kaynatılırsa bu önemsiz mikroplar da ölür gider. Böylece hastalık önlenmiş olur.
Domuz eti diğer birçok dinlerde de yasaktır. Meselâ : Bir ulusal din sayılan yahûdîlikle domuz eti yemek kesinlikle yasaktır. Bunu, yahû-dîlerin mukaddes ilâhî kitapları olan Tevrat'ta toâriz bir şekilde görmek mümkündür. Meselâ : Tevrat'ın tesniye bölümünde yenilmesi yasak olan hayvanlar sıralanırken «... ve domuz!., çünkü tırnaklıdır, fakat geviş getirmez: O, size murdardır; bunların etinden yemiyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız.» (Bab, 14/8) denilmektedir.
İnsanlarla mutlak teması olan iki hayvan ve iki hastalık vardır ki, hem korunulması imkânsızdır, hem de öldürücüdür. Birinci hayvan; domuz ve getirdiği hastalık (trisiniasis), ikinci hayvan; köpek ve getirdiği hastalık (kist-hidatik)tir. İslâm, her iki hayvanı da haram kılmış ve etinden faydalanmayı yasak etmiştir. Bu kısa ve genel izahtan anlaşılıyor ki, İslâm'ın bu yasaklama ve haram kılma keyfiyeti hikmetlerin en incesidir.
Bu umûmi açıklamadan sonra, tıbbî olarak inceleyelim. Hem bu incelememiz müslümanlann değil, domuz eti yemeyi mubah ve hatta helâl kılan hıristiyan dinine mensup mütehassısların tetkiklerine dayanacaktır.
Domuz etinin trişin kurdundan temizlenmesine fennî imkân yoktur. \isunu, toplum sağlığı üzerinde otorite olan Ord. Prof. Hirş, kat'î olarak kabul ediyor ve gören gözlerin önüne bariz bir şekilde serdediyor. Şu halde bazılarının zannettiği gibi, domuz eti, ihtiva ettiği hastalık mikroplarından temizjenemez ve Dunun için de yenemez. Bunu tıp isbât etmiş ve böylece İslâm'ın yasak emrindeki saltanat şimdiye kadar sarsılmadan baki kaldığı gibi, ilelebed de yine sarsılmadan baki kalacaktır. Çünkü «trişini domuzdan insana geçiren histolojik ara şekil, her türlü dezenfekte ve temizleme usûllerine, normal dokuya nazaran on defa daha mukavimdir.» İlmen de kat'î olarak bilinen bu cihetin yanında iki unsur daha vardır ki, bu yasak hikmetinin sırlarım taşır.
Birincisi: Ehlî olan bütün kesim hayvanlarının hilâfına olarak domuz, beslendiği yerde her türlü pisliği yer. Bundan dolayı şöyle bir biyolojik tez ileri sürülebilir: Domuz neslinin kimyevî unsurlarındaki hücre içi karbon, azot ve daha büyük şekilde protein, diğer hayvanlardan farklı bur yapılış keyfiyetini hâizdir. îzotop çekirdeklerle yapılan atom tetkikleri göstermiştir ki, insan vücûdu veya şâir hayattar hücreler eskimiş atomları atarak yerine taze, biyolojik ve ikimyevî tasfiyeden geçmiş atomlar alır. Her çeşit pisliği yemek suretiyle itrah maddelerini bünyesine alan domuz, proteinindeki kimyevî maddeler bakımından düşük kıymettedir.
İkincisi: Domuz, karakter bakımından diğer hayvanlardan farklıdır. Bilhassa İslâm mütefekkirleri domuzun kıskanç olmayışı üzerinde durmuşlar ve hayvanlar içinde dişisini kıskanmayan tek hayvan oluşunu, aşağılık karakterinin bir ifâdesi kabul etmişlerdir. Bu kıskanç olmayışın insanlara ve hatta inanca sirayet ettiğini kabul etmek gerekir. Dünyanın her yerinde domuz eti yiyenlerin, aile mefhûmu bakımından da kıskanç olmayışı; bunu kolayca isbât eder.
Diğer yönden inceleyelim: Her hayvanda bir müspet (iyi), bir de menfî (kötü) huy olmasına rağmen domuzun bu hassadan uzak olması, yani, iyi huyunun bulunmayışı şâyân-ı dikkattir. Meselâ : Kedide nankörlük yanında, huzur,- köpekde vahşet yanında sadâkat, koyunda meskenet yanında teslimiyet huylan varken, domuzda kıskanmayış yanında hiç bir müsbet karakter yoktur. .
Şer'î Boğazlama. 16
Şer'î Boğazlama
Yenmesi helâl olan kara hayvanları iki kısımdır.
1- Deve, sığır, davar ve benzeri ehlî hayvanlarla evlerde beslenilen tavuk, güvercin ve benzeri kuşlar gibi yakalanması mümkün olanlar. ..
2- Yakalanması mümkün olmayanlar...
İslâm, birinci kısımda bulunan hayvanların helâl olabilmesi için şer'î boğazlamayı şart koşmuştur.
Arzu edilen şer'î boğazlama, ancak bazı şartlarda tamamlanabilir:
1- Hayvanın, taştan veya odundan bile olsa, kanı akıtan ve damarları kesen keskin bir âletle :boğazlanması... İmâm Ahmed, Ebu pâ-vûd, Neseî, İbn Mâce, Hâkim ve İbn Hıbbân'ın rivayetlerinde Adiyy îbn Hatim et-Tâî der ki, Peygamberimize :
«Ya Rasûlullah, biz avı avlıyor ve fakat onu kesecek keskin taş ve kamıştan başka bir şey bulamıyoruz» diye sordum. Buyurdu ki: «Allah'ın adını anarak dilediğin şeyle kanı akıt.»
2- Hayvanın boğazdan veya boyundan öldürülmesi... Yani boğazı veya boynu kesmekle ölüm, tamamen tahakkuk etmiş olur.
Fakat boğazlamanın en mükemmeli, boğazın yemek borusunun veya her iki tarafta bulunan şah damarlarının kesilmesiyle olur.
Özel yerden boğazlama mümkün olmadığı takdirde bu şart hükümsüz olur. Meselâ; başı üzerine kuyuya düşen ve boynu ile boğazından öldürülmesine imkân olmayan hayvanlarda bu şart kalkar ve av işlemi bunlara tatbik edilir. Bu durumda ulaşılan herhangi bir yerinden keskin bir şeyle kanatılması kafidir.
îmam Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde Râfî' îbn Hadîc der ki:
Peygamber (s.a.) ile bir seferde idik. Develerden biri kaçtı. Atımız olmadığı için birisi onu oku ile vurup öldürdü. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Bu hayvanlarda yabanî hayvanların âdetleri vardır. Böyle olduğu takdirde bunun yaptığı gibi yapınız.
3- Allah'dan başkasının anılmaması... Bunda ittifak edilmiştir. Zîrâ câhiliye insanları, ilâhlarına ve putlarına yaklaşma düşüncesiyle kurban kestikleri zaman; ya ilâhlarının ve putlarının isimlerini bağrışarak anarlar, ya da özel dikili taşların üzerinde boğazlarlardı. Yukarda da zikrettiğimiz gibi Kur'an, «Allah'tan başkasının adına... dikili taşlara» ifadeleriyle bütün bunları haram kılmıştır.
4- Hayvan boğazlanırken Allah adının anılması... Bu, hükümlerin açık olanlarıdır. Kur'an der ki:
«Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adı anılmış olan şeyden yeyin.» (En'âm, 118).
Ve yine der ki: «Üzerine Allah'ın adının amlmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır.» (En'âm, 121).
Buhârî ve başkalarının rivayetinde Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurur :
Allah anılarak kanı akıtılan hayvanın etini yeyiniz.
Öğretilmiş av köpeğini bırakırken veya silâhı ava boşaltırken besmelenin çekilmesi hususundaki sahîh hadîsler de bu son şartın lüzumunu te'yîd eder.
Bazı âlimler derler ki: Allah'ın adının anılması, vazgeçilmez bir şarttır. Fakat bunun, hayvanın boğazlanması esnasında olması şart değildir. Zîrâ yenirken besmele çekilirse kâfidir. Böylece, yemeği yerken besmele çeken insan, Allah adının amlmadığı şeyi yememiş olur. Sa-hîh-i Buhârî'de Hz. Aişe'den rivayetle; bir kavim, Hz. Peygambere gelerek dediler ki;
«Bazıları bize et getiriyorlar. Bunun üzerine Allah'ın adını anıp anmadıklarını bilmiyoruz. Ondan yiyelim mi, yemiyelim nü?»
Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki:
Allah'ın adını anınız ve yeyiniz.
Anladığımıza göre bu boğazlamanın sırrı, hayvana azâb vermeden ve en kısa yoldan onun canını çıkarmaktır. Bunun için keskin âletle boğazdan kesmek şart koşulmuştur. Çünkü; ölümü en çabuk te'mîn eden şey keskin âlettir, canın kolaylıkla çıkacağı en yakın yer de boğazdır. Diş ve tırnakla boğazlamak; nehyedilmiştir. Zîrâ bunlarla boğazlama, hayvana işkence verdiği gibi, hayvan umumiyetle bunlarla boğularak ölür. Peygamber (s.a.), boğazlamanın kolay olması için bıçağı bilemeyi emretmiştir.
Müslim, Şeddâd îbn Evs'ten Hz. Peygamberin şu hadîsini nakleder:
Allah, her şey hususunda İhsanı emretmiştir; öldürdüğünüz zaman güzel öldürünüz, boğazladığınız zaman da güzel boğazlayınız, bıçağınızı bileyerek hayvanınızı müsterih ediniz.
İbn Ömer'den naklen İbn Mâce'nin rivayetinde Hz. Peygamber, (s.a.) bıçakların bilenip, hayvanlardan gizlenmesini emrederek buyurdu;
Biriniz boğazladığı zaman, tamâmlasın.
Buhârî'nin şartlarına göre, sahîh kabul edilen HâkimMn İbn Ab-bâs'tan rivayet ettiğine göre; bir adam, davan yatırmış bıçağını biliyordu. Peygamber (s.a.) kendisine dedi ki;
Onu defalarca öldürmek mi istiyorsun? Niçin onu yatırmadan, bıçağını bilemedin?
Abdürrezzâk rivayet eder ki; bir gün Hz. Ömer, bir adamın kesmek üzere götürdüğü bir davan ayaklanndan sürüyerek götürdüğünü görünce, dedi ki:
Sana ne oluyor? Onu ölüme güzel götür.
İşte bu konuda da her şeyi şâmil, genel fikri görüyoruz. O da, insanın gücü yettiği nisbette hayvana iyi muamele etmesi ve onu işkenceden kurtarmasıdır.
Câhiliye devri insanları, canlı develerin sırtını ve koyunların kuyruğunu keserlerdi. Bununla da hayvanlara işkence ediyorlardı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) onlara ihtar ederek, bu kısımlardan faydalanmayı haram kılmıştır.
İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Hâkim rivayet eder ki: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Hayvan canlı olduğu halde ondan kesilen şey, leş hükmündedir.
Boğazlamanın başında besmelenin çekilmesi isteğinin, üzerinde durulması gereken latîf bir hikmeti vardır.
Bir yönden bu, putperestlere karşı bir çıkış yapmaktır ki onlar, bogazlama başlangıcında ilâhları olduklarını iddia ettikleri putlarının isimlerini anarlardı. Müşrik o anda putunun adını anarsa; mü'min, neden Allah'ının ismini zikretmesin?
Diğer bir yönden düşünülecek olursa; bu hayvanlar, Allah'ın yarattığı canlı varlıklar olması bakımından insanla eşit durumdadır. Şu halde insan, o hayvanlarla beraber kendisini ve yeryüzündeki herşeyi kendisi için yaratan Allah'ın izni olmadan nasıl olur da onlara tasallut edip, canlarından ayırır? İşte burada Allah'ın adını anmak, bu ilâhî izni ilân etmektir. Sanki insan diyor ki: Ben, bunu, bu varlıklara düşmanlığımdan ve o yaratıkları zayıf gördüğümden yapmıyorum. Ancak ben, Allah'ın adıyla kesiyor, Allah'ın adıyla avlıyor ve Allah'ın adıyla yiyorum.5
4 — Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size bütün iyi ve temizler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Ve Allah'tan sakının, muhakkak ki, Allah, hesabı çabuk görendir.
Îmân Edenlere İyi Ve Temiz Olan Herşey Helâl Kılınmıştır17
Îmân Edenlere İyi Ve Temiz Olan Herşey Helâl Kılınmıştır
Allah Teâlâ önceki âyetlerde kişinin bedenine ya da dinine veya İkisine birlikte zararı olan pislikleri haram kıldığım (belirttikten ve zaruret halinde müstesna olanlan ayırdıktan sonra; helâl olan şeylerin neler olduğunu açıklamaya başlıyor. Nitekim bir başka âyette de, «Allah, size haram olanlan açıklamıştır. Ancak mecburiyet tahtinde olanlar müstesnadır»* buyurmuş ve ardından da sana «neyin helâl olduğunu soruyorlar. De ki; size temiz şeyler helâl kılınmıştır.» buyurmuştu. Keza A'râf sûresinde Hz. Muhammed'in niteliği olarak şöyle Duyurulmuştur : «O, kendilerine güzel şeyleri helâl kılar, pislikleri ise haram kılar.»
İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür'a... Saîd îbn Cübeyr'den nakletti ki; Adiyy İbn Hatim ile Zeyd İbn Mühellel Rasûlullah (s.a.) a; ey Allah'ın Rasûlü, Allah ölüyü haram kıldı. Bize helâl olan şeyler nelerdir? diye suâl ettiklerinde; bu âyet-i kerîme nazil olmuştur: «Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki; size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı.» Saîd îbn Cübeyr der ki; kendileri için helâl olan temiz şeyler; kurbanlar demektir. Mukâtil ise, temiz şeyler, kendileri için elde edilmesi helâl olan her türlü nziktır, demiştir. Nitekim
Zührî'ye tedâvî için idrar içilir mi? diye sorulduğunda; o, idrar temiz şeylerden değildir, karşılığım vermiştir.
îbn Ebu 'Hatim der ki; îbn Vehb'in dediğine göre; îmâm Mâlik'e halkın yediği çamurun satılması konusu sorulduğunda o, bu temiz şeylerden değildir, karşılığını vermiştir.
«Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın.» Yani size üzerine Allah'ın adı anılan kurbanlar ve temiz nziklar helâl kılındığı gibi, hayvanlar ve avladığınız avlar da helâl kılınmıştır. Avcı hayvanlardan maksad, av köpekleri, parslar ve şahinler vb. hayvanlardır. Bu görüş, sahabe tabiîn ve imamların cumhurunun görüşüdür. Nitekim Ali İbn Ebu Talha Abdullah İbn Abbâs'ın bu âyet konusunda şöyle dediğini rivayet eder : «Allah'ın size Öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanlar»dan maksad; öğretilen av köpekleri ve şahin ile avlanmaya bilen her türlü kuştur. Âyetin metninde geçen kelimesi ise pars, av köpeği, şahin vb. hayvanlardır. îbn Ebu Hatim böyle rivayet eder, sonra da der ki; Hayseme, Tâvûs, Mücâhid, Mekhûl vfc Yahya îbn Ebu Kesîr'den de böyle dedikleri rivayet edilmiştir. Hakan'dan rivayet edildiğine göre; o şahin ve doğan'ın kelimesinin içinde yer aldığını söylemiştir. Ali îbn Hüseyn'den de benzeri bir rivayet nakledilir. Ayrıca Mücâhid'in avcı kuşlarla avlanmayı hoş kar-şılamayıp bu âyeti okuduğu rivayet edilir. İbn Ebu Hâtim'in rivayetine göre; Saîd İbn Cübeyr'den de aynı şekilde nakledilmiştir. Bu hususu, Dahhâk ve Süddî'den nakleden îbn Cerîr Taberî sonra şöyle der : Bize Hennâd .. Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; o, şöyle demiştir: Şahin ve benzeri kuşların avladıkları av hayvanına gelince, ulaştığın senindir, aksi takdirde onu yeme. Ben derim ki; Cumhûr'dan nakledildiğine göre; kuşlarla yakalanan, av köpekleriyle yakalanan av gibidir. Çünkü kuşlar, tıpkı av köpekleri gibi avı pençeleriyle yakalarlar. Dolayısıyla aralarında fark yoktur. Bu görüş dört mezheb imamının ve diğerlerinin görüşüdür. îbn Cerîr de bu görüşü tercîh eder. Ve buna delil olarak Hennâd... Adiyy îbn Hâtim'den naklettiği rivayeti gösterir. Adiyy îbn Hatim der ki; ben Rasûlullah (s.a.) a şahin avını sordum. O, yakaladığım ye, diye karşılık verdi.
Ahmed îbn Hanbel ise; siyah köpeğin avladığı avı bundan istisna eder. Çünkü ona göre; siyah köpeğin avının yenmesi helâl değildir. Aksine öldürülmesi gerekir. Zîrâ Müslim'in Sahîh'inde Ebu Zerr (r.a.) den nakledildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Merkeb, kadın ve siyah köpek namazı keser. Ebu Zerr der ki; siyah köpeğin, kızıldan farkı nedir? dedim. Rasûlullah buyurdu ki; siyah köpek şeytândır. Bir başka hadîste de Rasûlullah (s.a.) köpeklerin öldürülmesini emreder. Sonra der ki; onlarla köpeğin ne ilgisi var? Her siyah köpeği öldürünüz.
Bu tür av hayvanlarına arapça yaralamak kelimesinden türetilen ve aynı zamanda elde edilen kazanç anlamına gelen kelimesi kullanılır. Bu âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi konusunda İbn Ebu Hâtim'in rivayet ettiği hadîsde Haccâc tbn Hamza... Peygamberin kölesi Ebu Râfi'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), köpeklerin öldürülmesini emretmiş ve halk köpekleri öldürmüş. Bilâhare gelerek; ey Allah'ın Rasûlü, senin öldürülmesini buyurduğun şu topluluktan bize helâl olan nedir? demişler. O, bir süre susmuş. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar...» âyetini inzal buyurmuş. Ve Rasûlullah (s.a.) demiş ki: Kişi köpeğini Allah'ın adını anarak avının üzerine gönderir de köpek avı tutarsa; köpeği yemediği sürece o yesin.
tbn Cerîr... Ebu Râfi'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Hz. Cebrail Peygamberin katma gelip izin istedi. Hz. Peygamber; ey Allah'ın elçisi (Cebrail'i kasdediyor.) sana izin verdim, buyurdu. Cebrail; evet, ama biz içinde köpek bulunan eve giremeyiz, dedi. Ebu Râfi' der ki; Hz. Peygamber bana Medine'deki her köpeği öldürmemi emretti. Ben de öldürdüm. Nihayet bir kadının yanına geldim ki köpeği havlıyordu. Kadına acıyarak köpeğini bıraktım ve Rasûlullah'a gelip durumu haber verdim. Rasûlullah bana emretti, döndüm o köpeği de öldürdüm. Halk Hz. Peygambere gelerek; ey Allah'ın Rasûlü, öldürülmesini emrettiğin şu topluluktan bize helâl olan nedir? dediler. Ebu Râfi' der ki; Rasûlullah (s.a.) sustu. Sonra Allah Azze ve Celle : «Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar...» âyetini inzal buyurdu. Hâkim Müstedrek'inde Muhammed İbn îshâk kanalıyla Ebân îbn Salih'ten bu hadîsi rivayet eder ve sahihtir, ama Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemişlerdir, der.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Kasım... İkrime'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) Ebu Râfi'i köpekleri öldürmek üzere gönderdi. Ebu Râfi' Medine yakınlarındaki yüksek ıbölgeye (el-Avâlî) geldiğinde; Âsim İbn Adiyy, Saîd İbn Hayseme, Ureym İbn Saîd de Hz. Peygamberin yanma gelerek dediler ki; ey Allah'ın Rasûlü, bu konuda bize helâl kılınan nedir? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu hadîsi Hâkim, Semmâk kanalıyla îkrime'den rivayet eder. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî, bu âyetin nüzul sebebinin köpeklerin öldürülmesi olayı olduğunu söyler.
«kelimesi yine kelimesinin zamîrinden hâl olabilir ki; bu takdirde (gramer kaidelerine göre) failden hâl olmuş olur. Ancak mef'ûlden, dolayısıyla kelimesinden hâl olması da muhtemeldir. Bu takdirde mânâ şöyle olur: «Allah'ın size öğrettiği ile, alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların —avlanmak için kö-pekleştirilmiş olmaları halinde— sizin için tuttuklarını yeyin.»
Avlanmaları; tırnakları veya pençeleri ile olacaktır. Bu durumda bazıları, köpeklerin avı vurarak veya pençeleri ve tırnaklarıyla öldürmeleri halinde yenmelerinin helâl olmayacağını söylemektedirler. Nitekim İmâm Şafiî'nin ve ulemâdan bir grubun görüşü budur. Bunun için Allah Teâlâ «Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp, öğrettiğiniz.» kaydını koymaktadır. Yani o hayvanı gönderdiğiniz zaman; koşup getiren, çağırdığınız zaman gelen, avı tutunca yakalayıp sahibine getiren ve kendisi yemeyen hayvanların tuttuklarının helâl olduğunu belirtmişlerdir. Bunun için Allah Teâlâ; âyetin devamında «Sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın» buyuruyor. O halde avcı hayvanın öğretilmiş olması, sahibi adına avı yakalaması ve gönderilirken Allah'ın adı anılarak gönderilmiş olması kaydıyla öldürse de —ulemânın icmâ'ına göre— tuttuğu avı yemek helâldir. Sünnet-i seniyye'de bu âyetin delâlet ettiği hususta bilgiler yeralmaktadır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Adiyy İbn Hâtdm'den naklolunur ki; o, şöyle demiş: Ben dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, ben öğretilmiş köpeği gönderiyor ve üzerine Allah'ın adını anıyorum. Rasûlullah buyurdu ki: Öğretilmiş köpeği gönderip Allah'ın adını andınsa, onların sizin için tuttuklarım ye. Ben dedim ki; ..onlar, avı öldürseler de mi? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; öldürseler de. Yeter ki, av hayvanı olmayan bir köpek ona eşlik etmiş olmasın. Çünkü sen, kendi köpeğinin üzerine Allah'ın adım andın, başkasının üzerine değil. Ben dedim ki; okumu, avın üzerine atıyorum ve yürüyorum, o zaman durum ne olur? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; okunu atıp onu delersen, onu ye. Ama ona atıp da yaralarsan bu, vurmadır. Dolayısıyla onu yeme. Buhârî ve Müslim'in bir başka rivayetinde ise lafız şöyledir: Köpeğini gönderdiğin zaman; ona Allah'ın adını an. Eğer o, senin için yakalar da canlı olarak tutarsa avım kes. Fakat ölmüş olarak yakalar ve köpeğin ondan bir şey yeme-mişse, yine sen avını ye. Çünkü köpeğin onu yakalaması demek, kesilmesi demektir. Buhârî ve Müslim'in bir başka rivayetinde ise ifâde şöyledir: Eğer köpeğin ondan yemişse, sen yeme. Çünkü onu kendisi için tutmuş olmasından korkarım. Bu, Cumhurun delilidir. Çünkü Şafiî mezhebinde de sahîh kanâat budur. Buna göre; köpek, tuttuğu avdan yemişse mutlak şekilde haramdır. Şâfiîler hadîste vârid olan detaylara girmemişlerdir. Seleften bir taifenin; köpeğin yakaladığı avın hiçbir şekilde haram olmayacağını söyledikleri nakledilir. îbn Cerîr Taberî der ki; bize Hennâd... Saîd İbn Müseyyeb'den nakleder ki; Selmân el-Fârisî şöyle demiş : Köpek avın üçte ikisini de yemiş olsa, sen yine avını ye.
Saîd İbn Ebu Arûbe, Amr İbn Âmir ve Katâde'nin de böyle dediğini rivayet eder. Muhammed İbn Zeyd, Saîd İbn Müseyyeb kanalıyla Selmân el-Fârisî'den aynı rivayeti nakleder. İbn Cerîr ise bu rivayeti Mü-câhid kanalıyla... Kâsım'dan nakleder ki, Selmân el-Fârisî şöyle demiş : Köpek avın üçte ikisini yemiş olsa bile, sen avından ye. İbn Cerîr Taberî der ki; bize Yûnus... Humeyd İbn Mâlik'den nakletti ki; o, köpeğin yediği av konusunu Sa'd İbn Ebu Vakkâs'a sormuş. Sa'd İbn Ebu Vakkâs bir parçacık da kalmış olsa sen avını ye, demiş. Bu rivayeti Şey-be... Saîd İbn Müseyyeb kanalıyla Sa'd İbn Ebu Vakkâs'dan nakleder ki o, köpek üçte ikisini de yemiş olsa sen avını ye, demiştir. İbn Cerîr der ki: Bize îbn el-Müsennâ... Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki; o, şöyle demiş : Köpeğini salıverir de köpeğin avından yerse; üçte ikisini yemiş, üçte biri dahi kalmış olsa sen yine ye. İbn Cerîr der ki: Sen eğitilmiş olan köpeğini salıverir ve Allah'ın adını anarsan; o yese de yemese de sen, köpeğinin tuttuğundan ye. Aynı rivayeti Ubeydullah îbn Amr îbn Ebu Zi'b ve başkaları Nâfî'den rivayet ederler.
Selmân el-Fârisî'den Sa'd İbn Ebu Vakkas'dan, Ebu Hüreyre'den, İbn Ömer'den nakledilen bu hadîs Hz. Ali ve îbn Abbâs'tan da menkûldür. Atâ ve Hasan el-Basrî'den nakli konusu ihtilaflıdır. Zührî, Re-bîa ve Mâlik'in görüşü de budur. İmâm Şafiî eski görüşünde bu kanaati benimsediği gibi yeni görüşünde de ona îmâ etmiştir.
Bu hadîs Selmân el-Fârisî kanalıyla merfû' olarak da rivayet edilmiştir. Şöyle ki; İbn Cerîr nakleder: Bize İmrân... Saîd İbn Müseyyeb kanalıyla... Selmân el-Fârisî'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kişi, köpeğini avın üzerine salıverince köpek avı yakalarsa; köpek avdan yemiş olsa dahi, kişi kalan kısmı yesin. İbn Cerîr, bu hadîsin isnadı üzerinde durulması gerekir, der. Çünkü râvîler arasında bulunan Saîd İbn Müseyyeb'in Selmân el-Fârisî'den hadîs dinlemiş olduğu, bilinir bir şey değildir. Sika râvîler bu hadîsi, Selmân el-Fârisî'den merfû' olmayarak rivayet ederler. İbn Cerîr'in söylemiş olduğu bu görüş doğrudur. Ancak bu hadîsin mânâsı merfû' olarak başka şekillerde de rivayet edilmiştir. Nitekim Ebu Dâvûd der ki; Bize Muhammed İbn Minhâl... Amr İbn Şuayb'ın dedesinden nakletti ki; Ebu Sa'lebe denilen bir Bedevi Rasûlullah'a gelip şöyle demiştir : Ey Allah'ın Ra-sûlü, benim eğitilmiş köpeklerim var. Bunların avlandıkları av konusunda bana fetva ver. Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki; senin eğitilmiş köpeklerin varsa; onların senin için tuttuklarından ye. Adam; kesilse de, kesilmese de mi? deyince; Rasûlullah (s.a.); evet, demiş. Adam, tuttuğu avdan yese de mi? deyince; Rasûlullah (s.a.); evet yese de, demiş. Adam, ey Allah'ın Rasûlü okum konusunda da bana fetva ver, demiş. Rasûlullah (s.a.) okunun sana getirdiğini ye, buyurmuş. Adam kesilse de, kesilmese de mi? deyince, Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Senin görmediğin veya senin okundan başkasının eserini üzerinde bulmadığın takdirde ye, buyurmuş. Adam Mecûsîlerin kapları konusunda da bana fetva ver, mecbur kalırsak ondan yiyelim mi? dediğinde; Rasûlullah (s.a.) onu yıka ve içerisindekini ye, buyurmuş. Ebu Davud'un rivayeti budur. Bu hadîsi, Neseî de tahrîc etmiştir. Keza Ebu Dâvûd, Büsür İbn Ubeydullah kanalıyla... Ebu Sa'lebe'den nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu demiş : Köpeğini salıp da üzerine Allah'ın adım andığın şeyden ye. İsterse köpeğin, o avdan yemiş olsun. Sen, elinin sana getirdiğinden ye, Bu iki isnâd da sağlamdır. Nitekim Sevrî de..; Adiyy'-den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Yırtıcı köpeğin senin için tuttuğundan ye. Ben dedim ki; köpek, kendisi yemiş olsa da mı? Rasûlullah
Bu hadîsler, köpeğin yakalayıp kısmen yemiş olduğu av hayvanının yenebileceğine delâlet etmektedir. Köpeğin yakalayıp yediği avı ve benzeri şeyleri haram saymayanlar, bu rivayetlere dayanmaktadırlar. Nitekim daha önce bu konudaki ^rivayetler nakledilmişti. Başkaları da orta bir yol tutarak dediler ki: Köpek tuttuktan hemen sonra yerse; bu takdirde Adiyy İbn Hâtim'in hadîsine binâen yemek haram olur. Burada harâmlığın nedeni; Rasûlullah (s.a.) in işaret buyurdukları şu husustur : Eğer köpek yerse; sen ondan yeme. Çünkü onu kendisi için tutmuş olmasından korkarım. Fakat köpek avı yakalar, sonra sahibini bekler, sahibi uzun süre gelmezse ve köpek de acıkır, açlık nedeniyle avdan yerse, bu takdirde köpeğin yemesi, avlanan hayvanın haram olması için yeterli değildir. Bu görüşü benimseyenler Ebu Sa'lebe'nin hadîsine dayanmaktadırlar. Bu ayırım çok güzeldir ve her iki hadîsin arasını birleştirmek sahîh bir yoldur. Nitekim Üstâd Ebu'l-Meâlî el-Cüveynî, en-Nihâye isimli kitabında böyle bir ayırım yapılması gereğini duymuş ve bunu temenni etmiş, Allah Teâlâ da onun temennisini gerçekleştirmiştir. Bilâhere onun arkadaşlarından bir grup, bu görüşü ve ayırımı ortaya koymuşlardır. Bu konuda başkaları da dördüncü bir görüş kaydederler. Bunlar, köpeğin yemesi halinde —Adiyy İbn Hâtim'in hadîsi nedeniyle— avın haram olacağını söylerler. Şahin'in ve benzeri kuşların yemesi halinde haram olmayacağını söyleyerek ikisi arasında ayırım yaparlar. Çünkü şahin ve benzeri avcı kuşlar, ancak yedirilerek eğitilirler.
İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, avcı kuşlar konusunda şöyle demiştir : Kuşu salıverir de o, avını öldürürse tuttuğu avı ye. Çünkü köpeği gördüğü zaman bir daha gelmez. Kuşun sahibine geri dönmesi için eğitilmesi dövmekle değildir. Dolayısıyla o, avdan bir parça yer ve teleğini koparırsa ondan ye. tbrâhîm en-Nehaî, Şâ'bî, Hammâd İbn Ebu Süleyman da böyle demişlerdir. Bunlar, İbn Ebu Hâtim'in rivayet ettiği şu hadîse dayanıyor olabilirler : Ebu Saîd... Adiyy İbn Hâtim'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, ey Allah'ın Ra-sûlü, biz köpek ve şahinle avlanan bir topluluğuz. Bunlardan bizim için helâl olan hangisidir? dedim. Rasûlullah buyurdu ki: «Allah'ın size emrettiği ile, alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın.» âyetini okuyup sonra şöyle buyurdu: Sen köpeği gönderir ve Allah'ın adını anarsan; onun senin için tuttuğunu ye. Ben dedim ki; öldürse de mi? Rasûlullah (s.a.) yemediği sürece öldürse de, buyurdu. Ben dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü, bu köpeklerimiz başkalarının köpekleriyle karışırsa durum ne olacaktır? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; sen, tutanın kendi köpeğin olduğunu bi-linceye kadar yeme. Adiyy der ki; ben şöyle demiştim: Biz, ok atan bir topluluğuz. Bundan, bizim için helâl olan nedir? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; üzerine Allah'ın adını.anıp da deldiğüıi ye. Onlara göre delâlet şekli şöyledir: Köpekle avlanmada köpeğin yememesi lâzımdır. Ancak doğanla veya şahinle avlanmada böyle bir şart yoktur. Dolayısıyla ikisi arasında hüküm bakımından fark olması gerekir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
(CSizin için tuttuklarını yeyin. Ve üzerine Allah'ın adını anın.» Köpeği gönderirken Allah'ın adım anın. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Adiyy tbn Hâtim'e şöyle demiştir: Eğitilmiş köpeğini salıverdiğin zaman ve Allah'ın adını andığın takdirde, senin için tuttuğunu ye. Keza Buhârî ve Müslim'de tahrîc edilen Ebu Sa'Iebe'nin hadîsinde de şöyle denilmiştir : Köpeğini salıverdiğin zaman üzerine Allah'ın adını an. Okunu attığında da Allah'ın adını an. Bu sebeple bazı mezheb imamları (meşhur olan kavle göre Ahmed İbn Hanbel gibi) köpeği salıverirken, oku atarken; bu âyete ve bu hadîse binâen besmele çekmeyi şart koşmuşlardır. Cumhûr'un meşhur olan.kavli de budur. Bu âyetle kasdedilen, salıverilme anında besmele çekilmesidir. Nitekim Süddî ve başkaları da böyle demişlerdir. Ali tbn Ebu Talha da İbn Abbâs'tan «Üzerine Allah'ın adını anın.» kavli konusunda şöyle dediğini rivayet eder: Av hayvanını salıverdiğinde «Allah'ın adıyla» de. Eğer unutursan bir beis yoktur.
Bazıları da elerler ki: Bu âyette kasdedilen; yemek yerken besmele çekilmesidir Nitekim Buhârî'nin Sahîh'inde sabit olduğuna göre; Rasûlullah (s.a.) Ömer İbn Ebu Seleme'ye öğretirken şöyle buyurmuştur : Allah'ın adım an ve sağ elinle ye, önünden ye. Bir grup Hz. Peygambere; ey Allah'ın Rasûlü, bizim kabilemiz henüz küfürden yeni döa-müş oldukları için bize av hayvanları tarafından yakalanan et getiriyorlar. Biz, üzerine Allah'ın adının anılıp, anılmadığını bilmiyoruz, dediler. Rasûlullah (s.a.); siz Allah'ın adını kendiniz anın ve yeyin, buyurdu.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yezîd... Hz. Âişe'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) ashabından altı kişiyle birlikte yemek yiyordu. Bu sırada bir bedevi geldi ve iki lokma yedi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; Allah'ın adı anılmış olsaydı muhakkak o size yeterdi. Sizden biriniz yemek yerken Allah'ın adım ansın. Başında Allah'ın adını anmayı unutursa, başında ve sonunda Allah'ın adıyla, desin. Bu rivayeti İbn Mâce de, Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe kanalıyla Yezîd İbn Harun'dan nakleder. Ancak bu rivayette Abdullah İbn Ubeyd ile Âişe arasında kopukluk vardır. Çünkü jbu zât Hz. Âişe'den hadîs dinlememiştir. Nitekim İmâm Ahmed'in rivayetine göre; Abdülvehhâb... Abdullah İbn Ubeyd'-den nakleder ki; Ümmü Külsûm adı verilen bir kadın onlara anlatmış ki, Hz. Âişe şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.), ashabından altı kişiyle birlikte yemek yiyordu. Bu sırada aç bir bedevi geldi ve yemekten iki lokma yedi. Rasûlullah buyurdu ki: Eğer Allah'ın adı anılmış olsaydı, muhakkak o size yeterdi. Binâenaleyh sizden biriniz yediği zaman Allah'ın adını ansın. Eğer başta Allah'ın adını anmayı unutursa; başta ve sonda Allah'ın adıyla, desin. Bu rivayeti Ahmed îbn Hanbel ile birlikte Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî bir başka yolla Hişâm'dan naklederler. Tirmizî de bu, sahih ve hasendir, der.
Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ali îbn Abdullah... Müsennâ İbn Abdurrahmân'dan nakletti ki; o, yemeğinin başında besmele çeker ve son lokmada da, başında ve sonunda Allah'ın adıyla, derdi. Ben ona; sen yemeğin başında besmele çekiyorsun. Ya yemeğin sonundaki; başında ve sonunda Allah'ın adıyla, sözün ne oluyor? dedim. O, sana bu hususu bildireyim, dedi: Benim dedem Ümeyye Peygamberin ashabın-dandı. Ben onun şöyle dediğini duydum: Adamın biri yemek yiyordu. Hz. Peygamber de ona bakıyordu. Adam besmele çekmemişti. Nihayet son lokmasını alırken, başında ve sonunda Allah'ın adıyla yerim, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber; Allah'a andolsun ki, besmele çekinceye kadar şeytân onunla birlikte yemekteydi. Karnında hiçbir şey kalmadı. Nihayet onları kustu, buyurdu. Ebu Dâvûd ve Neseî de, Câbir'in hadîsinden bu rivayeti naklederler. İbn Main ve Neseî Câbir'i sika kabul ederler. Ancak Ebu'1-Feth el-Ezdî, onun hüccet olamayacağını söyler.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Muâviye... Huzeyfe'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz, Hz. Peygamberle birlikte yemek yediğimizde; Rasûlullah (S.a.) elini uzatıp başlayıncaya kadar biz yemeğe elimizi uzatmazdık. Bir seferinde Hz. Peygamberle yemek yerken, bir câriye geldi. Sanki itiliyormuş gibi koşup elini yemeğe uzattı. Rasûlullah (s.a.) onun elini tuttu. Sonra bir bedevi geldi. Sanki itiliyormuş gibi elini yemeğe uzattı. Rasûlullah (s.a.) onun da elini tuttu ve şöyle buyurdu : Doğrusu şeytân, Allah'ın adı anılmayan yemeğe hulul etmek ister. O, bu câriye ile geldi sızmak istedi, ben onun elini tuttum. Şu bedevî ile geldi sızmak istedi, ben onun elini de tuttum. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki; onun eli, şu ikisinin eliyle birlikte benim elimin içindedir. Hz. Peygamber şeytânın elini kasdet-mişti. Müslim, Ebu Dâvûd ve Neseî A'meş'in hadîsinden bu rivayeti naklederler.
Tirmizî'nin dışında kalan Sünen sahipleri İbn Cüreyc kanalıyla... C&bir İbn Abdullah'tan naklederler ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kişi, evine gelip içeri girerken ve yemeğini yerken Allah'ı anarsa» şeytân der ki: Sizin bu evde gecelemeniz ve yatmanız mümkün değildir. Kişi evine girerken Allah'ın adını anmazsa, o zaman siz iyi bir geceleme ve yatma yeri buldunuz der. Bu lafız Ebu Davud'a aittir.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Yezîd... Vahşî'nin dedesinden nakletti ki; adamın biri Hz. Peygambere; biz yiyoruz ve doymuyoruz, neden? diye sordu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; belki de siz, parça parça yiyorsunuz. Yemeği topluca yeyin ve Allah'ın adını anın ki, size onu kutlu kılsın. Bu hadîsi Ebu Dâvûd ve İbn Mâce, Rebî' İbn Müslim tarîkıyla rivayet ederler.6
5 — Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı. Ki-tab verilmiş olanların yemeği size helâldir, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitâb verilenlerden iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğinizde size helâldir. Kim de îmânı inkâr ederse; yaptıkları boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır.
Ehl-i Kitâb'ın Yemeği21
Ehl-i Kitâb'ın Yemeği
Allah Teâlâ, mü'min kullarına haram kıldığı pislikleri ve helâl kıldığı güzellikleri saydıktan sonra «Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı.» buyuruyor. Ve ardından da Yahudi ve Hıristiyanların kestikleri hayvanların —ismini açıklayarak— «Kitâb verilmiş olanların yemeği size helâldir.» diyor. îbn Abbâs, Ebu Ümâme, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Atâ, Hasan, Mekhûl, İbrâhîm en-Nehaî, Süddî ve Mukâtil İbn Hayyân; buradaki yemekten maksadın kestikleri hayvanlar, demek olduğunu söylemiştir. Bu konu, bilginler arasında üzerinde icmâ' edilmiş plan bir konudur. Ehl-i kitâb'ın kestikleri, müslümanlara helâldir. Çünkü onlar, Allah'tan başkası adına kesmenin haram olduğunu kabul ederler. Ve kestikleri hayvanların üzerine Allah'ın adını anarlar. Her ne kadar Allah Teâlâ hakkında —ki Allah onların söylediklerinden yüce ve münezzehtir— yanlış inançlara sahip iseler de, kestikleri hayvanların üzerine Allah'tan başkasının adını anmazlar. Sahih hadîste Abdullah İbn Muğaffil'den nakledilir ki; o, şöyle demiştir: Hayber günü bir yağ kırbası bulundu. Ben, onu sakladım ve dedim ki; bu gün kimseye bundan bir şey vermem. Sonra Rasûlullah (s.a.) in tebessüm ettiğini gördüm. Buna dayanarak fakîhler elde edilen ganimetler arasında gerek duyulan yemeklerin taksimden önce yenebileceğine cevaz vermişlerdir. Bu, çok açıktır. Hanefî, Şafiî ve Hanbelî fakîhler, bu hadîsi delil getirerek Yahudilerin kestiklerinin haram olduğunu öne sürerek Mâlikîlere karşı çıkmışlardır. Mâlikîler, Yahudilere haram kılman yağ ve benzeri şeyleri yemeyi haram sayıyorlardı. Ve müslüman-ların bunları yemesinin «Kitâb verilmiş olanların yemeği size helâldir.» kavline istinaden caiz görmüyorlardı. Çünkü diyorlardı; bu, ehl-i kitâb'ın yemeklerinden değildir. Cumhur ise bu hadîsi, onlara karşı delil getirmektedir. Bu hususun üzerinde durulması gerekir. Çünkü bir ayn meselesidir ve helâl olduğuna inandıkları şeyin yağ olması ihtimâli vardır. Allah en iyisini bilendir.
