Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Maide 2.Kısım

1 / 54

İslâmda Ceza ve Cezada Güdülen Amaç. 3

İslâmda Ceza ve Cezada Güdülen Amaç

İslâm'ın cezalarla ilgili görüşünü de merhum Abdülkâdir Ûdeh şöyle açıklıyor :

Cezalar; kanun koyucunun emrine isyan durumunda, toplum ya­rarı için konulmuş bulunan hükümlerdir. Amaç toplumun ıslâhıdır. Bozgundan korunması, cehalet ve sapıklıktan kurtarılması, günâhların Ünlenmesi ve insanların «itaat» a yöneltilmesi gibi hususlardır. Yüce Allah peygamberini, insanlara baskı yapmak için göndermemiştir. O, bir diktatör de değildir. Üstelik «âlemlere rahmet» olarak gelmiştir. İşte yüce âyetler :,

«Sen onları zorlayıcı değilsin!» (Câsiye, 22)

«Sen onlar için bir zorba değilsin!» (Kâf, 45)

«Biz seni, ancak âlemlere rahmet için gönderdik.» (Enbiyâ, 107)

Yüce Allah, yasasını (şeriat) insanlar için göndermiştir. Bu ya­sayla birlikte onlara elçi de göndermiştir ki, kendilerini eğitsin, doğru yola iletsin ve irşâd etsin. Peygamberin emrine aykın davranışı «ceza» ile karşılamıştır. Hoşlanmasalar da, doğru yola iletmek; hoşlarına git­mese de zarar verici kötülüklerden alıkoymak için... Şu halde ceza, kişi­lerin ıslâhı, toplumun kötülüklerden korunması ve sosyal nizâmın de­vamı için konulmuştur. Bizim için konulmuş bulunan bu hükümlere, yeryüzünde yaşayanların tümü başkaldırsa Allah'a hiçbir zarar eriş­mez. Keza yeryüzündeki bütün canlılar bunlara uysa da, Allah'a hiç­bir yararı dokunmaz.

Cezanın Dayandığı Esâslar3

Cezanın Dayandığı Esâslar

Cezanın amacı, kisjterin ıslâhı, toplumun kötülüklerden korunması ve sosyal düzenin yaşaması olduğuna göre bunların gerçekleşmesi ve «cezâ»nın, fonksiyonunu gereği gibi yerine getirmesi için bazı pren* siblere dayanması gerekir. İşte «cezanın amacı»nı gerçekleştiren kural­ları şöylece sıralayabiliriz:

a- Ceza, suç işlemeden önce, kitleyi suç işlemekten ahkoyucu ni­telikte olmalıdır. Şu hale göre, herhangi bir suç işlendiği zamah veri­lecek ceza; hem suçluyu uslandırmalı, hem de ona benzemek niyetini güden veya suçlunun metodunu izlemek isteyenlerin bu fiillerini önle­melidir. Bazı İslâm hukukçuları cezadan söz ederken şöyle derler:

«Ceza, işlenmeden önce ve işlendikten sonraki engellerdir.»

Yani «cezanın meşruiyeti» bilinince yasaklanan fiillere yaklaşmak­tan kaçınılır veya tekrarlanması önlenir.

b- Cezanın sınırı, toplumun ihtiyâç ve çıkarlarına uygundur. Toplumun, çıkarları cezaların şiddetli olmasını gerektiriyorsa, cezalar ağırlaş tırıl ir. Hafifletilmesi gerekiyorsa yine bu yolda hareket edilir. Şu halde, cezanın; toplumun ihtiyâcından fazla veya eksik olmaması gerekir.

c- Eğer kötülüklerinden korunmak için suçluyu toplumdan büs­bütün uzaklaştırmak gerekiyorsa, verilecek ceza; «ölüm» veya «hapis» olmalıdır. Ki suçlu, tevbe edinceye veya ıslâh oluncaya kadar ancak bu şekilde toplumdan uzak kalabilir.

d- Kişilerin ıslâhını ve toplumun korunmasını sağlayan her ceza, meşru' sayılır. Şu halde, belirli suçlan cezalandırıp ötekileri cezasız bırakmak doğru olmaz.

e- Suçluyu uslandırmak, ondan intikam almak anlamında de­ğildir. Sadece ıslâh olmasını sağlamak demektir. Cezaların çeşitliliğine rağmen bazı îslâm hukukçularının belirttiği gibi şu noktada ortak bir yargıya varmak mümkündür :

Islâh olmasını sağlamak ve kötülük yapmasına engel olmak için te'dîb, suçun çeşidine göre değişik olur.

Keza, bazı İslâm hukukçularına göre cezalar:

Allah tarafından, kullara rahmet olmak üzere konulmuş hüküm­lerdir. Yaratıcının rahmetinden doğmuş ve iradesiyle insanlara arma­ğan olunmuşlardır. Buna göre, işledikleri suçlardan dolayı insanların cezalandın İmasında, bu «ihsan» ve «rahmet» prensibi gözönünde bu­lundurulmalıdır. Tıpkı bir babanın çocuğunu uslandırmak ve yetiştir­mek istemesi; bir doktorun da hastasım iyileştirmeye çalışması gibi...

Şüphesiz ki, yetiştirme ve uslandırma konusu kişilere göre değişir. «Muhafazakâr» bir ailede yetişen bir kimseyi uslandırmak, zevkine düş­kün ve düzensiz bir ortamda yetişeni uslandırmaktan daha kolaydır. Zîrâ Allah'ın Rasûlü şöyle buyuruyor :

Yaratılışı vesilesiyle (sürçme yapanların) sürçmelerini affediniz.

Ayrıca uslandırmanın amacı, suça engel olmaktır. İnsanların, du­rumu, bu konuda da değişiklik gösterir. Kimisi bağırmakla suç işle­mekten vazgeçer. Kimisi tokata muhtaçtır. Kimisi de «dövülmeye» ve

İslâm Hukukunda Ceza Prensibi3

İslâm Hukukunda Ceza Prensibi

Dikkatle bakınca görülür ki, İslâm hukukunun ceza prensibi iki temel esâsa dayanır. Birisine göre, suçlunun kişiliği gözetilmeksizin suça karşı savaş açılmalıdır. Öbürüne göre ise, suçlunun kişiliği dikkate alın­makla beraber, suçla savaş konusu da ihmâl edilmemelidir. Suçla savaş amacını güden kurallann ana hedefi, toplumu suç işlemekten koru­maktır. Suçlunun kişiliğini gözönünde bulunduran kuralın temeli ise, suçluyu ıslâh etmektir.

Bu iki prensib arasında, Zahirî bir zıddiyet vardır. Çünkü toplumu suçtan korumak, suçlunun «durum»unu dikkate almamayı gerektirir.

Keza suçlunun durumunu dikkate almak, toplumun korunmasını dik­kate almamak demektir.

Fakat gerçek şudur ki; İslâm hukukunun ceza prensibi, bu iki çe­lişik kurala dayanmaktadır. Bununla beraber, İslâm hukuku, bu iki prensib arasındaki açık çelişkiyi ortadan kaldırıcı bir metod uygulaya­rak bunları aynı noktada bulundurmaya gayret sarf etmektedir. Şöyle ki; İslâm hukuku, toplumu her durumda suç işlemekten korurken öte yandan da birçok durumlarda suçlunun kişiliğini gözönünde bulundur­maya gayret sarfetmektedir. Şöyle ki: İslâm hukuku, genel anlamda «toplumu suçtan korumak» prensibini kabul ederek, her türlü suç için konulan cezalarda bu Özelliğin bulunmasını şart koşmuştur. O halde her ceza, suçluyu uslandırmaya, bir daha suç işlemesini önlemeye, toplum içinde suç işleme niyetinde olanları bu niyetlerinden vazgeçirmeye ye­tecek nitelikte olmalıdır. Ama suçlunun, topluma yönelik kötülüklerini önleyebilmek için uslandırma metodu yeterli görülmezse veya toplu­mun korunması için suçlunun bütünüyle ortadan kalkmasını gerekli kı­lıyorsa, «ölüm» veya «hapis» yoluyla onu toplumdan kesin olarak ayır­mak gerekir. Toplumun yapısını ilgilendiren suçlarda, İslâm hukuku; suçlunun kişiliğini dikkate almayı genellikle ihmâl etmiştir. Çünkü toplumun yapısını korumak zorunluğu, tabiî olarak suçlunun duru­munu gözönünde bulundurmamayı gerektirir. Ne var ki, bu tip suçlar, İslâm hukukuna göre hem az, hem de sayılıdır. Toplumun yapısını ko­rumak zorunluğu, tabiî olarak suçlunun durumunu gözönünds bu­lundurmamayı gerektirir. Ne var ki, bu tip suçlar, İslâm hukukuna göre hem az, hem de sayılıdır. Toplumun yapısını ilgilendiren suçların dışın­da kalan fiillerde suçlunun kişiliği, cezada, nazar-ı dikkate alınır. Ve İslâm hukuku, hâkime suçlunun kişiliğini, içinde bulunduğu şartlan, hayatını, ahlâkını, gözönünde tutarak cezalandırma yetkisini ver­miştir.

Bu İki prensibin birlikte kabul edilmesinden, tabiî olarak şöyle bir sonuç çıkmıştır:

Her iki prensibin de uygulanabildiği bir nokta ve bir uygulama sı­nırı vardır. İşte İslâm hukuku, bu prensiblerin uygulandığı noktayı ve -uygulama sınırım kesinlikle ayırmak için suçları, prensib olarak iki bölümde incelemiştir:

1- Toplumun yapısını ilgilendiren suçlar

Toplumu yakından ilgilendiren bütün suçlar bu bölüme girer. Ve genellikle farklı hükümleri kapsayan iki tür şeklinde sınıflandırılır.

a) Toplumun yapısını bütünüyle ilgilendiren ve haddi gerektiren suçlar.

Bu suçlar yedi başlık altında ettid edilebilir:

1- Zİnâ

2- îftirâ

3- İçki içmek

4- Hırsızlık

5- Harabe

6- İrtidâd

7- İsyan

İslâm hukuku, yedi kategoriye ayrılan bu suçlar için önceden ce­zalar koymuştur ki, hâkimin bu cezaları hafifletip ağırlaştırması veya bunların yerine başka ceza vermesi mümkün değildir. Şu halde, bu suç­lardan herhangi birisini işleyen kimseye, saldırılan ve saldıranın kişi­liğine bakılmaksızın, önceden konulmuş bulunan cezalar verilir. Yöne­ticilere gelince... Kesinleşen, cezaları, affetmeye veya suçları ortadan kaldırmaya hiçbir şekilde yetkileri yoktur.

İslâm hukuku «had» cezalarında, toplumu suç ilşemekten korumayı amaçlamış ve suçlunun durumunu gözden tamamıyla uzak tutmuştur. Ve bu suçlar için ağır cezalar koyarak, hükmünü önceden belirlemiştir. Yöneticilere bu tür cezalarla ilgili yetki tanımamıştır. Cezaların ağır olmasının nedeni, bu suçların kişi ve toplum açısından büyük önem taşımasıdır. Ve bu konuda gösterilecek ihmâlin, neticede toplum dü­zeninin bozulmasına, ahlâkî çöküntüye ve suçların artmasına sebeb olma ihtimâlidir. Bu neticeler öylesine kötüdür ki; bu duruma düşen bir toplum, mutlaka bozulacak, dağılacak, gücünü ve kuvvetini yitire­cektir. Şu halde, bu tip suçlara verilecek ceza konusunda şiddetli olma­nın sebebi, toplum yapısını korumak, güvenlik ve düzenini sağlamak ve ahlâki dejenerasyonu önlemektir. Yahut başka bir deyimle, burada top­lumun çıkarları gözetilmektedir. Öyleyse toplumun çıkarlarını sağla­mak için kişisel menfaatleri ihmâl etmenin hiçbir garîb yanı yoktur. Hattâ asıl garîb olan, toplumun çıkarlarını sağlamak için kişisel çıkar­ların feda edilmemesidir.

b) Toplum yapısını ilgilendiren ikinci tür suçlar, «kısas» ve «di­yet» i gerektiren fiillerdir. Bunlar ister kasıdlı, ister hatâen işlensin, öldürme ve yaralama suçlarıdır. Ve beş ana başlık altında toplanma­ları mümkündür:

1- Kasıdlı öldürme

2- Kasda benzer öldürme

3- Hatâen öldürme

4- Kasıdlı yaralama

5- Hatâen yaralama

İslâm hukuku yukarıda sayılan suçların herbiri için iki ceza koy­muştur :

a) Kısas

b) Diyet

«Kasd» varsa «kısas» ve «diyet»; hatâda ise, sadece «diyet»... Ayrıca, hâkime, bu iki cezadan birini değiştirme veya bunları ağırlaş­tırma ve hafifletme yetkisi tanımamıştır. Yöneticilerin cezayı veya suçu affetme yetkileri yoktur. Buna göre, yukardaki suçlardan birisini işle-yen kişi, belirtilen cezalara çarptırılır. Ve içinde bulunduğu şartlara, kişiliğine hiç bakılmaz.

İslâm hukukuna göre, yöneticiler bu cezaları affedemez. Ama sal­dırıya uğrayanın kendisi veya velisi affedebilir. Eğer saldırıya uğrayan kişi veya velîsi suçluyu affederse, kasıdlı suçlarda kısas düşer, onun yerine diyet geçer. Ama af, diyet karşılığı değil de karşılıksız olursa diyet de düşer. Hatâen işlenen suçlarda ise, afla birlikte diyet ortadan kalkar. Kasıdlı suçlarda kısasın; hatâen işlenenlerde «diyetsin düşmesi ha­linde suçluya «ta'zîr» cezası vermek mümkündür. Bu cezalarda, bilin­diği gibi hem suçlunun hem de saldırıya uğrayanın durumu ve kişiliği dikkate alınır.

Görülüyor ki, İslâm hukuku, «kısas» ve «diyet» i gerektiren suçlar­da, toplumu her türlü kötülüklerden korumayı ön plana almış, suçlu­nun durumuna bakmamıştır. Yani suçlunun kişiliğini ve içinde bulun­duğu şartları asla gözönünde tutmamıştır. Ancak saldırıya uğrayan kişi veya velîsi, suçluyu affederse durum değişir. İslâm hukuku, tecâvüze uğrayana veya velîsine suçluyu affetme hakkı tanımıştır. Çünkü «suç», hernekadar toplum yapısına yönelik bir fiil niteliğinde ise de, ondan daha çok, kişileri ilgilendirir. Hattâ diyebiliriz ki, toplumu ancak sal­dırıya uğrayan kişi kanalıyla ilgilendirmektedir. Ama saldırıya uğrayan kişi veya velîsi, suçluyu affedecek olursa, «suçlunun durumu»nu ihmâl etmeyi ve toplumu korumak için suçu ağırlaştırmayı gerektiren bir neden kalmaz. Çünkü suçun tehlikeli etkisi «af»la ortadan kalkar. Ve affedilmekle suç, önemini yitirir. Öyle ki, toplumun yapısına artık etki edemez. Aslında saldırıya uğrayan kişi veya velîsi, ancak suçluyla an­laştığı veya ondan maddî bir «yarar» sağladığı takdirde kendisini affe­der. Şu halde, affın nedeni ya «uyuşma» veya «maddî menfaat»tır. Bu iki faktör, İslâm hukuku açısından «yasal» (meşru*) nedenlerdir. «•Uyuşma», kin ve düşmanlık duygusunun ortadan kalkması demektir. Maddî menfaati «bedenî cezâ»ya yeğ tutmaksa, «hoşgörü», «anlaşma» ve «düşmanlık duygusunun şiddetini azaltma» anlamına gelir. Saldı­rıya uğrayanın veya velîsinin, «suç»u «yaramla değiştirmesi ve böylece dayanılması imkânsız acılara katlanmanın karşılığını görmesi, şüphesiz ki, kendisi için bir «hak» tır.

Birinci bölüme girmeyen suçların tümü veya -başka bir deyimle, İslâm Hukukunca cezalan önceden belirtilmeyen bütün suçlar buraya dâhildir. Yani «ta'zîr» cezası verilen tüm suçlar... Bunlar üç kategoriye ayrılır;

a) Had, diyet ve kısası değil, prensib olarak «ta'zîr» i gerektiren suçlar.

b) Had cezasının herhangi bir nedenle uygulandığı veya bütünüyle tatbik edilmediği, bununla beraber «hükmü» önceden belirlenmemiş olan suçlar.

c) Hakkında «kısas» veya «diyet» hükmü verilmeyen ve önceden takdir olunmuş bir cezası bulunmayan kısas veya diyet suçları...

Bu bölüme giren suçlar, önemleri açısından birinci bölümdekilerin derecesinde değildir. Bu yüzden hükümleri değişik olmaktadır. Şu halde, birinci bölümdeki suçlarda hâkim, belirli cezayı vermek zorundadır. Önceden konulmuş bulunan bu cezaların dışında, hafif veya ağır hiçbir ceza veremez. İkinci bölüme gelince... İslâm hukuku hâkime, suçlunun durumuna uygun düşen bir çok cezadan «birisi»ni seçme hürriyeti ver­miştir. Ayrıca suçun şartlarını ve suçlunun durumunu gözönünde bu­lundurarak gereken cezayı belirleme yetkisini de hâkime bırakmıştır. Suçun ve suçlunun durumunu inceleyen yargıç, cezanın hafîfletilme-mesine kanâat getirirse, suçluya, uygun gördüğü cezayı verir. Eğer bu kanâat cezanın hafifletilmesi yönündeyse, suçluyu; kişiliğine, şartları­na, hayatına ve alışkanlıklarına uygun düşen hafif bir cezaya çarptı-rabilir. Tıpkı bunun "gibi suçun işleniş biçimi, cezanın ağırlaştırılma­sını, suçlunun durumu ise hafîfleştirilmesini gerektiriyorsa; hâkim, orta bir yol izler. Ne hafif, ne de ağır sayılabilecek bir cezada karâr kılar.

Bu bölümde, İslâm hukuku, toplu veya tek tek, ceza teorisinin dayandığı kuralları uygular. O halde suçlunun durumu, cezanın hafif­letilmesini gerektirmiyorsa, cezanın takdirinde ve seçilecek ceza türün­de, toplumun suçlardan korunması dikkate alınır. Bunun dışında, hiçbir noktaya önem verilmez. Ama suçlunun içinde bulunduğu şartlar; ce­zanın hafifletilmesini gerektiriyorsa, bu durumda hem cezanın takdiri, hem de seçilecek cezanın türü konusunda suçlunun, kişiliği ön plânda tutulur. Eğer «suç»; biçim yönünden cezanın ağırlaştırılmasını, «suçlu» nun durumu da hafifletilmesini gerektirici nitelikteyse, cezanın seçimi ve miktarının belirlenmesinde, mümkün olduğu kadar toplumun suç* lardan korunmasına ve verilecek cezanın suçlunun kişiliğine uygun düşmesine çalışır.

Bu bölüme giren suçlarda, saldırıya uğrayan kişinin dikkate alı­nacak hiçbir özelliği yoktur. Ve onun affetmesiyle ceza ortadan kalk­maz. Ama böyle bir af, suçlunun durumunu hafifletici kazâî bir şart olarak değerlendirilir. Saldırıya uğrayan kişinin «suçlu» yla barışması veya kendisini affetmesi halinde, hâkim; suçlunun lehinde olmak şar­tıyla, bu tutumu «hafifletici sebeb» olarak değerlendirir. Ta'zîr cezâlarında saldırıya uğrayanın affıyle suçun veya cezanın düşmemesinin nedeni şudur:

Ta'zîr suçlarının cezası iki yönlüdür: Birisi, saldırıya uğrayanın hakkı diğeri toplumun hakkı... Tecâvüze uğrayan kişi, suçluyu affet­mek suretiyle kendi hakkını ortadan kaldırırsa da, toplumun hakkı aynen kalır. Kısas ve diyeti gerektiren suçlarda ise durum aksinedir. Çünkü kısas ve diyette ceza, saldırıya uğrayanın veya velîsinin hakkı­dır. Öyle ki; ikisinden biri, suçluyu affedecek olursa ceza düşer ve bu­nun yerine «ta'zîr» cezası verilir. Çünkü ta'zîr cezasında, toplumun hakkı sözkonusudur. Şu halde, ta'zîr cezalarında saldırıya uğrayanın veya velîsinin suçluyu affetmesi, kısastaki kadar etkili değildir. Çünkü burada hem tecâvüze uğrayanın, hem de toplumun hakkı ön plana alın­mıştır. Saldırıya uğrayanın veya velîsinin suçluyu affetmesi, kısastaki kadar etkili değildir. Çünkü burada hem tecâvüze uğrayanın, hem de toplumun hakkı ön plana alınmıştır. Saldırıya uğrayanın hakkı düşse toplumunki baki kalır. Kısas ve diyette ise «af», yukarda da belirttiği­miz gibi sadece saldırıya uğrayanın hakkıdır. İsterse affeder ve affedin­ce de ceza düşer.

İslâm hukukunun, birinci bölüme giren suçlar için ağır hükümler koyduğunu, cezanın takdir ve seçiminde toplumu suçtan korumak ama­cı güdüldüğünü ve buna karşılık suçlunun kişiliğinin bütünüyle ihmâl edildiğini, ancak «kısas ve diyet» suçlarında —başkalarında değil— sal­dırıya uğrayanın affetmesi halinde durumun değişeceğini yukarda be­lirtmiştik. Ve yine demiştik ki, İslâm hukuku bunlarla toplumu koru­mayı Öngörmüştür. Çünkü birinci bölüme giren suçlar, her iki türüyle de toplumun yapısını çok yakından ilgilendirmektedir. İşte şimdi, bu suçların toplumun yapısını nasıl ilgilendirdiğini öğrenmemiz gerekir.

Uygulanan prensibler değişik olsa da, çağlar arasında farklılık bu­lunsa da, bütün toplumlar hayatiyetlerini korumak için, tarih boyunca belli düzen ve nizâmlara dayanmak zorunda kalmışlardır. Yeryüzünün dört bucağına yayılmış toplumların dayandığı temel ilkeleri inceledi­ğimiz zaman görürüz ki; bütün toplumlar, basite indirgeyerek ifâde edecek olursak, şu dört temel üzerine oturmaktadır:

a- Aile nizâmı

b- Ferdî mülkiyet nizâmı

c- Sosyal nizâm

d- Hukukî nizâm

Toplumların «kadın» ve «erkek»lerden oluşması, insanlarda «üre­me kudreti» (tenasül) nin bulunması ve yeni doğanların kendilerini er­ginlik çağına ulaştıracak kimselere muhtaç olması gibi durumlar, tabiî olarak her erkeğin kendisine çocuk yapacak belli bir kadın seçmesini gerektirmiştir. Şu halde, toplumda «kadın» ve erkeğin bulunması, «aile düzenini zorunlu kılmıştır, Ve aile nizâmı, her toplumun üzerine da­yandığı ilk kaide olmuştur. Çünkü toplum, kişilerin oluşturduğu bir topluluktur. Aile düzeni, komünist devletlerde bile, toplumun ana da­yanak noktası olma niteliğini yitirmemiştir. Ve Allah dilediği sürece de böyle kalacaktır.

İnsanoğlu sürekli olarak yemeğe, içmeğe, giyinmeye ve mesken edinmeye doğuştan muhtaçtır. Ve bunları sağlamak için bir takım araç­lara başvurması, bazı eşyalara sahib olması ve sadece kendisine ait var­lıkların bulunması gerekli olmuştur. Bu noktada kendisine başka bir ortak olmamalıdır. Ve bu dünyadan göçtükten sonra da bunların aile­sine kalması gerekmektedir. Yeryüzündeki hayatın aile nizâmını zo­runlu kılmasından da ferdî varlıkların, ölümden sonra, aile ferdlerine kalması prensibi doğmuştur. İşte böylece hem insanın yaratılışı hem de eşyanın tabiatı, insanoğluna «özel mülkiyet» ve «aile nizâmı» nı kurmayı öğretmiştir. Eşyanın tabiatı değişmedikçe —ki evrensel ni­zâmla birlikte sürüp gidecektir— ve insanın yaradılışı bozulmadıkça, bu iki «düzen» de olduğu gibi kalacaktır. Sosyalist ve kojnünist sis­temler, hernekadar özel mülkiyeti kaldırıp bunun yerine sosyal mül­kiyeti getirmek istemişlerse de, sözü geçen sistemlere aşırı derecede bağlı olanlar bile özel mülkiyeti bütünüyle yıktıklarını söyleyememiş­lerdir. Çünkü kişinin, tabiî olarak bazı şeyleri kendisine maletmesi şart­tır. Şu halde, her insan yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine, oturacağı eve, çalışacağı âletlere sahib olmak ister. Aksi takdirde hayat imkânı kal­maz.

Aile nizâmı ve özel mülkiyet sistemi, insanın kişiliğini kabul et­meyi, kendisini, ailesini mülkünü koruması için ona birtakım hak ve hürriyetler tanımayı gerektirmiştir. Ancak tek olarak kişinin güçsüzlüğü, ihtiyâçlarının çokluğu, bunları giderecek kaynakların azlığı ve bu ko­nuda başkalarıyla yardımlaşma zorunluğu «toplum»un doğmasına se­bep olmuştur.

Toplumun meydana gelmesi için tabiî olarak üzerine dayanacağı bir sistemin, kişilerin hak ye vazifelerini belirleyecek prensiblerin var­lığı gereklidir. Toplum nizâmı, toplumlara göre değişir. İslâm toplum­larının sosyal nizâmı, îslâm prensiblerine dayanır. Müslüman olma­yanların sosyal düzeni ise, İslâm dışı kurallarca yönetilir. Komünizm, sosyalizm, kapitalizm ve benzeri sosyal doktrinler gibi...

Keza, toplumun teşekkülü; ona yön veren, çıkarlarını ve sosyal ni­zâmı, iç ve dış güvenliğini sağlayan hukukî ve idarî nizâmı gerekli kıl­mıştır. İdarî nizâm memleketlere göre değişir. Bazı ülkeler cumhuri­yetle yönetilirken bazıları krallıkla, bir kısmı da Öteki sistemlerle idare edilir. Böylece idarî nizâm teşekkül etmiş olur. İdarî nizâm, toplum var­lığının zorunlu sonucudur.

İşte toplum varlığının dayanak noktası sayılan ve bütün toplum­larda geçerli olan dört ana kaide bunlardır. Bu dört ana temeli ilgi­lendiren her şey, aslında toplum varlığını da ilgilendirmektedir. Ve bun­ların yıkılması, toplumun dayandığı en kuvvetli ilkelerin yıkılması de­mek olur. Bunun için İslâm hukuku, sözü geçen prensibleri her türlü saldırıdan korumakta özel bir itinâ göstermiştir. Çünkü toplumun yaşa­ması ve devamı için bunların korunması şarttır. Bu prensiblerin ko­runmasında ve sağlanmasında gösterilecek herhangi bir umursamazlık, toplumun bozulmasına ve düşmesine vesile olur. İslâm hukuku, toplu­mun temelini oluşturan söz konusu ilkeleri etkileyecek önemli saldırı biçimlerini bir bir sıralayarak bunları «had, kısas ve diyeti gerektiren suçlar» başlığı altında toplamıştır. Ki bu suçlar; zina, iftira, içki iç­mek, hırsızlık, harabe, irtidâd, isyan, kasıdlı veya kasıdsız öldürme ve yaralama suçlarıdır.

Bunlan teker teker inceleyecek olursak görürüz ki:.

Zina, toplum nizâmına yöneltilmiş bir «saldırı»dır. Eğer zânî cezâ-landırlımazsa herkes dilediği kadına, başkalarıyla birlikte sahib ola­bilmek için çalışabilir. Herhangi bir çocuğun «kendisinden» olduğunu ve hoşuna giden bir kadının kendi «malı» olduğunu iddia edebilir. So­nuç olarak, «güçlü» kimseler «güçsüz»Ieri yener ve toplumda «soy-sop» bağı kalmaz. Babalar ve çocuklar birbirini tanımaz. Ayrıca zina olayı­nın «normal bir fiil» sayılması, toplum düzeninden vazgeçmek ve üze­rinde kurulduğu «aile» müessesesini yıkmak demektir.

Hırsızlık, kişisel ve özel düzene yönelik bir saldırıdır. Eğer hırsızlar cezalandırılmazsa herkes başkasının malına, yiyeceğine, içeceğine, gi­yeceğine, evine ve araçlarına «ortak» demektir. Bunun sonucunda «güç-lü»ler «güçsüz»leri yener, «zayıf»lar aç, çıplak ve yoksun kalır. Öyleyse hırsızlığın '»normal bir fiil» sayılması, husûsî mülkiyet nizâmından vaz­geçmek ve ferdlerin «asgarî hayat gereklerini» elde etme imkânından yoksun bırakılması anlamına gelir. Ki bu ilkeler yıkıldığı an, toplumun çöküşü çok kolaylaşır.

İrtidâd (dinden dönme), toplumun «sosyal nizâmı»na yöneltilmiş bir «saidın»dır. Çünkü müslüman olsun veya olmasın, her toplumun bir «sosyal nizâmı» vardır. İşte «İrtidâd», bu sosyal düzene karşı çıkmak, prensiblerini çiğnemek ve sağlığından kuşku duymaktır. Toplumun da­yandığı sosyal düzen, «kuşku» ve «saldırı» konusu olduğu zaman orada rahat yaşamak mümkün değildir. Ve sonuçta bu hareket, toplumun yı­kılmasına sebeb olur.

İsyan, toplumun «idarî düzen»ine karşı bir «saldırı»dır. Çünkü is­yan, yöneticilere karşı çıkmak veya onlara baş kaldırmak yahut ta idarî düzeni bizzat deriştirmek demektir. Bu gibi suçların «normal» sayıl­ması, toplum arasında ihtilâf ve sarsıntıların yayılmasına nedendir. Kişileri partilere ve sınıflara ayırır. Sonra da bu gruplar, birbirinin bo­ğazını sıkmaya çalışır. Güvenliğin sarsılmasına, toplum düzeninin yıkıl­masına ve böylece toplumun çöküşüne vesile olur.

Öldürme ve yaralama suçlarına gelince... Bunlar bir yandan top­lumu meydana getiren kişilerin hayatına, öte yandan da onun dayan­dığı sosyal ve idarî düzene yöneltilen saldırılardır. Çünkü bu suçlar, hem kişilerin hayatlarını ve bedenlerini ilgilendirir, hem de sosyal nizâmı... Sosyal nizâm kişilerin korunmasını, mal ve canlarının güvenlik altına alınmasını gerektirir. İdarî düzen ise, sosyal nizâmın varlığı için şarttır ve güvenliği sağlayan en önemli faktördür. Öyleyse bahis konusu suç­ların önlenmesiyle ilgili çalışmalarda «yavaş davranmak»; güçlülerin zayıflara baskı yapmasına, kişilerin «verimlilik» ve «prodüktüvite»den uzaklaştırılmasına, bunun yerine birbirleriyle çekişip boğuşmalarına se-beb olur. Kişilerin mal ve canlarım koruyucu vâsıtaların ortadan kalk­masına yol açar. Aynı zamanda toplumun dağılmasına ve bozulmasına nedendir, İşte bunun içiri İslâm hukuku, toplumun bu .duruma düşme­mesi konusunda son derece dikkat göstermiş ve «kasıdh» öldürme ve yaralamada «kısas», «hatalı» öldürme ve yaralamalarda da diyet hük­münü koymuştur. «Korkutucu cezâ»ların amacı, toplumu meydana ge­tiren kişilerin can ve mallarını korumak, güvenliği yaygınlaştırmak, ruhların rahat ve huzurunu sağlamaktır.

«İftira», âüe düzenine karşı «saldırı» niteliğindedir. Çünkü İslâm hukukunda iftira, sadece «namusnu ilgilendiren bir suçtur. Namusu ilgilendiren iftira, elbette ki aile nizâmı konusunda «kuşku» lara yola-çar. Öyleyse bir kimseye «iftira» atan kişi, onu, «babası» ndan başkası­na dolayısıyla başka bir aileye «nisbet» ediyor demektir. Böylece aile düzenine duyulan inançla topluma olan inançlar birlikte sarsılır. Çünkü toplum, aile nizâmına dayanır.

Alkollü içkiler, «şuur» un yitirilmesine sebebtir. Şuurunu kaybeden kişi, söylemeğe gerek yok ki, her türlü kötülüğü işleyebilir bir kıvama gelmiş demektir. Meselâ hırsızlık yapabilir, zina edebilir veya başka­larına iftira atabilir. Ayrıca, içki içmek; sağlığı bozar, malların heba olmasına yolaçar, nesilleri zayıflatır ve aklı yok eder. Bunun içindir ki, İslâm hukuken içki içmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Şu halde, bu tip suçlar, her yönüyle topluma yöneltilmiş bir saldın ve toplumun dayan­dığı nizâmı yıkmak demektir.

«Harabe» suçu, sadece hırsızlık şeklinde olmuşsa, özel mülkiyete saldırıdır. Eğer, «hırsızlığın» yanında «adam öldürmende varsa, «top­lumu oluşturan kişilere saldın» demektir. Bu iki şekilden birisiyle değil de sadece kişileri korkutmakla yetinilmişse, o zaman «toplumun güvenIiği»ne saldırı sayılır. Kişilerin hayat ve güvenliğine yönelik hareketler, hem sosyal hem de idâri nizâma tecâvüzdür. Çünkü toplum, kişilerin hayatını korumak ve kendilerine «güven» sağlamakla yükümlüdür. Bu, toplumun yaşayabilmesi için zorunludur. Eğer böyle bir toplum kurula-mazsa, demek olur ki, toplumun hayatı dağılmak ve çökmek üzeredir. Çünkü toplumun devamı için gerekli olan ilk kural, kişilerin korunma­sıdır. Kişiler korun amaymca, toplumun dağılması kolaylaşır. Kişilerin korunması, hayat ve güvenliklerine yönelik saldırıların önlenmesi, an­cak bu gibi fiilleri kökünden kazıyıcı cezaların uygulanmasıyla müm­kündür.

Toplumun «yapı»sını doğrudan doğruya ilgilendiren suçlar bunlar­dır. Ve İslâm hukuku, söz konusu fiilleri ağır şekilde cezalandırmış, suç­lunun kişiliğine asla bakmamıştır.

Böylece toplumu yaşatmayı ve korumayı öngörmüştür. Biz, «bu suç­lar toplumun yapısını ilgilendiriyor» derken, elbette ki, diğerlerinin uzaktan veya yakından toplumla ilgili olmadığını söylemek istemiyo­ruz. Aslında her suç, biçimi ne olursa olsun elbette toplumun yapısını ilgilendirir. Ama şöyle diyebiliriz :

Her suç, toplumun dayandığı temel ilkeleri doğrudan doğruya et­kileyici değildir. Her ne kadar. toplumun çıkarlarıyla alâkadar iseler de, sosyal yapının temel ilkelerini direkt olarak ilgilendirmemektedirler. Böyle olmasa da, yukardaki suçlar gibi önem taşımazlar. Şu halde, İslâm hukuku; adı geçen fiiller için ağır cezalar koymakla beraber top­lumun yapısını, sosyal nizâmın dayandığı esasları ilgilendiren suçlarda, failin «kişiliği»ni ceza yönünden dikkate almamakla gayet mantıkî ve realist davranmıştır. Keza İslâm hukuku, belirli hudûdlar koyarak bu suçları birbirinden ayırırken de, ((tehlike» ve ((önem» bakımından fark­lılık gösteren diğerlerini kategorilere bölerken de, aynı mantıkî ve rea­list metodu izlemiştir.

İslâm Hukuku «had», «kısas» ve «diyet»! gerektiren diğer suçları, toplumun yapısını ve toplum nizâmının dayandığı ilkeleri «yakından ilgilendiren fiiller» şeklinde değerlendirir. Bu noktada her iki «suç» türü birbirine eşit olmakla beraber, İslâm hukuku, saldırıya uğrayan kişiye veya velîsine, kısas ve diyeti gerektiren fiillerde cezayı affetme yetkisi tanımış, «had» suçlarında ise böyle bir hak ve yetkiden sözet-memiştir. Bu ayırımın sebebi şudur:

Had suçları, verdikleri zarar yönünden doğrudan doğruya toplumu ilgilendirmektedir. Kısas ve diyete gelince... Her ne kadar toplum ya­pısını ilgilendiren yönleri varsa da «zarar», toplumdan çok, kişilere mü-teveccihdir.

Meselâ hırsızlık, harabe, iftira, içki içmek, irtidâd ve isyan bizâtihî toplumu tehdîd eden suçlardır. Toplum nizâmına ve güvenine saldındır. Bunun yanısıra kişileri de tehdîd etmektedir. Hırsız tarafından bir kısım malı çalman kişi için çalma eylemine konu olmaktan doğan teh­dit kadar, kaybettikleri üzücü değildir. Çünkü bu eylem, kişiyi, öteki mallarının da çalmabileceği korkusuna düşürür. Komşularından, tanı­dık ve bildiklerinden şüphe etmeye başlar. Haddi gerektiren diğer suç­lar için de aynı şeyler söylenebilir. Fakat topluma verdikleri zarar, kişi­lere verdiklerine oranla daha ağırdır. Öldürme ve yaralama suçlan da, zarar yönünden toplumdan çok kişilere dönük eylemlerdir. Bu suçları • işleyenler, bir noktaya kadar sadece kişilere saldırıyı ön plana alırlar. Eğer saldırı istenilene yöneltilemezse, başkalarına zarar vermek iste­mezler. O halde bahsi geçen bu suçlar, topluma yönelik bir saldırı ol­maktan çok, kişilere dönük eylemlerdir. Başka bir deyişle, bu suçlar, toplum düzen ve güvenini ötekiler gibi yakından ilgilendirmez. Hırsız böyle değildir. O, nerede olursa olsun, bulduğu malı çalar. Belli bir kişi­nin malım aşıramazsa, gider, herhangi bir kimseninkini çalar. Çünkü hırsızın amacı, kişiler değil mallardır. Ve mal herkeste bulunabilir. Zânî de böyledir. Belli bir kadınla zina etmek istemez. Amacı herhangi bir kadınla ilişki kurmaktır. Eğer belirli bir kadınla birleşmeye imkân bu­lamazsa başka birini arar.

Kısas ve diyet suçları, toplumdan çok kişileri ilgilendirdiğinden sal­dırıya uğrayan kişiye veya velîsine, kasd halinde, kısas ve diyetten bi­risini seçme hakkı tanınmıştır. Diyet, saldırıya uğrayan kişi için bu saldırının karşılanması şeklindedir. Ama kendisine saldırılan kişi, isterse kısas ve diyeti birlikte affedebilir.

Beşerî Hukukta Ceza Teorisi8

Beşerî Hukukta Ceza Teorisi

On sekizinci yüzyılın sonlarına kadar beşerî hukuk, suçluya, katı ve şiddetli bir gözle bakmaktaydı. Son derece korkutucu ve yıldırıcı olan cezaların ilkesi, intikam ve teşhirdi. Hukukî cezalar arasında yak­mak, asmak, kulak, dil, dudak gibi organları kesip koparmak, dağla­mak, demir zincirlere vurmak, pranga, sürgün, dövmek ve hapsetmek gibi eylemler vardı. Ve genellikle cezalar suçlarla orantılı değildi. Bazı cezalar, son derece ağır ve fecî idi. En basît suçlar için ölüm cezası verilebilirdi. Meselâ İngiliz yasaları, onsekizincı yüzyılın .sonuna ka­dar ikiyüze yakın suç için i'dâm cezası vermekteydi. Bunlar arasında bir şilinden fazla değer taşıyan şeylerin çalınması da vardı. Yani Mısır parasıyla beş kuruş... Fransız yasaları da çoğunluğu âdî suç olan iki-yüzonbeş fiile ölüm cezası uygulamaktaydı.

Beşerî hukuk, yaşayan insanlar gibi, «ölü»leri, hattâ hayvanları ve cansız maddeleri bile sorumluluk ve ceza konusu yapıyordu. Hem canlı insanların, hem de ölülerin, hayvanların ve katı maddelerin yargıla­nabileceğim kabul ediyordu. Duyan ve üzülen, düşünen ve akleden, yaşayan insanları cezalandırmayı uygun gördüğü gibi; üzüntü ve duyar­lığını yitirmiş, düşünce ve akıl dünyasından çoktan uzaklaşmış ölü be­denleri hattâ hayvanları bile tecziye ediyordu. Kendisini savunma gü­cünden yoksun donuk maddeleri suçlayabiliyordu.

Beşerî hukukun ceza ilkesi, suçludan intikam almak ve başkalarını korkutmaktı. Bu düşünce, katı kanun maddelerinin konulmasını ge­rektirmiştir. Bu maddelere göre, suçlunun kulağı ve burnu, ibret olsun diye kesiliyor, bedeni şekilden sekile sokulabiliyordu. Ölüler, hayvanlar ve cansız maddeler yargılanıyordu. Söylemeye gerek yok ki, bu gibi mad­deler yargılama sonucundan kesinlikle haberdâr değildi. Cezanın far­kında bile olamazlardı. Hayvanlar, mahkemede alman kararların sonu­cunu bilmiyorlardı, ama ızdırâb ve acısına katlanıyorlardı. Düşünce yeteneği olmayan bir hayvanın suçlanması ne anlam taşır? Fakat Önemli olan bunlar değildir. Asıl önemlisi, insanları korkutmaktır. Ve intikam duygusunu ruhlara iyice yerleştirmek için, çevreye korku sa­larak cezalar vermekti. Ölüler, hayvanlar ve katı maddeler de bu ceza­lardan kendilerini kurtaramazlardı.

Onsekizinci yüzyılın filozof ve sosyologları, ceza hukukunun dayan­dığı bu kuralları yıkmaya çalıştılar. Bunun yerine bir başka kavram getirmek istiyorlardı. Meselâ Jean Jacques Rousseau, «Toplum Sözleş­mesi» adlı eserinde bu konuyu ele alıyor ve cezadaki amacın, toplumu suçlardan korumak ve başkalarına eziyet verilmesini önlemek olduğunu savunuyordu. Beccaria da cezada savunma hakkı gereği üzerinde du­ruyor, amacın başkalarına engel olmak ve suçluyu uslandırmak oldu­ğunu belirtiyordu. Fransız DevrİmTnin ileri gelen kişileri, bu görüşlerin etkisinde kalmıştır. 1791 yılında çıkan Fransız yasaları, yukardaki fi­kirlerin izlerini taşır. Daha sonra Bentham gelir. Ve cezanın topluma yararları üzerinde durur. Toplumu koruduğunu açıklar. Suçluyu us­landırmak ve başkalarına engel olmak amacı gütmesi gerektiğini be­lirtir. Zamanla Kant'ın düşünceleri geçerlilik kazanır. Kant; cezayı, adalet olarak tanımlar. Bazı düşünürler, pragmatist düşünce ile ada­letçi görüş arasında bir uyum sağlayarak şöyle derler :

«Ceza, gerekli olandan fazla olmamalı ve adaletin hoşgörüsünü aşmamahdır.»

Sözünü ettiğimiz bu akımlar, suçlunun kişiliğiyle ilgilenmemek, sadece suça dikkat etmek, ağırlığına ve toplum üzerindeki etkilerine bakmak gibi özellikler taşır. Bunun için suç problemini uygun bir çö­züme kavuşturabilmiş değildir.

Daha sonra İlmî Teori veya İtalyan Teorisi adı verilen düşünce ortaya çıkar ki, suçu bütünüyle ihmâl ederek suçlunun kişiliğine göre hüküm verilmesi ilkesine dayanır. Bu teorinin taraftarları, suçlunun kafa yapısına, bünyesine, tarihine ve önemine göre ceza verilmesini savunurlar. Suç işlemeye müsait bir karaktere sahib olan kişiyi, işlediği suç basit de olsa, ebediyyen toplumdan uzaklaştırmak veya yoket-mek gereğini öne sürerler. Suç işlemeyi alışkanlık haline getiren suçlu da, doğuştan suç işlemeye uygun bir karakter yapısına ^ahib olan ki­şiler gibidir. Şartların ve rastlantıların suçlu kıldığı kimselere gelince... bunlara basit ve hafîf cezalar verilmesi gerekir. İsterse suçlan çok Önemli olsun... Duygusal etkilerle suç işleyen kişilere ise, ceza vermek gereksizdir.