Bu konuya en iyi delâlet eden rivayet, sahîh hadîste sabit olan şu rivayettir. Hayber'liler, Rasûlullah (s.a.) a zehirli bir koyun hediye ettiler. Koyunun kolunu zehirlemişlerdi. Hz. Peygamber de kol yemeyi severdi. Ete uzandı ve birden irkildi. Çünkü kol, kendisinin zehirlenmiş olduğunu Hz. Peygambere bildirmişti. Bunun üzerine tükürdü. Ancak zehirin etkisi Rasûlullah'm ön dişlerine ve damarlarına sirayet etti. Hz. Peygamberle birlikte bu zehirli koyundan Bişr İbn el-Berâ da yemişti. O, öldü. Onu zehirleyen Yahûdî kadın —ki adı Zeyneb'di— Bişr İbn el-Berâ'ya mukabil öldürüldü.
Bu hadîsin delâlet şekli şöyledir: Hz. Peygamber ve beraberinde bulunanlar bu zehirli koyundan yemek istemişler ve koyunun yağının haram olması konusunda herhangi bir' suâl irâd etmemişlerdir. Bîr başka hadîs de bir yahûdî Rasûlullah (s.a.) ı arpa ekmeği ve değişik bir yağ yedirmek üzere müsâfir etmişti. İbn Ebu Hatim der ki: Bana Abbâs îbn Velîd... Mekhûl'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Allah Teâlâ önce «Üzerine Allah'ın adının anılmadığı şeyi yemeyin.» âyetini inzal etmiş, sonra müslümanlara acıyarak bunu neshedip «Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı...» âyetini inzal buyurmuştur. Bu âyet, onu neshetmiş ve ehl-i kitâb'ın yemeğini helâl kılmıştır. Mekhûl merhumun söylediği bu sözün üzerinde durmak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ'nın ki-tâb ehlinin yemeğini mübâh kılmış olması; üzerine Allah'ın adı anılmayan şeyleri yemenin de mübâh olmasını gerektirmez. Çünkü ehl-i kitâb da kestikleri hayvanların üzerine Allah'ın adını anarlardı. Onlar, kurban keserek kulluklarını îfâ ederler. Bu sebeple ehl-i kitâb'm dışında olan müşriklerin ve benzerlerinin kestikleri hayvanlar mübâh olmamıştır. Çünkü onlar, kestikleri hayvanların üzerine Allah'ın adım anmazlar. Hattâ onlar yedikleri etin kesilmiş olup olmamasına da bakmazlar. Ehl-i kitâb'm ve onlara 'benzeyen Sâmirî'lerin, Sâbiî'lerin, İbrâ-hîm ve Şît (a.s.) gibi öteki peygamberlerin dinine bağlananların aksine —ulemânın bir kavline göre— onlar, ölü etini dahi yerler. Benu Tağlib, Tenûh, Behrâ, Cüzam, Lahm Amile ve benzeri arap hıristiyanların kestikleri hayvanlar Cumhûr'a göre yenmez. Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberi der ki; bize Ya'kûb İbn İbrahim... Abîde'den nakletti ki; o, şöyle demiştir : Hz. Ali, Tağlib oğullarının kestiklerini yemeyin. Çünkü onlar yalnızca şarâb içmekte, hıristiyanlığa bağlanmaktadırlar. Halef ve seleften daha başkaları da böyle demişlerdir. Saîd îbn Arûbe, Katâde, Saîd İbn Müseyyeb ve Hasan'dan nakleder ki; onlar, Tağlib oğullarından hıristiyanların kestikleri hayvanları yemekte bir beis görmezlerdi.
Mecûsîlere gelince; her ne kadar ehl-i kitâb'a ilhak edilerek me-cûsîlerden cizye alınırsa da; onların kestikleri yenmez, kadınları nikahlanmaz. Hanbelî fakîhlerden bazıları ile Şafiî fakîhlerden Ebu Sevr İbrahim İbn Hâlid buna muhalefet etmişlerdir. Hattâ bu sebeple meşhur olduğu için fakîhler, ona karşı çıkmışlar ve Ahmed İbn Hanbel onun için; bu konuda Ebu Sevr; adı gibi adam demiş. (Öküzün babası demek olan bu isme telmih yapmış.) Ebu Sevr, Hz. Peygamberden mür-, sel olarak rivayet edilen hadîsin umûmî olduğu görüşüne bağlanmış gibidir. Buna göre Rasûlullah (s.a.) buyurur ki; onlara (mecûsîlere) kitâb ehline davrandığınız gibi davranınız. Ancak hadîs bu ifâdeyle sabit değildir. Buhârî'nin Sahîh'inde Abdurrahmân İbn Avfden nakledilen rivayette ise; Rasûlullah (s.a.) m, kovulan Mecûsîlerden cizye almış olduğu belirtilir. Eğer bu hadîs doğru ise; onun umûmî olan mânâsı, bu âyetin mefhumuyla tahsis edilmiştir: «Kitâb verilmiş olanların yemeği size helâldir.» Bu âyetin mefhûm-u muhalifinden anlaşılıyor ki; kitâb verilmiş olanlardan başka din mensûblannın yemeği helâl değildir.
«Sizin yemeğiniz de onlara helâldir.» Siz de kestiğiniz hayvanlardan onlara yedirebilirsiniz. Bu ifâde, ehl-i kitâb'ın kendi dinlerindeki hükümlerinin müslümanlara bildirilmesi sadedinde değildir. Sadece müslümanların, ister kendi dinlerinden birisinin yemeği olsun, ister başka dinden birinin yemeği olsun, yemek yerken Allah'ın adını anmakla emrolunduklanm haber verici nitelikte olabilir. Birincisi, mânâ bakımından daha açıktır. Yani siz, onların kestiklerinden yediğiniz gibi, sizin kestiğinizden de onlara yedirebilirsiniz, demektir. Bu denkleştirme, karşılık verme ve mücâzât kabîlindedir. Nitekim Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl öldüğü zaman; Rasûlullah, kendi elbisesini ona giydirerek defnetmiştir. Derler ki; bunun sebebi şudur : Hz. Abbâs Medine'ye geldiğinde Abdullah İbn Übeyy elbisesini ona giydirmiş. Rasûlullah (s.a.) da bunu böylece karşılamıştır. Mü'minden başkasıyla sohbet etme. Müttakîden başkası yemeğini yemesin, hadîsine gelince; bu mendûb ve müstehab kabîlindendir. En iyisini Allah bilir.
«Mü'min kadınlardan, iffetli olanlar ve sizden önce kitâb verilenlerden iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehir-lerini verdiğinizde size helâldir.» Size mü'min kadınlardan iffetli ve hür olanların nikâhı helâldir. Bu ifâde daha sonra gelmekte olan «Sizden önce kitâb verilenlerden iffetli kadınlar» kavli için bir hazırlık mahiyetindedir. Denildi ki; iffetli kadınlar anlamına gelen kelimesi ile, cariyeler değil, hür kadınlar kastedilmektedir. İbn Cerîr, Mü-câhid'den böyle nakleder. Mücâhid; iffetli kadınlar, hür kadınlardır demekle; İbn Cerîr'in naklettiği kanâati kasdetmiş olabileceği gibi, hür ve iffetli kadınları da kasdetmiş olabilir. Nitekim bir başka rivayette Mücâhid böyle söyler. Bu, Cumhûr'un görüşüdür ki, en uygun olan da budur. Böylece iffetsiz olan zimmî kadınlarla aynı noktada birleşil-miş olmaz ve atalar sözünde denildiği gibi hem hurma kötü, hem de ölçek ölçek şeklinde olmaz. (Bu bir darb-ı meseldir. Meydânî, Mec-ma'ûl-Emsâl isimli eserinde bunu «Hem kötü hurma, hem de kötü ölçek mi?» şeklinde istifhâm-ı inkârı tarzında nakletmiştir. A.g.e. I, 207). Âyetin zahirinden anlaşılan odur ki kelimesi; zinadan uzak, iffetli kadınlar demektir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : «Onlarla zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost edinmemiş olmaları halinde velîlerinin izniyle evlenin.» (Nisa, 25).
Daha sonra tefsîrciler ve bilginler; «Kendilerine kitâb verilenlerden iffetli kadınlar» âyetinin muhtevası içerisine; ister hür, ister köle olsun ehl-i kitâb'tan bütün kadınların girip girmeyeceği konusunda ihtilâf etmişlerdir. îbn Cerîr Taberî; âyetteki kelimesini, iffetliler olarak tefsir eden selef-i sâlihînden bir, grubun bütün iffetli ehl-i kitâb kadınlarının bu âyetin içinde yer alacağını söylediklerini nakleder. Denildi ki; burada ehl-i kitâıb'dan maksad, Yahûdîlerdir. Şâfifnin görüşü budur. Ve yine denildi ki; burada ehl-i kitâb'dan maksad, harb ehli olanlar değil, zimmîlerdir. Çünkü Allah Teâlâ : «Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın...» buyurmaktadır.
Abdullah İbn Ömer hıristiyan kadınlarla evlenmeyi uygun görmezdi ve şöyle derdi : Tanrısının îsâ olduğunu söylemekden daha büyük bir şirk tanımıyorum. Halbuki Allah Teâlâ : «îmân edinceye kadar müşrik kadınları nikahlamayın.» buyurmuştur.
îbn Ebu Hatim şöyle der : Bana babam... Îbn Abbâs'tan nakletti ki; o» şöyle demiş : «îmân edinceye kadar müşrik kadınları nikahlamayın» âyeti nazil olunca; halk, müşrik kadınlarla evlenmekten kaçmıyordu. Nihayet arkasından «Kitâb verilenlerden iffetli kadınlar, zina etmeksizin ve gizli dost tutmaksızın mehirlerini verdiğinizde size helâldir.» âyeti nazil oldu da tekrar ehl-i kitâb'dan kadınlarla evlendiler. Ashâbdan bir topluluk, hıristiyan kadınlarla evlenmişler ve bu âyeti esâs alarak onlarla evlenmekte bir beis görmemişlerdir. Onlar, bu âyetin Bakara süresindeki «îmân edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenme^ yin.» (Bakara, 221) âyetini tahsis ettiğini kabul ederler. Âyetin umûmu içerisine ehl-i kitâb'tan kadınların girdiği söylenirse bu, böyledir. Aksi takdirde her iki âyet arasında çelişki yoktur. Çünkü ehl-i kitâb'm, bir çok yerde müşriklerden ayrıldığı görülmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, bu hususta şöyle buyurur: «Ehl-i kitâb'dan küfredenlerle müşrikler, kendilerine belge gelinceye kadar bundan ayrılmış değildirler.» (Bey-yine, 1) Ve yine bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurulur: «Kendilerine kitâb verilmiş olanlara ve ümmîlere de ki: Müslüman oldunuz mu? Eğer müslüman olmuşlarsa doğru yolu bulmuşlardır.»
«Mehirlerini verdiğinizde.» Yani onlar iffetli ve namuslu kadınlar oldukları için, kendilerine gönül rahatlığıyla mehirlerini bolca verin. Câbir İbn Abdullah, İbrahim en-Nehâî, Âmir, Hasan el-Basrî; bir adamın evlenip kadınla temas etmezden önce, kadının zina etmesi halinde; adamla kadının ayrılacağını ve adamın kadına verdiği mehrin, tekrar kendisine iade edileceğini söyledikleri nakledilmiştir. İbn Cerîr, onların bu fetvâsım rivayet eder.
«Zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın.» Zinadan uzak olmak, yani iffet şartı; nasıl kadınlar için geçerli ise, erkekler için de geçerlidir. Dolayısıyla erkeklerin iffetli ve zinadan uzak olmaları gerekir.
Bunun için Allah Teâlâ zina etmeksizin buyurmuştur. zina eden, hiçbir günâhtan çekinmeyen ve kendisine geleni hiç reddetmeyen erkek demektir. «Dost tutmaksızın)) kavlinden maksad; dostlarıyla birlikte düşüp kalkan âşıklardır. Nitekim bu husus, Nisa sûresinde aynı şekilde yer almıştır. Bu sebeple İmâm Ahmed
İbn Hanbel merhum, kötü yoldaki kadının tevbe edinceye kadar nikâhının doğru olmayacağını ve isyanda devam ettiği sürece iffetli bir erkekle elvendirilmesinin sahîh olmayacağını belirtir. Keza Ahmed İbn HanbePe göre;" tevbe edip zinadan vazgeçinceye kadar, fâsık bir erkeğin de iffetli bir kadınla nikâhlanması sahîh değildir. Ahmed İbn Hanbel görüşünü o âyetle şu hadîse dayandırır: «Sopa vurulmuş zânî, ancak kendisi gibi bir zânîye ile nikahlanır.»
îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr... Hasan'dan nakletti ki; Ömer İbn Hattâb şöyle demiş : Ben isterdim ki, müslüman-lardan fuhşu irtikâb etmiş bir kişinin, iffetli bir kadınla evlenmesine müsâade etmeyeyim. Übeyy İbn Kâ'b, Hz. Ömer'e dedi ki; ey mü'min-lerin emîri, şirk günâhı zinadan daha büyüktür. Halbuki tevbe edince bu bile kabul ediliyor. Bu konuyu inşâallah Nûr sûresinde tafsilâtlı olarak açıklayacağız. Bu sebeple Allah Teâlâ âyetin devamında «Kim de îmânı inkâr ederse, yaptıkları boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır.» buyuruyor.7
İzahı23
İzahı
«Kendilerine kitâb verilmiş olanların yemekleri de sizin için helâldir.» Denildi ki: Bu, onların kestikleri hayvanlardır. Ve denildi ki: Bütün yemekleri demektir. Bu konuda hıristiyanların hepsi eşittir. Hz. Ali (r.a.) nin tağlîb oğullan hıristiyanlannı, bundan istisna ettiği söylenir. Ve onlar, hıristiyan değildirler. İçki içmekten başka hıristiyan-lıktan birşey almamışlardır, demiş. Şafiî, bu görüşü benimsemiş. Abdullah İbn Abbâs'a arap hıristiyanların kestikleri sorulduğunda; bir beis yoktur demiş ki; tâbiîn'in hepsinin kavli budur. Ebu Hanîfe ve arkadaşları da bu görüşü benimsemişlerdir. Sâbiîlerin hükmü ise, Ebu Ha-nîfe'ye göre; ehl-i kitâb'ın hükmüdür. İmâm Muhammed ve Ebu Yûsuf ise sâbiîlerin iki kısım olduğunu, bir kısmının Zebur'u okuyup meleklere taptıklarını, bir kısmının İse hiçbir kitab okumadıklarını ve yıldızlara taptıklarını bu sebeple bunların ehl-i kitâb olmadıklarını söylemişlerdir. Mecûsîler hakkında cizye almak konusunda ehl-i kitâb'ın hükmü uygulanmıştır, ancak kestiklerini yemek ve kadınlarını nikahlamak konusunda değil. İbn Müseyyeb der ki, bir müslüman hasta olursa mecûsîye Allah'ın adını anmasını emredip hayvanını kestirirse yiyebilir. Ebu Sevr ise sağlıklı zamanında bile bunu emretse hiçbir beis yoktur, demiştir. Ve bu sözüyle kötü etmiştir. 8
Bu konuda Yûsuf el-Kardâvî şu bilgileri veriyor:
Ehl-i Kitabın Kestikleri23
Ehl-i Kitabın Kestikleri
Boğazlama hususunda İslâm'ın gösterdiği dikkat ve itinâyı görmüş bulunuyoruz. Çünkü arap ve diğer milletlerin müşrikleri, hayvan kesimini dinin aslından sayılan âdet ve hattâ îmân meselesi kabul etmişler, dikili taşlara ve ilâhları adına kurban kesmeye başlamışlar ve böylece onlara ibâdet ediyorlardı. İslâm geldi ve boğazlama esnasında Allah'tan başkasının anılmasını yasak edip başka bir isim zikredilerek kesilen ve dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanları haram kıldı.
Ehl-i kitâb, asılda tevhide inananlardır. Yâni tek Allah'a inanırlardı. Fakat sonraları, aralarına eski küfrün kirinden tamamen temizlenmeyen bazı müşriklerin girmesiyle aynı sapıklık belirtileri bunlara da sirayet etti. Bu ayrılık ve bozuk fikirleri; bazı müslümanların, ehl-i kitâb'la münâsebetin tıpkı putperestlerle münâsebet hükmünde olduğunu düşünmeleri için atılmıştır. Cenâb-ı Allah da ehl-i kitâb'la sıhriy-yete (onlardan kız almaya) müsâade ettiği gibi onların yiyeceklerinin de yenmesine ruhsat vermiştir. Kur'an'ın son inen âyetlerinden birinde buyrulur ki:
«Bugün, size temiz olanlar helâl kılındı. Kitâb verilenlerin yemeği size, sizin yemeğiniz de onlara helâldir.» (Mâide, 5).
. Bu âyet-ı kerîme'nin özetle mânâsı şudur: Bugün, (önce isimleri ve ta'rîfleri geçen) bahire, sâibe, vesile ve nâm farkı gözetmeden temiz olan her şey size helâl kılınmıştır. Bununla beraber kendilerine kitâb verilen yahûdî ve Hıristiyanların yemeği de (onların aslı göz önüne alınarak) sizin için helâldir. Allah, bunu haram kılmamıştır. Sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. Kestikleri veya avladıkları hayvanların etinden yiyebilir, kestiğiniz veya avladığınız hayvanlardan da yedire-bilirsiniz.
İslâm, arap müşrikleriyle münâsebette şiddet, ehl-i kitâbla münâsebette kolaylık göstermiştir. Çünkü; vahye, peygamberliğe ve genel olarak dinin aslına inandıkları için ehl-i kitâb, mü'minlere daha yakındır. Onların yemeklerini yemenin sıhriyyetle arada akrabalık kurmanın ve onlarla iyi geçinmenin çok faydalan da vardır. Zîrâ, aramızdaki bağlar kuvvetlendiği takdirde İslâm'ın hakikatim ve ahlâkını bizzat onu yaşayan müslümanlardan öğrenirler ve bizim dinimizin, her anlamda, en yüksek şekilde, en temiz fikirlerle yaşamış, bütün bid'atlar-dan, çirkin şeylerden ve putperestlerin âdetlerinden uzak, bizzat kendi dinleri olduğunu açıkça görürler.
«Kitâb verilenlerin yemeği» ifâdesi, onların her yemeğini içine alan şümullü bir ifâdedir: Kestikleri, tahılları... ve her türlü yemekleri... leş, akan kan ve domuz eti gibi bizzat haram olmadığı müddetçe bütün yiyecekleri bizim için helâldir. Ancak leş, kan ve domuz eti, ehl-i kitâb veya faraza bir müslümanm yemeği de olsa icmâ' ile haramdır, yenmesi caiz değildir.
Burada müslümanları yakından ilgilendiren ve bilinmesi gereken birkaç mes'elenin izahı kaldı:
Kilise ve Bayramlar İçin Kesilenler23
Kilise ve Bayramlar İçin Kesilenler
Hayvanı boğazlarken kitâbî'nin Mesîh, Azîz gibi Allah'tan başka bir ismi söylediği duyulmazsa; onun kestiği helâldir. Fakat, Allah'tan başkasını andığı duyulursa bazı fıkıh âlimlerine göre onun kestiği hayvanı yemek haramdır. Çünkü o, Allah'tan başkası anılarak kesilenlerdendir.
Bir kısım âlimler de derler ki:
Allah, onların yemeklerini bize helâl kılmıştır. Ne dediklerini de O daha iyi bilir.
Corcos adlı bir kilise için kesilip ona bağışlanan bir koçu Ebu'd-Derdâ'ya haber vererek : «Ondan yiyelim mi?» diye sorulduğu zaman, şu cevâbı verdi:
Allah'ım affet; onlar ehl-f kitâb'tır. Onların yemeği bize, bizim yemeğimiz de onlara helâldir.
Ve yenmesini emretti.
İmâm Mâlik, ehl-i kitâb'm, kiliseleri ve havraları için kestikleri hayvanlar hakkında bir soruya şu cevâbı vermiştir :
Onu haram değil, fakat hoş da görmem.
Bunu hoş görmemesi, Allah'tan başkasının adına kesilenlerden olması endîşesiyledir ve takvadandır. Ona göre; ehl-i kitâb'a nisbetle Allah'tan başkası adına kesilenler, onların, kendi ilâhlarına yakınlık niyetiyle kestikleri ve etinden yemedikleri hayvanlardır. Fakat kesip yedikleri ise; onların yemeklerinden sayılır. Allah da buyurur ki:
«Kitab verilenlerin yemeği size helaldir.»
Bunun için de haram görmemiştir.
Elektrik ve Benzeri İle Kesilenler24
Elektrik ve Benzeri İle Kesilenler
Bilinmesi gereken ikinci mesele : Onların boğazlama şeklinin bizimki gibi olması, yani boğazdan kesilmesi şart mıdır?
Âlimlerin ekserisi bunu şart koşar. Mâliki mezhebine mensûb bir cemâatin fetvasına göre bu, şart değildir.
Mâide süresindeki âyetin tefsirinde Kâdî îbn Arabî der ki:
Bu, ehl-i kitâb'm av ve yiyeceklerini Allah'ın temiz diye vasıflandırdığının kesin bir delilidir. Bu, mutlak helâldir. Allah'ın bunu tekrar etmesi; bütün şüpheleri ortadan kaldırmak ve bozuk düşüncelerdeki uzun izahı gerektiren itirazları izâle etmek içindir. Tavuğun boynunu kırıp pişiren hıristiyanın bu tavuğunun yenmesi ve bizim onu alıp yememizin hükmünü sordular. Dedim ki: Yenir: Çünkü o kendisinin, papazlarının ve râhiblerinin yemeğidir. Her ne kadar o, bizce şer'î boğazlama sayılmıyor ise de Allah, onların yemeklerini mutlak surette bizlere helâl kılmıştır. Dinlerinde helâl gördükleri herşey bizim için helâldir. Ancak Allah'ın onları yalanladığı şeyler müstesnadır. îlim adamlarımız derler ki: Onlar, kadınlarını zevce olarak bize veriyorlar, unlarla münâsebetimiz helâl oluyor da, neaen onların Kestiklerini yemeyelim? Halbuki, helâl ve haram oluşda yemek, cinsî münâsebetten aşağı mertebededir.
İbn Arabi'nin takrir ettiği işte bu. Bir diğer yerde de :
Boğmak veya başa vurmak suretiyle boğazlama niyeti olmadan öldürüp yedikleri şey, leş hükmündedir; haramdır, der.
Bu iki fikir arasında bir zıddiyet yoktur. Bundan maksad; bizim şer'î boğazlamamıza uymasa bile, onların boğazlanmış olarak kabul ettikleri şey helâldir. Onların boğazlanmış olarak kabul etmedikleri de bize haramdır. O halde boğazlamanın müşterek anlamı şudur :
Yemesini helâllaştırmak niyetiyle hayvanın canını gidermeyi kas-
detmektir.
Bu, Mâlikîlerden bir cemâatin görüşünün aynısıdır.
Şu anlatmaya çalıştığımızın ışığında, elektrikli ve benzeri âletlerle kesilmiş olsa bile ehl-i kitâb'tan idhâl edilen tavuk ve sığır eti konservelerinin de hükmünü anlamış bulunuyoruz ki; onlar bunu boğazlanmış ve helâl olarak kabul ettikleri müddetçe (âyetin umûmî anlamına uyarak) bize de helâldir.
Fakat komünist memleketlerden idhâl edilen konserve etleri kullanmak; kat'î surtte caiz değildir. Çünkü onlar, ehl-i kitâb değildir, bütün dinlere.küfreder, Allah'ı ve O'nun gönderdiği bütün peygamberleri inkâr ederler.
Mecûsîlerin Kestikleri24
Mecûsîlerin Kestikleri
Mecûsîlerin kestikleri hayvanlar hakkında ilim adanılan ihtilaf etmişlerdir. Çoğunluk mecûsîlerin kestiklerini yemeyi men'ederler. Zîrâ bunlar, müşriktir.
Bazıları da, helâldir, derler. Çünkü, İmâm Mâlik ve Şafiî'nin rivayet ettikleri bir hadîste Peygamber (s.a.) buyurmuş ki:
Ehl-i kitâb'a davrandığınız gibi onlara da davranınız.
Bu hadîsin devamı olan «Kadınlarını nikahlamamak ve kestiklerini yememek şartıyla» ifâdesi muhaddislerce sahîh görülmemiştir.
îmâm Buhârî ve başkasının rivayetlerine göre, Hz. Peygamber Ha-cer mecûsüerinden cizyeyi kabul etmiştir.
ibn Hazm «boğazlama» babında der ki:
«Onlar, bir kitâb'ın ehlidirler, bunun için herhalde onlar, ehl-i ki-tâb'ın hükmündedir.»
İmâm Ebu Hanîfe'ye göre; Sâbiîler de ehl-i kitâb'tır.9
6 — Ey îmân edenler, namaza kalktığınız zaman; yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın, başınıza da mesnedin ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı da (yıka-yın). Eğer cünüb iseniz hemen temizlenin. Eğer hasta ol-muşsanız veya seferde iseniz, yahut heladan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız; temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesnedin. Allah, size zorluk vermek istemez. Lâkin sizi temizlemek, üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.
Abdest, Gusül ve Teyemmüm.. 25
Abdest, Gusül ve Teyemmüm
Selef-i sâlihînden çokları «Namaza kalktığınız zaman.» kavlinin, abdestsiz olarak namaza durduğunuz zaman, demek olduğunu söylerler. Başkaları da; uykudan uyanıp namaza kalktığınız zaman, şeklinde mânâ vermişlerdir ki, her iki anlam da birbirine yakındır. Başka bir grup ise der ki; âyetin mânâsı bunların her ikisinden daha geniştir. Zîrâ âyet, namaza durulduğunda abdesti emretmektedir. Fakat bu; abdestsiz kişi hakkında vücûb ifâde ederken, abdestli kişi hakkında mendûbiyyet ve müstehablık ifâde eder. Bazıları da derler ki; İslâm'ın başlangıç döneminde her namaz vakti abdest almak emri vücûb ifâde ediyordu. Ancak bilâhere bu emir neshedilmiştir.
Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdurrahmân... Büreyde'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) her namaz vakti abdest alırmış. Mekke'nin fethi günü abdest almış, mesh üzerine meshetmiş ve bir abdestle birden fazla namaz kılmış. Bunun üzerine Hz. Ömer ona; ey Allah'ın Ra-sûlü, sen şimdiye kadar yapmaz olduğıyı şeyi yaptın, deyince; Rasûlullah (s.a.) ey Ömer, bunu kasıdlı olarak yaptım, buyurmuş. Müslim ve öteki Sünen sahipleri de bu hadîsi Süfyân es-Sevrî kanalıyla Alkame'den rivayet ederler. İbn Mâce'nin Sünen'inde Alkame yerine Süfyân bulunmakta ve her ikisi de Büreyde'den bu hadîsi nakletmektedirler. Tirmizî, bunun hasen ve sahih olduğunu söyler.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Abbâd... Fadl İbn Mübeşşir'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, Abdullah oğlu Câbir’in bir abdestle birçok namaz kıldığım gördüm. İdrarını yaptığında veya abdestini bozduğunda, abdest alır ve onun suyunun artanı ile meshleri üzerine meshederdi. Ben, ona dedim ki; ey Ebu Abdullah, yaptığın şey kendi görüşüne göre midir? O; hayır, Rasûlullah'm böyle yaptığını' gördüm. Ben de Rasûlullah'm yaptığı gibi yapıyorum, dedi. İbn Mâce de bu hadîsi İsmâîl kanalıyla Ziyâd'dan rivayet eder. İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'kûb... Abdullah İbn Ömer'in oğlu Ubeydullah'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Ubeydullah'a; Abdullah İbn Ömer'in nasıl abdest aldığını gördün mü? İster temiz olsun, ister temiz olmasın her namaz için abdest alıyor muydu? Ve bunu nereden öğrendin? diye sordum. O dedi ki; Hattâb'm oğlu Zeyd'in kızı, Esma kendisine anlatmış, ona da Abdullah İbn Hanzale el-Ğasîl anlatmış ki; Rasûlullah (s.a.), ister temiz olsun, ister olmasın her namaz için abdest almayı emredermiş. Bu durum, Rasûlullah'a zor gelince o, her namazda misvak kullanmakla emrolunmuş ve abdestsiz olması müstesna abdest alma emri kaldırılmış. Abdullah, bunu çok iyi gördüğü için ölünceye kadar böyle yaparmış. Ebu Dâvûd da... Abdullah İbn Ömer'den aynı hadîsi rivayet eder. Sonra der ki; bunu İbrâhîm İbn Sa'd, Muhammed İbn İshâk'dan rivayet etmiştir ve bu isim Ahmed îbn Hanbel'de yeraldığı gibi übeydullah İbn Abdullah İbn Ömer şeklinde yeralır. Rivayet nasıl olursa olsun, bu isnâd sahihtir. Nitekim İbn îshâk bunu tahdîs ve işitme yoluyla Muhammed İbn Yahya'dan nakletmiştir ki, böylece telbîs mahzuru ortadan kalkmıştır. Hafız İbn Asâkir bu hadîsi; Seleme îbn Fadl kanalıyla... Muhammed îbn Yahya İbn Hibbân'dan rivayet etmiştir. En iyisini Allah bilir. Abdullah İbn Ömer'in böyle yapması ve her namazda abdest almaya müdâvemet etmesi, Cumhûr'un da dediği gibi, bunun müstehâb olduğuna delâlet eder.
İbn Cerîr der ki: Bize Zekeriyyâ İbn Yahya... İbn Sîrîn'den nakletti ki; halîfelerin hepsi, her namazda abdest alırlarmış. Yine İbn Cerîr der ki: Muhammed İbn Müsennâ... İkrime-'nin şöyle dediğini nakletmiş: Hz. Ali her namazda abdest alır ve âyetini okurmuş. Bize İbn el-Müsennâ,.. Nizâl ibn Se-bure'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Hz. Ali'n'in öğle namazını kılıp, sonra vakfe'de oturduğunu gördüm. Sonra kendisine su getirildi. Yüzünü ve ellerini yıkadı. Başına ve ayaklanna meshetti ve buyurdu ki; bu abdesti bozulmamış olanların abdestidir. Ya'kûb İbn İbrahim... İbrahim'den nakleder ki; Hz. Ali sıcakta ölçek ölçtü. Sonra abdest aldı ve bunda aşın gitti. Sonra dedi ki; bu, abdesti bozulmamış olanlann abdestidir. Hz. Ali'den nakledilen bu kuvvetli rivayet tarîkleri birbirini desteklemektedir.
İbn Cerîr ayrıca der ki: Bize İbn Beşşâr... Enes'ten nakletti ki; Hz. Ömer abdest aldı ve biraz acele etti. Sonra dedi ki; abdesti bozulmamış olanların abdesti işte böyledir. Bu isnâd sahihtir. Muhammed İbn Şîrîn de der ki; halîfeler her namaz için abdest alırlardı. Ebu Dâ-vûd et-Tayâlisî'nin, Ebu Hilâl ve Katâde kanalıyla Saîd İbn Müseyyeb'-den naklettiği; abdest bozmadan abdest almak, aşın gitmektir, mealindeki söze gelince; Saîd İbn Müseyyeb'in böyle bir şey söylemesi garîb-tir. Kaldı ki bu ifâdenin vâcib olduğuna inanarak abdest yenileyen kişi aşın gitmiştir, şeklinde alınması da mümkündür. Abdestli iken abdest almanın müstehab ve meşru' olduğuna dâir sünnette pek çok delil vardır. Nitekim Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdurrahmân İbn Mehdî... Amr îbn Âmir'den nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ben, Enes İbn Mâlik'in şöyle dediğini duydum : Rasûlullah (s.a.), her namaz vakti abdest alırdı. Amr İbn Âmir diyor ki, ben ona siz nasıl yapardınız? diye sordum. Enes İbn Mâlik dedi ki: Biz abdestimiz bozulmadıkça bir abdestle biı çok namaz kılardık, dedi. Bu rivayeti başka yollarla Amr İbn Âmir den İmâm Buhârî ve Sünen ehli de rivayet ederler.
İbn Cerîr der ki: Bana Ebu Saîd... Abdullah îbn Ömer'in şöyle dediğini anlattı; Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki :
Kim abdestliyken abdest alırsa; Allah ona, on hasenat yazar. Ta-berî aynı hadîsi îsâ îbn Yûnus kanalıyla... Abdullah İbn Ömer'den nakleder. Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce de aym hadîsi İfrîkî'nin hadisinden rivayet ederler. Tirmizî, bu isnadın zayıf olduğunu söyler. İbn Cerîr der ki; bir topluluk da, bu âyetin abdestin ancak namaza durulurken vâcib olduğunu, başka ameller için vâcib olmadığını bildirmek üzere indiğini söylemişlerdir. Zîrâ Hz. Peygamber, abdestini bozduğu zaman yenileyinceye kadar başka her türlü davranıştan kaçınırdı. Ebu Kü-reyb... Alkame'den rivayet eder ki; o, şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.) abdestini bozduktan sonra biz kendisiyle konuşurduk, o bizimle konuşmazdı. Biz kendisine selâm verirdik, o bize selâm vermezdi. Nihayet bu hususta ruhsat veren âyet nazil oldu. Bu âyet «Ey îmân edenler, namaza kalktığınız zaman...» âyetidir. Bu hadîsi İbn Ebu Hatim... Ebu Kü-reyb'den nakleder. Ancak bu, cidden garîb bir hadîstir. Râvîler arasında yer alan Câbir, Zeyd'in oğlu olup, zayıf bir râvî sayılmıştır.
Ebu Dâvûd der ki: Bize Müsedded... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) helaya gitmiş. Sonra kendisine yemek takdim edilmiş. Abdest almak için bir şey getirelim mi? diye sorduklarında, Rasûlullah (s.a.); ben, yalnızca namaza durduğum zaman abdest almakla emrolundum, buyurmuştur. Tirmizî de aynı hadîsi Ahmed kanalıyla rivayet eder. Neseî ise, Ziyâd İbn Eyyûb kanalıyla İsmâîl İbn Aliyye'den nakleder. Tirmizî, bu hadîsin hasen olduğunu söyler.
Müslim, Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'-tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Biz Rasûlullah (s.a.) in yanında bulunuyorduk. Rasûlullah helaya gitti, sonra döndü, kendisine yemek getirildi ve denildi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, abdest almayacak mısın? O; ne-denmiş, namaz mı kılacağımki abdest alayım? buyurmuş.
«Yüzlerinizi yıkayın.» Bilginlerden bir grup «Namaza kalktığınız zaman, yüzlerinizi yıkayın.» kavline dayanarak abdestte niyetin vâcib olduğunu söylemişlerdir. Çünkü sözün takdiri şöyledir ; Namaza kalktığınız zaman, namaz için yüzlerinizi yıkayın. Nitekim araplar, «emîr'i gördüğün zaman onun için ayağa kalk» derler. Ve Buhârî ile Müslim'in Sahîh'lerinde; ameller niyetlere göredir ve her kişiye niyet ettiği şey vardır, buyurulmuştur. Yüzün yıkanmasından önce abdeste başlamak için Allah'ın adının anılması müstehâbtır. Nitekim sahabeden bir topluluktan sağlam yollarla gelen hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : Allah'ın adını anmayan kişinin abdesti yoktur.
Eller kaba sokulmazdan Önce ayalarının yıkanması da müstehâbtır. Uykudan uyanınca bunu yapmak daha da gereklidir. Çünkü Buhârî ve Müslim'de Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) buyurur ki:
tiızaen Diriniz uykusundan uyandığı zaman, üç kere yıkamadan önce elini kaba daldırmasın. Çünkü o, elinin nerede gecelediğini bilemez.
Yüzün sınırına gelince; fukahâya göre başın saçlarının bittiği yer ile sakalın ve çenenin uzunlamasına son bulduğu yerin arasıdır. Baş derisine itibâr yoktur. Enliliğine de bir kulaktan öbür kulağa kadardır. Başın sağ ve sola dökülen saç kısımlanyla, yüzün üzerine düşen kısmı baştan mı, yüzden mi olduğu konusunda ihtilâf vardır. Sakalın farz olan noktasından uzanan kısmına gelince; bu konuda iki görüş vardır: Birinci görüşe göre bu kısma suyun dökülmesi vâcibtir. Çünkü yüzyüze gelme orası ile vuku'bulmaktadır. Nitekim bir hadîste rivayet edilir ki; Rasûlullah (s.a.) sakalını örtmüş bir adamı görünce; aç onu, çünkü sakal yüzdendir, buyurmuş. Görmez misiniz araplar, sakalı biten delikanlıya yüzü göründü, derler. Sakalı sık olan kişinin, abdest alırken sakalının arasını sıvazlaması müstehabtır. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Abdürrezzâk... Ebu Vaîd'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Hz. Osman'ı abdest alırken gördüm : —Abdest hadîsini anlattıktan sonra şöyle dedi— : Yüzünü yıkadığında üç kere sakalını sıvazladı, sonra dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a.) in benim yaptığım gibi yaptığını gördüm. Tirmizî, bu hadîsin hasen ve sahih olduğunu söyler. Buhârî de onun hasen olduğunu bildirir.
Ebu Dâvûd der ki: Bize Rebî' İbn Nâfi'... Enes İbn Mâlik'ten rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) abdest alırken bir avuç su almış, çenesinin altına götürerek, onunla sakalını sıvazlamış ve demiş ki: Rabbım Azze ve Celle bana böyle emretti. Bu rivayet, yalnızca Ebu Dâvûd'dan menkûldür. Ancak bir başka şekilde Enes İbn Mâlik'ten rivayet edilmiştir. Beyhakî der ki: Biz, sakalı sıvazlamak konusunu Hammâd, Âişe, Ümmü Seleme kanalıyla Hz. Peygamber'den rivayet ettik. Ayrıca Hz. Ali ve diğerlerinden de rivayetler vâriddir. Keza Abdullah İbn Ömer, Hasan İbn Ali, Nehaî, tabiînden bir topluluktan dia sakalın sıvazlanmasını terk konusunda ruhsat bulunduğuna dâir rivayet nakledilir.
Hz. Peygamberden değişik yollarla sahihe olarak vârid olan rivayetlerde o, abdest aldığı zaman; mazmaza ve istinşâk edermiş. Ancak mazmaza ve istinşâkm abdest ve gusül konusunda vâcib olup olmadığı tartışmalıdır. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'in mezhebine göre; her ikisinde de ağıza ve buruna su vermek vâcibtir. Şafiî ve Mâliki mezhebinde ise müstehabtır. Nitekim Sünen sahiplerinin İbn Huzeyme kanalıyla Rifâa İbn Râfi'den naklettikleri sahîh hadîste Rasûlullah (s.a.) namazını gerektiği gibi edâ edemeyen birine, Allah'ın sana emrettiği gibi abdest al, buyurmuştur. Bazıları da mazmaza ve istinşâkm gusülde vâcib olduğunu, abdestte vâcib olmadığım söylerler ki bu, Ebu Hanîfe'-nin mezhebidir. Ahmed fcbn Hanbel'in —rivayet edilen— bir diğer ka-nâatına göre, istinşâk vâcibtir, mazmaza vâcib değildir. Nitekim Rasûlullah (s.a.), Buhârî ve Müslim'de sabit olan bir hadîste buyurur ki: Kim abdest alırsa; burnuna fazlasıyla su versin. Bir başka rivayette de şöyle buyurur: Sizden biriniz abdest alırsa; burnunun iki deliğine su versin. Sonra bunu fazlalaştırsın.
îmâna Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu«Seleme... Abdullah îbn Abbâs'tan nakletti ki; o, abdest almış ve yüzünü yıkamıştı. Sonra bir avuç su alarak maznıaza yapmış ve bunu da fazlaca yapmış. Sonra bir avuç su almış, onunla sağ elini yıkamış, Sonra bir avuç su almış, onunla sol elini yıkamış, sonra başına meshetmiş, sonra bir avuç su almış ve onu sağ ayağına, yıkayıncaya kadar dökmüş. Sonra bir avuç su almış, onunla sol ayağını yıkamış ve şöyle demiş : Ben, Rasûlullah (s.a.) in böyle abdest aldığım gördüm. Buhârî bu hadîsi Muhammed İbn Abdürrahîm ve Ebu Seleme kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayet eder.
«Dirseklere kadar ellerinizi.» Yani dirseklerle beraber ellerinizi de yıkayın. Nitekim Allah Teâlâ, bir diğer âyet-i kerîme'de aynı edatı şöyle kullanmıştır: «Onların mallarım sizin mallarınıza katarak yemeyin. Doğrusu bıı, büyük bir günâhtır.» Hafız Dârekutnî ve Ebu Bekr el-Beyhakî, Kaşım İbn Muhammed kanalıyla... Câbir İbn Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet eder : Rasûlullah (s.a.) abdest aldığı saman; suyu dirseklerinin etrafında döndürürdü. Bu rivayette râvî olarak yer alan Kâsım'ın hadîsi metruk olduğu gibi, dedesi de zayıftır. En doğrusunu Allah bilir. Abdest alan kişinin, bileklerinden başlayarak dirsekleriyle beraber bütün kolunu yıkaması müstehabtır. Nitekim Buhârî ve Müslim'de Nuaym kanalıyla Ebu Hüreyre'den rivayet edilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Benim ümmetim kıyamet gününde abdestin etkisiyle abdest yerleri beyaz olarak davet edilirler. Sizden her kim beyaz yerini uzatmak isterse abdest alsın. Müslim'in Sahîh'inde Ku-teybe... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; o, şöyle demiştir: Dostum Hz, Peygamberden işittim ki, şöyle diyordu : Mü'minin süsü, abdestinin ulaştığı yere kadar ulaşır.