İlmî Teori adı verilen İtalyan Teorisi de, suç probleminin çözüm­lenmesi konusunda başarı kazanamamıştır. Çünkü suçluyu dikkate almakta ve suçu ihmâl etmektedir. Ayrıca kesin ve farkedilebilir bir ayırım gözetmeksizin suçlular arasında farklı değerlendirmeler yap­maktadır. Bazılarını cezasız bırakırken aynı suçu işleyen öteki kişileri en ağır cezalara çarptırmaktadır.

Sonradan gelen bir kısım hukukçular, suçlunun durumunu dikkate almadan, suça göre davranan ve ilmî teori adı verilen İtalyan sistemiyle, suçluya bakarak suçu ihmâl eden eski teorilerin başarısızlığını görmüş ve bunların dayandığı düşünceler arasında bir sentez yapmaya çalış­mışlardır. Neticede yeni bir teori bulunmuştur. Bu teoriye göre, suçlara verilecek ceza konusunda geçerli iki görüş vardır :

a) Uslandırma ve engel olma fikri,

b) Suçlunun kişiliği fikri,

Ne var ki, bu sentezle bir önceki teorilerden farklı bir neticeye va­rılamamış ve çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Çünkü bu görüş, çoğunlukla birbiriyle çelişen paradoksal iki düşünceye dayanır. Her cezada suçlunun kişiliğini göz önünde tutmak ve özellikle toplum nizâ­mını ve ahlâkım ilgilendiren önemli suçlarda toplumu korumak için uslandırma ve engel olma düşüncesine sarılmak genellikle gerçekleşme imkânı bulamaz. Toplumu koruma düşüncesi ön plana alınırsa, gerek önemli gerekse önemsiz suçlarda, suçlunun kişiliğine dikkat imkanı kal­maz.

Bugün beşerî hukuk bilginleri arasında geçerli olan fikir; cezadaki amacın, suçlunun ıslâhı, uslandınlması ve toplum içindeki eski yerine dönmesini sağlamak şeklinde özetlenebilir. Bununla beraber ikinci bir akım da cezaya, ıslâhı kabil olmayan suçluları kökten yokedici ve or­tadan kaldırıcı bir araç olarak bakmaktadır.

Üçüncü bir görüşün bağlıları ise; cezanın, TOPLUMU KORUMAK için bir vasıta olmasını, suç işlemeyi içinden geçirenleri işlemekten alı­koyacak bir korku unsuru olmasını öngörmektedir. Devletlerarası ceza hukuku sempozyumunda bu görüş kuvvet kazanmış, aralarında Alman­ya da olmak üzere Avrupa ülkeleri bu görüşü benimsemişlerdir.

Bu akımlar, tamamen ya suçluyu nazar-ı i'tibâra alıp suçu ihmâl etmekte, ya da suçu nazar-ı i'tibâra alıp suçluyu ihmâl etmekte veya iki fikrin arasını birleştirmeye çalışmaktadırlar.

İşte beşerî hukuk dünyasında geçerli olan muhtelif ceza teorileri bunlardan ibarettir. Bu teorileri gözden geçirdiğimizde görülmektedir ki, hukukçular birbiriyle tamamen çelişen değişik yönlerde hareket et­mektedirler. Görüşlerin farklılığı, beşerî hukukta ceza prensibi için de­ğişmez bir ölçü koyma imkânını ortadan kaldırmaktadır. Bunun için her devlet, kendi özel menfaatına uygun veya bağlı bulunduğu ideoloji­sine muvafık olan yönde bir prensib kabul etmiştir.

Öyle sanıyoruz ki, ceza hukuku konusundaki bu muhtelif görüşler ve akımlar, devletlerarası ceza hukuku sempozyumunun toplanmasına vesile olmuştur. Bu sempozyumlarda alınan karârlar, tecrübelerin gös­terdiği yolda daha iyi bir hedef tesbît etmek doğrultusundadır. Suçla mücâdele konusunda, kuvvetli ve başarılı neticeler sağlayacak daha iyi ceza düzeni kurmayı gaye edinmektedir.

Beşerî hukukta kanun koyucular, mümkün mertebe muhtelif gö­rüş ve akımlar arasında' birlik sağlamaya çalışmışlardır. Kesin çâreler ve ameliyelerle kendilerine yöneltilen tenkidleri ve eleştirileri etkisiz kılmaya çalışmışlardır. Bu konuda misâl olarak Mısır Ceza Kanununu alabiliriz. Mısır ceza kanununun görüş noktasını, imkânlar nisbetinde aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz :

a) Mısır ceza kanunu, cezadan maksat toplumun korunmasıdır, di­yen görüşü ve prensibi kabul etmiştir. Koyduğu bütün "cezalarda bu esâsı benimsemiştir. Buna göre ceza, suçlunun eylemini engelleyici ve başkalarının da aynı eylemleri düşünmesini önleyici ve uslandırıcı ni­telikte olmalıdır.

b) Bir noktaya kadar Mısır ceza hukuku, İlmî Teoriyi benimse­miştir.

Hemen hemen bütün suçlarda suçlunun kişiliğini unutmamıştır.

Ve her suç için iki ceza kabul etmiştir. Cezalardan birisi diğerin­den daha hafiftir. Ve her ceza için de iki hudûd ta'yîn etmiştir. Bu hudûd arasında bir ceza prensibini uygun görmüştür. Cinayet suçla­rında hâkimlere bu cezalar arasında değiştirme yapmak yetkisini ver­miş, verilen ceza bir yıllık hapis süresini aşmadığı takdirde cezayı dur­durma hakkını tanımıştır. Bu demektir ki, Mısır ceza kanunu suçlu­nun kişiliğini kabul etmiş ve cezayı ona göre koymuştur. Ancak hâki-' mi, cezanın seçimi ve takdiri konusunda suçlunun şahsiyetini dikkate almak bakımından tâm olarak zorlanıamıştır. Hâkimlere, suçlunun ki­şiliğini nazar-ı i'tibâra almak yetkisini tanımıştır. Eğer suçlunun şart­lan gerektirirse hâkim, bu şartı nazar-ı i'tibâra alır. Gerektirmezse dikkate almaz.

c) Mısır kanun koyucusu bu iki prensibi kabul etmekle beraber suçlunun kişiliğini dikkate almanın her suç için Özellikle ağır suçlarda iyi olmayacağını görerek, bazı suçlarda hâkimlerin belirli cezanın aşa­ğısında bir ceza vermelerini yasaklamış ve bazı suçlarda da cezanın kaldırılmasını veya tatbikini durdurmayı istemiştir. 1928 yılında çıkan uyuşturucu maddeler kanununda bu prensibi kabul etmiştir. Keza 1941 yılında çıkan hile ve aldatma ile ilgili kanunla 1949 yılında çıkan silah­larla ilgili kanun bu niteliktedir. Elbette ki, Mısır kanun koyucusunun bu son prensibi kabul ettikten sonra ceza kanunlarına bu prensib doğ­rultusunda yeniden gözatması mantıkî bir zarurettir. Buna göre hâ­kimlerin hîle, uyuşturucu maddeler kullanmak ve silah taşımakla ilgili suçlardan toplum için çok daha ağır olan suçlarda suçlunun şahsiyetini gözonünde bulundurmayı yasaklaması gereklidir. Ne var ki, Mısır ceza kanunu böyle bir yol tutmamış ve bu mantıkî çelişki kötü bir sonuca vesile olmuştur. Öyle ki, Mısır ceza kanunları hîle, uyuşturucu maddeler ve silah taşımak konusunda cezanın durdurulmasını veya hafifletilme­sini yasaklarken; hiyânet, ihtilas, rüşvet, öldürmek, hırsızlık, zina ve iftira gibi çok ağır suçlarda cezanın durdurulması veya tahfifini kabul etmiştir. Şüphesiz ki bu saydığımız suçlar; toplumun yapısı, emniyeti ve nizâmı için hîle, uyuşturucu maddeler ve silah taşıma suçlarından çok daha tehlikelidir ve zararlıdır.

İşte teorik ve pratik bakımından beşerî hukukun ceza ile ilgili be­yanatları... Buna göre beşerî hukuk, cezada uslandırma ve toplumu, suçlunun şerrinden koruma gayesi güdülmesini kabul ederken, cezanın takdirinde suçlunun kişiliğini ihmâl etmemeyi öngörmektedir. Modern yasalardan bir kısmı da bazı suçlarda, suçlunun kişiliğini ihmâl etme­meyi öngörmektedir. Modern yasalardan bir kısmı da bazı suçlarda, suçlunun kişiliğinin ihmâl edildiği görülmektedir. Beşerî hukuk, birinci noktada çok açık ve mantıklı olmakla beraber, ikinci ve üçüncü konu­da tamamen karmaşık ve mantık dışı bir yol izlemiştir. Öyle ki, her iki prensibin hangi noktaya kadar uygulanacağı henüz kestirilememiştir.

Okuyucularımız İslâm hukukunun ceza konusundaki görüşleriyle beşerî hukuktaki muhtelif nazariyeleri gördükten sonra; diyebiliriz ki, İslâm hukuku onsekizinci yüzyıldan sonra ortaya çıkmış olan beşerî hukuk teorilerinin hepsini içinde toplamıştır. Çünkü İslâm hukukuna göre cezalar; toplumun menfaati için, fertlerin ıslâhı ve toplumu suç­tan korumak, suçlara karşı kendisini müdâfaa ettirebilmek için konul­muştur. Binâenaleyh İslâm hukukuna göre cezaların, toplumun ihti­yâcından fazla olmaması gerektiği gibi ihtiyâcın altında da kalmaması gereklidir. Bu görüş, adalet ve menfaat görüşünün birlikte tatbikatıdır. İşte Rousseau'nun Beccaria'nın ve Bentham'ın uygulamak istedikleri görüş buydu. Kant ve sosyologlar da aynı görüşün tatbikini istiyorlardı. İslâm hukukunda ceza ile, suçlunun ıslâh olması ona acıma ve iyilik kasd edilmiştir. Binâenaleyh sanığın durumunun cezanın takdirinde kat'iyyen ihmâl edilmemesi gerekir. Bu ise ilmî teori denilen İtalyan görüşünün hedefini teşkil eder.

İslâm hukuku onsekizinci yüzyıldan günümüze kadar geçerli olan beşerî hukukun suçla ilgili görüşlerini kendisinde topladığına göre; İs­lâm hukuku, beşerî hukukun dûçâr olduğu eksikliklerden uzak kalmış ve ona yöneltilen eleştirilerden kurtulmuş demektir. Öyle sanıyoruz ki, İslâm hukukunda suçla ilgili tamamen teknik ve mükemmel bir ilmî nazariyenin konulmuş olması ve bu nazariyenin, tenkid ve eleştiriyi gerektirmeyen bir seviyeye ermiş olması ve buna karşı her türlü geliş­melere rağmen beşerî hukukun, İslâm hukukunun peşinden gederek onun adımlarını ta'kîb ve taklîd etmesi yine de İslâm hukukunun vardığı neticeye varamaması gibi hususların bilinmesi birçok kişileri dehşete düşürecektir. Beşerî hukukun bugün ulaştığı merhale ile gelecekte ula­şacağı hedefler; ne kadar gelişmiş olursa olsun, İslâm hukukunun koy­duğu çerçevenin dışına kat'iyyen çıkamayacaktır.

Şu halde diyebiliriz ki, İslâm Hukukuyla beşerî hukuk arasında cezanın dayandığı prensibler ve kaideler bakımından bir ihtilâf yoktur. İhtilâf, sadece bu prensib ve hükümlerin tatbik olunma keyfiyeti üze­rindedir. İslâm hukuku, beşerî hukukun kabullendiği prensiblerin tü­münü kabul etmiş, ama bunun yanısıra bu prensibler arasında bir birlik sağlayarak cezaların ve suçların hepsini aynı noktaya toplamamıştır. Her prensibin tatbik olunduğu bir mıntıka çizmiş ve sadece orada ge­çerli olmasını ve onun dışında geçerli olmamasını öngörmüştür. Bu çizi­len mıntıkalar için açık ve kesin işaretler koymuş, akıl ve görüş sahibi kimsenin yanılmayacağı hudûdlar çizmiştir. İşte böylelikle İslâm hu­kuku, herkesin karşısına hiçbir eksikliği ve hatâsı olmayan, gayet pratik ve mantıkî bir nazariye ile çıkmasını başarabilmiştir. Beşerî hukukun ise, bu prensiblerin hepsini aynı çuvala doldurmak ve suçlar arasında bir eşitlik yağlamak gibi bir kasdla çıkmaz bir noktaya gelmiştir. Ne­ticede kanun koyucular, geçerli pratik çâreler ortaya koyamadıkları gibi hukuk bilginleri de objektif, sağlam ve ilmî teoriler ihdas edememiş­lerdir. Bugün beşerî hukukun, cezanın dayandığı esâs prensibler konu­sunda uyguladığı hükümler, toplumun ve ferdlerin menfaatine uygun düşen ve eşyanın tabiatına uyan prensibler olmak zorundadır. Bu pren­siblerin her biri için ayrrbir nokta ve hudûd çizilmesi gerekir. Bu nok­talarda suçun ve suçlunun durumu dikkate alınmaksızın toplumun menfaati gözönünde bulundurulmalıdır ki, ancak o zaman İslâm huku­kunun başından beri getirmiş olduğu hükümlerin seviyesine ulaşması mümkün olur.

Bütün bunları hatırlattıktan sonra diyebiliriz ki, onsekizinci yüz­yılın sonlarına kadar beşerî hukuk, insanlık ufkunun çok gerilerinde bir takım akılalmaz maddeler ihtiva ediyordu. Canlıları, ölüleri, hayvanları ve cansız maddeleri mahkeme konusu yaparak hepsine ayrı ayrı ceza­lar uyguluyordu. Onsekizinci yüzyılda ilk olarak beşerî hukuk, İslâm hukukunun getirmiş olduğu prensiblere dönmek zaruretini hissetmişti. Böylece daha önce vahşetin timsâli olan kanunlar, insanlığın gereği olan maddeler ile dolup taşmaya başladı. Zîrâ îslâm hukukunun getir-diğpprensiblerin kabulüyle ceza, toplumun himâyesi maksadıyla uslan-dırmaya ve engel olma esâsına dayanmış oldu. îbret ve teşhir ihtiyâcı kalmadı. Hukuk mantığı, ölülerin, hayvanların ve cansız maddelerin mahkemesini kabullenmez oldu. Çünkü ceza, bu gibi varlıklara hiçbir fayda sağlamaz. Binâenaleyh onları uslandırma gayesi diye birşey söz-konusu olamaz. İşte beşerî hukukun ancak XVIII. yüzyılda tanıyabil­diği bu temel prensibi, İslâm hukuku milâdın VII. yüzyılında getirmiş ve tatbîk etmiştir. Bunun için de îslâm hukuku, ilk gününden itibaren cezaî sorumluluk merkezi olarak sadece canlı varlığı, yani inşam kabul etmiştir. Bunun dışında hiçbir şey, cezaî sorumluluk mevkiine alınma­mıştır. İslâm hukukunda, beşerî hukukta görülen ölülerin hayvanların ve katı maddelerin mahkemesi gibi gülünç haller görülmemiştir. îbret ve temsil için intikam duyguları alevlendirilmemiştir. Allah'ın Rasûlü ibret için cezalandırılmayı, kudurmuş köpeklerde bile yasaklamıştır. Hayvanlar için böyle bir şeye rızâ göstermeyen bir peygamber, şüphesiz ki insanlar için buna hiç rızâ göstermez. Bütün bunlardan sonra İslâm hukukunun, beşerî hukuktan düşünce itibarıyla onbir asır ilerde olması ve ikiyüzyıldır beşeriyetin onun peşini ta'kîb etmesine rağmen hâlâ dü­şünce merhalesi itibarıyla pek gerilerde bulunması bir iftira vesilesi olarak belirtilmeye değen önemli bir noktadır.

Cezanın Şartları11

Cezanın Şartları

Her cezada, meşru' olabilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gerekir:

a) Ceza meşru' olmalıdır. Şer'î kaynakların dayandığı Kur'an, sün­net veya icmâ'a istinâd ettiği, yahut da ihtisas kurulları tarafından çı­karılan kanunlara uygun olduğu takdirde ceza meşru' olur.

Yöneticilerin çıkardıkları cezaların, şer'î hükümlere aykırı olma­ması şarttır. Aksi takdirde onlar bâtıl sayılır.

Cezanın meşru' olması için şer'î hükümlere uygun olması şartının tabiî netîcesi olarak hâkimin, konulan hükümlere daha uygun oldu­ğuna kanâat getirse bile kendi kafasından bir ceza koymaması gerekir.

Basıları yanlış olarak İslâm hukukunun, hâkime ceza konusunda tahakküm etme yetkisi tanıdığını zannederler ki; bu zan realiteye uy­mayan korkunç bir hatâdır. Bu zannın kaynağı, şer'î hükümleri bilme­mekten başka birşey değildir. İslâm hukukunda cezalar; hadler, kısas ve ta'zîr cezaları olmak üzere üçe ayrılır. Hadd ve kısas cezaları önceden ta'yîn olunur. Hâkimin bu cezalara müdâhalesi yoktur. Suç sabit olduğu sürece hâkim, bu cezayı olduğu gibi tatbik etmek zorundadır. Hafiflet­me veya ağırlaştırmak yetkisi yoktur. Onun yerine bir başka ceza vere­mez. Meselâ hırsızlık suçunun cezası elin kesilmesidir. Suç sabit olduğu takdirde hâkimin, el kesme cezasının dışında başka bir ceza vermesi mümkün değildir. Ancak elin kesilmesine mâni teşkil eden meşru' bir sebeb varsa durum değişir. Meselâ babanın, çocuğun malını çalması gibi. Evli olmayan zânînin cezası yüz sopadır. Suç sabit olduğu takdirde hâkimin, yüz sopa vurma cezası vermesi gereklidir. Bu cezayı artırma ve eksiltme yetkisi yoktur. Bunun yerine başka bir ceza da veremez. Kasıdlı öldürme suçunun cezası kısastır.1 Yani aynı şekilde öldürülmek­tir. Suçlunun suçu işlediği sabit olunca hâkimin, kısas hükmü vermesi gereklidir. Bunun dışında bir hüküm veremez. Ancak kısasın uygulan­masına engel teşkil eden meşru' bir sebeb bulunursa durum değişir. Şu halde hâkimin had ve kısas ceşâlarındaki yetkisi sınırlı ve mahdûddur.

Ta'zîr suçlarına gelince, bu suçlarda hâkimin yetkisi geniş ol­makla beraber tahakküm anlamına gelmez. Ta'zîr suçlarında hâkimin yetkisi geniştir. Çünkü İslâm hukuku, 'ta'zîr suçlan için bir takım cezalar mecmuası koyar. Ki bu, en hafîf cezadan tevbîh ve ihtar gibi, en ağırına kadar hapis, öldürme gibi yükselir. İslâm hukuku hâkimi, suça ve suçlunun durumuna uygun cezayı, bu ceza mecmuası arasın­dan seçme konusunda hür bırakır. Ayrıca cezanın en alt ve en üst sınırlarından birisini seçme konusunda da takdir yetkisi hâkimindir. Şüphesiz ki, hâkime bu geniş ve meşru yetkinin tanınması, mesele­lerin kolayca halline sebeb olur. Ayrıca toplumu suçtan koruyacak, suçluyu ıslâh edip uslandıracak veya suçluyu lâyık olduğu cezaya çarptıracak imkânı sağlar. Hâkimin yetkisi hernekadar geniş ise de, hâkimin suçlu üzerine tahakküm yetkisi yoktur. Çünkü şer'an belir­tilmeyen cezayı veremez. Suçlunun işlediği suça uygun olmayan bir ceza da veremez. Öyle sanıyoruz ki, ta'zîr suçlarında hâkimin yetki­sinin genişliği, bazılarının İslâm hukukunda hâkimlere tahakküm yet­kisi verildiği zannı gibi yanlış bir tahmine düşmelerine sebeb olmuştur.

İslâm hukukunda hâkimlere böylesine geniş yetki vermek zarureti mevcûd değildir. Binâenaleyh yöneticiler, isterlerse hâkimlerin bu yet­kisini daraltabilirler. Tabiî âmme menfaatları bunu gerektiriyorsa. Çünkü hâkimlere böylesine geniş yetki vermeyi gerekli kılan husus âmme menfaatidir.

b) Ceza şahsî olmalıdır. Cezanın, suçu işleyen şahsa münhasır ol­ması gerektir,. Bunun dışına taşmaması şarttır. İslâm hukukunun üze­rine dayandığı temel prensiblerden birisi de b.udur. Bu konuda mes'û-liyetten sözederken yeterince bahsetmiştik.

c) Ceza umûmî olmalıdır. Cezanın dereceleri ne kadar farklı olursa olsun, herkese aynı şekilde uygulanması gerekir. Öyle ki, ceza karşı­sındaki hâkim ile mahkûm, zengin ile fakîr bilgili ile bilgisiz eşit olma­lıdır.

Cezada tâm bir eşitlik, ancak had veya kısas cezası verildiği zaman mümkündür. Çünkü bu cezalar kesindir. Ve önceden hükmü vaz'olun-muştur. Belirtilen suçları işleyen herkes, bu cezaya çarptırılır. Cezanın nev'i ve miktarı konusunda hiçbir kimseye ayrıcalık tanımaz.

Şayet verilen ceza ta'zîr cezası ise, bu takdirde herkesin eşit ceza görmesi istenmez. Eğer ta'zîr cezalarında eşitlik şartı bulunmuş olsaydı, ta'zîr cezası olmaktan çıkar hadd cezası olurdu. Ta'zîr cezasında cezanın sadece suçluya te'sîrinde eşitlik aranır. Yani cezanın etkisinden maksat, uslandırma ve suça engel olmadır. Bazı kişiler vardır ki, ihtarla suçtan vazgeçerler. Bazıları vardır ki, ancak dövmek veya hapisle suç işlemek­ten vazgeçerler. Bu takdirde aynı suçu işleyenlerin, muhtelif cezalarla cezalandırılması ve hepsinin kendi şartına ve durumuna göre suçu iş­lemekten vazgeçmesinin sağlanması, eşitliğin gerçekleştirilmesi için yeterlidir.1

İslâm Hukukunda Cezaların Uygulanış Şekli12

İslâm Hukukunda Cezaların Uygulanış Şekli

İslâm hukukunda esâs itibarıyla cezaların infazı bakımından suç­lar üç kısma ayrılır :

a) Haddi gerektiren suçlar

b) Kısas ve diyeti gerektiren suçlar

c) Ta'zîri gerektiren suçlar

Bu üç tür suçtan hangisi bir kişiye isnâd olunursa, onun hakkında dâva açılır. Eğer suçu işlediği sabit görülürse, suç için şer*an konulmuş bulunan cezaya çarptırılır. Suçu işlediği sabit görülmezse, berâetine hükmedilir ve kendisine isnâd edilen suçtan temize çıkmış sayılır. Eğer sanığa ceza hükmü verilirse, işlenen suç had veya ta'zîr bölümüne giren suçlardansa, devlet yöneticileri bu cezayı infaz ederler. Ama işlenen suç kısası gerektiren suçlardansa, suça konu olan (tecâvüze uğrayan) kişi veya onun velîsi belirli şartlar altında kısas cezasını infazda yetkilidir­ler. Bu şartlan aşağıda tafsilatıyla açıklayacağız.

Haddi Gerektiren Suçlarda İnfaz. 12

Haddi Gerektiren Suçlarda İnfaz

İslâm hukukçuları arasında ittifakla kabul edilmektedir ki, yani haddi gerektiren suçlar için konulmuş bulunan cezaları, ancak devlet reîsi veya onun vekili tatbîk edebilir. Çünkü hadd Allah'ın hakkıdır ve bu hak, toplumun menfaati için teşri' olunmuştur. Binâenaleyh onu îfâ yetkisi, toplumun vekili ve temsilcisi olan devlet reisine görev olarak verilmiştir. Hadd cezası çabayı gerektireceğinden ve suçluya acıyıp hükmü uygulamama veya aşırı gitme ihtimâli bulunacağından, tâm olarak infazı te'mînât altına alınmak için bu yetki devleti yönetenlere verilmiştir. İsterse yönetici bizzat kendisi haddi tatbik eder, isterse kendi yerine temsilci olarak koyduğu birisi haddi uygular.

Haddin tatbiki ânında devlet reisinin hazır bulunması şartı yoktur. Çünkü Allah'ın Rasûlü (s.a.) böyle bir şeyi gerekli görmemiştir. Bir hâdise üzerine şöyle buyurmuştur :

«Ey Enes! Yarın şu kadına yemeğini yedir. Eğer itiraf ederse onu recmet!»

Allah'ın Rasûlü Gamit kabilesinden olan Mâiz'in recmini emretmiş ve kendisi recim ânında hazır bulunmamıştır. Huzuruna getirilen bir hırsızın elinin kesilmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur :

«Onu götürün ve elini kesin!»

Şu kadar var ki, haddin tatbiki için devlet reisinin izni gerekir. Zîrâ Allah'ın Rasûlünün devr-i saadetinde onun izni olmadan hiçbir hadd tatbik olunmamıştır. Hulefâ-i Râşidîn devrinde de onların izni olmadan hiçbir haddin tatbik edilmemiş olduğunu görmekteyiz. Bu konuda Allah'ın Rasûlünden rivayet edilen bir de hadîs-i şerif vardır:

«Dört şey valilere (yöneticilere) aittir: .

Haddler, zekâtlar, toplantılar ve ganimetler!»

İslâm hukukunda genel kaide, haddin tatbikinin devlet reisine ve­ya yöneticisine âit olmakla beraber, bunların dışındaki ferdlerden bir kişinin haddi tatbik etmesi halinde de eğer tatbik olunan hadd, canın veya bir organın telef olmasına neden oluyorsa onu tatbik eden kişi bundan sorumlu tutulmaz.

Yani bir kişi; öldürme, el kesme yahut ayak kesme haddini tatbîk ederse bundan dolayı sorumlu olmaz. Sadece güvenlik kuvvetlerinin gö­revini üstlenmesi itibarıyla, sorumlu olur. Ancak hadd; zina ve iftira suçunda olduğu gibi sopa şeklinde canı telef edici bir ceza değilse bunu tatbîk eden kişi, tatbîk edişinden dolayı sorumlu tutulur. Yani dövme ve yaralama ve diğer fiillerden ötürü mes'ûl olur. Bu iki durum arasın­daki fark şuradan gelmektedir. Canı veya herhangi bir organı yoket-meye vesîle olan hadd hükmü, canın ve organın ma'sûmiyyet duru­munu, ortadan kaldırır. Canı ma'sûm olmayan, kişinin katli mubahtır. Ma'sûmiyeti ortadan-,kalkan uzvu yok etmek mubahtır. Şu halde öldür­me veya uzvu koparma mübâh bir fiil olmaktadır ki, mübâh bir fiili işleyenin suçlu olarak kabul edilmesi imkânsızdır. Canı veya bir uzvu yoketmeyi te'mîn etmeyen hadd cezası ise, canın veya uzvun ma'sûmi-yetini ortadan kaldırmaz. Binâenaleyh cezası öldürücü veya koparıci-bir hadd olmayan herhangi bir suçu işleyen kimsenin ma'sûmiyeti baki kalır ve ona bu haddi tatbik eden kişi suç işlemiş olur. Elbette haddi tatbik eden, cezayı infaz yetkisini elinde tutan makam olmazsa. Böyle bir makam için ma'sûmiyet, sözkonusu değildir.

Ta'zîri gerektiren suçlarda, mahkûmun cezasının infazı yetkisi dev­let reisine veya onun vekiline aittir. Çünkü ta'zîr cezaları, toplumun hi­mâyesi kasdıyla konulmuş cezalardır. Binâenaleyh bu cezayı infaz yet­kisi, toplumun temsilcisine veya vekiline âit olmak gerekir.

Devlet reisinin veya vekilinin dışında canı yokedici ceza da olsa ta'zîr cezasını tatbik yetkisi yoktur. Meselâ ta'zîr cezası olarak hakkında ölüm fermanı verilmiş olan bir mahkûmu, bir kişi bu cezayı tatbik kas­dıyla öldürürse, katil olarak cezalandırılır. Cam telef eden hadd cezasıy­la canı telef eden ta'zîr cezası arasındaki bu farkın nedeni şudur: Hadd cezasını; affetme, ortadan kaldırma, tatbikini durdurma yetkisi kimseye âit değildir ve bu hak kimseye verilmemiştir. Bu ceza muhak­kak tatbiki gereken cezadır. Ama ta'zîr cezasını affeder. Bunun için de o, zarurî olmayan bir cezadır. Bu cezanın verilmesiyle mahkûmun ma'-sûmiyeti-ortadan kalkmaz ve kanı heder olmaz. Çünkü son anda devlet yöneticisinin onu affetmesi imkânı her zaman için vâriddir.

Aslında kısas suçlarıyla ilgili cezalar da, diğer cezalar gibi devlet reisi tarafından tatbik edilmesi gereken cezalardır. Ancak istisnaî ola­rak kısas cezasının, kan sahibinin bilgisi veya tecâvüze uğrayanın gör­güsü altında infazı caiz görülmüştür. Aslında bunun nedeni şu âyet-i celîle'dir:

«Kim de zulm olunarak öldürülürse; gerçekten Biz, onun velîsi için bir hak kılmışızdır. Binâenaleyh o da öldürmede aşırı gitmesin.»

İslâm hukukunda ittifakla kabul edilmiştir ki, tecâvüze uğrayanın (suça konu olanın) velîsine, devlet yetkililerinin gözetimi altında ol­mak kaydıyla kısas cezasını infaz etme hakkı tanınmıştır. Kan sahibi, yöneticilerin veya temsilcilerinin hazır bulunmadığı bir yerde bu cezayı infaz edecek olursa, emir yerini bulmuş olur ve kısas fiili gerçekleşir. Sadece kan sahibine görevlilerin görevini yüklendiği ve yapılması ya­sak olan bir fiili işlediği hasebiyle ta'zîr cezası verilir. Devlet yöneti­cisi kan sahibine bakar, eğer cezayı tatbik edecek güçte olduğunu ve cezanın tatbiki için lâzım gelen bilgiye, yeteneğe hâiz olduğunu görür­se, cezanın infazını ona bırakır. Ama kan sahibinin infaza yeterli ol­madığını kabul ederse, hakkını kullanmaktan âciz olduğu için onun yerine başkasını vekîl kılmasını emreder.

Had ve kısas cezalarının infazı için görevlinin ta'yînini önleyecek hiçbir hukukî engel yoktur. Bu görevli devletin hazînesinden ücretini alabilir. Çünkü infaz ameliyesi, âmme menfaatlarını ilgilendiren işler­dendir. Binâenaleyh kan sahibi, kısas hükmünü yeterince İnfaz edecek durumda değilse, bu görevliyi cezanın infazına vekîl eder.

Eğer tatbik olunacak kısas hükmü, öldürmenin dışında bir hüküm-se İmâm A'zam Ebu Hanîfe'ye göre, tecâvüze uğrayan kişinin velîsi bizzat verilen hükmü tatbike muktedir ise tatbik eder. Eğer bunu yapa­cak güçte değilse, yapabilecek birisini yerine vekil ta'yîn eder. İmâm A'zâm'ın bu görüşü, Hanbelî mezhebinin görüşüne uyar.

îmânı Mâlik, İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel mezhebinden bir başka görüş ise tecâvüze uğrayanın, öldürme dışındaki kısas cezalarını hiçbir şekilde infaz etme yetkisi yoktur. İster tecâvüze uğrayan kişi veya velîsi kısas hükmünü yeterince yapabilecek güçte olsun, ister olmasın. Çünkü tecâvüze uğrayana acımak kasdıyla cezayı gereğince tatbik ede­memesi, yahut da telâfisi mümkün olmayan aşırı bir davranıştan ken­dini alamaması ihtimâli mevcûddur. Binâenaleyh bu görüş taraftarla­rına göre, öldürmenin dışındaki kısas cezalarında bu konuda yetenekli olan birisi hükmü uygular. Bu takdirde yetenekli birisinin bu maksada tahsis edilmiş olarak görevlendirilmesinde bir beis yoktur.

Ölümü gerektiren kısas hükmü, Ebu Hanîfe'ye göre ve Hanbelî mezhebinden bir rivayet uyarınca ancak kılıçla infaz olunur. Suçlu ölüm fiilini ister kılıçla, ister başka bir âletle, ister boynunu kopararak, ister yaralayarak, ister boğarak, ister yakarak işlemiş olsun. Bunu söyle­yenlerin delili Rasûlullah (s.a.) m şu hadis-i şerifidir :

«Kısas, ancak kılıçla olur.»

Hadisin zahirî mânâsında kısasın, kılıç dışında bir âletle infazı men'olunmaktadır.

Ölüm fiili, bir organın koparılması neticesi vukûbulmuşsa, bu tak­dirde kısas kılıçla yapılır. Çünkü suçlunun fiili, ânında Öldürücü şekilde vukûbulmuştur, ona yapılacak kısas da ânında öldürücü olacaktır. Şâ yet suçlunun kopardığı organ gibi bir organı koparılırsa; sonra da ko­parmadan dolayı ölmeyişi nedeniyle boynu kesilirse, bu verilen ceza misliyle mukabil olur. Ayrıca boynun koparılması, uzvun koparılma­sının tamamlayıcı bir neticesi olarak da değerlendirilemez. Çünkü bir şeyi tamamlayan şey; onun devamından ibaret olan bir şeydir. Halbuki boyun koparma, öldürme demektir ve vücûdun herhangi bir organının kesilmesinden farklıdır. Hattâ daha ileri bir fiildir ve kesilmenin deva­mı değildir. Binâenaleyh öldürmek şeklindeki kısastan maksad, kişi­nin öldürülmesidir. Ölüm fiili boynun uçurulmasıyla mümkün olduğu­na göre, diğer organların yokedilmesi caiz olmaz. Çünkü organın ke­silmesi cezayı tatbik değil, suçluya işkencedir.

Kan sahibi, suçluyu kılıç dışında bir âletle öldürmek isterse buna müsâade verilmez. Eğer ısrar edip yapacak olursa, devletin görevini üst­lenmesi hasebiyle ta'zîr cezasına çarptırılır. Ancak kısas hakkını kul­lanmış olarak kabul edilir ve ona kısas cezası tatbîk olunmaz. Çünkü kısası infaz, onun bir hakkıdır. Bunu ne şekilde olursa olsun gerçekleştirme yetkisine sahiptir. İster sopayla öldürür, ister taşla, ister bir yer­den atarak, ister çukura yuvarlayarak, ister başka bir şekilde. Öldürmek hakkı olduğuna göre kılıç dışında bir vâsıta ile öldürmesi halinde de hakkını kullanmıştır. Ancak hakkını devletin kendisine tanıdığının dı­şında başka bir şekilde kullandığı için ta'zîr cezası verilir.

İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel mezhebinden bir rivayete göre katil, kati fiilini liasıl yapmışsa aynı şekilde katlolunur. Eğer düş­manını kılıçla öldürmüşse, ona uygulanacak kısas da kılıçla olacaktır.

Çünkü âyet-i celîle, bunun böyle olması gerektiğini ifâde etmek­tedir ;

«Kim de tecâvüz ederse, siz de ona size tecâvüz ettiğinin misliyle tecâvüz edin.» (Bakara, 194).

Eğer katil; yakarak, boğarak, taş atarak, yuvarlayarak, döverek, hapsederek, aç ve susuz bırakarak öldürmüşse kan sahibi de aynı şe­kilde kısas hükmünü uygulama hakkına hâizdir. Çünkü âyet-i celîle açıkça' belirtmektedir.

«Eğer siz de saldırıya uğrarsanız size saldırıldığı gibi saldırınız.» (Nahl, 126)

Kısas, mümâselet esâsına dayanır. Kan sahibinin kısas hakkını, kendi kanlısına uygulanan şekilde mümasil olarak uygulaması hakkı­dır. Kan sahibi, isterse bu durumların hepsinde kısas hükmünü kılıçla uygular. Çünkü suçluyu öldürmek kendisinin hakkıdır. Ta'zîbten vaz­geçip sadece kılıçla öldürmeyi tercih ederse, kan sahibi haklarından bir kısmım bırakmış ve bir kısmını uygulamış olur ki caizdir.

Kati, eğer kendiliğinden olan bir fiille yapılmışsa, kuvvetli görüş uyarınca kısas hükmü kılıçla tatbik edilir.

Kan sahibi kısas hükmünü bizzat tatbik etmek isterse, kısası ya­pabilecek yetenekte olması 'kâfi değildir. Bilakis kısasta elverişli bir vâsıta kullanması gerekir. Kullandığı âlet kör olmamalıdır. Zehirleyici bir vâsıta ile öldürmemelidir. Tâ ki kısas olunan kişi, işkenceye ma'rûz kalmasın. Eğer kan sahibi böyle birşey yaparsa, ona ta'zîr cezası ver­mek gerekir. Çünkü kısasın şartlarından birisi de, suçluya işkence edil­memesi ve mümkün olan en kısa yolla yokedilmesldir. Çünkü Allah'ın Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«Muhakkak ki Allah, herşeye ihsanı yazmıştır. Binâenaleyh siz, öldürdüğünüz zaman güzelce öldürünüz, kestiğiniz zaman güzelce ke­siniz ve sizden birisi kestiği zaman bıçağını bilesin, keskinlesin, hayva­nını da dinlendirsin.»

Aslında İslâm hukukunda kılıcın tercih edilmesinin sebebi, onun en kolay ve en serî öldürme vâsıtası olmasındadır. Suçluyu, mümkün olan çabuklukta elem ve işkence vermeksizin öldürür. Kılıçtan daha serî ve daha az işkence verici bir âlet bulunursa, şer'an onun isti'mâlini önleyecek hiçbir neden yoktur. (Şer'an kısas hükmünün giyotinle veya elektrikli sandalye ile yahut bunların benzeri olan bir âletle infazında hiçbir mâni yoktur. Ölüm âletinin dışında, kolaylıkla ve çabucak ölüme vesile olan herhangi bir âletin kolayca öldürmesi, fazla geciktirmemesi ve katile işkence yapmaması, acısını arttırmaması şarttır. Giyotin, kes­kin silah kabilinden olduğu için; elektrikli sandalye ise; maktule iş­kence yapmaksızın, herhangi bir uzvunu koparmaksızin serî olarak ölü­mü gerçekleştirmesi nedeniyle bir sakıncası yoktur.)

İslâm hukukçularına göre tercih olunan görüş, öldürmenin dışın­daki kısas hakkını, tecâvüze uğrayanın kendisine veya velîsine terk edil­memesi yönündedir. Çünkü öldürmenin dışındaki kısas nev'inde dikkat ve tecrübe gerektir. Ayrıca kan sahibinin, böyle bir şeye girişmesi ha­linde suçluya acıyarak kısası bütünüyle yerine getirmemesini, yahut fazla işkence yapmasını önlemek imkânı yoktur.

Öldürme şeklindeki kısasta ise, kan sahibine hükmü uygun biçimde yerine getirmesi ve en iyi bir âletle îfâ etmesi şartıyla kendisinin uygu­laması hakkı verilmiştir. Eğer kan sahibi bu hakkını gereğince uygu-layamazsa, onu uygulamak üzere ehliyetli birisini vekîl ta'yîn eder. Demek ki kan sahibinin kısas hakkını infaz yetkisi, bu hakkı iyi kul­lanmaya ve ölümü gerçekleştirici âleti isti'mâle bağlıdır.

Eskiden insanlar, silah taşıdıkları ve kullandıkları için çoğunlukla bu hakkı kendileri îfâ ediyorlardı. Ama günümüzde silah kullanan veya kılıç isti'mâl eden pek azdır. Kılıç kullanan kimselerin de öldürmeye elverişli kılıçlarının bulunması çok az muhtemeldir.

Buna ek olarak bugünkü i'dâm vâsıtalarının, (giyotin ve elektrikli sandalye gibi öldürücü âletler) ferdlerin tek başına kullanmaları imkânı bulunmadığından ve bunların ancak devletin elinde bulunmasından do­layı günümüzde kan sahibini eski şekilde hakkını kullanma yetkisin­den alıkoyduğunu, bunun yerine devletin 'bu maksatla yetiştirdiği tec­rübeli elemanların bu hakkı kullanması gerektiğini söyleyebiliriz. Kan sahibleri devletin yetiştirdiği bu elemanlara isterlerse haklan olan kı­sası tatbik ettirirler, isterlerse suçluyu affederler.

İslâm hukuku, cezaların taaddüd halinde infazı konusunda beşerî hukuktan ayrılır. Bu ayrılık, herşeyden önce her iki cezalandırma sis­teminin tabiatıyla alâkalıdır.

Biz, beşerî hukuka örnek olarak Mısır kanunlarını alacak olursak, bunlann cezâlann taaddüdü halinde her cezanın büyüklüğü derecesine göre infazını gerekli kıldığı görülmektedir. Bu yüzden önce ağır çalış­ma cezalan tatbik olunur. Sonra ağır hapis cezalan, ondan sonra hafîf hapis ve çalışma, bilâhere de hafîf hapis cezalan tatbik olunur. Mısır ceza kanununun 34. maddesi bunu âmirdir.

Mısır ceza kanunu cezanın infazında cezâlann veriliş tarzını nazar-ı i'tibâra almaz. Meselâ bir insana ağır hapis cezası çektirilirken, işlediği, bir suç nedeniyle ağır çalışma cezası verilecek olursa, ağır hapis cezası durdurulur ve hemen ağır çalışma cezası infaz olunur.

Mısır ceza kanunlarına göre cezalar ardarda; birisi bitince sıra­sıyla öbürü infaz olunur. Mahkûmla ilgili hiçbir değerlendirme, ceza­nın infazını durdurmaz veya engellemez. Binâenaleyh mahkûm, ister hasta olsun ister sağlam, ister güçlü ister güçsüz ceza tatbik olunur.

Bu düzeni ortaya çıkaran unsur, ceza kanunlarının tabiatıdır. Çünkü cezaların tatbiki, uzun zamanı gerektirmektedir. Bunun için cezaların infazını sıraya koymak zarureti vardır. Ağır çalışma cezalan» ceza müddeti miktarıyla diğer hürriyeti kısıtlayıcı cezaları kestiğine ve ağır çalışma cezası hükmolunmazdan önce işlenen diğer suçlan kendi süresince ortadan kaldırdığına, mahkûmun cezasını çektiği sırada başka bir ağır çalışma cezası verilmesi ihtimâl dâhilinde bulunduğuna göre, cezaların sıraya konularak infazı bir zaruret olmaktadır.

İslâm hukukunda, cezaların taaddüdü halinde uygulanan sistem tamamen bundan farklıdır. Ayrıca bu konuda fıkhı mezheblerin her birisinin kendina has görüşleri vardır.

İmâm Mâlik, cezaların taaddüdü halinde önce Allah'ın hakkını alâ­kadar eden yani toplum nizâmıyla ilgili cezaların tatbikini gerekli gör­mektedir. Bunlardan sonra insanların hakkını alâkadar eden cezalar uygulanır İmâm Mâlik'in bu konudaki delili şudur : Allah'ın hakkını alâkadar eden suçların, Allah'tan başkası tarafından affı mümkün de­ğildir. Ama insanların hakkını alâkadar eden suçlar, insanlar tarafın­dan affolunabilir. Binâenaleyh ferdlerin hukukunu ilgilendiren cezala­rın sonraya bırakılması, mahkûmun menfaati gereğidir. İmâm Mâlik'e göre, ağır veya hafif cezanın önce başlatılması arasında bir fark yoktur. Bu konuda yönetici istediğini tercih edebilir. İmâm A'zam Ebu Hanîfe ile İmâm Ahmed ise, ferdlerin hakkım alâkadar eden cezaların öne alın­masını, buna karşılık Allah'ın hakkım, dolayısıyla toplumun hukukunu ilgilendiren cezaların sonra infaz olunmasını öngörürler. Onlara göre, ferdlerin hukukunu alâkadar eden cezaların da Önce hafifinin infazı gerekir. Ondan sonra sırasıyla ağır olanları infaz olunur. En sonda da toplumu alâkadar eden cezalar uygulanır. Ancak bu cezalardan da önce diğerlerini ortadan kaldıran cezaların tatbiki gereklidir.