«Başınıza da mesnedin.» Buradaki cer edatı olan nin ilsâk için mi, yoksa teb'îz için mi olduğu ihtilaflıdır. Ama açık olanı ilsâk için olmasıdır. Her iki görüş üzerinde de durulması gerekir. Usûl-cülerden bir kısmı böyle demişlerdir. Bu konunun açıklanması için Sünnet'e müracaat edilmelidir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Mâlik kanalıyla... Amr İbn Yahya el-Mâzenfden nakledilir ki; adamın birisi, Abdullah İbn Zeyd'e —ki bu Amr İbn Yahya'nın dedesidir ve Rasûlul-lah'm ashâbındandır— demiş ki; sen bana Rasûlullah (s.a.) m nasıl ab-best aldığını gösterebilir misin? Abdullah İbn Zeyd; evet, demiş. Bir ibrik istemiş. Eline suyu boşaltmış ve iki kere elini yıkamış. Sonra üçer kez mazmaza, istinşâk yapmış. Sonra üç kez yüzünü yıkamış. Sonra iki kez ellerini dirsekleriyle beraber yıkamış. Sonra iki eliyle başına meshetmiş. Elini Önden arkaya, arkadan öne götürmüş ve ilkin başının önünden başlamış, sonra arkasına kadar götürmüş. Tekrar eski başladığı noktaya döndürmüş. Ve sonra da iki ayağını yıkamış.
Abd Hayr'ın, Hz. Ali'den rivayetine göre; Rasûlullah (s.a.) m abdesl alışını o da böyle anlatmış. Keza Ebu Dâvûd, Muâviye ve Mikdâm'dan Rasûlullah (s.a.) in abdestinin böyle olduğunu rivayet etmiş. Bu hadîsler; başın bütününü tam olarak mesh etmenin vâcib olduğunu söyleyenlerin görüşüne dayanak teşkil etmektedir. Nitekim İmâm Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel bu görüştedirler. Bilhassa hadîslerin, Kur'an'da mücmel olan yerleri açıklayıcı nitelikte olduğunu iddia edenlere göre; bu, böyledir. Hanefîler ise başın dörtte birini mesh etmenin vâcib olduğunu belirtirler ki; bu miktar, kâkül kadar olan kısımdır. Bizim mezhebin mensûblan (Şafiî mezhebi) na göre, mesh miktarı diye isimlendirilen miktar vâcibdir. Bu da bir miktar olarak sınırlandırılamaz. Hattâ kişi saçının bir kısmına dahi meshetse yeterlidir.
Bu iki mezhebin mensûblan (Hanefî ve Şâfiîler), Muğîre îbn Şu'-be'nin hadîsine dayanmaktadırlar. Buna göre; Muğîre İbn Şu'be der ki; Rasûlullah (s.a,) geride kaldı. Ben de onunla birlikte geride kaldım. O ihtiyâcını giderince; yanında su var mı? dedi. Ona temiz bir su kabı getirdim. İki elinin ayasını ve yüzünü yıkadı. Sonra kollarını sıvadı, ancak cübbenin kolu dar geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber iki elini cübbenin altından çıkardı ve cübbeyi omuzuna attı. Kolunu yıkadı ve kâkülüne mesnetti. Sarığının ve meslerinin üzerine de meshetti. Sonra Muğîre İbn Şu'be, hadîsin yukarıdaki devamını zikretti. Hadîs Müslim'in Sahîh'inde ve diğer yerlerde bulunmaktadır. Ancak İmâm Ahmed ve arkadaşları buna şöyle cevâb verirler: Rasûlullah (s.a.) kâkülüne meshetmekle yetinmiştir. Zîrâ başının kalan kısmını sarığının üzerinden meshetmiştir. Biz işte bunu diyoruz. Bu konuda pek çok hadîs vârid olmuştur. Sarığın üzerine meshetmek de, mesh yerine geçer. Nitekim Hz. Peygamber, sangının ve meşinin üzerine mesh yapardı. Bu ise daha evlâdır. Kaldı ki, sizin yanınızda kâkül veya başın bir kısmına meshetmenin ve diğer kısmım sangın üzerinden tamamlamanın caiz olduğu konusunda hiçbir delil yoktur. Allah en iyisini bilendir.
Keza fukahâ arasında başa tekrar tekrar meshetmenin müstehâb olup olmadığı konusunda ihtilâf çıkmıştır. Şafiî'nin meşhur olan görüşü böyledir. Ahmed İbn Hanbel ve ona tâbi olanlara göre ise; bir* tek defa meshedilmesi müstehabtır. Nitekim Abdürrezzâk, Humrân İbn Ebân'dan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Ben Osman İbn Affân'ı ab-dest alırken gördüm. O, iki elini üç kez yıkadı. Sonra mazmaza, istin-şâk yaptı: Sonra yüzünü üç kez yıkadı. Sonra bilekleriyle beraber sağ elini üç kez yıkadı. Sonra sol elini aynı şekilde yıkadı. Sonra başına meshetti. Sonra üç kez sağ ayağım yıkadı. Sonra da üç kez sol ayağını yıkadı. Ve şöyle dedi: Ben, Rasûlullah (s.a.) m benim abdest aldığım gibi abdest aldığını gördüm. Ve devam etti: Kim benim şu abdestim gibi abdest alır, sonra iki rek'at namaz kılar ve kendi nefsine bir talepte bulunmazsa onun geçmiş günâhları bağışlanır. Aynı metin, Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Zührî tankıyla rivayet edilmiştir. Ebu Dâvûd da Abdullah kanalıyla Hz. Osman'ın abdest alış şeklini rivayet eder ve başına bir kere mesnetti, der. Keza Abd Hayr'm rivayetinde de aym ifâdeler yer alır.
Başa meshetmenin tekrarlanmasını müstehab kabul edenler ise; Müslim'in Sahîh'inde Hz. Osman'dan rivayet edilen şu hadîsi esâs alırlar. Rasûlullah (s.a.) üçer üçer abdest alırdı.
Ebu Dâvûd der ki : Bize Muhammed İbn el-Müsennâ... Humrân'-dan nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ben, Hz. Osman'ı abdest alırken gördüm... Ve yukarıdaki hadîsi nakletmiş. Ancak mazmaza ve istinşâkı zik-retmemiş. Sonra şöyle devam etmiş; başına üç kez meshetti. Sonra ayaklarını üç kez yıkadı. Sonra şöyle dedi: Ben Rasûlullah (s.a.) m böyle abdest aldığını gördüm. Kim böyle abdest alırsa ona yeter. Ancak bu rivayette Ebu Dâvûd, münferid kalmıştır. Halbuki Hz. Osman'dan nakledilen sahîh hadîslerden; onun, başını bir kere meshettiği anlaşılmaktadır.
«Ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın.» Bazıları buradaki kelimeyi daha yukarıya yani ellerinizi ve ayaklarınızı yıkayın bölümüne atfederek mansûb biçimde §eklinde okumuşlardır. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür'a, İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, bu âyeti mansûb okumuş ve tekrar yıkamaya döndüm, demiş. Abdullah İbn Mes'ûd, Urve, Atâ, İkrime, Hasan, Mücâhid, İbrahim, Dahhâk, Süddî, Mukâtil İbn Hayyân, Zührî ve îbrâhîm et-Teymî'den de aynı şekilde rivayet edilmiştir.
Seleften bir kısmının söylediği gibi; bu kırâete göre ayağın yıkanması vâcib olur. Buradan hareketle bazıları da, tertibin vâcib olduğu görüşünü savunmuşlardır ki; bu, Cumhûr'un görüşüdür. Ancak Ebu Hanîfe muhalefet ederek, tertibi şart koşmamıştır. Hattâ kişi, önce ayaklarını yıkasa, sonra başına meshetse, sonra elini yıkasa, sonra yüzünü yıkasa, bu da geçerlidir, demiş. Ona göre; âyet, bu uzuvların yıkanmasını emretmektedir. Buradaki atıf edatı olan vav tertibe delâlet
etmez. Cumhûr-u fukahâ buna cevâb için değişik yollar ta'kîb etmişlerdir. Bir kısmına göre; âyet, namaza dururken önce yüzün yıkanmasının vâcib olduğunu göstermektedir. Çünkü burada kullanılan (ti ) ta'kîb faşıdır ki; bu da tertibi gerektirir. Hiç kimse, önce yüzün yıkanıp sonra tertibe riâyet edilmemesi gerektiğini söylememiştir. Bu konuda iki görüş vardır:
1- Âyette olduğu şekilde tertîb vâcibtir.
2- Tertîb, mutlak şekilde vâcib değildir. Âyet, ilkin yüzü yıkamanın vâcib olduğunu ifâde etmektedir.
Binâenaleyh bundan sonra tertîb —icmâ' ile— vâcibtir. Diğer bir grup ise şöyle der: Buradaki vâvın tertibe delâlet etmediği görüşünü kabuletmeyiz. Bazı nahivcilerin, lügat bilginlerinin ve fuka-hâmn söylediği gibi buradaki vav'ın lügat bakımından tertibe ,delâlet etmediğini farzetsek bile, şeriat bakımından bu ifâde, tertibi gerektirecek şekilde tertibe delâlet etmektedir. Bunun delili şudur : Rasûlullah (s.a.) Beytullah'ı tavaf ederken Safâ'dan çıkmış ve «Doğrusu Safa ve Merve Allah'ın nişânelerindendir.» âyetini okumuş. Sonra, Allah'ın başladığı yerden ben de başlarım, buyurmuştur. Müslim'in lafzı böyledir. Neseî'nin lafzı ise şöyledir : Allah'ın başladığı ile siz de başlayın. Bu ifâde bir emir lafzıdır. İsnadı da sahihtir. Bu da gösteriyor ki, Allah'ın başladığı yerden başlamak vâcibdir. İşte şeriat bakımından tertibe delâlet etmesinin anlamı budur. En doğrusunu Allah bilir.
Fukahâdan bir kısmı da demişlerdir ki: Allah Teâlâ, bu âyette bu nitelikleri sıraya göre zikrettiğine göre; benzeri benzerden ayırmış ve meshedilenlerle yıkananları birbirine girdirmiştir. Bu da tertibin mu-râd edildiğine delâlet eder.
Bir kısmı da der ki: Şüphesiz Ebu Dâvûd ve diğer kaynaklarda Amr İbn Şuayb'ın dedesinden nakledildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) birer birer abdest almış, sonra işte abdest budur. Bu olmadan Allah namazı kabul etmez, buyurmuş. Bu fikrin taraftârlan derler ki; öyleyse Rasûlullah ya tertibe göre abdest almıştır, dolayısıyla sıra vâcib olmalıdır. Veya tertibe riâyet etmeksizin abdest almıştır, dolayısiyle tertibe riâyet etmemek vâcibtir. Tertibe riâyet etmemenin vâcib olduğunu söyleyen kimse bulunmadığına göre; tertîb vâcibdir. Diğer bir kırâete göre ise, kelimesi kesre olarak okunur. Şîa buna dayanarak ayakları meshetmenin vâcib olduğunu söylemektedir. Çünkü onlara göre; ayaklar.diğer uzuvlara değil, başın meshedil-mesi emrine ma'tûftur. Seleften bir gruptan, ayakların meshedilme-sini söyleyenleri destekler mâhiyette rivayetler gelmiştir. Nitekim İbn Çerîr Taberî der ki; bana Ya'kûb İbn İbrâhîm... Humeyd'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Mûsâ İbn Enes, Hz. Enes'e —biz yanında iken— dedi ki; ey Ebu Hamza, Ahvaz'da iken Haccâc bize bir hutbe okudu. Biz de yanında bulunuyorduk. Abdesti anlattı ve dedi ki; yüzünüzü ve ellerinizi yıkayın. Başınızı ve ayaklarınızı mesnedin. Ademoğluna, ayağından daha yakın bir pislik bulunamaz. Onun içlerini ve dışlarını, damarlarıyla beraber yıkayın. Bunun üzerine Enes İbn Mâlik dedi ki; Allah doğru söyler, Haccâc yalan söyler. Çünkü Allah, başlarınızı ve ayaklannm mesnedin, buyurmuştur. Humeyd der ki; Enes İbn Mâlik ayaklarım meshettiği zaman onları yaşartırdı. Bu rivayetin isnadı, sahihtir. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ali İbn Sevr... Enes İbn Mâlik'ten rivayet etti ki; o, şöyle demiş : Kur'an mesh üzerine, sünnet de yıkanma üzerine inmiştir. Bu rivayetin isnadı da sahihtir. İbn Cerîr Taberî der ki; bize Ebu Küreyb... İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Ab-dest iki yıkama ve iki meshetmektir. Saîd İbn Ebu Arûbe de Katâde'den böyle rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... İbn Abbas'tan nakletti ki; o, başınıza ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı da mesnedin demiş. Ve buradaki âyetin yıkamaya değil, meshe âit olduğunu bildirmiştir. Sonra îbn Ebu Hatim der ki; Abdullah İbn Ömer, Alkame, Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali ve —rivayetlerin birinde— Hasan el-Basrî, Câbir İbn Zeyd, —rivayetlerin birinde— Mücâhid'den de aynı şekilde nakledilmiştir, İbn Cerîr der ki : Bize Ya'kûb... Eyyûb'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Ben, İkrime'nin iki ayağına meshetnıekte olduğunu gördüm. Eyyûb der ki; İkrime, bunu söylerdi de. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Sâib... Şa'bî'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Cebrail mesh'i indirdi. Görmez misin ki teyemmüm, yıkanması gerekenin üzerine meshetmektir. Ve meshedilen kısmı da geçmektir. İbn Ebu Ziyâd da der ki: Ben Âmir'e; insanlardan bir kısmı, Cebrail'in ayaklan yıkamayı (emreden hükmü) indirdiğini söylüyorlar, dedim. O, Cebrâîl mesh'i indirmiştir, dedi.
Bunlar gerçekten garîb hadîslerdir. Ve burada mesh ile kasdedilen, hafîf yıkamadır. Nitekim biz, ilerde ayakların yıkanmasının vâcib olduğunu belirten hadîsi aktaracağız. Bunun kesre olarak okunması mücâ-vere ve sözün uyumu kabîlindendir. Nitekim arapların sözleriyle Allah Teâlâ'nın kavli bu kabildendir. Bu ifâde tarzı, arapıar arasında çok yaygın olup çok beğenilir ve kullanılır. Bir kısmına göre de bu âyet, ayaklara mes giyilmesi halinde mesh edilmesini emretmektedir. Nitekim Şafiî merhum böyle demiştir. Bir kısmı ise, bu âyetin ayaklann meshedilmesine delâlet ettiğini söylerler. Bunlara göre; meshten maksad —sünnette vâ-rid olduğu gibi— hafif bir yıkamadır. Her hal u kârda ayaklan yıkamak vâcibtir. Bu husus; zarurî olarak zikredeceğimiz âyet ve hadîslerden anlaşılmaktadır. Hafîf bir yıkama için «mesh» kelimesinin kullanıldığına delâlet eden en güzel örneklerden birisi, Hafız Beyhakî'nin rivayetidir ki; o, şöyle demektedir: Bize Ebu Ali Rûzbârî... Abdülmelik İbn Meysere'den nakletti ki; o, Nezâl İbn Sebre'nin Hz. Ali'den şöyle naklettiğini duydum, demiştir : Hz. Ali Öğle namazını kılmış, sonra Küfe meydanında insanlann ihtiyâcını görmek üzere oturmuş. Nihayet ikindi namazı vakti gelmişti. Kendisine bir kırba su getirildi. Hz. Ali bîr avuç aldı, onunla yüzünü, ellerini, başını ve iki ayağını mesnetti. Sonra kalkıp ayakta iken fazlasını içti. Sonra da şöyle buyurdu : İnsanlardan bir kısmı ayakta su içmeyi mekruh görürler. Halbuki Rasûlullah, benim yaptığım gibi yapmıştır. Ve bu, abdesti bozulmayan kişinin abdestidir. Buharı Sahîh'inde bu ifâdenin bir kısmını Âdem'den rivayet eder.
Şia'dan meslere meshedildiği gibi ayaklara da meshedilmesi gerektiğini söyleyenler; hem kendilerini sapıtmışlar, hem de başkalarını saptırmışlardır. Keza ayakların hem meshedilebileeeğini, hem de yıkanabileceğim caiz görenler de hatâ etmişlerdir. Ebu Ca'fer îbn Cerîr'in hadîslere dayanarak ayakların yıkanmasının, âyetlere dayanarak da mes-hedilnıesinin vâcib olduğu görüşüne gelince; onun görüşünün böyle olduğu kesinlik kazanmamıştır. İbn Cerîr'in tef şirindeki sözünden; abdest alırken diğer uzuvların değil, sadece ayakların ovalanması gerektiğini kasdettiği anlaşılabilir. Çünkü üzerindeki kirleri gidermek üzere ovalanmalarını gerekli görmüş, ancak bunu mesh kelimesiyle ifâde etmiştir. Onun söylediklerini iyi düşünemeyenler ise; Taberî'nin hem yıkamanın, hem meshin vâcib olduğunu söylemek istediğini bildirmişler ve bu kanâati çıkarmışlardır. Bu sebeple fukahânm bir çoğu, onu müşkil vaziyette görmüştür ki; aslında Taberî bunda ma'zûrdur. Çünkü ister önce olsun, ister sonra olsun mesh ile yıkamayı birleştirmenin anlamı yoktur. Zîrâ bu ikisi, yıkamanın içinde vardır. Adam (Taberî) aslında benim zikrettiğimi kasdetmiştir. Allah en iyisini bilendir. Sonra onun sözünü daha çok düşündüm. Ve gördüm ki; o, iki kırâetin arasını cem'et-meye çalışmaktadır. Mansûb okunursa yıkamaya, mecrûr okunursa meshe atf yapılacağından her ikisini birleştirmeye çalışmaktadır.10
Abdestte Ayakların Yıkanması Konusunda Vârid Olan Hadîs-i Şerifler:29
Abdestte Ayakların Yıkanması Konusunda Vârid Olan Hadîs-i Şerifler:
Yukarda mü'minlerin emîri Osman ve Ali ile İbn Abbâs, Muâviye, Abdullah İbn Zeyd İbn Âsim ve Mikdâd'dan rivayet edilen hadîste Rasûlullah (s.a.) in abdest alırken ayağını bir, iki veya üç kez yıkadığı nakledilmiştir. Ancak ihtilâf, bu yıkama miktanndadır. Amr îbn Şuayb da babası kanalıyla dedesinden nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) abdest alırken iki ayağını yıkamış ve; işte abdest budur, Allah abdestsiz namazı kabul etmez, buyurmuştur. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Ebu Uvâ-ne'nin... Abdullah İbn Âmir'den naklettiği rivayette o, şöyle demiş : Birlikte gittiğimiz bir seferde Rasûlullah (s.a.) geride kalmıştı. Biz, ona ulaştık. Namaz vakti geçmek üzere idi. Ve namaz ikindi namazıydı. Biz de abdestimizi alıyorduk. Ayaklarımıza meshediyorduk. Rasûlullah (s.a.) sesini yükselterek bağırdı ve abdestinizi yenileyin. Vay sırtlara cehennemden, buyurdu. Keza Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Hüreyre'den, Müslim'in Sahîh'inde Hz. Âişe'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Abdesti yenileyin. Vay sırtlara cehennemden.
Leys İbn Sa'd... Abdullah İbn Hâris'ten nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu duymuş : Vay sırtlan ve ayakların altına ateşten. Beyhakî ve Hâkim de bu hadîsi rivayet ederek isnadının sahîh olduğunu söylerler.
îmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer... Şuayb İbn Ebu Kerb'ten nakletti ki; o, şöyle demiştir : Câbir İbn Abdullah'ın deve üzerinde şöyle dediğini duydum : Rasûlullah (s.a.) vay topuklara ateşten, buyurdu. Esved İbn Âmir bize... Câbir İbn Abdullah'-dan nakleder ki; o, şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.) bizden bir adamın ayağının bir dirhem kadarının yıkanmamış olduğunu gördü ve; vay arkalara cehennemden, buyurdu.
İbn Mâce... Saîd'den aynı rivayeti nakleder. İbn Cerîr Taberî bu rivayeti Süfyân es-Sevrî, Şu'be İbn Haccâc ve daha başkaları kanalıyla... Câbir'den nakleder. Sonra der ki; bize Ali İbn Müslim... Câbir'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bir topluluğun abdest aldıklarını, ancak ayaklarının arkasına su değdirmediklerini gördü ve buyurdu ki: Vay ayaklarının arkasına cehennemden.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Halef İbn Velîd... Muay-kib'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Vay arkalara cehennem ateşinden. Bu hadîsi İmâm Ahmed yalnızca rivayet etmiştir. İbn Cerîr Taberî der ki; bize Ali İbn Abd'ül-A'lâ... Ebu Ümâme'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) : Vay arkalara cehennemden, vay arkalara cehennemden, diye buyurunca; mescidde seçkin ve sıradan hiç kimse kalmadı ki, herkes ayağının arkasını çevirip onlara bakıyordu. Ebu Kü-reyb... Ebu Ümâme'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), bir topluluğun abdest almakta olduğunu ve ancak birisinin ayağının arkasının veya aşığının dirhem miktarı kadar veya tırnak kadar su dokunmamış olduğunu gördü de; vay arkalara cehennemden, dedi. Ebu Ümâme der ki; adam, ayağının arkasına suyun dokunmadığını görünce, artık abdestini yeniler olmuştu.
Bu hadîslerin delâlet şekli açıktır. Şöyle ki; eğer ayakların mes-hedilmesi yeterli veya caiz olsaydı, terkinden dolayı bunca tehdîd vârid olmazdı. Çünkü mesh, bütün ayağı içine almaz. Aksine sadece mes'in üzerine mesh gibi olur ki; bu İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî merhumun Şia'ya karşı delil getirme tarzıdır.
Müslim Sahîh'inde, Ebu Zübeyr kanalıyla Câbir'den, o da Ömer İbn Hattâb'dan nakleder ki; adamın birisi abdest aldı, ayağından bir tırnak kadar yeri kuru bıraktı. Rasûlullah (s.a.) bunu görünce; git ve abdestini güzel al, buyurdu.
Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî der ki: Bize Hafız Ebu Abdullah... Ka-tâde İbn Diâme'den nakletti ki; Enes İbn Mâlik şöyle demiş: Adamın biri Hz. Peygamberin yanma; abdest almış fakat ayağından parmak kadar bir yeri kuru bırakarak gelmişti. Rasûlullah (s.a.) ona; git ve ab-destini al, buyurmuştu. Ebu Dâvûd bu rivayeti Hârûn İbn Ma'rûf' tan ve İbn Mâce, Harmele İbn Yahya kanalıyla Vehb'den naklederler. Bu isnâd sağlam olduğu gibi râvîlerin hepsi de sika kimselerdir. Lâkin Ebu Dâvûd, bu hadîs ma'rûf değildir, İbn Vehb'den başka onu rivayet eden bulunmamıştır, der.
Mûsâ İbn İsmâîl... Hasan'dan, Katâde'nin hadîsinde naklettiğini, Rasûlullah (s.a.) in söylediğini bildirir. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İbrahim İbn Ebu'l-Abbâs... Hâlid kanalıyla Peygamberin eşlerinden birisinden rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) bir adamın namaz kıldığını, ancak ayağının üstünde bir dirhem miktarı parlaklık bulunduğunu, bu kısmı yıkamadığını görmüş ve ona abdestini yenilemesini emretmiş. Bu rivayeti Ebu Dâvûd, Bakiyye'den nakleder ve ayrıca; namazını da iade etmesini emretmişti, der. Bu isnâd sağlam ve sahihtir. Allah en iyisini bilendir.
Humrân'm Hz. Osman'dan naklettiği hadîste Hz. Osman; Rasûlullah (s.a.) m abdest alış şeklini anlatırken onun parmaklarının arasını hilâllediğini söyler. Sünen sahipleri de İsmâîl İbn Kesîr kanalıyla Âsım'ın babasından naklederler ki; o, şöyle demiş : Ben; ey Allah'ın Rasûlü bana abdesti bildir, dediğimde; abdestini yenile, parmakların arasını hilâlle, ve fazla istinşâk yap, ancak oruçlu olursan müstesna, buyurdu.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdullah İbn Yezîd... Amr İbn-Abese'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, ey Allah'ın nebisi, bana abdesti bildir, dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sizden biriniz ab-deste başlar da sonra ağzına, burnuna su verir ve fazlasıyla bunu yaparsa; muhakkak ağzından ve burnundan çıkan su ile birlikte günâhları da çıkar. Sonra Allah'ın emrettiği biçimde yüzünü yıkarsa; yüzünün hatâları, sakalının etrafından akan sularla birlikte kaybolur. Sonra iki elini dirsekleriyle birlikte yıkarsa; iki elinin hatâları, parmakları ucundan akar gider. Sonra başını meshederse; başının hatâları saçından akan sularla birlikte akıp gider. Sonra iki ayağını aşıklarıyla birlikte Allah'ın emrettiği gibi yıkarsa; ayaklarının hatâları, ayak parmaklarından akan su ile birlikte akar. Sonra kıyama durup Allah'a hamdeder ve övgüye lâyık olana hamd ve senada bulunur, ardından iki rek'at namaz kılarsa; anasından doğduğu gündeki gibi günâhlarından çıkar. Ebu Ümâme der ki: Ey Amr, ne dediğine bak! Sen bunu Rasûlullah (s.a.) dan işittin mi? dedim. Bu adama her şey yerinde mi veriliyor? Amr îbn Avf da dedi ki: Ey Ebu Ümâme benim yaşım ilerledi.
Kemiğim inceldi, ecelim yaklaştı. Allah'a ve Allah'ın Rasûlüne yalan isnâd etmeye ihtiyâcım yok. Eğer ben bunu o'ndan bir, iki veya üç kez işitmemiş olsaydım; nakletmezdim. Halbuki ben, bunu ondan yedi veya daha fazla kere işittim. Bu hadîsin isnadı sahihtir. Müslim'in Sahîh'in-de bir başka şekilde vârid olmaktadır. Ve; ayaklarını Allah'ın emrettiği gibi yıka, buyurmakla Kur'an'ın ayağı yıkamayı emrettiği anlaşılmaktadır. Keza Ebu İshâk, Hâris'ten, o da Ebu Tâlib oğlu Ali'den rivayet eder ki, o, emrolunduğunuz gibi ayakları aşıklarla beraber yıkayın, buyurmuştur. Burada Abd Hayr'ın, Hz. Ali'den naklettiği ve Rasûlullah (s.a.) in na'leyni içindeki iki ayağına su döküp ovaladığını, nakleden hadîsiyle neyin kasdedilmiş olduğu anlaşılıyor. Bununla hafîf bir yıkamayı kasdetmiştir ki; ayaklar yine na'leynin içindeydi. Ayaklar na'ley-nin içinde olduğu halde yıkamaya bir engel yoktur. Ancak bu ifâdede; vesvesecüerden derinliğine dalan ve olmayanı uyduranlara reddiyye vardır. İbn Cerîr'in A'meş'ten kendi rivâyetiyle Ebu Vâil ve Huzeyfe'den naklettiğine göre o der ki: Rasûlullah (s.a.) bir kavmin abdesthanesine gelmiş, orada idrarını ayakta yapmış. Sonra su istemiş, abdestini almış ve na'leynine meshetmiş. Bu hadîs sahihtir. İbn Cerîr bu hadîsi, sika ye hafız râvîlerin A'meş kanalıyla Ebu Vâil ve Huzeyfe'den naklettiklerini zikreder ve der ki: Rasûlullah ayakta idrarını yaptı. Sonra abdest alıp meslerinin üzerine mesnetti. Ben derim ki; bu ikisini birleştirmiş olması ve ayaklarında mes olup, üzerinde de na'leynin bulunmuş olması muhtemeldir. Nitekim İmâm Ahmed îbn Hanbel'in rivayet ettiği ha-dîs'de böyledir. Buna göre Yahya... Ebu1 Evs'ten nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in abdest alıp ayakkabılarının üzerine meshettiğini sonra namaza durduğunu gördüm, demiştir. Ebu Dâvûd ise bunu, Müsedded kanalıyla Ebu Evs'den nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in bir kavmin mezbelesine gelip idrarını yaptığını, sonra abdest alıp ayakkabısına ve ayaklarının üzerine meshettiğini gördüm, demiştir. İbn Cerîr bunu Şu'be ve Hüşeym tankıyla- rivayet ettikten sonra, der ki: Bu, Rasûlullah'm abdestini bozmadan abdest almış olmasına hamledilmiştir. Çünkü Allah'ın farzlarıyla, Rasûlünün sünnetlerinin; birbirini reddeder ve çelişir nitelikte olması caiz değildir. Rasûlullah (s.a.) dan abdest alırken genellikle iki ayağı tamamen yıkamayı emrettiğine dâir rivayet sahihtir. Bu rivayet, kendisine ulaşanın ma'zeretini kesinlikle kabul etmeyen müstefîz nakille nakledilmiştir. Mansûb okunan kırâete göre; Kur'an'ın ayaklan yıkamayı emrettiği, mecrûr okumayı öngören kırâete göre de; buna hamletmek vâcib olduğu için Selef-i Sâlihînden bazıları bu âyetin mensûh olduğunu ve meslerin üzerine mesh ruhsatıyla neshedildiğini vehmetmişlerdir. Nitekim böyle bir rivayet Ebu Tâlib oğlu Ali'den nakledilmiştir. Ancak bunun isnadı, sahîh değildir. Kaldı ki Hz. Ali'den sabit olan bunun tersidir. Yoksa onların iddia ettiği gibi değildir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) in bu âyet-i kerîme'nin nüzulünden sonra da mesler üzerine mesh ettiği sabittir.
İmâm Ahmed tbn Hanbel der ki: Bize Hâşim İbn Kasım... Cerîr İbn Abdullah'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Mâide sûresinin nüzulünden sonra, müslüman oldum ve ben müslüman olduktan sonra Rasûlullah (s.a.) in mes üzerine mesh ettiğini gördüm. Ancak bu rivayette İmâm Ahmed münferid kalmıştır.
Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde A'meş'in... Hemmâm'dan naklettiğine göre; o, şöyle demiş : Cerîr, idrarını yaptı. Sonra abdest aldı ve mesleri üzerine mesnetti. Kendisine böyle mi yapıyorsun? denildiğinde; evet, ben Rasûluîlah (s.a.) in idrarını yapıp sonra abdest alarak mesler üzerine meshettiğini gördüm, dedi. A'meş der ki: Bu hadîs onların hayretini mûcib olmuştur, zîrâ Cerîr'in müslüman oluşu Mâide sûresinin inmesinden sonraydı, dedi. Lafız Müslim'indir.
Meslerin üzerine meshin meşrûiyyeti kavlî ve fiilî sünnet ile Rasûlullah (s.a.) dan tevâtüren sabittir. Nitekim bu husus, «Ahkâm el-Kebîr» kitabında belirtilmiştir. Orada bu konuda gerek duyulan bütün bilgiler verilmiştir. Râfızîler ise, hiçbir mesnedi olmadan bilgisizlik ve sapıklıkla buna muhalefet etmişlerdir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde sabit olduğu gibi; mü'minlerin emîri Ali İbn Ebu Tâlib'in rivayetine göre; Rasûlullah (s.a.), müt'â nikâhını yasakladığı halde onlar bunu da mübâh saymışlardır. Keza bu âyet-i kerînıe'de; Rasûlullah (s.a.) dan tevatür yoluyla sabit olan fiil, uygun biçimde ayakların yıkanmasının vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Ancak Râfızîler buna da karşı çıkmışlardır. Gerçekte onların sağlam bir delili yoktur. Hamd Allah'a mahsûstur.
Ayaklardaki aşıklar konusunda da selef ile mezheb imamları arasında ihtilâf vardır. Onlara göre aşık, ayağın üzerindedir. Diğerlerine göre ise; her ayağın bir aşığı vardır. Cumhûr'a göre; aşık, ayak ile baldırın oynak noktasında yer alan iki kemiktir. Rebî' der ki; İmâm Şafiî şöyle dedi: Allah'ın Kur'an'da zikrettiği iki aşığın mâhiyeti konusunda ihtilâf olduğunu bilmiyorum. Aşıklar; ayak bileğinin mafsalının birleştiği yerlerdir. Bu, onun lafzıdır. Mezheb imamlarına göre; her ayağın iki aşığı vardır. Nitekim halk larafmdan bilinen de budur. Sünnetin delâlet ettiği de budur. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Humrân yoluyla J3z. Osman'dan nakledildiğine göre; Hz. Osman, abdestini almış, sağ ayağını açıklarıyla beraber, sol ayağını da aynı şekilde yıkamıştır. Buhârı'nin kesin bir talîkı da rivayet edilmiştir. Ebu Dâvûd ve İbn Huzeyme Sahîh'lerinde Ebu'l-Kâsım Hüseyn İbn Hâris'in, Nu'mân îbn Beşîr'den naklettiği rivayete göre; Nu'mân der ki; Rasûlullah (s.a.) yüzünü bize çevirerek üç kere; saflarınızı düzeltin, Allah'a yemîn ederim ki, ya saflarınızı düzeltirsiniz, yahut da Allah sizin kalblerinizin arasını açar, buyurdu. Nu'mân İbn Beşîr der ki: Ben, adamın kendi ayağının aşığını arkadaşının ayağının aşığına, dizini dizine ve omuzunu da arkadaşının omuzuna yapıştırdığını gördüm. Bu hadîsin lafzı İbn Huzeyme'ye aittir. Ancak kişinin, ayağının aşığını arkadaşının aşığına bitiştirmesi mümkün değildir. Sadece orada aşıkla kasdolunan; baldırda açıklık olan kemiktir. Bir diğerinin aşığının hizasına kadar gelecek niteliktedir. Bu da bizim zikrettiğimizi gösterir ki; aşık, bacak ile ayağın ayrıldığı eklem noktasında çıkık olan kemiktir. Ehl-i Sünnet'in mezhebi de budur.
îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Câbir'den nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ben Zeyd'in taraftarlarının Önlerine baktım. Onların aşığının, ayaklarının üstünde olduğunu gördüm. Bu, Şia'nın hakka muhalefetlerini ve isyanda ısrarlarını bastırmak için cezalandırılmış olduğu bir cezadır.
«Eğer cünüb iseniz hemen temizlenin. Eğer hasta olmuşsanız veya seferde iseniz, yahut heladan gelmişseniz, veya kadınlara yaklaşmış da su bulamamıştanız temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesnedin.» Bu konuda Nisa sûresinde yer alan teyemmüm konusu açıklanırken (âyet, 43) yeterli bilgi verilmiştir. Burada sözü uzatmamak için onları tekrarlama gereğini duymuyoruz. Orada teyemmüm âyetinin nüzul sebebini de anlatmıştık. Ne var ki, İmâm Bu-hârî bu âyet-i kerîme'ye hâs olmak üzere bir hadîs rivayet eder ve şöyle der: Bize Yahya İbn Süleyman... Hz. Âişe'den nakletti ki; o, şöyle demiştir : Biz Medine'ye girmek üzere iken Beydâ'da gerdanlığım düştü. Rasûlullah (s.a.) bineğini durdurdu, yere indi, başını benim kucağıma koyup uyudu. Ebubekir gelerek beni şiddetle yumrukladı ve bir gerdanlık için halkı tuttun, dedi. Rasûlullah (s.a.) in yerine ben öleyim ki, beni bir hayli acıtmıştı. Sonra Rasûlullah (s.a.) uyandı ve sabah olmuştu, su aradı, bulmadı. Bunun üzerine işbu âyet-i kerîme nâzi] oldu. Useyd İbn Hudayr; ey Ebubekir'in ailesi, Allah sizi insanlar için mübarek kıl^ sın. Siz, insanlar için bir bereketsiniz, dedi.
«Allah size zorluk vermek istemez.» Bunun için Hak Teâlâ size her şeyi kolaylaştırmıştır. Hastalık anında su bulamayınca, sizi rahatlatmak için ve size acıdığından teyemmümü mübâh kılmıştır. Teyemmüm etmesi meşru' olanlara su yerine teyemmümü kâim kılmıştır. Daha önce açıklandığı gibi, bazı noktalarda teyemmüm su yerine geçmez. Bu konu «el-Ahkâm el-Kebîr» isimli eserde belirtilmitşir.
«Lâkin sizi temizlemek, üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.» Allah'ın size verdiği bolluk, şefkat, merhamet, kolaylık ve müsamaha nimetlerine şükredesiniz diye. Bunun için sünnet-i seniyye'de abdestten hemen sonra duaya teşvik vârid olmuştur. Abdest alanların, bu âyet-i kerîme'ye imtisal ederek cennete giren ve temizlenenlerden kılması için Allah'a yalvarmaları belirtilmiştir. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel, Müslim ve Sünen sahipleri Ukbe İbn Âmir'-den naklederler ki; o, şöyle demiştir : Biz, deve güdüyorduk. Benim sıram geldiğinde ben, akşamleyin develeri salıverdim. O sırada Rasûlullah (s.a.) m ayakta insanlarla konuştuğunu farkettim ve söylediğinden şunu aklımda tuttum: Hangi müslüman abdest alır ve abdestini güzel yapar, sonra kalkıp gönlünü ve yüzünü kıbleye çevirerek iki rek'at namaz kılarsa; mutlaka ona cennet vâcib olur. Ukbe İbn Âmir der ki; Ben, bu ne cömertlik? dedim. Benim önümde bir başka kişinin de, bundan önceki daha cömertti, diye seslendiğini gördüm. Ve bir de baktım ki, Hz. Ömer (r a.) idi bu. Dedi ki; ben senin geldiğini yeni görmüştüm, sonra şöyle dedi: Sizlerden her kim abdest alır ve «Şehâdet ederim ki; Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve şehâdet ederim ki; Muhammed (s.a.) Allah'ın Rasûlüdür, derse; ona cennetin sekiz kapısı açılır. O, dilediği kapıdan girer. Lafız Müslim'indir.
İmâm Mâlik der ki; Süheyl İbn Ebu Salih, babası kanalıyla Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş; Müslüman kul —veya mü'min kul demiştir— abdest alır, yüzünü yıkarsa; gözleriyle bakmış olduğu bütün hatâlar, yüzünden akan suyla birlikte çıkar gider. —veya son su damlasıyla birlikte gider demişti—. İki elini yıkadığı zaman; eliyle değdiği bütün hatâlar, su ile birlikte çıkar gider, —veya son su damlasıyla birlikte gider demişti— ayaklarını yıkadığı zaman; ayaklarıyla bastığı her hatâ, su ile birlikte çıkar, gider, —veya son su damlası ile birlikte gider demişti— neticede bütün günâhlardan arınmış olarak çıkar. Bu hadîsi Müslim, Ebu Tâhir kanalıyla İbn Vehb'den o da Mâlik'ten rivayet eder.
İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb... Kâ'b'tian nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuş: Her kim abdest alır, ellerini veya bileklerini yıkarsa, bu ikisinden hatâlar çıkar. Yüzünü yıkarsa yüzünden hatâlar çıkar, başına meshederse başından hatâlar çıkar. Ayaklarını yıkarsa, ayaklarından hatâlar çıkar. îbn Cerîr Taberî'nin lafzı böyledir. Aynı rivayeti Ahmed İbn Hanbel... Kâ'b kanalıyla Rasûlullah'tan nakleder ki; Rasûlullah şöyle buyurmuş ; Kim abdest alır ve iki elini yıkarsa, iki elinden hatâlar çıkar. Yüzünü yıkarsa, yüzünden hatâları çıkar. Kolunu yıkarsa, kollarından hatâları çıkar. Ayaklarını yıkarsa,, ayaklarından hatâları çıkar. Şu'be der ki; başa meshetmeyi zikretmemişti. Bu isnâd sahihtir. İbn Cerîr Taberî; Şimr İbn Atiyye kanalıyla, Ebu Ümâme'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kim abdesf, alır ve abdestini güzelleştirir, sonra namaza kalkarsa kulağından, gözünden iki elinden ve iki ayağından günâhları çıkar.
Müslim, Sahîh'inde Yahya İbn Ebu Kesîr kanalıyla Ebu Mâlik el Eş'arî'den nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Temizlik îmânın bir parçasıdır. Elhamdülillah ise nıîzân'ı üoıauruı. Sübhânallah ve el-hamdü li'l-lah ise ikisi birlikte göklerle yer arasını doldurur. Namaz nurdur. Sadaka burhandır. .Sabır ziyadır. Kur'an ise senin lehinde ve aleyhinde bir hüccettir. Bütün insanlar, sabahleyin kalkarlar. Kendilerini satışa çıkarırlar. Ya âzâd olurlar, ya da kaçarlar. Müslim'in Sahîh'inde, Semmâk İbn Harb'in... Abdullah İbn Ömer'den rivayetine göre; Rasûlullah (s.a..), şöyle buyurmuştur: Allah, hîle ile verilen sadakayı abdestsiz namazı kabul etmez.
Ebu Dâvûd et-Teyâlisî der ki: Bize Şu'be... Ebu Melîh'ten nakletti ki, babası kendisine şöyle demiş : Ben, Rasûlullah ile birlikte evdeydim. O'nun şöyle dediğini işittim : Allah abdestsiz namazı kabul etmez, hileli sadakayı da. Ahmed İbn Hanbel, Ebu Dâvûd, Neseî, İbn Mâçe de bunu Şu'be'nin hadîsinden rivayet ederler.11
İzahı32
İzahı
Bu âyet, başa mesh edilmesini emretmektedir. Mesh; iki elle bir şeye dokunmandır. Tıpkı alnmdaki teri silmen gibi. Zahir olan odur ki; başın her tarafının mesh edilmesi gerekmez. Çünkü bir kısmını mesh eden kimseye de; mesh etti, denir. Bizim ashabımız (Şîa) bu görüşü benimsemişlerdir. Onlar derler ki: Mesh adı verilebilecek bir miktarın mesh edilmesi gerekir. Abdullah İbn Ömer, îbrâhîm ve Şa'bî de böyle demişlerdir. Şafiî'nin mezhebi de budur. Denildi ki: Bütün başın dörtte birinin mesh edilmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber, başının dörtte birini mesh ediyordu. Bu, Ebu Hanîfe'nin görüşüdür. Bu hususta ondan pek çok rivayetler nakledilmiştir ki, biz bunları anlatarak konuyu uzatmak istemiyoruz.
«Topuklarınıza kadar da ayaklarınızı.» Bu konuda ihtilâf vardır. Pukâhâ'nın cumhuruna göre; ayakların yıkanması farzdır. İmâmiyye ise mesh farzdır, başkası değil, demişlerdir. İkrime de böyle demiştir. Sahabe ve Tabiînden îbn Abbâs, Enes, Ebu'l-Âliye, Şa'bî gibi büyük bir cemaatten ayaklara mesh edileceği sözü rivayet edilmiştir. Hasan el-Basrî İse; mesh etmekle yıkamak arasında kişinin muhayyer okluğunu söylemiştir ki; Taberî ve Cübbâî de bu görüşü benimsemiştir. Ancak bu son ikisi, ayağın her tarafının mesh edilmesi gerektiğini, sadece yüzünün mesh edilmesiyle yetinmenin caiz olmayacağını söylemişlerdir. Zeydî imamlarının önderlerinden Nâsır'ül-Hakk der ki: Hem mesh etmek, hem de yıkamak gerekir. îbn Abbâs, Rasûlullah'ın abdest alışını anlatırken; iki ayağına mesh etti, der. Yine ondan rivayet edilir ki, şöyle demiştir : Allah'ın kitabında mesh varken, insanlar kaçıp yıkıyorlar. Ve yine demiştir ki: Abdest iki yıkama ve iki meshtir. Katâde der ki; Allah, iki yıkamayı ve iki meshi farz kılmıştır... Ehl-i Beyt'in seyyidle-rinden rivayet edilen haberlere gelince; bu konuda sayılmayacak kadar çoktur. Nitekim Hüseyn İbn Saîd el-Ehvazî, Fudâle İbn Fudâle kanalıyla Hanımâd İbn Osman'dan nakleder ki; ona Gâlib İbn Hüzeyl şöyle demiş : Ebu Ca'fer'e ayaklara mesh konusunu sorduğumda dedi ki: Cebrail'in indirmiş olduğu hüküm budur. Yine Hüseyn İbn Saîd'in Ahmed İbn Muhammed'den naklettiğine göre; Ebu Hasan, Mûsâ İbn Ca'fer'e ayaklara mesh nasıl olur, diye sordum? demiş. O da ellerini parmaklarının üzerine koyarak topuklara kadar ayağını mesh etti, demiş. Ona bir kişi iki parmağıyla mesh etse ne olur? deyip böylece aşıklara kadar göstermiş. O, hayır, elinin bütün ayasıyla, demiş.12
7 — Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini, «işittik, itaat ettik.» dediğinizde sizi onla bağlamış olduğu mîsâkmı anın. Allah'tan sakının. Muhakkak ki Allah; kalblerdekini bilir.
8 — Ey îmân edenler; adaleti gözeten şâhidler olun. Ve bir topluluğa karşı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet edin, bu takvaya daha yakındır. Ve Al-lah'dan korkun. Muhakkak ki Allah; işlediklerinizden haberdârdır.
9 — Allah, îmân edenlere ve sâlih amel işleyenlere, mağfiret ve büyük bir ecir vaadetmiştir.
10 — Küfredenler ve âyetlerimizi tekzib edenler, işte onlar, cehennem yaranıdırlar.
11 — Ey îmân edenler, Allah'ın üzerinize olan nimetini hatırlayın. Hani bir kavim, size el uzatmağa kalkışmıştı da, onlann ellerini üzerinizden geri çekmişti. Allah'tan sakının. Ve mü'minler Allah'a tevekkül etsinler.
Bir Kavme Olan Kininiz Sizi Adaletten Alıkoymasın.33
Bir Kavme Olan Kininiz Sizi Adaletten Alıkoymasın.
Allah Teâlâ mü'min kullarına; bu yüce dini ve şeriatı lütfedip şu şerefli peygamberi elçi olarak göndermesindeki nimetini hatırlatıyor ve o peygambere bîat, ittibâ etmek, yardımcı olmak ve destek sağlamak üzere kendilerinden alınmış olan ahid ve misâkı andırıyor. Hz. Peygamberin, Allah'ın dinini üslenip tebliğ edilen emirleri, mü'minlerin kabul etmesinde ortaya çıkan nimeti hatırlatarak buyuruyor ki: «Ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini, işittik, itaat ettik dediğinizde sizi onunla bağlamış olduğu mîsâkmı anın.» Bu bîat, müslüman olarak Rasûlullah (s.a.) a vermiş oldukları biattir. Bu bîatta şöyle diyorlardı: Allah ve Rasûlünü dinlemek ve itaat etmek, sevinçli ve sevinçsiz anımızda onu kendimize tercih etmek, onun emrinde tartışmaya girişmemek üzere Rasûlullah (s.a.) a, bîat ettik. Nitekim Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurmaktadır : «Size ne oluyor ki; Allah'a inanmıyorsunuz? Halbuki Peygamber sizi Rabbınıza îmân etmeye davet ediyor. Ve sizden mîsâk da almış idi. Eğer mü'minler iseniz.»
Denildi ki bu âyet, Rasûlullah (s.a.) a ittibâ edip şeriatına imtisal etmek üzere yahûdîlerden alınmış olan ahdi, Yahudilere hatırlatmaktadır. Bu görüşü Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakletmiştir. Yine denildi ki; bu âyet, Allah Teâlâ'nın Hz. Âdem'in soyundan çıkarıp kendi nefislerini kendilerine şâhid kıldığı, Hz. Âdem'in torunlarından alınmış olan ahdi hatırlatmaktadır. Nitekim orada Allah Teâlâ : «Ben, sizin Rabbınız değil miyim? diye sormuş. Onlar, evet, şehâdet ettik ki Sen bizim Rabbımızsın, demişlerdi. Bu görüşü, Mücâhid ve Mukâtil İbn Hayyân söylemektedir. Birinci görüş, daha açıktır. İbn Abbâs'ın ve Süddî'nin görüşü de budur. İbn Cerîr Taberî bu görüşü tercih eder. Sonra Allah Teâlâ, «Allah'tan sakının.» buyurarak her halükârda takvaya devama teşvik etmiştir. Ayrıca Allah'ın, vicdanların derinliklerindeki gizli duygulardan haberdâr olduğunu kendilerine bildirerek «Allah kalb-lerdekini bilicidir.» buyurmuştur.
«Ey îmân edenler, adaleti gözeten şâhidler olun.» Allah için hakkı gözeten kimseler olun. İnsanların övmesi için değil, adaletle hükmeden şâhidler olun. Zulmedenler değil. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Nu'-mâh İbn Beşîr nakleder ve der ki; bana babam malından bir parça karşılıksız mal verdi: Annem Umre Bint Revana Rasûlullah (s.a.) ı şâhid etmezsen ben buna razı olmam, dedi. Babam bana verdiği mala şâhid tutmak üzere Hz. Peygambere gittiğinde Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Bütün çocuklarına aynı şekilde verdin mi? O, hayır dedi. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü : Allah'tan korkun ve çocuklarınıza, adaletli davranın,, dedi. Sonra ilâve etti: Ben, zulme şâhidlik etmem. Nu'mân tbn Beşîr der ki: Babam eve geldi ve bana verdiğini geri aldı.
«Ve bir topluluğa karşı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin.» Bir kavme olan kin ve nefretiniz, onlar hakkında adaleti terket-meye vesîle olmasın. İster dost, ister düşman olsun; herkese adaletli muamele edin. Bunun için Allah Teâlâ âyetin devamında «Adalet edin. O, takvaya daha uygundur.» buyuruyor. Adaletli davranmanız, adaleti terketmenizden takvaya daha yakındır.
«Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah, işlediklerinizden haberdârdır.» Allah işlediğiniz fiillere göre sizi, cezalandıracaktır. İşleriniz hayır ise, cezanız da hayırdır. İşleriniz şer ise, cezanız da serdir. Bu sebeple âyetin devamında «Allah, îmân edenlere ve sâlih amel işleyenlere mağfiret ve büyük bir ecir vaad etmiştir.» Bu ecir cennet-i A'lâdır, Onu Allah kullarına lütfetmiştir. Kulları, amelleriyle cennete ulaşamazlar. Aksine Allah'ın lutfu ve rahmetiyle ulaşırlar. Her ne kadar kendilerine Allah'ın rahmetinin ulaşmasının sebebi amelleri ise de; Allah Teâlâ rahmetine, lutfuna, affına ve cezasına nail olmak için muhtelif sebepler halketmiştir. Her şey O'ndan ve O'nun içindir. Hamd ve minnet Allah'adır.
«Küfredenler ve âyetlerimizi tekzîb edenler, işte onlar cehennem yaranıdır.» Bu da Allah Teâlâ'nın adaletinin ve hikmetinin gereğidir. Zulüm, bulunmayan hükmünün ifadesidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir. Kudret O'nundur. Adaletli hüküm veren kendisidir.
«Ey îmân edenler, Allah'ın üzerinize olan nimetini hatırlayın. Hani bir kavim size el uzatmaya kalkışmıştı da, onların ellerini üzerinizden geri çekmiştik. Allah'tan sakının. Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler.»
Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer Câbir'den rivayet etti ki; Rasû-lullah (s.a.) bir konakta konakladı. Halk, büyük bir ağacın altında gölgelenmek istedi. Hz. Peygamber silâhını bir ağaca asmıştı. Bedevinin biri gelerek Rasûlullah (s.a.) m kılıcım aldı, kınından çıkardı. Rasûlul-lah'a karşı yönelerek dedi ki; seni, şimdi benden kim ahkoyar? Rasûlullah (s.a.); Allah, dedi. Bedevi iki veya üç kere, seni benden kim alı-koyar? diye tekrarladı. Rasûlullah (s.a.) da her seferinde Allah, dedi. Câbir der ki: Bedevi kılıcı kınına koydu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ashabını çağırarak Bedevi'nin durumunu onlara bildirdi. Adam, Hz. Peygamberin yanında oturuyordu. Rasûlullah onu cezalandırmadı. Ma'mer der ki: Katâde de buna benzer bir rivayet naklederek dedi ki: Bedevilerden bir topluluk Rasûlullah (s.a.) ı yoketmek istediler ve bu Bedeviyi gönderdiler. O, bu âyeti bu olayla te'vîl etmiştir. Bu Bedevi'nin kıssası —ki adı Gavres İbn Haris idi— sahîh hadîste sabittir.
Avfî, İbn Abbâs'tan bu âyet konusunda şöyle dediğini rivayet etti: Yahudilerden bir topluluk, Rasûlullah (s.a.) ve ashabına yemek ikram edip onları öldürmek istedi. Allah Tealâ da onlara yahûdîlerin durumunu vahyetti. Hz. Peygamber yemeğe gitmediği gibi ashabına da gitmemelerini emretti. İbn Ebu Hatim de bu vak'ayı rivayet eder.
Ebu Mâlik ise der ki: Bu âyet, Kâ'b İbn Eşref ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Onlar, Hz. Peygamber ve ashabını Kâ'b İbn Eşrefin evinde katletmek istiyorlardı. îbn Ebu Hatim bu rivayeti de nakleder.
Muhammed İbn İshâk, Mücâhid, İkrime ve başkaları da derler ki; bu âyet, Benu Nadir kabilesi hakkında nazil olmuştur. Onlar, Amirî'le-rin diyeti konusunda kendilerinden yardım istemeye geldiğinde Hz. Peygamberin başına değirmen taşı atmak istemişlerdi. Bu işi de, Amr îbn Cühaş İbn Kâ'b'a vermişlerdi. Hz. Peygamber duvarın altında oturacak, kendileri onun etrafında toplanınca, Amr, o değirmen taşım yukardan bırakacaktı. Böyle söylemişlerdi. Allah, Rasûlüne onların hazırladığı plânı haber vermiş. Ve Rasûlullah Medine'ye dönmüş, ashabı da o'nun arkasından gelmişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Ey îmân edenler, Allah'ın üzerinize olan nimetini hatırlayın...» buyurmuştu. Sonra Rasûlullah (s.a.) ertesi gün onların kuşatılmasını ve yurtlarından çıkarılarak sürgün edilmelerini emretmişti.
«Ve mü'minler, Allah'a tevekkül etsinler.» Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah her konuda ona yeter ve halkın şerrinden onu koruyup muhafaza eder.13
12 — Andolsun ki, Allah îsrâiloğullarından söz almıştı. Biz, onlardan on iki temsilci seçtik. Allah demişti ki: Muhakkak Ben sizinleyim, namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime inanır, onlara yardım ederseniz, Allah'a güzel bir borç verirseniz; andolsun ki sizin kötülüklerinizi örterim. Ve andolsun ki; sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden her kim de küfrederse; şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.
13 — Ahidlerini bozmalarından ötürü onlara la'net ettik, kalblerini de katılaştırdık. Onlar, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı müstesna dâima hainliklerini görürsün. Sen; onları affet ve geç. Muhakkak Allah; ihsan edenleri sever.
14 — «Biz hıristiyânız» diyenlerden de söz aldık. On lar da kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. Bu yüzden kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber'verecektir.
İsrâiloğullarından Alınan Söz. 34
İsrâiloğullarından Alınan Söz
Allah Teâlâ, mü'min kullarına kulu ve Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.) in ahid ve mîsâkma sadâkat göstermelerini emrettikten, hakkı ayakta tutup adaletle şâhidlik etmelerini bildirdikten, gizli ve açık kendilerine lütfettiği nimetleri hatırlattıktan, hak ve hidâyete doğru sev-ketmiş bulunmasındaki ihsâm zikrettikten sonra; kendilerinden önce geçen kitâb ehli Yahûdî ve Hıristiyanlardan da nasıl ahid ve mîsâk almış olduğunu açıklamaya başlıyor. Onlar, bu ahid ve mîsâkı bozunca Allah da kendilerini la'netle cezalandırmış ve huzurundan kovmuştu. Kalblerine", hidâyete ve hak dine vâsıl olmalarını önleyecek perdeler koymuştu Bu hidâyet ve hak dinin rehberi faydalı bilgi ile sâlih ameldir. Bunun ardından Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: «Andolsun ki Allah, İsrâiloğullarmdan söz almıştı. Biz, onlardan oniki temsilci seçtik.» Yani sözleşmelerinde Allah'a, Rasûlüne ve kitabına itâatta kabilelerine önderlik eden arifler seçmiştik.
İbn Abbâs ve Muhammed İbn îshâk ile daha başkalarının zikrettiklerine göre; bu olay, Hz. Musa'nın zâlimlerle savaşa yönelmesi esnasında olmuştu. Hz. Mûsâ, her kavimden bir seçkinin gelmesini emretmişti. Her sıbttan bir temsilci seçilmişti. Muhammed îbn İshâk der ki: Robil sıbtından Şamon İbn Zakkûr; ŞenVûn sıbtmdan Şafat İbn Hurrî; Ya-hûda sıbtından Kalib İbn Yûfennâ; Ebîn sıbtmdan Fihâyil İbn Yûsuf; Yûsuf sıbtmdan —ki bu Efraîm sıbtıdır— Yjşa' İbn Nûn, Bünyâmîn sıbtından Falatmi îbn Refon; Zeblon sıbtmdan Cedî İbn Şudî; Dân sıbtından Hamlail îbn Cümmel; Esîr sıbtından, Sator İbn Melkîl; Nef-tâli sıbtından, Nahî îbn Vefsî; Câd sıbtmdan, Colayil îbn Mîkî temsilci olarak seçilmişti.
Ben, Tevrat'ın îsrâiloğullarının sıbtuıdan seçilmiş olan seçkinlerinin isimlerinin yer aldığı dördüncü kitabında, İbn îshâk'm zikrettiğine aykırı isimler ve sıbtlardan temsilciler olduğunu gördüm. Doğrusunu en iyi Allah bilir. Tevrat'ın dördüncü kitabında Kobİl oğullan için Soni îbn Sadon; ŞenVûn oğulları için, Şamual îbn Saroşki; Yuhâdâ oğulları için, Yahsûn îbn Amyâzâb; Yisahr oğullan içüı, Şal İbn Saon; Zeblon oğullan için, Elbâb İbn Halob; Yûsuf İfrâyim oğullan için, Menşâ îbn Amenhûd; Menşâ oğullan için, Hamaliyail İbn Yarsan; Bünyâmîn oğulları İçin, Ebiden İbn Ced'ûn; Dân oğulları için, Caizer İbn Amîşezî; Esîr oğullan için Nihâyil İbn Acrân; Hûz oğullan için, Elsîf İbn Dâvâyil;
Naft&li oğulları için, Ecza İbn Aminan'ın temsilci olduğu bildirilmektedir 14 :
Aynı şekilde Akabe bîatı gecesi Ansâr; Rasûlullah'a bîat ettiğinde oniki nâkîb yer alıyordu. Bunların üçü, Evs kabilesinden, Üseyd İbn Hudayr, Sa'd İbn Hayseme ve Rifâa İbn Abdülmünzir'di. Bunun yerine Ebu'l-Heysem İbn Teyhân olduğu da söylenmiştir. Öteki dokuz kişi de Hazreç kabilesinden; Ebu Ümâme Es'ad İbn Zürâre, Sa'd İbn Rebî', Abdullah îbn Revâha, Râfi' îbn Mâlik, Berâ İbn Ma'rûr, Ubâde İbn Sâmit, Sa'd îbn Ubâde, Abdullah İbn Amr İbn Haram, Münzir îbn Amr İbn Hu-neys idi. Allah cümlesinden razı olsun. İbn İshâk merhumun zikrettiği gibi; Sa'd îbn Mâlik onların hepsini bir şiirinde zikretmişti. (İbn Hişâm, Sîret, I, 443 - 445). Maksadımız şudur : Bu kişiler, peygamberin emrini yerine getirmek üzere kavminin seçkinleri olarak huzurunda yer almışlardır. Onlar, kavimleri adına Hz. Peygamberi dinleyip itaat etmek üzere bîat etme görevini üstlenmişlerdi.
İmâm Ahmed îbn Hanbel der ki: Bize Hasan İbn Mûsâ... Mesrûk'-tan rivayet etti ki; o, şöyle demiştir: Biz, Abdullah îbn Mes'ûd'un yanında oturuyorduk, o bize Kur'an okuyordu. Adamın biri geldi ve dedi ki; Ey Ebu AMurrahmân, Rasûlullah (s.a.) a sordunuz mu; bu ümmet ne kadar halîfeye sahip olacaktır? Abdullah İbn Mes'ûd dedi ki: Ben Irakstan döndüm döneli, senden başka kimse bana bu soruyu sormadı. Sonra devam etti: Evet, biz Rasûlullah (s.a.) a bunu sorduğumuzda; o, İsrâiloğullarımn seçkinlerinin sayısı kadar oniki nakîb diye karşılık verdi. Bu hadîs bu şekliyle garîbtir. Hadîsin aslı Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Câbir İbn Semure'den nakledilen şu hadîstir. Câbir der ki; Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işittim : İnsanların başına oniki kişi geçinceye kadar işleri devam edecektir. Sonra Rasûlullah ne dedi? diye sorduğumda; onların hepsi Kureyşlilerdir dedi, diye açıkladı. Lafız Müslim'indir. Bu hadîsin anlamı; sâlih, hakkı ikâme eden ve insanlar arasında adaletle hükmeden oniki halîfenin bulunacağını müjdelemekten ibarettir. Ancak bu ifâdeden, bu oniki kişinin ardarda gelmesi gereği anlaşılmaz. Nitekim bunlardan dördü ardarda gelmiştir ki, bunlar; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.) den müteşekkil olan dört halîfedir. Mezheb imamlarından bazılarına göre; şüphesiz Ömer İbn Abdülazîz ile Abbâs oğullarından bir kısmı da bu halîfelerdendir. Bunların hâkimiyeti geçerli oldukça kıyamet kopmayacaktır. Buradan da anlaşılıyor ki; mevzû-u bahs edilen hadîslerde müjdelenen Mehdî de bunlardan birisidir. Mehdinin adı, peygamberin babasının adının aynısı olacaktır. Yeryüzünü adaletle dolduracağı, zulüm ve azgınlığı kaldıracağı belirtilmektedir. Bu Mehdî, Râfızîlerin varlığını vehmettikleri, sonra Samerrâ sırdâbmda ortaya çıktığını kabul ettikleri, beklenen Mehdî (Mehdî el-Muntazar) değildir. O Mehdî'nin gerçekle ilgisi olmadığı gibi, hiçbir şekilde varlığı da söz konusu değildir. Sadece zayıf hayalli kişilerin uydurması, sakat akıllıların heveskârlığından ibarettir. Keza bu oniki temsilci, Râfızîlerden İsnâ Aşeriyye'nin inandığı ve akılsızlıkları, bilgisizlikleri dolayısıyla kabul ettikleri oniki imâmla da alâkalı değildir. Tevrât'da, İsmâîl (a.s.) e müjdeler yeralmakta ve onun soyundan oniki büyük kişinin geleceğine dâir haberler bulunmaktadır ki; bu, Câbir İbn Semûre ile Abdullah îbn Mes'ûd'un hadîsinde zikredilen oniki halîfedir. Yahudilerden müslüman olmuş bazı câhiller, Şîa'-mn bir kısmıyla birleşerek bu sözü edilen oniki kişinin oniki imâm olduğunu vehmetmektedirler. Bir çokları da; bilgisizlikleri, budalalıkları ve beyinsizlikleri yüzünden peygamberin sünnetinde sabit olan hususları Şia'nın lehine hamletmektedirler.
Allah demiştir ki: «Muhakkak Ben sizinleyim.» Ben sizi korur, destekler ve yardım ederim. İnayetim hep sizinledir. «Namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime inanır.» Peygamberlerin size getirdiği ilâhî vahyi doğrularsanız «Onlara yardım ederseniz» hak üzere onları destekler ve yardımlarına koşarsanız «Allah'a güzel bir borç verirseniz.» Allah'ın rızâsını elde etmek için Allah yolunda infâk ederseniz. «Andolsun ki, sizin kötülüklerinizi Örterim.)) Günâhlarınızı kapatır, yok eder ve örterim. Bundan dolayı sizi sorumlu tutmam. «Ve andolsun ki, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım.» Sakınılacak şeyleri üzerinizden ahverir, maksadınızı yerine getiririm. «Bundan sonra sizden kim de küfrederse; şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.» Kim bu ahdi verdikten ve onu iyice pekiştirdikten sonra, ahdinden döner, muhalefet eder ve inkâra saparak onu bilmiyormuş gibi davranırsa; hak yoldan sapıtmış., hidâyetten dönerek dalâlete düşmüş olur.
Daha oonra Allah Teâlâ; Allah'ın ahdine ve mîsâkına muhalefet etmeleri halinde başlarına gelecek cezayı haber vererek şöyle buyuruyor : «Ahidlerini bozmalarından ötürü onlara la'net ettik.» Allah'ın kendilerinden almış olduğu ahdi bozmaları sebebiyle onları la'netleyip haktan uzaklaştırdık ve hidâyetten kovduk. «Kalblerini katılaştırdık.» Katılığı ve karalığı yüzünden bir daha hiçbir öğüt almazlar. «Onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar.» Anlayışları bozulduğu için Allah'ın âyetleri konusunda kötü tasarrufta bulunuyor ve Allah'ın kitabını, O'nun indirmiş olduğu anlamların dışında anlamlara hamlederek, Allah'ın muradından başka şekilde te'vîl ediyorlar. Allah'ın söylemediğini O'na isnâd ediyorlar. Davranışlarından Allah'a sığınırız. «Kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular.» Ve onunla amel etmeyi terkettiler. Hasan der ki: Dinlerinin bağını çözdüler. Allah'ın emrettiği görevlerini ihmâl ettiler. Başkaları da dediler ki: Amelleri terkettikleri için, aşağılık bir duruma düştüler. Ne sağlam kalbleri, ne doğru fıtratları ve ne de düzgün amelleri vardır. «İçlerinden pek azı müstesna dâima hainliklerini görürsün.» Hilelerini, hiyânetlerini ve arkadaşlarına karşı zulümlerini görürsün. Mücâhid ve başkaları da derler ki: Bununla Yahudilerin peygamberi yok etmek için hazırladıkları tuzaklar kasdedilmektedir.
«Sen cnları affet ve geç.» Bu, zaferin ve başarının ta kendisidir. Nitekim selef-i sâlihîn'den bazıları demişlerdir ki: Allah'a isyan eden kişiye karşı senin Allah'a itaat etmenden daha güzel bir muamele olamaz. Çünkü böylelikle onları birleştirip hak üzere toplamak mümkün olur. Belki de Allah onları hidâyete erdirir. Nitekim Allah Teâlâ : «Muhakkak Allah, ihsan edenleri sever.» buyuruyor. Yani sana kötülük etmekten vazgeçenleri sever. Katâde der ki: Bu âyet yani «Sen onları affet ve geç» âyeti; Allah Teâlâ'mn «Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın.» âyetiyle neshedilmiştir.15
Biz Hıristiyaniz Diyenlerden Alınan Söz. 36
Biz Hıristiyaniz Diyenlerden Alınan Söz
«Biz Hıristiyanız diyenlerden de söz aldık.» Yani kendilerinin Hıristiyan olduklarım ve Hz. îsâ'ya tâbi olduklarını söyledikleri halde, inançları böyle olmayanlardan da Rasûlullah'a uymaları, o'na destek olup yardım sağlamaları konusunda söz almıştık. O'nun peşinden gitmeleri, Allah'ın yeryüzüne indirdiği her peygambere îmân etmeleri konusunda ahid almıştık. Ama onlar da, Yahudiler gibi davranıp sözlerinden caydılar. Ahidlerini bozdular. Onun için Allah Teâlâ, âyetin devamında şöyle buyurmuştur: «Onlar da kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. Bu yüzden kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık.» Kıyamete kadar onlar, birbirlerine karşı düşmanlık ve çekişme içerisinde bulunacaklardır. Hıristiyan gruplar; farklı ırklara mensûb olmalarına rağmen birbirlerini tekfir ve tel'm ederek birbirlerine karşı düşmanca ve kindar bir tavır içinde bulunmaktadırlar. Her mezheb diğerini aforoz etmekte, ma'bedine almamaktadır. Meselâ; Melkânîler, Ya'kûbîleri, diğerleri de onları tekfîr etmektedirler. Nestûrîler ve Arius'-çular da böyle. Dünyada ve âhiret gününde her mezheb, diğerini tekfîr etmektedir.
«Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.» Bu, Hı-ristiyanlara yöneltilmiş bir tenkîd ve ağır bir azâb tehdididir. Onların Allah ve Rasûlüne karşı yalana tevessül edip, Allah Azze ve Celle'ye nis-bet ettikleri şeylerden, —ki Allah onların söylediklerinden yüce, münezzeh ve mukaddestir— Allah'a eş, çocuk isnâdlanndan dolayı tehdîd. Allah bir tektir. Eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış ve doğurulmarnıştır. O'nun hiçbir dengi mevcûd değildir.16
İzahı36
İzahı
Bu nakîbler; nefislerde zahir olan beş duyu ile gizli olan beş huyu ve nazarî akledici güç ile amelî akledici güçtür. Sûfî efendilerimizden başkaları da naklederler ki; nakîbler, velîlerin bir çeşididir. Allah onların bereketlerinden bizi faydalandırsın. Fütûhât'ta bildirilir ki; nakîbler oniki tanedir. Her zaman bunların sayısı artıp eksilmez. Feleğin burçları sayısıncadır. Çünkü feleğin de oniki burcu vardır. Her nakîb, bir burcun özelliğini bilir. Aynca Allah Teâlâ'mn onun makamına tevdî ettiği esrar ve te'sîrleri de bilir. Sabit ve seyyar yıldızlar da oturanların verdiğini de bilir. Çünkü sabit yıldızların hareketleri ve burçlardaki ilerlemeleri vardır ki herkes bunu farkedemez. Bu ilerleme ancak binlerce senede zahir olur. Gözlemcilerin ömürleri ise, bunu gözlemek için yeterli değildir. İyi bil ki; Allah Teâlâ indirilmiş olan şeriatların bilgisini bu nakîblere verdiği gibi nefislerin derinliklerinde saklı olanları çıkarıp hile ve hud'aları bilme gücünü de vermiştir. İblîs, onlar için ayan beyân görülür. İblîs'in kendisi hakkında bilmediğini onlar bilirler. Ve onlar öylesine bir bilgiye sahiptirler ki, içlerinden birisi bir şahsın yeryüzüne bastığı andaki ayağının izini görse onun saîd izi mi şakî izi mi olduğunu anlarlar. Tıpkı iz sürenler ve kıyafet bilgisine sahip olan bilginler gibi. Nitekim Mısır diyarında izciler pek meşhurdur. Bunlar kayaların üzerinde iz sürerler ve bir şahsı gördüklerinde o izin sahibi bu şahısdır, derler. Bunlar evliya değildirler. Ya Allah Teâlâ'mn bu nakîblere verdiği iz sürme bilgisiyle ilgili lutfu konusundaki takdiri ne ola?
Şeyh (Kuddise Sırrıhu) bu konuda birçok değişik şeyler zikretmiştir. Selefîlerin çoğu bunları inkâr ederler. İbn Teymiye'nin fetvalarından birinde denir ki: Zâhidlerin ve sûfîlerin birçoğunun dilinde dolaşan isimlerden Gavs'ın Mekke'de olduğu, dört Evtâd, yedi Kutub, kırk Eb-dâl, üçyüz Necîb bulunduğu sözlerine gelince, bunlar Allah'ın kitabında bulunmayan ve peygamberden ne sahîh senedle, ne de zayıf senedle nakledilmemiş olan şeylerdir. Bundan sadece Abdal lafzı zikredilmiştir ki, bu zikredilen Şamlı bir hadîs râvîsinin Hz. Ali'den kopuk bir isnâdla ve yine merfû' olarak Hz. Peygambere atfettiği şu sözdür : Şam halkı arasında kırk Abdal vardır. Bunlardan biri öldüğünde Allah Teâlâ bir başka kişiyi onun yerine geçirir. Selef-i Sâlihînin sözleri arasında bu konuda hiçbir şey yoktur. Ben ise şâirin dediğini derim :
Ben sadece bir kabiledenim ki; o yanılırsa ben de yanılırım.
Kabilem doğruyu bulursa ben de doğruyu bulurum. 17
15 — Ey ehl-i kitâb, size peygamberimiz gelmiştir, kitâbtan gizleyip durduğunuzun çoğunu size açıkça anlatır ve çoğundan da geçiverir. Gerçekten Allah'tan size bir nûr ve apaçık bir kitâb gelmiştir.
16 — Allah onunla, rızâsını gözetenleri selâmet yollarına iletir. İzniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola iletir.
Allah Teâlâ yüce zâtından bir haber olmak üzere; Rasûlü Muham-med'i hidâyet ve hak din üzere bütün yeryüzüne peygamber olarak gönderdiğini, onun arabm, arab olmayanın ümmî ve ehl-i kitâb'm peygamberi olduğunu haber veriyor. Ayrıca kendisine belgeler verdiğini, hak ile bâtılın arasını bu belgelerle ayırdığını bildiriyor: «Ey ehl-i kitâb, size peygamberimiz gelmiştir. Kitâbdan gizleyip durduğunuzun çoğunu, size açıkça anlatır ve çoğundan da geçiverir.» Sizin tebdil, tahrif ve te'vîl ederek Allah'a iftira ettiğiniz şeyleri size açıklar. Açıklanmasında fayda olmayıp sizin değişikliğe uğrattığınız birçok konuda da konuşmadan geçiverir. Hâkim, Müstedrek'inde Hüseyn İbn Vâkıd kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder : Kim, recm'i inkâr ederse, Kur'an'ı hiç hesaba gelmeyecek tarzda inkâr etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ'nm «Ey ehl-i kitâb, size peygamberimiz gelmiştir, kitâbdan gizleyip durduğunuzun çoğunu size açıkça anlatır ve çoğundan da geçiverir.» buyruğu ile gizlediklerini ifâde ettiği şeyler arasında recim de bulunmaktaydı. Hâkim, bu hadîsin isnadının sahih, ancak Buhârî ve Müslim'in tahrîc etmemiş olduklarını söyler.
Ve ardmdan Allah Teâlâ, şerefli peygamberine inzal buyurduğu yüce Kur'an'ı haber veriyor. Ve şöyle diyor : «Gerçekten Allah'tan size bir nûr ve apaçık bir kitâb gelmiştir. Allah onunla, rızasını gözetenleri selâmet yollarına iletir.» Kurtuluş, selâmet ve doğruluk yollarına götürür. «İzniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkanr ve dosdoğru yola iletir.» Her türlü tehlikeli noktalardan kurtarır. Yolların en açığım önlerine serer, kaçınılacak yollardan onları kaçındırır. Onları işlerin en güzeline muvaffak kılar, sapıklığı gidererek en doğru yola yönlendirir.18
İzahı37
İzahı
17 — Andolsun ki; Allah ancak Meryem oğlu Mesih' tir, diyenler kâfir olmuşlardır. De ki: Eğer, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini helak etmek isterse; kim Allah'a karşı koyabilir? Göklerin, yerin ve arasındakilerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Ve Allah her şeye Kadirdir.
18 — Yahudiler ve Hıristiyanlar dediler ki: Biz, Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz. De ki: Öyleyse günâhınızdan dolayı size neden azâb ediyor? Hayır, siz O'nun yarattığı insanlarsınız. Dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin mülkü Allah'ındır. Dönüş de O'nadır.
Yahudi ve Hıristiyanların Boş İddiaları37
Yahudi ve Hıristiyanların Boş İddiaları
Allah Teâlâ; Meryem oğlu Mesîh hakkındaki iddiaları dolayısıyla Hıristiyanların küfrüne hüküm veriyor ve bunu açıkça ilân ediyor. Meryem oğlu îsâ Allah'ın kullarından bir kul, yaratıklarından bir yaratık olduğu halde, onlar kendisinin tanrı olduğunu iddia ediyorlardı. Allah, onların söylediklerinden yüce ve münezzehtir. Ve ardından da Allah'ın eşya üzerindeki kudretini, her şeyin O'nun hâkimiyeti ve saltanatı altında bulunduğunu haber vererek buyuruyor ki: «De ki: Eğer Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini helak etmek isterse, kim Allah'a karşı koyabilir?)» Evet, Allah bunu isterse onu engelleyecek kim vardır? Veya bu davranışından O'nu kim döndürebilir?
«Göklerin, yerin ve arasındakilerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır.» Bütün mevcudatın yaratanı, mâliki O'dur. Dediğini yapmaya gücü yeten O'dur. O; kudreti, saltanatı ve adaleti sebebiyle yaptıklarından sorumlu değildir. Bu âyet Hıristiyanlara reddiyedir. Kıyamet gününe kadar ardı arkası kesilmemek üzere Allah'ın la'neti onların üzerine olsun.
Bilâhere Allah Teâlâ, Yahudi ve Hıristiyanların yalan ve iftiralarını reddederek buyuruyor ki: «Yahudiler ve Hıristiyanlar dediler ki; biz, Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz.» Biz, Allah'ın peygamberine men-sûb olanlarız. Peygamberler ise, Allah'ın oğullandır. Allah, onları destekler ve dolayısıyla Allah bizi sever. Kendi dinî kitaplarında da Allah'ın kulu İsrail'e (Hz. Ya'kûb) şöyle dediğini naklederler: Sen benim ilk oğlumsun. Bu kitaplarını te'vîl edilmeyecek şekilde yorumlayarak tahrif ettiler. Onların zekîlerinden müslüman olan birçokları Yahudileri bu hususta reddederek; bu ifâdenin Yahudilere göre şeref ve saygı ifâdesi olduğunu belirtmişlerdir. Keza Hıristiyanlar da, kitâblarında Hz. îsâ'-nm kendilerine; Ben, benim ve sizin babanıza, yani benim ve sizin Rabbmıza gidiyorum, demişti. Bilindiği gibi Hıristiyanlar Hz. îsâ'nm tanrının oğlu olduğunu iddia ettikleri halde kendilerinin tanrının çocukları olduklarını söylemezler. Sadece tanrı katında saygın ve şerefli olduklarını iddia ederler. Bunun için de, «Biz, Allah'ın çocukları ve dostlarıyız.» derler. Allah Teâlâ da onları reddederek buyuruyor ki: «De ki; öyleyse günâhınızdan dolayı sizi neden azâb ediyor?» Yani siz, iddia ettiğiniz gibi, tanrının oğullan, sevgilileri iseniz, niçin küfrünüz, iftiranız ve yalanlamanız nedeniyle size cehennemi hazırlamıştır? Sûfî şeyhlerinden bir kısmı fukahâdan bazısına şöyle demişlerdir: Dostun dostu azarlandırmayacağını Kur'an'ın neresinde görüyorsunuz? Fakîh bu soruya cevâb verememiş. Bunun üzerine Sûfî bu âyeti okumuş : «Öyleyse günâhlarınızdan dolayı size neden azâb ediyor?» Hasan da böyle söylemiştir ki, İmâm Ahmed îbn Hanbel'in Müsned'inde bunun bir de delili vardır. Şöyleki İbn Ebu Adiyy... Enes İbn Mâlik'ten rivayet eder ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) ashabından bir toplulukla birlikte giderken yolda bir çocuğa rastlamış. Çocuğun annesi, topluluğun geldiğini görünce çocuğunu ezmelerinden korkarak çocuğuna doğru koşmuş ve; yavrum, yavrum demiş. Sonra varıp çocuğunu almış. Bunun üzerine topluluk demişler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bu kadın çocuğunu ateşe atar mı hiç? Rasûlullah (s.a.) onları dinleyerek buyurmuş ki: Hayır," Allah'a yemin ederim ki; o, sevgilisini ateşe atmaz. Bu rivayet yalnızca Ahmed İbn Hanbel tarafından nakledilmiştir.
«Hayır, siz O'nun yarattığı insanlarsınız.» Yani, sizin örneğiniz Âdem oğullarının aynıdır. Allah ise kullarının bütün davranışlarına hükmedendir. «Dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder.» Dilediğini yapmakta serbesttir. O'nun hükmünün ta'kîbçisi yoktur. Ve O, hesabı çabuk görendir.
«Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin mülkü. Allah'ındır.» O'nun mülkü bütün varlıklara şâmildir. Her şey O'nun kahrına ve saltanatına bağlıdır. cDönüş de O'nadır.» Dönüş O'nadır. O, kullarına dilediği gibi hükmedecektir. Zulmü reva görmeyen Âdil O'dur.
Muhammed İbn İshâk der ki: Muhammed İbn Ebu Muhammed İkrime'den veya Saîd İbn Cübeyr'den, o da Abdullah İbn Abbas'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Nu'mân İbn Adâ, Bahrî îbn Amr, Şa's İbn Adiyy, Hz. Peygambere gelerek onunla konuştular. Rasûlullah da kendileriyle konuştu ve onları Allah'tan korkmaya ve azabından kaçınmaya davet etti. Onlar; ya Muhammed, bizi niçin korkutacaksın? Biz, Allah'ın çocukları ve dostlarıyız, dediler. Tıpkı Hıristiyanların söyledikleri gibi söyleyince Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'yi inzal buyurdu. İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr Taberî de bu hadîsi rivayet ederler. Keza İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr, Esbât yoluyla Süddî'den naklederler ki; bu âyet-i ke-rîme'de yer alan «Biz, Allah'ın oğullarıyız.» sözü hakkında onlar şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ İsrail'e (Hz. Ya'kûb) vahyetti ki; senin çocuklarım —ilk çocuklarını— Allah ateşe girdirecektir. Onlar ateşte 40 gece kalacaklar, ateş onları temizleyip, hatâlarını tüketecek. Sonra bir münâdî şöyle seslenecek : İsrâiloğullarından sünnetli olan herkesi cehennemden çıkarın. Onlar da, cehennemden çıkacaklar. İşte onların «Sayılı günlerden başka bize ateş değmeyecektir.» sözlerinin gerekçesi budur.19
İzahı38
İzahı
19 — Ey ehl-i kitâb, Peygamberlerin arası kesildiği bir dönemde, gerçekten size peygamberimiz gelmiştir. Gerçekleri açıklıyor ki; bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi, deme-yesiniz ve o size gerçekten müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Ve Allah her şeye Kâdir'dir.
Ey Ehl-i Kitâb Gerçek Peygambere Uyun. 38
Ey Ehl-i Kitâb Gerçek Peygambere Uyun
Allah Teâlâ Yahûdî ve Hıristiyanl ardan teşekkül eden ehl-i kitâb'a seslenerek; kendilerine Peygamberlerin hâtemi Hz. Muhammed Mustafâ'yı Peygamber olarak gönderdiğini bildiriyor. Ondan sonra Peygamber gelmeyeceğini, o'nun bütün peygamberlerin sonuncusu oldu-, ğunu haber veriyor. Bunun için de, «Peygamberlerin arası kesildiği bir dönemde.» buyuruyor. Yani Hz. Peygamberin gönderilişi ile Meryem oğlu İsa'nın arasından uzun zaman geçmesinden dolayı. Bu sürenin ne kadar olduğu konusunda ihtilâf vardır. Ebu Osman en-Nehdî ve bir rivayete göre Katâde, bu sürenin 600 sene olduğunu söylemiştir. İmâm Buharı, Selmân el-Fârisî'den de -bu rivayeti nakleder. Katâde'den ise 560 sene olduğu rivayetini aktarır. Ma'mer, Katâde'nin arkadaşlarından bir kısmından nakleder ki; bu süre, 540 seneymiş. Dahhâk ise, 430 küsur sene olduğunu söyler. İbn Asâkir, îsâ (a.s.) nm hayatından bahsederken Şa'bı'nin şöyle dediğini rivayet eder: Hz. îsâ'nın göğe çekilmesinden Hz. Peygamberin hicretine kadar 933 sene geçmiştir.