İmâm Şafiî ise, bütün cezaların en hafifinin en ağırından önce uy­gulanmasını Öngörür.Ona **göre insanların hakkını alâkadar eden ceza­lar, toplumun hukukunu ilgilendiren cezalardan öne alınır. Böylece bü­tün cezalar sırasıyla tatbik olunur. Ona göre cezalarda, kesişme duru­mu sözkonusu. değildir.

İslâm hukukçularının hafîf cezaları, ağır cezalardan öne almak konusundaki görüşleri Mısır ceza kanununun görüşlerinden tamamen farklı olmakla beraber, İslâm hukukunun cezalandırma sisteminin ta­biatına uygundur. Çünkü İslâm hukukunda temel, kesme (el-ayak) sopa ve kısas cezasıdır. Bunlar bedenle alâkalı cezalardır. Bu cezaların infazı esnasında, mahkûmun selâmeti ve mukavemet gücünü koruması için en hafîf cezayı tercih etmek gerekir. Binâenaleyh ağır ceza, hafîf cezadan önce tatbik olunmaz. Ancak ağır ceza, hafîf cezayı ortadan kal-dırıyorsa bu durumda ağır ceza tercih olunur, İşte bu noktada da İslâm hukukuyla beşerî hukuk birbirine uymaktadır.

İslâm hukukçularına göre kısas hadd ve bunlara denk olan ta'zîr cezaları, mahkûmun hastalığı şiddetli sıcak veya soğuk olması ve ceza­nın infazına elverişli vaktin bulunmaması halinde te*hîr edilebilir. Sa­dece ölüm cezası bunun dışındadır. Çünkü ölüm cezası, helak edici bir cezadır. Bu cezanın verilmesinden maksad, mahkûmun varlığının orta­dan kaldırılmasıdır. Diğer cezalara gelince, bunlarda mahkûmun varlı­ğını ortadan kaldırılması maksadı güdülmez. Binâenaleyh bu cezala­rın, ölüme vesile olacak şartlar altında infazı doğru olmaz.

Bazı İslâm hukukçularına göre, güçleninceye kadar zayıf kişiye hadd tatbik edilmez. Diğer bir kısmına göre haddin tatbiki geciktirilemez, bilakis mümkün mertebe erken tatbîk edilmesi gerekir. Ancak mahkû­mun zaafı dolayısıyla bir zarara ma'rûz kalmaması îcâbeder. Eğer ceza. sopa cezâsıysa bir veya iki kerrede müteaddit sopalardan meydana ge­len bir bağ halinde vurulur. Yahut da sopalar sayısınca veya yarısı miktarında dalları olan bir hurma salkımıyla vurulur.

İslâm hukukçuları sarhoşa ayılıncaya kadar had cezasının tatbîk edilmemesini kabul ederler.

İslâm hukuku, ilk gününden beri hâmile kadına cezanın tatbîk edilmemesi prensibini kabul etmiştir. Bu konuda Gamidli kadının hâ­disesi kesin bir delildir. Adı geçen kabileye mensûb kadın, Hz. Peygam­bere gelerek zina yaptığını itiraf eder ve bundan hâmile kaldığını söy­ler. Allah'ın Rasûlü ona der ki:

Git ve hamlini vaz'edinceye kadar bekle!

Benzer bir hadîsi de Muâz bin Cebel, rivayet eder:

Senin kadının aleyhinde hüküm verme yetkin bulunsa da, onun karnındakinin aleyhinde hüküm verme yetkin yoktur,

Hâmile kadına tatbiki memnu' olan ceza; hamline zarar veren kısas, recim ve sopa cezalarıdır.

İslâm hukukçuları, bu prensibte tamamen icmâ' etmiş olmalarına rağmen tatbikatı hususunda bazı değişik görüşlere sahihtirler.

İmâm Şafiî, hâmile olduğunu söyleyen veya hâmile olması şüpheli olan kadına hamlini vaz'edinceye kadar yahut da hâmile olmadığı an» laşılmcaya kadar cezanın tatbîk edilemeyeceğini, cezanın bilâhere infaz edilebileceğini kabul eder. Şafiî'ye göre eğer kadının dünyaya getirdiği çocuğuna bakacak bir kimse yoksa öldürülmesi halinde kadın çocuğunu emzirecek bir sütanne buluncaya kadar kısasın tatbik edilmemesi ge­rekir.

İmâm A'zam Ebu Hanîfe ise, İmâm Şafiî'nin bu görüşünün ötesin­de hâmile kadına hamlini vaz'ettikten sonra lohusa olarak geçirdiği dö­nem son buluncaya kadar cezanın sopa bile olsa tatbik edilmemesi ge­rektiğini kabul eder.

İmâm Mâlik ise, hâmile kadının hamlini vaz'edinceye kadar ce­zasının tatbik edilmemesini, doğumdan sonraki lohusalık halini de has­talık olarak kabul edip hastalığın nihayete ermesine kadar sopa ceza­sının te'hîrini Öngörür. Eğer verilen ceza ölüm cezası ise, kadın çocu­ğuna emzikç.i bulunca ceza tatbik olunur. Ama çocuğa sütanne bu­lunmazsa hemen acele edilip ölüm cezasının uygulanması doğru olmaz.

İmâm Ahmed İbn Hanbel'e göre, hâmile kadına kısas veya recim cezası hükmolunursa veya kadın, hükmü giydikten sonra hâmüe olur­sa çocuğunu doğuruncaya ve sütünü emzirinceye kadar kısas hükmü tatbik olunmaz. Bilâhere kadın çocuğu için emzikçi birisini bulursa ona çocuğunu verir ve kadın öldürülür. Kan sahibi için suçlunun ölümü­nü çocuğun memeden kesilmesine kadar te'hîr etmesi müstehabtır. Eğer kadının çocuğunu emzirecek bir kimse bulunmazsa ceza iki yıl te'hîr edilir. Bu süre boyunca kadın çocuğunu emzirir, memeden keser ondan sonra cezası tatbik olunur. Keza Ahmed İbn Hanbel sopa cezasının da hamileliğin son bulmasına kadar te'hîrini öngörür.

Delinin sorumluluğundan söz ederken bu konu üzerinde fazlasıyle durduğumuz için burada tekrarını gerekli görmüyoruz. Bu konuyla alâkalı olarak yukarda geçen kısma bakılması îcâbeder.

İslâm hukukunda aslolan, cezanın açıktan açığa infaz olunması-dır. Çünkü yüce Allah, bu hususta şöyle buyurur

«Ve onlann azabına mü'minlerden bir taife de şâhid olsun.»

Sünnet-i seniyye'de böyle cereyan etmiştir. Cezanın aleniliği konu­sunda verilen cezanın ölüm veya başka bir ceza olması farksızdır. Bu noktada İslâm hukukuyla bir çok beşerî hukuk sistemi uyuşuk

Mısır ceza kanunu Avrupa'dan ilk alındığında, i'dâm cezasının açıktan infaz edilmesini öngörmekteydi.

Bilâhere aleniyyet şartından vazgeçilmiş ve gizli infaz öngörülmüş­tür. Ancak Mısır kanunlarının alındığı yer olan Fransa'da i'dâm ceza­sının açıktan infazı prensibi hâlâ kabul edilmektedir.

İslâm hukukunda recimle ölüm cezası, eğer suçlu evli olarak zina işleyen birisiyse açıktan öldürülerek infaz olunur. Fukahâ arasında ter-cîh olunan görüş budur. İslâm hukukçuları infazın, hiçbir işkence ve eziyyet yapılmadan gerçekleştirilmesinde icmâ' etmişlerdir. Eğer ceza ölümse, öldürücü âletin keskin olması şarttır. Cellâdın da işinde mahir olması gerefcîr. Durumları ve suçlan ne kadar değişik olursa olsun, ce­zanın herkese aynı şekilde infaz olunması îcâbeder.

İslâm hukuku, bu prensibi ilk gününden beri kabul ettiği halde beşerî hukuk ancak son zamanlarda kabul etmiştir. Eskiden beşerî hu­kukta ölüm cezası, hapis cezası gibi derece dereceydi. Genellikle deği­şik şekilde ve suçun nev'ine göre infaz olunurdu. Meselâ annesini öl­düren bir suçlunun ölümü önce eli kesilerek sonra öldürülerek infaz edilirdi. Ayrıca infaz şekli, şahısların derecesine göre farklı olurdu. Meselâ evli bir kişi boynu kılıçla kesilerek, halktan birisi ise ipe çeki­lerek i'dârn edilirdi. Fransız devrimi ile birlikte bu durum da değişti. İhtilâlden sonra Fransa'da mahkûmların eşit muamele görmesini Öngö­ren kanun çıktı. Bu kanuna göre ölüm suçu, sadece canın çıkarılma­sıyla gerçekleştirilecekti. Bu prensib Fransa'da kabul edildikten sonra diğer ülkelere yayıldı. Bundan sonra diğer milletler de ölüm cezasında aynı prensibi kabul ettiler. Bu vesîle ile Fransız kanun koyucuları, ba­şın koparılması metodunu, İngiliz ve Mısır kanun koyucuları ise ipe çekilerek i'dâmı öngördüler. Amerika'nın bazı eyâletlerinde ise, mah­kûm elektrikli sandalyeye oturtularak öldürülür.

İslâm hukuku, i'dâm edilen ölünün cesedini istedikleri gibi defnet­mek üzere ailelerine teslîm edilmesini emreder. Nitekim bu konuda Allah'ın Rasûlü şöyle buyurur :

«Ona da ölülerinize yaptığınızı yapınız.»

Şu halde i'dâm edilerek öldürülenin, diğer ölülerin defni gibi tö­renle defnedilmesi hakkı vardır. Ancak yöneticiler isterlerse millî gü­venlik ve nizâm bakımından ihtifali engelleyebilirler.

Mısır yasaları ise, törensiz defnedilmesi kaydıyle Öldürülenin cese­dinin vârislerine teslimini Öngörür. (Cezaların infazı kanunu madde 262). Keza Mısır yasası, ölüm cezasına çarptırılmış olan suçluların hâ­mile oldukları ortaya çıkınca, doğumlarını yapıncaya kadar cezanın in­fazını durdurmayı ve doğumdan sonra tatbikini emreder. (Cezaların infazı kanunu madde 363).2

35 — Ey îmân edenler, Allah'tan korkun. Ve O'na yaklaşmak için vesile arayın. O'nun yolunda cihâd edin kit felaha eresiniz.

36 — Muhakkak ki yeryüzündeki bütün şeyler ve onların bir katı daha kâfirlerin olsa da kıyamet günü­nün azabından kurtulmak için onu fidye olarak verseler; onlardan kabul olunmaz ve onlara elim bir azâb vardır.

37 — Ateşten çıkmak isterler, ama oradan çıkacak de­ğillerdir. Ve onlar için şiddetli bir azâb vardır.

Allah'tan Korkmak. 16

Allah'tan Korkmak

Allah Teâlâ; mü'min kullarına kendinden korkmalarını emrediyor. Takva kelimesi itâatlâ birleşince; haramlardan kaçınmak, yasakları terketmek mânasına gelir. Nitekim âyetin devamında «ve ona yaklaş­mak için yol arayın.» Duyuruluyor. Süfyân es-Sevrî der ki: Bize Ebu Talha... İbn Abbâs'tan nakletti ki; burdaki «vesileden» maksad, yak­laşmadır. Mücâhid, Ebu Vâil, Hasan, Katâde, Abdullah İbn Kesîr, Süddî ve İbn Zeyd de böyle derler. Katâde de der ki: Allah'a itaat ederek ve O'nun hoşlanacağı amelleri yaparak O'na yaklaşın, demektir. İbn Zeyd bu âyeti şu şekilde okur : Bu imamların söyledikleri konuda, müfessirler arasında oir ihtilâf yoktur.

Vesile kendisiyle maksadın elde edilmesine ulaşılan şeydir. Ayrıca vesile, cennetteki en yüce konakta (asılı olan) bir bay­raktır ki; burası Rasûlullah (s.a.) m konağı ve cennetteki yurdudur. Burası cennetin Arş'a en yakın olan yeridir. Buhârî'nin Sahîh'inde Mu-hammed İbn Münkedîr kanalıyla Câbir İbn Abdullah'tan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kim ki ezan sesini işittiğinde «ey, bu tamamlanmış çağrının ve eda edilen namazın sahibi olan Allahım, Muhammed'e vesile ve fazilet ver ve onu kendisine vaad ettiğin övülen makama gönder» derse; muhakkak ona kıyamet gününde şefaat erişir. Müslim'in Sahîhi'nde de Kâ'b İbn Alkame kanalıyla Abdullah îbn Amr İbn Âs'dan nakledilir ki; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğu­nu işitmiş : Siz, müezzini duyduğunuz zaman, onun dediği gibi deyin. Sonra bana salavât getirin. Çünkü kim, benim üzerime salavât getirir­se, Allah ona on salavât getirir. Sonra benim için vesile isteyin. Çünkü o, cennette bir konaktır. Ve yalnızca Allah'ın kullarından bir kulunun olacaktır. Ben, o kul olmayı isterim. Kim, benim için vesileyi isterse ona şefaat erişir. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdürrezzâk... Ebu Hüreyre (r.a.)den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Bana salavât-ı şerife getirdiğiniz zaman; benim için vesileyi isteyin. Ey Allah'ın Rasûlü, vesile nedir? denilince; o, cennette en üstün dere­cedir. Oraya ancak bir kişi girer. Ve ben, o kişi olmak isterim, buyurmuş. Tirmizî bu hadîsi, Bündâr kanalıyla... Kâ'b'dan rivayet eder. Sonra, bu hadîs garîbtir, der. Çünkü Kâ'b ma'rûf bir râvî değildir. Leys İbn Ebu. Süleym'den başka kimsenin Kâ'b'dan hadîs rivayet ettiğini bilmiyorum, diye ekler. Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdülbâkî İbn Kânî... Ebu Hüreyre'den merfû' olarak nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş : Bana salavât-ı şerîfe getirin. Ve benim için Allah'tan vestte isteyin. Rasûlullah'a; vesîle nedir? diye suâl edildi. O da; vesîle cen­nette bir derecedir. Oraya bir tek kişi erişir. Ben, o kişi olmak isterim, diye karşılık verdi Hafız Taberânî der ki: Bize Ahmed îbn Ali.;. Ab­dullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur : Benim için Allah'tan vesileyi isteyiniz. Çünkü dünyada hangi kul, be­nim için vesîle isterse; ben, kıyamet gününde onun şahidi —veya şefaat­çisi— olurum. Sonra Taberânî der ki: Bu hadîsi, îbn Ebu Zi'b'den Mûsâ İbn A'yün'den başka kimse rivayet etmemiştir. İbn Merdûyeh de aynı hadîsi Muhammed İbn Ali kanalıyla Muhammed İbn Amr İbn ^Atâ'dan nakleder. îbn Merdûyeh kendi isnâdıyla Umâre İbn Gaziyye kanalıyla Mûsâ İbn Verdân'dan nakleder ki; o, Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle de­diğini işitmiş : Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Vesîle, Allah katında bir derecedir ki, onun üstünde derece yoktur. Allah'tan bana yaratıkları için vesîle vermesini isteyin. İbn Merdûyeh iki ayrı tarîkle Abdülhamîd îbn Bahr'den... Hz. Ali'nin, Rasûlullah (s.a.) dan şöyle naklettiğini ri­vayet eder : Cennette vesîle adı verilen bir derece vardır. Siz Allah'tan istediğiniz zaman, benim için vesîle isteyiniz. Orada bulunanlar dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, seninle beraber orada kim oturur? O, Ali, Fâtı-ma, Hasan ve Hüseyn diye karşılık verdi. Bu hadîs bu şekliyle garîb ve münkerdir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Salim İbn Sevbân'ın kölesi Ali îbn Hüseyn elrEzdî'den nakletti ki; o, şöyle demiştir: Ben, Ebu Tâlib oğlu Ali'nin Küfe günlerinde şöyle seslendiğini duydum : Ey insanlar, cennette iki tane inci vardır. Biri beyaz, diğeri sarı. Sarı olanı, Arş'm içine aittir. Makâm-ı Mahmûd ise, beyaz incidendir. Onun yet-mişbin odası vardır. Her ev üç mil mesafededir. Onun odalan, kapıları ve sedirleri hep bir cinstendir. Ve adı vesiledir. O, Hz. Muhammed'e ve o'nun ehl-i beytine aittir. San olanı ise aynı şekildedir. Ve bu îbrâ-hîm (a.s.) e ve ehl-i beytine aittir. Bu hadîs te aynı şekilde garîbdir.

«O'nun yolunda cihâd edin ki, felaha eresiniz.» Allah Teâlâ yasak­lan bırakmayı, emirleri yerine getirmeyi bildirdikten sonra, kâfir, müş­rik ve doğru yoldan dışarı çıkan, hak dini terkeden düşmanlarla savaş­mayı telkin ediyor. Kıyamet gününde, kendi yolunda cihâd eden kişiler için hazırladığı kurtuluş sebebini ve ulu mutluluğu bitmez tükenmez, değişmez, yok olmaz felah ve saadeti vaad ve teşvik ediyor. Orada yüce menziller, emîn makamlar vardır. Konaklarının manzaraları güzeldir. Orada oturanlar, üzüntü nedir bilmezler. Sürekli nimetler içindedirler. Ölüm nedir bilmezler, sürekli diridirler. Elbiseleri çürümez, gençlikleri sönmez.

Sonra da Allah, düşmanı kâfirler için hazırlamış olduğu kıyamet günündeki azabı ve cezayı bildirerek buyuruyor ki: «Muhakkak ki yer­yüzündeki bütün şeyler ve onların bir katı daha kâfirlerin olsa da, kı­yamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye olarak verseler, onlardan kabul olunmaz. Ve onlara, elîm bir azâb vardır.» Bir kâfir, kıyamet günü yeryüzü dolusu altınla gelse ve bir misli daha altın verip Allah'ın kendisini kuşatacağı ve üstüne düşmesine kesin gözüyle baktığı azabından kurtulmaya çalışsa; bu verdiği şeyler kabul edilmez. Azâbdan kurtulup kaçmaları mümkün olmaz. «Onlara elîm bir azâb vardır.»

«Ateşten çıkmak isterler. Ama oradan çıkacak değillerdir. Ve onlar için sürekli bir azâb vardır.» Devamlı cehennemde kalacaklardır. Bir başka âyet-i kerîme'de belirtildiği gibi, «Oradan çıkmak istedikleri her seferinde tekrar oraya girdirilirler.» İçinde bulundukları şiddetli azâb­dan kaçıp kurtulmak isterler. Ama bunun imkânı yoktur. Alevler, onları cehennemin üst taraflarına doğru yükseltirken, zebaniler demirden balyozlarla başlarına vurur ve kendilerini tekrar cehennemin en dibine daldın verirler. «Ve onlar için sürekli bir azâb vardır.» Kaçıhp kurtul­ması, çıkılıp geçilmesi mümkün olmayan sürekli bir azâb.

Hammâd İbn Seleme... Enes İbn Mâlik'ten nakleder ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur : Cehennem ehlinden bir kişi getirilir ve ken­disine; ey Âdemoğlu, yattığın yeri nasıl buldun? denir. O, çok kötü bir yatak, der. Kendisine, dünya dolusu altın karşılığında kurtulmak ister misin? denilir. O, evet yarabbi, der. Allah Teâlâ; yalan söylersin. Doğ­rusu Ben senden bundan daha azını istediğim halde sen yapmadın, buyurur. Ve emreder, cehenneme götürülür. Bu hadîsi, Müslim ve Ne-seî, Hammâd İbn Seleme kanalıyla bu şekilde rivayet etmişlerdir. Keza Buhârî ve Müslim de Muâz İbn Hişâm kanalıyla... Enes İbn Mâlik'ten aynı hadîsi rivayet etmişlerdir. Aynca Ebu İmrân Abdülmelik İbn Habîb kanalıyla da Enes îbn Mâlik'ten rivayet etmişlerdir. Bu hadîsi Matar el-Verrâk, Enes İbn Mâlik'ten rivayet ettiği gibi, İbn Merdûyeh de aynı yolla Enest'en nakletmiştir. Ayrıca İbn Merdûyeh, Mes'ûdî kanalıyla... Câbir İbn Abdullah'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur : Cehennemden bir topluluk çıkıp cennete girerler. —Râvî olan Şu-heyb der ki:— Ben, Câbir İbn Abdullah'a, Allah Teâlâ; «Cehennemden çıkmak isterler ama oradan çıkacak değillerdir.» buyuruyor, dediğim­de; o, âyetin başını oku. Bak orda ne buyuruyor? dedi ve «Muhakkak ki yeryüzündeki bütün şeyler ve onların bir katı daha kâfirlerin olsa...» âyetini okudu. Cehennemden çıkmayacak olanlar kâfirlerdir, dedi., Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel ve Müslim bir başka yolla Yezîd el-Fakîr ka­nalıyla, Câbir'den naklederler ki, bu en kolay sevk şeklidir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hüseyn İbn Muhammed... Yezîd el-Fakîr'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Ben, hadîs okuduğu sırada Câbir İbn Abdullah'ın yanında oturuyordum. Okuduğu hadîste bazı kimse­lerin cehennemden çıkacakları anlatılıyordu. Yezîd el-Fakîr der ki : Ben, o sırada bunun mümkün olmayacağını kabul ederek kızdım ve; insanlar ne kadar tubaflaşmış, ey Muhammed'in ashabı, sizin içinizde ne garîb kişiler var? Allah Teâlâ, «Ateşten çıkmak isterler, ama ondan çıkacak değiller.» buyurduğu halde; bazıları; insanların, ateşten çıka­cağını iddia ediyor, dedim. Câbir İbn Abdullah'ın yanında bulunanlar, beni terslediler. Câbir, onların en yumuşak huylusuydu. Dedi ki: Adamı bırakın. O dediği, kâfirler içindir. Âyeti sonuna kadar okuduktan sonra sen Kur'an okur musun? diye sordu. Ben; evet, onu topladım ve oku­rum, dedim. O, Allah Teâlâ «Gecenin bir kısmında nafile olarak kalk. Umulur ki Rabbm, seni yüce bir makama erdirir.» âyetini okudun mu? İşte bu, o makamdır, dedi. Allah Teâlâ bazı kimseleri, suçları dolayı­sıyla dilediği miktarda cehennemde tutar. Onlarla konuşmaz. Ama on­ları çıkarmak istediği zaman, çeker çıkarır. Yezîd el-Fakîr der ki: Ben, bundan sonra Câbir'in rivayetini hiç yalanlamadım.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Da'leç İbn Ahmed... Talk İbn Habîb'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, insanlar arasında şefaati en çok yalan­layanlardan biriydim. Nihayet, Câbir İbn Abdullah'la karşılaştım. Ona, Allah'ın cehennemde sürekli kalacakları söz konusu ettiği ve benim bildiğim bütün âyetleri okudum. Câbir dedi ki: Ey Talk, sen kendini Allah'ın kitabını ve Rasûlullah'ın sünnetini benden daha çok okuyan ve bilen birisi olarak mı görüyorsun? Senin bu okuduğun âyetler, müş­rikler hakkındadır. Benim söylediğim topluluk ise, bir günâh işleyip de azâb çekenlerdir. Bunlar cehennemden çıkarılıyorlar. Sonra iki elini kulağına götürerek dedi ki: Eğer ben, Allah Rasûlü'nün «Cehenneme girdikten sonra tekrar çıkarılırlar.» buyurduğunu duymamış isem, şu iki kulağım sağır olsun. Biz "de, senin okuduğun gibi o âyetleri Rasû-lullah'a okumakta idik.3

38 — Hırsız erKek ve hırsız kadının yaptıklarına kar­şılık Allah tarafından bir ceza olarak; ellerini kesin. Ve Allah Aziz'dir, Hakîm'dir.

39 — Kim de zulmettikten sonra; tevbe eder, düzelir­se, muhakkak ki Allah, onun tevbesini kabul eder. Ger­çekten Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

40 — Bilmez misin ki, göklerin ve yeryüzünün mülkü Allah'ındır. Dilediğine azâb eder, dilediğini bağışlar. Ve Allah her şeye Kâdir'dir.

Hırsızlık Suçu ve Cezası18

Hırsızlık Suçu ve Cezası

Allah Teâlâ, hırsız erkeklerin ve hırsız kadınların elinin kesilme­sine hükmediyor ve emir buyuruyor, Sevrî... İbn Mes'ûd'un bu âyeti şeklinde okuduğunu rivayet eder ki bu, şâzz bir kırâettir. Kaldı ki, bütün ulemânın bu konudaki hükmü onunla beraber değil, ona muvafıktır. Hattâ bu hüküm, bir başka delilden elde edil­miştir. Bilindiği gibi, câhiliyet devrinde el kesme âdeti vardı. Bu âdet fslâm'da "devam ettirildiği gibi —ilerde açıklayacağımız' şekliyle— bazı şartlan fazlalaştmldı. Kasâme, diyet ve ikraz gibi bazı şer'î hükümler de daha evvel mevcûd idi. Şeriat onları olduğu gibi kabul ederek, mil­letin menfaati için bir kısım ilâveler yapmıştır.

Denilir ki; Câhiliyyette hırsızın elini ilk kesenler; Kureyş'lilerdir. Onlar, Düveyk adı verilen Huzâa kabilesinden Benu Müleyh'in kölesi olan bir kişinin elini kesmişlerdi. Çünkü o, Kâ'be'nin kasasını soymuştu. Denilir ki; Düveyk kendisi çalmamış, başkaları çalarak onun yanma koymuşlardı.

Zâhiriyye mensubu fakîhlerden bir kısmı derler ki: İster çok, ister az olsun; bir şey çalan hırsızın eli kesilir. Çünkü âyet, umûmî biçimde «Hırsız erkek ve hırsız kadının yaptıklarına karşılık bir ceza olarak ellerini kesin.» buyuruyor. Onlar, bekçi ve nisâb durumunu göz önünde bulundurmaksızın mücerred hırsızlığı esâs alıyorlar. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim Abdülmü'min kanalıyla Necd el-Hanefî'den naklederler ki; o, ben, İbn Abbâs'a bu âyetin husûsî mi, umûmî mi olduğunu sordum, demiş. İbn Abbâs; âyet umûmîdir, diye karşılık vermiş. Bu görüşün men-sûblannın fikirleri İbn Abbâs'm görüşüne muvafık olabileceği gibi ol­mayabilir de. En iyisini Allah bilir. Bunlar Buharı ve Müslim'in Sahih* lerinde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilen şu hadîs-i şerife dayanmak­tadırlar :

Allah hırsıza la'net etsin. Yumurta çalar eli kesilir, ip çalar eli ke­silir.

Cumhûr-u ulemâya gelince; onlar, hırsızlıkta nisabı esâs almışlar­dır. Ancak nisabın nüktan konusunda fukahâ arasında iht&âf vardır. Dört mezheb imamından her biri ayrı bir görüş beyân etmişlerdir. Mâ­lik İbn Enes'e göre; hırsızlıkta nisâb miktarı, saf olarak basılmış üç dirhemdir. Hırsız bunu çaldığı veya onun miktanna ulaşan bir değeri çaldığı takdirde, onun elinin kesilmesi gerekir. İmâm Mâlik: bu görüşe delil olarak; İbn Ömer'in rivayet ettiği bir hadîste Rasûlullah (s.a.) in, üç dirhem değerindeki bir zırhtan dolayı hırsızın elini kesmesi hâdi­sesini göstermiştir. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim tahrîc etmişlerdir.

İmâm Mâlik merhum der ki: Hz. Osman (r.a.), üç dirhem değe­rindeki meyveden dolayı hırsızın elini kesmiştir. Bu, benim duyduğum rivayetler arasından en çok sevdiğimdir. Hz. Osman'ın bu uygulama­sını İmâm Mâlik... Abdurrahmân'ın kızı Amre'den nakleder ki: Hz. Osman devrinde bir hırsız meyve çalmış. Hz. Osman, bunun değerlen­dirilmesini emretmiş. Meyve oniki dirhemin bir dînâr olarak değerlen­dirilmesi esâsına göre üç dirhem tutmuş. Bunun üzerine Hz. Osman hırsızın elini kesmiş. İmâm Mâlik'in arkadaşları derler ki: Bu gibi uy­gulamalar, meşhur olmuştur ve kimse de bunu reddetmemiştir. Bu gibi konularda sükûtî icmâ' vardır. Ve bu rivayette meyveden dolayı elin ke­sildiği gösterilmektedir ki; Hanefî'ler buna itiraz ederler ve on dirhem­den az miktarda elin kesilemeyeceğini söylerler. Şafiî'ler ise, bir çeyrek dînâr kadar olmalıdır, derler. En iyisini Allah bilir.

Şafiî merhûm'a göre; hırsızın elinin kesilmesi için, çaldığı şeyin bir dinarın dörtte biri veya onun değerindeki para, eşya v.b. emtia olması gerekir. Şafiî'nin dayandığı delil şudur: Buhârî ve Müslim'in Hz. Âişe'den naklettiği hadîste, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur:

Hırsızın eli, ancak bir dinarın dörtte biri veya daha fazlası için esilir. Ayrıca Müslim Ebu Bekr İbn Muhammed İbn Amr İbn Hazm kanalıyla Hz. Âişe'den nakleder ki; RasûluUah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur ;

Hırsızın eli, bir dinarın dörtte biri veya daha fazlasından başkası için kesilmez. Bizim arkadaşlarımız (Şafiî'ler) derler ki: Bu hadîs, bu konuda ayırıcı çizgiyi göstermekte ve bunun bir dînârm dörtte biri şeklinde olduğunu ifâde etmektedir. Yoksa ona eşit olanı değil. Ve yine onlar derler ki; Zırh hadîsi ve bunun üç dirhem olarak değerlendiril­mesi konusu da bu görüşle çelişmez. Çünkü o sırada, bir dînâr oniki dirhem idi. Bu ise bir dînârın dörtte birinin değeri demektir ki, her iki görüşü bu yolla birleştirmek mümkündür. Bu görüş; ayrıca Ömer İbn Hattâb, Osman İbn Affân, Ali İbn Ebu Tâlib'in görüşüdür. Allah on­lardan razı olsun. Ömer İbn Abdülazîz, Leys İbn Sa'd, Evzaî, Şafiî ve arkadaşları İshâk İbn Rahûyeh —bir rivayete göre— Ebu Sevr, Dâvûd İbn Ali ez-Zâhirî'nin görüşüdür. Allah'ın rahmeti cümlesinin üzerine olsun.

İmâm Ahmed İbn Hanbel ile —bir rivayete göre İshâk İbn Rahû­yeh— derler ki: Bir dînârm dörtte biri veya üç dirhem hükmü, şer'î ba­kımdan başlangıç noktasıdır. Bunlardan birini veya dengini çalanın —Abdullah İbn Ömer ve Hz. Âişe'nin hadîsine uyularak— eli kesilir. Ahmed İbn Hanbel'in Hz. Âişe'den rivayet ettiği hadîsde yukardaki hadîsten şu şekilde farklıdır : Bir dînârın dörtte biri için hırsızın elini kesiniz. Bundan daha aşağısı için kesmeyiniz. O günlerde bir dînârm dörtte biri, üç dirhem ediyordu. Çünkü dînâr, oniki dirhemdi. Neseî'nin lafzı ise şöyledir : Hırsızın eli, bir zırh parasından daha aşağısı için ke­silmez. Hz. Âişe'ye zırhın değeri nedir? diye sorulduğunda; o, bir dînârm dörtte biridir, diye karşılık .verdi. Bütün bu nasslar, on dirhem şartının bulunmadığını göstermektedir. En iyisini Allah bilir.

İmâm Ahmed, Ebu Hanîfe ve onun arkadaşları olan Ebu Yûsuf, Muhammed, Züfer ve Süfyân es-Sevrî (Allah'ın rahmeti üzerlerine ol­sun) el kesilmesi için nisâb miktarının, hîle karıştırılmamış on dirhem olduğunu söylerler. Ve delil olarak da; Rasûlullah devrinde eli kesilen hırsızın çaldığı zırhın değerinin on dirhem olduğunu belirtirler. Nite­kim Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, Rasûlullah devrinde bir zırhın değeri on dirhemdi, demiştir. Yine Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe der ki: Bize Atjd'ül-A'lâ... Amr İbn Şuayb'ın de­desinden nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur: Hırsızın eli, bir zırh miktarından daha aşağısı için kesilmez. Zırhın değeri ise, on dirhemdir. Hanefîler derler ki: Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Amr, zırhın değeri konusunda Abdullah İbn Ömer'e muhalefet et­mişlerdir. Öyleyse ihtiyatlı davranıp en fazlasını almak gerekir. Çünkü şüphe halinde hadler durdurulur.

Selef-i sâlihînden bir kısmı da derler ki: Çaldığı şeyin on dirhe­me veya bir dînâra ya da bunlardan birinin değerine baliğ olan miktara ulaşırsa hırsızın eli kesilir. Hz. Ali, Abdullah İbn Mes'ûd, İbrahim en-Nehaî, Ebu Ca'fer el-Bakır'dan da bu şekilde nakledilmiştir. Seleften bir kısmı demişlerdir ki: Ancak beş dînâr veya elli dirhemlik hırsız­lıkta el kesilir. Saîd İbn Cübeyr merhumdan böyle nakledilir.

Cumhûr-u ulemâ; zahirîlerin Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği; hırsız bir yumurta çalar eli kesilir, ip çalar eli kesilir, hadîsine dayanmasına birkaç şekilde cevâb vermişlerdir:

Birincisi; bu hadîs, Hz. Âişe'nin hadîsiyle neshedilmiştir. Ancak bu görüş üzerinde, durulması gerekir. Çünkü tarihinin açıklanması şarttır.

İkincisi; buradaki yumurta anlamına gelen kelimesin­den maksad da gemi ipidir. Buhârî'nin ve -başkalarının naklettiklerine göre, bunu A'meş söylemiştir.

Üçüncüsü; bundan maksad, el kesilen hırsızlığın azdan çoğa doğru yavaş yavaş yükselmeye vesile olmasıdır. Ayrıca bu miktarın, câhiliyyet devrinde uygulanan el kesme olayıyla ilgili bir haber şeklinde geçmiş olması muhtemeldir. Nitekim onlar az veya çok hırsızın elini kesiyor­lardı. Binâenaleyh değerli elini, değersiz şeyler için heba eden hırsıza la'net edilmiştir. Nitekim ünlü şâir Ebu'1-Alâ el-Maarrî'nin Bağdâd'a geldiğinde; hırsızlığın nisabını, bir dinarın dörtte biri şeklinde değer­lendiren fukahâyı müşkül durumda bıraktığı meşhurdur. Hattâ bu ko­nuda bilgisizliğini ve akılsızlığını gösteren bir de şiir söylemiştir. Bu şiirde şöyle der:

İkiyüzelli altın değerinde olan bir el, ne oluyor ki, bir dinarın dörtte biri için kesiliyor?

Bu çelişki karşısında susmaktan ve cehennem korkusundan Mevlâ-mıza sığınmaktan başka bir şey yapılamıyor.

Maarrî'nin böyle dediği yayılınca fukahâ onun peşine düşmüş ise de o, fukahâ ile karşılaşmaktan uzak durmuştur. Bu hususta Maarrî'ye cevâb verilmiştir. Bilhassa Kâdî Abdülvehhâb el-Mâlikî merhumun ce­vâbı şöyledir : Emîn olduğu sırada el, değerliydi. İhanet edince, değerini yitirdi. Bir kısmı da şöyle demişlerdir: Bu, mükemmel hikmetin, men­faatin ve yüce şeriatın esrarının gereğidir. Cinayetler bahsinde elin de­ğerinin beşyüz dînâr olması uygun görülmüştür ki; ele karşı cinayet işlenmesin. Hırsızlık konusunda ise, dörtte bir dînâr kadarlık değer kesilmiştir ki; halk hırsızlığa koşuşmasın. Bu, akıl sahipleri katında hikmetin bizatihi kendisidir. Bunun için Allah Teâlâ, «Yaptıklarına karşılık Allah tarafından bir ceza olarak. Ve Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.y buyuruyor. Elleriyle insanların mallarını alarak işledikleri kötülüğün cezası budur. Allah tarafından bir ceza olarak o fiili işledikleri organın kesilmesi uygun görülmüştür. Allah intikam almakta azizdir. Emir, yasak, şeriat ve ölçülerinde ise hikmet sahibidir.

«Kim de zulmettikten sonra tevbe eder, düzelirse, muhakkak ki Allah onun tevbesini kabul eder, Allah'a sığınırsa, Allah kendisiyle onun arasında olan konularda tevbesini kabul eder. Halkın malına gelince; bunların tekrar halka iade edilmesi veya bedelinin Ödenmesi gerekir. Cumhûr'un görüşü budur. Ebu Hanîfe ise; eli kesilip koptuğu için çal­dığı malın bedeli geri iade edilmez, der. Nitekim Hafız Dârekutnî... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) a kadifeden ihram çalmış bir kimse getirildi. Rasûlullah (s.a.) hırsız bu mudur? dediğinde, o evet dedi. Rasûlullah, öyleyse götürün ve elini kesin. Sonra ilaçla iyi-leştirin ve bana getirin, buyurdu. Hırsızın eli kesildi ve Hz. Peygambere getirildi. Allah'ın Rasûlü hırsıza tevbe et, dedi. O da Allah'a tevbe et­tim, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) : Allah senin tevbeni kabul etti, buyurdu. Bu hadîs bir başka yoldan mürsel olarak rivayet edil­miştir. Ve onun mürsel oluşunu Ali İbn el-Medînî ve İbn Hüzeyme ter-cîh etmişlerdir. İbn Mâce Ebu Lehîa kanalıyla Sa'lebe el-Ansârîden ri­vayet eder ki; Amr İbn Semûre, Hz. Peygambere gelip şöyle dedi:

Ey Allah'ın Rasûlü, ben falanca oğullarının devesini çaldım, beni temizle. Rasûlullah (s.a.) onlara haber gönderdiğinde, onlar; evet, biz devemizi kaybettik, dediler. Rasûlullah emîr verdi ve onun eli kesildi. Sa'lebe der ki: Ben eli kesilirken Amr İbn Semûre'ye bakıyordum. O, şöyle diyordu : Hamdolsun o Allah'a ki beni senden temizledi. Sen be­nim cesedimi ateşe girdirmek istedin.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... Abdullah İbn Amr'-dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Bir kadın zînet eşyası çaldı. Sahipleri gelip dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bu kadın bizim zînet eşyamızı çaldı. Rasûlullah (s.a..); onun sağ elini kesin, dedi. Kadın tevbe gerek­mez mi? deyince; Rasûlullah (s.a.) bugün anandan doğduğun gibi gü­nâhlarından arındın, dedi. Abdullah İbn Amr der ki: Bunun üzerine .Allah Teâlâ «Kim de zulmettikten sonra tevbe eder, düzelirse; muhak­kak ki Allah, onun tevbesini kabul eder. Gerçekten Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» âyeti nazil oldu.

İmâm Ahmed îbn Hanbel; bundan daha farklı bir rivayet nakleder ve der ki: Bize Hasan... Abdullah İbn Amr'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) devrinde bir kadın hırsızlık yaptı. Malım çaldığı kişiler, kadını tutup Rasûlullah'a getirerek; ey Allah'ın Rasûlü, bu kadın bizim ma­lımızı çaldı, dediler. Kadının kabilesi; biz, onun fidyesini veririz, dedik­lerinde, Rasûlullah (s.a.); onun elini kesin, buyurdu. Onlar, beşyüz dînâr fidye verelim, dediklerinde; Rasûlullah (s.a.) onun elini kesin, bu­yurdu. Bunun üzerine sağ eli kesildi. Kadın tevbe etmek gerekir mi ey Allah'ın Rasûlü? diye sorduğunda; Hz. Peygamber; evet, bugün sen annenden doğduğun gün gibi günâhlardan arındın, buyurdu. Bunun üzerine Allah Teâlâ Mâide süresindeki bu âyeti inzal buyurdu.

Hırsızlık yapan bu kadın, Manzum kabilesine mensubtu. Bunun hadîsi Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Zührî kanalıyla Hz. Âişe'den nakledilmiştir. Şöyle ki: Mekke'nin fethi gazasında; hırsızlık yapan bir kadının durumu, Kureyş'lileri çok ilgilendirdi. Bunu Hz. Peygam­bere kim söyler? dediler. Rasûlullah'm dostu Üsâme İbn Zeyd'den baş­ka kimse buna cesaret edemez, dediler. Üsâme, Hz. Peygamberin yanma getirildi ve durumu Hz. Peygambere anlattı. Bunun üzerine Hz. Pey­gamberin rengi atarak; siz, Allah Azze ve Celle'nin hadlerinden bir had konusunda mı benden şefaat istiyorsunuz? dedi. Üsâme; ey Allah'ın Rasûlü, benim için mağfiret dile, diye karşılık verdi. Akşam olunca Hz. Peygamber kalktı ve hutbe okudu. Allah Teâlâ'ya lâyık olduğu şekilde sena etti. Sonra şövle dedi:

Sizden önce helak olanların helak olmalarının sebebi şuydu:. İçlerinden soylu birisi hırsızlık yaparsa, onu bırakırlar, güçsüz birisi hırsızlık yaparsa, ona had uygularlardı. Allah'a yemîn ederim ki; eğer Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık yapacak olursa; ben onun da elini keserdim. Sonra emretti ve hırsızlık yapan o kadının eli kesildi. Hz. Âişe der ki: Kadının tevbesi güzel oldu ve bilâhere kadın evlendi. Son­raları bana gelir ve ihtiyâcım ben Hz. Peygambere iletirdim. Bu lafız Müslim'indir. Müslim'in bir diğer lafzında ise Hz. Âişe şöyle der: Mah-zûm kabilesinden olan kadın eşyayı emanet alır ve inkâr ederdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onun elinin kesilmesini emretti.

Abdullah îbn Ömer der ki: Manzum kabilesinden bir kadın kom­şularından bir takım eşyaları emânet alır, sonra inkâr ederdi. Rasû­lullah (s.a.) onun elinin kesilmesini emretti. Bu hadîsi Ahmed İbn Han­bel, Ebu Dâvûd ve Neseî aynı lafızla rivayet ederler. Neseî'nin bir başka lafzı da şöyledir : Bir kadın halkın ziynet eşyalarım emânet olarak alır, sonra onu yanında tutar vermezdi. Rasûlullah (s.a.) bu kadın, Allah ve Rasûlüne tevbe edip halktan aldığını geri versin, demişti. Sonra Rasû­lullah (s.a.); ey Bilâl; git, şu kadının elini kes, diye emretti. Hırsızlığın hükmü konusunda pek çok hadîs-i şerîf vârid olmuştur. Bunlar el-Ah-kâm isimli eserimizde vardır. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur.

«Bilmez misin ki göklerin ve yeryüzünün mülkü Allah'ındır.» Bü­tün bunların sahibi O'dur. Hâkimi O'dur. O'nun hükmünü takîb eden kimse yoktur. O, dilediğini yapandır. «Dilediğine azâb eder, dilediğini bağışlar. Ve Allah herşeye Kadirdir.»4

İzahı20

İzahı

Hırsızlık Psikolojisi20

Hırsızlık Psikolojisi

Hırsızlık suçunun cezasını ve bu cezanın değeriyle birlikte İslâm hukuk sisteminin özelliklerini Abdülkâdir Ûdeh şöyle açıklıyor : Hırsızlığın tesbit edilmesi iki neticeyi doğurur :

a- Çalman malın değerinin tazmini

b- Hırsızın elinin kesilmesi

Çalınan Malın Değerinin Tazmini:21

Çalınan Malın Değerinin Tazmini:

Ebu Hanîfe ve arkadaşlarına göre; aleyhinde hırsızlık vak'ası sabit olan suçlu; çalınan malın değerini ödemekle mükelleftir. Hırsız olduğu tebeyyün edince de elini kesmek vâcib olur. Hanefîler, tazminatın ve el kesmenin birlikte mümkün olamayacağını kabul etmektedirler. Buna göre; hırsızın eli kesilirse tazminat ödemez, hattâ çalman malı elinin kesilmesinden sonra tüketmiş olsa bile: Delilleri ise, Kur'an-ı Azîm'üş Şân'ın nassmın sadece kesmeyi zikretmiş olmasıdır. Abdurrahmân İbn Avfın Rasûlullah (s.a.j dan rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Allah Ra-sûlünün şöyle buyurduğu naklolunur: «Hırsızın eli kesildiğinde tazmînât gerekmez.» Hanefî'lerin bu noktada bizce mantıkî olan delilleri vardır. Şöyle ki: Hanelilere göre tazmin edilen mallar tazminatın ke­silmesi veya ödenmesi anında tazmin eden kişinin mülkü dâhiline girer. Hırsız, çalman malın değerini tazmin edince; aldığı andan itibaren onun mâliki olur ve bu durumda aldığı mal kendisinindir. Eğer tazmî-nâWa birlikte eli kesilecek olursa; kendi malını alması durumunda eli­nin kesilmesi söz. konusu olacaktır. Halbuki hırsızın eli ancak başkasının malmı alması halinde kesilir. Fakat bazı Hanefî fakîhleri, çalınan malın hırsızın elinin kesilmesinden Önce veya sonra tüketilmesi halini birbi­rinden ayırmaktadırlar. Ve hırsızın; elinin kesilmesinden sonra tükettiği malı tazmin etmeyeceğini kabul etmektedirler. Delilleri ise şudur : Ça­lınan mal, hırsızın elinin kesilmesinden sonra ortada bulunuyorsa; ema­neten duruyor, demektir ve onu mal sahibine iade edecek demektir. İade etmeyip tüketince kıymetini tazmin etmek zorundadır.

Bilumum Hanefî fakîhleri; mal sahibi, hırsızın elinin kesilmesinden sonra malının tüketilmemiş olduğunu gördüğü takdirde; çalman malını geri isteyebileceği görüşündedirler. İster çalman mal hırsızın elinde bu­lunsun, ister hırsız onu başkasının tasarrufuna terketsin. Eğer mal baş­kasının tasarrufunda ise; o kişi bedeli mukabilinde malı hırsıza geri vermek zorundadır. Hırsız malı değil de değerini mal sahibine iade ede­cek olursa; bu kabul edilmez. Çünkü bedelini iadesi tazminat anlamım taşır ki, hırsızın elinin kesilmesiyle tazminat ortadan kalkmıştır. Hır­sız, başka kişinin tasarrufuna verdiği malı; bedeli mukabilinde alıp sa­hibine iade ederse; bu iade edişi, çalınan malın tazmini konusunda hır­sıza bir yükümlülük getirmez. Eğer bu mal, tasarrufu altında bulunan kişi tarafından tüketilmişse veya yok edilmişse; o kişiye de, hırsıza da tazminat gerekmez. Çünkü hırsızın eli kesilmiştir ve el kesilmeyle taz­minat durumu ortadan kalkmıştır. Malın üzerinde tasarruf eden ki­şinin tazminat Ödemek mecburiyetinde bırakılması ise hırsıza tazmî-nât yoluyla iade hakkım vermiş olur ki, neticede hırsızın tazmîn edil­mesi durumu zuhur eder. Halbuki elin kesilmesi, bunu ortadan kaldırır. Malı tasarruf eden kişi, çalman malı yok ederse veya tüketirse; mal sahibi çalman malın kıymetini tasarruf eden kişiden geri alabilir. Çün­kü o, mal sahibinin izni olmadan malını alıp tüketmiştir. Tasarruf eden kişinin, hırsızdan malının bedelini geri istemesi caizdir. Bedel mukabili iade, tazmîn anlamına gelmez. Tazmîn, bir şeyin değeri ile geri dönme­sidir. Çalınan malı, hırsızdan başka bir şahıs'gasbederse; mal sahibinin malını gâsıbın elinden isteme hakkı vardır. Eğer mal sahibi isterse, gâ-sıbtan malının bedelini geri alır. Bir diğer görüş uyarınca böyle bir hakkı yoktur, çünkü hırsızın elinin kesilmesiyle malın masumiyeti or­tadan kalkmıştır. Mal sahiplerinin ve hırsızların birden fa^lâ olması halinde doğacak durum karşısında Hanefî fatihleri arasında ihtilâf vardır. Kaideye göre; hüküm verilmezden önce işlenen hırsızlık fiili, birden fazla olursa hadler iç içe girer ve bir hükümle yetinilir. Tüm hır­sızlıklara mukabil hırsızın eli bir defa kesilir. Bu kaide üzerinde ihtilâf yoktur. Bütün fakîhler bu konu üzerinde müttefiktirler. Asıl ihtilâf; hırsızların birden fazla olması halinde tazminatın ne şekilde Ödeneceği konusundadır. Bir grup mal sahipleri, topluca gelip dâva açtıkları tak-dîrde; hırsıza tazminat gerekmeyeceği görüşündedir. Çünkü çalınan mal ile alâkalı olarak hırsızın aleyhinde dâva açılması; tazminatın ib­rası anlamına gelir. Fakat mal sahihlerinden birisi veya birkaçı dâva açar da, Öbürleri dâva açmazsa; dâva açmayana tazminat ödenmesi ge­rekir. Ebu Yûsuf ve Muhammed'in görüşü budur. Delilleri ise şudur : Mal sahibi; malını isteyip hakkını almak veya hırsızlık dâvası açıp, Allah'ın hakkının yerini bulmasını sağlamak arasında muhayyerdir. Birincisinin karşılığı tazminat, ikincisinin karşılığı sadece el kesilme­sidir. Onlara göre; tazminatın sakıt olması, hırsızlık iddiasına dayalıdır. Hırsızlık iddiası vâki' olduğu anda tazminat sâjsıt olur. Ebu Hanîfe'nin görüşü ise bunun tersinedir. Ona göre; mal sahiplerinden hiçbirine taz-mînât ödenmez. Çünkü hırsızın elinin kesilmesi, tüm hırsızlıklardan dolayıdır. Bu yüzden hiç birine tazminat ödenmez.

Şafiî ve Hanbel'e göre; hırsızın hem eli kesilir, hem de tazminat alınır. Çünkü her hırsızlık suçunda hırsız; hem el kesilmesini, hem de tazminatı gerektiren fiili işlemiştir. Onun için hem elinin kesilmesi, hem de tazminat ödemesi gerekir. Zira her hırsızlık suçu; iki hukuka tecâvüzdür Birincisi; Allah'ın veya toplumun hakkına tecâvüzdür. Al­lah hırsızlığı yasaklamıştır. Toplum ise hırsızlıkla zarar görmektedir. Binâenaleyh fail Allah'ın veya toplumun hakkını çiğnemiştir. İkincisi ise; hiçbir neden olmadan malı yok edilmiş olan kulun hakkıdır. Suç bütün hukuka tecâvüz olduğu gibi, cezanın da bütün tazminatı birlikte ihtiva etmesini önleyecek hiçbir neden yoktur. Binâenaleyh suçlu, her iki haktan sorumlu olmaktadır. Dolayısıyla mal elinde ise onu sahibine geri vererek tazmin etmek zorundadır. Eğer elinde değilse, kıymetini tazmin etmekle yükümlüdür. Çünkü Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmak­tadır : «Hırsız, aldığı şeyi geri verene kadar mes'uliyet altındadır.» Şa­fiî ve Hanefîler ise Abdurrahmân İbn Avf'ın hadîsini kabul etmemek­tedirler, çünkü ravîlerden birisi meçhuldür. Şu halde çalman eşya hır­sızın elinde ise sahibine aynen, elinde değilse mislini veya değerini mal sahibine iade etmesi gerekir. İster eli kesilsin ister kesilmesin, ister zen­gin olsun ister fakîr olsun tazmin zorundadır. Mal sahipleri birden fazla ise, hırsız her mal sahibine —ister davacı olsun, ister olmasınlar— çal­dığı şeyin kıymetini veya mislini tazmîn etmek zorundadır. Hırsız, çal­dığı eşyayı başka birinin tasarrufuna verirse; mal sahibinin, eşyasını bu kişiden isteme hakkı vardır. Bu kişinin de hırsızdan verdiği kıymeti alma hakkı vardır.

İmâm Mâlik'e göre; kesilmeme sebebi ne olursa olsun, eli kesilme­yen hırsızın çalman malı tazmin etmesi gerekir. El kesilmeyiş sebebi, malın nisaba baliğ olmaması veya şehâdetin tâm olmaması veya hırsız­lığın korunak olmayan bir mahalden yapılmış olması veya hırsızın eli­nin kasıdlı yahut hatalı başka bir suçtan dolayı kesilmiş olması, ya da arızî bir başka nedeni olabilir. Hırsız bu durumda tüketilmiş de olsa çalınan malın kıymetini tazmin eder. Malın tüketilmesi, kendi isteğiyle olsun, isteksiz olsun farksızdır. Hırsız zengin olsun fakîr olsun, netice değişmez. Eğer çaldığı eşya ortada duruyorsa onu iade etmek zorundadır. Çalmaktan dolayı hırsızın eli kesilmişse mevcûd olan eşyayı yine ver­mek mecburiyetindedir. Eğer eşya mevcûd değilse; hırsızlık vaktinde ve eli kesilene değin hırsızın zenginliği devam ettiği takdirde, eşyanın kıymetini veya mislini ödemesi gerekir. Eğer hırsızlık yaptığı zaman fakîr de eli kesilmezden az önce zengin olmuşsa; tazminat gerekmez. Keza hırsızlık ânında zengin iken bilâhare elinin kesilmesinden önce fakîr düşmüşse, yine tazminat gerekmez. Hattâ elinin kesilmesinden sonra zengin olsa dahi. Bu anlatılanların nedeni İmâm Mâlik'e göre; Rasûlullah (s.a.) dan nakledilen şu hadîs-i şeriftir: «Hırsıza had uy­gulandığı zaman, tazminat gerekmez.» İmâm Mâlik, bu hadîsi; hırsızın iki cezaya çarptırılamayacağı, binâenaleyh hem elinin kesilmesi, hem de tazminatın gerekmeyeceği şeklinde yorumlamıştır. Fakat İmâm Mâ­lik, sürekli zenginliği mevcûd bir mal gibi telakki etmektedir. Hırsızlık yaptığı vakitten, elinin kesildiği vakte kadar zenginliğinin sürmesi ha­linde, onun tasarruf ettiği ve malını içerisine sokarak tükettiği şeyden dolayı tazmînât ödemesinin cezalandırma olmayacağını kabul etmek­tedir. İmâm Mâlik'in görüşü kıyâs dışı bir istihsândır. Hırsızlıkların ve mal sahiplerinin birden fazla olması halinde de bu kaide uygulanır. İmâm Mâlik'e göre; hırsız, malı başkasının tasarrufuna verdiği takdirde bu kişinin malı geri vermesi gerekir. Şia'nın Zeydiyye kolunun görüşü ise Ebu Hanîfe'nin görüşüne uyar. Onlara göre hırsızın eli kesilirse, mal tazmîn olunmaz.

Hırsızın elinin kesilmesinin dayandığı esâs, yüce Allah'ın şu âyet-i celüe'sidir : «Erkek hırsızla kadın hırsızın iki elini, kazandıklarına kar­şılık Allah tarafından verilmiş bir ceza olarak kesiniz.» Hırsızın elinin kesilmesini ne mal sahibi bağışlayabilir, ne de devlet reîsi. Daha hafif bir ceza verilmesi de caiz değildir. Bunun dayandığı esâs, Rasûlullah (s.a.) dan rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir :. «Aralarınızda cezayı bağış­layınız. Ceza, devlet reisine kadar uzandığı zaman; kim onu affederse, Allah onu affetmesin.» Cezanın tatbikinin te'hîri veya ta'dîli de caiz değildir. Bu prensibler üzerinde ittifak vardır. Sadece Şia'nın Zeydiyye kolu buna karşı çıkar; mal sahibinin hırsızlığı affetmesiyle, hırsızın eli­nin kesilmeyeceğini öne sürer. Mal sahibi birden fazla olursa; her bi­rinin teker teker affetmesi halinde ceza sakıt olur, aksi takdirde sakıt olmaz. Şia'nın Zeydiyye kolu, haddi tatbik etmenin devlet reisine vâcib olmakla beraber, halkın menfaati için bazı cezaların iskâtını veya bir vakte değin te'hîrini uygun görmektedir. Zeydî fakîhlerin arasında dev­let reisinin iftira ve hırsızlık haddini iskât edemeyeceğini kabul eden­ler de bulunmaktadır.

İslâm hukukçuları; hırsızlık suçunda kesilecek mahal konusunda bir noktaya kadar farklı görüşlere sahiptirler. Bu farklılık, yüce Allah'ın: «Ellerini kesin.» âyetinin te'vîlinden kaynaklanmaktadır. Ra-sûlullah (s.a.) dan nakledilen hadîslerin, sıhhati konusundaki farklı gö­rüşler de bu noktada müessirdir. Atâ'ya göre; hırsız ilk hırsızlık yaparsa eli kesilir. Bundan sonra ne kadar tekerrür ederse etsin eli kesilmea; Buna göre hırsızlığın cezası, ilk hırsızlıkta sağ elin kesilmesidir. Sonra yapılan hırsızlıklardan dolayı el kesilmez, ta'zîr cezası vermekle yeti-nilir. Atâ'nın delili Yüce Allah'ın : «Ellerini kesin.» buyurmasıdır. Ona göre; eğer Allah elin dışında herhangi bir organın kesilmesini emretmiş olsaydı, ayakların da kesilmesini emrederdi.

Zahirîlere göre; iki elin birlikte kesilmesi gerekir. Hırsız ilk hırsız­lık yaptığında sağ eli, ikinci defa yaptığında sol eli kesilir. Üçüncü defa-tekrar ederse ta'zîr cezası verilir ve halkla münâsebetten alıkonur, uzun süre hapiste tutularak ıslâh-ı hal etmesi beklenir. Delilleri ise şu­dur : Kur'an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye; hırsızın elinin kesilmesini emretmiş, ayağının kesilmesini emretmemiştir. Binâenaleyh hırsızın, elinden başka bir uzvu kesilmez.

Ebu Hanîfe, Şia'nın Zeydiyye kolu ve Hanbelî mezhebinden birinci —kuvvetli— görüş uyarınca hırsızın kesilecek organı, sağ eli ile sol ayağıdır. İlk hırsızlık yaptığında sağ eli kesilir. Tekrar hırsızlık yaparsa sol ayağı kesilir. Yine hırsızlık yaparsa, başka bir uzvu kesilmez. Sadece ölünceye veya tevbesi ayan beyân ortaya çıkıncaya kadar bir süre hap­sedilir. Delilleri ise şudur :

a- Ebu Hüreyre (r.a.) nin Hz. Peygamberden rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Allah'ın Rasûlü hırsızlar hakkında şöyle buyurur :

«Eğer bir kişi hırsızlık yaparsa elini kesiniz, sonra yine yaparsa ayağını kesiniz.»

b- Abdullah îbn Mes'ûd'un kırâetine göre «Ellerini kesin.» âye-tindeki ( U^-ul f kelimesi ( U^JL,.! ) şeklinde olup sağ ellerini kesiniz, buyurulmaktadır. Abdullah Ibn Mes'ûd gibi bir zâtın âyeti ken­diliğinden böyle okuyacağı düşünülemeyeceğine göre o, Rasûlullah (s.a.) dan böyle duymuş olsa gerektir. Onun bu kırâeti tefsir yerine geçmiştir. Binâenaleyh sağ elin kesilmesi kasdolunmaktadır.

c- İki elin kesilmesi, bir organın tür olarak faydasının yok edil­mesi demektir. İki ayağın kesilmesi de böyledir. Binâenaleyh eli kesilen şahsın yemesi, içmesi, yürümesi ve temizlenmesi mümkün olmaz. •

d- Hz. Ömer ve Ali, hırsızın elinden ve ayağından fazla bir or­ganın kesilmesini gerekli görmemektedirler. Hz. Ali'ye bir hırsız geti­rilmiş ve hırsızın eli ve ayağı kesikmiş. Hz. Ali başka bir uzvunu kes­memiş. Ve şöyle demiş : «Ona dokunacağı bir el ve yürüyeceği bir ayak bırakmamaktan dolayı Allah'tan haya ederim.» Arkadaşlan ona, hır­sızın diğer el ve ayağından birini kesmesini söylediklerinde Hz. Ali, şöyle demiş : «O zaman adamı öldürmüş olurum. Halbuki öldürmemi gerek­tiren bir şey yok. Bunlan da kestiğim zaman ne ile yiyecek, ne ile ab-dest alacak, namaz kılacak, ne ile yıkanacak ve ne ile ihtiyâçlarını defe­decektir?» Hz. Ömer (r.a.) e eli kesik bir hırsız getirildiğinde; onu hapse koymuştur. Hz. Ali de Hz. Ömer'e böyle yapmasını işaret etmiştir.

Mâliki, Şafiî ve Hanbelî mezhebinde ikinci görüşe göre; hırsızın kesilecek mahalli, iki eli ve iki ayağıdır. Önce sağ eli kesilir. Tekrar hır­sızlık yaparsa sol ayağı kesilir. Üçüncü defa hırsızlık yaparsa sol eli kesilir. Dördüncü defa hırsızlık yaparsa sağ ayağı kesilir. Yine hırsızlık yaparsa, ölünceye veya tevbesi aşikâr oluncaya kadar hapsedilir. Delil­leri ise yüce Allah'ın «Ellerini kesin.» hükmüdür. Buradaki eller cemî' ismi olup iki veya daha fazla organ için bahis mevzuudur; Ebu Hürey-re'nin rivayet ettiği hadîste Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur : «Kişi hırsızlık yaparsa elini kesiniz, yine hırsızlık yaparsa ayağını kesiniz, yine hırsızlık yaparsa elini kesiniz, yine hırsızlık yaparsa ayağını kesi­niz.» Ayrıca yine onlara göre, Hz. Ebu Bekr ve Ömer, halifelikleri dö­nemlerinde hırsızların iki elini ve ayaklarını kesmişlerdir. Allah'ın Ra­sûlü de onlar için «Benden sonra Ebübekir ve Ömer'e uyunuz.» buyur­muştur.

Ebu Hanîfe, sağ elin kesilmesi için sol elin sağlam olmasını şart koşar. Eğer sol el kesik ise veya çolak ise veya baş parmağı kopuk ise veya baş parmağın dışında iki parmağı kopuk ise sağ el kesilmez. Zîrâ hırsızlıktan dolayı elin kesilmesi, uzvu yok etmek için değil, hırsızlığa engel olmak içindir. Eğer hırsız sol eliyle faydalanmak imkânına sahip değilse, sağ elin kesilmesi iki elin kullanma imkânından mahrum bıra­kılması demektir ki; bu, bir bakıma kişinin helake sevkedilmesi anla­mına gelir. Eğer hırsızın sol eli böyle eksik ise sol ayağı da kesilemez, çünkü sol ayağının kesilmesi bir şeyin bütünüyle yokolmasına sebeb olur ki; bu da kişinin helakine vesiledir. Ebu Hanîfe'ye göre; sağ ayak kopuk veya topal veya yürüyemeyecek şekilde aksak ise sağ el de ke­silmez. Çünkü bu takdirde, bir bölümün faydasının tamamen ortadan kalkması söz konusudur. Sağ ayağı arızalı olan kişinin sol ayağı sağlam da olsa kesilmez. Çünkü sol ayağı kesildiği takdirde kişi ayaksız kalmış olur ki, bir uzvun faydasından mahrum kalır. İsterse sağ ayağının tüm parmaklan kesik olsun. Eğer hırsız, sağ ayağının üzerine dikilebiliyor, yürüyebiliyorsa sağ el kesilir. Zîrâ bu takdirde bir organ türünün men­faatinin zevali söz konusu olmaz. Eğer hırsızın iki eli sağlam fakat sol ayağı kopuk ise veya topal ise veya parmakları kopuk ise sağ eli kesilir. Çünkü türün faydasının ortadan kalkması söz konusu değildir. Eğer sağ el çolak veya baş parmağı yahutta diğer parmakları kopuk ise yine de kesilir. Sağlam el kesildiğine göre sakat elin kesilmesi daha evlâdır.

Ebu Hanîfe'nin yukardaki görüşleri, İmâm Ahmed'in görüşleriyle aynıdır. Lâkin İmâm Ahmed, büyük çapta kullanım imkânı 'kalkmış olan elin yok sayılacağını belirterek Ebu Hanîfe'ye karşı çıkar. Fakat bir parmağın kopmasının uzvun yok sayılacağı anlamına gelmeyeceğini belirtir. Ebu Hanîfe ise; baş parmağın dışında iki parmağın kopuk ol­masını veya baş parmağın kopuk olmasını uzvun yok olması anlamında kabul etmektedir. Ona göre bu takdirde, elin dokunma imkânı ortadan kalkmaktadır.

Hanbelî mezhebinde bir diğer görüş; çolak elin asla kesilemeyece-ğini kabul eder. Hanbelî mezhebindeki son görüşe göre; cerrahlar kesil­mesinin kan zâyi'ine vesîle olacağını ve damarların yok olacağını belir­tirlerse çolak elin kesileceğini kabul etmektedir. Hanbelî mezhebinde bir diğer görüş sahipleri ise, tüm parmaklan yok olan bir elin kesileme-yeceğini ifâde ederken bir başka grup kesileceğini kabul eder.

Şia'nın Zeydiyye kolunun görüşü Şerh'ül-Ezhâr'da zikredildiği gibi Ebu Hanîfe'nin görüşüne uyar.

İmâm Mâlik ve Şafiî, iki elin ve ayağın kesilmesinde müttefiktirler. Fakat İmâm Mâlik, açıkça sakat olan elin veya ayağın kesilmemesini öngörür. Parmakların çoğunluğunun veya üç-dört parmağın kopması halinde de İmâm Mâlik, elin veya ayağın sakat olduğunu kabul eder. İmâm Şafiî ise, sakat da olsa elin ve ayağın kesilmesini öngörür. Ancak kesilmesi halinde kanın durmamasından korkulursa kesilmemesini ge­rekli bulur. Şafiî tek bir parmağın bulunması halinde de elin kesilme­sini kabul eder. Hatta Şafiî mezhebinde bazı fakıhler, parmaksız elin ayasının kesilebileceğini dahi belirtirler.

Bütün fakıhler tarafından ittifakla kabul edilmektedir ki; hırsızın kesilmesi gereken uzvu, hırsızlıktan sonra vâki' olan bir sebeple yok olduğu takdirde, o uzvunun kesilmesi sakıt olur. Uzvun yok olması, kaza, cinayet veya kısas nedenine dayanabilir. Hırsızlık yaptıktan sonra tek­rar bir diğer uzvu kesilmez. Bir kimse hırsızlık yaptıktan sonra bir şahsın sağ elini kopanr da kısas uygulanırsa, onun da sağ eli kesilirse; böylece hırsızlıktan dolayı doğacak kesme cezası sakıt olur ve sol ayağa ceza intikâl etmez. Fakat kısas hükmü verilen suç, hırsızlıktan önce vâki' olmuşsa kesilme hükmü sol ayağa intikâl eder.

Bir şahıs, kasden kesilmesi gereken uzvu kesecek olursa; suçlunun üzerindeki kesilme cezası sakıt olur ve onu kesen kişiye de ta'zîr ce­zası verilir. Kesilmesi gereken uzvun kesilişi, hırsızlıktan sonra meydana gelen bir sebepten neş'et etmiştir. Binâenaleyh hırsızın eli kesilmeyeceği gibi onun elini kesene de kısas gerekmez. Çünkü o, ma'sûm olmayaln bir uzvu koparmıştır. Sadece devletin görevini üstlendiği için o şahsa ta'zîr cezası verilir. İmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbel'in görüşü budur. An­cak Mâlikîler; tecâvüzün .hırsızlığın vukuundan sonra değil, sübûtun-dan sonra olmasını şart koşarlar.

Hanefîler ise şu iki durumu birbirinden ayırırlar. Saldırının, dâva açılmasından önce veya sonra olmasına göre hükmü farklıdır. Hırsızın elini kesen kişi, dâva açılmazdan önce kesmişse, kısas gerekir. Çünkü hırsızın elinin kesilmesi, ancak dâva açılmasıyla mümkün olur ve elinin kesildiği anda el kesilme cezasını hak etmemiştir, binâenaleyh suçlu ma'sûm olan bir uzvu koparmıştır. Eğer hırsızın kesilen eli sağ eli ise; kesme sol ayağa intikâl eder, bu takdirde sağ eli bulunmayan bir hır­sız durumuna geçer. Hırsızın elinin koparılması; aleyhinde hırsızlık dâvası açılmasından sonra ise ve hırsızın hakkında henüz hüküm ve-rilmemişse durum aynıdır. Ancak bu durumda hırsızın sol ayağı kesi­lemez. Çünkü onun hakkında dâva açılmakla sağ elinin kesilmesi söz konusudur ki; burda başkası tarafından koparılmıştır. Binâenaleyh vâ-cib, semavî bir afetle yok olmuş gibi sakıt olur. Eğer hırsızın elinin ko­parılması; hakkında koparılma cezası verildikten sonra ise, koparan ki­şiye kısas uygulanmaz. O, Allah'ın haddini uygulamış gibi kabul edilir ve hırsızlıktan dolayı elini kesmiş sayılır.

Bir kişinin aleyhinde hırsızlık dolayısıyla şehâdet edilir ve hâkim, şâhidlerin doğruluğunu kabul edip de hapseder ve hapiste.iken bir başkası hırsızın elini keserse; bilâiıere şâhidler de şehâdetten döner­lerse, üç mezheb imamına göre hırsızın elini kesene kısas gerekmez. Eğer dönmezlerse kısas gerekir. Lâkin Hanefîler kısası gerekli bulma­maktadırlar. Çünkü şâhidlerin doğru olması ihtimâli de vardır ve bu, bir şüphe durumu ortaya çıkarır.

Bir şahıs, hırsıza saldırır ve hırsızlık vak'asından sonra sol elini kasden veya hatâen keserse; kasıdlı olduğu takdîrde kısas, hatalı ol­duğu takdirde diyet gerekir. Hırsızın sağ elinin kesilmesi, hırsızlık için kesilme cezasını iskât eder. Ebu Hanîfe, Ahmed İbn Hanbel ve Şia'nın Zeydiyye kolu bu görüştedir. Çünkü hırsızın sol eli kesilecek olursa; bu bir cinsin menfaatinin ortadan kalkmasıaa sebep olur. İmâm Mâlik ve Şafiî ise, hırsızın bu durumda sağ elinin kesilmesini öngörürler. Çünkü onlar, iki elin ve ayağın kesilmesine cevaz verirler. Ebu Hanîfe ve Ahmed İbn Hanbel ise sadece bir elin veya bir ayağın kesilmesine cevaz verirler.

Devlet reîsi veya cellâd, hırsızın sağ elini kesecek iken hatâ ile sol elini keserse; hüküm yerini bulmuş olur. Bazı fukahâya göre; yanlış­lıkla kesene tazminat yoktur, diğer bazılarına göre vardır. Eğer kesen kişi kasıdlı olarak ve sünnet gereği hırsızın sağ elinin kesilmesinin icâ-bettiğini biliyorsa; kısas gerekir, hırsızın cezası sakıt olmaz. İmâm Mâ­lik ve Şafiî'ye göre; sağ elinin kesilmesi de gerekir. Ebu Hanîfe'ye göre, kesen kişiye ta'zîr ve tazminat cezası verilir. Hanbelîlerin bir kısmı da bu görüştedir. Diğer bir kısmı ise kısası gerekli bulurlar. Ancak bilu­mum hanefîlerle hanbelîler sol elin kesilmesinin, sağ elin kesilmesini önleyeceğini ve cezanın sakıt olacağını kabul ederler. Onlara göre; sol elden sonra sağ elin de kesilmesi, bir cinsin faydasının ortadan kalk­masına sebep olur ve tek bir hırsızlık olayından dolayı iki elin kesilmesi neticesini doğurur. Bu durumda Ebu Hanîfe'ye göre hırsızın elini ke­sen kişiye tazminat gerekmez. Çünkü o daha iyisini bırakmış, daha kö­tüsünü kesmiştir. Yani o, hırsızın sol elini koparmış ve sağ elini bırak­mıştır ki; bu öbüründen daha faydalıdır.

c- Kesilme Yeri:

Dört imâma ve Zahirîlerle Şia'nın Zeydiyye koluna göre; hırsızın elinin kesilme yeri, bilek mafsallarıdır. Şia'nın îmâmiyye koluna göre, parmakların dibidir. Binâenaleyh elin ayası kesilmez. Haricîlere göre kol .omuzdan kesilir.

Ayaktan kesilme yeri, topukların mafsalıdır. Şia'nın İmâmiyye ko­luna göre; na'lîn tasmasıdır, böylece hırsıza basabileceği bir topuk bırakılmış olur. Haricîlere göre; el deyince tüm dirseklere kadar bilek anlaşılır. Şia'nın İmâmiyye koluna göre;.Hz. Ali elin ayasını değil, par­maklarını kesmiştir. Bilek ekleminden kesilmesini söyleyenlerin delili ise, el kesilmesi ile en az olarak aya ve parmaklar kasdolunur. Bu şe­kilde hareket Rasûlullah döneminden beri carî olmuştur. Allah'ın Ra-sûlü eklemlerden kesmiştir.

Hırsız, eli kesilmezden önce birkaç kere hırsızlık yaparsa tüm hır­sızlıklardan dolayı bir kere elinin kesilmesiyle yetinilir ve hadlerin tamâmı iç içe girmiş olur. Çünkü hırsızlık, Allah'ın koyduğu hadlerden bir haddir. Bu haddi gerektiren sebepler birleşince —zina haddinde ol-tduğu gibi— iç içe girerler. Genel kaide şudur : Allah'ın hakkım alâka­dar eden hadler iç içe girer, insanoğlunun hukukunu ilgilendiren hadler iç içe girmez. İmâm Mâlik'e göre tedahül, iki halde mümkün olur.

a- Her suçu icâbettiren had miktarı birleşirse. İftira ve içki hadlerinin birleşmesi gibi. Her ikisinin haddi de seksen sopadır. Hır­sızlık suçu ile sağ elfn kesilmesini gerektiren kısasın birleşmesi gibi. Birinci fiilin cezası sağ elin kesilmesi, ikincinin cezası kısastır. Binaenaleyh iki cezadan biri yerine getirilince, diğer cezalar sakıt olur. İs­terse birinci cezanın tatbiki ânında diğerine kifayet etmesi kasdedilmiş olmasın veya had uygulanması gereken kişiye başka bir haddin bulun­duğu bilinmesin.

b- Bir suçun gerekleri tekerrür ederse. Had tatbik edilmezden önce birkaç kerre hırsızlık yapmak veya içki içmek gibi.

Bazı Hanbelî fakîhlerine göre; bir topluluk, topluca hırsızlık yapsa ve teker teker mahkemeye gelseler, hadler tedahül etmez. Öyle sanıyo­ruz ki; bu fakîhler, meseleyi iftira haddiyle kıyaslamaktadırlar. Ancak doğru olanı, hadlerin tedahül etmesidir. Çünkü hırsızlıktan dolayı elin kesilmesi Allah'a hâs bir haktır. Her ne kadar mal sahibinin dâva açma­sına bağlı ise de, elin kesilmesi Allah'ın hukukudur. İftira haddi ise, insanoğlunun hakkıdır ve uygulanabilmesi için hak sahibinin talebi gerekir. Hak sahibi affedince had sakıt olur.

Devlet reîsi veya onun ta'yîn ettiği hakimler haddi uygularlar.

İmâm Şafiî ve Hanbel'e göre, hırsızın eli kesildikten sonra Zecr ve tenkil için bir süre boynuna asılması gerekir. Delilleri Tirmizî'nin Ra-. sûlullah (s.a.) dan naklettikleri rivayette o'nun bir hırsızın elini kesip, sonra boynuna asmasını emretmesi hadisesidir. Hanbelîler elin boyuna asılma süresini ta'yîn etmemişken, Şâfiîler boyuna asılmasını bir saat olarak ta'yîn etmişlerdir. Şia'nın Zeydiyye koluna göre, üç gün asılı kalması gerekir. Mâliki ve hanefîlere göre; elin boyuna asılması bahis mevzuu değildir.

Hırsızın elinin kesilmesi îcâbedince cezânm tatbikinden kaçıp kur­tulmak imkânı yoktur. Ancak herhangi bir sebeple ceza sakıt olursa uygulanmaz. Hırsızlık cezasını iskât eden sebepler fukahâ arasında ihtilaflıdır. Bazılarının iskât edici sebep olarak gördükleri şeyi, di­ğerleri kabul etmemektedirler. Burada hırsızlık cezasının iskâtmda ihtilâf ve ittifak olunan sebepleri açıklamaya çalışacağız :

1- Malı çalınan kişinin; hırsızın hırsızlık ikrarını yalanlaması veya mal sahibinin şâhidlerin şehâdet ettikleri hırsızlık olayını yalanlaması. Bu tekzîb, ikrar ve şahadeti ibtâl e'der. Bunların bâtıl olmasıyla birlikte hırsızın eli kesilmez. Hanefî mezhebinin görüşü budur. Tekzibin baş­langıçta veya dâva açılmasından sonra, yahut hırsızlik iddiasını müte-âkib olması farksızdır. İmâm Mâlik, dâva açmaya itibâr etmediği için mal sahibinin, suçlunun ikrarını veya şâhidlerin şehâdetini yalanlama­sını hırsızın elinin kesilmesini Önleyen bir sebep olarak kabul etmemek­tedir. Yeter ki yalanlamanın, suçluya yardım kasdı ile olduğu sabit olsun. Şafiî ve. Ahmed îbn Hanbel'e göre de tekzîb, hırsızlık iddiasından ve dâva açılmasından sonra ise durum aynıdır. Ama bunlardan önce ise, hırsızın elinin kesilmesi gerekmez. Çünkü elin kesilmesi, ancak dâva açılması halinde mümkündür ki, başlangıçtaki tekzîb dâva açmayı önler.

Zahirî mezhebi bu noktada Mâliki mezhebine uyar. Şîa'nm Zey-diyye kolu ise, Hanefî mezhebine uyar. Çünkü onlar mal sahibinin af­fıyla cezanın iskâtını öngörmezler. Yalanlama; ister doğru olsun, ister suçluya yardım kasdıyla yapılmış olsun, onlara göre her halükârda haddi iskât eder.

2- Bütün hak sahipleri tarafından yapılmış olmak kaydıyla, hır­sızın affı. Eğer mal sahiplerinden bir kısmı affedip diğeri affetmemisse ceza sakıt olmaz. Şia'nın Zeydiyye koluna ait olan bu görüşü diğer mez--hebler kabul etmezler.

3- Suçlunun ikrarından başka bir delil bulunmadığı hallerde hırsızın, sarahaten veya zımmen ikrarından vazgeçmesi. Eğer suçlunun ikrarından başka bir delil varsa durum yukarda ikrar konusunda beyân ettiğimiz gibidir. Bu durumun cezayı iskât edeceği konusunda ittifak bulunmakla beraber; bazı Şafiî ve Zahirî fakîhler, ikrardan rücû'un el kesilme cezasını iskât etmeyeceğini kabul etmektedirler.

Bir hırsızlık vak'asma iki kişi iştirak eder ve hırsızlık yaptıklarını ikrar ederlerse; bilâhare hırsızlardan birisi ikrardan vazgeçer, diğeri ikrarına devam ederse; İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre, ceza ikrarından vazgeçenden sakıt olur. Ebu Hanîfe'ye göre diğerinin de eli kesilemez. Çünkü hırsızlık bir tek vak'adır ve ortaklıkla sabit ol­muştur. Ortaklarından birinin ikrarından dönmesi, diğer ortak hakkın­da şüphe îrâs eder. Suçlulardan biri hırsızlık yaptığını ikrar eder, ikin­cisi de inkâr ederse ve aleyhte de delil yoksa; bütün mezheb imamla­rına göre, ikrar edenin eli kesilir. Sadece Hanefî fakîhlerinden İmâm Ebu Yûsuf, ikrar edenin de elinin kesilmemesini öngörür. Ona göre hır­sız, ortaklaşa işlenen bir hırsızlık vak'asını ikrar etmiştir. Ortağının in-kârıyla fiil aleyhinde tesbît edilemediğine göre, bu durum arkadaşının hakkına da te'sîr eder. Çünkü hırsızlık birlikte işlenmiştir, dolayısıyla ikrar edenin de eli kesilemez. Karşı görüşte olanlara göre; ortaklardan birinin hırsızlığa iştirak etmesi, herbiri için hırsızlığın mevcudiyetini ikrardır. Fakat arkadaşı hırsızlığı inkâr etmekle onun açısından hır­sızlık fiili tesbît edilememiş olmaktadır. Onun fiilinin bulunmaması ar­kadaşının fiilinin mevcudiyetine te'sîr etmez ve arkadaşının kendi aley­hindeki hırsızlık fiili mevcûd sayılarak ona göre muaheze olunur.

4- Murafaadan önce çalınan eşyanın iadesi. Ebu Hanîfe'ye göre hırsızın elinin kesilmesini iskât eder. Murafaadan sonra iadesi ise iskât etmez. Çünkü el kesmeyi gerektiren hırsızlık olayının ortaya çıkması için dâva açılması şarttır. Dâva açılmazdan ve mahkeme görülmeye başlamazdan önce, hırsız çaluıan eşyayı geri iade ederse, dâva sakıt olmaz. Çünkü şart dâva açmaktır, yoksa dâvanın devamı değildir. Ebu Yûsuf'tan nakledilen bir rivayette murafaadan önce iade de, hırsızın elinin kesilmesini iskât etmez. Çünkü hırsızlık; vücûda geldiği andan itibaren elin kesilmesini gerektirir. Hırsızın çalınan malları iade etmesi, mevcûd vak'ayı ortadan kaldırmayacağı gibi hırsızın elinin kesilmesini de engellemez. Şia'nın Zeydiyye koluna göre; çalınan malın korunan mahalden çıkarıldıktan sonra iadesi, elin kesilmesini gerektirir. İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre; malın iadesi elin kesilmesini önlemez. Çünkü Mâlik, dâva açmayı şart koşmaz. Şafiî ve Hanbel'e göre de; dâva açmak, hüküm için şarttır, elin kesilmesi için değil. Mal sa­hibi dâva açınca, hırsızın elinin kesilmesi gerekir. İster suçlu çalınan malı iade etsin, ister iade etmesin, ister murafaadan önce iade etsin, ister sonra iade etsin.

5- Hükmün verilmesinden önce hırsızın çalman mala sahip ol­ması :

Hanefîlere göre; hırsız, çalınan mala hüküm verilmezden önce sa­hip olursa, elinin kesilmesi sakıt olur. Hükmün verilmesinden sonra ve uygulanmasından, önce mâlik olursa Ebu Hanîfe ve İmâm Muhammed'e göre yine sakıt olur. Ebu Yûsuf'a göre sakıt olmaz. Şia'nın Zeydiyye koluna göre; hırsızın elinin kesilmesini engelleyen mülkiyet, şikâyetten önceki mülkiyet halidir. Şafiî ve Ahmed İbn HanbeJ'e göre de hüküm aynıdır. Çünkü hükmün verilebilmesi için çalınan malın, talebi şarttır. Hırsız şikâyetten önce mala sahip olursa, taleb durumu ortadan kalkar. Ama şikâyetten sonra sahip olursa, taleb durumu mevcûd olduğundan elin kesilmesi durdurulamaz. İmâm Mâlik'e göre; çalman mala, çalın­ma ânında sahip olunup olunmaması muteberdir. Hırsız, çaldığı mala o anda mâlik değilse eli kesilir. Çünkü İmâm Mâlik, talebi şart koş-mamaktadır. Ona göre; hırsız, çalınan malı şikâyetten önce de iade etse, yine eli kesilir. Hattâ şikâyet bir yabancı tarafından yapılmış ol­sa da.

6- Çalman Malın Mülkü Olduğu İddiası: Suçlu, çalman malın kendi malı olduğunu iddia ederse, bazılarına göre bu iddia elin kesil­mesini iskât eder, bazılarına göre etmez.5

İslâm hukukundaki cezaî hükümlerin, çeşitlerini ve herbirinin di­ğerlerinden farklı olan taraflarını ve özelliklerini yukarda açıkladık. Ve dedik ki; İslâm hukuku, haddi ve kısası gerektiren suçların cezalandırıl­masında her suç için bir tek ceza veya cezalar koymak hususunda faz­lasıyla hassasiyet göstermiştir ve bu cezaların tatbikinde suçludan çok suçu nazar-ı itibâra almıştır. Bu cezaların verilmesinde hâkimin yetki­sini, son derece daraltarak hâkimin bu konuda serbest değil bağlı ol­duğunu kabul etmiştir. Binâenaleyh hâkim, bu cezaları istediği gibi artırıp eksiltemez. Cezayı ağırlaştırıp hafîfleştiremez. Çünkü bu ceza­lar, önceden takdîr olunmuş cezalardır. İslâm hukuku, had ve kısası-ge­rektiren suçlarda hâkimin yetkisini sınırladığı gibi, kanun koyucunun yetkisini de sınırlandırmıştır. Kanun koyucunun, bu cezaların yerine herhangi bir ceza verme yetkisi veya cezanın tatbikatını durdurma veya affa hakkı yoktur. Kanun koyucu sadece diğer ta'zîr cezalarıyla bu ağır cezaları daha da ağırlaştırabilir. Meselâ kanun koyucu, iftira su­çuna elli sopa cezası koyamaz ama iftira suçu için konulmuş bulunan sopa cezasına ek olarak tazmînât ve hapis cezası verebilir. Vurulması gereken seksen sopanın üzerine daha fazla miktar ekleyerek bunu ta'zîr cezası sayabilir. Kanun koyucu, kısas cezasını bir başka cezaya çevire-, mez veya diyeti azaltamaz. Ancak kısas veya diyet cezasına ek olarak sopa ve hapis yahut da diğer ta'zîr cezalanın ekleyebilir.

İslâm hukukunun, suçluyu dikkate almayıp suça önem verdiği suç-, lar; had, kısas ve diyet cezalarını gerektiren suçlardır ki bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Zina

2- İftira

3- İçki içme

4- Hırsızlık

5- Harabe

6- İsyan

7- İrtidâd

8- Kasıdlı öldürme

9- Kasda benzer öldürme

10- Hatalı öldürme

11- Kasıdlı yaralama

12- Hatalı yaralama

Şu halde İslâm hukukunun, suçlunun durumunu asla dikkate al­mayıp suçu nazar-ı itibâra aldığı ve ona önem verdiği cezaların sayısı onikidir. Bunun dışındaki suçlarda hem suçlunun, hem de suçun du­rumunu nazar-ı itibâra alır.

İnsan, başlangıçta İslâm hukukunun bu on iki başlık altında topla­nan suçlarda şiddet gösterip sayısı yüzleri bulan diğer suçlarda müsa­mahakâr davranmasında ve kolaylık göstermesindeki hikmeti anlama­yabilir. Belki de bu anlayamama durumu, suçların sayısıyla ilgilidir. On iki çeşit suç var ki, bunda şeriat hiçbir şeyi nazar-ı itibâra almıyor, sadece suçu gözönünde tutuyor. Öte yandan yüzlerce suç var ki, bunları daha kolay bir yolla cezalandırıyor. Vakıa had, kısas ve diyeti gerek­tiren suçların sayısı ile diğer suçların sayısı arasındaki nisbet çok azdır. Biz, bu nisbeti yaklaşık olarak had, kısas ve diyeti gerektiren suçlar için ceza kanunlarındaki maddeleri sayıp diğer suçlar için konulan madde­lerle karşılaştırdığımız zaman farkedebiliriz.

Mısır ceza kanunu maddelerini inceleyenler görürler ki; had, kısas ve diyet suçlarından bahseden maddelerin sayısı elliye varmaz. Diğer suçlardan bahseden maddelerin sayısı ise üçyüz civarındadır. Birçok suçları cezalandıran başka maddeler de bulunmaktadır. Ancak biz, bu maddelerin yekûnunun üçyüz maddeyi aşmadığını kabul edelim. Vakıa bu, biraz daha fazladır. Çünkü suçlar ve cinayetlerle ilgili maddelerin sayısı 600'ü geçmez. Bu 600 maddeden had, kısas ve diyet suçlarını ilgi­lendirenlerinin sayısı ile diğer suçların arasındaki nisbet % 8 dir. Bu nisbet şüphesiz ki, nazarî bakımdan çok önemsizdir.