Meşhur olan görüş, bu sürenin 600 sene olduğudur. Kimileri de 620 sene derler. Bu ikisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü ilk söyleyen kişi 600 şemsî seneyi kasdetmiştir. Diğeri ise, kamerî yılı kasdet-miştir. Kamerî yıl ile güneş yılının her yüz senesi anasında yaklaşık üç senelik fark vardır. Bunun için Allah Teâlâ mağara halkından söz ederken «Onlar, mağalarmda üçyüz sene kaldılar ve dokuz yıl arttırdılar» buyurmaktadır. Bu dokuz yıl, ehl-i kitâb tarafından bilinen güneş yılının üçyüze tamamlanması için gereken Kamerî yaldır. Bilumum benî âdemden gelen peygamberlerin hâtemi Hz. Muhaimmed (s.a.) iîef îs-râiloğullarının en son peygamberi olan Hz. îsâ (a.s.) arasında bir fetret dönemi vardır. Nitekim Buhârî'nin Sanîh'inde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuş: Meryem oğlu îsâ'ya en yakın dost benim. Çünkü benim ile o'nun arasında hiçbir peygamber yoktur. Bu hadîs Hz. îsâ'dan sonra, kendisine Hâlid îbn Sinan adı verilen —Kudâî ve diğerlerinin anlattığı gibi— bir peygamberin gönderilmiş olduğunu iddia edenlere karşılık vermektedir.
Maksad şudur : Allah Teâlâ Hz. Muhammed'i peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde; yolların karardığı, dinlerin değiştiği, putperestlerin, ateşe tapanların, haçlıların çoğaldığı bir devirde peygamber olarak gönderdi. Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en bütünüdür. O'na ihtiyâç yaygın halde idi. Çünkü yeryüzünün her tarafını bozgun kaplamıştı. Ancak geçmiş peygamberlerin dinlerine bağlanan bazı dindarlar müstesna. Bunlar da Yahûdî hahamlarından, Hıristiyan râhiblerinden ve sâbiîlerden bir kısımdır.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yahya îbn Saîd... İyâz'dan nakletti ki; Hz. Peygamber bir gün hutbe okuyarak şöyle buyurmuş : Doğrusu Rabbım, bana bugün kendisinin öğrettiklerinden sizin bilmediğiniz şeyleri, size bildirmemi emretti. Kullanma verdiğim her mal helâldir. Ben, kullarımın hepsini hanîfler olarak yarattım. Şeytânlar gelerek onları dinlerinden sapıttı. Kendilerine helâl kıldığım şeyleri yasakladı. Ve hiçbir yetki indirmediğim halde Bana şirk koşmalarını kullanma emrettiler. Sonra Allah Azze ve Celle yeryüzü sakinlerine baktı. Arap ve arap olmayanlardan ehM kitâb'm kalıntılarından başka herkes ona isyan etmişti. Ve buyurdu ki: Ben seni sırf imtihan edeyim ve seninle kullarımı deneyeyim, diye gönderdim. Sana suyun yıkamadığı bir kitâb indirdim. Sen onu uyurken ve uyanıkken okursun. Sonra Allah Te&lâ bana, Kureyşlileri yakmamı emretti. Ben dedim ki; ey Ratobım, o zaman başımı ezerler ve beni ekmek kırıntısı haline getirirler. Allah buyurdu ki: Onlar, seni nasıl yurdundan çıkardılarsa, sen de onların çıkmalarını iste. Sen onlarla savaş ki; seni, onlara karcı destekleyeyim. Sen onlara karşı para harca ki; biz de, sana harcayalım. Sen bir asker gönder ki; biz, onun beş katı asker gönderelim, sana itaat edenlerle birleşerek sana karşı çıkanlara savaş aç. Cennet ehli üç kişidir : Sadaka veren, doğruyu bulan ve adaletli davranan hükümdar, bütün müslü-manlara ve yakınlarına merhametli olan kalbi hassas kişi, sadaka, veren fakır ve iffetli kişi. Cehennem ehli ise beş kişidir : Aklı olmayan güçsüz, ki onlar sizin için tâbi olmak durumdadırlar. Aile ve mal peşinde koşmazlar. —Yahya, Hz. Peygamberin tâbi mi tâbiler mi dediğinde şüphe etmiştir.— Hırsı hiç ğizlenemeyen hâin. O, ezilse de mutlaka hıyanetini yapacaktır. Sabah akşam sana ailene ve malına hıyanet eden kişi. Hz. Peygamber, cimriyi veya yalancı ile kötü dilliyi de zikretmiştir. Sonra bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel, Müslim, Neseî değişik yolla Katâde ve Muttarif'ten," bir başka rivayete göre de Saîd yoluyla Katâde'den rivayet etmişlerdir. Ancak Katâde'nin, bu hadîsi Muttarif ten dinlediği tasrîh edilmiştir. îmâm Ahmed Müsned'inde nakleder ki; Katâde, bu hadîsi Muttarif ten dinlememiştir. Fakat ondan dinleyen dört kişiden dinlemiştir. Sonra o Revh'ten, Avfdan, Hakîm el-Esrem'den, Hasan'dan rivayet etmiştir ve demiştir ki; bana Muttarif îyâz'dan bu hadîsi nakletti, sonra hadîsin metnini zikretmiştir. Neseî ise bunu, Avf el-A'rabî kanalıyla rivayet eder. Bu hadîsin İradından maksadımız; Hz. Peygamberin «Allah Teâlâ yeryüzü halkına batetı ve İsrail peygamberlerinden arta kalan bir kısmı müstesna, arap ve acemlerin hepsine karşı nefret besledi,» sözüdür. Bu ifâde Müslim'de İsrail peygamberleri değil, ehl-i kitâb şeklindedir. O gün dinler, bütün yeryüzünde karışıklığa uğramıştı. Nihayet Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'i gönderdi. Tüm yaratıkları hidâyete erdirdi ve o'nun vasıtasıyla insanları karanlıktan, aydınlığa çıkardı. Apaçık, apaydınlık yola götürdü. Düzgün şerîata eriştirdi. Bunun için Hak Teâlâ, «Bize müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi demeyesiniz.» buyuruyor. Yani ey dinlerini te'vîl edip değiştirenler, bize karşı belge olarak; bizi uyaran bir peygamber gelmedi ki; hayrı müjdelesin, kötülükten sakındırsın, demeyesiniz. Artık size, müjdeci ve uyarıcı olarak Hz. Muhammed (s.a.) gelmiştir, buyuruyor. «Ve Allah, her şeye Kâ-dir'dir.» İbn Cerîr der ki; bu ifâdenin mânası, bana isyan edenleri cezalandırmaya, itaat edenleri sevaba nail kılmaya gücüm yeter, demektir.20
20 — Hani Musa, kavmine demişti ki: Ey kavmim, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizden peygamberler yetiştirmiş ve size saltanatlar ihsan etmişti. Dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.
21 — Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı mukaddes yere girin ve ardınıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.
22 — Demişlerdi ki: Ey Mûsâ, orada gerçekten zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz kat'iyyen oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz.
23 — Korkanlar arasında bulunan, Allah'ın nimetine erdirdiği iki adam demişlerdi ki: Onların üstlerine kapıdan yürüyün, oraya girerseniz muhakkak siz gâliblersiniz. Şayet mü'minlerseniz Allah'a dayanıp güvenin.
24 — Demişlerdi ki: Ey Mûsâ, onlar orada oldukça, ebediyyen oraya girmeyiz. Git sen ve Rabbm savaşın. Biz, burada oturanlardanız.
25 — Demişti ki: Rabbım, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim. Artık bizimle fâsıklar güruhunun arasını ayır.
26 — Buyurmuştur ki: Orası onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen fâsıklar güruhu için tasalanma.
Musa'nın Kavmi39
Musa'nın Kavmi
Allah Teâlâ kulu, Rasûlü ve kelimi vasfına sahip olan İmrân oğlu Mûsâ (a.s.) nın kavmine; Allah'ın ihsan ettiği nimetleri hatırlattığını, kendilerine dünya ve âhiretin hayrını lütfettiğini, doğru yolda yürüyecek olurlarsa; her iki dünyada azîz olacaklarını, bildirdiğini haber vererek buyuruyor ki: «Hani Mûsâ kavmine demişti ki: Ey kavmim, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizden peygamberler yetiştirmiş. )> Sizden her bir peygamber vefat ettikçe atanız İbrahim'den itibaren birbiri ardısıra peygamberler seçmişti. Nihayet İsrâiloğuUarı soyundan gelen Peygamberler, îsâ (a.s.) ile hitâma ermiş ve sonra Allah Teâlâ, peygamberlerin hâtemi ve bilumum nebilerin sonuncusu olan, İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmâîl (a.s.) in soyundan gelen ve kendinden Önce geçen bütün peygamberlerin en üstünü olan Abdullah oğlu Mu-hammed'e —Allah'ın salât ve selâmı o'nun üzerine olsun— vahyini göndermiştir.
, «Ve size saltanatlar ihsan etmişti.» Abdürrezzâk, Sevrî kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki ( üfy* ) kelimesi hizmetçi, kadın ve ev demektir. Hâkim de. Müstedrek'inde Sevrî kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, bunun kadın ve hizmetçi demek olduğunu söylemiştir.
«Dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.» İbn Atobâs der ki: Âlemler; o gün aralarında bulunan insanlardır. Hâkim, bu hadîsin Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu ancak onların tah-rîc etmediklerini ifâde eder. Meymûn İbn Mihrân, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : İsrâiloğullarından bir kimsenin karısı, hizmetçisi ve evi olduğu zaman ona melik adı verilirdi. İbn Ce-rîr.Taıberî, Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ'dan nakleder ki... Ebu Abdurrahmân şöyle demiştir : Ben, bir kişinin sorması üzerine Abdullah İbn Amr *bn Âs'm şöyle dediğini duydum : O kişi, biz muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz? diye sorunca Abdullah; senin sığınabileceğin bir karın var mı? dedi. O, evet deyince, Abdullah; senin oturduğun bir yuvan var mı? dedi. O, evet deyince, Abdullah îbn Abbâs; sen, zenginlerdensin öyleyse, dedi. Adam benim bir de hizmetçim var, deyince; Abdullah İbn Abbas, öyleyse sen mülûktansın, dedi. Hasan el-Basrî der ki; Melik; binek, hizmetçi ve evden -başka bir şey midir? tbn Cerîr, bu rivayeti naklettikten sonra; Mansûr, Hasan, Süfyân es-Sevrî'den de bu şekilde bir rivayet aktarır. îbn Ebu Hatim de Meymûn İbn Mihrân'dan aynı rivayeti nakleder. İbn Şevzeb der ki: İsrâiloğullarından bir kişinin evi ve hizmetçisi var da kendisinden izin isteniyorsa; o, melik sayılırdı. Katâde ise der ki; Melik, hizmetçiye ilkin mâlik olan kişi, demektir. Süddî, buradaki melik kelimesi hakkında şöyle der : Sizden bir kişi nefsine, ailesine ve malına mâlik olur. İbn Ebu Hatim de, böyle rivayet etmiştir. Keza İbn Ebu Hatim, İbn Rebîa kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletti ki; Rasû-lullah (s.a.), şöyle buyurmuş : İsrâiloğullarından bir kişinin hizmetçisi, evi ve karısı olursa onun adı melik olarak yazılırdı. Bu hadîs bu şekliyle zayıftır. İbn Cerîr der ki: Bize Zübeyr... Enes İbn İyâz'dan nakletti ki; o, Zeyd îbn Eslem'in bu âyet konusunda şöyle dediğini duydum, demiştir : İyi bilmiyorum ama Rasûlullah (s.a.) in kimin evi ve hizmetçisi varsa o meliktir, dediğini biliyorum. Bu hadîs te mürsel ve garîbtir. İmâm Mâlik ise; melik'in, ev, hizmetçi ve eş olduğunu bildirmiştir. Hadîste vârid olur ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur : Sizden bir kişinin bedeni afiyette ise, göğsünden emîn ise, bir günlük yiyeceği varsa; sanki onun için bütün pislikleriyle birlikte dünya toparlanmış gibidir.
((Dünyalarda kimseye vermediğimi size vermiştim.» Yani sizin zamanınızın dünyasında. Ve sanki onlar, kendi zamanlarında insanların en şereflisi idiler. Yunanlılar, Kıbtîler ve diğer âdemoğulları sınıfı arasında en üstünü onlardı. Nitekim Allah Teâlâ; «Biz, İsrâiloğullarına kitabı, hükmü ve peygamberliği verdik. Ve onları, temiz şeylerle rızıklan-dırdık. Ve onları âlemlere üstün kıldık.» buyurmaktadır. (Câsdye, 16). Bir başka âyet-i kerîme'de Hz. Musa'nın dilinden şöyle buyurur: Onlar, Hz. Musa'ya; Onların ilâhları olduğu gibi bizim içinde bir ilâh kıl, dediler. Mûsâ dedi ki: Siz, ne de bilgisiz bir topluluksunuz. Doğrusu onlar, üzerinde bulundukları şeyden uzaktırlar. Ve yapmakta oldukları şey bâtıldır. Mûsâ dedi ki: O, sizi âlemlere üstün kıldığı halde Allah'tan başka sizin için bir ilâh mı edineyim?» (En'âm, 164). Kasdedilen şudur : İsrâlloğullan, kendi zamanlarındaki insanların en üstünü idiler. Yoksa İslâm ümmeti, onlardan daha üstündür. Allah indinde daha. fa-zîletli, şeriat bakımından daha mükemmeline sahip, yol bakımından daha yüksek, rızık bakımından daha derin, mal ve evlâd bakımından daha çok, memleket bakımından daha geniştir. İzzet bakımından ise, daha süreklidir. Nitekim Allah Teâlâ onlar için : «Siz, insanlık için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.» buyurmaktadır. Ayrıca:
«Böylelikle sizi, vasat bir ümmet kıldık ki, insanların üzerine şâhidler olasınız.» buyurmaktadır. Bu ümmetin fazileti, şerefi, üstünlüğü ve Allah katındaki yüceliği konusunu Âl-i İmrân süresindeki «Siz, insanlık için çıkarılmış, ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.» âyetini açıklarken anlatmış ve bu konudaki mütevâtir hadîsleri zikretmiştik.
îbn Cerîr, Abdullah tbn Abbâs'tan, Ebu Mâlik de Saîd İbn Cübeyr'-den nakleder ki; onlar, «Dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti» kavliyle Muhammed ümmetinin kaydedildiğini bildirmektedirler. Ve onlar bu hitabın yani «kimseye vermediğini size verdi» kavlinin, bu ümmete yönelik olduğunu kaydetmişlerdir. Cumhur ise; bu hitabın, Hz. Musa'nın kavmine yönelik olduğunu ve bu ifadenin —daha önce de söylediğimiz gibi— kendi günlerindeki dünyalara hamledüeceğini bildirir.
Denildi ki: «Dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.» âye-tiyle Allah Teâlâ'nın Yahudilere indirdiği menn, selva ile üzerlerine bulutu gölgelik olarak göndermesi ve buna benzer îsrâiloğullarma mahsûs harikulade şeyler kasdedilmektedir. Allah en iyisini bilendir.
Bilâhere Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın İsrâiloğullarını cihâda teşvik edip ataları Ya'kûb zamanında ellerinde bulunan mukaddes eve girmelerini, buyurduğunu haber veriyor. Yûsuf (a.s.) zamanında Hz. Yâ'kûb ve oğullan aileleriyle birlikte Mısır'a gitmişler ve Hz. Mûsâ ile beraber Mısır'dan çıkıncaya kadar burada kalmışlardı. Kudüs'de azgın Amâlika kavmini bulmuşlardı. Bu kavim, İsrâiloğullannı yenip egemenlikleri altına almıştı. Allah Rasûlü Mûsâ oraya girmeyi, düşmanlarıyla savaşmayı emretmiş, zafer ve yardımın kendilerinin üzerinde olacağını onlara müjdelemişti. Onlar ise; bu emirden uzak durarak isyan etmişler ve Musa'ya başkaldırmışlardı. Bunun cezası olarak; çölde sürekli başıboş dolaşıp kırk yıl boyunca nereye yöneleceklerini bilmeden yürümeleri öngörülmüştü. Bu, Allah'ın emrini tefrit ile karşılamalarının cezası idi. İşte Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın dilinden haber vererek buyuruyor ki: «Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı mukaddes yere girin.» Yani temizlenmiş yere. Süfyân es-Sevrî... İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, bu âyetteki «Mukaddes yer» Tûr-i Sînâ ve çevresidir, demiş. Mücâhid ve başkaları da böyle demişlerdir. Süfyân es-Sevrî der ki: Ebu Saîd el-Bakkâl, İkrime kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu mukaddes yer, Erîha imiş. Müfessirlerden bir çok kişi de böyle nakletmişlerdir. Ancak bu görüş üzerinde durulması gerekir. Çünkü Erîha elde edilmesi istenen bir yer değildi. Ayrıca Mısır'dan dönerken Kudüs yolu üzerinde bulunmuyordu. Nitekim Allah Teâlâ Mısır dönüşü onların düşmanı Fi-ravun'u helak etmişti. Ancak Erîha ile, mukaddes evin bulunduğu toprak kasdedilmiş olabilir. Nitekim Süddî —İbn Cerîr'in rivayetine göre— böyle demiştir. Yoksa onunla mukaddes evin doğusunda bulunan meşhur belde kasdedilmiş değildir.
«Allah'ın size yazmış olduğu.» Yani Allah'ın size atanız İsrail'in diliyle vaadettiği ve sizden îmân edenlerin İsrail'in vârisleri olduğu söylediğiniz yere. «Ve ardınıza dönmeyin.» Cihâddan kaçınmayın. Aksi takdirde «Yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz. Demişlerdi ki: Ey Mûsâ, orada gerçekten zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz, kat'iyyen oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz.» Yani onlar Hz. Musa'dan özür dileyerek dediler ki: Bize girmemizi emredip halkıyla savaşmamızı buyurduğun bu beldede azgın ve zorba bir kavim var. Onların korkunç güçleri ve baş döndürücü tabiatları var. Biz, onlara karşı direnemeyiz, mücâdele.edemeyiz. Onlar orada bulundukları sürece, .bizim oraya girme imkânımız yoktur. Eğer onlar oradan çıkarlarsa, biz de oraya g-ireriz. Aksi takdirde, girebilecek gücümüz yoktur.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abdülkerîm... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Mûsâ kavmine, zorbalar kentine girmelerini emretmişti. Hz. Mûsâ, beraberinde bulunanlarla birlikte yürüdü ve kentin yakınlarında —ki bu kent Erîha idi— konakladı. Her sıbttan bir temsilci olmak üzere oniki temsilci seçip topluluğa haber getirmelerini emretti. İbn Abbâs der ki: Bu temsilciler kente girdiler ve kentin halkının durumunu gözlediler, bedenî yapılan ve güçleri itibarıyla çok büyük bir güce sahip olduklarını gördüler. Kentin mensûblarından birinin çitini aşarak bahçesine girdiler. Bahçe sahibi, bahçesindeki meyveden toplamak üzere geldi. Hem meyvesini topluyor, hem de onların izine bakıyor, peşlerinden gidiyordu. Onlardan her birine rastladıkça alıyor ve meyvelerle birlikte torbasının içine sokuyordu. Nihayet onikisini birlikte yakalayıp hepsini de topluca meyvelerle birlikte torbasına koydu. Hükümdarlarının yanına giderek, önüne meyveyi ve onları saçtı. Hükümdar onlara dedi ki: Siz, bizim durumumuzu ve işimizi görüyorsunuz. Gidin, arkadaşlarınıza haber verin. İbn Abbâs der ki: Onlar, Hz. Mû-sâ'ya dönüp gördüklerini haber verdiler. Bu isnâd üzerinde, durulması gerekir.
Ali İbn Ebu Talha Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Hz. Mûsâ ve kavmi konaklayınca, onlardan oniki kişi seçip —Bunlar Allah'ın bahis mevzuu ettiği temsilcilerdi— şehir halkından haber getirmek üzere onları şehre gönderdi. Onlar gittiler ve zorbalardan bir adamla karşılaştılar. O, kendilerini örtüsünün içerisine koyup, sırtlayarak kente getirdi ve kavmini sesleyip hepsini topladı. Bunlara; siz kimsiniz? dediler. Onlar da; biz, Musa'nın kavmiyiz. O, bizi sizin hakkınızda bilgi toplamak üzere gönderdi, dediler. Onlara, ancak bir kişiye yetecek kadar üzüm tanesi verdiler. Ve kendilerine de dediler ki: Mûsâ ve kavmine gidin ve deyin; siz, onların meyvelerinin sayısıyla kendilerini ölçün. Onlar Hz. Musa'ya gelince; ey Mûsâ, sen ve Rabbın gidin onlarla savaşın. Biz burada oturanlarız, dediler. İbn Etou Hatim bu rivayeti naklettikten sonra der ki: Bize babam... Yahya İbn Abdurrah-mân'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Enes İbn Mâlik'in bir asa aldığım, onunla bir takım şeyleri Ölçtüğünü —ne kadar ölçtüğünü bilmiyorum— gördüm. Sonra topraktan elli veya ellibeş zira' ölçerek dedi ki: İşte bu, Amâlika kavminin boyunun uzunluğudur.
Tefsîrcilerin bir çoğu, bu âyetin tefsirinde İsrâiloğull arının durumu, sözkonusu edilen bu zorbaların boyunun uzunluğu, büyüklüğü ve Âdem (a.s.) in kızı. Unk'un oğlu olan Ûç'un bunlardan birisi olduğunu ve onun boyunun uzunluğunun da üçbin üçyüz otuzüç zira' olduğunu bildiren İsrâiloğullarının uydurması birçok haberleri naklederler. Bu tür şeylerin söylenmesi ayıptır. Kaldı ki, bunlar sahîh hadîste vârid olan ve Rasûlullah'ın buyurduğuna da aykırıdır. Çünkü Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : Allah, Hz. Âdem'i yarattığında boyunun uzunluğu altmış zira' idi. Sonra yaratıklar, gittikçe kısaldı ve nihayet bugüne geldi. Sonra müfessirler, bu adamın —Ûc_ İbn Unk— kâfir olduğunu, fahişe bir kadının çocuğu olduğunu, Hz. Nuh'un gemisine binmekten kaçındığını, Tûfân'm, onun dizkapağına kadar dahi ulaşmadığını söylerler ki; bunlar, yalan ve iftiradan ibarettir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Nuh'un yeryüzünün kâfirlerden temizlenmesi için Allah'a duâ edip, «Rabbım yeryüzünde kâfirlere bir yurt bırakma.» dediğini bildirmektedir. Ayrıca Hak Teâlâ; «Onu ve beraberinde gemide bulunanları kurtardık. Sonra dışarda kalanları boğduk.» buyurmaktadır. Diğer taraftan; «Allah'ın merhamet ettiklerinin dışında bugün koruyacak hiçbir kimse yoktur.» buyurduğunu haber vermektedir. Hz. Nuh'un küfreden oğlu boğulduğuna göre, Ûç İbn Unk nasıl sağ kalacaktır? Hem de o kâfir ve fahişe bir kadının çocuğu olarak? Bu ne akla sığar, ne de şeriata. Kaldı ki, adına Ûç İbn Unk denilen bir adamın varlığı bile tartışmalıdır. Allah en iyisini bilendir.
«Korkanlar arasında bulunan Allah'ın nimetine erdirdiği iki adam demişlerdi ki:» Yani insanlar arasında saygılı bir yeri ve durumu olan iki kişi, demişti. Bu iki kişinin Yûşâ' İbn Nûn ile Kabir İbn Yufennâ olduğu söylenir. İbn Abbâs, Mücâhid, îkrime, Atiyye, Süddî, Rebî' İbn Enes ve selef ile haleften birçok kişi böyle demişlerdir. Allah'ın rahmeti hepsinin üzerine olsun. Bu iki kişi şöyle demiş : «Onların üzerine kapıdan yürüyün. Oraya girerseniz muhakkak ki, sâlihlersiniz. Ve şayet mü'-minlerseniz Allah'a dayanıp, güvenin.» Siz ne zaman Allah'a dayanır, O'nun emrine uyar, Rasûlüne muvafakat ederseniz; Allah sizi, düşmanlarınıza karşı muzaffer ve mansûr kılarak destekler. Ve Allah'ın, sizin için yazmış olduğu şehirlere gidersiniz. Ancak bu haber onlara hiç kâr etmedi de «Ey Mûsâ, onlar orada oldukça ebediyyen oraya girmeyiz. Git, sen ve Rabbın savaş. Biz burada oturanlardanız, demişlerdi.» Bu, onların cihâddan kaçışlarının, peygamberlerine muhalefetlerinin ve düşmanlarıyla savaştan uzaklaşmalarının ifadesidir. Denilir ki; onlar, cihâddan uzak kalıp memleketlerine geri dönmek ve vazgeçmek isteyince, Mûsâ ve Harun (a.s.) İsrâiloğullarından bir topluluğun önünde onları maksadlarından döndürmek için yere kapandılar. Yûşâ' İbn Nün ve Kâlib İbn Yûfennâ elbiselerini yırtarak bu hususta kavimlerini kınadılar. Denilir ki; onlar, bu ikisini taşa gömmüşlerdi. Böylece çok zor bir iş ve önemli bir tehlike ortaya çıkmıştı.
Bu durum karşısında Bedir günü; Rasûlullah (s.a.) m Ebu Süfyân ve beraberindeki kervanı engellemek ve kervanla savaşmak üzere kendileriyle istişare ettiğinde; sahabenin verdiği cevâb ne kadar güzeldir. Nitekim kervanı vurmak fırsatı kaçıp, arkasından düşman grubunun gelmesi yaklaşınsa —'ki bunlar dokuzyüz ile bin arasında idiler. Hepsi de silahlı ve zırhlı idiler.— Eibubekir (r.a.) bu sırada konuşmuş ve sözü güzel etmişti. Sonra sahabe ve muhacirinden bir topluluk da konuşmuşlardı. Rasûlullah (s:a.) ise şöyle diyordu : Ey müslümanlar, bana fikir verin. Bunu sırf Ansârın durumunu öğrenmek için söylüyordu. Çünkü o gün halkın çoğunluğu ansârdan meydana geliyordu. Bunun üzerine Saîd İbn Muâz şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü, sanki sen bize ta'rîz eder gibisin. Seni hak peygamberi olarak gönderen Allah'a yemîn ederim ki; sen, bizi denize doğru göndersen ve kendin önümüzde denize dalsan; biz de seninle beraber denize dalardık ve içimizden bir kişi geriye kalmazdı. Biz, yarın düşmanımızla karşılaşmaktan korkmuyoruz. Çünkü biz, savaşta sabırlı ve düşmanla karşılaşmada sadakatli insanlarız. Umarız ki Allah; bizim senin istediğin gibi olmamızı sana gösterecektir. Sen, bizimle Allah'ın bereketi üzerine yürü. Hz. Peygamber, Sa'd'ın bu sözünden sevinip, mes'ûd olmuştu.'
Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Enes'ten rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.), Bedir'e hareket edeceği sırada müs-lümanlarla istişare etti. Önce Hz. Ömer, ona fikirlerini bildirdi. Sonra sahabenin hepsiyle istişare etti. Ansâr'a dediler ki; ey ansâr topluluğu, sizi Rasûlullah (s.a.) istiyor. Onlar; biz, Hz. Peygambere İsrâiloğullarının Musa'ya dedikleri gibi «Sen ve Rabbın gidin savaşın, biz burada oturanlardanız» demeyeceğiz. Seni hak üzere gönderen Allah'a yemîn ederiz ki; bizi Berk el-Gımâd'a (Mekke'ye beş gecelik mesafede ve Yemen'-de bir yer adı) vuracak olsan senin arkandan giderdik. Bu hadîsi İmâm Ahmed... Enes İbn Mâlik'ten rivayet etmiştir. Neseî ise Muhammed İbn Müsennâ kanalıyla Humeyd'den rivayet etmiştir. İbn Hibbân da Ebu
Ya'lâ kanalıyla Humeyd'den rivayet eder. İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdullah İbn Ca'fer... Utbe İbn Abdüsselmâ'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) ashabına savaşacak mısınız? demiş. Onlar; evet, biz îsrâiloğulla-rımn Hz. Musa'ya dedikleri gibi: Git, sen ve Ralbbm savaşın. Biz, burada oturanlardanız, demeyeceğiz. Git, sen ve Rabbm savaşın. Biz de sizinle birlikte savaşanlardanız, diyeceğiz. O gün 'bu cevâbı veren Mikdâd İbn Amr el-Kindî (r.a.) idi. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Vekî, Tank İbn Şihâb'dan nakletti ki; Mikdâd, Bedir günü Hz. Peygambere şöyle demiş : Ey Allah'ın 'Rasûlü, biz îsrâiloğullarmın Hz. Mû-sâ'ya dedikleri gibi, «Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz burada oturanlardanız» demeyeceğiz. Aksine; «Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz de sizinle birlikte savaşanlardanız.» diyeceğiz. Ahmed İbn Hanbel bu yolla böyle rivayet eder. Diğer bir yolla da şöyle rivayet eder : Bize Esved İbn Âmir, Târik İbn Şihâb'dan nakletti ki; o, Abdullah İbn Mes'ûd'un şöyle dediğini anlatmış : Ben, Mikdâd'ı öyle bir manzarada gördüm ki; onun arkadaşı olmam, benim için onun ağırlığınca değerden daha sevimlidir. Rasûlullah (s.a.) müşriklere karşı müslümanları savaşa davet ederken, Mikdâd peygambere gelip dedi ki: Allah'a andolsun ki ey Allah'ın Rasûlü, biz İsrâiloğullarının Hz. Musa'ya dedikleri gibi; «Git, sen ve Ratobın savaşın. Biz, burada oturanlardanız.» demeyeceğiz. Aksine senin sağında ve solunda, önünde, arkanda savaşacağız, demişti. Abdullah İbn Mes'ûd der ki: Ben, Rasûlullah (s.a.) in yüzünün bu söz üzerine aydınlandığını ve sevinçle dolduğunu gördüm. Buhârî de bu hadîsi; el-Mağâzî ve et-Tefsîr bölümünde muhtelif yollarla rivayet eder. Tefsir kitabındaki hadîsin metni şöyledir : Abdullah îbn Mes'ûd der ki: Mikdâd, Bedir günü şöyle demiş : Ey Allah'ın Rasûlü, biz sana İsrâiloğullarının Hz. Musa'ya dedikleri gibi, «Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz, burada oturanlarız.» demeyeceğiz. Aksine 'biz de seninle beraberiz, diyeceğiz. Bunun üzerine sanki Rasûlullah (s.a.) bu sözden sevinçle dolmuştu. Ayrıca Buhârî bu hadîsi Vekî kanalıyla... Tarık'tan rivayet eder. İbn Cerîr der ki: Bize Bişr... Katâde'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Bize anlatıldığına göre; Hudeybiye günü müşriklerin müslüman-ların Kâ'be'de kurban kesmelerini ve hacc etmelerini engelledikleri sırada, Rasûlullah (s.a.) ashabına şöyle demiş : Ben, kurbanları götürür ve Kâ'be'de keserim. Bunun üzerine Mikdâd İbn Esved demiş ki: Allah'a andolsun ki İsrâiloğullarından bir topluluk gibi olmayacağız. Hani onlar peygamberlerine; «Git, sen ve Rabbm savaşın. Biz, burada oturanlardanız» demişlerdi. Biz bunun aksine olarak; «Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz de sizinle birlikte savaşanlardanız.» diyeceğiz. Rasûlullah'm ashabı bu sözü işitince; Hz. Peygamberin arkasında toplandılar. Eğer bu olay Hudeybiye günü cereyan etmişse aynı sözü Mikdâd'ın Bedir günü de söylemiş olması muhtemeldir.
«Demişti ki: Rabbım, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim. Artık bizimle fasıklar güruhunun arasını ayır.» İsrâiloğulları savaşmaktan kaçınınca; Hz. Musa, kızarak ve onların aleyhinde beddua ederek, «Rabbım, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim» demişti. Onlardan hiç kimse bana itaat etmez. Allah'ın emrine bağlanmaz. Ben ve kardeşim Harun'dan başka hakka koşmazlar. Öyleyse «Artık bizimle fâsıklar güruhunun arasını ayır.» Avfî, İbn Abbâs'tan naklen der ki: Benimle onların arasında hükmünü ver, demektir. Ali İbn Ebu Talha da İbn Abbâs'tan böyle dediğini nakleder. Dahhâk ise; benim ve onların arasında hükmünü ver. Bizimle onların arasım aç, demek olduğunu bildirmiştir. Başkaları da, bizimle onların arasını ayır, demek olduğunu belirtmişlerdir.
(.......................)
«Buyurmuştur ki: Orası onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar.» Mûsâ. (a.s.) onları cihâda davet edince; İsrâiloğulları cihâddan yüz çevirdikleri için, Allah onların aleyhlerinde hüküm vererek kırk yıl oraya girmelerinin yasaklandığını ilân etti. Onlar, kırk yıl süreyle çölde bir çıkış yolu bulmaksızın başıboş dolaşıp durdular. Bu esnada çok garîb şeyler oldu. Büyük hârikalar gerçekleşti. Allah onlan, bulutla gölgelendirip üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın eti gönderdi. Katı taştan akar su çıkardı. Bu taşı hayvanlarının üzerinde gittikleri yere taşıyorlardı. Hz. Mûsâ, asâsıyla taşa vurunca; taştan oniki göze fışkırıyoniu. Her kabile birinden içiyordu. Ve daha buna benzer Allah'ın îmrân oğlu Musa'yı te'yîd ettiği mucizeler gerçekleşti. Orada Tevrat indirildi. Hükümler teşri' kılındı. Ahid kubbesi yapıldı. Buna zaman kubbesi de denir.
Yezîd İbn Hârûn der ki: Esbât İbn Zeyd... Saîd İbn Cübeyr'den nakletti ki; o, ben Abdullah İbn Abbâs'a bu âyeti sorduğumda Abdullah şöyle dedi, demiştir : Kırk yıl çölde kaybolup gittiler. Her gün sabah akşam geziyorlar, bir yerde durmuyorlardı. Sonra Allah, onların üzerine bulutu gölgelik yaptı ve bıldırcın etiyle, kudret helvasını gönderdi. Bu hadîs, fitneler hadîsinden bir parçadır. Sonra Hârûn (a.s.) vefat etti. Ardından da üç yıl sonra Mûsâ Kelîmullah vefat etti. Allah, aralarında Mûsâ oğlu İmrân'ın yerine halîfe olarak Yûşa' İbn Nûn'u peygamber yaptı. Bu esnada İsrâiloğullarının bir çoğu öldüler. Yûşa' ve Kâlib'den başka kimsenin kalmamış olduğu söylenir. Bu sebeple bazı müfessirler derler ki: «Orası onlara haram edildi.» kavli üzerinde tâm olarak durmak lâzımdır. Sonra arkasından man-sûb olarak «kırk yıl yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar» diye mânâ vermek gerekir. Bu süre dolunca Yûşa îbn Nûn (a.s.) veya bu nesilden geriye kalmış olan diğer İsrail peygamberleri, onları Kudüs'e yöneltti. Kudüs'ü kuşattılar ve cum'a günü öğleden sonra Kudüs'ü fethettiler. Güneş batmak üzere iken sebt gününün girmesinden endîşe ederek, peygamberleri güneşe dedi ki; sen de me'mûrsun, ben de me'mûrum, gitme, biraz daha üzerimizde dur. Kudüs fethedilin-ceye kadar Allah, güneşi üzerlerine tuttu ve göndermedi. Ve Allah, Yûşa1 İbn Nûn'a İsrâiloğullannın Kudüs'e girdikleri zaman, kapısından secde ederek girmelerini emretti ve hittâ yani günâhlarımızı bağışla, demelerini bildirdi. Ama onlar, kendilerine emredilen şeyi değiştirerek arkaları üstü Kudüs'e girdiler. Ve bir arpa tanesi diye söyleniyorlardı. Bu husus, Bakara sûresinde geçmişti.
İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, «Orası onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar.» âyeti konusunda şöyle demiş : Onlar kırk yıl şaşkın şaşkın dolaştılar. Yaşı kırkı aşanlarla birlikte Hz. Mûsâ ve Hârûn çölde vefat ettiler. Kırk yıl geçince, Hz. Musa'dan sonra işi ele almış olan Yûşa' İbn Nûn onları canlandırdı. Kudüs'ü fethettiren de odur. Ve onun için, bu gün cum'a günüdür, dediği nakledilir. Şöyle ki onlar, Kudüs'ü fethetmek üzere iken güneş batmaya yaklaştı. Cumartesi gecesi girerse sebt gününün girmesinden (Sebt gününde çalışmak haram olduğundan) endîşe ederek güneşe; ben de me'mûrum, sen de me'mûrsun, dediği nakledilir. Bunun üzerine güneş batmamış, durmuş ve neticede onlar, Kudüs'ü fethetmişti. Kudüs'te misli görülmemiş bir mal ve mülk buldular. Hz. Yûşa', buldukları şeyi ateşe atmalarını söylediyse de, kimse getirmedi. Bunun üzerine; siz hile yapıyorsunuz, dedi ve her sıbtm reisini çağırdı —ki bunlar oniki kişiydiler— onlardan bîat aldı ve her bir kişinin elini, kendi elinde birleştirdi. Ve dedi ki: Çalınan mal; senin yanındadır, onu çıkar. O, altından bir buzağı başı çıkardı. Yakuttan gözleri, inciden dişleri vardı. Hz. Yûşa' kurbanla birlikte onu da koydu. Ateş gelip hepsini tüketti. Bu rivayetin sahîh bir de şahidi vardır.
İbn Cerîr Taberî bu âyetteki kavlinin ifâdesinin âmili olduğunu söyler ve İsrâiloğullarmin çölde kaldıkları kırk yıl boyunca, Kudüs'e giremedikleri ve başıboş çölde dolaşıp durdukları görüşünü tercih eder. Sonra da şöyle der : Nihayet Mûsâ (a.s.) ile birlikte çıktılar. Allah onlara, mukaddes evin fethini müyesser kıldı. Sonra buna delil olarak der ki: Geçmişlerin haberlerini bilen bilginlerin icmâ'ına göre, Ûç İbn Unk'u öldüren Mûsâ (a.s.) dır. Ve der ki: Eğer Hz. Musa'nın Ûç İbn Unk'u öldürmesi, çöle düşmezden önce olsaydı, İsrâiloğulları Amâlika'dan korkmazlardı. İşte bu olay da gösteriyor ki; Ûç İbn Unk'un öldürülmesi, çölden döndükten sonradır. Ve yine Taberî der ki: Ulemânın icmâ'ına göre; Berâm İbn Bâûrâ, Mûsâ (a.s.) nın aleyhindeki çağrıya uyarak zorba bir topluluk olan Amâlika'ya yardım etmişti. Bu olay, ancak çölden döndükten sonra olmuştur. Çünkü onlar, çölden evvel Mûsâ ve kavminden korkmuyorlardı. İbn Cerîr Taberî'nin istidlal şekli böyledir. Sonra TaJberî der ki: Bize Ebu Küreyb.,. Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Mû-sâ'nuı asası on zira' idi, Hz. Mûsâ on zira' sıçrayabildi ve boyu da on zira' idi. Hz. Mûsâ sıçradı ve ancak Ûc İbn Unk'un aşığına isabet etti-rebildi ve böylece onu öldürdü. Hattâ onun eğe kemiği, bir yıl boyunca Nil halkı tarafından köprü olarak kullanılmıştır. Keza Muhammed îbn Beşşâr, Ebu İshâk Nevf el-Bekkâlî'den şöyle dediğini nakleder : Ûç İbn Unk'un tahtı sekizyüz zira' idi. Hz, Musa'nın boyu on zira', asası on zira1 idi. On zira' da yerden yukarı fırlamıştı. Ancak böylece Ûc îbn Unk'un aşığına isabet ettirebilmiş ve onu öldürmüştü. O, halkın üzerinden geçtiği bir köprü olarak kullanılmıştı.
«Artık sen fâsıklar güruhu için tasalanma.» Bu da Hz. Musa'yı te-sellî içindir. Yani; sen, onlar hakkında üzülüp tasalanma. Ben onların aleyhinde ne hüküm vermişsem, onlar buna lâyık ve müstehaktırlar.