Ama insan, bütün suçlann aynı nisbette vuku' bulmadığını ve daha çok işlenen, tekrarlanan suçlann haddi, kısas ve diyeti gerektiren suç­lar olduğunu, geriye kalan suçların çoğunun ise ender vukûbulduğunu ve çok az tekerrür ettiğini, vuku bulsa bile aynı kişiler tarafından te­kerrürünün pek az olduğunu görünce; İslâm hukukunun neden diyet, kısas ve haddi gerektiren suçlarda bu derece şiddet gösterdiğini rahat­lıkla ve kolaylıkla anlayabilir.

Biz cinâî istatistiklere başvurduğumuzda; İslâm hukukunun bu noktadaki titizliğinin sebebini kavrayabiliriz. İstatistikler kesin olarak gösteriyor ki; had, kısas ve diyeti gerektiren suçlar günlük hayatta en çok işlenen suçlardır. Eğer şu oniki suçu ortadan kaldırabilme imkânı olsaydı, insanlar suç işlemenin ne demek olduğunu bilmeyecekler ve suç diye bir şey kalmayacaktı. Buna örnek olarak biz Mısır ceza istatistik­lerini gözden geçirelim. Mısır'da cinayetlerin sayısı 1942 -1943 yılında 8175'tir. Bunlardan 1752 si kasıdlı Ölümle sonuçlanan cinayettir. 1119 ölüme başlangıç suçudur, 989 u zorla hırsızlık ve hırsızlığa başlangıç suçudur. 243 ü ırza tecâvüz ve ahlâksızlık suçudur. 366 sı ölüme sebep olan vurma suçudur, 1196 si sürekli ma'lûl bırakan dövme ve vurma suçudur, 643 ü ise çalma ve hırsızlık suçudur.

Görüldüğü gibi, bütün bu suçlar, haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçlardır ki yekûnu 6270 dir. Bu demektir ki; bütün suçlara oranla haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçların ceza istatistiklerindeki nisbeti % 76,6 dır.

1942 -1943 yılında işlenen suçlardan ağır suçların miktarı 297.557 dir. Bu miktarda 97320 suç hırsızlık suçudur. 14.828 i hatalı yaralama suçudur. 1182 si hatalı öldürme suçudur. 60.223 ü dövme ve vurma su­çudur. 405 i ırza tecâvüz, 1.959 u hakaret ve ifftirây 4.699 u karşı gelme suçlarıdır ki, bütün bu suçlarda haddi kısas ve diyeti gerektiren suçlar, yaklaşık olarak suç oranının % 61 ini teşkil etmektedir.

On yıl öncesine başvuralım isterseniz, 1932 - 33 yılı istatistiklerine göre; ağır cezayı gerektiren cinayet suçlarının sayısı 6.957'dir. Bundan 5.496sı haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçlardır. Bu suçlann, diğer suçlar topluluğuna göre oram % 79 dur. Cinâî suçların adedi ise 155.752 dir. Bundan 92.252 si haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçlardır.

Şu halde haddi, kısası ve diyeti gerektiren suçların nisbeti*diğer suçlara göre % 54 dür.

Daha aşağılara inelim. 1922 - 23 yılında işlenen ağır cezayı gerek­tiren suçların sayısı 7.831 dir. Bundan 4.782 si haddiA kısas ve diyeti gerektiren suçlardır. Şu halde ağır cezayı gerektiren suçların hepsine nisbetle haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçların oram % 61 dir. Diğer cezayı gerektiren suçların miktarı ise bu yıldao 132.611 dir. Bundan 93.990 ı haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçlardır. Ve bu nisbet % 70,8 dir.

İşte cezaî istatistiklerin mantığı, açıkça ve hiç yalana mahal bı­rakmadan gösteriyor ki; haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçların 20 yıllık ortalaması % 72,2 dir. % 72,2 ağır cezalar içindir. Diğer cezalar ise % 63,3 tür.

Böylelikle istatistikler kesin olarak gösteriyor ki; İslâm hukuku haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçlar için sayılarının azlığına rağmen fazlasıyla dikkat göstermiş olmakla en çok tekrarlanan ve daha ağır neticelere müncer olan suçlan kökten yok etmeyi amaçlamıştır. Veya daha açık bir ifâde ile, suçluluğu tamamen ve açıkça ortadan kaldırma maksadını gütmüştür. Realitede eğer biz istatistiklerden haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçları çıkaracak olursak, ancak geriye basit ve önemsiz cezaî veya cinâî suçlar kalır ki; bunlar ne güvenliği sarsabilir, ne nizâmı yıkabilir, ne de âmme ahlâkını rencîde edebilir. Ve onları işleyenleri dizginleyip korkutmak için muhtelif ta'zîr cezalan kâfî gelir.

Bundan sonra diyebiliriz ki; bizim daha önce kesinlikle söylediğimiz gerçekleri, istatistikler bütün kuvvetiyle ortaya koymaktadır. Buna göre; İslâm hukuku hadd, kısas ve diyeti gerektiren suçlar için vaz'et-miş olduğu cezaları üç gayeye dayandırmıştır:

a- Emniyeti korumak

b- Düzeni sağlamak

c- Ahlâkı muhafaza

Şüphesiz ki bir milletin emniyeti sağlanır, düzeni korunur, ahlakı muhafaza edilirse; o millet, her türlü badireden emîn olur. İlerlemesi, gelişmesi ve yükselmesi için hiçbir engel kalmaz.

İslâm hukuku koymuş olduğu cezalan suç veya- suçlulukla savaş­mak için vaz'ettiğine göre; bu İslâm hukukunun beşerî hukuktan üs­tünlüğünü ve tatbike elverişli olduğunu isbât için tek başına yeterli olmayacaktır. Bunların, yanısıra bu cezâlann, suçluluğu bütünüyle or­tadan kaldırmaya kâfî cezalar olduğunu isbât etmek gerekecektir. Zîri bu noktada muteber olan husus, vasıta ve hedef değil vâsıtalann he­defe ulaşmayı sağlamaya yeterli olup olmadığıdır. Beşerî hukuk; suç ve suçluluk konusuyla savaşmak maksadı gütmüş ve bunun için belirli cezalar vaz'etmiş ise de, cezalar suçluluk oranını düşürmeyi başarama­mış ve suç işlemeye kökten engel olamamıştır.

Ceza sistemlerinin değerini ortaya çıkaran biricik ölçü tecrübedir. Kimi zaman isabet eden, kimi zaman kaybeden mantık oyunlarına burada itibâr yoktur. Ben bunu söylerken yeni bir şey söylemiyorum. Sadece devletler arası hukukçular kongresinde yapılan konuşmaları ve hukuk" bilginlerinin söylediklerini tekrar ediyorum. Devletlerarası hu­kuk kongresinde; en ideal ceza sisteminin, suçlarla savaşta en sağlam neticeleri gerçekleştiren sistem olduğu kararlaştırılmış ve bunun biricik ölçüsünün tecrübeler olduğu ifâde edilmiştir.

Son zamanlardaki tecrübeler, yeryüzündeki en güzel ceza sistemi­nin hangisi olduğunu ortaya koymuştur. Evet, bugün özlenen en ideal ceza sistemi, İslâm hukukunun koymuş olduğu ceza sistemidir. İslâm hukukunun başarısı, umûmî ve hususî olmak üzere iki alandadır.

Umûmî mânâda tecrübeyi İslâm hukuku yirmi yıldan beri tâm olaVak tatbike başlanan Hicaz'da göstermiştir. Suçları kökten yoketme, âmme düzenini ve emniyetini koruma bakımından eşi bulunmaz bir başarıya ulaşmıştır. Bugün bile yerliler hâlâ Hicaz'da düzenin ne ka­dar bozuk olduğunu hatırlarlar. İslâm hukuku uygulanmadan önceki suçların fenalığını, suç nisbetinin çokluğunu Hicâz'lılar unutmuş de­ğildirler. Daha önceleri gerek yolcu, gerekse yerli hiçbir kimse orada malından, canından emîn değildi. Ne köyde ne şehirde, ne geceleyin ne de gündüz böyle bir şey mümkündü. Devletler hacca gönderdikleri va­tandaşlarıyla birlikte onların selâmetini sağlamak ve tecâvüze uğra­malarını önlemek için, kendi özel kolluk kuvvetlerini de yollarlardı. Ne bu özel kuvvetler ne Hicaz orduları güvenliği sağlamaya muktedir olabilmiş ve halka saldıran eşkiyâların azgınlığını dindirebümişlerdi. Onlar hacıları veya Hicâzlı vatandaşları durdurdukları yerde soyuyor, mallarını, eşyalarını tâlân ediyorlardı. Hicaz'daki emniyet kuvvetleri İslâm hukuku tatbik olunana kadar halkı bu eşkiyâların elinden ko­rumaktan âciz idiler. Ama İslâm hukukunun tatbîke konmasıyla durum kısa zamanda değişti, Hİcâz ülkesinde emniyet hâkim oldu. Gerek yerli halk, gerekse gelip geçen yolcular güvenle yollarına devam etmeye baş­ladılar. Böylece vurgun, tâlân ve eşkiyâlık ortadan kalktı. Artık eski maceralar geçmişten nakledilen bir rivayet halinde dolaşmaya başladı. Hicaz'da en ağır suç haberlerinin yanısıra emniyet ve düzenin sağlan­masıyla ilgili ve suçları Önleyen hayret verici ceza haberlerini de duy­maya başladı. Bugün herhangi bir vatandaş Hicaz'da altın kesesini her­kesin gelip geçtiği yolda düşürebiliyor, kaybettiği eşyasını bulmak için polise gitmesi yeter, tanıyabilmesi için kesesi önüne seriliyor. Öteki bir vatandaş yolda değneğini bırakıyor, kimsecikler onu bıraktığı yerden kaldırmıyor, tâ ki polis gelsin ve değneği bırakılan yerden kaldırsın. Bir diğeri eşyasını yitiriyor, tekrar bulacağından ümidini kesiyor ama bir de bakıyor ki; polisler kaybetmiş olduğu eşyayı yeniden kendisine iade etmek üzere sahibini araştırmaya koyulmuşlar. Eskiden dahilî kuv­vetlerden müteşekkil büyük jandarma teşkilâtı ve dışardan getirttiği büyük bir zabıta kuvvetiyle emniyeti koruyamayan Hicaz devleti, bu­gün bir avuç mahallî zabıta teşkilâtıyla güvenliği rahatlıkla koruya­biliyor.

İşte bu, büyük bir tecrübedir. Ve işte bu, İslâm ceza hukukunun suçu kökten ortadan kaldırdığım gösteren ve devletlerarası hukuk ku­rallarının araştırıp da bulamadıkları en üstün cezalandırma sistemi ol­duğunun yeterli delilidir.

Cüz'î olarak tecrübe edildiği alan ise, önce İngiltere, Amerika, Mısır ve öteki bazı memleketlerin tecrübe etmesiyle bilâhere bütün dünya milletlerinin uygulamaya başladıkları ve bu cüz'î tecrübede başarıya ulaştıkları sopa ile dövme cezasıdır. Biz buna cüzi bir tecrübe adını veriyoruz. Çünkü dövme cezası, Şeriatın koyduğu cezalardan sadece bir tanesidir. Ve dünya milletleri, şeriatın koyduğu diğer tüm cezalar ara­sından sadece bunu tatbik etmiştir. İngiltere, askerî ve sivil ceza yasa­larında dövmeyi esaslı bir cezalandırma kaidesi olarak kabul eder. Mısır da bu hükmü bazı askerî yasalarda benimsemiştir. Amerika ile diğer bazı devletler sopa cezasını, mahkûmlar için hapishanedeki suçlarda esas bir ceza olarak kabul etmektedirler. Nihayet, ikinci cihan harbinin bastırdığı günlerde tüm dünya devletleri, hemen hemen toplum nizâ­mını ve âmme emniyetini alâkadar eden enflasyon ve spekülasyon gibi belirli suçlara sopa cezası uygulamayı kabul etmiştir. Bu da gösteriyor ki; bütün dünya milletleri, sopa cezasının diğer cezalardan daha etkili olduğunu ve kitlelerin kanuna itaat ettirilmesinde, düzenin sağlanma­sında en garantili metod olduğunu itiraf etmektedirler. Kaldı ki, beşerî hukukun bütün cezalandırma metodunda sopa cezası yeralmıştır. İşte devletlerarası hukuk otoritelerinin kabul ettikleri bu gerçek, aslında suça karşı koyma konusunda İslâm hukukunun başarısının itirafından başka birşey değildir. Çünkü sopa cezası, aslında İslâm hukukunun koy­duğu temel ceza usûllerinden birisidir.

Bütün tecrübeler gösteriyor ki; İslâm hukukunun koymuş olduğu cezalar, suçla mücâdelede son derece ciddî ve başarılı neticeler elde et­miştir. Ve İslâm ceza hukukunun ulaşmış olduğu sonuçların bir kısmı­na beşerî ceza hukuku sistemlerinin ulaşması mümkün olamamıştır. Öyle sanıyoruz ki; İslâm hukukunun başarısının sırrı; cezalandırma usûlünü, insan tabiatının esâsı üzerine kurmuş olmasındandır. Zîrâ insan tabiatında, korku ve ümît denilen duygular vardır. İnsan, her­hangi bir işe ondan beklediği menfaat nisbetinde koyulur. Keza herhangi bir işi de onun neticesinden doğacak zarardan endîşe ettiği ve korktuğu nisbette vazgeçer. Meselâ hareket halinde olan trenden ölüm korkusu olduğu sürece menfaati bahis mevzuu olsa bile, hiçbir kimse atlayamaz. Ama menfaati söz konusu olduğu zaman atının sırtından veya tramvaydan kendini yere atmaktan imtina eden kimse bulunmaz. Çünkü o, bu durumda menfaatini elde etmek istemekte, aynı zamanda işlediği fiilin neticesinde ağır bir zarar doğacağından endîşe etmemek­tedir. İnsan uçağa binmekten. korkabilir, ama otomobile binmekten korkmaz. Sarp kayalıklarla dolu yüksek dağlara çıkmaktan endîşe eder ama yaygın tepeleri tırmanmaktan çekinmez. Dik başlı azgın bir ata binmekten kaçınır ama yumuşak başlı hayvana binmek için koşar. Gö­rülüyor ki; bütün bu fiillerinde insan, menfaat ve zararını ölçüyor ve ikisi arasında bir muvâzene kuruyor. Eğer menfaatin yeraldığı kefe ağır basarsa; o, bu işe koşuyor ve atılıyor. Ama zararının yer aldığı kefe ağır basarsa; bu takdirde de vazgeçiyor. İnsanın bu tabiatı; mübâh ile haram fiillerde, hayır ve şer işlerde kendisine eşlik eder. İnsan suçu ancak on­dan beklediği bir menfaat mukabilinde irtikâb eder. Keza suçtan imtina ederken de başına gelecek mazarrattan korkar. Binâenaleyh ceza; ne kadar ağır olursa, insanların suçtan uzaklaşması da o kadar kolay olur. Ceza; ne kadar hafîf olursa, insanların suç işlemeye temayülü de o kadar çoğalır. Biz suça, suçludan ayrı olarak göz attığımızda; suçlu, merhamet edilmekten ümidini keser ve suç işlemeye tevessül etmez. Binâenaleyh suçtan vazgeçerek doğru yolda yürümeye çalışır. İşte İs­lâm hukuku, insanın bu tabiatını kullanarak genel suçlarla ilgili ceza­larını onun üzerine dayamıştır. Özel suçlarla ilgili olarak da hadd ve kısas hükümlerini bu esâsa istinâd ettirmiştir. Öteki suçlara gelince... Bunlarda suçluya değil suça bakılır. Çünkü bu suçlar, toplumun bün­yesini ve düzenini alâkadar eden suçlardır. Ve onlarda bir kolay dav­ranma çok kötü sonuçlara yol açabilir. Ağır davranma ise suçun vu­kuunu azaltabilir.

Elimizde Mısır yasalarının uygulanmasından doğan bir tecrübe bi­lançosu vardır. Bu bilanço gösteriyor ki; tehlikeli (ağır) suçlarda suç­lunun kişiliğinin gözönüne alınmaması, çok iyi neticeler vermektedir. Meselâ Mısır kanun koyucusu, son olarak bir sınıra kadar uyuşturucu madde kullanılması suçunda, suçlunun kişiliğini nazar-ı itibâra al­mamıştır. Ve bu vesîle ile 1928 yılında 21 sayılı kanunu çıkarmıştır. Bu kanun, uyuşturucu madde bulundurmayı şiddetle cezalandırmakta, cezanın en alt sınırını vaz'ederek tekrarı halinde verilecek cezanın en alt sınırdan daha az olmaması gerektiğini emretmektedir. Bu kanunun çıkışından sonra, uyuşturucu madde suçlan büyük çapta azalmış ve her yıl daha da azalmaya devam etmiştir. Mısır da 1926 -1927 yılında uyuşturucu madde suçlarının sayısı 21.131 adettir. 1928 -1929 yılında uyuşturucu madde suçunun sayısı 11.404 e düşmüştür. 1929 -1930 yılın­da uyuşturucu madde suçlarının sayısı 8.499 a inmiştir. 1926 -1937 yıl­larında 1922 ye kadar düştüğü olmuştur. 1942 -1943 yılında ise bu sayı 1.628 e inmiştir. Elimizde bulunan bu istatistikler açıkça gösteriyor ki; önemli suçlarda, suçlunun kişiliğini gözönünde bulundurmayıp doğru­dan doğruya suçu nazar-ı itibâra almak suçla savaşta birinci faktördür. Ve îslâm hukukunun ceza sistemiyle ilgili teorisi en ideal teoridir. Kaldı ki bu istatistikler, kesinkes İslâm hukukunun ceza konusundaki başa­rılarını tecrübî olarak göstermektedir.

Mısır ceza kanununda cezaların çeşidi, suçların çeşidine göre muh­teliftir. Mısır ceza kanunu, suçları üç bölüme ayırır. Bu ayınmda suç­ların önemini ve büyüklüğünü esâs alır. Mısır ceza literatüründe birinci kısma giren suçlar en büyük ve en ağır suçlardır ki, bunlara cinayetler adı verilir. Büyüklük bakımından bundan bir derece az olana (cünha) adı verilir. Üçüncü derecede önem ifâde eden ve pek ehemmiyeti hâiz olmayan suçlara da, kanuna karşı muhalefet adı verilir. Mısır ceza ka­nunu, bu üç tür suçlardan herbiri için özel cezalar koymuştur. Cinayet suçlarının cezası idam ve ağır, müebbed veya muvakkat hapis ceza­sıdır. Suç (cünha) olarak nitelendirilen ikinci tür fiillerin cezalan ise hapis, göz altına alınma, tazminat ve benzeri cezalardır. Kanuna karşı muhalefet suçlarının cezası ise, hapis ve tazminattır. Suç olarak nite­lendirilen fiillerle, karşı gelme olarak değerlendirilen fiiller arasındaki fark, şuradan gelmektedir : Kanuna karşı gelme suçlarında mahkûmi­yet, yedi günü aşmazken suç olan fiillerde üç yıla kadar ulaşır. Bu iki yıl arasındaki tazminat farkı ise birincide yüz kuruşu geçmezken, ikincide verilecek ceza bunun fevkine varır.

İdam cezası; hakkında hüküm verilenin canının çıkarılmasıdır. İdam cezası, medenî denilen ülkelerin kanunlarında çeşitli tarzda uygu­lanmaktadır. Bazı ülkelerde —ki Mısır bunlara dâhildir— mahkûm, sehpada idam edilerek öldürülür. Diğer bir kısım ülkelerde ise, —Fran-sad'a olduğu gibi— keskin bir âletle mahkûmun boynu uçurulur. (giyotin).

Öteki bir kısım ülkelerde ise —'Amerika Birleşik Devletlerinde ol­duğu gibi— mahkûm, elektrikli sandalye veya gaz odasına konularak boğulur veya öldürülür.

Ağır çalışma cezası ister müebbed olsun, ister muvakkat olsun mahkûmun hükümetin ta'yîn edeceği en ağır işlerde çalıştırılmasını âmir olan cezadır. (Ceza kanununun 14. maddesi.) Hakkında hüküm verilen, kadın veya altmış yaşını geçmiş erkek ise; bu ceza, umûmî hapishanelerden birisinde îfâ olunur. (Ceza kanununun 15. maddesi.) Umûmî hapishane, vilâyetlerde bulunan hapishanelere verilen genel addır.

Hapis cezası; mahkûmun, umûmî hapishanelerden birisine konul­masıdır. Ayrıca hapishanenin içinde veya dışında hükümetin ta'yîn edeceği işlerde çalıştırılmasıdır. (Ceza kanunu madde, 16).

Ağır muvakkat çalışma cezalan veya hapis cezaları üç yıldan az olamaz. Ayrıca onbeş yılı da aşamaz. Ancak ceza kanununun ondör-düncü ve onaltıncı maddelerinin hükmü bunun dışındadır.

Hapis cezası, mahkûmun umûmî veya merkezî hapishanelerden birisine konulmasıdır. Hapis cezası yirmidört saatten az, üç günden çok olamaz. Hapis ya çalışma cezasıyla birlikte uygulamr veya sadece ceza olarak tatbik olunur. Eğer hapis cezasıyla birlikte çalışma cezası da verilirse; mahkûm, hapishanede veya hapishanenin dışındaki hükü­metin ta'yîn edeceği bir işte çalıştırılır.

Denilebilir ki; ister müebbed, ister muvakkat olsun; ağır hapis cezası, bütünüyle farklı türden olmakla beraber müddet bakımından birbirinden farklı cezalardır. Mahkûmun çalışmak mecburiyetinde ol­duğu işyerinin durumu ve ağırlığı, hapisin mâhiyyetini değiştirmez. Şu halde Mısır ceza kanununun kabul ettiği ağır ceza hükümleri idam, hapis, gözaltına alma ve tazminattır.

1937 yılına kadar Mısır ceza kanunu sopa cezâsım da kabul ediyor ve belirli olaylara uyguluyordu. 1937 yılında bu kanun değiştirilince, sopa cezasının yerine ihtar cezası kabul edildi.

Keza Mısır yasaları Konulduğu sırada, müebbed ve muvakkat sür­gün cezasını da kabul ediyordu. 1904 yılında ta'dîl edilen yasa bu hük­mün ulaşım vasıtalarının hız kazanıp yayılmasıyla sürgün cezasının et-Tdsinin ortadan kalktığını öne sürerek lağvedildi. Ancak, sonradan bu görüşten vazgeçilerek sürgün cezasının uygulanması görüşü ağırlık kazandı. Ancak 1940 yılında son dünya harbinin başlangıcındaki ka­rışık günlerde, Mısır hükümeti idarî sürgün cezasını koymak zorunda kaldı. Bununla da yetinmedi, askerî konulara ve spekülatif hususlara uygulanmak üzere sopa cezasının tatbikini öngördü. Bu yasa harp so­nuna kadar yürürlükte kaldı.

Mısır ceza kanunundaki temel cezalardan biri de suçlunun, ıslâh evlerine gönderilmesidir. Olay çıkarmayı ve suç işlemeyi âdet haline ge­tirenler buralara yollanırlar. Bu ceza da —ıslâh evleriyle hapishanelerin nizâmnâmeleri farklı da olsa— özü itibariyle hapis cezasıdır.

Ceza kanunu, her suçu ve işlenen suçlara verilecek cezayı ta'yîn etmelidir. Her suç için konulan cezanın, suçun durumuna uygun olması dikkate alınır. İdam ve ihtar cezalarının dışında yasa koyucusu her cezaya iki sınır çizmiştir. Birincisi; cezayı en üst derecesine (maksi­mum) ikincisi de; cezayı en alt derecesine (minimum) indirmekte ve çıkarmaktadır. Genellikle yasa koyucu her suç için; biri diğerinden daha hafîf iki ceza koymuş olmaktadır.

Kanun, suçlar için kararlaştırılan cezaları tatbik konusunda hâkime geniş yetki tanımıştır. Ortada birden fazla ceza sözkonusu ise, hâkim, suçlunun durumuna uygun gelen cezayı seçer, suçlunun uslanmasına yeterli olacak miktarı ta'yîn eder.

Ayrıca kanun bunlann dışında; hâkime suç için kararlaştırılmış bulunan bir veya iki cezayı daha hafîf cezalarla duruma göre değiştirme yetkisini tanımıştır. Suçun, bağışlanmayı ve acımayı gerektiren duru­mu varsa, bunu tercih hakkını hâkime bırakmıştır. Ancak bu hak, cina­yet suçlarından başkasına kullanılamaz. Meselâ hâkim, idam cezasını müebbed veya ağır çalışmaya, veya hapis cezasına tebdil edebilir. Mu­vakkat ağır çalışma cezasını da, ağır hapis veya normal hapis cezasına çevirebilir. Ağır hapis cezasını da, normal hapis cezasına değiştirebilir. (Mısır ceza kanunu madde, 17).

Nihayet kanun; hâkime bazı cinayet suçlarında mahkemeyi sulh ceza mahkemelerine devretme hakkı tanımıştır. Böylece suçlu, ağır ce­zayı gerektiren hükümlere değil, hafîf cezayı gerektiren hükümlere çarp­tırılır. Ancak hâkimin, ağır ceza suçlarını sulh ceza mahkemelerine şevki için belirli kanunî mazeretlerin veya sulh ceza hükümlerini uy­gulamayı gerektiren hafifletici şartların bulunması halinde ve fiilin aslî cezasının idam, yahut da ağır müebbed çalışma cezası olmaması halinde hiçbir kayda bağlamaksızın kabul etmiştir. Hâkime; ağır ceza mahkemelerine gelen dâvayı, sulh ceza mahkemelerine sevketme yet­kisi verilmesinin pratik neticesi, sulh ceza mahkemelerine getirilince işlenen suçlarda muvakkat ağır ceza veya hapis cezasının diğer ceza­larla değiştirilmesi neticesidir ki bu, tamamen yukarda sözünü ettiğimiz ceza kanununun onyedinci maddesine de uygun düşer.

Bütün bunlardan sonra, hapis süresi bir yılı aşmayan mahkûmların ahlâkî durumlarını ve sicillerini gözönünde tutarak ve suçun işlenme­sine saik olan şartlan dikkate alarak, suçlunun bir daha aynı suçu işle­meyeceği kanâatine vardıran nedenlerin bulunması halinde hâkime ce­zayı durdurma yetkisi tanınmıştır. (Mısır ceza kanununun 55. mad­desi) .

Kanun koyucu, hâkime bu yetkiyi vermek zorunda kalmıştır. Çün­kü bilginler, cezalar için ilmî bir nazariye koymakta âciz kaldıklarını ve bir nazariyenin üzerine dayandığı değişik prerisiblerin arasını uyuştur­mayı başaramadıklarını görmüşler ve bu girift probleme pratik bir çö­züm getirmek istemişlerdir. Böylece bu prensibi kabul ettikten, kanu­nun hükümlerini vaz'ettikten sonra, hâkime bu çelişik prensibler ara­sında bir uyum sağlama yetkisini tanımışlar ve hâkimin; muhtelif de­ğerlendirmeleri gözönünde tutarak, suçun önemini, topluma etkisini ve sanığın suçu işlediği andaki şahsî durumlarını ve şartlarını, dikkate almasını öngörmüşlerdir. Hâkim; suçun ve toplumun şartlarının; suçlunun kişiliğini nazar-ı itibâra almamayı gerektirdiğini kabul ederse; suçlunun şahsiyetini ihmâl ederek cezayı ağırlaştırır. Ama suçlunun şartlarının suçluya acımayı îcâbettiren bir durum arzettiğini görürse, suçluya acıyarak hafif ceza ile cezalandırır.

Yeter ki bu acıma, topluma zarar verici mâhiyyette olmasın.

Tasarlanan şey hukuk bilginlerinin başarısız kaldıkları konuda hâkimlerin muvaffak olmalarıdır. Çünkü hâkimin bu yetkiye sahib olmasıyla, onun tek tek ferdî durumları hiçbir te'sîr altında kalmaksı­zın nazar-ı itibâra alarak tedâvî etmeye çalışması kasdolunuyor. Hal­buki hukukçular bu maddeleri koyarlarken bütün suçları bix kerede halletmek, bütün olaylara uygulanabilir bir genel kaide koymak isti­yorlardı. Tasarlanan ve arzulanan buydu. Ancak bu tasan ve teori, ger­çekleşebilmiş ve başarıya ulaşabilmiş midir? Yoksa daha önce hukuk­çuların başarısızlıkla neticelenen çabalan gibi mi olmuştur? Bu konuda başarının ölçüsü, cezanın suçu önleme ve suçlulann hızını kesme bakı­mından etkisidir. Ancak birbiri ardınca gelen yıllarda işlenen suç ista­tistiklerine dikkatle bakıldığında; kesinkes görülür ki, bu konuda hâ-. kimler de, aynı. teoriyi ortaya atan hukuk bilginlerinin uğradıklan ba-şansızlığa denk bir başansızlıkla karşılaşmışlardır.

Vakıa hâkimlerin başaracaklarını tahmin edenler, sağlıklı bir ölçüm yapamamışlardır. Eğer durumu, biraz daha iyi değerlendirip ölçebilse-lerdi bu hatâya düşmezlerdi. Gerçi onlar, hukuk bilginlerinin ceza ko­nusunda sağlıklı bir teori oluşturmaktan âciz kaldıklannı biliyorlardı. Çünkü hukuk bilginleri, çelişik prensibleri gözetlemek ve tüm cezalar­da bunu ortaya koymak istiyorlardı. Bunu bildiklerine göre; aynı yola gitmek zorunda bıraktıkları ve istisnasız her suçta bu prensiblere riâyet etmesini ön gördükleri hâkimlerin başarılı olmalarını nasıl bekleyebi­lirler? Herhangi bir suçta hâkimin suçun ağırlığıyla suçlunun hafîf-lettirici şartları arasında; suçun aleyhine bir ahenk kurması mümkün müdür? Yapacağı, sadece suçun öneminin gerektirdiği cezayı imkân nisbetinde suçlunun şartlanna uyacak bir seviyeye indirerek suçtan fedakârlık etmektir. Suçluyu ağır cezalardan kurtaracak olan bu hü­küm ise, toplumun güvenliği ve nizâmını feda etmeyi hedef alacaktır ki; neticede suçluların, cezayı önemsemeyip azımsamalarına ve böylece suçların aşın derecede artarak emniyetin haleldar olmasına vesile ola­caktır. Toplumun ıslâhı ve faydası için konulmuş olan ceza, bu tak­dirde toplumun bozulmasına vesile olacaktır. Binâenaleyh hâkimin be­lirttiğimiz şekilde bu hükmü sû-i isti'mâl etmesi ve beşerî hukukun kendisini mecbur ettiği ezici şartlara göre hüküm vermesi gerekecektir.

Kanun, suçlunun durumuna göre cezanın hafifletilmesini öngörmek­tedir. Acaba ne kadar önemli olursa olsun herhangi bir suçta, hafîfletici ma'zeretlerin bulunmaması kolay bir iş midir? Jüri, her zaman için hafifletici bir unsur bulabilir. Bazen suçlunun genç ve yetişmekte oldu­ğunu, bazen yaşlı olduğunu öne -sürebilir. Bazen suça ırz ve nâmûs duy­gusunun neden olduğunu, bazen de suçu işlemek mecburiyetinde kal­dığını öne sürebilir. Kimi zaman kuvvetli müessirlerin altında işlediğini, kimi zaman da siyâsî ve millî duyguları dolayısıyla suçu irtikâb ettiğini kabul edebilir, ki suçluların ve avukatların cebinde buna benzer ma'­zeretlerin listesi hiç de az değildir. Bu durumda hâkim; kulağını mü­dâfaaya tıkanık ve kapalı tutabilir mi? Kalbini her türlü söylenenlere kapayarak acımazlık edebilir mi? Kafasını durdurup suçlunun şartla­rını düşünmezlikten gelebilir mi? Hele bir de bu ma'zeretler, güzel bir düzen ve muntazam bir üslüb içerisinde takdim olunursa; hâkim ken­disini bunlardan nasıl kurtarabilir? Gerçi kanun, hâkimin hafifletici şartlan dikkate alıp acımasını normal karşılamıştır ama onu buna zor-lamamıştır. Ne var ki; bu hoş karşılama, hâkim bakımından bütünüyle zorlama mânâsına gelir ve buna denktir. Çünkü hafifletici şartların ka­bul edilmesi ve buna göre kanunî bir düzenleme içerisine girilrriesi, hâkim tarafından hafifletici şartların esâs alınarak ceza mevzuu yapıl­ması demektir. Binâenaleyh hangi hâkim, suçlunun bu hakkını kabul etmekten imtina edebilir veya te'sîrli bir savunma yapabilmişse vere­ceği cezayı bu savunmaya dayandırmaktan kaçınabilir?

Kanun koyucuları, her ne kadar hâkime bu yetkiyi tanımakla tek tek olayları ele alacağı için hâkimin başarıya ulaşacağını büyük bir kuv­vetle sanmışlarsa da, bu zannın hiçbir değeri olmamıştır. Bilindiği gibi zan, gerçeği ortadan kaldırmaz. Vakıa hâkim, olayları teker teker ele almaktadır. Burası doğrudur. Ama o da ele alırken ceza hukuku bilgin­lerinin ortaya koydukları cezalandırma sistemine dayalı esâslara göre ele almaktadır. Bu sisteme göre hukuk bilginleri suça ve suçluya bir­likte gözatmakta^ırlar. Hâkim de aynı şekilde suça ve suçluya birlikte gözatmaktadır. Hukuk bilginleri, çoğu kere bu iki unsurdan birisini diğerinin hakkını; korumak kasdıyla feda etmek istemektedirler. Hâ­kim de aynı şekilde davranmaktadır ve suç ile suçludan birini diğerine feda edici bir davranışa tevessül etmemektedir. Çoğunlukla bu davra­nış hâkimi, her ikisini toplumun menfaatlarıyla karşı karşıya getirip birini diğerine feda etmesi netîcesiyle yüz yüze bırakmaktadır.

Kaldı ki, hâkime bu geniş yetkiyi-tamyanlar; onların birer insan olduklarını unutmuşlardır. İnsan tabiatında sorumluluktan kaçmanın, bir gerçek olduğunu hatırlarına getirmemişlerdir. İnsan, tabiatı itiba­riyle iki sorumluluk altında kalmak durumuyla karşılaşınca; ağır so­rumluluktan kaçınır ve hafifini tercih eder. Ağır sorumluluğa kendi isteğiyle veya mecbur kalmadan katlanmaz. Sorumluluk yüklenmekten veya bırakmaktan başka çıkar yolu olmadığını anlamadığı sürece, ağır sorumluluğu değil hafifini tercih eder. Hâkim de normal olarak bir in­san olduğu için, idam hükmünü vermeyi düşündüğü zaman mes'ûliye-tin ağırlığını hisseder ve genellikle bu hükmü vermekten kaçınır. İdam yerine ağır çalışma cezaları vermeyi tercih eder. Mahkûma ağır hapis veya normal hapis cezası verme imkânı varsa, ağır çalışma cezası ver­mekten kaçınır. Hâkim herhangi bir şahsa hapis cezası vererek hemen bunun infazını emretmekten sıkıntı duyar, ama hapis cezası verip bu­nu te'cîl etmekten hiçbir sıkıntı ve endîşe duymaz. Keza hâkim, işle­nen suçun cezası ne olursa olsun, onu değiştirme veya daha hafifini verme imkânı bulunmadığı takdirde; o cezayı vermekte sakınca gör­mez ve tereddüd etmez. Hâkimin, bu konuda kınanacak bir yanı yoktur. İnsan tabiatının gereği budur. İnsan tabiatını değiştirmek mümkün olmadığına göre, bu gerçeği de gözden uzak tutmak doğru olmaz. Bir kişiden tabiatı dışında bir şey istemek demek; neticesi başarısızlık ve hüsran olan ve mümkün olmayan bir şeyi istemek demektir. Yukardan beri anlattıklarımızdan şu neticeyi çıkarabiliriz :

Kanun koyucular, hâkimler yoluyla ceza problemini pratik olarak iyileştirmek istemekle büyük bir başarısızlığa girişmişlerdir. Bu başa­rısızlığın iki belirtisi vardır : Her ikisinin de ayrı ayrı önemi ve etkisi bahis mevzuudur.

a- Bu yetki, aslî cezaların tatbikini önlemektedir. Şöyle ki, hâ­kimlere cezaları seçme konusunda tâm yetki tanımak ve suç için asıl olarak konulmuş bulunan cezayı başka bir ceza ile değiştirmek hakkı verilmekle, aslî ceza ortadan kaldırılmış ve ilga edilmiş duruma" düş­müştür. Zîrâ söylediğimiz gibi, hâkimin önüne hafifletici 'kapılar ka­panmadığı sürece, şiddetli cezaları vermeye yanaş,mamaktadır. Hafif­letici unsurların kapısını kapatmak ise, çok ender rastlanan bir haldir. Hâkim ihtiyatî olarak hafifletici cezayı tatbik etmek imkânına sahib 'olduğu sürece, o suç için konulmuş bulunan aslî cezayı uygulamamak­tadır. Meselâ idam cezası; bugün nadiren işlenen yirmi tür suç için konulmuş bir cezadır. Bu yirmi kategorideki suçlardan birisi de öldür­me suçudur. Öldürme suçuna verilecek ceza idamdır. Ki günde yaklaşık olarak dokuz fiilde tâm öldürme, dördünde öldürmeye teşebbüstür. 1936 -1937 senesi istatistiklerinde öldürme veya ölüme teşebbüs suç­larının sayısı 3.093 idi. 1938 -1939 yılında bu rakkam 3.211 e çıktı ki bu tehlikeli bir artıştır. Bir yıl içerisindeki bu artış, idam cezasının çok ağır olmasına rağmen tatbikinde şiddet göstermeyi gerekli kılar. Bunun neticesinde sebepleri ne olursa olsun cezanın şiddetinin suçu ortadan kaldırması İcâb eder. Ama önümüzdeki istatistikler ne yazık ki, aklın; öngördüğünü ortaya koymamakta ve bizi, eşyanın mantığının gerekli kıldığı sonuçtan başka bir sonuca sevketmektedir. Görüyoruz ki; ceza, ne kadar şiddetli olursa olsun suç sürekli artmaktadır. 1936 -1937 yılında sürekli olarak ağır hükümler azalırken, ağır ceza mahkemeleri 148 suç dosyasının idamı gerektiren türden suçlar olduğu gerekçesiyle ayrılmasını kararlaştırmıştır. Bu dâvalarda 222 kişi suçlu ve sanık ola­rak yer almaktadır.

Ağır ceza mahkemeleri, bu 222 kişiden sadece 17 sine idam cezası vermiştir. Geriye kalanların idam cezasını başka cezalara çevirmiştir. Bu demektir ki; idam cezası verilmesi gereken suçlardan % 7,6 ora­nında ceza hükmolunmuştur. 1937 -1938 senesinde ağır ceza mahke­meleri 137 dosya hakkında idam cezası verilmesi gerektiğini belirten yazıyla birlikte diğerlerinden ayırdı. Bu dâvalarda sanık olarak suçla­nanların sayısı 181 idi. Ancak bunların arasından 16 kişiye idam hükmü verildi. Geriye kalanların idam cezası başka cezalara çevrildi. Bu de­mektir ki; idam cezası verilmesi gereken suçların ancak % 8,8 ine bu ceza uygulanabilmiştir. 1938 -1939 yargı senesinde ceza mahkemeleri kurulu, 15ü dosyayı idam hükmü verilmesi gerekçesiyle diğerlerinden ayırmıştır. Bu dâvalarda sanıkların sayısı 206 idi. Bu 206 sanıktan sa­dece dokuzuna idam cezası verildi. Geriye kalanlara, hafifletici sebep­ler nedeniyle idam cezası hafifletildi. Yani bu yılda idam cezası veril­mesi gereken suçlardan ancak % 4,3 üne bu ceza uygulanmıştır. 1939 -1940 yargı yılında ise ağır ceza mahkemeleri kurulu, 148 dosyayı idam hükmü verilmesi gerekçesiyle ayırdı. Bu dâvalarda sanıkların sayısı 195 tir. Bunlardan sadece 6 sına idam cezası verildi. Geriye kalanlar, hafif­letici nedenlerle idam cezasından başka cezalara çarptırıldılar. Yani bu yıl içerisinde de idamı gerekli kılan suçlardan sadece % 3,1 ine ceza hükmü uygulanmış oldu.

Ardarda gelen bu dört sene içerisinde idam cezası verilen suçların ortalama oranı % 5,9 dur. Bu oranın düşüklüğü sadece kati hâdisele­rine verilen idam cezalarında değil, kanunun idam cezası verilmesini ge­rekli bulduğu suçlara göredir.

Eskiden idam hükümlerinin oranının daha yüksek olduğu sanıl-manialıdır. Çünkü istatistikler gösteriyor ki, bu oran 1926 -1927 sene­sinde % 5,7 idi. Müteâkib senede ise % 2,9 idi. Görülüyor ki bu sistem; düzeni daha da bozuk, güveni daha da endîşe verecek hale sokmakta­dır. Belki de kanun koyucu, birgün neticenin bu noktaya geleceğini dü­şünmemiştir. Eğer böyle bir şey olsaydı, ağır cezalara hafifletici cezalar verme prensibinin kabulüne müsamaha göstermezdi elbette.

Yukarda anlattığımız gerçekler gösteriyor ki; idam cezası geçersiz hale gelmiştir. Hemen hemen bu ceza, kanunda kabul edilen kâğıt üze­rinde yazılı ama gerçekte mevcûd olmayan bir cezadır.

İdam cezasıyla ilgili söylenilenleri, müebbed ağır çalışma cezasıyla ilgili olarak da söylemek mümkündür. Müebbed ağır çalışma cezası, hemen hemen aslî bir ceza olarak değil de idam cezasının yerine geç­mek üzere tatbik olunmaktadır.

1936 -1937 senesindeki ağır ceza mahkemelerinde verilen ceza ista­tistiğine göz attığımızda; görürüz ki, bu mahkemelerin verdikleri mü-, ebbed ağır çalışma cezasının tümü 114 tür. Bu 114 kişiden 19 una mü-ebbed ağır çalışma cezası kendi suçlarının aslî cezası olarak verilmiştir. Geriye kalan miktar ise, idam cezasının yerine geçen bir ceza olarak konulmuştur. 1937 -1938 senesinde ise, müebbed ağır çalışma cezası giyen mahkûmların sayısı 121 dir. Bunlardan 48 inin aslî cezası müeb­bed ağır cezadır. Geriye kalanlar, idam cezasından bu cezaya çevrilmiş olanlardır. 1938 -1939 yılında müebbed ağır çalışma cezası verilenle­rin sayısı 114 tür. Bunlardan 33 ünün aslî cezası budur. Geriye kalan-larınki ise, idam cezasından hafifletici sebeplerle bu cezaya çevrilmiş­tir. 1939 -1940 yıllarında müebbed ağır çalışma cezası, aslî ceza olarak verilmiş, geriye kalanlar da idam cezasından bu cezaya çevrilmiştir.

Ağır ceza mahkemeleri müebbed ağır ceza hükmünü ancak şartla­rın uygun olmadığı öldürme suçlarıyla, idam cezası verilen ölüm suçla­rına teşebbüs eylemlerinde aslî ceza olarak vermektedirler. Geriye ka­lan cinayet suçlarında ise ağır müebbed hapis cezası verildiği haller enderdir. İstatistikler gösteriyor ki; 1936 -1937 ve 1937 -1940 yıllarında müebbed ağır çalışma cezası, öldürme ve ölüme teşebbüs suçları için verilmiştir. Geriye kalan beş kişiye de bu ceza, hırsızlık suçundan do­layı verilmiştir.

Müebbed ağır çalışma cezasının, şartlarına uygun olmadığı öldürme suçlarına aslî ceza olarak tatbik oluş nisbetini de kolayca ortaya koya­biliriz. Bu nisbet 1936 -1937 senesinde % 7,8 dir. 1937 -1938 senesinde % 15,7 ve 1938 -1939 senesinde % 8,9 dur. 1939 -1940 senesinde % 12,9 dur. Bu dört senenin ortalamaları ise % 11,3 tür.

Katle teşebbüs suçlarında, müebbed ağır çalışma cezasının uy­gulanma nisbetini belirlemek biraz güçtür. Çünkü istatistikler mahke­menin sayısını özet olarak vermekte ve müebbed ağır çalışma cezası gerektirenle gerektirmeyeni ayırmamaktadır. Biz bu oranın öldürme suçlarında artacağını değil, eksileceğini kabul ediyoruz. Meselâ 1936 -1937 yılında 438 kişiye öldürmeye teşebbüs suçlarından ceza verilmiştir. Bunlardan sadece dördüne müebbed ağır hapis cezası hükmolunmuştur.