Bu kıssa, Yahudilerin Tezâletlerini açığa çıkarmakta Allah'a ve Rasûlüne muhalefet ederek, Allah'ın kendilerine emrettiği cihâd buyruğuna itâattan döndüklerini. belirtmektedir. Düşmana karşı sabredip direnmek ve savaşmak onların nefislerine zor geldi. Halbuki aralarında Allah'ın Rasûlü, Kelimi ve o günkü yaratıkların en seçkini olan Hz. Mûsâ vardı. Mûsâ onlara yardım ve zafer vaadediyordu. Ayrıca onlar; Allah'ın düşmanları Firavun'a nasıl eziyyet ve baskı yaptığını onu ve askerlerini denizde boğduğunu görmüşler ve bizzat yaşamışlardı. Gözlerinin önünde cereyan eden bu olayın üzerinden henüa çok zaman geçmemişti. İşe bakın ki, onlar, şimdi hazırlık ve savaş gücü bakımından Mısır diyarının onda biri nisbetinde dahi olmayan bir beldede savaşmaktan kaçmıyorlar. Böylece onların, özel ve genel davranışların-daki çirkinlik ortaya çıkmış ve hiçbir Örtünün kapatamayacağı rezaletleri meydana dökülmüştür. Ayrıca bunlar, bilgisizlik içerisinde yüzüyor, sapıklık içerisinde koşuyorlardı. Ve onlar, Allah'ın kin duyduğu ve düşman olduğu kimselerdi. Böyle olduğu halde «biz, Allah'ın çocukları ve dostlarıyız» diyorlardı. Allah; onların yüzünü çirkinleştirerek içlerinden bir kısmını domuzlar, bir kısmını maymunlar haline çevirdi ve onları la'netine müstehak ederek yakıcı ateşinin içerisine gönderdi. Orada sürekli kalmaları için hüküm verdi. Hamd Allah'a olsun ki; her yönden bu söylediklerini gerçekleştirmiştir.21
İzahı44
İzahı
Güneşe «sen de me'mûrşun ben de me'mûrum, Allah'ım onu üzerimizde tut.» sözüne gelince Şeyh Muhyiddîn der ki: Kâdî İyâz şöyle dedi: İnsanlar, burada söz konusu edilen güneşin tutulması konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları derler ki: Güneş geriye çevrilmiştir. Bazıları da durdurulmuştur, geriye çevrilmemiştir, derler. Denildi ki: Hareketi yavaşlatılmıştır. Bütün bunlar peygamberlerin mucizelerinden-dir. Kâdî İyâz der ki: Kendisinin üzerine güneş tutuklanan kişi Yûşa' îbn Nûn'dur; Kâdî İyâz der ki: Rivayete göre, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) in üzerine de iki defa güneş tutulmuştur. Birisi Hendek savaşında ikindi namazını kılamayıp güneşin batması üzerine Allah Teâlâ güneşi geri getirmiş ve Hz. peygamber ikindi namazını kılmıştır. Tahâvî, bu olayı naklettikten sonra, hâdisenin râvîleri güvenilir'râvî-lerdir, demiştir. İkincisi, mi'râc gecesinin sabahında kervanın güneşin batışıyla geldiğini haber vermesi üzerine kervanın beklenilmesi sırasında olmuştur. Bunu da Yûnus İbn Bükeyr zâid hadîslerde İbn İshâk'm Sîret'inden nakletmiştir. Vehb İbn Münebbih der ki: Sonra Yûşa' İbn Nûn öldü ve Efratın dağına gömüldü. Yüzyirmiajtı yaşındaydı. Onun yönetimi, Hz. Musa'dan sonra yirmiyedi sene olmuştu. Denildi ki, Erîha şehrini fetheden Mûsâ Aleyhisselâm'dır. Yûşa' İbn Nûn da, İsrail oğullarından kalanlarla beraber önde yürümüştü. Yûşa', şehre girmiş ve azgınlarla .savaşmıştı. Sonra oraya Hz. Mûsâ girmiş ve Allah'ın dilediği bir müddet orada ikâmet etmişti. Sonra Allah Teâlâ Hz.. Musa'nın canını almıştı. Kimse o'nun kabrinin nerede olduğunu bilmez. Bu, kavillerin en doğrusudur. Çünkü bilginler, Ûç İbn Unk'u öldürenin Hz. Mûsâ olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bu görüş, aynı zamanda Taberî'nin tercih ettiği görüştür. Taberî Süddî'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Hz. Mûsâ kavmine kızdı ve onların aleyhinde beddua ederek; Rabbim, ben 'kendimden ve kardeşimden başkasına sahip değilim, dedi ve bu âyeti sonuna kadar okudu. Allah Azze ve Celle de buyurdu ki; Onların oraya girmeleri, kendilerine yasaklanmıştır. Kırk yıl boyunca çölde dolaşacaklardır. Onlar çöle sürülünce, Mûsâ pişman oldu. Kendisine itaat eden kavmi Musa'ya gelerek dediler ki; ey Mûsâ bize ne yaptın? Onlar çölde kaldılar. Çölden çıkınca bıldırcın eti ve kudret helvası üzerlerinden alındı. Bu sırada Mûsâ ile Ûc İbn Unk karşılaştılar. Hz. Mûsâ on zira' sıçradı. Asası da on zira' idi. Kendisinin boyu ise, on zira' idi. Ancak böylece Ûc İbn Unk'un aşığına isabet ettirebildi ve onu öldürdü. Taberî der ki: Eğer Hz. Mûsâ Ûc İbn Unk'u çöle düşmesinden önce öldürmüş olsaydı, İsrail oğulları cesaretsizlik göstermezlerdi. Çünkü Ûc İbn Unk, azgınların en büyüklerindendi. Nûn'dan" rivayet edilir ki, o şöyle demiş : Ûc İbn Unk'un tahtı sekizyüz zira' idi. Eskilerin haberlerini bilenler derler ki, Bel'âm İbn Bâurâ, Mûsâ Aleyhisselâm'ın duasında azgınlara yardımcı olanlardandı. Çünkü o, ism-i A'zam'ı biliyordu. Mûsâ Aleyhisselâm onun hakkında da duâ etti. İnşâallah onun kıssası A'râf sûresinde gelecektir.22
27 — Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da; biri-ninki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. O: An-dolsun seni öldüreceğim, deyince, (kardeşi) : Allah, ancak müttakilerden kabul eder, demişti.
28 — Beni öldürmek için elini bana uzatırsan; ben, seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım.
29 — Dilerim ki, sen benim günâhımı da, kendi günâhını da yüklenip cehennemliklerden olasın. Zâlimlerin cezası da budur.
30 — Bunun üzerine kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürdü de, hüsrana uğrayanlardan oldu.
31 — Sonra Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için, ona yeri eşeleyen bir karga gösterdi. Yazıklar olsun bana, bu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim, dedi. Pişmanlık duyanlardan oldu.
Hz. Âdemin İki Oğlu. 44
Hz. Âdemin İki Oğlu
Allah Teâlâ; zulmün, kıskançlığın, vahîm akıbetini; Hz. Âdem'in soyundan gelen iki oğlunun —Cumhûr'un kavline göre bunlar; Hâbîl ve Kabil'dir.— hikâyesini anlatarak bildiriyor. Hâbîl ile Kabil'den birinin diğerine nasıl saldırdığını, zulüm ve kıskançlık yüzünden Allaiı'ın diğerine lütfettiği nimeti çekemeyip öldürdüğünü ve Allah'a sunduğu kurbanı kabul etmesini istemediğini anlatıyor. Böylece öldürülen, günâhları yok olup cennete gitmiş, öldüren de dünya ve âhirette hüsrana mahkûm olarak kaybetmiştir. >
«Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat.» Domuzdan ve maymundan arkadaşları bulunan Yahudilere ve benzerlerine Âdem'in iki oğlunun; Hâbîl ve Kabil'in haberini naklet. Nitekim bu haberi selef ve haleften bir çokları nakletmişlerdir. «Doğru olarak.» Yani yalan ve karışıklığa yer vermeden, vehim ve tebdil, arttırma ve eksiltmeye mahal bırakmaksızın olduğu gibi, apaçık anlat. Nitekim aynı anlamda Allah Teâlâ; «Doğrusu bunlar apaçık kıssalardır.» buyurmakta; «Sana onlann kıssalarını hak üzere anlatırız» demektedir. Keza; «Bu, Meryem oğlu îsâ'nm hak sözüdür» diyerek aynı ifâdeyi kullanmıştır.
Selef ve haleften birçok kişinin zikrettiğine göre; Hâbîl ile Kabil'in kıssası şöyle cereyan etmişti: Allah Teâlâ, zaruret hali mevcûd olduğu için Hz. Âdem'in erkek çocuklarının kız çocuklarıyla evlenmesini emretmişti. Ve söylendiğine göre; Hz. Âdem'in, her batından bir erkek bir de dişi çocuğu doğuyordu. Ve bir batındaki dişiyi, öbür batındaki erkekle evlendiriyordu. Hâbîl'in bacısı çirkin, Kabil'in bacısı ise güzeldi. Kâ-bîl, öz kardeşini tercih etmek istedi. Hz. Âdem ise buna müsâade etmedi. Ancak Allah'a bir kurban takdîm etmeleri gerektiğini; kimin kurbanı kabul edilirse, Kabil'in bacısının ona âit olacağını bildirdi. Hâbîl ve Kâbîî kurbanlarını sundular. Hâbîl'in kurbanı kabul edildi. Kâbîl'inki edilmedi. Ve netice, Allah'ın kitabında anlattığı gibi oldu.
Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla îbn Aobâs'tan, Hürre kanalıyla da İbn Mes'ûd'dan ve Hz. Peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; Hz. Âdem'in erkek çocuğuyla beraber bir de kız çocuğu doğardı ve Âdem bir batındaki kızla diğer batındaki erkeği evlendirirdi. Nihayet adı Hâbîl ve Kâbîl olan iki oğlu dünyaya geldi. Kâbîl, tarımla uğraşırdı. Hâbîl ise mülk sahibi idi. Kâbîl yaşça büyüktü ve onun bacısı Hâbîl'in bacısından daha güzeldi. Hâbîl, Kabil'in ba-cısıyla evlenmek istedi. Kâbîl buna engel olarak; o benim kızkardeşim-dir, benimle birlikte doğdu ve senin kız kardeşinden daha güzeldir. Bu sebeple onunla evlenmeye ben daha çok hak sahibiyim, dedi. Babası onun Hâbîl'le evlenmesini emretmişti. Ancak Kâbîl kabul etmedi. Bunun üzerine iki kardeş Allah Azze ve Celle'ye birer kurban takdîm ederek hangisinin daha haklı olduğunu öğrenmek istediler. Hz. Âdem ortada yoktu. Mekke'ye gelmiş, Kâ'be'ye hizmet ediyordu. Allah Azze ve Celle buyurdu ki: Benim; yeryüzünde bir evim olduğunu biliyor musun? Âdem; Allah'a andolsun ki hayır, dedi. Cenâb-ı Hak, Benim Mekke'de bir evim var. Buraya gidiver, buyurdu. Hz. Âdem gökyüzüne, bir süre çocuğumu yanına emânet al, dedi. Gökyüzü, bundan kaçındı. Yeryüzüne dedi. O da kaçındı. Dağlara dedi. Onlar da kaçındılar. Kabil'e dedi. O peki git ve dön, aileni istediğin gibi yanında bulursun, dedi. Hz. Âdem gidince; Kâbîl, HâbîTe karşı öğünerek; ben ona daha lâyı-kım, çünkü o, hem benim süt kardeşim, hem de ben senden daha büyüğüm ve babanızın yerine geçecek büyük oğluyum, dedi. Kâbîl bir kurban verdi. Hâbîl de yağlı bir keçi kurban etti. Kâbîl; bir bağ sümbül verdi ve ondan büyük bir başak buldu". O başağı ovalayarak yedi. Bunun üzerine ateş indi ve Hâbü'in kurbanını aldı. Kabil'in kurbanını olduğu gibi bıraktı. Kâbîl kızarak; ya seni öldürürüm, ya da kız kardeşimle evlenemezsin, dedi. Hâbîl ise; Allah, ancak kendisinden korkanların kurbanım kabul eder, dedi. Bunu İbn Cerîr Taberî rivayet eder.
İbn Ebu Hatim derki: Bize Hasan İbn Muhammed... İbn Huşeym'-den rivayet etti ki; o, şöyle demiş :-Saîd İbn Cübeyr'le birlikte bulunuyordum. O, bana nakletti ki; İbn Abbâs şöyle demiş : Allah kişinin kendi ikizi olan kızkardeşini nikahlamasını yasaklamış ve öbür kardeşleriyle nikâhlanmasını emretmişti. Ve Hz. Âdem'in bir karında; biri erkek biri kız iki çocuğu oluyordu. İşte bu sırada çok güzel bir kızı oldu. Onun karşısında çok çirkin bir kızı daha oldu. Çirkin kızın erkek kardeşi dedi ki; kızkardeşini benimle nikahla. Ben de kızkardeşimi seninle nikahlayayım. O, hayır, ben kızkardeşinii almaya senden daha çok hak sahibiyim, dedi ve bir kurban kesti. Ne var ki oğlak sahibinin kurbanı kabul edilmiş, ekin sahibinin kurbanı kabul edilmemişti. Bunun üzerine o da oğlak sahibini öldürmüştü. Bu hadîsin isnadı kuvvetlidir.
Bajıa babam, Ebu Seleme kanalıyla... İbn Abbâs'tan nakletti ki, o, «Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı.» âyeti konusunda şöyle demiş : Her ikisi de birer" kurban sundu. Koyun sahibi ak, büyük gözlü, boynuzlu bir koyun getirdi. Tarla sahibi ise ölçüye tartıya gelmez bir yiyecek getirdi. Allah koyunu kabul etti ve onu cennete kırk koyun olarak sakladı. İşte Hz. İbrahim'in kestiği koç, bunlardan birisidir. Bu rivayetin de isnadı sahihtir.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn Beşşâr... Abdullah İbn Amr'dan rivayet etti ki; Hz. Âdem'in kurban sunan oğullarından birisinin kurbanı kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Bunlardan birisi tarla, diğeri de koyun sahibi idi. Her ikisi de birer kurban sunmakla emro-lunmuşlardı. Koyun sahibi olan, koyunlarının en güzelini, en semizini ve en üstününü takdim etti. Bunu yaparken gönül hoşnûdluğu ile yapıyordu. Tarla sahibi olan ise ekininin en kötüsünü ve atıntısını takdim etti. Hem de gönül hoşnûdluğu içinde değildi. Allah Azze ve Celle, koyun sahibinin kurbanını kabul etti, tarla sahibinin kurbanını kabul etmedi. İşte bunların hikâyesi, Allah'ın kitabında anlatılan hikâyedir. Abdullah İbn Amr der ki: Ben Allah'a and içerim ki; öldürülen, diğerinden daha güçlü idi. Ancak o, sakındığı için kardeşine el uzatmadı. Kıssacı Medîne'li İsmail İbn Râfi' der ki: Hz. Âdem'in iki oğlu kurban sunmakla emrolunduğunda; birisi koyun sahibiydi. Sürüsü içerisinde en semiz bir koyunu vardı ki onu çok severdi. Hattâ geceleri onu beraberinde taşırdı. Öyle ki ondan daha sevimli hiçbir malı olmamıştı. Kurban takdim etmekle emrolununca Allah Azze ve Celle'ye bu en sevdiği kurbanı sunmuştu. Ve Allah da onu kabul etti. Bu kurban cennette yayılıp geziniyordu. Ta ki İbrâhîm (a.s.) e fidye olarak gönderildi. Bunu İbn Cerîr rivayet eder.
İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam Muhammed İbn Ali'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Âdem, Hâbîl ve Kabil'e dedi ki: Rabbım bana ahdetti ki, soyumdan bir kişi meydana gelirse, bir kurban takdim edecek. Siz birer kurban takdim edin ki, sizin kurbanlarınız kabul olunursa benim görtlüm aydın olsun. Bunun üzerine her ikisi de kurban sundular. Hâbîl'in koyunları vardı. O, koyunlarının en yengel olanını, malının en iyisini takdim etti. Kabil'in ise ekinleri vardı. O da ekinlerinin bayatını takdim etti. Hz. Âdem ikisini ve kurbanlarını da alarak dağa çıktı ve kurbanlarını oraya yerleştirdi. Sonra üçü birden oturdular. Ve kurbanlara bakıyorlardı. Allah, bir ateş gönderdi. Kurbanların üzerine yaklaşınca bir boyun çıktı ve Hâbîl'in kurbanını aldı, Kabil'in-kini bıraktı. Sonra her üçü birlikte oradan ayrıldılar. Hz. Âdem Kabil'e Allah'ın buyruğunu bildirdi. Ve dedi ki: Ey Kâbîl, yazıklar olsun sana. Senin kurbanın yerinde bırakıldı. Kâbîl dedi ki.: Sen onu sevdin, kurbanının üzerine duâ ettin de onun kurbanı kabul edildi, benimki bırakıldı. Kâbîl Hâbîl'e de dedi ki: Ancak seni Öldürmeliyim ki, senden kurtulayım. Babam senin için duâ etti, kurbanının üzerinde ibâdet etti. Bunun üzerine senin kurbanın kabul edildi. Hep Hâbîl'i ölümle tehdîd ediyordu. Nihayet bir gece; Hâbîl, sürüsünün yanında geceledi. Âdem dedi ki; ey Kâbîl, kardeşin nerede? O; sen, beni ona bekçi olarak mı göndereceksin? Bilmiyorum, dedi. Hz. Âdem; ey Kâbîl, yazıklar olsun sana, çık ve kardeşini ara, dedi. Kâbîl kendi kendine, bu gece onu öldürürüm, dedi ve yanma bir demir aldı. Hâbîl dönmek üzereyken, kendisini karşıladı ve dedi ki: «Ey Hâbîl, senin kurbanın kabul edildi, benimki reddedildi, artık seni öldüreceğim. Hâbîl dedi ki: Ben, malımın en güzelini takdîm ettim. Sen ise, malının en kötüsünü sundun. Allah, ancak güzel olanı ve müttakîlerin kurbanını kabul eder. Hâbîl böyle deyince, Kâbîl kızdı. Demiri kaldırıp başına indirdi. Hâbîl dedi ki: Yazıklar olsun sana ey Kâbîl, sen Allah'a karşı ne yapacaksın? Amelinin cezâsıru nasıl çekeceksin? Kâbîl, Hâbîl'i öldürüp bir çukura attı ve üzerine toprak yığdı.
Muhammed İbn İshâk, eski kitapları bilen bazı ilim erbabından nakletti ki; Hz. Âdem; oğlu Kıyn- (Kâbîl) e Hâbîl'in ikiz krzkardeşiyle evlenmesini emretti. Hâbîl'e de Kıyn'in ikiz kardeşiyle evlenmesini emretti. Hâbîl bunu kabul edip razı oldu. Ama Kıyn, karşı çıkarak reddetti. Hâbîl'in kardeşini istemedi. Ve Hâbîl yerine kendi ikiz kızkardeşiyle evlenmek istedi. Sonra dedi ki: Biz cennette doğduk, o ikisi ise yeryüzünde doğdu, ben kızkardeşime daha çok lâyıkım. Eskilerin kitabını bilen bazı ilim erbabı dediler ki: Kıyn'in kız kardeşi, insanların en güzeli idi. Bunun için onu kardeşinden kıskandı ve kendisi almak istedi. Hangisinin doğru olduğunu en iyi Allah bilir. Kabil'e ba'bası dedi ki: Yavru-cağızım, o senin için helâl değildir. Kâbîl, babasının sözünü dinlemek istemedi. Babası dedi ki: Yavrucağızım, öyleyse bir (kurban takdim et. Aynı şekilde kardeşin Hâbîl de bir kurban takdîm etsin. Hanginizin kurbanı kabul edilirse o, kıza daha lâyıktır. Kıyn, toprağı ekmekle meşguldü. Hâbîl ise, sürü otlatıyordu. Kıyn, buğday sundu. Hâbîl ise, koyunlarının en güzellerinden bir seçme koyun sundu. —Bazıları da derler ki; Sığır kurban etti.-- Allah Teâlâ, beyaz bir ateş gönderdi ve bu ateş Hâbîl'in kurbanını yedi, Kıyn'in kurbanını bıraktı. Böylece kabul edilecek kurban yerini bulmuş oluyordu. Bunu İbn Cerîr TaJberî rivayet eder.
Avfî, İbn Abbâs'tan naklen der ki: Hz. Âdem'in çocuklarının zamanında sadaka olarak verilecek bir fakîr bulunmadığı için kişi, ancak kurban takdîm ederdi. Âdem'in iki oğlu oturuyorlardı; bir kurban sun-sak, dediler. Kişi kurban takdim ettiği zaman, Allah hoşnûd olursa; onun üzerine bir ateş gönderir ve ateş o kurbanı yerdi. Allah hoşnûd olmazsa ateş sönerdi. Her ikisi de birer kurban takdîm ettiler. Onlardan birisi çoban, diğeri çiftçi idi. Çoban olan, koyunlarının en semizini ve en güzelini takdîm etti. Çiftçi olan, ekinlerinin bir kısmmı sundu. Ateş geldi ve ikisi arasına indi, koyunu yedi, ekini bıraktı. Hz. Âdem'in oğlu bunun üzerine kardeşine dedi ki: Sen, insanlar arasına girip de kendi kurbanının kabul edildiğini benim kurbanımın ise reddedildiğini söyleyecek misin? Hayır, Allah'a andolsun ki, halk sana ve bana bakıp da senin benden daha hayırlı olduğunu söylememelidir. Öyleyse seni öldürürüm. Kardeşi ona günâhım nedir? Allah, ancak müttakîlerin kurbanını kabul eder, dedi. Bunu İbn Cerîr Taberî rivayet eder.
Bu rivayet; kurbanın, sebepsiz yere ve bir kadın meselesi olmadan takdîm edilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Halbuki daha önce zikrettiğimiz bir cemâat, bunun bir kadın meselesi şeklinde olduğunu belirtmişti ki; Kur'an'ın zahirinden de anlaşılan budur. «Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da, birininki kabul edlmiş, diğerinin ki kabul edilmemişti. O, andolsun ki seni Öldüreceğim, deyince; kardeşi, Allah ancak müttakîlerden kabul eder, demişti.» Âyetin akışı, biri diğerine kızdığı ve onun kurbanının kabul edilmesini kıskandığı için aleyhinde harekete geçmiş olmasını gerektirmektedir. Cumhur katında şöhret bulan görüş uyarınca koyun kurban eden Hâbîl, yemek kurban eden de Kabil'dir. Hâbîl'in koyunu kabul edilmişti. Hattâ îbn Abbâs ve diğerleri derler ki: İsmâîl peygamberin yerine kurban edilen koç bu idi. Bu görüş uygundur. Ama en iyisini Allah bilir. Kabil'in kurbanı kabul edilmemişti. Selef ve haleften birçok kişinin görüşü budur. Mücâhidin de meşhur olan görüşü böytedir. Lâkin İbn Cerîr, Mücâhid'in; ekin kurban eden Kâbîl idi ve onun takdimi kabul edilmişti, dediğini rivayet ederse de bu; meşhur olan görüşün tersidir. Öyle sanıyorum ki bunu, iyice kaydetmemiştir. Doğrusunu en iyi Allah bilir.
«Allah ancak müttakîlerden kabul eder.» Yani fiiliyle Allah'tan kor-kanlarınkini kabul eder. İbn Ebu Hatim der ki : Bana babam... Temîm'-den nakletti ki; o, şöyle demiştir : Ben, Ebu Derdâ'nın şöyle dediğini duydum: Allah'ım benim beş vakit namazımı kabul ettiğini kesin olarak bilmem; bana dünyada bulunan her şeyden daha sevimlidir. Çünkü «Allah ancak müttakîlerden kabul eder.» buyuruyor, tbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Meymûn İbn Ebu Hamza'dan rivayet etti ki; o, şöyle demiştir : Ben Ebu Vâil'in yanında oturuyordum. O sırada yanımıza Muâz'm arkadaşlarından Ebu Afîf denilen bir adam geldi. Şakîk İbn Seleme ona dedi ki: Ey Ebu Afîf, bize Muâz İbn Cefoel'den söz eder misin? O, peki, dedi. Ben Muâz'm şöyle dediğini duydum : İnsanlar bir köşede tutuklanırlar. Bu sırada bir münâdî, müttakîler nerdedir? diye seslenir. Onlar kalkarlar. Rahmân'ın sığmağına giderler. Allah, onlarla kendi arasına perde germez ve onlardan gizlenmez. Ben dedim ki; müttakîler kimlerdir? O,.müttakîler, şirkten ve putlara tapmaktan çekinip, samimî ibâdete koşan bir topluluktur ki; onlar cennete giderler, dedi.
«Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni Öldürmek için elimi sana uzatmam. Muhakkak ki ben, âlemlerin Raibbı olan Allah'tan korkarım.» Muttaki olması sebebiyle, Allah'ın kurbanını kabul ettiği sâlih kardeşi Kabil'e böyle diyor. Kardeşi kendisini suçsuz yere ölümle tehdîd edince o : «Beni Öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam.» diyor. Ben, senin yaptığın kötü harekete mukabele etmem. Çünkü mukabele edecek olursam, ikimiz de aynı şekilde suçlu oluruz. «Ben, âlemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım.» diyor. Senin yapmak istediğin gibi yapmaktan Allah'a sığınırım. Bu sebeple sabreder ve her şeyi hesaplarım. Abdullah İbn Amr der ki: Allah'a yemîn ederim ki; o, Öbüründen daha güçlü idi. Lâkin takvâsından dolayı mukabele etmekten kaçınmıştı. Bu sebeple Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğu sabittir :
îki müslüman, kılıçlarıyla yüzyüze gelirlerse; öldüren de, öldürülen de ateştedir. Râvî veya orada bulunanlar; ey Allah'ın Rasûlü, öldürenin ateşte olması doğru. Ya öldürülenin durumu ne oluyor? dediler veya denildi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: O da arkadaşını öldürmek istiyordu.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Kuteybe İbn Saîd... Bükeyr İbn Abdullah'dan nakletti ki; Sa'd İbn Ebu Vakkâs, Hz. Osman fitnesi esnasında şöyle demiştir : Ben şehâdet ederim ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Öyle fitne gelecek ki; o günde oturan, ayakta durandan daha hayırlı olacaktır. Ayakta duran, gezenden daha hayırlı olacaktır. Gezen, koşandan daha hayırlı olacaktır. İster misin o benim evime girsin ve öldürmek üzere bana elini uzatsın? dedim. O da, Âdem'in oğlu gibi ol, karşılığını verdi. Keza Tirmizî, Kuteybe İbn Saîd'den bu hadîsi rivayet eder ve; hasen hadîstir, der. Ayrıca Ebu Hüreyre Habtoâb İbn Eret, Ebu Bükre, İbn Mes'ûd, Ebu Vâkid, Ebu Mûsâ ve Hz. Âişe de aynı şekilde rivayet ederler. Bazıları da Leys İbn Sa'd'dan rivayet ederek is-nâdda bir başka adamı eklerler. Hafız tbn Asâkîr bu eklenen kişinin, Hüseyn el-Eşcaî olduğunu söyler. Ben derim ki: Bu hadîsi Ebu Dâvûd kendi tarîkıyla... Hüseyn İbn Abdurrahmân el-Eşcaî'den nakletti: O, Sa'd İbn Ebu Vakkâs der ki; ben, ey Allah'ın Rasûlü, ya evime girer ve beni öldürmek üzere elini uzatırsa? diye sordum. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü; Âdem'in oğlu gibi ol, buyurarak «Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam.» âyetini okudu. Eyyûb el-Sahtiyâm der ki: Bu ümmetten bu âyeti ilk benimseyen Affân oğlu Osman (r.a.) dır. İbn Ebu Hatim de bunu rivayet eder.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Merhum... Ebu Zerr (r.a.) den nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bir merkebe bindi, beni de terkisine aldı ve dedi ki: Ey Ebu Zerr; insanlara şiddetli bir kıtlık geliverse ve sen yatağından çıkıp mescidine gidemiyecek olsan nasıl yaparsın? Ebu Zerr diyor ki; ben, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Rasûlullah buyurdu ki: İffetli ol. Sonra şöyle dedi: Ey Ebu Zerr ister misin ki, insanlara şiddetli bir ölüm geliversin? Ve kulun evi kabri olsun. O zaman ne yaparsın? Ben dedim ki; Allah ve Rasûlü bilir. Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: Sabret. Sonra devam etti. Ey Ebu Zerr, ister misin ki, insanlar birbirini öldürsünler. Ve neticede Ahcâr el-Zeyt (Medîne'de' bir yer) kanla dolsun. O zaman ne yaparsın? Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: Evinde otur ve kapını üstüne kilitle. Ebu Zerr der ki: Ya evimde kendi halime ter-kedilmezsem? dedim. Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: Sen kendilerinden olduğun kişilerin arasına gir ve onlardan ol. Ebu Zerr der ki; silâhımı alayım mı? dedim. Buyurdu ki: O takdirde sen de onların bulunduğu duruma iştirak etmiş olursun. Fakat kılıçların parıltısının seni korkutmasından endîşe edersen; Örtünün bir yanını yüzüne kapa ki, senin ve onun günâhını engellemiş olasın. Müslim ve Neseî dışındaki Sünen ehli, muhtelif yollarla Abdullah İbn Sâmit'ten bu hadîsi rivayet ederler. Ebu Dâvûd ve İbn Mâce ise Hammâd İbn Zeyd kanalıyla... Abdullah İbn Sâmit'ten ve Ebu Zerr'den benzer bir rivayeti naklederler. Ebu Dâvûd der ki; Müşa's bu hadîste Hammâd İbn Zeyd'den başkasını zikretmedi.
İbn Merdûyeh der ki: Bana Muhammed İbn Ali... Rebî'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Biz, Huzeyfe'nin cenazesinde idik. Bir adamın; ben, Rasûlullah'tan duyduğunu söyleyen bir adamdan işittim ki; Rasûlüllah fs.a.) şöyle buyurmuş : Eğer siz savaşırsanız, evimin en uzak köşesine gider, kapanırım. Bir kişi bana gelecek olursa; ona işte bu, senin ve benim günâhımın karşılığıdır. Ben Âdem'in iki oğlunun hayırlısı gibi olacağım derim, buyurmuş.
«Dilerim ki, sen benim günâhımı da, kendi günâhını da yüklenip, cehennemliklerden olasın. Zâlimlerin cezası budur.» İbn Abbâs, Mü-câhid, Dahhâk, Katâde ve Süddî; âyetin beni öldürmenin günâhı ve daha önce kendi günâhın anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Başkaları da dediler ki: Hâbîl; sen, benim günâhımı yüklenip hatâmı sırtlayasın. Ve böylece beni öldürdüğün için kendi günâhını da yüklenesin, demek istemiştir. Mücâhid'in söylediğini bir yerde gördüm. Ancak galat olmasından korkarım. Çünkü sahîh rivayet, bunun hilaf madır. İbn Cerîr Taberî bununla demek istiyor ki; Süfyân es-Sev-rî'nin Mansûr kanalıyla Mücâhid'den naklettiği «Sen benim günâhımı da» yani beni öldürmekten dolayı işlemiş olduğun günâh ve «kendi günâhım da» daha önce işlemiş olduğun günâhları da «yüklenip cehennemliklerden olasın.» îsâ da İbn Ebu Necîh kanalıyla Mücâhid'den benzer bir rivayeti nakleder. Şibil, Ebu Necîh kanalıyla Mücâhidden nakleder ki; o, bu ifâdenin şu mânâya geldiğini söylemiştir: Benim günâhlarımın ve kanımın, senin üzerinde olmasını istiyorum. Böylece sen, her ikisini birlikte yüklenmiş olacaksın.
Ben derim ki; bu konuda insanlar, bu tür sözleri vehm olarak uydurmakta ve aslı astan" olmayan hadîsler zikretmektedirler. Buna göre; katil, maktulün üzerinde hiçbir günâh bırakmaz imiş. Ebu Bekr el-Bezzâr buna benzer bir hadîs rivayet ederse de, bu hadîs onun değildir. Onun rivayeti şöyledir: Bize Amr İbn Ali... Hz. Âişe (r.a.) den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) : Ölümün acısı, hangi günâhın üzerinden geçerse onu siler, buyurmuştur. Bu hadîs, bu şekliyle sahîh değildir. Eğer sahih olsaydı; bu, Allah Teâlâ'nm; ölüm acısını çekmesi sebebiyle öldürülenin, bütün günâhlarını bağışlayacağı anlamına gelirdi. Maktulün günâhlarının katile yüklenmesine gelince; böyle bir şey olamaz. Ancak bu husus, bazı şahıslarda aynı zamanda birleşebilir. Şöyle ki; mahşer gününde maktul, katilden kanını taleb eder. ye katilin iyiliklerinden alınarak --zulme uğradığı miktanyla— maktule verilir. Eğer katilin iyiliği tükenirse ve maktul hakkım yeterince almamış olursa; maktulün günâhından alınarak kâtüe yüklenir. Belki de maktulün arta kalan günâhı, katilin üzerine yüklenir. Bu şekliyle hadîsin, bütün zulümler için geçerli olması sahihtir. Bilindiği gibi, kati, zulümlerin en büyüğü ve en ağırıdır. En iyisini Allah bilir.
İbn Cerîr Taberî der ki; Bu sözün doğrusu, şöyle denmesi ve âyetin şöyle te'vîl edilmesidir: (Hâbîl dedi ki:) Ben, senin beni öldürme suçundan vazgeçmeni istiyorum. îşte âyetteki «Dilerim ki sen benim günâhımı da» kavlinin mânâsı budur. «Kendi günâhını da.» kavline gelince; bu, onun öldürme suçundan ayrı olan günâhıdır ki; Allah Azze ve Celle'ye karşı diğer amellerinde işlemiş olduğu günâhlardır. Biz, bu görüşün doğru olduğunu söylüyoruz. Çünkü te'vîl ehlinin bu konuda icmâ'ı vardır. Ayrıca Allah Azze ve Celle, her iş yapanın işine göre lehinde veya aleyhinde mükâfat alacağını haber vermiştir. Allah'ın mah-lûkâtı hakkındaki hükmü bu olursa; öldürülenin günâhlarının katile yüklenmesi, caiz olmayacaktır. Katil ancak kendisi için yasak olan öldürme suçundan ve öldürdüğü kişinin işlemiş olduğu suçlardan değil, kendisinin işlemiş olduğu diğer suçlardan dolayı sorumlu tutulabilir. Taberî'nin ifâdesi budur. Ancak burada o, özetle şöyle bir suâl îrâd etmektedir : Hâbîl; kardeşi Kabil'in kendisini öldürmesi ve yine kendisinin işlemiş olduğu suçlan yüklenmesini nasıl istemiş olabilir? Halbuki onun kendisini öldürmesi yasak idi. Ve Taberî özetle bu soruya şöyle cevâb vermiştir: Hâbîl; kardeşi kendisini öldürse de, kendisinin onu öldürmeyeceğini kardeşine haber vermiştir. Her halükârda öldürül-se bile suçun kendisinde değil, kardeşinde olmasını taleb ederek bu işten elini çekmiştir. Ben derim ki; bu söz Öğüt alan için öğüt, zorlanan için de zorlamadır. Bunun için Hâbîl «Dilerim ki sen benim günâhımı da, kendi günâhını da yüklenip cehennemliklerden olasın. Zâlimlerin cezası da budur.» demiştir. İbn Abbâs der ki: Onu ateşle korkutmuş ama o korkup vazgeçmemiştir.
«Bunun üzerine kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürdü de hüsrana uğrayanlardan oldu.» Nefsi ona, kardeşini öldürmeyi hoş' gösterdi. Teşvik ve tahrik etti. O da bu öğüt ve korkutmadan sonra çekinmeden kardeşini öldürdü. Ebu Ca'fer el-B&kır'dan —ki bu, Mu-hammed İbn Ali İbn Hüseyn'dir— Kabil'in Hâbîl'i elindeki demirle öldürdüğü rivayeti yukarda geçmişti, Süddî de, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs'tan, Mürre kanalıyla Abdullah'tan ve peygamberin ashabından bazısından nakletti ki; onlar, «Bunun üzerine 'kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürdü.» âyeti konusunda şöyle demişlerdir: Onu öldürmek için aradı. Çocuk ondan kaçarak dağların tepesine çıktı. Bir gün sürüsünü otlatırken yanına geldi. Hâbîl uyu-' yordu. Kâbîl, bir kayayı kaldırdı ve onunla kardeşinin başım ezdi. Böylece Hâbîl öldü. Onu dağ başında olduğu gibi terk edip gitti. Bunu İbn Cerîr rivayet eder. Ehl-i Kitâb'tan bir kısmı da derler ki: Kâbîl, Hâbîl'i boğarak ve vahşî hayvanların öldürülmesi gibi sıkarak öldürdü. İbn Cerîr der ki; Kâbîl, Hâbîl'i öldürmek isteyince, boynunu büküyordu. İblîs, onun karşısına geçip bir hayvanı aldı ve hayvanın başını taşın üzerine koydu. Sonra bir başka taş alıp 'hayvanın başına vurdu. Ve onu öldürdü. Bunu gören Âdem'in oğlu da kardeşine aynı şeyi yaptı. îbn Ebu Hatim de bunu rivayet etti.
Abdullah îbn Vehb, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den, o da babasından rivayet eder ki; babası şöyle demiş: Kâbîl, Hâbîl'i öldürmek üzere başından tuttu ve yere yatırdı. Başını sıkıyor, kemiklerim eziyor ve nasıl öldüreceğini bilmiyordu. Bu sırada İblîs (Aleyhi'Ha'ne) geldi ve onu öldürmek mi istiyorsun? dedi. Kâbîl* evet, deyince o; şu kayayı al ve başına çal, dedi. Kâbîl kayayı aldı ve başına fırlatarak Hâbîl'in başını ezdi. Sonra İblîs, koşarak Hz. Havva'nın yanma geldi ve; ey Havva; Kâbîl, Hâbîl'i öldürdü, dedi. Hz. Havva ona; vay sana ölüm de neymiş? dedi. Şeytân; artık o yemez, içmez, kımıldamaz, dedi. Havva, ölüm bu mu? dedi. Şeytân, evet deyince, o ~ yüksek sesle bağırıp çağırmaya başladı. Nihayet Hz. Âdem onun sesine geldi ve ne oluyor sana? dedi. Havva onunla konuşmadı. İki kez tekrarladı. Yine konuşmadı. Bunun üzerine Hz. Âdem dedi ki: Sen ve kızların bağırıp çağırın. Ben ve, oğullarım bağırıp çağırmayacağız. îbn Ebu Hatim de bunu rivayet eder.
«Hüsrana uğrayanlardan oldu.» Dünya ve âhirette kaybedenlerden oldu. Bundan daha büyük bir kayıp olur mu hiç? îmâm Ahmed İbn Han-bel der ki: Bize Ebu Muâviye ve Vekî... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nak-. lettiler ki; Rasûlullah (s.a,) şöyle buyurmuş ; Bir kişi zulümle öldürü-lürse, mutlaka onun-kanından bir miktarı Âdem'in ilk oğlu üzerine olur. Çünkü öldürmeyi ilk kurallaştıran odur. Keza Ebu Davud'un dışında diğer bir topluluk, bu hadîsi A'meş tankıyla Abdullah İbn Mes'ûd' dan rivayet etmişlerdir.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Humeyd... Hakîm îbn Hakîm'-den nakletti ki; o, Abdullah İbn Amr'm şöyle dediğini söylemiştir : Erkeklerden cehennem ehlinin en azgını Hz. Âdem'in, kardeşini öldüren oğludur. Onun kardeşini öldürdüğü günden beri, yeryüzünde ne kadar kan dökülmüşse mutlaka ona da bundan bir miktar kötülük bulaşır. Çünkü o, öldürmeyi ilk kurallaştıran kimsedir. İbrâhîm en-Nehaî de der ki: Kim zulüm ile öldürülürse Hz. Âdem'in ilk oğlu ile şeytânın üzerine ondan bir pay ayrılır. Bunu da îbn Cerîr Taberî rivayet eder.
«Sonra Allah ona kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Yazıklar olsun bana, bu karga gibi olmaktan bile âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim, dedi. Pişmanlık duyanlardan oldu.»
Süddî, sahabelere kadar uzanan kendi isnâdıyla der ki: Çocuk Ölünce kardeşi onu dağda bıraktı. Nasıl gömeceğini bilmiyordu. Bu sırada Allah ona iki karga gönderdi. Bunlar birbirleriyle savaştılar. Biri diğerini öldürdü. Sonra yeri kazarak üzerine toprak attı. Kabil bunu görünce «Yazıklar olsun bana, bu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü Örtemedim.)) dedi. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah îbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder : Bir karga geldi. Bir başka karganın ölüsünün üzerine —tâm olarak gizleyinceye kadar— toprak attı. İşte bunun üzerine kardeşini öldüren Kâbîl «Yazıklar olsun bana...» dedi. Dahhâk da İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Kâbîl, kardeşini bir yıl boyunca boynunda bir heybede taşıdı. Nihayet, Allah ona iki karga gönderdi. Onların gezindiklerini görünce «Yazıklar olsun bana.» Bu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım, dedi ve kardeşini gömdü. Leys İbn Ebu Selîm, Mücâhid'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Kâbîl, kardeşinin ölüsünü üç sene omuzunda taşıyıp ne yapacağını bilmiyordu. Nihayet yere koyduğunda bir karganın, bir başka kargayı gömdüğünü gördü ve «Yazıklar olsun bana...» dedi. Bunu îbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim naklederler. Âtiyye el-Avfî der ki: Kâbîl, Hâbîl'I öldürünce pişman oldu ve beraberine aldı. Ancak o, bir süre sonra kokuştu. Bunun üzerine kuşlar ve yaban hayvanları üşüşüp ne zaman atacağım bekleşmeye başladılar. O zaman onu yiyeceklerdi. İbn Cerîr Taberî bu rivayeti nakleder.
Muhammed İbn İshâk eskilerin kitaplarını bilen bazı kimselerden naklederek dedi ki: Kâbîl, Hâbîl'i öldürünce; ölüsü elinde kaldı. Onu nasıl gizleyeceğini bilmiyordu. Çünkü —eskilerin zannına göre— Âdeni-oğullan arasında ilk ölü ve ilk maktul oydu. Bunun üzerine «Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Yazıklar olsun bana, bu karga gibi olmaktan bile âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim, dedi. Pişmanlık duyanlardan oldu.» Tevrat ehlinin iddiasına göre; Kıyn, kardeşi Hâbîl'i öldürünce, Allah Azze ve Celle ona dedi ki: Ey Kıyn, hani kardeşin Hâbîl? O, bilmiyorum, ben onu gözetici değilim, dedi. Allah Teâlâ buyurdu ki: Kardeşinin sesi yeryüzünden bana sesleniyor. Sen; şu anda ağzını açmış ve senin elinde kardeşinin kanını içmiş olan toprak tarafından la'net-lenmişsin. Sen, yeryüzünde çalıştığın sürece, o sana ekinini vermeyecektir. Neticede sen ürkmüş bir şekilde yeryüzünde başı boş dolaşacaksın.
«Pişmanlık duyanlardan oldu.» Hasan el-Basrî der ki: Allah Teâlâ hüsrana uğradığını bildirdikten sonra, pişmanlık duyduğunu bildirerek onun hasretini arttırmıştır.
Bu kıssa ile alâkalı müfessirlerin sözleri bunlar. Hepsi de Kur'an'da açıkça anlatıldığı ve hadîsde belirtildiği gibi bu iki kişinin Hz. Âdem'in ilk çocuğunun, işlenen her öldürme suçundan bir pay alacağını ve öldürmeyi ilk kurallaştıranın o olduğunu bildirmektedirler. Bu husus çok açık ve aşikârdır. Ancak îbn Cerîr Taberî der ki: Bana İbn Vekî... Hasan el-Basrî'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Kur'an'da sözü edilen bu iki kişi İsrâiloğu Harındandı. Âdem'in kendi sulbünden çocukları değildi. Kurban da îsrâiloğullanndan idi. Âdem, ilk ölen kimsedir. Bu rivayet gerçekten garîb olduğu gibi isnadı üzerinde de durulması gerekir.