Hırsızlık suçlarına gelince, bu oran hemen hemen yok gibidir. Me­selâ 1936 -1937 senesinde 128 kişi bu cezaya çarptırılmıştır. Kanunun açık hükmü gereğince bunlara ağır müebbed hapis cezası verilmesi ge­rekirken, hiç birisine bu ceza verilmemiştir. 1937 -1938 senesinde 124 kişi bu suçtan cezalandırılmıştır. Bunlardan sadece ikisine aslî ceza olarak müebbed ağır çalışma cezası verilmiştir. Yani bu yılın oranı % 1,6 dır. 1938-1939 senesinde 147 kişiye bu suçtan dolayı ceza verilmiş, bunlardan sadece üçüne aslî ceza olarak ağır müebbed çalışma cezası hükmolunmuştur ki bu senenin oranı da % 2 dir. 1939 -1940 se­nesinde 148 kişiye ceza verilmiş, bunlardan hiçbirisine müebbed ağır çalışma cezası hükmolunmamıştır. Şu halde istatistikler gösteriyor ki; hırsızlık suçlarında müebbed ağır çalışma cezası aslî ceza olarak orta­lama % 0,9 nisbetinde verilmektedir.

İdam ve müebbed ağır çalışma cezaları uygulanamaz hale gelmiş ise de, muvakkat ağır çalışma ve hapis cezaları da aym âkibetten ken­dini kurtarabilmiş değildir. Çünkü müebbed ağır çalışma cezası veya hapis cezası verilmesi gereken suçlar, sulh ceza mahkemelerine havale olunmaktadır. Burada suçun durumuna göre cezası tebellür etmekte­dir. Eğer sanığın belirli ma'zeretleri ve hafifletici şartları mevcûd ise; mahkeme, karârını ona göre vermektedir. Umumiyetle bu mahkemelere havale edilen dosyalardan çoğunluğu ceza mahkemelerine havale edi­len dosyaların yarısını işgal etmektedir. Bu demektir ki; yaklaşık olarak işlenen suçların üçte birine hapis cezası verilmektedir. Halbuki bu suç­ların aslî cezası; ağır muvakkat çalişma veya hapis cezasıdır. (...)

Böylece görülüyor ki, ceza mahkemelerinin verdiği hükümler kötü bir netice ile sonuçlanmaktadır. Meselâ, suçu idamı gerektiren suçlu­lardan ancak % 6 sı idam olunabilmektedir. Ağır müebbed çalışma ce­zası, ancak bazı suçlarda aslî ceza olarak uygulanmaktadır. Diğer bir kısmında ise bedeli ceza olarak % 11,1 nisbetinde uygulanmaktadır. Muvakkat çalışma ve hapis cezası, ancak % 35 nisbetinde konulmuş bulunduğu suçlara tatbik olunmaktadır. Kaldı ki, bu suçların yarısı da hafîf cezalarla atlatılmaktadır. Arta kalan % 30 nisbetindeki suçlar da hafîf cezalarla geçiştirilmektedir.

Bu açıkladıklarımızdan anlaşılıyor ki; suçların cezalandırılması derece derece düşmektedir. İdam suçuna ağır müebbed çalışma; çalışma suçuna, ağır muvakkat çalışma cezası veya hapis cezası verilmektedir. Bu iki hapis cezasından da hafîf hapis cezasına inilmektedir. Öyle sanı­yorum ki, bu açıklamalarımızla aslî cezaların ne kadar uygulanamaz hale getirildiği ortaya çıkmış oluyor. Bu cezaların uygulanamayişımn nedenini, bütün detaylarıyla ortaya koymuş bulunuyoruz.

b- Cezaların hafîfleştirilmesi temayülü

Dedik ki: Kanun, her ceza için ve her suç için iki sınır koymuştur. Sınırın birisi cezanın en ağır noktasına, diğeri de en hafîf noktasına çıkar ve iner. Bu iki sınır arasında cezayı takdir etme hakkı da hâkim­lere verilmiştir. Ne var ki, çoğunlukla hâkimler cezanın hafifini tercih etmektedirler. Bunun da yukarda belirttiğimiz gibi bazı nedenleri vardır.

Ben bu noktada resmî istatistiklerin dışında bir söz söylemek iste­miyorum. 1936-1937 senesinde 1165 kişiye muvakkat ağır çalışma ce­zası verilmiştir. Bu mahkûmlardan adı geçen cezanın en alt sınmyla cezalandırılmış olanların —ki bu üç senedir— oranı % 23,2 dir. On sene ile onbeş sene arasında değişen ceza gören mahkûmların oranı ise % 15,4 tür. Cezanın ortalama hükmünü giymiş olan mahkûmların oranı % 51,4 tür. Aynı yıl içerisinde 744 kişiye ağır hapis cezası verilmiştir. Bu cezanın en alt sınırı olan 3 senelik hüküm giyenlerin oranı % 58 dir. On sene ile onbeş sene arasında değişik hüküm giyenlerin nisbeti ise % 1,8 dir.

Cezanın ortalama haddinin hükmolunduğu mahkûmların sayısı ise % 40,2 dir. Aynı yıl 40.090 kişiye hapis cezasıyla birlikte çalışma cezası verilmiştir. Bunlardan üç ay veya daha az hüküm giyenlerin oranı : % 56,3 tür. Ücrayla bir yıl arasında değişen hüküm giyen mahkûmların oranı ise % 32,4 tür. Bir yıl veya daha fazla hüküm giyen mahkûmların nisbeti ise % 11,3 tür. Aynı yıl 23.925 kişiye hafif hapis cezası verilmiştir. Bunlardan üç ay veya daha az hapis cezası giyen mahkûmların oranı % 99,6 dır. Doksan günden fazla hüküm giyenlerin oranı ise % 0,4 tür.

1938 -1939 senesinde muvakkat ağır çalışma cezasının en alt sını­rında hüküm verilen mahkûmların, tüm mahkûmlara nisbetle oram % 8,9 dur. On yıl ile onbeş yıl arasında değişen sürelerle hüküm giymiş olan mahkûmların nisbeti ise % 13,4 tür. Bu suçun normal cezası ile tecziye olan mahkûmların nisbeti ise % 37,7 dir. Aynı yılda ağır hapis cezası giyen mahkûmlardan, bu cezanın en alt sınırıyla cezalandırılan­ların sayısı % 69,3 tür. On sene ile onbeş sene arasında değişen hüküm giyen mahkûmların oranı ise % 1,6 dır. Normal ceza giyen mahkûm­ların nisbeti ise % 29,1 dir.

Aynı yıl hapis ve çalışma cezasıyla birlikte hafîf hapis cezası giyen mahkûmların oranı 1936-37 yılındaki oranın hemen hemen aynıdır. İşte yalan söylemesi kabil olmayan istatistiklerin dili. Görülüyor kî; mahkemeler, ağır ceza vermekten kaçınmaktadırlar. Mahkemeler nor­mal ceza vermektense, daha hafîf cezalarla suçları geçiştirmeyi uygun görmektedirler.

Şimdi bütün bunlardan sonra unutmamalıyız ki; ceza, aslî cezanın yerine başka bir ceza verilmekle, önceden de bir kere daha hafîfletilmişti. Bu demektir ki; mahkemeler, cezalan iki kere hafifletmektedirler. Bi­risinde cezayı seçerken veya mahkûmun hafifletici şartlarını gözönün-de tutarak ceza verirken; diğerinde de cezayı takdir edip kesinleştirir­ken cezaları hafifleştirmektedirler.

Yukarda gördük ki; mahkemeler, sanıklara suçları için konulmuş bulunan aslî cezayı uygulamamaktadırlar. Mümkün mertebe cezayı ha­fifletmeye yönelmektedirler. Bunun önemli büyük bir sebebi vardır : O da kanunun; cezayı, uslandırma ve engelleme vâsıtası olarak kabul edip suçlunun şahsiyetinin ve içinde bulunduğu şartların cezalandırmada etkili olduğu görüşünü benimsemesidir. Hâkim, ceza verirken önemli ve önemsiz suçlarda bu iki prensibi eşit derecede gözönünde bulundurmak zorundadır. Zîrâ kanun, toplumun yapısını yakından alâkadar eden Önemli suçlarda, İslâm hukukunun yaptığı gibi sanığın kişiliğini bir kenara koymayı kabul etmemiştir. Yukarda sözünü ettiğimiz her iki prensib birbirinin zıddıdır. Suçu engelleme ve suçluyu uslandırma; ce­zanın ağırlaştırılmasını gerektirir. Sanığın kişiliğinin nazar-ı itibâra alınması ise, cezanın hafîfleştirilmesini gerektirir. Hâkim; bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için, hiçbir şey yapamaz. Ancak mümkün mertebe iki prensibi uyuşturmaya çalışır. Ancak bu uyuşturma ameliyesi esna­sında; her zaman suçludan yana bir yön çizer. Çünkü maddesi ve ma­nâsıyla karşısında duran ve kendisinden şefkat, merhamet bekleyen, şartlarını açıklayan, durumunu ortaya koyan bir kişi bulunmaktadır. Toplum ise böyle bir kişilik halinde ortaya çıkmamaktadır. Sanığın men­faatinin ortaya çıkıp temsil edildiği nisbette, toplumun menfaati mah­kemenin önünde ve hâkimin karşısında bütün gücüyle temsil edilme­mektedir. Bu da sanığın dikkate alındığı ölçüde, toplumun menfaatinin dikkate alınmayışı neticesini doğurmaktadır ki; işte bizim cezaların uygulanamayışmda ve tahfifinde gördüğümüz hatâya en büyük sebep budur.

Cezalar, gerek şimdi gerekse eskiden suçlar ve suçlularla savaşmak için konulur. Belirli bir fiilin yasaklanması istendiği zaman halkın o fiili işlemekten vazgeçmesini garantileyecek ölçüde cezalar vaz'olunur. Eğer ceza, halkın yasaklanan fiili işlemekten vazgeçmesini sağlamışsa; gayesini gerçekleştirmiş ve başarılı olmuş demektir. Ama halkın ya­saklanan fiili işlemesini önleyememişse yöneticilerin o cezadan daha ağır ve korkutucu cezalar koymaları gerekir.

Herhangi bir cezanın, başarılı olup olmamasının en sağlam ve ya-nılmaz ölçeği suçlular ve suç üzerindeki etkisidir. Eğer suçluların sayısı azalır ve suçlar artmazsa; ceza başarılı olmuş demektir. Suçların ve suçluların sayısı artarsa; ceza başarısızlıkla sonuçlanmıştır ve onun ye­rine suçluları korkutacak, sindirecek ve suçu işlemekten alıkoyacak bir başka cezanın konulması gerekir.

Mısır ceza kanununun idam, müebbed ağır çalışma, muvakkat ağır çalışma, ağır hapis, hafîf hapis ve ıslah evlerine gönderme cezaları koy­duğunu biliyoruz. Şimdi bu cezaların, hangi noktaya kadar başarılı ol­duğunu ve bunun suçlarla suçlular üzerinde ne gibi etkiler yaptığını öğ­renmeye çalışalım. Yukarda söylediğimiz cezalar, her ne kadar sayı bakımından fazla iseler de, temelde iki ana başlık altında toplanılabilir. Bunlar genel hatlarıyla idam ve hapis cezalarıdır.

İdam cezası, şüphesiz ki sindirici ve korkutucu bir cezadır. Bu ceza vukuu çok az mümkün olan suçlar için konulmuştur. Günlük hayatı­mızda idam cezası verilecek suçlar, ancak öldürme ile sonuçlanan suçlardır. Yukarda istatistik! rakkamlarla kanunda idam cezası verilmesi icâbeden suçlara, idam cezasının ne derece uygulandığını açıklamıştık. Ve demiştik ki: Ortalama olarak kanunen idam cezası verilmesi gere­ken suçlarda, bu cezanın uygulandığı mahkûmların sayısı % 6 dan daha azdır. Bu nisbet çok küçük olması hasebiyle, suçluları suça teşvik et­mekte ve korkutucu bir rol oynamamaktadır. Kaza organlarıyla ilişkisi bulunanlar bilmektedirler ki; bugün katil, suçu işlediğini itiraftan hiç çekinmemektedir. Onu alâkadar eden husus, idam cezasından kurtu­lup diğer cezaları çekmek üzere hâkimin şefkat ve merhamet damarla­rını harekete getirmektir ki genellikle istediği de olur.

Ben, katillerin ve kan dökücülerin mazeretlerinin nasıl kabul edil­diğini anlayamıyorum. Onlar kurbanlarının özrünü kabul ediyorlar mı? Onlar pençelerine düşenlere acımazlarken; biz onlara nasıl acıyabiliriz? Katil; öldürürken kalbinde zerre miktarı bir merhamet ve acıma duy­gusu bulunmadığına göre, kati fiilini isteyerek, planlayarak ve prog­ramlayarak işlediğine göre; bütün bunlardan sonra hangi şart ve hangi durum nazar-ı itibâra alınarak bizim onlara acımamız ve merhamet etmemiz doğru olabilir? Kavrayamıyorum. Kanun, zehirleyerek öldür­me ile Önceden planlı ve programlı olarak öldürme arasında, bir başka suçla birleşik olarak veya kendiliğinden suçu işleme arasında bir ayırım yaptığına göre; bu tür suçlarla, önceden planlanıp vâsıtası ve âletleri hazırlandıktan sonra işlenen suçlar arasında bir tefrik yaptığına ve birincisine idam, ikincisine de ağır çalışma cezası verdiğine göre; bu iki değişik suç arasında nasıl bir birleştirmeye gidebilir ve aynı cezayı uy-gula3'abiliriz?

(........................)

Mahkûmlar, genellikle sağlıklı ve çalışabilir güçte olan kişilerdir. Bunların hapishanelere tıkılması, çalışma güçlerinin muattal hale ge­tirilmesi demektir. Kullanılması ve toplum tarafından faydalanılması mümkün olan büyük bir enerjinin kaybı demektir. Eğer bunları uslan­dıracak ve başkalarını da suç işlemekten alıkoyacak başka cezalandır­ma metodları uygulansa toplum elbette ki bunların enerji ve üretimin­den istifâde eder.

Şüphesiz ki toplum içerisinde, sindirici ve engelleyici rol oynaya­bildiği halde suçlunun enerjisini çalışamaz hale getirmeye sebeb olan ve suçla savaşta büyük ve etkili roller oynayan cezalandırma metod­ları da vardır. Meselâ sopa cezası. Bu cezanın uygulanması halinde ge­nellikle mahkûm üretimden etkilenmez, günlük işini yerine getirmek­ten geri kalmaz. Bunun yanısıra ceza, toplum üzerinde büyük te'sîr uyandırır.

Hapishane idareleri mahkûmların çalışma yeteneğini kullanmak için çaba harcamışlarsa da, şu ana kadar çok az sayıda mahkûm çalıştırmanın ötesinde bu noktada başarılı adımlar atılmamıştır. Bu çok az sayıda çalışabilen mahkûmların dışında kalan mahkûmlar, günlük ha­yatlarını hiçbir şey yapmadan yiyerek, içerek ve devlet hesabına giyi­nerek tüketip gitmektedirler. 1938 - 39 senesinde hapishane idareleri için yaklaşık olarak 862.125 Mısır lirası para harcanmıştır. Bunun takriben 150.000 mısır lirası, mahkûmlara hizmet eden bakıcılara ödenen paradır. Şu halde devlet bütçesi, yaklaşık olarak yılda mahkûmlara 532.125 lira miktarında bir yüke katlanmaktadır. Bunun bir de toplumun mahkûm­ların üretimden alıkonulması vesilesiyle kaybettiği geliri ekleyecek olur­sanız, en büyük kayıp olduğu görülür. Farzedelim ki; her mahkûm, yıl­da 25 mısır lirasına baliğ olan yıllık bir üretimde bulunabilsin. Bu tak­dirde hapis cezasını uygulamak uğrunda milletin zararı yılda 2.582.285 Mısır lirasına baliğ olmaktadır.

Eğer hapis cezası sadece maddî zararla kalıp bunun yanısıra mah­kûmların ıslâh olmasına sebep olabilseydi; bu maddî zarara katlan­mamız toplum olarak belki de mümkündü. Ama bu ceza, gerçekte kö­tüyü iyileştirecek yerde, iyiyi kötüleştirmekte ve her giden gün kötü­lerin, bozukların sayısını arttırmaktadır. Zîrâ hapishanede suçluluğu alışkanlık haline getiren ve onun çeşitli metodlarmı Öğrenmiş olan suç­lularla, bir tür suçta ihtisas kazanmış suçluları birleştirmektedir. Bun­ların yanısıra ağır suç işlemiş suçlularla âdi suçlar yanyana gelmekte­dir. Ayrıca gerçekte suçlu olmayıp ta kanunun yanlış değerlendirme­siyle veya hukukî hatâ ile suçlu kabul edilen kişilerle bu suçlular aynı yerde toplanmaktadır. Silâh taşımak yahut da belirli miktarda buğday arpa ekmek veya ihmâl ve hatâ sonucu doğan suçlardan hüküm giymek gibi. İşte çeşitli sınıftan ve türden suç işleyen suçluları, böylesine aynı kategoride birleştirip aynı yerde toparlamak, bunların arasında suçlu­luk mikrobunun yayılmasına vesile olur. Çeşitli suç metodlarmı bilen suçlu; diğer arkadaşlarına da suçun usûllerini öğretmekten imtina et­mez. Gerçek suçlular, budala arkadaşlarının dâima kullanabilecekleri verimli bir arazî oluşturmasını becerirler. Böylece hapishaneye girer­ken suça yatkın olmayan bir çok kişi, hapishaneden çıkarken suça yat­kın olarak çıkar.

Gözlemler göstermiştir ki; örfen suç olmadığı halde kanunen suç olan izinsiz silâh taşımak veya benzeri suçlardan hapishaneye giren bir kişi, mahkûm olmazdan evvel suçlulardan nefret eder ve onlara karşı hoşgörülü olmazken, hapishaneden çıktığında suça ve suçlulara karşı hayran olarak çıkmaktadırlar. Bu ise, hâkimlerin itibârı suçlarda ger­çek suçlu ruhu taşımayan kişilere, hapis cezası vermekten çekinmele­rine vesile olmuştur. Kaldı ki suçlu, eğer bu suçunu ilk defa işliyorsa birinci defa cezayı te'cîl etmektedirler. Çünkü hapishaneye girerken tâm bir suçlu ruhuna sahip olmadan girip oradan çıktığında bütünüyle suç metodlarını öğrenerek çıkmasından endîşe etmektedirler.

Şu halde ıslâh ve eğitim metodu olarak kabul edilen hapishane, rea­litede hiç de böyle değildir. Hattâ bunun tersine, çeşitli suç metodları-nın öğretildiği ve bozgunculuğun yayıldığı bir enstitüdür. Nitekim dev­let, bu durumun tehlikesini farketmiş ve bu kusurdan kurtulmanın yol­larım aramaya basmamıştır.

Ancak ne gibi ıslâhat yapılırsa yapılsın; mesele temelden ele alın­mazsa başarılı olamaz. Bugün hapishanelerin, suç türlerine ve mahkûm­ların yaşlarına göre ayırdedilmesi görüşü ortaya atılmaktadır. Bu ayı­rım da farklı bir neticeye götürmez. Zîrâ aynı suçu işleyenleri aynı hapishanede toplamakla, kimileri suçtan habersiz mübtedî olarak oraya girmiş, kimileri de suçun ustası haline gelmiş olarak oraya girmiş ola­caklarından ve bunların birbiriyle ihtilâtından neticede çıkacak kabâ-hatlar aslında tedâvî edilmek istenen hastalığın kendisidir. Gençleri bir hapishanede, yetişkinleri bir başka hapishanede toplamak da çâre de­ğildir. İstatistikler gösteriyor ki; suçluların çoğu gençlerdir. Meselâ 1938 -1939 yargı yılında mahkûm olan gençlerin sayısı 55.277 dir. Bu da top­lu mahkûm olan suçluların sayısının % 60 ıdır. Bunlardan 15.050 si 16 ile 20 yaşları arasındadır. Gençlerden suç işleyenlerin sayısı, yaşlı ve orta yaşlılardan fazladır. İlk defa hüküm giyen gençlerin, önceden hü­küm giyiniş olan yaşlılarla aynı yerde bulunmaları; birincilerin, ikin­cilerin ahlâkını bozması için yeterlidir.

Aslında hapis cezası, sindirici ve korkutucu bir ceza olarak konul­muştur. Ama realite göstermiştir ki; suçluların ruhunda ve kafasında hapis cezasının önleyici hiçbir fayda ve etkisi sözkonusu olmamaktadır. En ağır hapis cezası olan; ağır çalışma cezası verilenler daha hapisten çıkar çıkmaz, tekrar suç işlemekte ve hemen hapishaneye dönmekte­dirler. Eğer en ağır ceza sindirici ve etkili olabilseydi, bu suçluların tek­rar suç işleyip hapishaneye dönmesi mümkün olmazdı. 44 nolu istatistik rakamları gösteriyor ki, 1938 - 39 senesinde ağır çalışma cezasına mah­kûm olanların % 45 i hapishaneden çıkınca tekrar suç işlemişlerdir. Ha­pisten çıkışlarıyla suç işleyişleri arasındaki süre 15 günle bir yıl ara­sındadır. Yine hapishaneler idâresinin yayınladığı 44 nolu istatistik göstermektedir ki; erkek ıslâh evlerine gönderilmek üzere hüküm gi­yenlerden % 43 ü, ıslâh evlerinden çıkar çıkmaz tekrar aynı suçu işle­mektedirler. Suç işleyişleriyle hapishaneden çıkış tarihleri arasındaki süre ise 21 günle bir sene arasındadır. Kaldı ki ıslahevlerine gönderilme cezası, korkutucu ve sindirici olmak gerekir. Buradan çıkan suçlu, tek­rar aynı suçu işlememeye kararlı olarak çıkmış olmalıdır.

Hapishaneler idâresinin 47 nolu takririnde yer alan istatistikler de gösteriyor ki; erkek ıslahevlerinde bulunan mahkûmlardan üçte biri, buraya ikinci, üçüncü ve dördüncü defa girmiş olan mahkûmlardır. Hapishaneler idâresinin neşrettiği 46 nolu istatistik rakamlar da hapis­hanelerin genellikle suçluların ruhunda yer ettiği psikolojik duyguyu ortaya koymaktadır. Şöyle ki, 1938 -1939 yılında ıslahevlerinde bulunan mahkûmların yarısını, daha Önceden beş ile on kere suç işlemiş sabı­kalılar teşkil etmektedir. Üçte bire yakın bir miktarı da, sabıkası on ile onbeş civarında olan suçlulardır. Geriye kalan suçluların çoğunluğunu da; sabıkası 25 ile 40 arasında olan suçlular teşkil etmektedir. Şu halde hapishaneler, suçluları gerçek mânâda korkutabilse ve bir daha suç iş­lememelerini sağlayabilseydi bir suçlu, aynı suçu onbeş kere yirmi kere hatta kırk kere tekrarlamayı düşünebilir miydi?

Hapishaneler idâresinin 43 nolu takririnde yer alan istatistikler de gösteriyor ki; erkek ıslâh evlerine geri gelen sabıkalılardan çoğu, oradan çıktıktan sonra tekrar dönmektedirler. Bunların sayısı her giden yıl artmaktadır. Meselâ 1916 senesinde ıslahevlerine dönenlerin oranı, ora­daki mahkûmların tümüne nisbetle % 10,8 dir. 1926 senesinde bu nisbet % 20,6 ya yükselmiştir. 1936 yılında ise bu oran % 38,7 ye çıkmıştır.

Bu da gösteriyor ki; hapis cezası, suçlunun üzerinde bir etki yap­mak şöyle dursun, her giden yıl suçlan daha fazla arttırmaktadır. Bu tekerrür eden suçların sayısı 1935 -1936 senesinde 872 iken 1936-1937 senesinde 939 a ve ondan sonraki sene de 1023 e çıkmıştır. Bu suçlar, genellikle müteaddit defa sabıkası olan suçlular tarafından işlenmiştir.

Hapis cezası; korkutucu ve sindirici olmak şöyle dursun, mahkû­mun ruhundaki sorumluluk duygusunu yoketmekte ve onlara tenbelliği aşılamaktadır. Hapishanede uzun bir süre kalmış olan mahkûmlar, ça­lışmadan rahatça oturdukları için buna alışmaktadırlar. Dolayısıyla yi­yecek, giyecek ve tedâvî gibi ihtiyâçlarını gidermekle yetinmektedirler. Çoğunlukla karşılaşılan gerçek şudur : Bu mahkûmlar, hayatın çalışma ve çabalama endişesiyle karşılaşmamak ve yeniden ne yiyeceğini dü­şünmek zahmetine katlanmamak için, hapishaneden çıkmaktan hoş­lanmamaktadırlar. Onların, ailelerine hattâ kendilerine karşı sorum­luluk duyguları ölmektedir. Ve öyle ki, hapishaneden çıkanların birçoğu, suçu sevdiklerinden ve isteyerek suç işlemekten ziyâde, tekrar o tenbel hayata dönmek ve hapishanede çalışmadan geçinmek imkânına ermek için suç işlemektedirler.

Suçlulardan bir kısmı, hapishaneden ayrılırken toplumun omuzun-da asalak olarak geçinmenin yollarını araştırırlar. Bunun için de eski suçunu; çevresini korkutmak, sindirmek ve onları haraca bağlamak için kullanırlar. Bu uydurma güç ve kudret gösterisiyle haraca bağladığı kimselerden aldığı haram malla rahatça hayatını sürdürür. Dolayısıyla efendice çalışıp helâl kazanç sağlamayı düşünemez.

Öyle anlar olmuştur ki; bu şekilde hapishaneden çıkan suçluların belirli muhîtlerdeki hâkimiyeti, devletin hâkimiyetinden daha geçerli olmuştur. Hattâ bu muhitlerde suçlular; gerçekte sözü dinlenen, buy­ruğu yerine getirilen en güçlü iktidar sahipleri olmuşlardır. Benim bil­diğim ve diğer bir çok kişinin dilinden düşmeyen gerçeklerden birisi de; yöneticilerin, bu suçlulardan genel seçimlerin yapıldığı günlerde yardım istemeleridir. Onlar muhtelif partilere mensûb kimseleri normal seçim yollarıyla seçimin güvenliğini sağlamak imkânına sahib olmadıkları için bu gaye ile bu kabadayıları kullanmayı ve onlardan yardım almayı denerler. Suçluların kabadayılık yaparak toplumda sağladıkları bu teh­likeli yer; gençler ve yeni yetişenler arasında suçluluğun artmasına se-beb olmaktadır. Kaba kuvvetiyle seçkin bir yer elde etmek isteyenleri, bu yola sevketmektedir. Düzenlerin ve sistemlerin, bu vesileyle değiştiği de bir vakıadır. Bu düzen değişikliğiyle, eskiden utanç vesilesi ve dü­şüklük olarak kabul dilen suç, bilâhere iftihar ve öğünnıe vâsıtası ha­line gelmektedir. Eskiden kovulan ve tâkîbât konusu olan suçlular, de­ğişen düzenle birlikte üstün bir yer elde etmekte, sözü dinlenmekte ve buyruğu geçerli olmaktadır.

Hapis cezasının uygulanması; güçlü kuvvetli birçok kişilerin, muh­telif aralıklarla belli bir yere tıkanılması sonucunda aileleriyle ilişki kurması önlenerek, hürriyetleri kısıtlanarak sıhhî ve ahlâkî bakımdan seviyelerinin düşmesine sebep olmaktadır. Mahkûmların sayısı her yıl arttığına, mahbûshânelerin adedinin de artan mahkûm sayısına göre gelişmeyeceğine göre; bütün mahkûmlar yanyana odalara yığılacaklar-dır. Öyle ki, umûmî hapishaneler ve liman hapishaneleri duvarları ara­sında, normal kapasitesinin 300 veya 400 fazlasını almak zorunda ol­duğu zamanlar bulunmaktadır.

Bu ise sıhhî bakımdan büyük bir dejenerasyona vesîle olmaktadır. Merkezî hapishanelere gelince; normal olarak bunlar iki küçük odadan fazla olmazlar ve ortalama kapasitesi altmışın altına düşmez. Sıhhî imkânlar, umûmî hapishanelerde bir miktar da olsa mevcûd olmasına rağmen, merkezî hapishanelerde tamamen yoktur. Mısır'da merkezî hapishanelerin hepsinde mahkûmiyetlerini oturarak veya beton üze­rinde uyuyarak geçirirler. Mahkûmlar için normal yatacak bir yatak bile mevcûd değildir. Bu hapishanelerde mahkûmların üzerine örtecek­leri herhangi bir örtü de yoktur.

Mahkûmların fazlalaşması, hapishanelerde sıhhî imkânların bu­lunmaması ve mahkûmların aileleriyle ve eşleriyle buluşmaktan mah­rum olmaları, mahkûmlar arasında deri, göğüs ve cinsel hastalıkların yayılması gibi çok büyük tehlikelere medar olmaktadır. 1929 senesi istatistikleri gösteriyor ki —bu istatistikler umûmî hapishanelere ve li­man hapishanelerine mahsûstur— 3.993 mahkûm griple nezle salgınına tutulmuştur. 369 mahkûm, çeşitli diğer hastalıklara tutulmuş; 22 mah­kûm beisoğukluğuna, 1.160 mahkûm frengi hastalığına, 10.995 mahkûm çeşitli deri hastalığına, 219 mahkûm tifüse, 8.618 mahkûmun vücû­dunda çeşitli çıbanlar ve benzeri çıkıntılar hâsıl olmuş, 906 mahkûm romatizmaya tutulmuştur. 1939 senesinde mahkûmlar arasında hasta­lığa yakalananların sayısı 74.000 dir. Bu da gösteriyor ki; belirttiğimiz nedenlerden dolayı mahkûmlar arasında sıhhî ve ahlâkî düşüklük ve dejenerasyon gittikçe fazlalaşmaktadır.

Şu halde hapishane; mahkûmlar arasında hastalığın yayılması, ah­lâkın bozulması, kişiliğin kaybedilmesi gibi illetlerin yayılmasına ve-sîle olmaktadır. Ama hapishanelerin fenalığı bununla da bitmemekte-dir. Bunun ötesinde hapishane dışındaki ahlâkın bozulmasına sebeb ol­maktadır. Çünkü hapishaneye düşen erkeklerin kanları, kızları, kardeş­leri bakıma muhtaç hale düşmektedirler. Bunlar ise şeytânla yüzyüze gelme ve nâmûs duygularını kaybetme gibi fitne ve tehlikelere ma'rûz kalmaktadırlar.

Aslında hapis cezası, çeşitli türleriyle suçla savaşmak üzere kon­muş bir cezadır. Ama yalan söylemesi mümkün olmayan istatistikler gösteriyor ki; suçların oranı, her yıl daha dikkati çekici ve daha düşün­dürücü bir şekilde artmaktadır. 1906 senesinde işlenen cinayetlerin sa­yısı 3.586 dan fazla değildi. Ama 1912 senesine gelindiğinde cinayet sa­yısı 4.008 çıkmıştır. 1918-19 senesinde bu rakam 6779 a ulaşmıştır. 1926 -27 senesinde 8012 cinayet işlenmiştir. 1938-39 senesinde 9286 cinayet işlenmiştir. Hafîf suçlara gelince; 1906 da sayısı 32,810 u geçmezken 1912 de 93.743 e çıkmıştır. 1926-27 de hafîf suçların sayısı 167.677 ye ulaş­mıştır. 1937-38 senelerinde ise, hafîf suçların sayısı 382.828 e baliğ ol­muştur. Görülüyor ki; 32 yıl zarfında cinayetlerin sayısı üç misline, ha­fîf suçların sayısı on mislinden fazlasına çıkmıştır.

Denilebilir ki; hafîf suçların sayısındaki artış gerçek artışı ifâde et-, mez. Çünkü nüfûs, her yıl artmaktadır. Ve dolayısıyla suç oranına te'sîr etmektedir. Bir noktaya kadar bu doğru bir sözdür. Ama biz, hafîf suç­ların miktarını bir kenara atalım ve ölçü olarak hırsızlık suçunu ele alalım. Bizi sağlıklı olarak suç oranının artış nisbetine götürecek en iyi mikyas hırsızlık suçlarıdır. 1891 senesinde hırsızlık suçlarının sayısı 9.356 dır. 1901 senesinde 15.993 e ulaşmıştır. 1912 senesinde 23.834 e, 1916 da 44.110 a, 1926 da 54.326, 1939 da 65.587 ye ulaşmıştır. Bu de­mektir ki; hırsızlık suçu, 48 yıl içerisinde yedi misli artmıştır. Öne sü­rülecek ma'zeretler ne olursa olsun, nüfûs oranının artması ve benzeri ma'zeretler bu nisbeti normal karşılamamıza yeterli olmaz. Nüfûs oranı ancak bir misli artarken, suç oranı neden yedi misli artıyor? Ve cinayet nisbeti neden üç misli fazlalaşıyor? Ekonomik durum nasıl kabul edilirse edilsin, suçların artışına bir neden olamaz. Cezalar suçu önleyici nite­likte olduğu sürece ekonomik durum yüzünden suç artışı sözkonusu ola­maz. Bu sözün doğruluğunun en açık delili Suudî Arabistan'dır. Şu anda Mısır'ın iktisadî ve sosyal durumu Suudî Arabistân'ınkinden çok üstün­dür. Ama Mısır'da suç oranı artarken, Suudî Arabistan'da bu oran git­tikçe düşmektedir. Eskiden Hicaz güvensizlikte ve kanun tanımazlıkta şakilerin, yankesicilerin yolculara ve hacılara saldırma korkusu, malla­rını ve eşyalarını tâlân etme endîşesi yaygın iken, bu gün durum tama­men değişmiştir. Halbuki Suudî Arabistan'ın iktisadî ve içtimaî duru­mu, suçun ve düzensizliğin yaygın olduğu günlerdekinden şimdi hiç de iyi değildir. Sadece orada suçun işlenmesini önleyen umûmî bir sebeb var. Bu sebeb; Hicaz'da güveni sağlamış, vurguna, saldırıya, yol kesme­ye, eşkıyalığa engel olup düzeni korumuştur. Bugün Hicaz'daki güven ve emniyet, her yerde örnek olarak gösterilmekte ve darb-ı mesel haline gelmektedir. Bir yolcu birşeyini düşürdüğü zaman, onu polisten gidip teslim almaktadır. Bir kişi bir şeyini yitirdiği zaman, onun kendisine iade edildiğini görmektedir. Malın üzerinde sahibine delâlet eden bir emare bulunduğu takdirde, mal sahibine geri gönderilmektedir.

Şu halde bu pratik örnekten sonra, suç oranının artmasına neden olarak sosyal ve* ekonomik sebepleri ve nüfûs oranının artışını göster­mek hatâdır. Çünkü suç bir hastalıktır. Bunun ilâcı cezadır. Yöneticiler hastalığa uygun düşen imci, iyice belirleyerek bu noktada başarılı ol­dukları takdirde, hastalık son bulur veya oran beklenenin çok altına dü­şer. Ama yöneticiler, hastalığın tedavisi için gerekli ilâcın belirlenme­sinde ve tatbikinde başarılı olamamışlarsa; hastalık devam eder ve daha berbat bir hal alır. Bunun neticesinde toplum, en ağır ve dayanılmaz sıkıntılara dûçâr olur.

Yukarda beşerî sistemlerin ortaya çıkardığı kötü. cezalandırma yön­temlerinin fena neticelerini gördük. Bu sistem bir yandan malı heba etmekte, öte yandan enerjiyi yok etmekte, ruhî, ahlâkî ve sıhhî dejene­rasyona sebeb olmaktadır. Buna rağmen suç oranı her giden gün art­makta, suçluların cesareti daha fazlalaşmaktadır. Düzen ve emniyet ihlâl olunmakta, devletin hâkimiyeti ortadan kalkmakta ve cemiyete suçlular ve eşkiyâlar hâkim olmaya başlamaktadır. Toplumun bu elem verici sonuçtan kurtarılması, ancak bu cezalandırma sisteminden vaz­geçmekle mümkün olur. Halk, alıştığı şeyleri kolay kolay bırakmaz ve bağlı bulunduğu sistemin hatâlarını göremez. Toplumu suçtan koru­makta, suçla savaşta ve suçluyu ıslâhta beşeriyetin tanıdığı en dirayetli sistem; İslâm'dır, İslâm sisteminin başarılı tecrübelerle müsbet netîçeler verdiği, suçu ve suçluyu bütünüyle ortadan kaldırdığı apaçık mey­dandadır.

İslâm nizâmının özelliği; sadece tecrübelerin başarı ve yeterliliğini isbât etmiş olması değildir. Buna ek olarak İslâm nizâmı, dayandığı esâslarla beşerî cezalandırma sisteminin getirdiği tüm eksiklikleri orta­dan kaldırabilmesi bakımından da mümtazdır. Cezâlann zararını en azına indirmek ve cezaların tatbiki konusunda insanların harcadıkları büyük malî meblağlarla ve çabalarla başaramadıkları neticeyi te'mîn edecek biricik sistem İslâm'dır. Beşerî cezalandırma düzeninin birinci kusuru; aslî cezaları bırakması ve böylece cezaların geçersiz hale gel­mesine, tahfifine vesile olmasıdır. İslâm hukuku ise toplumun yapısını ilgilendiren önemli suçlarda bunu kabul etmez. Bu tür suçlar için be­lirli cezalar koyar. Hâkimin bu cezaları, azaltıp eksiltme yahut da —suç­lunun durumu nasıl olursa olsun— başka bir ceza verme yetkisi yoktur. Çünkü bu önemli suçlarda İslâm hukuku, toplumun menfaatini her türlü menfaatin üstünde tutar ve her türlü değerlendirmeyi onun gerisine bırakır. Ancak toplumun yapısını alâkadar etmeyen suçlarda; hâkime, suçlunun kişiliğini ve durumunu nazar-ı itibâra alma yetkisini tanır. Eğer suçlunun durumu ve şartları, onun cezasının hafîfleştirümesini gerektiriyorsa ve bu da aynı zamanda suçlunun ıslâhına vesile olacaksa buna müsâade eder.

Beşerî cezalandırma sisteminin ikinci eksikliği; belli başlı suçlar için birbirinden pek farklı olmayan cezalar koymasıdır. Nev'i itibarıyla genellikle hapis cezası vermektedir ki, bu da hapishanenin durumuna göre şiddetli veya zayıf olmaktadır. Ayrıca bu ceza, çalışabilen enerji ve dinamizm sahibi sağlıklı birçok kişinin hapishanelere tıkanıp kal­masına, faydalı bir iş yapacaklarına tüketici unsur haline gelmelerine sebeb olmaktadır. Bu yüzden toplum iki zarar görmektedir. Bir yandan hapse tıktığı insanlara harcadığı masraflar; bir yandan da, bu kişilerin hapse tıkılmaması halinde meydana getirecekleri üretim imkânının ortadan kaldırılması. Eğer İslâm cezalandırma sistemi tatbîk edilecek olsa; bu kayıpların hiçbirisi olmaz. Çünkü İslâm hukuku, had ve kısası gerektiren suçlarda hapis cezasını kabul etmez. Daha önce de belirttiği­miz gibi had ve kısası gerektiren suçlar, normal suçların üçte ikisini oluşturur. Ayrıca İsJâm hukuku, ta'zîri gerektiren suçlarda da sopa cezasını hapis cezasına tercih eder. Mahkûm, belirsiz bir süre toplum­dan uzak olarak yaşamaktadır. Toplum, ölünceye kadar onun şerrinden korunmuş oJmak kaydıyla hapis cezası faydalıdır. İslâm hukuku bu tür hapis cezasını, ancak çok önemli suçlarla, suçluluğu itiyâd haline ge­tirenlere uygulamaktadır. Sopa cezası, arta kalan suçların yarısına tat­bîk olunduğu kabul edilecek olursa; geriye kalan suçlann miktarı % 15 civarında olacaktır. Bu % 15 nisbetindeki suçlar da hapis, tazminat, sürgün ve benzeri müteakip ta'zîr cezasıyla cezalandırılır. Sopa ceza­sının uygulandığı suçlar, önemli ta'zîr suçlarıdır. Geriye kalan suçlara ise sopa ve süresiz hapis cezasının dışında nasihat, ihtar ve tazminat gibi cezalar uygulanır ki, genellikle bunlar önemsiz suçlardır. Keza bu suçlara, hapis cezası da verilebilir, ancak ceza te'cîl edilir. Netice itiba­riyle fiilen ancak toplam suç nisbeti içerisinde % 5 oranında bir suçlu grubu hapis cezasına çarptırılır.

Hapis cezası verilen suçluların nisbeti bu derece azalınca; mahkûm­ların sayısı da elbette azalacaktır. Böylece mahkûmlar problemi orta­dan kalkacaktır. Bu problemin doğurduğu ahlâkî, sıhhî dejenerasyon da yok olacaktır. Cezanın hafîf olması ve mahkûmların hapishaneler­de birlikte yaşamaları neticesinde ortaya çıkan suçların tekrarı duru­mu olmayacaktır.

Belirli bir süre hapis cezası verilebilecek pek az sayıdaki suçluların işledikleri suçlar, önemsiz olacağından bu gibi suçlulara verilecek hapis cezası da pek kısa süreli olacaktır. Bu ise, suçun yayılmasına ve ahlâkî dejenerasyona asla vesile olmaz. Hattâ bu gibi kötülükler olsa bile bu­nun suçlular üzerinde büyük etkisi olmayacak, âmme emniyetini zede­leyici seviyeye çıkmayacaktır. Çünkü mahkûmların sayısı az olacak ve bu yüzden daha az tehlikeli duruma düşeceklerdir. Kaldı ki, suçlunun ikinci bir defa daha işlediği suçtan dolayı hapis cezası alma garantisi bulunmayacaktır. Tehlikeli suçlu durumunda olanlar için İslâm huku­ku, süresiz hapis cezası uygular. Onların işledikleri suçun nev'i ne olur­sa olsun, bu hükmünü değiştiremez. Zîrâ ne kadar basit olursa olsun, bir suçlunun suçu itiyâd haline getirmesi; suç için onun istidatlı bu­lunduğunu ve eski cezaların" kendisini suçtan uzaklaştırmanıış olduğu­nu gösterir.

Beşerî hukuktaki hapis cezalarının, en büyük kusurlarından birisi de mahkûmlardaki sorumluluk duygusunu öldürmesidir. Onlara ten-bellik aşılamakta ve halkın omuzundan asalak olarak geçinmeyi öğret­mektedir. Böylelikle kabadayılık yaparak tehdîd ve korkutma ile halkın malını elinden almalarına neden olmaktadır. İslâm hukukunda bunların da çâresi vardır. Hattâ bütün bunların çâresi sopa cezasıdır. Çünkü so­pa, suçlunun kendine karşı olan değerini düşürür. Ve suçu bir daha irtikâb etmesini önler. Keza halkın nazarındaki değerini de düşürür. Kimse onlardan korkmaz ve kabadayılığına kulak asmaz. Böylece suçlu, halkın gözünde büyüyerek devletin sağlayacağı hâkimiyet hakkını kul­lanmaya kalkışmaz.

Beşerî cezalandırma sistemindeki eksiklikleri teker teker araştırır-sak, bu eksikliklerin her birisi için İslâm cezalandırma sisteminin tat­bikinde başarılı çâreler olduğunu görürüz.

İşte, beşerî cezalandırma sistemi... Ve işte onun saçtığı bozukluk, ahlâkî dejenerasyon ve ihlâl ettiği emniyet ve düzen. Ve işte İslâm ce­zalandırma sistemi. Beşerî cezalandırma sisteminin bozduğu her şeyi dü­zeltip güzelleştirecek üstünlüktedir. Beşerî cezalandırma sisteminin İs-lâmî cezalandırma sisteminden üstün olduğunu, dolayısıyla beşerî hu­kukun İslâm hukukundan üstün olduğunu söyleyecek birisi var mı? Eğer böyle birisini görürseniz, ona yüce Allah'ın şu mübarek buyruğunu hatırlatınız:

«Doğrusu gözler kör olmaz. Ancak göğüslerde olan kalbler kör olur.»6

İslâm Hukuk Sistemi ve Beşerî Hukuk. 38

İslâm Hukuk Sistemi ve Beşerî Hukuk

İslâm hukuk sistemi temelde beşerî hukuk sisteminden pek çok noktada ayrılır.