Abdürrezzâk da, Ma'nıer kanalıyla Hasan'dan nakleder ki; Rasû-lullah (s.a.), şöyle buyurmuştur: Âdem (a.s.) in iki oğlunun kıssası, bu ümmete örnek olarak verilmiştir. Siz, onlardan en iyisini örnek edinin. İbn Mübarek de Âsim el-Ahvel kanalıyla Hasan'dan rivayet eder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah Âdem'in iki oğlunu sizin için örnek vermiştir. Siz onlardan iyisini alın, kötüsünü atın. Keza bu hadîsi Bekr İbn Abdullah el-Müzenî de'mürsel olarak rivayet eder. Bu rivayetlerin hepsini İbn Cerîr Taberî nakleder. -Salim İbn Ebu Ca'd der ki: Âdem'in oğlu kardeşini öldürünce; Âdem, yüz sene üzgün ve hiç gülmeden yaşadı. Sonra onun yanına gelinerek kendisine denildi ki: Allah seni diriltsin ve güldürsün. İbn Cerîr arkasından şöyle der: İbn Humeyd bize... Ebu İshâk el-Hemedânî'den nakletti ki; Ali İbn Ebu Tâlib şöyle demiş : Âdem'in oğlu kardeşini öldürünce Âdem ağladı ve şöyle dedi:
Ülkeler değişti, içinde olanlar da. Çirkin ve değişik toprağın rengi artık. Renkler değişti, tatlar da. Azaldı yüzlerdeki tebessüm ve tatlılık. Hz. Âdem (a.s.) e şöyle cevâb verildi: Habîl de babası da birlikte öldürüldü. Canlı adam, kesilmiş ölü gibi oldu.
Mücâhid ve İbn Cübeyr'in rivayetine göre; Kâbîl, çabucak cezalandırıldı. Onun öldürüldüğü gün bacağıyla baldırından asıldı. Ne tarafa yüzünü, dönerse, onu cezalandırmak ve sindirmek için Allah, güneşi o tarafa çeviriyordu. Bir hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Şüphesiz ki Allah'ın dünyada acele cezalandırması en uygun olan günâh; isyan ve sıla-i rahm'i koparmaktır. Ayrıca âhirette sahibi için saklanacaktır. Hâbîl ve Kabil'in fiilinde bu ikisi birleşmişti. Doğrusu biz, Allah içiniz ve yine Allah'a döneceğiz.23
32 — Bundan dolayı îsrâiloğullannın üzerine yazdık ki: Her kim, bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse; bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Andolsun ki onlara, peygamberlerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.
33 _ Allah ve Rasûlü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çap-razvârî el ve ayakları kesilmek veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvâylıktır. Onlara âhirette de büyük bir azâb vardır.
34 — Yalnız, onlara gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadır. Biliniz, ki, Allah Ğafûr'dur, Rahîm'-dir.
Kısas Hükmü, Suç ve Ceza. 50
Kısas Hükmü, Suç ve Ceza
Hz. Âdem'in oğlunun, kardeşini zulüm ve düşmanlıkla «öldürmesinden» dolayı îsrâiloğullarının «üzerine yazdık ki». Yani onlara hüküm koyduk ve bildirdik ki «Her kim, bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse; bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir.» Kısas veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak gibi bir sebep olmaksızın her kim bir cana kıyarsa; ya da sebepsiz ve suçsuz birinin kanını helâl -hale getirirse, sanki o bütün insanlığı öldürmüştür. Çünkü bir canla diğer can arasında fark yoktur. Kim de, bir kişiyi öl-dürmezse ve bunun haram olduğuna inanırsa bu sebeple bütün insanlığı kurtarmış olur.
A'meş ve diğerleri Ebu Salim kanalıyla, Ebu Hüreyre (r.a.) den naklederler ki; o, şöyle demiş : Hz. Osman'ın evinde kuşatıldığı gün, yanma girdim ve sana yardım etmek için geldim. Savaşmak güzel olur, ey mü'minlerin emîri, dedim. Ebu Hüreyre diyor ki: O, şöyle dedi: Ey Ebu Hüreyre, sen benimle beraber bütün insanlığı öldürmekten zevk mi duyuyorsun? Ben, hayır dedim. Hz. Osman; öyleyse sen, bir kişiyi öldürürsen sanki tüm insanlığı öldürmüş gibi olursun, dedi. Çekil git, sana izin verilmiştir. Mükâfat verilmiş olarak, mücâzât değil. Ebu Hüreyre diyor ki: Bunun üzerine ben de çekilip gittim ve savaşmadım.
Aii îbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, insanların diri bırakılmasının; Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmemek olduğunu, böylece bütün insanların diri bırakılmış olacağını bildirmiştir. Yani kim haksız yere bir cana 'kıymayı haram sayarsa, böylece tüm insanları diri bırakmış gibi olur. Mücâhid de: «Onu diri bırakırsa» âyetinin, Öldürmekten vazgeçerse, -demek olduğunu söyler. Avfî, İbn Abbâs'ın; bütün insanları öldüren kimse gibidir, dediğini bildirir. Saîd İbn Cübeyr de der ki: Kim, bir müslümanın kanını helâl sayarsa, sanki bütün insanların kanını helâl saymıştır. Kim de bir müslümanın kanını haram sayarsa, sanki bütün insanların kanını haram saymıştır. Bu söz" en açık sözdür.
İkrime ve Avfî, İbn Abbâs'tan naklederler ki: Kim, bir peygamberi veya adalet sahibi imâmı öldürürse; bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir peygamberi destekler veya adaletli bir imâma yardımcı olursa; bütün insanlığı diriltmiş gibidir. Bunu İbn Cerîr Taberî rivayet eder. Mücâhid'den nakledilen bir başka rivayette o, «Her kim, bir kimseyi bir. kimseye karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.» âyeti konusunda şöyle demiş : Çünkü bir kişiyi öldüren cehenneme gider ve o, bu haliyle bütün insanları öldürmüş gibi olur. İbn Cüreyc, A'meş kanalıyla Mücâhid'den nakleder ki; o, ((O bütün insanları öldürmüş gibi olur.» kavli konusunda şöyle demiştir : Her kim, kasıdlı olarak mü'min bir cana kıyarsa, Allah onu cehennemle cezalandırır. Ona azâb eder, la'net eder. Kendisi için büyük bir azâb hazırlar. Mücâhid der ki: Eğer o kişi, bütün insanları öldürmüş olsaydı, azabı bundan dana fazla olacak değildi.
İbn Cüreyc der ki; Mücâhid, «Kim de onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir.» âyeti konusunda şöyle demiş : Hiçbir kimseyi öldürmeyen, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem «Bir kimseyi öldürürse, tüm insanları öldürmüş gibi olur.» âyeti konusunda şöyle demiş : Ona kısas vâcib olur. Dolayısıyla kısasta, bir kişiyle bir topluluk arasında fark yoktur. «Kim de diri bırakırsa» yani velîsi bulunduğu kimsenin katilini affederse; bütün insanları diri bırakmış gibidir. Bu ifâdeyi Abdürahmân, babası Zeyd İbn Eslem'den rivayet etmiştir. Ayrıca İbn Cerîr Taberî de bunu nakleder. Bir başka rivayete göre; Mücâhid der ki: «Kim de onu diri bırakırsa.» âyetinden maksad; boğulmaktan, yanmaktan veya mahvolmaktan" kurtarırsa, demektir. Hasan ve Katâde derler ki: Bu âyet, Allah'ın ölüm hâdisesine verdiği büyük önemi dile getirmektedir. Katâde ilâve ederek der ki: Allah'a andolsun ki; öldürmek ne kadar büyük bir suç ise, diri bırakmak da öylesine büyük bir mükâfatı gerektirir. Abdullah İbn Mübarek, Süleyman İbn Ali'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben Ha-san'a; ey Ebu Saîd, bu âyet îsrâiloğullan için geçerli olduğu gibi, bizini için de geçerlidir değil mi? dedim. O, evet, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemm ederim ki; o, îsrâiloğullan için geçerli olduğu gibi bizim için de geçerlidir. İsrâiloğullannın kanı, Allah katında bizim kanımızdan daha üstün değildir, dedi. Hasan el-Basrî der ki: «Bütün insanları öldürmüş gibi olur.» âyetinden maksad; bunun günâhı gibi demektir. «Onu diri bırakan da bütün insanlığı diriltmiş gibi olur.» kavlinden maksad da, mükâfatı gibi olur, demektir.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Hasan... Abdullah İbn Amr*-dan nakletti ki: Abdülmuttalib oğlu Hamza Hz. Peygambere gelmiş ve; ey Allah'ın Rasûlü, beni yaşayabileceğim bir şeye sevk et, demiş. Rasûlullah (s.a.) da; ey Hamza, yaşattığın bir can mı senin için daha iyidir, öldürdüğün bir can mı? demiş. O, yaşattığım bir can, deyince; Rasûlullah (s.a.); sen kendine bak, buyurmuş.
«Andolsun ki, onlara peygamberlerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.» Bu âyet, onlan uyarmakta ve gerçekleri bildikten sonra yine haram fiil işlemelerine karşı îkâz etmektedir. Nitekim Benu Kurayza, Benu Nadîr ve Benu Kaynuka gibi Medine çevresinde bulunan yahûdîler, câhiliyyet devrinde savaş çıktığında Evs ve Hazreç kabileleri ile birlikte savaşırlardı. Sonra savaş durunca, aldıkları esirleri serbest bırakırlardı. Allah Teâlâ Bakara sûresinde onların bu durumunu kötüleyerek şöyle buyu-ruyordu : «Bir de kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin, diye sizden söz almıştık. Sonra bunu ikrar ettiniz ve ikrarınıza da şâhid oldunuz. Sonra sizler birbirinizi öldüren, aranızda bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günâh ve düşmanlıkta birleşen, onları yurtlarından çıkarmak haram kılınmışken, esîr olarak geldiklerinde fidye-leşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası ancak dünya hayatında rüsvâylıktır. Kıyamet gününde ise, onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.» (Bakara, 84-85).
«Allah ve Rasûlü ile savaşanların, yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çaprazvârî el ve ayaklan kesilmek veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvâylıktır. Onlara âhirette de büyük bir azâb vardır.)) Muharebe; çatışma ve zıtlaşmadır. Küfre, yol kesmeye ve eşkiyâlığa karşı yapılır. Yeryüzünde fesâd çıkarmak ta böyledir. Muhtelif şekilde kötülüğe itlâk olunur. Hattâ aralarında Saîd İbn Müseyyeb'in bulunduğu seleften bir çok kişi; dirhem ve dînârı bozmak ta yeryüzünde fesâd çıkarmanın bir başka türüdür, demişlerdir. Ve nitekim Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurur : «O, yeryüzünde dolaşınca orada fesâd çıkarmak ekini ve nesli helak etmek için çabalar. Allah fesadı sevmez.» Sonra bazıları dediler ki: Bu âyet-i kerîme müşrikler hakkında nazil olmuştur.
İbn Cerîr Taberî'nin rivayetine göre; İbn Humeyd... İkrime ve Hasan el-Basrî'den nakletti ki; onlar, şöyle demişler: Bu âyet-i kerîme müşrikler hakkında nazil olmuştur. Onlara güç yetirmenizden önce içlerinden kim tevbe ederse, bunlara karşı yapılacak bir şey yoktur. Bu âyet-i kerîme fesâd çıkaran, Allah'a ve Rasûlüne harb açan ve yakalanmazdan önce kâfirlere iltihâk eden müslümana haddin vurulmasını engellemez. Yakalandığı an üzerine düşen had uygulanır. Ebu Dâvûd ve Neseî, İkrime yoluyla İbn Abbâs'tan naklederler ki; bu âyet, müşrikler hakkında nazil olmuştur. Onlardan herhangi bir kişi, yenilmezden önce tevbe ederse; bu tevbe, ona vurulması gereken haddin uygulanmasını önlemez. Ali îbn Ebu Talha, îbn Abbâs'tan nakleder ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir: Ehl-i kitâb'tan bir topluluğun Rasûlullah ile sözleşmesi ve ahdi vardı. Onlar, ahdi bozarak yeryüzünde fesâd çıkardılar. Allah Teâlâ bu âyette, Rasûlünü isterse onları öldürmek, isterse ellerini ve ayaklarını çaprazvâri kesmek üzere serbest bıraktı. Bu rivayeti İbn Cerîr Taberî nakleder. Şu'be de... İshâk îbn Kâ'b'dan nakleder ki; babası Kâ'b şöyle demiş : Bu âyet, Harûriye vak'asına karışan Hâriciler hakkında nazil olmuştur. Bu rivayeti İbn Merdûyeh nakleder.
Doğru olan, bu âyetin bilumum müşriklerle bu suçları işleyen diğerleri hakkında nazil olmuş bulunmasıdır. Nitekim Buhârî ve Müslim, Ebu Kılâbe'den nakleder ki; Enes İbn Mâlik şöyle der : Ükül kabilesinden sekiz kişi Rasûlullah'a geldiler, bîat ettiler ve müslüman oldular. Ancak Medine'nin havası onlara yaramadığı için hastalandılar ve bu durumu Hz. Peygambere şikâyet ettiler. Rasûlullah buyurdu ki: Siz, bizim çobanlarımızla birlikte çıksanız da "onların develerinin idrar ve sütlerinden içseniz. Onlar; peki, dediler ve çıkıp gittiler. Deve idrarından ve sütünden içtiler. (Zîrâ zaruret halinde tedâvî için haramlar helâl olur.) Gece olunca çobanı öldürdüler. Develeri kaçırdılar. Bu durum Hz. Peygambere bildirilince; Rasûlullah (s.a.), onların izini ta'kîb eden bir grup gönderdi. Yakalanıp Hz. Peygambere getirildiler. Rasûlullah (s.a.) emir buyurdu. Onların elleri ve kolları kesildi. Gözleri çıkarıldı. Sonra Ölünceye kadar güneşe terkedüdiler. Lafız Müslim'indir. Buhârî ve Müslim'in ortaklaşa lafzı ise, Ükül veya Ureyne kabilesi şeklindedir. Bir başka rivayette ise; güneşe terkedildiler. Su istiyorlardı, kendilerine su verilmiyordu, denir. Müslim'in bir ifâdesi de; onlara kanlarının akmasını önlemek için sargı sarılmadı, şeklindedir. Buhârî'nin ifâdesinde de; Ebu Kılâbe şöyle der : Bunlar hırsızlık yapmış, adam öldürmüş, îmândan sonra küfre dönerek, Allah ve Rasûlüyle savaşmışlardı. Müslim, Hüşeym tarîkıyla Enes'ten aynı rivayeti nakleder ve bunlar; mür-ted olmuşlardır, diye ekler. Gerek Buhârî gerekse Müslim, Katâde tarîkıyla aynı olayı Enes'ten naklederler. Katâde'den naklen Saîd; Ükül veya Ureyne kabilesinden olduklarını söylemiştir. Müslim, Süleyman et-Teymî tankıyla Enes İbn Mâlikten bu olayı naklederek şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.), onların gözlerini çıkarmıştı. Zîrâ onlar da çobanların gözlerini çıkarmışlardı. Bu hadîsi Müslim, Muâviye kanalıyla Enes'ten rivayet eder ve der ki: Rasûlullah (s.a.) a Ureyne kabilesinden bir topluluk gelip müslüman oldular ve bîat ettiler. O sırada Medine'de (akciğer zarı iltihabı demek olan) Birsam hastalığı yaygındı. Sonra aynı hadîsi tekrarlar ve ilâve olarak; peygamberin yanında ansârın gençlerinden yaklaşık yirmi atlı kişi vardı. Onları gönderdi ve birlikte bir izciyi de yollayarak izlerini sürdürdü. Bütün bu lafızlar Müslim'in —Allah ona rahmet etsin— ifâdeleridir.
Hammâd îbn Seleme der ki: Bize Katâde... Enes İbn Mâlik'ten nakletti ki; Ureyne kabilesinden bir topluluk, Medine'ye gelerek yerleştiler. Ancak Medine'den hoşlanmadılar. Rasûlullah (s.a.), onları zekât develerini gütmek üzere yolladı ve ayrıca develerin idrar ve sütlerinden içmelerini, buyurdu. Onlar da böyle yaptılar. Akşam olunca İslâm'dan döndüler ve çobanı öldürerek develeri sürüp götürdüler. Rasûlullah (s.a.) onların izlerini sürmek üzere bir kitle gönderdi ve onlar tutulup getirildiler. Elleri ve ayakları çaprazvârî kesildi, gözleri çıkanldı ve kendileri de güneşe terkedildiler. Enes İbn Mâlik der ki: Ben, onlardan birinin susuzluktan ağzıyla yeri kazdığını görmüştüm. Nihayet öldüler. Ve işte bunun üzerine «Allah ve Rasûlüyle savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çap-razvârî el ve ayaklan kesilmek, veya yerlerinden sürülmektir.» âyeti nazil oldu. Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî ve İbn Merdûyeh bu hadîsi rivayet ederler. Bu ifâde İbn Merdûyeh'in lafzıdır. Tirmizî ise, bu hadîsin hasen ve sahîh olduğunu söyler.
İbn Merdûyeh bu hadîsi bir çok tarîk ile Enes îbn Mâlik'ten rivayet eder. Bunlardan birisinde Selâm... Enes İbn Mâlik'ten naklederek der ki: Ben Haccâc'ın bana suâl ettiği bir hadîsten dolayı duyduğum pişmanlık kadar hiç pişmanlık duymadım. Haccâc; bana Rasûlullah (s.a.) in verdiği en ağır cezayı bildir, dedi. Ben dedim ki: Rasûlullah (s.a.) a Ureyne kabilesinden bir topluluk geldi. —Bu kabile Bahreyn'de yaşar.— Ve karınlarından dert yandılar. Renkleri sararmış, karınlan büyümüştü. Rasûlullah (s.a.) zekât develerinin yanma gidip onlann idrar ve sütlerinden içmelerini kendilerine buyurdu. Onlann renkleri yerine gelip, kannları çekilince, develerin çobanına saldırdılar, öldürdüler ve develeri de sürüp götürmek istediler. Rasûlullafa (s.a.) onların peşinden adamlar gönderdi. Ve ellerini, ayaklarını kestirdi. Gözlerini köretti. Sonra ölünceye kadar onları güneşin altına atıverdi. Haccâc minbere çıktığı zaman, derdi ki: Allah'ın Rasûlü bir topluluğun elini kırmış, ayağını kesmiş, sonra güneşin altına atarak ölünceye kadar on-lan kımıldatmamıştır. O, halka karşı bu hadîsi kendi davranışlarına mesned göstermeye çalışıyordu.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ali îbn Vehb, Enes'ten rivayet etti ki; o,-şöyle demiş : Ureyne kabilesinden dört kişi ve Ükül kabilesinden üç kişi idiler bunlar. Tutulup Rasûlullah'a getirildiklerinde, Allah'ın Rasûlü ellerini ve ayaklannı kestirdi, gözlerini kör etti. Ve onlara su vermedi. Sıcakta (susuzuklarını gidermek için) ağızlarına taş dolduru-yorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Allah ve Rasûlü ile savaşanlara...» âyetini inzal buyurdu. İbn Ebu Hatim der ki : Bize Ali İbn Harb... Enes İbn Mâlik'ten nakletti ki; o, şöyle dermiş : Ureyne kabilesinden bir topluluk, Rasûlullah (s.a.) a geldiler. Renkleri sararmış, kannları büyümüştü. Rasûlullah (s.a.) onlara develerin yanına gidip idrar ve sütlerinden içmelerini emretti. Onlar da böyle yaptılar. Bunun üzerine renkleri yerine geldi, karınlan indi, semizleştiler. Sonra deve çobanını öldürerek develeri götürmek istediler. Hz. Peygamber onları bulmak üzere bir topluluk yolladı. Onlan yakalayıp getirdiler. Bir kısmı öldürüldü, bir kısmının gözü çıkanldı, bir kısmının da elleri ve ayaklan kesildi. İşte bunun üzerine «Allah ve Rasûlü ile savaşanlann...» âyeti nazil oldu.
Ebu Ca'fer îbn Cerîr Taberî der !ki: Bize Ali İbn Sehl... Yezîd İbn Ebu Habîb'ten nakletti ki; Abdülmelik İbn Mervân, Enes İbn Mâlik'e bir mektup yazarak bu âyet-i sormuş. Enes İbn Mâlik verdiği cevâbta bu âyetin Ureyne kabilesinden bir grup hakkında nazil olduğunu kendisine bildirdi ve dedi ki: Onlar İslâm'dan dönmüşler, çobanı öldürmüşler, develeri götürmek istemişler, yol kesmişler ve haram olan namusa dokunmuşlardı. Taberî der ki: Bana Yûnus... Abdullah İbn Ömer'den —veya Abdullah İbn Amr'dan ki Yûnus bunda şüphe etmiştir— Ra-sûlullah (s.a.) dan-naklettiler ki; bu âyetle, Ureyne kabilesi kasdedil-miştir. Ebu Dâvûd ve Neseî, Ebu Zenâd yoluyla bu hadîsi rivayet ederler. Ebu Dâvûd bu kişinin Abdullah İbn Ömer olduğunu belirtmiştir.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Halef... Cerîr'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ureyne kabilesinden bir topluluk, Rasûlul-lah'ın huzuruna geldi. Hastalıklıydılar. Rasûlullah (s.a.) onlara emir verdi. Akşam olunca hastalıkları arttı. Ve kızarak develerin çobanını öldürdüler, develeri alıp kendi memleketlerine götürmek istediler. Cerîr der ki: Rasûlullah (s.a.) müslümanlardan bir grupla beraber beni onları yakalamak üzere gönderdi. Biz onlan, memleketlerine vardıkları esnada yakaladık. Ve alıp Hz. Peygambere getirdik. Hz. Peygamber onların ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesti. Gözlerini çıkardı. Onlar; su, su, diyorlardı. Rasûlullah (s.a.) ise; ateş, ateş diyordu. Neticede helak oldular. Cerîr der ki: Allah Azze ve Celle, gözlerinin çıkarılmasını hoş karşılamadı ve «Allah ve Rasûlü ile savaşanları...» âyetini indirdi. Bu hadîs garîb olduğu gibi râvîler arasında yer alan Rebezî zayıftır. Ancak burada, bu topluluğun arkasına gönderilen seriyyenin reîsi olarak, Cerîr İbn Abdullah el-Becelî zikredilmektedir. Müslim'in Sahîh'inde ise; bu seriyyenin, ansârdan yirmi atlı kişiden teşekkül ettiği daha önce geçmişti. Bu hadîste yer alan; Allah gözlerin çıkarılmasını hoş karşılamadığı için bu âyeti indirdi, sözüne gelince bu; mürseldir. Nitekim Müslim'in Sahîh'inde anlatıldığı gibi, onlar da çobanların gözlerini çıkarmışlardı. Rasûlullah onlara kendi fiillerinin karşılığı olarak kısas yapmıştı. Allah en iyisini bilendir.
Abdürrezzâk... Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini bildirir : Rasûlullah (s.a.) a Fezâre oğullarından bazı kimseler geldiler. Zayıflıktan öleyaz-nıışlardı. Rasûlullah (s.a.) onların, tohumluk develerin yanına gidip, sütlerinden içmelerini emretti. Akşam olunca, onlar tohumluk develerini çalıp götürdüler. Peşlerinden gidildi ve Hz. Peygamberin huzuruna getirildiler. Elleri, ayaklan kesilip, gözleri çıkarıldı. Ebu Hüreyre der ki: Bu âyet, onların hakkında nâzü olmuştur. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.) bir daha kimsenin gözünü çıkarmamıştır. Bu hadîs bir başka şekilde Ebu Hüreyre'den rivayet edilmiştir.
Ebu Befcr İbn Merdûyeh der ki: Bize Ahmed İbn İshâk... Seleme îbn el-Ekvâ'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) m Yessâr diye bir hizmetçisi vardı. Hz. Peygamber, onun güzel namaz kıldığını görünce; onu âzâd etti. Ve onu, Harre'deki damızlık hayvanların yanma gönderdi. Yessâr orada iken Seleme der ki: Ureyne kabilesinden bir topluluk, müslüman olduklarını açıkladılar. Ve Hz. Peygamberin yanına hastalıklı, karınlan büyümüş ve bitkin olarak gelmişlerdi. Seleme der ki: Hz. Peygamber, onları Yessâr'ın yanma gönderdi. Develerin sütünü içiyorlardı. Neticede karınları yerine geldi. Fakat Yessâr'a saldırarak onu boğazladılar. Gözüne bıçak soktular. Sonra develeri kaçırdılar. Hz. Peygamber, onların peşinden başlarında Kürz İbn Câbir olmak üzere müslüman süvariler gönderdi. Onları yakalayıp Hz. Peygambere getirdiler. O da ellerini ve ayaklarını kesti, gözlerini çıkardı. Bu rivayet gerçekten garîbtir. Nitekim Ureyne kabilesinin kıssası; aralarında Câbir, Âişe ve başkalarının da bulunduğu sahabeden bir topluluktan nakler dilmiştir. Ayrıca Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh, bu hadîsi değişik yönlerden rivayetlerle nakletmiştir. Allah ona merhamet etsin ve sevabına nail kılsın.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Ali... Abdülkerîm'den nakletti ki; ona develerin idrarları sorulduğunda o, şöyle demiştir : Bana, Saîd îbn Cübeyr Muhâriblerden söz ederek dedi ki: Bir topluluk Hz. Peygambere gelip İslâm üzere sana bîat ediyoruz, dediler. Halbuki onlar yalancıydılar. Müslüman olmak istemiyorlardı. Sonra, biz Medine'nin havasından hoşlaşmadık, dediler. Rasûlullah (s.a.) da onlara damızlık develerinin yanına gidip sabah akşam orada kalmalarını, idrarını içip sütünü sağmalarını emretti. Saîd İbn Cübeyr der ki: Onlar burada iken bir çağırıcı geldi ve Hz. Peygamberden yardım istedi. Çobanların öldürüldüğünü, hayvanların sürüldüğünü bildirdi. Rasûlullah (s.a.) emir verdi, halka seslenildi: Atlılar ata binsin, denildi. Saîd İbn Cübeyr der ki; Atlılar ata bindiler. Bir atlı diğerini beklemiyordu. Ra-sûîullah da atma binip onların peşine gitti. Nihayet araştırarak onlann sığınaklarına girdiler. Peygamberin arkadaşları, onları esîr alarak Hz. Peygamberin huzuruna getirdiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Allah ve Rasûlü ile savaşanların...» âyetini inzal buyurdu. Saîd İbn Cübeyr der ki: Onlann sürülmesi şöyle olmuştur; harabelerine ve sığmaklarına gizlenilinceye kadar arkalarından ta'kîb edildi ve müslümanların arazîsinden dışarı çıkanldılar. Hz. Peygamber onlardan bir kısmını Öldürdü, bir kısmını astı, bir kısmım kesti ve bir kısmının da gözlerini çıkardı. Saîd îbn Cübeyr der ki: Rasûlullah (s.a.), bundan önce ve sonra başka hiçbir kimseyi böyle cezâlandırmamıştı. Ayrıca bu tür cezayı yasaklamıştı. Hiçbir şekilde kimsenin gözünü çıkarmayın, diye buyurmuştu. Enes bunun böyle olduğunu söylerdi. Ancak onlar öldürdükten sonra Hz. Peygamberin, cesedlerini ateşte yaktığı da söylenmiştir. Bazıları da bunların bir kısmının Süleym kabilesinden, bir kısmının Ureyne'den, bir kısmının da Büceyle kabilesinden olduğunu söylemişlerdir. Mezheb imamları, bu Ureyne kabilesi hakkındaki hükmün mensûh mu, muhkem mi olduğu konusunda ihtilaflıdırlar. Bir kısmına göre; bu âyet neshedilmiştir. Onlar bu âyette, Hz. Peygambere itâb bu-. Iunduğunu iddia etmişlerdir. Tıpkı: «Allah bağışlasın seni. Niçin onlara izin verdin...» âyetinde olduğu gibi. Bir kısmı da Hz. Peygamberin işkence etmekten nehyedilmesi sebebiyle mensûh olduğunu söylerler. Ancak bu görüş üzerinde durmak gerekir. Ayrıca bu görüşün taraftarı olan kimselerin, mensûh olduğu iddiasının gerekçesi olan hükmü açıklamaları îcâb eder. Bazılarına göre de; bu âyet, harblerle ilgili hüküm nazil olmadan önce geçerli idi. Bunu Muhammed İbn Şîrîn söyler ki; bunda da üzerinde durulması gereken bir taraf vardır. Çünkü anlatılan olay, daha sonra olmuştur. Ayrıca Cerîr îbn Abdullah'ın rivayeti de, olayın daha sonra olduğunu göstermektedir. Çünkü Cerîr, Mâide sûresinin inmesinden sonra müslüman olmuştur. Bir kısmı da Hz. Peygamber onların gözlerini çıkarmadı. Sadece çıkarmak istedi. Daha sonra gelen âyetle, savaşçıların hükmü açıklandı, demişlerdir. Bu sözün de üzerinde durulması gerekir. Çünkü yukarıda müttefakun aleyh olan hadîste Hz. Peygamberin, onların gözünü çıkardığı anlatılmaktadır.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ali îbn Seni... Velîd İbn Müslim'den nakletti ki; o, ben Leys İbn Sa'd ile; Hz. Peygamberin onların gözünü çıkarıp cesedlerini güneşe bırakıp öldürdüğü konusunu tartıştım. O dedi ki: Ben Muhammed îbn Aclân'dan duydum ki; bu âyet, Hz. Peygambere hitâb sadedinde nazil olmuştur. Ve onların yaptıkları davranışın cezasını Rasfyullah'a bildirmiştir. Buna göre; onlara, öldürme el ve ayak kesme ve sürgün cezası verilebilir. Hz. Peygamber bu olaydan sonra bir daha kimsenin gözünü çıkarmamıştır.
Ali İbn Sehl der ki: Bu söz, Evzaî'ye anlatılınca; o, Hz. Peygambere itâb sadedinde nazil olmasını reddederek şöyle dedi: Aksine bu, o grubun cezası idi. Sonra âyet-i kerîme onlardan başka Allah ve Rasûlüne savaş ilân edenlerin cezası biçiminde nazil olmuştur ve âyette göz çıkarma cezası kaldırılmıştır. Sonra Cumhûr-i ulemâ, bu âyetin umûmî hükmüne dayanarak şehirlerde veyollarda savaş çıkaranların —«Ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışırlar.» buyrulduğu için— cezalandırılmasını öngörmüşlerdir. Mâlik, Evzaî, Leys İbn Sa'd, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'in görüşü budur. Hattâ İmâm Mâlik der ki: Bir kişiyi aldatıp da hîîe yaparak bir eve sokan, sonra onu öldürüp üzerinde bulunan şeyleri alan kimse mahârib sayılır. Onun kanı, maktulün ailesine değil, hükümdara mübâh olur. Maktulün ailesinin onu affetmesi, öldürme hükmünün infazı konusunda mu'teber sayılmaz. Ebu Hanîfe ve arkadaşları ise, muharebenin ancak yollarda olabileceğini, şehirlerde ise olmayacağını, söylerler. Zîrâ derler; şehirde yardım istenince yardıma gelinebilir, yollarda ise yardım istenince yardıma gelecek kimse bulunmaz. .
«Öldürülmek, asılmak, çaprazvârî el ve ayaklan kesilmek veya yerlerinden sürülmek.» Ali îbn Ebu Talha, Abdullah îbn Abbâs'tan nakleder ki; kim, İslâm'ın hâkim olduğu yerde silâhım çıkarır da yollarda korku salarsa ve o kişi ta'kîb edilip yakalanırsa, müslümanlann imâmı o kimse hakkında muhayyerdir. İster onu öldürür, ister asar, ister elini ve ayaklarını çaprazvârî keser. Saîd İbn Müseyyeb, Mücâhid, Atâ, Hasan el-Basrl, İbrahim en-Nehaî, Dahhâk da böyle demişlerdir. Bunların hespini Ebu Ca'fer Taberî nakleder. Aym husus, Mâlik İbn Enes 'merhumdan da rivayet edilmiştir. Bu sözün dayanağı, edatının muhayyerlik anlamına gelmiş olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ, kitâb-ı Mübîn'inde buna benzer ifâdeler kullanmıştır. Meselâ avlanmanın cezası konusunda şöyle buyurmuştur: «Sizden bile bile onu öldürenin; ehlî hayvanlardan öldürdüğü kadar olduğuna içinizden iki âdil kişinin hükmedeceği, Kâ'be'ye ulaşacak bir kurbanı ödeme, yahut düşkünlere yemek yedirme şeklinde keffâret, ya da yaptığının ağırlığını katmak üzere bunlara denk oruç tutmak vardır.» (Mâide, 95). Keza hastalık sebebiyle verilecek fidye konusunda da aynı edat kullanılarak şöyle buyurulur :.«İçinizde hasta plan veya başından rahatsız bulunan varsa; fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir.» (Bakara, 196). Keza yemîn keffâreti konusunda da şöyle buyurmaktadır : «Yeminin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on miskini yedirmek, giydirmek, ya da bir köle âzâd etmektir.» (Mâide, 89). Bütün bunlarda muhayyerlik vardır. Binâenaleyh bu âyette de aynı edat kullanıldığına göre; muhayyerlik olmalıdır. Cumhûr-u ulemâ der ki: Bu âyet muhtelif 'haller için nazil olmuştur. Nitekim Ebu Abdullah eş-Şâfiî'nin... Abdullah İbn Abbâs'tan naklettiğine göre; o, yol kesenler hakkında şöyle demiştir : Onlar adam öldürür ve mal alırlarsa; kendileri de öldürülür ve asılırlar. Adam öldürür, mal almazlarsa; öldürülür, fakat asılmazlar. Mal alır, fakat adam öldürmezlerse; elleri ve ayakları çaprazvârî kesilir. Yola korku salarlar, fakat mal almazlarsa; bulundukları yerden sürgün edilirler. İbn Ebu Şeybe de... Abdullah îbn AbbâS'tan bu hadîsi rivayet etmiştir. Keza Ebu Miclez, Saîd İbn Cübeyr, İbrahim en-Nehaî, Hasan, Katâde, Süddî ve Atâ el -Horasânî'den de bu şekilde bir rivayet nakledilmiştir. Bu görüş, seleften ve imamların bir çoğu tarafından da tekrarlanmıştır.
İmamlar (suçluya cezanın uygulanış biçiminde) ihtilâf etmişlerdir. Suçlu yakalanınca; diri olarak asılıp, yiyecek ve içecek vermeden ölüme mi terk edilecektir? Yoksa önce mızrak ve benzeri bir âletle öldürülecek, sonra diğer bozgunculara bastırıcı ve sindirici örnek olmak üzere asılacaklar mıdır? Yahut üç gün asılı bırakılacak, sonra kan ve irinin akması için toprağa mı bırakılacaklardır? Bütün bu konularda ihtilâf vardır ki, bunlar yerinde yazılmıştır. Güvenimiz ve dayanağımız Allah Teâlâ' dır.
«Veya yerlerinden sürülmek.»,Bazıları dediler ki; önce ta'kîb edilip tutulur ve hadd-i şer'î uygulanır ya da İslâm diyarından sürülürler. İbn Cerîr; Abdullah İbn Abbâs, Enes İbn Mâlik, Saîd İbn Cübeyr, Dah-hâk, Rebî' İbn Enes, Zührî, Leys İbn Sa'd ve Mâlik İbn Enes'ten böyle rivayet eder.
Başkaları da derler ki: Bulunduğu beldeden bir başka beldeye sürgün edilirler, sultân veya vekili onu tamamen yurttaşlıktan çıkarır. Şa'bî onu bütün işlerinde reddeder derken; A tâ el-Horasânî, bir ordugâhtan başka bir ordugâha gönderilir. Yıllarca orada bırakılır. Fakat jslâm topraklarından dışarı çıkarılmaz, der. Saîd îbn Cübeyr, Ebu Şa'sâ, Hasan, Zührî, Dahhâk ve Mukâtil İbn Hayyân da onun nefyedileceğini, ancak İslâm topraklarından dışarı çıkarılamayacağını bildirirler.
Başkaları da derler ki: Buradaki «sürgünden» maksad hapistir. Bu, Ebu Hanîfe ve arkadaşlarının görüşüdür. îbn Cerîr ise; «sürgünden» maksadın; bir beldeden çıkarılıp bir başka beldeye gönderilerek orada hapsedilmesi olduğunu kabul eder.
«Bu, onlara dünyada rüsvâylıktır. Onlara âhirette de büyük bir azâb vardır.» Öldürülmek, asılmak, ellerinin ve ayaklarının çaprazvârî kesilmesi, sürgün edilmek gibi cezalar vardır. Zikredilen bu hususlar, onlar için dünya hayatında ve insanlar arasında rüsvâylık nedenleridir. Ayrıca Allah onlara, kıyamet günü için büyük bir azâb hazırlamıştır. Böylece bu âyetin müşrikler hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin görüşü destek kazanmaktadır. Müslümanlara gelince; Müslim'in Sa-hîh'inde Ubâde İbn Sâmit'ten nakledilen hadîste o, şöyle demiştir: Ra-sûlullah (s a.) kadınlardan aldığı ahid gibi bizden de; Allah'a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, günâh işlememek, çocuklarımızı ve birbirimizi öldürmemek konusunda ahid aldı. Sizlerden her kim, ahdini yerine getirirse; ecri Allah'a aittir. Kim de bunlardan birini yaparsa; cezalandırılır ve bu, onun için keffârettir. Allah kimin de durumunu gizlerse; onun durumu, Allah'a havale edilir. İsterse onu azâblandırır, isterse bağışlar.
Hz. Ali der ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Kim, bu dünyada bir suç işlerse; onunla cezalandırılır. Allah âdildir, kulunun cezasını iki kez tekrarlamaz. Kim de dünyada bir günâh işlerse, Allah onu örter ve affederse, affettiği bir şeyi yeniden yapmamak konusunda elbetteki Allah, en çok kerem sahibidir. İmâm Ahmed İbn Hanbel, Tirmizî, İbn Mâce de böyle rivayet ederler. Tirmizî; bu hadîs hasen, sahihtir, der. Hafız Dârekutnî'ye bu hadîs sorulduğunda; o, merfû' ve mevkuf olarak rivayet edilmiş, ancak merfû' oluşu daha sahihtir, demiştir.
İbn Cerîr Taberî der ki: «Bu, onlara dünyada rüsvâylıktır.» Yani kötülük, utanç, küçüklük, zillet ve âhiretten önce dünyada çabucak görecekleri şeylerdir. «Onlara âhirette de büyük azâb vardır.» İşledikleri fiillerden vazgeçip ölünceye kadar tevbe etmezlerse, dünyada cezalandırıldıkları cezanın yanısıra âhirette de onlar için büyük bir azâb vardır, cehennem azabı.
«Yalnız, onlara gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadır. Bilin ki'Allah Ğatur'dur, Rahîm'dir.» Bu hüküm müşrikler hakkındadır, diyenlere göre; âyet açıktır. Müslüman muhâriblere gelince; onlar güç yetirilmezden önce tevbe ederlerse; o zaman öldürülme, asılma ve ayak kesme cezası uygulanmaz. Ancak el kesme cezasının, son bulup bulmayacağı konusu tartışmalıdır. Bu konuda ulemânın iki görüşü vardır : Âyetin zahirine göre; bütün -Cezaların düşmesi gerekir. İbn Ebu Hâtim'in söylediğine göre, Dahhâk da bununla amel etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Şa'bî'den nakletti ki; Harise İbn Bedr, Basra halkından bir kişi idi. Yeryüzünde bozgun çıkarmış ve savaş yapmıştı. Hasan İbn Ali, Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Ca'fer gibi Kureyş'li kişiler kendi aralarında tartışıp Hz. Ali ile konuştular. Ancak onu ikna' edemediler. Saîd İbn Kays el-Hemedânî onu ta'kîb ederek evinde yakaladı. Sonra Hz. Ali'ye gelerek, ey mü'minlerin emîri, «Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesada koşanların cezası» nedir? dedi ve âyeti sonuna kadar okudu. Hz. Ali; ona emân verdi. Saîd İbn Kays der ki: Bu kişi, Harise İbn Bedr idi. Keza İbn Cerîr, bir başka yolla Mücâhid ve Câbir'den bu olayı nakleder.
İbn Cerîr Taberî, Süfyân es-Sevrî kanalıyla, Süddî'den ve Eş'as kanalıyla Âmir el-Şa'bî'den nakletti ki; Merâd kabilesinden bir adam Ebu Musa'ya geldi. Ebu Mûsâ, o sırada Küfe'de Hz. Osman'ın emîri idi. Farz namazı kıldıktan sonra dedi ki: Ey Ebu Mûsâ, burası sana sığınılan makamdır. Ben, falan oğlu falanım. Ben, Allah'a ve Rasûlüne savaş açan ve yeryüzünde fesada koşan biriyim. Şu anda yakalanmadan önce tevbe ettim, dedi. Ebu Mûsâ kalkıp dedi ki: Bu, falan oğlu falan, Allah ve Rasûlü ile savaşan, yeryüzünde fesada koşan biridir. Ancak yenilmezden önce tevbe etmiş. Kim onunla karşılaşırsa, hayırdan başka bir karşılık görmez. Eğer sözünde doğruysa; doğru yol kendisi içindir. Eğer yalancı ise; günâhı ona yetişir. Adanı Allah'ın dilediği bir süre kaldı, sonra çıkıp gitti. Allah Teâlâ günâhıyla onu yakaladı ve öldürdü.