Beşerî hukuk, adından anlaşılacağı gibi insan elinin mahsûlüdür. İslâm hukuk sistemi ise, Allah katından gelmiştir. Her iki hukuk sis­temi, onları yapanlann özelliklerini -aksettirir. Binâenaleyh be­şerî hukuk, insan elinin mahsûlü ve yapısı olduğu için insanların eksik­likleri, acizlikleri, zaafları, ölümlü olmaları ve ileriyi görememeleri, koydukları hukuk kurallarında da ortaya çıkar. Dolayısıyla insanlar tarafından konulan hukukun, her zaman değişme durumu vardır. Veya sosyolojik ta'bîriyle, ilerleyen ve gelinen toplum şartlarına göre gelişip ilerlemesi gerekir. Beklenmeyen şartların ve umulmayan hallerin ortaya çıkmasıyla o da kendini yenilemek ve değiştirmek mecburiyetini hisse­der. Şu halde beşerî hukuk, her zaman eksiktir. Ve onu yapan İnsanoğ­lu mükemmellik sıfatına sahip olamayacağı, gelecekte ortaya çıkacak şartları bilemeyeceği ve ancak işaretle yetinebileceği için onun ortaya koyduğu prensibler ve hükümler de her zaman için mükemmellikten uzak 'bulunacaktır.

İslâm hukukuna gelince, onu yaratan ve yapan yüce Allah'tır. Bi­nâenaleyh İslâm hukuku yaratıcı gücün üstünlüğünü, azametini, ol­muşu ve olacağı kapsayan bilgisini, ihata kudretini temsil eder. Bu yüz­den de İslâm hukukunu indiren, herşeyi bilen ve herşeyden haberdâr olan yüce Allah, hali ve geleceği ihata edecek bir genişlik ve elastikiyet içerisinde göndermiştir. Çünkü Allah'ın ilmi, herşeyi çepeçevre kuşatır. Şâm yüce olan ulu Allah, bizzat koyduğu hükümlerin kat'iyyen değiş­tirilip tebdil edilmemesini buyurmuştur. Nitekim Yûnus sûresinde «Al­lah'ın kelimeleri için değişiklik yoktur.» (Yûnus, 64) der. Zîrâ Allah'ın sözlerinin değişikliğe ve tebdile ihtiyâcı yoktur. Zaman ne kadar de­ğişirse değişsin, insan ne kadar gelişirse gelişsin, yurtlar ve bölgeler ne kadar teğayyür ederse etsin, Allah'ın sözleri kat'iyyen değişmez.

Biliyorum, bazı kimselerin bu söze inanmaları biraz güç olacaktır. Zîrâ onlar, herşeyden önce İslâm hukukunun Allah katından gelme bir hüküm olduğuna inanmamaktadırlar. Benim için, bu gibi kişilerin dü­şüncesinin önemi yoktur. Böyle bir şeye inanmasalar da, İslâm hukuku­nun saydığımız nitelikleri ve üstünlükleri hâiz olduğunu bilmeleri yeter­lidir. Ben, bu noktayı gözler önüne seren delilleri göstereceğim. Bun­dan sonra onlar, isterlerse bu nitelikleri başka hukuk sistemlerinde de araştırırlar ve olup olmadığım incelerler. O hukuk sistemlerinin koru­yucularının kimler olduğunu tedkîk edebilirler. Onların benden iste­yebilecekleri tek şey; İslâm hukukunun üstünlüğünü ve özelliklerini gösteren delilleri serdetmektir. Bunu ayrı bir başlık altında anlatacağım. Şu kadar var ki, bu kitabın bütün bölümleri, hattâ bütün satırları bu sözlerimin delili mahiyetindedir.

İslâm hukukunun Allah katından indirilmiş olduğuna inananlara gelince; onlar, İslâm hukukunda saydığımız bu özelliklerin bulunma­sına inanmakta güçlük çekmeyeceklerdir. Hattâ bu noktada elle tutulur bir delil gösteremesek de, onlar için inanmak bir problem olmayacaktır. Zîrâ onların düşünce ilkeleri; kendilerinin, bu nitelikleri hâiz olan bir gerçeğe inanmalarını zarurî kılmaktadır. Şöyle ki: Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna inanan; güneşi, ayı ve yıldızlan O'nun idare ettiğini kabul eden; dağları, rüzgârları ve suyu O'nun insanoğlunun buyruğuna verdiğini bilen; bitkileri O'nun bitirdiğini, anaların karnın­daki yavrulara O'nun şekil verdiğini, ister hayvan, ister bitki, ister can­sız varlıklar olsun hepsini O'nun yarattığını ve O'nun koyduğu nizâm içerisinde hareket ettiklerini kabul eden; hiçbir şeyin O'nun buyruğu­nun dışına çıkmayacağını bilen ve Allah'ın eşyanın, tabiatına hükme­den, onların hareketlerini tanzim eden değişmez kanunlar koyduğunu kabul eden, bu kanunların insan tasavvurunun üzerinde bir güzelliğe ve üstünlüğe sahip olduğunu gören bir insan... Evet, bütün bunları kabul eden, benimseyen, Allah'ın herşeyi yarattığı gibi en güzel şekilde düzene soktuğunu da bilen bir mü'min gayet tabiî olarak Allah tara­fından değişmez ve mükemmel bir hukuk sistemi olarak indirilen İs­lâm'ın ferdlerin, toplumların ve devletlerin hayatını tanzîm eden in­san tasavvurunun çok üstünde mükemmel ve fevkalâde bir nizâm ol­duğunu görür ve buna inanır. İşte bütün bunlara inanan, ama yine de gönlünün mutmain olması için deliller görmek isteyen kimseler; bi­rinci grubda zikrettiklerimiz gibi de aradıkları konuda ne gibi delil görmek istiyorlarsa baksınlar. Bu kitabımızın her yanında, İslâm hukuk sisteminin üstünlüğünü ortaya koyan,..kalblerini ve fikirlerini itmi'nâna kavuşturan'sayısız deliller bulacaklardır. Allah'ın izni, avn ü inayeti ile...

Şurası muhakkak ki; hukuk sistemleri; toplumların, ihtiyâçlarını gidermek, işlerini tanzim etmek üzere koydukları muvakkat kaideler­den ibarettir. O halde beşerî hukuk sistemi; toplumları geriden ta'kîb etmekte, yahut da bugün yaşanan toplumun seviyesinde bulunurken yarın onun gerisine düşmektedir. Çünkü toplum; hızlı değişimlere uğ­rar, ama kanunlar toplumun bu hızlı değişimine ayak uyduramazlar. Zîrâ kananlar, belirli zamandaki şartlara göre konulmuş kaidelerdir. Toplumun durumu değiştikçe kanunlar da değişecektir. İslâm hukuk sistemine gelince; onun kaidelerini devamlı olarak yüce Allah koymuş­tur. Toplumun ihtiyâçlarını telâfi etmek; hayatını tanzim etmek üzere İslâm hukuku ile beşerî hukuk, toplumun hayatına düzen vermek için konulmuş kaideler olmaları noktasından birbiriyle müttefiktirler. Fa­kat İslâm hukuku beşerî hukuktan bazı noktalarda ayrılmaktadır. Şöy­le ki: İslâm hukukunun kaideleri; süreklidir, değişmeye ve tebdile uğ­ramaz. İşte bu özellik, mantıkî noktadan İslâm hukukunun bazı özel­likleri taşımasını gerekli kılmaktadır.

İslâm hukukunun kaideleri; öylesine umûmi ve öylesine elastikî olmalıdır ki, zaman ne kadar geçerse geçsin, toplum ne kadar gelişirse gelişsin, ihtiyâçlar ne kadar değişip artarsa artsın, toplumun bütün ihtiyâçlarına cevâb verebilmeli ve karşılayabilmelidir.

İslâm hukukunun kaideleri ve metinleri, öylesine üstün ve yüce olmalıdır ki; hiçbir zaman ve hiçbir asırda toplumun seviyesinden ge­rilerde kalmamalıdır. .

Vakıa mantığın gerekli kıldığı bu hususiyetler, her iki cephesiyle de İsiâm hukukunda mevcûddur. Hattâ İslâm hukukunu, diğer sistem­lerden ayıran en önemli özellik de budur.

Şöyle ki; İslâm hukukunun kaide ve metinleri, son derece elastikî olduğu gibi, son derece üstün ve yüce özelliklere sahibtir.

İslâm hukuku; kurulalı onüç yüzyıldan fazla olmuştur. Ondan son­ra birçok kere sistemler değişmiş, düşünceler büyük bir gelişme kay­detmiştir. İlimler ve buluşlar, insanoğluna hayâlinden geçmeyecek şe­kilde yenilikler getirmişlerdir. Beşerî hukukun yeni şartlara ve yeni durumlara uyabilmek için birçok defalar ana kaideleri değişmiştir. Öyle ki, bugün tatbik sahasında bulunan beşerî hukukun temel kaideleri ile İslâm hukukunun indiği günde tatbik sahasında bulunan beşerî huku­kun ana kaideleri birbiriyle tamamen alâkasız ve ilgisiz duruma gel­miştir. Buna rağmen ve İslâm hukuku değişmemekle beraber, İslâm hukukunun kaideleri ve metinleri; her zaman toplumun bulunduğu se­viyenin üstüne çıkmış, onun ihtiyâçlarını düzenlemeyi garanti etmi^ umûmî arzularını karşılamış, huzur ve emniyetlerini muhafaza etmiştir.

İşte tarihin bu göz alıcı şehâdeti, İslâm hukuk sisteminin sayfa­larının arasında görünmektedir. Bunun en parlak örneği, İslâm hukûkunun metinlerinde ve bu metinlerin dayandığı mantıkta göze çarp­maktadır. Örnek olarak Allah'ın şu mübarek sözünü alınız : «Ve onların işleri aralarında şûra iledir.» (Şûra, 38) Yahut da Hz. peygamberin şu hadîsine kulak verin: «İslâm'da ne kendine, ne de karşıdakine zarar vermek vardır.» İşte Kur'an ve hadîsten aldığımız bu iki metin, öyle­sine geniş ve öylesine kolaylık getiren elastikiyete sahip ki; bunun öte­sinde bir genişlik ve bir elastikiyet, tasavvur bile olunamaz. Bu iki ifâde, şûra prensibini yerleştirmekle; insanlığın hiçbir zaman düşün­mediği, aklından bile geçmeyen üstün bir seviyeye ulaşmıştır. Zîrâ in­sanlar, işlerini şûra esâsı ile hallederken ne kendilerine zarar vermeli­dirler, ne de başkalarına. Halbuki bugün görülen hal, hiç te böyle de­ğildir.

İslâm hukukunun esâs metinlerini incelediğimizde; bütün metin­lerin, yukarda verdiğimiz iki örnekteki genişliğe elastikiyete ve yüce­liğe sahip olduğunu görürüz. Her hangi bir metni, hiç araştırmadan hemen elimizi uzatır uzatmaz aldığımızda, bu özellikleri görmemiz gayet rahatlıkla mümkündür. Zîrâ İslâm hukuk sisteminin bütün metinleri, bizim verdiğimiz örneklere uymaktadır. Bunun için okuyucuya bir fikir vermek üzere bir başka örneği ele almakla yetineceğiz. Meselâ, yüce Allah buyuruyor ki: «Rabbının yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.» (Nahl, 125). Bu ifâde öylesine geniş ve öylesine elastikiyet ifâde etmektedir ki; onun koyduğu pren-sibten daha üstününü bilmek ve tanımak, henüz mümkün olmamıştır. Dâva adamları için dâvalarını yayarken hikmet, güzel öğüt ve en güzel şekilde tartışma metodundan daha güzel bir metod olduğunu tasavvur edemiyoruz.

Okuyucu yüce Allah'ın şu mübarek ifâdelerine de bakınca aynı Özellikleri görür : «Bir kimse bir başkasının yükünü yüklenmez.» (Fâtır, 18).

«Allah bir kişiye ancak götürebileceği kadarını yükler.» (Bakara, 286).

«Muhakkak ki Allah; adaleti ve ihsanı, akrabalara vermeyi emre­der. Aşırılıklardan, kötülüklerden ve azgınlıklardan nehyeder.» (Nahl, 90).

«Şüphesiz ki Allah, size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.» (Nisa, 58).

«Ey îmân edenler; Allah için adaleti gözeten şâhidler olun. Bir top­luluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun; bu, tak­vaya daha yakındır. Allah'dan korkun, çünkü Allah işlediklerinizden haberdârdır.» (Mâide, 8).

«Ey îmân edenler; kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa Allah için şâhid olarak adaleti gözetin. İster zengin, ister fakîr olsun Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğeı; eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden muhakkak haberdârdır.» (Nisa, 135).

Okuyucu dilerse, bu ve benzeri metinlere bakarak İslâm hukuk sis­teminin ne derece genel, ne derece elastikî olduğunu görür. Ve bu hü­kümlerin getirdiği prensiblerin ne derece üstün bir seviyeye ulaştığını farkeder.

Beşerî hukuku meydana getiren toplumdur. Toplum; ona kendi rengini, âdet ve geleneklerinin, tarih ve düşüncesinin damgasını vurur. Beşerî hukûkda esâs; toplumun işlerini tanzim etmektir. Yoksa hukuk topluma yön vermez. Binâenaleyh hukuk, toplumun gerisinde ve onun gelişmesini arkadan ta'kîb eder. Çünkü hukuk, toplumun meydana ge­tirdiği bir vakıadır, yoksa toplum hukuk tarafından meydana getirilen bir vakıa değildir.

Beşerî hukûkda esâs bu olmakla beraber, günümüzüde bu esâs değişmiş gibidir. Özellikle birinci cihan harbinden sonra bu kaide de­ğişmektedir. Çünkü birinci dünya harbinden sonra devletler, yeni yeni düşünceler etrafında toplanmışlar, yeni yeni sistemler kurmuşlar ve bunları toplumun yönetiminde kullanmak üzere belirli hedeflere ma'tûf olarak kanunlar yapmaya başlamışlardır. Çağdaş hukuk, belirli gaye­lerin tatbiki için kullanılmaktadır. Hukuku, kendi ideolojisi için bir vâ­sıta olarak kullanan devletlerin başında komünist Rusya gelir. Onu, faşist İtalya ile Nazi Almanya'sı ta'kîb eder... Bunları müteakiben diğer devletler de aynı yolu tutmuşlardır. Bugün hukukun hedefi; toplumu, yönetenlerin toplum faydasına olduğunu kabul ettikleri belirli yönlere ve hedeflere doğru sevketmektir.

İslâm hukuk sistemine gelince; biliyoruz ki İslâm hukuku, toplum tarafından meydana getirilen bir vakıa değildir. İslâm hukuku, beşerî hukukta olduğu gibi, toplumun gelişmesinin ve karşılıklı ilişkisinin so­nucu olarak doğmamıştır. Aksine, herşeyi en güzel şekilde yaratan ve şekil veren Allah tarafından yapılmış ve meydana getirilmiştir.

İslâm hukuku toplum tarafından meydana getirilmediği, tersine toplum, İslâm hukuk sisteminin isteğine uygun olarak ortaya çıkarılan bir realite durumunda bulunduğu için, İslâm hukukunda ana maksad; yalnızca toplumda meydana gelen olayları ta'kîb etmek değildir. Hal­buki beşerî hukukta asıl gaye budur. Öyleyse, İslâm hukukunda aslo-lan nedir? İslâm hukukunda aslolan, herşeyden önce iyi ve faydalı ferd-ler ve toplumlar meydana getirip ideal bir dünyada örnek bir devlet kurmaktır. İşte bunun için İslâm hukuk sisteminin ana metinleri, daha ilk indiği günden itibaren yeryüzündeki insanların seviyelerinden çok üstün ve yükseklerde bulunan hükümler ve metinler getirmiştir. Bu hükümler, o günkü insanların seviyelerinden çok yücelerdedir. İslâm hu­kuku öylesine üstün prensibler ve nazariyeler getirmiştir ki; İslâm dışı dünyada onu bilmek ve bulmak imkânı uzun asırlar boyunca mümkün olmamıştır. Bugün bile modern dünyanın elde edemediği veya öğrene-mediği birçok esâslar onda mevcûd bulunmaktadır. İşte bu sebeble yüce Allah, İslâm hukukunu; insanları faziletlere ve tâata yöneltmek, yüce­liğe ve tekâmüle götürmek üzere bir kemâl örneği olarak peygamberine inzal buyurmuştur. Onlar peygambere uyarak, üstün nizâmın seviyesi­ne ulaşırlar veya yaklaşırlar. İşte ilâhî nizâm, Alîm ve Habîr olan yüce Allah'ın istediğini böylece gerçekleştirmiştir. İslâm risâleti; fonksiyo­nunu en güzel şekilde edâ etmiş ve kısa bir zamanda deve çobanlarını dünyanın hâkimi, bilgisiz bedevileri insanların rehberi ve Önderi duru­muna yükseltmiştir.

İslâm hukuku; uzun müddet görevini başarıyla îfâ etmiş, müslü-manlar ona sarıldıkları ve hükmünü yerine getirdikleri sürece onları yüceliklere, mükemmelliklere eriştirmiştir. İlk müslümanlar bu hukuk sistemine sarıldıklarında, onunla amel etmeye başladıklarında güçsüz birer azınlık durumundaydılar. İnsanların.kendilerini ezmesinden kor­kuyorlardı. Ama, yirmi sene gibi kısa bir süre içerisinde hemen cihanın efendisi, insanlığın önderleri durumuna geliverdiler. Artık yeryüzünde onların sesinden başka bir ses duyulmaz oldu. Onların sözünden başka bir söz geçmez oldu. İşte, mucizeyi andıran bu fevkalâde hale erişme­lerini sağlayan unsur; sadece İslâm ve Allah'ın onlara öğrettiği ilâhî prensiblerdi. Yüce Allah onları terbiye etmiş, ruhlarını yumuşatmış, onlara şeref ve üstünlük duygusu vermiş ve tâm bir müsavat içerisinde mutlak adaleti uygulamalarını sağlamış, iyilik ve takva esâsına dayan­malarını emretmişti. Azgınlığı, günâhı ve kötülüğü yasaklamış, kafa­larını ve ruhlarını cehaletlerin ve şehvetlerin yakıcı alevlerinden kurta­rarak hür olmalarını sağlamış ve yeryüzünde insanlara ma'rûfu emre­den, münkeri yasaklayan Allah'a inanan bir kitle olarak çıkarıldıklarını kabul ettirip milletlerin en hayırlısı olduklarına inandırmıştı.

İşte Allah'ın hükmüne uydukları sürece, müslümanlarm durumları böyleydi. Ama, ne zaman ki Allah'ın hükmünü bıraktılar, ihmâl ettiler, ona ters bakmaya başladılar, o zaman gelişmeleri de duruverdi. İlerle­meleri, birden geriye döndü. Müslüman olmazdan önceki karanlıklar dolu cehalet âlemine daldılar. Yeniden güçsüzler safında yer aldılar. Başkaları tarafından köleleştirildiler. Kendilerine yapılan hücumlara karşı duramadılar, zulme engel olamadılar.

İşte müslümanlar, bu kötü durumdayken baktılar ki Avrupa iler­liyor. Bir takım müslümanlarm gözünde avrupalılann ilerlemesi, onla­rın bağlı bulundukları sistemden ve uyguladıkları hukuktan kaynaklan­dığı zannı ve vehmini uyandırdı. Bunun üzerine başladılar avrupa sistemlerini kendi memleketlerine nakletmeye, batılı bir örgüyü işleme­ye. Bu ise onların sapıklığına sapıklık katmaktan, felâketlerine felâket eklemekten, zaaflarına zaaf ilâve etmekten başka bir işe yaramadı. Hattâ müslümanları bölük bölük, fırka fırka ayırdı. Her fırka kendisinin haklı olduğunu söylüyordu ve her grup kendi gidişinden memnundu. Araları açıktı. Dıştan bakıldığında, onların bir olduğu sanılırdı ama kalbleri paramparçaydı. (..................)

Doğrusunu söylemek gerekirse, İslâm tarihi bunun apaçık delilidir. Kafası ve gözü olanlar için ibret alınacak bir gerçektir. İslâm'ın müslü­manları nasıl yoktan var ettiğini, milletlerin üzerinde üstün bir millet durumuna getirdiğini, ileriye, daha İleriye sevkettiğini, dünya devlet­lerinin üzerine hâkim kıldığını açık delilleriyle görürler. Keza müslü-manlarm hayât ve terakkilerinin, İslâm'ın emirlerinin tatbikine dayalı olduğunu kesin, delilleriyle müşahede ederler. Çünkü müslümanlar, İs­lâm'ın eseridirler. Onların varlığı, İslâm nizâmının mevcudiyetine bağ­lıdır. Hâkimiyetleri ise onun hâkimiyetine...

Bu paragrafı bitirip diğer bölümlere geçmeden önce okuyucularımı uyarmak isterim. Beşeri hukuk, son zamanlarda başlangıçtaki tavrını bırakarak topluma yön verici esâslar halini alınca, bu noktada İslâm hukukunun prensiblerini taklîd etmiştir. Çünkü İslâm hukuk sistemin­de esâs, hukukun toplumu meydana getirmesi, ona yön vermesi ve tan-zîm etmesidir. İşte modern hukuk da, son zamanlardaki tavrıyla İslâm hukukunun başlangıçta yaptığı hususu taklîd etmiş ve onun tam onüç yüzyıl gerisinde kaldığını ortaya koymuştur. Şu halde kanun adamla­rının söylediklerine göre; onların, yeni bir devreye vararak yeni bir na­zariye ortaya koymuş olma İddiaları tamamen yanlıştır, biz onlara bunu söyledikleri zaman şu cevâbı veririz : Siz İslâm hukukunun onüç yüzyıl gerisinden onun peşini ta'kîb etmektesiniz.

İslâm Hukuk Sisteminin Özellikleri41

İslâm Hukuk Sisteminin Özellikleri

İslâm hukuk sistemi ile beşerî hukuk sistemi arasındaki temel ay­rılıkları açıkladıktan sonra, İslâm hukuk sistemini, modern hukuk sis­teminden ayıran mümeyyiz vasıfların en önemlilerini de açıklayabiliriz. Şöyle ki: Beşerî hukuk sisteminde İslâm hukuk sistemine muhalif olan hususlar; aynı zamanda İslâm hukuk sistemini beşerî hukuk sistemin­den ayıran farklılıklardır. Öyleyse bu iki hukuk sistemi arasında bulu­nan farklılıktan hareket ederek İslâm hukuk sisteminin, beşerî hukuk siteminden üç ana unsur itibânyla ayrı ve üstün olduğunu söyleye­biliriz :

İslâm hukuk sistemi, beşerî hukuk sisteminden mükemmelliği ile ayrılır. Yani İslâm hukuk sistemi; bir hukuk sisteminin gerekli kıldığı bütün prensibleri, kaideleri, nazariyeleri en üstün şekliyle ihtivjî etmek­tedir. Toplumun gerek bugünkü ve gerekse yarınki ihtiyâçlarını karşı­layacak prensib ve nazariyeler, tümüyle onda mevcûddur.

İslâm hukuk sistemi, beşerî hukuk sisteminden koyduğu kaide ve prensiblerin toplumun içinde bulunduğu seviyeden daha üstün olma­sıyla temayüz eder. Yani İslâm nukûk sisteminde; toplumun seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, öyle yüce prensibler ve nazariyeler vardır ki; o, her zaman toplumun seviyesinden daha yükseklerde bulunmak­tadır.

İslâm hukuk sistemi, beşerî hukuk sistemlerinden süreklilik yönüy­le de ayrılır. Yani İslâm hukuk sistemi, değişmez ve sabit esâslara sa­hiptir. Hükümleri, ta'dîl ve tebdil kabul etmez. Zaman ne kadar iler­lerse ilerlesin, yıllar ne kadar geçerse geçsin, İslâm hukuk sistemi her zamanın ve her yerin hâkimi olma selâhiyetini muhafaza eder. .

İşte İslâm hukuk sisteminin ana öezllikleri. Bu özellikler ne kadar çok olursa olsun, hepsinin gelip dayandığı biricik ana esâs bulunmak­tadır. Ki diğerleri, bu ana esâsın birer dalı mahiyetindedir. Şöyle ki: İslâm hukuku Allah tarafından gelmiş, ilâhî san'atın eseridir. Zâten Allah katından, gelmemiş olsa, yaratıcının san'atının ifâdesi olan mü­kemmellik, süreklilik ve üstünlük gibi hususiyetlere sahip bulunması mümkün.olmazdı. Yaratıkların san'atının numunesi olan eserlerdeki eksiklikler onda göze çarpardı.

Biz İslâm hukuk sisteminin mükemmellik, yücelik ve süreklilik itibariyle de, beşerî hukuk sisteminden temayüz ettiğini ve farklı bir hüviyete sahip bulunduğunu belirttik. Öyleyse bu özelliklerin mâhiye­tini, delilleriyle ortaya sermemiz gerekir. Okuyucu ilerdeki satırlarda bu özelliklerin İslâm hukuk sisteminin her nazariyesinde, her prensibinde ve her kaidesinde fazlasıyla mevcûd olduğunu görecektir. Biz ise, bura­da beşeri hukuk sisteminin ancak son zamanlarda farkına vardığı veya henüz farkına varmadığı birçok teori ve prensiblerinden söz edeceğiz. Okuyucu görecektir ki; bu özellikler, bu kitabda ele aldığımız konula­rın hepsinde fazlasıyla mevcûddur. Şu halde bu özelliklerin varlığının ve çokluğunun delili; yalanlanması mümkün olmayan bir gerçek, bir vakıadır. Vakıanın mantığı, başka bir delile veya istidlale gerek duyur-maz.

I- Eşitlik Tikesi41

I- Eşitlik Tikesi

İslâm, ilk inmeye başladığı günden beri eşitlik prensibini sarih bir şekilde vaz'etmekle. kalmayıp aynı zamanda bir farîze olarak kabul et­miştir. Şu âyet-i kerîme ile Kur'an en güzel şekilde eşitlik prensibini koy­maktadır : «Ey insanlar, gerçekten Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi bölük bölük, kabîle kabile kıldık ki, üstünlüğün takvada ol­duğunu bilesiniz.» (Hucurât, 13). Peygamberimiz de hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Takva­dan başka arabın aceme üstünlüğü yoktur. Diğer bir hadîs-i şerifte ise: Gerçekten Allah, İslâm ile birlikte cehalet devrinden kalma kabîle gururunu, atalarla övünmeyi kaldırmıştır. Çünkü bütün insanlar, Âdem' dendir. Âdem ise topraktandır. İnsanlar arasında yücelik takva iledir, buyurmuştu.

Bu sarih hükümlerden de anlaşılacağı gibi îslâm; kayıtsız bir eşit­lik hakkı tanımıştır. Bu eşitliğin hududu, bütün insanları içine alır. Hiç bir ferdin diğer bir ferde, hiç bir cemiyetin diğer bir cemiyete, hiç bir cinsin diğer bir cinse, hiç bir beyazın siyaha, hiç bir efendinin köleye, hiç bir hâkimin mahkûma —takvadan başka— mutlak şekilde üstünlü­ğü yoktur. İşte Allah'ın kitabı açıkça beyân ediyor.ki; insanların aslı birdir. Bir erkekle bir dişiden yaratılmışlardır. Asılları bir olunca ara­larında üstünlük de yoktur. Sadece takva ve eşitlik vardır.

Eşitlik mefhûmunu cihâna ilk olarak getiren peygamber, öyle bir cemiyette yaşıyordu ki, o cemiyetin hayatının esasını, ana umdesini üstünlük duygusu, şereflilik mefhûmu teşkil ediyordu. O insanlar mal* larıyla, mevkileriyle, renkleriyle, ırklarıyla övünüyorlardı. Atalarıyla, dedeleriyle, kabîleleriyle, cinsleriyle üstünlük iddia ediyorlardı. Böyle bir cemiyetin sosyal yaşayışı, eşitlik mefhûmunu kavrayacak derecede de­ğildi, îslâm, cemiyetin seviyesinden üstün bir nizâm ve toplumu te-rakkî ettiren bir sistem olduğunu böyle bir prensibi vaz'etmekle göster­miştir. Şüphesiz ki, zaman ve mekân ne kadar değişirse değişsin, Allah'ın indirdiği hükümler bütün zaman ve mekânı kuşatacak umumiyete sa­hiptir. Allah'ın sisteminin bu umumiyete sahip oluşu; onun değişiklik kabul etmez bir sistem olmasındandır. İslâm'ın ortaya koyduğu eşitlik prensibini, insanların yaptıkları sistemler ancak onüç asır sonra anla­yabilmişlerdir. Onsekizinci asrın sonlanyla ondokuzuncu asnn balla­rında tatbik etmeye başladıkları eşitlik, kendi malları olmayıp Allah'ın koyduğu hükümlerden başka bir şey değildir. İlerde anlatacağımız gibi, insanların yaptıkları sistemlerin eşitlik tatbikatı İslâm'a nisbetle gayet dar bir kitleye tahsis edilmiştir.

İslâm hukukunda umûmî bir kaide vardır : Erkek ve kadın vazife­leri ve hukukları bakımından müsavidirler. KadırTda erkek gibi eşit haklara sahiptir. Kadının erkek üzerindeki haklarının karşılığında er­keğe de bir takım vazifeler düşmektedir. Yine bunun gibi erkeğin, ka­dın üzerindeki haklarının karşılığında kadının üzerine bir takım haklar terettüb etmektedir. Allah buyuruyor : «Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır.» (Bakara, 228).

Fakat âlemlerin yaratıcısı; bu umûmî prensibi ile birlikte bünye ve rûh yapısı itibariyle kadınlardan ayrı olarak erkeklere bir takım husu­siyetler vernliştir. «Erkekler, onlar üzerinde daha üstün bir dereceye mâliktirler.» (Bakara, 228). Diğer bir âyet-i kerîme'de de Allah, bu hu­susiyetin hududunu şu şekilde açıklar: «Erkekler, kadınlar üzerinde hâkimdirler; o sebeble ki, Allah kimini kiminden üstün kılmıştır.» (Nisa, 34). Âyetten açıkça anlaşıldığı gibi üstünlük, aile reisliği mükellefiye­tinden dolayıdır.

İslâm hukukuna göre ailenin geçimini te'mîn etmek, çocukları ye­tiştirmek mükellefiyeti erkeğe aittir. Tabiî ki, bunca mes'ûliyeti taşı­yan birisinin evin reîsi olması, aile içinde onun hâkim olması gerekir. Zîrâ bu mes'ûliyet, hâkimiyeti îcâb ettirir. Allah'ın erkeklere bahşettiği üstünlük, mesuliyetlerinin gereğidir. İslâm hukukunda umûmî kaide­lerden biri de şudur : Hâkimiyyet, mes'ûliyet karşılığıdır. Devlet Reisine tanınan hâkimiyyet ağır mes'ûliyetin mukabilidir. Aynı mevzûdaki bir hadîs-i şerifte Rasûlullah buyururlar ki: Hepiniz çobansınız. Hepiniz idare ettiklerinizden mes'ûlsünüz, İmâm (Devlet reîsi) bir çobandır o idare ettiklerinden mes'ûldür. Erkek, evinin çobanıdır o da maiyyetin-dekilerden mes'ûldür. Kadın kocasının, evinin çobanıdır. O da evinin idaresinden mes'ûldür.

Herne kadar müşterek işlerde erkeğe üstünlük tanınmışsa da, hu­sûsî işlerde böyle bir ayırım yoktur. Meselâ kadın mülkiyet sahibi olur, mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilir. Gerek babası, gerekse kocası onun ferdî mülkiyetine karışamaz.

Görüldüğü gibi ondört asır önce her sahada İslâm'ın tahakkuk et­tirdiği eşitliği, günümüzün medenî âlemi henüz tahakkuk ettiremenıiş-tir. İslâm'hukukunu bu prensibi vaz'etmeğe sevkeden âmil; cemiyetten ne'ş'et eden zarurî ihtiyâçlar olmayıp onun bizatihi kendi varlığındaki ulviyyet ve kemâldir. Kadınla erkek arasındaki eşitliği, medenî denilen âlem bütün ifrat ve tefrîtleriyle ancak XVIII. asırda kabul etmeğe baş­ladığını bildiğimize- göre, İslâm'ın ne kadar büyük ve âlemşümul bir nizâm olduğunu anlayabiliriz.

II- Hürriyet İlkesi42

II- Hürriyet İlkesi

İslâm'ın insanlığa sunduğu yeniliklerin en büyüklerinden birisi de şüphesiz ki, hürriyet prensibidir. Şerîat-ı İlâhî, en ideal şekliyle birlikte düşünme, inanma, konuşma hürriyetini bahşeden biricik nizâmdır. Şim­di biz hürriyetin bu üç dalı üzerinde ayrı ayn duralım.

İslâm ilk inmeye başladığı gün; insan aklını evham ve hurafelerin, taklîd ve an'anelerin o iğrenç karanlığından kurtarıp ona serbest dü­şünme hürriyetini sunmuş, akim kabul etmediği her şeyi hudûd dışına atmıştır. İslâm; her konuda iyice düşünmeyi, akıl ve mantık Ölçülerine vurmayı, akim kabul etmediği şeyi yapmamayı emreder. İslâm'ın da­veti hadd-i zâtında akıl esâsına dayanır. Kur'an, Allah'ın varlığını isbât için akla hitâb eder. Rasûlullah, Kitâbullah'a îmân mevzuunda yine akla hitâb eder. İnsanları kendi hayatları, yaratılışları, yerlerin gökle­rin yaratılışı mevzuunda tefekküre, düşünmeye çağırır. Düşünce hür­riyetini, akıl ve mantığı çalıştırmayı emreden Kur'an âyetleri pek çok­tur, îşte bir kaç tanesi:

«Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıtıp taşıyan gemi­lerde, Allah'ın yukardan indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, göklerle yer ara­sında boyun eğmiş olan rüzgârları ve bulutlan evirip çevirmesinde dü­şünen bir kavim için nice âyetler vardır. (Bakara, 164).

«Nefisleri hakkında olsun iyice düşünmediler mi? Allah; o gökleri, o yeri ve ikisinin arasında bulunan şeyleri, muayyen bir va'denin ka­zasına sebep olmaktan başka -bir hikmetle yaratmamıştır. Hakikat in­sanlardan çoğu, Rablarına kavuşmayı cidden inkâr edicilerdir.» (Rûm, 8).

«Deki: Bakınız yerde ve göklerde ne var?» (Yûnus, 101).

«İnsanoğlu, neden yaratıldığına bir baksın.» (Târik, 5).

«Bakmıyor musunuz ki, develer nasıl yaratılmış, gökler nasıl yük­seltilmiş, dağlar nasıl dikilmiş'yer nasıl serilmiş?» (Ğâşiye, 17-20).

«Kalbi olanlar, yahutta kulağını dikenler için bunda ibret vardır.» (Kâf, 37).

«Ancak akıl sahipleri olanlar düşünür.» (Âl-i İmrân, 7).

Kur'an, aynı zamanda aklı geriye itip düşünmeyi bir kenara atıp başkalarını şuursuzca taklîd etmeyi, evham ve hurafelere inanmayı, akıl ve mantık Ölçülerine vurmadan eski âdet ve an'anelere sarılmayı kınar. Ve bu şekilde olan kimseleri, hayvan gibi hattâ hayvandan da aşağı kabul eder. Zîrâ hayvanlar düşünmeden, aklî muhakeme yürüt­meden sevk-i tabîî ile hareket ederler. İnsanla hayvanı birbirinden ayı­ran yegâne Özellik düşünme hassasıdır. Eğer insanoğlunun aklını alıp fikrini yok edecek olursak, hayvanla hiç bir farkı kalmaz. Artık o, hay­vandan da aşağı bir mahlûktur. Bunu ifâde eden pek çok âyet vardır:

«Onlara, Allah'ın indirdiklerine uyunuz, dendiği zaman; biz atala­rımızdan alışageldiğimiz şeylere uyarız, derler. Her ne kadar ataları bir şey düşünmez, doğru yolu bilmez de olsalar.» (Bakara, 170).

«Onlar yeryüzünde gezmezler mi ki, kulaklarıyla duyup akıllarıyla düşünsünler. Gerçekten, sadece gözler kör olmaz. Ancak göğüslerdeki kalbler kör olur.» (Hacc, 46).

((Hakîkaten Biz, akılları olup da anlamayan, gözleri olup" da görme­yen, kulakları olup da işitmeyen cinn ve insanlardan bir çoğunu cehenneme doldurduk. Onlar, hayvan gibidirler. Hattâ ondan da aşağıdırlar. Onlar gafillerin ta kendisidirler.» (A'râf, 179).

İnsanoğlu her konuda düşünmelidir. Ve akıl, mantık dışı hareket­lerden sakınmalıdır. Şeriat dışı bile olsa insan; düşündüğünden mes'ûl değildir. Zîrâ şeriat insanoğlunu, kafasından geçen şeylerden dolayı muâhaze etmez; ancak bu düşündüklerini fiiliyata döktüğü zaman muâhaze eder. Efendimiz buyuruyorlar:

Allah benim ümmetimin zihninden geçen vesveselerden, aklından geçen düşüncelerden dolayı fiiliyat haline dökmedikleri, etrafındakilere söylemedikleri takdirde her şeyden vaz geçmiştir.

İslâm, insanlara inanma hürriyetini veren ve bu hürriyeti en son haddine kadar himaye altına alan yegâne dünya nizâmıdır. İslâm şerîa-tına göre her. insan, dilediği inancı seçmekte serbesttir.

Hiçbir kimsenin; başkasının inancına karışmaya, inandırmaya zor­lamaya, inancını gizlettirmeye hakkı yoktur. Şerîat-ı İlâhî, bu inanma hürriyetini sadece nazarî olarak vermemiştir. Onu pratik olarak bir takım garantiler altına almıştır.

İslâm; insanların dilediği inancı seçmelerine" veya bırakmalarına, inançlarına göre amel etmelerine veya etmemelerine başkalarının karış­masını yasakladığı gibi, diğerlerinin hakkına hürmet etmeyi de emre­der. Kim, birisinin i'tikâdına karşı gelirse; onu iyilikle ikna' etmek, inan­dığı şeyin hatalı olduğunu kendisine anlatmak gerekir. Kabul ederse; inancım değiştirmeye ikna' olursa, herhangi bir beis olmadığı gibi, kabul etmediği takdirde ona baskı yaparak, inancını değiştirmesi için tesîr ederek zorluk göstermek doğru değildir. Zıt akîde sahibi olan kimsenin, muhalifinin hatâsını açıklaması, doğru yolu göstermesi onun için yeter bir vazifedir. O gerekeni yapmış, muhalifini sırât-ı müstakîm'e çağır­mıştır. Bundan sonra mes'ûliyet, kabul etmeyenindir. Cenâb-ı Hak bu­yuruyor :

«Dinde zorlama yoktur. Doğru yol eğri yoldan ayrılmıştır.» (Baka­ra, 256).

«Eğer Rabbın dileseydi, yerde bulunanların hepsi de îmân ederdi. Yoksa sen insanları îmân etmeleri için zorluyor musun?» (Yûnus, 99).

«Sen onlara hatırlat. Sen ancak hatırlatıcısın. Onlara baskı yapıcı değilsin.» (Ğâşiye, 21 - 22).

«Peygamberin üzerinde açıkça tebliğden başka bir şey yoktur.» (Nur, 54).

İslâm, inanç sahibinin kendisini, inancını korumaya zorlar. Eğer koruyanıazsa, inancına hürmet edilmeyen bu beldeden hicret edip i'ti­kâdına saygı gösterilen başka beldeye göç etmesini emreder. Hicret et­meye gücü yettiği zaman, o beldeden göç etmezse; başkalarının zulmün­den, önce o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Fakat göç etmeye gücü yetmezse; Allah insanlara, tâkatından fazlasını yüklemez. İşte Kur'an,> açıkça beyân ediyor: «Nefislerine zulmettikleri halde; canlarını aldık­ları kimselere, melekler şöyle derler: Ne işte idiniz? onlar; biz yerde zayıf kimselerdendik, hicret etmekten âcizdik, derler. Melekler : Allah'ın arzı geniş değil mi idi? Siz de oraya hicret edeydiniz, derler. İşte onların yeri cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir.» (Nisa, 97).

İslâm, müslüman olsun veya olmasın bütün insanlara tanıdığı inanç hürriyetiyle yüceliğin zirvesine ulaşmıştır. Bu hürriyeti, İslâm ülkele­rinde yaşayan gayr-ı müslimlere tâm olarak vermesiyle de, üstün bir nizâm olduğunu göstermiştir. Hangi İslâm ülkesi olursa olsun, gayr-i müslimler din, i'tikâd ve mezheblerini ilân edip hiç bir zorlukla karşı­laşmadan dinî tedrisâtını, ma'bed ve mektebini ikâme edebilir. Birçok İslâm ülkelerinde yaşayan yahûdîler, açıktan açığa ve resmî yollarla inançlarında serbest oldukları gibi, ma'bedlerini inşâ edip kendi dinî bilgilerini öğreten mektepler açıp i'tikâdlarım tanıtan kitaplar neşret­mektedirler. Yığmlarca mezhebler curcunası içinde boğulan Hıristiyan­lar da, aynı haklara sahib olmuşlardır. Her mezhebin özel kiliseleri, okulları olduğu gibi açıktan açığa dinî âyinlerini icra etmekte, serbestçe kitap neşriyatı yapmaktadırlar.

İslâm; her ferde konuşma hürriyetini verdiği gibi umûmun men-faatlanna, cemiyet nizâmına, ahlâkî konulara dâir söz söylemeyi de her mü'mine farz kılmıştır. İşte Allah'ın âyeti:

«İçinizde insanları hayra davet eden, ma'rûfu emredip münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun.» (Âl-i înırân, 104).

«Onlar ki, yeryüzüne yerleştirirsek, namazlarını kılıp zekâtlarını verirler, ma'rûfu emredip, münkeri nehyederler.» (Hacc, 41).

İşte Rasûlullah'ın buyruğu:

Sizden biriniz, bir kötülüğü görürse onu eliyle değiştirsin, gücü yet­mezse diliyle değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin. Bu se îmânın en zayıfıdır.

Cihâdın en büyüğü, zâlim bir hükümdara karşı söylenilen hak sözdür.

Din; nasîhattan ibarettir. Kimin için ya Rasûlullah, dediler. Allah, Rasûlü ve müslümanlarm hepsi içindir, buyurdular.

Şehîdlerin en büyüğü; Abdülmuttalib oğlu Hamzâ'dır. Bir de zâlim hükümdara karşı gelip öldürülen kimsedir.