Sonra îbn Cerîr der ki: Bana Ali, Velîd tbn Müslim'den nakletti ve: Leys'in şöyle dediğini bildirdi: —Keza Mûsâ tbn İshâk el-Medenî'den de aynı rivayeti nakletti.— Leys bizim yanımızda emir idi. Ali el-Esedî savaş açmış, yolda korku saçmış, kan akıtmış, mal almış idi. Halk ve imamlar onun peşine düşmüşler, ancak o kaçmış ve yakalanamamıştı. Sonra kendisi tevbe ederek dönüp gelmişti. Tevbesi şöyle olmuştu : Bir adamın «De ki, ey kendilerine yazık etmiş olan kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günâhları bağışlar. Doğrusu O, Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» âyetini okurken işitmiş ve durmuş; ey Allah'ın kulu, bir kez daha oku demiş. Adam okumuş, o da kılıcını kınına sokup tevbe etmiş. Sefer vakti Medine'ye gelmiş, yıkanmış. Sonra Hz. Peygamberin mescidine gelip, sabah namazım kılmış. Sonra Ebu Hüreyre'nin yanına gelerek, arkadaşlarının arasına oturmuş. Gün aydınlanınca halk, onu bilip üzerine düşmüşler. O, benim aleyhimde hiçbir yol tutmayın. Çünkü siz beni yakalamazdan önce ben tevbe edip geldim, demiş. Ebu Hüreyre; doğru söyler, diyerek onun elini tutup Mervân İbn Hakem'e getirmiş. —Mervân, Muâviye zamanında Medine valisi idi.— ve demiş ki: Bu adam, tevbe ederek yanıma geldi. Onun aleyhinde tutabileceğiniz bir yol yoktur. Öldüremezsiniz de. Leys der ki: Bütün suçlarından vazgeçildi ve Ali el-Esedî tevbe ederek Allah yolunda savaşa çıktı. Bir deniz savaşında Bizanslılarla karşılaştı. Onun gemisi Bizanslıların gemisine yanaştı. Ali, Bizanslıların gemisine atlayıp geçti. Bizanslılar, kaçarak geminin öbür tarafına toplandılar. Gemi battı. O ve beraberindekiler de toptan boğuldular.24
İzâhı55
İzâhı
İslâm'da Kısas. 55
İslâm'da Kısas
İslâm'ın koymuş olduğu kısas ilkesini ve önemini Abdülkâdir Ûdeh şöyle açıklıyor:
Gerek eskiden gerekse şimdi yeryüzünde kısas cezasından daha üstün bir ceza olduğu söylenemez. Kısas cezaların en âdilidir. Çünkü o, suçluyu işlediği suçun misliyle cezalandırmaktadır. Bu ceza, emniyet ve nizâm için de en iyi cezadır. Çünkü suçlu, işlediği fiilin misliyle cezalandırılacağını bilince çoğunlukla suç işlemekten vazgeçer. Suçluyu genellikle öldürmeye veya yaralamaya sevkeden faktör, üstünlük ve galibiyet arzusudur. Suçlu, avını öldürdükten sonra kendisinin de hayâtta kalamayacağını düşünecek olursa, kendi 'hayâtını devam ettirmek için karşısındaki kimsenin hayâtına kıymaz. Saldırdığı kimseye bugün mağlûb olursa yarın onu yenebileceğini bilen kimse, karşısındaki kimseyi mağlûb etmek için suç yoluna başvurmayı düşünmez. Bunun günümüzde pek çok pratik örnekleri vardır. Meselâ asabı mizaçlı" çabuk kızabilen kişi hasmının kendinden daha güçlü olduğunu veya saldm-sma misliyle mukabele edeceğinden emin olduğu zaman saldırmaktan vazgeçer ve çok sakin bir davranış içerisine girerek' sulh olmak ister. Silâhlanmış bir kişi, eğer karşısındaki hasmının da kendi gibi silâhlı olduğunu ve saldırısına ayniyle mukabele edebileceğini düşünürse, çoğu kerre saldmdan vazgeçer veya saldırıp saldırmamayı düşünür. Keza güreşen veya boks yapan kişi, kendisinden çok daha kuvvetli ve çok daha sağlam olduğunu bildiği rakîblerine karşı meydan okuyamaz. Ama zayıf ve güçsüz olduğunu tahmin ettiği kimselere kolaylıkla meydan okur.
İşte insan tabiatı. îslâm hukuku, bu tabiatı dikkate alarak kısas cezasını koymuştur. Suça sevkeden her psikolojik faktörü suçu önleyen aksi bir psikolojik faktörle karşılar. Ki bu husus, tamamen modern psikolojinin verilerine, uygundur..
Beşeri hukuk, kısas cezasını sâdece ölüm suçlarında uygular ve kabul eder. Öldürmede, bütün unsurlar mevcûd ise i'dâm cezası verir. Ama yaralamada buna başvurmaz. Yaralayanı para cezasına veya hapis cezasına çarptırmakla yahut da her ikisini birden uygulamakla iktifa eder.
Şüphesiz ki İslâm hukuku, ceza bakımından öldürme ve yaralamayı aynı doğrultuda ele almakla gayet tabiî ve mantıkî bir yol izlemiştir. Beşerî hukuk ise, kendisini mantık ve eşyanın gereklerinden uzak bir noktaya atmış ve bu iki suça uyguladığı cezaları ayırmıştır. Zîrâ öldürme ve yaralama suçlan, aynı türden ve aym faktörle meydana gelen suçlardır. Ölüm; yaralama ve vurma halleri olmadan çoğunlukla gerçekleşemez. Bazı yaralama ve vurmalar, ölümle sonuçlanır. Bazıları ise ölümle sonuçlanmaz. Ölümle sonuçlanmayan vurmaya biz, yaralama adını veririz. Ölümle sonuçlanan yaralamaların adına da öldürme deriz. Madem ki, her ikisi aynı türdendir öyleyse cezalarının da aynı türden olması gerekir. Ve madem ki, her iki suçun neticeleri diğerinden farklıdır, verilecek cezaların neticeleri de aynı şekilde —ne fazla ne eksik— birbirinden farklı olmalıdır. Her iki suçun da türü birdir. Ve aslı yaralamadır. Cezaları aynı türdendir. Ve şeriata göre kısastır. Her iki suçtan birisi tecâvüze uğrayanın ölümüyle sonuçlanır. Buna verilecek ceza da, aynı şekilde suçlunun öldürülmesidir. İkincisi ise, tecâvüze uğrayanın yaralanmasıyla sonuçlanır ki; buna verilecek ceza da, İslâm hukukuna göre suçlunun yaralanmasıdır. İşte beşerî hukuk, bu ince mantık kaidesine ve hassas ölçüye henüz ulaşabilmiş değildir. Ama şurası muhakkak ki, birgün uzak veya yakın muhakkak, bu noktaya o da gelecektir. Çünkü hukukta birinci esâs, mantıktır. Madem ki beşerî hukuk, kati suçlarında kısas cezasını kabul edip uygulamaktadır ve madem ki, mantık; yaralama suçları için de aynı cezanın uygulanması gerektiğini âmirdir, muhakkak beşerî hukuk birgün eşyanın özünde varolan bu mantığa boyun eğecek ve başlangıcını kabul ettiği noktaya gelecektir.
Tecâvüze uğrayanın veya onun velîsinin kısas cezasını affetme hakları vardır. Binâenaleyh ikisinden biri, affettiği takdirde ceza sakıt olur. Af, bazan bedava bazan da diyet mukâbilindedir. Ancak kısas cezasının af ile sakıt olması, yöneticilerin suçluya uygun bir ta'zîr cezası vermelerini engellemez.
İslâm hukukunda genellikle tüm suçlarda, tecâvüze uğrayanın cezayı affetme yetkisi yoktur. Sadece bu hak istisnaî olarak kısas ve diyet suçlarına münhasırdır. Bunun dışında hiçbir suça intibak etmez. Çünkü bu suçlar, kuvvetle tecâvüze uğrayan kişinin şansıyla alâkalıdır. Ve toplum güvenliğini, nizâmını alâkadar ettiğinden çok, suçlunun kendi şahsını alâkadar eder. İslâm hukuku, tecâvüze uğrayanın kullandığı af yetkisinin âmme nizâmını ve güvenliğini alâkadar etmesinden endîşe duymamıştır. Zîrâ öldürme ve yaralama suçu, her ne kadar ferdin emniyeti bakımından çok önemli ve tehlikeli bir tecâvüz ise de, toplumun emniyeti bakımından aynı derecede tehlikeli ve önemli bir hal değildir. Çünkü her insan, başkasının katilinden veya başkasını dövenden çekinip korkmaz. Ve kendisine de tecâvüz edeceğini düşünmez. Bilir ki, kati. yaralama ve dövme ancak şahsî bir nedenden dolayı olabilir. Ama hırsız böyle değildir. Hırsızdan herkes korkar ve endîşe eder. Çünkü bilir ki, hırsızın aradığı maldır. Onu nerede bulursa alır. Belli bir kişinin malını değil, herhangi bir malı arar.
Tecâvüze uğrayana veya velîsine affetme hakkının verilmesinin âmme güvenliğine etkisi olacağı kabul edilse bile, bu etki ancak tecâvüze uğrayanın bu hakkı kullanmakta aşırı gitmesi durumunda sözkonu-su olabilir. Aşırı gitme ise uzak bir ihtimâldir. Çünkü suçun, tecâvüze uğrayanın fiiliyle alâkalı olması, onun af hakkını kullanmakta şiddetli ve sıkı davranmasını gerektiren bir sebebtir. Nedenine gelince... İnsan tabiatında tecâvüze uğradığı takdirde affa temayülden çok, intikam temayülü vardır. Binâenaleyh suçun, tecâvüze uğrayanın şahsıyla alâkalı olması, af hakkının kullanımında aşırı gitmeyi önleyecek bir te'mî-nâttır. Buna bağlı olarak da toplumun nizâmını haleldar etmemesini sağlayacak bir garantidir.
İslâm hukuku, tecâvüze uğrayana veya velîsine af hakkı vermekle, gayet pratik ve mantıkî davranmıştır. Çünkü ceza da af da suça karşı koymak için konulmuş bir şeydir. Ancak çoğunlukla ceza, suçun vukuuna engel olmaz. Af ise, daha çok suçun önlenmesine vesîle olur. Çünkü af, ancak sulh olup anlaştıktan, suça ve suçluluğa sevkeden her türlü duygulardan insanın içini arıtıp temizlemesinden sonra mümkün olur. Ve işte bu noktada af, cezanın gördüğü vazifeyi görür ve cezanın yapmaktan âciz olduğu bir sonucu meydana getirir. Af hakkının verilmesinin pratik sonucu budur. Meseleye mantık açısından bakıldığında diyebiliriz ki; yaralama ve öldürme suçları, şahısları ilgilendiren suçlardır. Ve bu, şahsî sâiklerle işlenir. Suçlunun ruhundaki şahsî sâikler, tecâvüze uğrayanın şahsının sebeb olduğu sâiklerdir. Binâenaleyh suç, toplumun emniyetini alâkadar ettiğinden çok, tecâvüze uğrayanın hayatını ve varlığını alâkadar eder. Dolayısıyla tecâvüze uğrayanın şahsiyetinin, cezanın uygulanmasında değerlendirilmesi gerekir. Madem ki suç, onun şahsıyla böylesine yakından alâkalıdır, onun şahsiyetinin göz önünde bulundurulması gerekir.
İslâm hukuku tecâvüze uğrayanın, bazı suçlarını cezasını affetmesini kabul ettiği gibi beşerî hukuk da aynı prensibi kabul etmektedir. Her ne kadar İslâm hukukuna uyarak aynı suçlara bu prensibi uygulamamakta ise de, diğer bazı suçlarda bu prensibi kabul etmektedir. Meselâ beşerî hukuk, zina suçunda tecâvüze uğrayan kişi olarak kabul ettiği kadının eşi için zina eden karısının cezasını affetme hakkını kabul etmiştir. Böylelikle cezayı kaldırma yetkisini tanımıştır. Şu halde îslâm hukuku, tecâvüze uğrayana af hakkı tanımakla tuhaf ve acâib birşey yapmamıştır. Sadece bugün modern kanunların kabul ettiği bir prensibi uygulamıştır. Ayrıca İslâm hukuku, bu prensibi uygulamakla seçtiği mantıkta en iyi noktayı gözeterek, beşerî hukuktan kat kat üstün olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü öldürme ve yaralama suçlarında af hakkının kabulü, uyuşmaya ve kaynaşmaya sebeb olur. Nefret ve intikam duygularını yener. Böylece suçlar azalır. Suçluluk duygusu hafifler. Beşerî hukuk ise, aynı prensibin uygulandığı noktada mantık yolunu seçmemiştir. Çünkü o zina suçunda kocaya af hakkını vermekle fuhşun yayılmasına ve ahlâkın bozulmasına sebeb olmuştur. Böylelikle aile düzeni yıkılmaktadır. Sadece muvakkat olarak eşler arasında bir uyum kaydedilmektedir. Bir aile düzeni yıkıldığı takdirde, toplumun üzerine dayandığı en kuvvetli dayanaklardan biri yıkılmaktadır. Kanun, toplumu yıkmak için değil, korumak için konulan hükümleri ihtiva eder.
Kısas, kasıdlı öldürme ve yaralama hallerinde konulan ceza olduğuna göre, kısas hükmü belli şartların bulunmasına bağlıdır. Ayrıca kısasın uygulanması da mümkün olmalıdır. Kısasın tatbiki mümkün değil ve şartlar da mevcûd değilse kısas hükmü ortadan kalkar. Onun yerine diyet hükmü vermek gerekir. İsterse tecâvüze uğrayan kişi veya velîsi bu hükmü istemesin. Çünkü diyet cezası, fertlerin talebine bağlı olarak verilecek bir hüküm değildir.
İslâm hukukunda kısas hükmünün uygulanmasının mümkün olmadığı hallerde, suçluya diyetle beraber gerektirdiği takdirde ta'zır cezası verilmesini önleyecek bir engel yoktur. Mâliki mezhebine göre, kısasın sakıt olduğu veya kısas hükmünün yaralama veya öldürme hallerinde imkânsız bulunduğu takdirde ta'zîr cezasının verilmesi gerektir.
Kasıdlı öldürme ve yaralama hallerinde aslolan ceza kısastır. Diyet ve ta'zîr ise kısas yerine geçen, kısasın imkânsız olduğu veya af ile sakıt bulunduğu hallerde tatbik olunan bedel cezasıdır.
Diyet56
Diyet
îslâm hukuku, kasda benzer veya hatâ ile öldürme ve yaralama hallerinde, aslî ceza olarak diyeti vaz'etmiştir.
Diyet, muayyen miktarda bir mal olup ceza olmakla beraber devletin hazînesine değil, tecâvüze uğrayanın malı arasına girer. Binâenaleyh bu bakımdan diyet özellikle tazminata benzemektedir.
Miktarına gelince, tecâvüzün cesametine bağlıdır. Suçlunun suçu kasıdlı işleyip işlememesine göre miktarı değişir. Diyet ile tazminat arasında kuvvetli bir benzerlik olması hasebiyle diyeti tazminat olarak kabul etmek yanlıştır. Çünkü diyet, cinâî bir cezadır. Ve diyet hükmü, fertlerin talebine bağlı değildir. Diyeti tamı tamına bir ceza olarak değerlendirmek de aşırılık olur. Çünkü o, tecâvüze uğrayana ödenen bir maldır. Şu halde diyet için söylenecek en iyi ifâde onun hem ceza, hem ta'vîz olduğunu belirtmektir. Cezadır; çünkü suç için takarrür etmiştir. Suça konu olan kişi ondan vazgeçerse, suçlunun durumuna uygun bir ta'zîr cezasıyla cezalandırılması caiz olur. Eğer ceza olmasaydı, diyet hükmünün verilmesi tecâvüze uğrayanın talebine bağlı kalırdı. Madem ki, affedilmek ile yerine ta'zîr cezası verilmesi caiz olmaktadır, öyleyse o bir cezadır. Öte yandan diyet bir tazminattır. Çünkü o, tecâvüze uğrayanın malının arasına katılan bir bedeldir. Tecâvüze uğrayan ondan vazgeçtiği takdirde diyet hükmünün verilmesi caiz olmaz.
Diyet cezası, bir sının olan cezadır. Hâkimin bu cezayı artırma veya eksiltme, yahut da miktarını değiştirme hakkı yoktur. Diyetin miktarı, hatâ ve kasda benzerlik halinde değişmektedir. Keza yaralama halinde yaranın çeşidine ve cesametine göre de değişmektedir. Ancak her suç ve durum için miktan belirlenmiştir. Küçüğün diyeti büyüğün diyeti gibidir. Zayıfın diyeti kuvvetlinin diyeti gibidir. Üst tabakadan birisiyle alt tabakadan birisinin diyeti aynıdır. Hakimin diyetiyle mahkûmun diyeti aynıdır. Ayrıca ittifakla kabul edilmiştir ki, erkeğin diyeti öldürme halinde kadının diyetinin iki katıdır. Yani kadının diyeti, erkeğin diyetinin yansıdır. Yaralama halinde ise, İmâm A'zam Ebu Hanîfe'ye göre, kadın için gerekli olan diyet miktan, mutlak mânâda erkek için gerekli olan diyet miktannm yarısıdır. İmâm Mâlik ve Ah-med İbn Hanbel ise, kadının diyeti diyetin üçte birine kadar olan miktarda erkeğinkine müsavidir. Eğer vâcib olan miktar diyetin üçte birinden fazla olursa, kadın için gerekli olan diyet erkeğin diyetinin yansıdır. Gayr-i müslimlerin diyeti konusunda ise, ihtilâf vardır. Bazı-lan müslümanla gayr-i müslimin diyetini aynı kabul ederken bazıları arada fark gözetirler.
İslâm hukuku, kasıdlı öldürme cezasıyla, kasda benzer öldürmenin cezasını ayırmıştır. Birinciye kısas hükmü koymuş ikinciye de ağır diyet. Sebebine gelince; kasıdlı öldürmede suçlu, tecâvüze uğrayanı öldürmeyi kasdetmektedir. Kasda benzer öldürmede ise suçlu, tecâvüze uğrayanı öldürmeyi kaydetmemiştir. Fiil bakımından aradaki bu fark, ikisinin de ceza bakımından müsâvî olmasını önler. Ayrıca kısas cezasının kasda benzer öldürme hallerine tatbiki mümkün değildir. Çünkü kısas, suçluyla işlediği fiil arasında bir benzerlik bulunmayı gerektirir. Kasda benzer öldürmede ise suçlu; tecâvüze uğrayanı öldürmeyi kas-detmemiştir. Eğer tecâvüze uğrayan, suçlu ile beraber öldürülürse suçluyu öldürenin onu kasdetmiş olması gerekicki, burada denklik durumu mevcûd olmaz. Binâenaleyh adalet ve mantık; kasıdla, kasda benzer öldürme suçlarının cezası arasında ayırım yapmayı gerektirir.
Ayrıca İslâm hukuku tâm kasıdlı öldürme ile, hatâ arasında da ayırım yapmıştır. Kasıdlı öldürme halinde kısası koyarken, hatalı öldürme halinde de hafifletilmiş diyeti koymaktadır. Bununla şu noktayı gözönünde tutmaktadır. Kasıdlı öldürme suçlarında suçlu; suçu işlemeyi kasdeder, onu düşünür, planlar ve muhtelif vesilelerle ya kendisi veya başkası için sağlayacağı maddî ve ma'nevî menfaat te'mîn için suçu işler. Hatalı öldürme suçlarında ise, suçlu suçu kasdetmez. Onu planlayıp düşünmez. Ve suçu işlemesini gerektiren bir neden de bulunmaz. Mevcûd olan şey, suçlunun ihmâli veya dikkatsizliğidir. Bu da suçu oluşturan fiili meydana getiren nedendir. Halbuki suçlunun kafası, aslında bu fiile bizzat yönelik değildir. Şu halde kasıdlı Öldürme, iki unsurdan meydana gelmektedir:
a) Ma'nevî unsur : Suçlunun psikolojik olarak suça yönelmesidir.
b) Maddî unsur : Suçu oluşturan fiilin kendisidir.
Hatâen işlenen suçlarda ise, suçun sadece maddî unsuru bulunmakta ve ma'nevî unsuru bulunmamaktadır. Ma'nevî unsuru da tamâm olsa suç kasıdlı durumunu alır. Kasıdlı suçlunun psikolojik haleti ile, hatalı suçlunun psikolojik haleti arasındaki fark, suçlara verilen cezanın farklı olmasını gerektirir. Binâenaleyh her iki psikoloji arasındaki fark,- bütünüyle cezalar arasındaki farka denktir. Şöyle ki; kasıdlı suçlu, suçu işlemeye sevkeden psikolojik faktörlerden uzaklaştırıldığı takdirde hatalı suçlunun durumuna eşit hal alır. Ve suçun sadece maddî unsuru kalır. İşte bunun için İslâm hukuku; af halinde kasıdlı Öldürmenin cezasıyla, hatâ halindeki suçun cezasını aynı tutmuş ve herikisi-ne de diyet hükmünü uygulamıştır. Sanki afla kasıdlı öldürmede suçun ma'nevî unsuru ortadan kalkmaktadır. Ve böylece af, diyette her iki suçu sadece maddî noktadan ortak duruma geçirmektedir.
İslâm hukuku, hatâ halinde kısas hükmünü vermemiştir. Çünkü suçlunun psikolojik faktörleri mevcûd değildir. Ayrıca suçlu suçu kas-detmemiş, önceden planlayıp düşünmemiştir. Ancak suça neden olan unsur, ihmâl ve dikkatsizlik olduğundan ve genellikle bu gibi halde tecâvüze uğrayanın veya vârislerinin mâlî zararlara düşmelerine neden olduğundan İslâm hukuku, bu iki sebebi gözönünde tutarak cezanın insanın kendi nefsinden sonra en çok dikkat ve itinâ gösterdiği bir noktaya, mala uygulanmasını muvafık görmüştür. Dikkat ve itinâ göstermemenin cezası, insanların dikkatle ve titizlikle korumaya çalıştıkları maldan mahrumiyettir. Binâenaleyh başkalarının malına zarar vermenin cezası, malla zarardır. Şüphesiz ki ihmalkâr ve umursamaz kisinin, dikkat ve itinâ ile uyanıp özenmesine vesile olması bakımından bu ceza kâfidir.
Buradan anlaşılıyor ki; diyet, hakkında kısas hükmü verilmeyen kasıdlı suçlarla kasda benzer ve hatalı suçlar arasında müşterektir. Ama bu üç halde ödenecek diyet miktarı aynı değildir. Kasd... ve kasda benzer öldürme suçlarının diyeti aynıdır ve ağırlaştırılmış diyettir. Hatalı öldürmede suçlunun diyeti ise hafifletilmiş diyettir.
Aslında diyet; miktar olarak genellikle yüz devedir. Diyetin hafifletilmesi veya ağırlaştırılmasının sayı üzerinde bir te'sîri yoktur. Ancak devenin türünde ve yaşında etkilidir. Diyet kelimesi, normal olarak kullanıldığı zaman kâmil diyet kasdolunur ki, yüz devedir. Diyet, ister ağırlaştırılmış diyet olsun, ister hafifletilmiş diyet olsun, diyet denildiği zaman bununla yüz deve kaydolunmaktadır. Kâmil diyetten aşağısı kas-dolunacağı zaman buna arapçada ereş (yarı diyet, kısmî diyet) ta'bîri kullanılır.
Yan diyet, iki türlüdür : Mukadder yarı diyet, gayr-i mukadder yarı diyet .. Birincisi; şârî'nin (kanun koyucu, şeriatı gönderen) miktarını tahdîd ettiği diyettir ki, parmak ve el yarı diyeti gibi. İkincisi; hakkında hüküm vârid olmayan ve miktarım takdir yetkisi hâkime bırakılmış olan diyettir ki, buna hükûmet-i adi veya hükümet ta'bîri kullanılır.
Genel kaide şudur : Kasıdlı suçlarda diyet, tecâvüz edenin malından verilir. Başkasınınkinden değil. İster cana karşılık diyet olsun, ister candan aşağıya karşılık diyet olsun. Sadece İmâm Mâlik bu kaideden suçlunun telef olması korkusu dolayısıyla karnın veya baldırın kırılması gibi kısasın mümtenî olduğu yaralama hallerindeki yan diyeti bu kaideden müstesna kabul etmektedir. Ona göre; suçlunun baba tarafından akrabaları, diyetin üçte birine baliğ olan miktarı Öder. Ancak suçun, suçlunun itirâfıyle sabit olmaması şarttır. Çünkü itiraf ile baba tarafından akraba olanlar, diyete yükümlü olmazlar.
İslâm hukukçuları, suçlu küçük veya deli olursa diyeti kimin ödeyeceği konusunda ihtilâftadırlar. İmâm Mâlik, Ahmed İbn Hanbel ve Ebu Hanîfe; küçük ve deliye vâcib olan diyetin, —kasden fiili işlemiş olsa da— baba tarafından akrabalarının yükleneceği görüşündedirler. Onlara göre; küçüğün ve delinin kasdı, kasd sayılmaz, hatâ sayılır. Çünkü onun sahîh bir kasdınm olması, mümkün değildir. Binâlenaleyh kasıdlı olarak yaptığı şeyin de hatâya hamledilmesi gerekir. Şafiî mezhebinde ise, bu noktada ifei görüş vardır. Birincisi, bir önceki görüşe uyan ve pek kuvvetli olmayan görüştür. İkincisi ise, kuvvetli olan görüştür. Bu görüş uyarınca, küçüğün ve delinin kasdı kasıddır. Çünkü kasıdlı öldürme halinde, küçüğü ve deliyi uslandırma, kısas mümkün olmasa da caizdir. Binâenaleyh onların kasdı, akıllı ve baliğ olan birisinin kasdı gibidir.
İslâm hukukçuları, hatâ ve kasda benzer vak'aların hükmü konusunda değişik görüşler serdetmektedirler. İmâm Mâlik, baba tarafından akrabaların, suçlunun veya tecâvüze uğrayanın diyetinin üçte birine baliğ olan miktarı yükleneceklerini kabul eder. Üçte birinden aşağıya olan ise, sadece suçluya aittir. İmâm Ahmed ise, suçlunun kâmil diyette üçte birinden aşağı olanına katlanacağım, üçte bire baliğ olarak veya üçte birden fazla olan diyet miktarında ise baba tarafından akrabalarının katlanacağım kabul eder. İmâm A'zam Ebu Hanîfe ise; suçlunun, kâmil diyette onda birinin yarısından aşağısına katlanabileceğin! bunun üzerinde olan miktarın ise, akrabaları tarafından yüklenileceğini kabul eder. İmâm Şafiî'ye göre baba tarafından akrabalar, az veya çok olsun bütün diyete katlanmak zorundadırlar. Çünkü çoğa zorlananın, aza daha rahat zorlanacağı bir bedîhî gerçektir. Baba ta*< rafından akrabalar diyeti yüklenecek olurlarsa, İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'ye göre; suçlunun, diyetten normal aile ferdlerinden birisinin katlanabileceği miktarı yüklenmesi gereklidir. İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre ise, suçlu, baba tarafından akrabaların yükleneceği diyetten hiçbirisini yüklenmez.
Baba tarafından akrabalar için kullanılan «âkile» terimi, diyet yüklenen kimse demektir. Diyete «akl» isminin verilmesi, maktulün sahihlerinin dilini kesmesindendir. Bir rivayete göre «âkile» adının verilmesinin nedeni, katili engellemelerinden dolayıdır ki, burdaki «akıl» engel mânâsını taşır.
Katilin âkilesi, baba tarafından akraba olanlardır. Binâenaleyh anneden bir kardeş olanlar, koca ve diğer akrabalar âkile hududuna girmez. Babadan akraba olanlar, ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, buna dâhildirler. Çünkü yakın vârisleri olmadığı ~ takdirde onun mirasına konacak olanlar bunlardır. Filvaki' vâris olmaları şartı yoktur. Eğer ortada herhangi bir engel bulunmayacak olursa, vâris olmak durumları bahis mevzuu olan herkes buna dâhildir.
Baba tarafından akrabalar, sıkıntıya düşecek ve zorluğa bâis olacak bir miktarda mal ödemeğe zorlanamazlar. Çünkü baba tarafından akraba, suçluya yardım ve suçunu hafifletmek için hiçbir suça iştirak etmediği halde diyeti vermektedir. Binâenaleyh suçlunun durumunun hafifletilmesi için başkalarını sıkıntıya veya zora sevketmek olmaz. Eğer zorlama meşru' olsaydı, suçlu buna daha çok lâyıktı. Çünkü işlediği suçun gereği ve fiilin cezası budur. Zorlama, suçlu hakkında meşru* olmadığına göre diğerleri hakkında daha çok meşru' olmaması gerekir.
Her ferdin yükleneceği miktar konusunda fukahâ, muhtelif görüşlere sahibtir. İmâm Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel meseleyi hâkime havale eder. Herbirisinin durumuna göre, yormadan ve kolaylıkla ödeyebileceği miktarı hâkim ta'yîn eder. Mâliki mezhebine göre ise, her şahsa bin dînâr mükellefiyet vardır. Âhme
Fakire, kadına, çocuğa ve aklı olmayana diyet yüklenemez. Çünkü diyetin fakire yüklenmesi onu zorlamaktır. Çocuğa, kadına ve deliye de diyet yüklenemez, çünkü onlar, yardım edecek kimseler değillerdir. Ancak bunlar, suçlu olurlarsa onlardan diyet alınır.
Suçlunun baba tarafından hiçbir akrabası yoksa veya var da fakîr iseler, yahut da diyetin hepsine tahammül edemeyecek miktarda az sayıda iseler, bu noktada iki görüş vardır. Birinci görüş uyarınca beyt'ül -mâl (devlet hazînesi), baba tarafından akraba statüsüne girer. Binâenaleyh baba tarafından akrabası olmayanların veya olup da fakîr olanların diyetinin hepsi beyt'ül-mâlden Ödenir. Eğer diyetin hepsine tahammül edemeyecek miktarda akrabaları varsa, onlardan almanın üzeri hazîne tarafından tamamlanır. Bu görüş, Mâliki ile Şafiî mezhebinin görüşü olup, Ebu Hanîfe ve Ahmed İbn Hanbel mezhebinde de zahir olan görüştür. İkinci görüş ise; diyetin, katilin malından verilmesini gerekli bulur. Çünkü aslolan, diyetten katilin sorumlu olmasıdır. Baba tarafından akrabaların diyeti yüklenmeleri, ona yardımcı olmak ve durumunu hafifletmek içindir. Eğer baba tarafından akrabaları bulunmazsa; mesele, aslına râcî olur ve katil tarafından ödenmesi gerekli olur. Bu görüş, İmâm Muhammed'in İmâm A'zarn Ebu Hanîfe'den rivayet ettiği görüştür. Hanbelî fakîhleri de bu görüşü kabul ederler.
Baba tarafından akrabalara diyet yüklemek demek, suçludan başka kimselerin suçun neticelerine ve ağırlıklarına katlanması demektir ki, İslâm hukukundaki: «Hiç bir kimse başkasının yükünü yüklenmez» genel kaidesinin bir istisnâsıdır. Ancak bu istisnayı gerektiren husus, suçluların ve suça ma'rûz olanların şartlarıdır. Adalet ve eşitliğin gerçekleştirilmesi için, bu istisnaî hüküm kabul edilmiştir. Ancak böylece hakların te'mînât altına alınması mümkün olabilir. Bu istisnaî hükme delil olarak aşağıdaki noktalar serdedilebilir :
1- Her suçlunun, işlediği suçun cezasını yükleneceği genel prensibini kabul edecek olursak; sayılan çok az olan zenginlere cezanın tatbiki mümkün olabilir. Ve sayıları çok olan fakirlere ise, cezanın tatbiki mümkün olmaz. Buna bağlı olarak suçlu zengin olduğu takdirde, suça ma'rûz olanın kendisi veya velîsi tâm diyet öderken fakîr olan suç- ludan ise çoğunlukla suça ma'ruz olanlar hiçbir diyet elde edemezler. Böyle suçlular arasında bir farklılık söz konusu olduğu gibi suça ma'rûz olanlar arasında da bir farklılık durumu bahis mevzuu olur ki bu, eşitliğe ters düşer. İşte adalet ve eşitliği gerçekleştirmek için bu genel kaidenin istisnası gerekli görülmüştür.
2- Diyet; her ne kadar bir ceza ise de, aynı zamanda tecâvüze uğrayanın veya velîsinin mâlî bir hakkıdır. Diyetin takdirinde suçun âdil bir ta'vîzi olmasına dikkat gösterilmiştir. Eğer umûmî kaide kabul edilip ve sadece suçlanan kişi diyete yükümlü olsaydı, tecâvüze uğrayanların çoğunluğunun verilen diyet hükmünü elde etmeleri mümkün olmazdı. Çünkü genellikle diyet miktarı, ferdin servetinden fazladır. Zîrâ kâmil diyet yüz devedir ki, bu bin dînâra baliğ olur. Şüphesiz ki, çoğunlukla bir ferdin serveti, bir tek diyetin miktarını bile karşılayacak derecede olamaz. Biz, genel kaideyi uygulayarak suçluyu tek başına işlediği fiilin sorumlusu tutacak olursak bu; tecâvüze uğrayanların haklarını almalarına engel olur. îşte istisnaî olarak kaidenin terki; hak sa-hibleri için kararlaştırılmış bulunan hakkın te'mîn edilmesinin biricik te'mînâtı olmuştur.
Kasıdlı suçlarda tecâvüze uğrayanların, bu gibi durumla karşılaşmayacakları gözönünde bulundurulabilir. Çünkü kasıdlı suçlarda aslî ceza, kısastır ve ancak tecâvüze uğrayan kişi veya velîsi kısastan vazgeçtiği takdirde bunun yerine diyet cezası uygulanabilir. Binâenaleyh tecâvüze uğrayanlar, diyet miktarım te'mînât altına aldıkları zaman mütecavizleri affedeceklerdir. Affettikleri takdirde diyet kabul olununca, suçlunun malı diyeti ödeyecek miktara yeterli değilse bu, tecâvüze uğrayanın veya velîsinin bir seçişi olduğu için onların kendi elleriyle meydana getirdikleri bu durumdan mutazarrır olmamaları gerekir.
3- Baba tarafından akrabalar, hatâ veya kasda benzer suçlarda diyet yüklenirler. Ki kasda benzer suç, hatâya mülhaktır. Hatâen işlenen suçların esâsı ise, ihmâl ve ihtiyatsızlıktır. îhmâl ve ihtiyatsızlık ise, genellikle kötü yönelişten ve eğitimsizlikten ileri gelir. Ferdin terbiyesi ve yönelimi ile sorumlu olanlar, kan bağı ile bağlı bulunanlardır. Kaldı ki ferdler, genellikle ailesinden birşeyler alırlar ve onlara benzerler. Binâenaleyh ihmâl ve ihtiyâsizlık umumiyetle irsî (aileden gelme) bir davranış şeklidir. Madem ki aile, toplumdan ve çevreden etkilenir ihmâl ve ihtiyatsızlık da neticede toplumun ürünüdür. Binâenaleyh işlenen suçun cezasını, önce suçlunun baba tarafından akrabaları yüklenmelidirler. Bunlar da bulunmadığı takdirde veya yüklenmek iktidarından mahrum oldukları takdirde, bütünüyle toplumun bu hatânın cezasını yüklenmesi gerekir.
Ayrıca diyebiliriz ki; ihmâl ve ihtiyatsızlık, kuvvet ve üstünlük duygusunun neticesidir. Bu duygu ise, aile bağlarından ve toplumsal ilişkilerden doğar. Çünkü ailesi geniş olmayanlar, ailesi geniş olanlardan daha İhtiyatlı ve uyanık davranırlar. Azınlıklara mensûb olanlar, çoğunluğa mensûb olanlardan daha titiz ve itinalıdırlar. Şu halde baba tarafından akrabaların ve toplumun, hatânın neticesini yüklenmesi gerekir. Çünkü o, ihtiyatsızlığın ve ihmâlin ilk kaynağıdır.
4- Gerek aile düzeni gerekse toplum nizâmı, her ikisi tabiatı itibarıyla dayanışma ve yardımlaşma esâsına dayanır. Bir aileye mensûb ferdlerin, ailenin diğer ferdlerine yardım etmesi ve onlara destek olması onun görevidir. Bu durum, toplum içerisindeki ferdler için de böyledir. Binâenaleyh toplumun hatâsının neticesini, Önce baba tarafından akrabaların sonra bütünüyle toplumun yüklenmesi tâm bir dayanışmayı gerçekleştirir ve dayanışmayı her zaman için yeniler, kuvvetlendirir. Binâenaleyh hatâen işlenen suçlarda, önce suçlunun baba tarafından akrabaları bir araya gelir. Bilâhere diyeti ödemek ve mallarından diyet vermek üzere birbirleriyle yardımlaşırlar. Madem ki; hatâen işlenen suçlar, hergün olağan suçlardandır, bu; ferdler arasında destekleme ve dayanışma ruhunun sürekli yenilenmesi ve devam etmesi mânâsını taşır.
5- Suçluya ve suçlunun baba tarafından akrabalarına diyet hükmünün verilmesi, suçlulara karşı bir hafifletme ve rahmettir. Başkalarına karşı bir zulüm ve haksızlık değildir. Zîrâ bugün, baba tarafından akrabaların suçunun diyetini yüklendikleri bir suçlu, yarın aynı akrabalar arasında meydana gelecek bir başka suçun diyetini yüklenecektir. Ve madem ki her kişi hatâ edebilir, birgün ferdin yüklendiği şeyin dengi olan bir durum, bir başka gün öbürünün üzerine yüklenecektir.
6- İslâm hukukunda esâs kaide, kanın korunması ve heder edilmemesidir. Diyet ise, kana bedel olarak ve kanın heder edilmesini önlemek için konmuştur. Eğer her suçlu, tek başına diyete iştirak etmiş olsaydı ve diyeti ödemekten âciz durumda bulunsaydı, böylece tecâvüze uğrayanın kanı heder olurdu. Binâenaleyh kanın heder olmasını önlemek için bu genel kaidenin istisnaî durum olarak dışına çıkmak gerekmiştir.
İşte bu umûmî kaidenin dışına çıkmayı gerektiren önemli sebebler. Öyle sanıyoruz ki, İslâm hukukundaki bu istisnaî hüküm; «herkesin kendi yükünü yükleneceği» prensibinin ve bir kimsenin başka birisinin işlediğinden sorumlu tutulamayacağı kaidesinin yegâne istisnâsıdır. Yahut da modern hukuk teorisyenlerinin dediği gibi cezanın.ferdîleştiril-mesi kaidesinin bir istisnâsıdır. İslâm hukuku rahmet, eşitlik ve adaleti gerçekleştirmek için bu istisnayı kabul etmiştir ve böylece hakların korunmasını te'mînât altına almış, kanların heder edilmesini önlemiştir.
Suçlunun; baba tarafından yakınlarının diyet yüklenmesi herne-kadar adaletin ifâdesi; suçlularla tecâvüze uğrayanlar arasındaki mü-sâvâtm örneği ise de, günümüzde bunu gerçekleştirme imkânı yoktur. Zîrâ âkile sisteminin varlığının esâsı, onların mevcudiyetini gerektirir. Günümüzde ise, hakkında hüküm verilmeyecek kadar ender bir durumdur. Bir kerre baba tarafından akrabalar tâm olarak mevcûd değildir. Bulunsa bile ferdler az olduğundan diyetin tümünü yüklenecek halleri yoktur. İnsanlar eskiden akrabalıklarını ve soylarını iyi muhafaza ettiklerinden kabilelerine bağlılık gösterip gelenek ve adâtlarını yalattıklarından dolayı bu âkile düzeni mevcut idi. Ama bugün birçok ülkede böyle bir durum kalmamıştır. Binâenaleyh İslâm hukukçularının daha önce benimsedikleri iki görüşü benimsemekten başka yapılacak iş yoktur. Buna göre ya suçlu diyetin hepsini ödeyecektir. Yahut da diyeti devlet hazînesi ödeyecektir.
Suçlunun diyeti Ödemek zorunda bırakılması, çoğu kerre tecâvüze uğrayanların kanının heder olması neticesini doğurur. Çünkü suçluların çoğunluğu fakirlerdir. Bu ise İslâm hukukunun, kanların muhafazası ve korunması prensibine aykırı düşer. Ayrıca suçluya diyeti yükletmek, çoğu kerre adalet ve eşitliğin bulunmaması neticesini doğurur.
Devlet hazînesine diyet ödemek sorumluluğunu yüklemek ise, hazîneyi zorlamakla beraber adalet ve eşitliği gerçekleştirir ve kanların muhafazasını te'mîn eder. Böylelikle İslâm hukukunun hedefleri de gerçekleşmiş olur. Şu halde hazînenin sıkıntıya düşmesinden korkmak, müsavat ve adaletin gerçekleşmesine bir engel olmamalıdır. Şeriatın önemli hedeflerinden birisinin tahakkukunu önlememelidir. Devlet isterse, bu tür tazminatlar ödenmek üzere vergilere ayrı bir bölüm ekleyebilir. Mahkemeye gelenlere verilen para cezaları, bu gaye için kullanılabilir. Kaldı ki çağdaş hükümetler, kendilerine fakirlere bakmayı muhtaçlara yardım etmeyi bir görev saymaktadırlar. Öyleyse tecâvüze uğrayanın hakkını ödemeyi ve düşkün vârislerine yardımcı olmayı, kendisi için daha önemli bir görev saymalıdır.
İşte bazı Avrupa ülkelerinin benimsediği bu son metod, âkile nizâmının bir parçasıdır. İslâm hukukunun gerçekleştirmek istediği şeylerin bir kısmını, böylece o ülkeler gerçekleştirmiş olmaktadır. Avrupa ülkelerinde âkile nizâmı bu şekli aldığına göre, bizim de bu nizâmın asıl sahipleri olarak İslâm hukukunun hedefine uygun olan ve emirlerini gerçekleştiren bu prensibi almamız daha doğru olur.25