Herkesin; inandığı şeyin doğru olduğunu söylemesi, kalemi ve lisânı ile inancım müdâfaa etmesi normal bir hak olduğuna göre, diğer hür­riyetlerde olduğu gibi konuşma hürriyeti de başıboş değildir. Konuşma hürriyetinin de bir sınırı olmalıdır. Konuşma, umûmî âdaba aykırı, iç­timaî ahlâka mugayir, şeriatın hükümlerine muhalif olmamalıdır. İslâm hukuku, ilk gününden beri konuşma hürriyetine gereken titizliği gös­termiş, sû-i isti'mâlini de bertaraf etmiştir. İlk olarak Allah'ın Rasûlü, bunu kendisinde tatbik etmiştir. «Muhakkak ki sen, yüce bir ahlâk üzeresin.» (Kalem, 4). Allah, rasûlüne; insanlara emirlerini tebliğ et­mesini, bütün insanlığı îmâna çağırmasını, putçulan, yalancıları delil­ler getirerek, akıllarına ve kalblerine hitâb ederek davet etmesini em­retmiştir. Fakat Allah, rasûlüne bile konuşma hürriyetini mutlak şekil­de vermemiş, ancak davetine uyanları uyanp teşvik etmesini bildirmiş, hak yola davet esnasında hikmete, güzel öğüde, en iyi şekilde mücâdele etmeye, câhillerden sakınmaya, kötü söz söylememeye, Allah'tan baş­kasının davetine uyanlara sövmemeye teşvik etmiş ve prensib olarak hakka dayanmasını, buyurmuştur. Rasûlüne çizdiği konuşma hürriye­tinin hudûdları ile birlikte, bize de konuşma hürriyetinin başıboş ol­madığını, bir takım kayıdlarla sınırlı olduğunu belirtmiştir. Şüphesiz ki'şeriatın söz hürriyetini bir takım sınırlarla tahdîd etmesi; ferdlerin, cemiyetlerin ilerlemesi, topluluklar arasında sevgi ve hürmet duygula­rının yayılması, ülü'1-Emr olan kimselerin hak yolda yürümeleri için mühim vazîfeler icra etmiştir. Ancak bu şekilde şahsî ve millî istekle­rin üzerinde ebedî bir yardımlaşma duygusu geliştirilebilir. Bugünkü dünyanın, yana yana arayıp bulamadığı şey de bunlar değil midir? Söz hürriyeti mevzuundaki salahiyetli teşrî' organları, kanun adamları uzun tecrübeden sonra iki ayrı fikir ileri sürmektedirler. Bir kısmı söz hürriyetini, umûmî cemiyet nizâmını rencide edici olmadıktan sonra, kayıtsız şartsız kabul etmektedir. Bunlara göre mevzû-u bahs olan, âm­me nizâmıdır. Ahlâkî mevzuları nazar-ı itibâra almazlar. Bu görüşü fiiliyat sahasına koyduğumuzda, ortaya kin, fesâd, tefrika, ahlâksızlık, istikrarsızlık gibi buhran ve isyanlardan başka bir şey çıkmaz. İdareci­lerin diğer bir kısmı, "hâkim kitlenin hayat görüşüne aykırı olan her çeşit söz hürriyetini sınırlama fikrini savunmaktadırlar. Bunların görüşünü de fiiliyata döktüğümüzde, neticede hür görüşlerin baskı altına alınması, ileri fikirlerin cemiyetten uzaklaşması ile istibdâd dediğimiz zulüm ve isyan hareketleri başlar. İslâm'ın bu konudaki görüşü, her iki fikrin sentezinden başka bir şey değildir. O, başıboş söz hürriyeti tanımadığı gibi, zulmün dipçiği altında kısıtlanan bir hürriyet de tanımaz. İslâm'ın esâs prensibi, bizatihi söz hürriyetidir. Bu hürriyet ancak ahlâkî, içti­maî, dinî hudûdlar dışına çıktığı zaman kısıtlanabilir. Zâten söz hür­riyetinin verilmesinin ana sebebi de ahlâkî, içtimâi ve dinî duygulan korumak değil midir? Bunlan muhafaza ise, verilen hürriyeti azçok kısıtlama ile mümkün olabilir.

Görüldüğü gibi İslâm; yalan söylememek, iftira etmemek, küfret­memek, başkasının şeref ve haysiyetini rencide etmemek, diğer kimse­lere düşmanca tavırlar takınmamak kaydıyla herkese dilediği gibi konuşma hakkını vermiştir. Bu şartlar dâhilinde kişi kendi görüşüne hik­met, güzel öğüt ile insanları davet edebileceği, gibi, kötü söz söyleme­mek, kötülüğe baş vurmamak, câhillerden sakınmak şartıyla en güzel şekilde mücâdele edebilir. Böyle bir şeyi yapan kimse; insanlar tara­fından hürmetle dinlenip görüşleri takdir edileceği gibi, aynı zamanda herkesle de iyi geçinebilir.

«Sen bağışlama yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.» (A'râf, 199).

«Rahmân'ın kulları onlardır ki yeryüzünde vakar ve tevazu' ile yü­rürler, cahiller kendilerine laf attıkları zaman «Selâm» derler.» (Fur-kân, 63).

«Müşriklerin Allah'tan başka taptıkları putlara sövmeyin ki, on­lar da cehaletle tecâvüz ederek Allah'a sövmesinler.» (En'âm, 108).

«Allah, kötü sözün açıklanıp söylenmesini sevmez. Ancak, zulme uğrayanlar müstesnadır. Allah Semî'dir, Alîm'dir.» (Nisa, 148).

«Düşmanlıkta ileri gidenler mütsesnâ olmak üzere Yahûdî, ve Hı-ristiyanlarla en güzel şekilde mücâdele edin. Düşmanlıkta ileri giden­lerle ise savaşın. Bir de deyin ki: Biz hem bize indirilene, hem de size indirilip de elinizle bozmuş olduğunuz kitabın aslına inandık. Bizim ilâhımız, sizin ilâhınız birdir. Biz yalnız O'na itaat ederiz.» (Ankebût, 46).

İşte İslâm'ın; insanların düşünemedikleri, atalarının ve dedelerinin anlattıkları hurafelerden başka bir şey bilmedikleri zamanda ortaya attığı üç şu'besiyle birlikte hürriyet nazariyesi...

O günkü insanlara göre; bir kimsenin inancı için zorlanması gayet tabiî idi. Kuvvet, kudret ve saltanat sahiplerinden başka, hiç kimsenin düşünme ve konuşma hürriyeti yoktu. Bu dine ilk giren müslümanlar; Allah dâvasını yaymak, İslâm i'tikâdını gönüllere yerleştirmek için büyük eziyetler çektiler. İnançlarından vazgeçmeleri için azâb edildi­ler. Her vesileyle düşmanları tarafından gözetlendiler. Kime ne söyle­mek istedilerse engellerle karşılaştılar. Ne zaman ibâdet etmeye teşeb­büs ettilerse eziyetlere dûçâr oldular.

İlâhî nizâm, bu şekilde hürriyet prensibini getirdiği sırada o günkü cemiyet, bu koca inkılâbı anlayacak durumda değildi. Zîrâ o günkü âlem, hürriyet prensibi için hazır vaziyette değildi. İslâm, bu prensibi vaz'etmekle geldiği cemiyetin seviyesini ilerletmiş, indiği yerdeki insan­ların vahşet ve barbarlıklarını düzeltip cehaletlerini yok etmiştir.

Görülüyor ki; İslâm'ın getirdiği hükümler, ta'dîlât ve tebdîlâta hiç ihtiyâç kalmayacak şekilde âlemşümuldur. Zaman ne kadar uzarsa uza­sın, mekân nasıl değişirse değişsin, onda reform arama hevesi boş bir fantaziden ibarettir. Beşerî sistemler, XVIII. asrın sonu ile XIX. Asrın başlarına doğru hürriyet mefhûmunu yeni yeni anlamaya başlamışlar­dır. Daha öncesine gelince, Batıda hürriyeti bilen dahi yoktu. En ağır cezalar düşünürlere, ıslahatçılara, devletin ileri gelenlerinin inancına muhalif insanlara uygulanırdı. İşte tarih, işte hakikât... Bundan sonra hürriyetin, Fransız ihtilaliyle geldiğini iddia edenlerin ne büyük yalancı olduklarını anlayabilirsiniz. İslâm şeriatını bilmeyen avrupalılann, bu kabîl iddiaları ma'zûr karşılanabilir. Ya bizim câhillere ne demeli?

III- Danışma İlkesi45

III- Danışma İlkesi

İslâm, şûra esâsına dayanır : «Onların işleri aralarında müşavere iledir.» (Şûra, 38).

«İşlerinde onlarla müşavere et.» (Âl-i İmrân, 159).

Bu ise, o günkü insanlar tarafından bilinmeyen bir şeydi. Peygam­berin çeldiği asırdaki arap insanı cehaletin derinliklerine dalmış, ge­rilikte ise zirveye çıkmıştı. İslâm, şûra prensibini vaz'etmekle ebedî ol­duğunu isbât etmiştir. Aynı zamanda bu prensib, onun tebdîlatsız ola­rak her asra hitâb edeceğini gösterir.

Bu itibârla İslâm, şûra prensibini umûmî çerçeveler dâhilinde vaz' etmekle yetinmiş, cemiyetlere uygulanması gereken ikinci derecedeki kaideleri devlet adamlarına bırakmıştır. Zîrâ bu nevî kaideler zaman, mekân ve toplumların değişmesiyle değişirler. Meselâ; devlet adamı, milletin fikrini "kabile ve aşiret reisleri vasıtasıyla öğrenebileceği gibi, kabilelerin arasından seçilecek temsilciler vasıtasıyla veya muayyen va­sıflara sahip ferdlerin fikirlerini soruşturarak da öğrenebilir. İdareci­ler, en güzel görüşü seçip cemiyetin fikrini almakla mükelleftirler. An­cak esâsta olmayan bu tür teferruatla alâkalı hükümlerin, cemiyetin zarar ve ziyanına, ferdlerin ve âmme nizâmının aleyhine olmaması ge­rekir. Şûra prensibinin tatbikatıyla ilgili ana prensibleri, şeriatı vaz'eden Allah bizatihi kendisi koymuştur. Bunlarda ta'düât ve tebdîlât asla yapılamaz. Şûra prensibinde uyulacak kaidelerin en önemlilerinden bi­risi de, görüşü kabul edilmeyen azınlığın, çoğunluğa uyması ve kabul edilen fikri samîmiyyetle tatbik etmesidir. Münâkaşa hududunu aşarak azınlıkta olan kimselerin, çoğunluğun görüşünü reddetmeleri doğru de­ğildir.

«Rasûlullah'ın size emrettiği- herşeyi yapınız. Nehyettiği şeylerden de sakınınız. (Haşr, 7).

.Rasûlulîah; bu sünneti bizlere emrettiği gibi, hayatında da tatbik etmiş ve kendisinden sonra sahabeleri o'nun izinden yürümüşlerdir. Uhud gazasına gitmeden önce Kureyş'in harb için hareket ettiğini duyan Efendimiz; ashabını topladı ve onlarla düşmanı Medine'de bek­lemek, yahut da Medine dışında karşılamak hususunda istişare etti.

Rasûlullah'm görüşü, Medine'den çıkmayıp sathî müdâfaa yapmaktı. Bazı ashâb ile ibrlikte Abdullah İbn Übeyy de aynı fikirdeydiler. Ancak ekseriyeti teşkil eden yeni yetme sahabelerin isteği üzenine Efendimiz, Uhud'da savaşmayı kabul etti. Bu savaşta Peygamberimiz, ekseriyetin görüşüne uyup onu tatbik etti. İstişare yapılan meclisten kalkıp evine gitmiş, zırhım giymiş, akalüyeti ekseriyetin peşine düşürerek Medine dışında harb etmiştir.

Her ne kadar çoğunluğun görüşü kendi re'yine muhalif düşmüşse de, onu tatbîk etmekten sakınmamıştır. Halbuki hâdiseler, Peygamberin görüşünün doğru olduğunu sonradan isbât etmiştir.

Rasûlullah'm sevgili ashabı da, o'nun vefatından sonra irtidâd harblerinde aynı yolu ta'kîb etmişlerdir, tik önce çoğunluk mürtedlerle harb etmemek niyetinde olduğu halde, Ebubekir'in başında bulunduğu az bir grup, mürtedlerle muharebe etmek ve hiçbir müsamaha göster­memek karârında idiler. Uzun münâkaşalardan sonra Hz. Ebubekir'in ikna' etmesi neticesinde, çoğunluk bu tarafa geçmişti. Kabul edilen bu görüş, infaz edilmeye başlanınca aynı görüşün muhalifi olanlar, ilk önce bu görüşü infaz etmek, canlarıyla, mallarıyla, bütün varlıklarıyla o yolda kurban olmak için çırpınanların başında yeralıyorlardı.

tşte bu mübarek yol ile, günümüzdeki demokrasilerin bozulmasını Önlemek için en keskin ilâç olan şûra prensibi yerleşmiş oluyordu. Şu­rası muhakkak ki; günümüzde demokrasiyi tatbîk eden ülkeler, şûra prensibini tatbîk edememektedirler. Bunun sebebi; münâkaşa müddeti bittikten sonra da çoğunluğun kabul ettiği fikre karşı azınlığın münâ­kaşaya devam etmesine müsamaha gösterilmesidir. Çoğunluğun karar­laştırdığı bölümlerin tatbiki esnasında, azınlığın engelleyici tavır takuı-masıdır. Hattâ kararlaştırılan şey tatbîk edildikten sonra bile, demok­ratik ülkelerde o konu ile ilgili eleştiriler devam edip gitmektedir. Esâs kaide çoğunluğun idareyi yürütmesi olduğuna göre; bu kitlenin dü­şünce ve icraatı gereken hürmeti görmemekte, çok kere alay ve iftira mevzuu olmaktadır. Acemilikle ve salâhiyetsizlikle itham edilmektedir­ler. Bazan hâkim olan çoğunluğun koyduğu kanunlar, muhalif olan azınlıklar tarafından kabul bile edilmemektedir. Neticede hâkim olan kitle, azınlığa düşmekte ve muhalif olanlar tekrar iş başına geçmekte­dirler. Bu sefer de bunlar, onlara aynı davranışları yapmaktadırlar. îşte böylece idare edenlerin görüş ve işleri, tenkîd ve alay mevzuu olur. Ten-kîdi yapan kimse, eğer onu yerinde yaparsa, şüphesiz ki çok faydalı olur. Fakat daha Önce münâkaşa edilmiş mevzuları, yeniden münâkaşa mevzuu etmek,. yapılan işlerin bozulmasına sebep olur ve şûra prensi­bine ayıtındır. Şûra prensibinin esâsı; devletin, çoğunluğun görüşüne uygun olarak idare edilmesidir. Bu, şu demektir: Milletin çoğunluğu hangi görüş üzerinde birleşirse, o görüşe uymak ve hürmek etmek ge­rekir. Azınlığın, çoğunluğa karşı bu olumsuz tavrının neticesi olarak demokratik ülkelerde devlet idarecileri, iyi iş yürütemeyen âcizler du­rumuna düşmüşlerdir. Partilere, gruplara ve politikacılara güvensizlik başlamıştır. Herkes, onlann millete hükmedip devlet işlerini idare ede­bileceklerinden şüphe etmektedir. Halk, güvenini kaybetmekte bir ba­kıma haklıdır. Zîrâ re'yini verdiği kimseler; takdir toplayan bir görüş, tenkîd mevzuu olmayan bir fikir, şüphe ve alay mevzuu olmayan bir iş ileri sürmemektedir. Bütün demokratik ülkelerde aynı halin vuku bu­luşu halkı, şûra prensibinin tatbiki imkânsız olduğu tikrine sevketmek-tedir. Bu defa şüphe ve güvensizlik, prensibi tatbik edenlerden kalkmış, prensibin kendisine dönmüştür. Bu yüzden demokratik ülkelerin bir çoğu, daha iyi olur kanâati ile diktatörlüğe .sapmışlardır.

Fakat tecrübeler isbât etmiştir ki; diktatörlük, demokrasiden daha kötü sonuçlar doğuran bir rejimdir. Çünkü dikta; ağızların kapanma­sına, fikir hürriyetinin, seçme hürriyetinin kaldırılmasına, idare eden­lerle idare edilenler arasında güvenin kalkmasına, hükümetleri isteme­dikleri halde halkın zararlı neticelere ulaşmasına sebeb olmuştur. Eğer demokrasiden dikta rejimine geçen ülkelerde, diktatörlük başarı elde edebilmişse; bu başarı sistemin değil, tecrübelerin isbât ettiği gibi mah­kûm edilenlerin, hâkimlerin şahsiyetine güveninden ve onları destek­lemelerinden doğan bir başarıdır. Dikta, zulüm rejimini arttırdıkça halkın güveni sarsılacak, bozukluk unsuru yavaş yavaş cemiyete yayı­lacak, neticede isyanlar ve ihtilâller başgösterecektir.

Gerçekten İslâm, sadece demokrasinin bozulmasını önleyen keskin bir ilâç olmayıp, milletleri diktatörlerin pençesinden kurtaran bir em­niyet subabıdır. Zîrâ İslâm; şûra prensibini nazarî olarak zihinlere yer­leştirdiği gibi, amelî olarak da tatbikat sahasına koyar. Bütün kuvvet­leri, cemiyete hizmet için seferber eder. Halkın şûraya ve idarecilere karşı güvenini artırdığı gibi, yıkıcı ve diktatörlüğe sevkedici amillerin de yolunu keser.

Şöyle de diyebiliriz : Demokratik sistem, aslında istişare ve yar­dımlaşma esâsına dayanır. Fakat kötü tatbikat neticesi, idare edilen­leri idare edenlere musallat etmiş, ferdler arasında içtimâi yardımlaş­madan eser bırakmamıştır. Dikta rejimi ise; idare edilenlerin, idare edenlere köle olmasından başka bir şey değildir. Halk; idarecileri din­lemeye, ne derlerse ona itaat etmeye mecburdur. İslâm'a gelince; o hem istişare, hem de içtimaî yardımlaşma esâsına dayanır. İslâm, bir kitleyi diğer bir kitleye musallat etmez, birini diğerine ezdirmez. Böylece de­mokrasideki iyilikleri en güzel şekliyle kapsadığı gibi, diktatörlüklerin düştüğü kötülüklere de düşmez. Her ikisinin de ayıplarından uzaktır.

İslâm; idare şeklini istişare esâsına dayamakla, beşerî sistemleri tâm onbir asır geride bırakmıştır. Ancak Batı, Fransız ihtilâlinden son­ra istişare esâsını kabul etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ise XVIII. asnn yarısında kavrayabilmiştir. Şûra prensibine dayalı hukuk, XIX. asırda tedvin edilmiştir. Beşerî sistemler, son asırlarda bile olsa tatbik etmeye başladıkları şûra prensibini İslâm'dan aktarmışlardır. Yoksa kendi malları değildir. İslâm ise, tâ milâdın VII. asrında cihanın ufku kapkaranlık iken şûra prensibini vaz'etmiştir.

IV- Yönetenlerin Yetkisini Sınırlandırma İlkesi46

IV- Yönetenlerin Yetkisini Sınırlandırma İlkesi

İslâm hukuku; ilk günden beri idare edenlerin yetkisini bir takım kayıtlarla sınırlayan tek sistemdir. Onların keyiflerine göre tasarruf etmelerini yasakladığı gibi, bir takım hudûdlar dâhilinde hükmetme­lerini şart koşmuştur. Devlet idarecileri bu hudûdları aşamayacakları gibi, muhalif hareket ettikleri zaman da mes'ûldürler. İslâm gelmeden önce hâkim kitle, mutlak (kayıtsız şartsız) yetkiye sahipti. Hükmeden­lerle, hükmedilenler arasındaki alâka sadece kuvvete dayanıyordu. Hâ­kim kitle, egemenlik gücünü kuvvetten alıyordu. Kudreti miktarında da sultaları vardı. Ne kadar kuvvetli olurlarsa, üstünlük sahaları da o kadar geniş oluyordu. Zayıfladıkça sulta ve üstünlükleri de kaybolu­yordu. Halk, hâkim kitleye iyi hükmettiği için değil de, daha kuvvetli olduğu için boyun eğiyordu. İdareyi elinde tutan kimse, malı veya mev­kii ile, yahut ta zorla halkı kendi yoluna çekebiliyor, halk da seslen­meden ona itaat ediyordu. İdarecinin kuvveti zayıflayıp, kendisiyle boy ölçüşenler ortaya çıktığı zamanlarda; idareci, halkı kölesi gibi kulla­nıyor, onlara tahakküm ediyordu. İdareci, sultasını kuvvetten aldığına göre, hiç bir idarecinin sultası diğerine eşit olmuyordu. Meydanda her­kesin ta'kîb edeceği belli bir sistem yoktu. Her idareci istediğini ya­pıyor, istemediğini yapmıyordu. Hiçbir kimse ona hesap soramaz, mu­rakabe edemezdi.

İslâm gelince; bütün bu kötü şartlan değiştirip insana insanca de­ğer veren, cemiyetlerin ihtiyâçlarını karşılayan yepyeni bir nizâm ge­tirdi. Artık hükmedenlerle, hükmedilenler arasındaki alâka; hükmeden­lerin kuvvetine, hükmedilenlerin zaafına değil, cemiyete faydalı olanı yapmaya dayanıyordu. Cemiyet, kendisini idare edecek, menfaatinin gereğini yapacak kimseyi kendisi seçiyordu. Hükmeden kimsenin sul­tası tahdîd edilmişti. Bu hudûdlarm dışına çıkarsa yaptığı şeyleri bâtıl sayıp, cemiyete onu azletme, yerine başkasını seçme hakkını vermişti.

İlâhî nizâm; idarecinin vazifelerini açıkça beyân etmiş, haklarını ve Ödevlerinin hududunu çizmiştir. İslâm hukukuna göre idarecinin vazifesi, dini korumak dünya işlerini yürütmek için peygambere halîfelik yapmaktır. Fıkıh ıstılahında idareciye «İmâm» adı verilir. İmamet yahutta hilâfet, fıkıhçılara göre irâde ve seçimle olur. Seçilen kimse, dahilî ve haricî âmme işlerinde milletin maslahatını düşünmek, Allah ve Rasûlünün emirlerine uygun hareket etmek mecburiyetindedir.

İslâm hukukunda imâmın yetkisi, mutlak değildir. O, istediği gibi hareket edemez, O da milletten bir ferddir. Millet onu başına seçmiş, üzerine bir yığın ödevleri yüklemiştir. Bu münâsebetle onun da millet üzerinde bir takım hakları, yüklenilen işleri yapması için yetkileri var­dır. O, bu ödevleri yerine getirir, haklarından faydalanırken, Allah'ın emirlerinin dışına çıkmamak mecburiyetindedir. Halîfe mutlaka, Al­lah'ın şu emrine uyacaktır:

«Onların arasında Allah'ın indirdikleriyle hükmet.» «Sonra seni dinden bir yol üzere görevli kıldık. Onun için sen o yola uy da, ilmi olmayanların arzu ve isteklerine uyma.»

«... Allah'ın kitabını korumaya me'mûr olmaları ve üzerine şâhid bulunmaları itibariyle hükmederlerdi...»

İmâm yahut başkan, şeriatın emirlerine uymakla mukayyed oldu­ğuna, ona uygun olarak hareket etmek mecburiyetinde bulunduğuna göre, yetkisi de sınırlanmış oluyor. Şeriatın mübâh kıldığı şeyleri yap­mak, yasakladığı şeyleri de yapmamak mecburiyetinde kalıyor. İslâm hukuku idarecilere, cemiyetten normal bir ferde tanıdığı haklan tanır. Onlara yasakladığını buna da yasaklar. O, kendi hududunu aşan bir işi yaptığı zaman ister kasdî, ister ihmalkârlıktan doğsun mes'ûldür._ İslâm, idarecilerin yaptığı işlerden dolayı mes'ûliyeti, eşyanın mantığı­na uygun olarak yürütmüştür. Hâkime hak ve vazifelerini beyân etmiş, bunların dışına çıkmamasını emretmiştir. Hâkimle diğer bir ferdin far­kı yoktur. Adalet ve eşitlik prensibinin mantıkî îcâblannın tabiî bir ne­ticesi olarak, ister kasdî olsun, ister ihmâllık neticesi olsun, cemiyetin diğer ferdleri gibi hâkimin de şeriat dışı işlerinden mes'ûl tutulması gerekir.

Devlet adamının (İmâm), milletin seçmesiyle başa geçip, Allah'ın çizdiği hudûdlar dâhilinde hareket edeceğini söylemiştir. İmâm'm mil­letin işlerini omuzlaması gerektiği gibi, halkın da ona tâat etmesi gere­kir. Ancak vazifelerini yapmayan, Allah'ın çizdiği hudûdlarm hâricine çıkan devlet adamına itaat ve boyun eğmek yoktur. İşte Allah'ın âyet­leri :

«Ey îmân edenler, Allah'a itaat edin. Rasûlullah'a ve sizden olan ülü'l-Emr'e de itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, onu Allah'a ve Rasûlüne bırakın. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız; bu, sizin için hem hayırlı, hem de netîce bakımından en güzeldir.» (Nisa, 59).

İşte RasûTün hadîsleri:

Yaradana isyan mevzuunda hiç bir yaratığa itaat yoktur.

İtaat sadece ma'rûftadır.

Kim size Allah'a isyan etmeyi emrederse, onu ne dinleyin, ne de ona itaat edin.

Efendimizin vefatından sonra müslümanlar, Hz. Ebubekir'i halîfe seçmişlerdi. Hz. Ebubekir hilâfete seçilince şöyle der :

Ey insanlar; ben, sizin hayırlınız olmadığım halde başınıza getiril-dim. Eğer iyi idare edersem bana yardım edin, yoksa bana karşı gelin. Allah'a ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe, siz de bana itaat edin. Eğer ben, Allah'a ve Rasûlüne isyan edersem bana itaat etmeyin.

Hz. Ebubekir'in öbür dünyaya göçüşünden sonra, Hattâb oğlu Ömer halîfe seçildi. Ömer de bu fikri zihinlere yerleştirmek için hutbesinde şöyle dedi:

Sanki ben ve siz, denizin ortasında şarka ve garba doğru yol alan bir gemideyiz. İnsanlar aralarından bir idareci seçerler. Eğer doğru gi­derse ona uyarlar. Sapıtırsa onu öldürürler. Hz. Talha ona sordu : Sa­pıtırsa azlederler, deseydin de olurdu. Ömer : Hayır, ölüm geride kalan­lar için daha iyi bir tenkil şeklidir, dedi.

İşte; hâkimlerin mahkûmları ezdiği, idare edenlerin idare edilen­leri sömürdüğü bir zamanda bu nizâmın getirdiği hakîkatlar. İslâm bun­ları, cemiyetin ihtiyâcı olduğu yahut cemiyet istediği için değil, tam ve ebedî bir nizâm olduğu için getirmiştir. Aynı zamanda cemiyetin sevi­yesini yükseltip terakki ettirmek için getirmiştir.

İslâm, getirdiği bu nev'i nazariyelerle hâkimin salâhiyetini takyîd, hükmedenlerle, hükmedilenler arasındaki alâkayı tâ'yîn ederek beşerî sistemleri asırlarca geride bırakmıştır. Hükmedenlerin yetkisini sınır­layan ilk beşerî hukuk sistemi, İslâm'dan tâm onbir asır sonra İngiliz anayasası olmuştur. Daha sonra XVIII. asrın sonlarında Fransız İhtila­liyle birlikte bu prensib her tarafa yayılmıştır.7

41 — Ey peygamber, ağızlarıyla inandık dedikleri hal­de kalbleriyle inanmayanlardan, yahûdîlerden, yalana ku­lak verenler ve sana gelmeyen başka bir kavmin sözünü dinleyenlerden küfre koşanlar.seni üzmesin. Sözlerin yer­lerini değiştirirler de; size bu verilirse alın, verilmezse ka­çının, derler Allah kimin de fitneye düşmesini isterse; onun için senin Allah'a karşı Ijiçbir şeye gücün yetmez. İşte onlar, Allah'ın kalblerini temizlemek istemediği kim­selerdir. Dünyada rüsvâylık, onlaradır. Ve onlar için âhi-rette büyük bir azâb vardır.

42 — Yalana kulak verici, haramı yeyicidirler. Sana gelirlerse; ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çe­vir. Eğer onlardan yüz çevirirsen; sana hiçbir zarar vere­mezler. Şayet hükmedersen de, aralarında adaletle hük­met. Çünkü Allah, âdil olanları sever.

43 — Nasıl seni hakem ta'yîn ediyorlar? Halbuki Tev­rat yanlarmdadır. Onda Allah'ın hükmü vardır. Hem bun­dan sonra yüz çevirirler. Onlar inanıcı değillerdir.

44 — Doğrusu Tevrat'ı Biz indirdik. Onda hidâyet ve nûr vardır. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamber­ler, yahûdüere onunla, Rabb'a kul olanlarla bilginler de Allah'ın kitabından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Ve ona şâhid idiler. İnsanlardan korkmayın da Ben'den korkun. Ve âyetlerimi az bir değerle değiştirmeyin. Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse; işte onlar, kâfirle­rin kendileridir.

Münafıklar ve Yahudiler47

Münafıklar ve Yahudiler

Bu âyet-i kerîme'ler Allah'a ve Rasûlüne Matın dışına çıkıp, kü­fürde koşuşan ve kendi görüşlerini, Allah'ın hükümlerinden öne alan kimseler hakkında nazil olmuştur, «Onlar ki, «ağızlarıyla inandık de­dikleri halde, kalbleriyle inanmayanlardır.» Dilleriyle mü'min olduk­larını izhâr ederler, ama kalbleri îmândan uzak ve bomboştur. Bunlar münafıklardır. Ayrıca «Yahudilerden» İslâm düşmanları da vardır. Bunların hepsi yalana kulak verirler. Ona koşup etkilenirler. «Sana gelmeyen başka bir kavmin sözünü» dinlerler. Senin meclisinde bulun­mayanlara uyarlar. Denildi ki; bundan maksad, onlar senin yanında sözü dinler ve yanında bulunmayan düşmanlarının yanma vardıkları zaman bu sözü yasaklarlar, demektir. «Sözlerin yerlerini değiştirirler.» Te'vîle gelmeyecek şekilde anlatırlar. «Size bu verilirse alın, verilmez­se kaçının, derler.»

Denildi ki; bu âyet, birini öldüren Yahudi topluluğu hakkında nâr zil olmuştur. Onlar dediler ki; gelin, biz Muhammed'in hükmüne baş­vuralım. Eğer bize diyet hükmü verirse söylediğini tutalım, eğer kı­sas hükmü verirse onu dinlemeyelim.

Sahîh olan şudur : Bu âyet, zina eden iki Yahudi hakkında nazil olmuştur. Yahudiler, kendi elleriyle Allah'ın kitabını değiştirmişler ve evli kişilerin recmedilmesi emrini te'vîl ve tahrif ederek, yüz sopa ve yüzü karaya boyayıp ters-yüz olarak merkebe bindirme şekline çevir­mişlerdi. Hz. Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra, bu vak'a cere­yan edince, kendi aralarında dediler ki; gelin, Hz. Muhammed'in hük­müne başvuralım. Eğer sopa ve yüzü siyaha boyama hükmü verirse, onu alalım. Ve Allah ile kendi aramızda hüccet kılalım. Allah'ın pey­gamberlerinden bir peygamber, bizim aramızda böylece hüküm vermiş olur. Eğer recm karârı verirse, o'na uymayalım. Hadîs-i şeriflerde böyle vârid olur. Nitekim Mâlik, Nâfi' kanalıyla Abdullah İbn Ömer'­den nakleder ki; o, şöyle demiş : Yahudiler, Hz. peygambere geldiler ve kendilerinden bir kadınla bir erkeğin zina ettiğini söylediler. Rasû-lullah (s.a.) onlara Tevrat'ta recm konusunda ne görüyorsunuz? diye sordu. Onlar; biz, zina edenleri sopalatırız, dediler. Abdullah İbn Se­lâm dedi ki: Yalan söylersiniz, Tevrat'ta recm vardır. Tevrat'ı getir­diler, ortaya yaydılar. Birisi elini recm bölümünün üzerine koydu. Bö­lümün öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah İbn Selâm dedi ki: Elini kaldır. O elini, kaldırdı, görüldü ki; bu kısımda recmle ilgili bölüm bu­lunmaktadır. Yahudiler; Muhammed doğru söyler. Tevrat'ta recm bö­lümü vardır, dediler. Rasûlullıh (s.a.) onlara emretti ve zina eien ki­şiyi recmettirdi. Ben, adamın kadının üzerine eğilip, ona taş değmesin­den korumaya çalıştığını gördüm. Bu hadîsi, Buhârî ve Müslim tahrîc etmişlerdir. Ancak lafız Buhârî'nindir. Buhârî'nin bir başka ifâdesinde ise metin şöyledir : Hz. Peygamber Yahudilere : Zina edenlere ne ya­parsınız? diye sordu. Onlar, yüzlerini karaya boyar ve rezîl ederiz, de­diler. Rasûlullah (s.a.); eğer doğru söylerseniz, Tevrat'ı getirin de size okuyayım, dedi. Onlar Tevrat'ı getirdiler. Ve şaşı olan beğendikleri bir adama; oku, dediler. Adam Tevrat'ı okudu. Nihayet bir noktaya gelince, elini üzerine koydu. Rasûlulah; elini kaldır, dedi. Adam kaldırdı ve görüldü ki; burada "recm emri vardır. Adam dedi ki; ey Muhammed, bu­rada recm bölümü bulunmaktadır. Ancak biz, onu kendi aramızda giz­leriz. Rasûlullah emretti ve zina edenlerin her ikisi de recmedildi. Müs­lim'in ifâdesi de şöyledir : Rasûlullah (s.a.) a zina eden erkek ve kadın iki Yahudi getirildi. Hz. Peygamber; Yahudilerin yanına gelerek dedi ki; Sizin Tevrat'ta zina eden hakkında ne görüyorsunuz? Onlar; ikisinin de yüzlerini karalar, merkebin üzerine ters bindirir ve gezdiririz, dediler. Hz. Peygamber; eğer doğru söylerseniz, getirin Tevrat'ı da onu size oku­yayım, buyurdu. Tevrat getirildi ve okundu. Recm bölümüne gelince; Tevrat'ı okuyan delikanlı elini recmle ilgili kısmın üzerine koydu ve bu bolümün başını ve sonunu okudu. Bu sırada Hz. Peygamberle beraber bulunan Abdullah İbn Selâm dedi ki: Ya Rasûlullah, emir buyur da, elini kaldırsın. Delikanlı elini kaldırdı ve bir de görüldü ki; altında recm bölümü bulunmaktadır. Rasûlullah (s.a.) emir verdi ve her iki Yahûdî de recmedildi. Abdullah İbn Ömer der ki: Ben, o iki Yahûdîyi recme-denler arasında bulunuyordum. Kendisini taştan koruduğunu görmüş­tüm.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Ahmed İbn Saîd el-Hernedânî... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Yahudilerden bir topluluk gelip Hz. Peygamberi Kûff (Medine'de bir vâdî) e çağırdılar. Hz. Pey­gamber onların mektebinin bulunduğu yere gelince; dediler ki; Ey Ebu'l-Kâsım, bizden bir erkek bir kadınla zina etti Sen aralarında hü­küm ver. Abdullah İbn Ömer der ki: Hz. Peygambere bir minder koy­dular. Üzerine oturdu. Sonra, bana Tevrat'ı getirin, dedi. Onlar Tevrat'ı getirdiler. Minderi altından kaldırarak üzerine Tevrat'ı koydu. Sana ve seni indirene îmân ettim, dedi. Sonra devamla, içinizden en bilginini­zi getirin, dedi. Genç bir delikanlı getirdiler... (Sonra Mâlik'in Nâfi'den naklettiği yukardaki hadîsi zikreder.)

Zührî de der ki: Müzeyne kabilesinden ilim peşinde koşup onu mu­hafaza eden bir adamdan işittim ki; o, şöyle dedi: Biz İbn el-Müsey-yeb'in yanında idik. O, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini nakletti: Yahû-.dîlerden bir adam bir kadmla zina etti. Kendi aralarında dediler ki: Şu peygambere gidelim. Doğrusu o, işleri hafifletmek üzere gönderil­miş bir peygamberdir. Eğer bize recm'in dışında bir fetva verirse, kabul ederiz ve o'nun sözünü Allah katında hüccet sayarız. Ve deriz ki: Senin peygamberlerinden bir peygamber, bize böyle fetva verdi. Ebu Hüreyre (r.a.) der ki: Hz. Peygamber ashâbıyla mecliste otururken, gelip dediler ki: Ey Ebu'l-Kâsım, zina eden kadın ve erkek hakkında ne dersin? Rasû-lullah (s.a.) onların öğrenim gördükleri eve kadar geldi. Ve kapıya di­kilerek buyurdu ki: Ben size Tevrat'ı Hz. Musa'ya indiren Allah adına yemîn ettiririm ki, evli olup da zina eden kişi hakkında Tevrat'ta nasıl bir hüküm görürsünüz? Onlar; yüzü karartılır, bir merkebe ters bindi­rilir ve sopa vurulur, dediler. Ancak içlerinden bir genç susuyordu. Ra-sûlullah (s.a.) onun sustuğunu görünce; sorusunda ısrar etti. O; sen bize yeminde ısrar ettiğin için söyleyeyim. Biz de Tevrat'ta recm hük­münü bulmaktayız, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Allah'ın em­rini hafifletmenizin sebebi nedir? diye sordu. O da şöyle dedi: Bizim krallarımızdan bir kralın yakını zina etti. Kral onu recmetmedi. Sonra onu ta'kîben halktan bir adam zina etti. Kral, onu recmetmek istedi. Kavmi ona engel olarak dediler ki: Senin adamın getirilip recmedilin-ceye kadar, biz arkadaşlarımızı recmettirmeyiz. Böylece aralarında bu ceza konusunda anlaşma yaptılar. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben Tevrat'ta olan şekilde hükmederim. Emretti ve o iki Yahudi recmedildi. Zührî der ki: Bize ulaştığına göre; bu âyet, o iki Yahûdî hakkında nazil olmuştur. «Doğrusu, Tevrat'ı biz indirdik. Onda hidâyet ve nûr vardır. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Yahudiler, onunla Rabba kul olanlardan bilginler de Allah'ın kitabında elde mahfuz kalanla hük­mederlerdi. Ve ona şâhid idiler.» Hz. Peygamber de bu peygamberler ara­sında yer almaktadır. Bu hadîsi İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd ve İbn Cerîr rivayet etmişlerdir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Muâvjye... Berâ İbn Âzib'ten nakletti ki; o, şöyle demiş: Hz. Peygamber, yüzü boyanmış ve sopalanmış bir yahûdîye rast geldi. Yahudileri çağırıp dedi ki: Siz ki­tabınızda zina haddinin böyle olduğunu mu görüyorsunuz? Onlar, evet dediler. Hz. Peygamber, onların bilginlerinden birini çağırıp dedi ki: Tevrat'ı Hz. Musa'ya indirmiş olan Allah adına sizi davet ederim, kita­bınızda zina haddini böyle mi görüyorsunuz? Onlar; hayır, Allah'a an-dolsun, eğer sen yemîn ettirmeseydin, sana bunu bildirmezdik, bizim kitabımızda zina haddi recmdir, dediler. Ancak soyluların arasında zina çoğaldı. Bizim aramızdan soylu birisi zina ederse onu bırakır, zayıf birisi zina ederse ona had tatbik ederdik. Sonra dedik ki; geliniz, hem soyluya, hem sıradan kişilere uygulanacak bir esâs üzerinde birleşelim. Neticede yüzü karartıp, sopa vurmak konusunda karâra vardık. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Allah'ım, Senin emrini öldürenlere karşı onu yeniden di^ rilten ilk kişi ben olacağım. Sonra emir verdi ve o Yahûdî recmedildi. Berâ İbn Âzib der ki: Allah Teâlâ, bunun üzerine yukardaki âyeti in­dirdi. Onlar diyorlardı ki: Muhammed'e varın. Eğer size sopa ve yüz ka­rartma hükmü verirse, uygulayın. Ama recm hükmü verirse, uygula­maktan kaçının. Âyetin devamındaki «Kim de Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerdir» kavli Yahudiler hakkındadır. «Kim de Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse; işte onlar, zâlimlerdir.» kavli, yine Yahudiler, hakkındadır. «Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmet­mezse; işte onlar fâşıklardır.» kavli de bütünüyle kâfirleri içine alır. Bu hadîsin tahrîci konusunda Müslim tek kalmıştır. Aynı hadisi Müs­lim, Ebu Dâvûd, Neseî, İbn Mâce değişik yollarla A'meş'ten rivayet ederler.

İmâm Ebu Bekr Abdullah İbn Zübeyr el-Humeydî Müsned'inde der ki: Bize Süfyân İbn Uyeyne, Câbir İbn Abdullah'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Fedek halkından bir kişi, zina etmişti. Fedek halkı Medine'deki Yahudilere haber göndererek, bu durumu Hz. Muhammed'e sormalarını İstediler ve dediler ki: Eğer size sopa vurmayı emrederse, onu kabul edin, recm'i emrederse bunu kabul etmeyin. Bu durumu Hz. Peygambere sorduklannda; Rasûlullah (s.a.) şöyle dedi: Aranızdan en iyi bilgin olan iki kişiyi bana gönderin. Şaşı bir adam olan İbn Sûriyâ ile bir başka kişi Hz. Peygamberin yanına geldi. Hz. Peygamber onlara dedi ki: Siz, kavminizin en bilginleri misiniz? Onlar; evet, kavmimiz bizi bu hususta gönderdi, dediler. Rasûlullah (s.a.) onlara şöyle dedi: Sizin yanınızda Allah'ın hükmünü ihtiva eden Tevrat bulunuyor mu? Onlar evet, dediler. Hz. Peygamber buyurdu ki: Ben size, İsrâiloğul-larına denizi yaran ve üzerinize gölgelik olarak bulut gönderen, sizi Firavun'un hanedanından kurtaran ve size bıldırcın eti ile kudret hel­vasını indiren zât adına sorarım. Siz, Tevrat'ta recm konusunda neler görüyorsunuz? Onlar, birbirlerine dönerek böyle bir soruyla karşılaşmadik, dediler ve devam ettiler: Biz bakarak, öperek, sarılarak zina edene tekrar tekrar bakmayı gerekli buluruz. Eğer dört şâhid şahadet ederse, tekrar tekrar bu işe tevessül ettiklerini gördüklerini söylerse ve sürme çöpünün sürmedânlığa girdiğine şehâdet ederlerse recmederiz. Rasûlullah (s.a.); işte hüküm budur, dedi ve emir verdi, o kişiler recme-dildiler. Bunun üzerine işbu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu hadîsi Ebu Dâvûd ve İbn Mâce, Mücâhid kanalıyla rivayet etmişlerdir.

Ebu Davud'un lafzı da şöyledir : Câbir der ki: Yahudiler, zina eden bir erkek ve kadını Hz. Peygambere getirdiler. Rasûlullah (s.a.) buyur­du ki: Bana içinizden en bilgin iki kişi getirin. Onlar da Sûriyâ'nın iki oğlunu getirdiler. Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: Allah adına söy­leyin, bu iki adamın Tevrat'ta durumu nasıldır? Onlar dediler ki; Tev­rat'ta dört şâhid erkeğin erkeklik uzvunu, kadının dişilik uzvunda gö­rürler ve sürme çöpünün sürmedânlığa girişi gibi girdiğini gördüklerine şehâdet ederlerse; o kişinin recmedileceği hükmü vardır. Rasûlullah (s.a.) buyurdu : Öyleyse sizi, bu iki kişiyi recmetmekten alıkoyan şey nedir? Onlar : Hükümdarımız bize öldürmeyi yasakladı, dediler. Rasû­lullah (s.a.) şâhidleri çağırdı, üç şâhid erkeğin erkeklik organını, ka­dının dişilik organında sürme çöpünün sürmedânlığa girişi gibi oldu­ğunu gördüklerine şehâdet ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) da ikisinin recmedilmesini emretti. Ebu Dâvûd bu hadîsi ayrıca mürsel olarak Şa'bî ve İbrahim en-Nehaî'den nakleder. Ancak orada şâhidleri çağırdı, onlar da şehâdet ettiler, ifâdesi yoktur.

Bu hadîsler delâlet ediyor ki; Hz. Peygamber Tevrat'ın hükmüne muvafakat ederek, onlar hakkında karâr vermiştir. Ancak bu, onların inandığının sıhhatine delil olarak kullanılamaz. Çünkü Yahudiler, şüp­hesiz ki şerîat-i Muhammediye'ye uymak ile emrolunmuşlardır. Hz. Pey­gamber, Azız ve Celîl olan Allah'tan aldığı özel bir vahy ile böyle yap­mıştır. Onlara sorması ise; kendi ellerindeki kitabın hükmünü kabul­lenmelerini ortaya koymak ve neden bu hükmü gizleyip inkâr ettik­lerini, uzun asırlar boyunca onunla amel etmediklerini belirtmek için­dir. Onlar, Tevrat'ta bulunan emirlerin aksini yaptıkları ve ellerinde bulunan kitabın hükmünü yalanlayıp küfürde direttikleri için sapıtmış-lardır. RasıUullah (s.a.) in hükmüne başvurmaları ise sadece onu kendi görüşlerine uydurmak, arzu ve heveslerine tâbi kılmak içindir. Yoksa Hz. Peygamberin vereceği hükmün doğruluğuna inandıklarından de­ğildir. Bunun için onlar; sopa ve yüz karartma cezası verirse alın, ver­mezse kaçının, diyorlardı. Buna mukabil Allah Teâlâ da, «Allah kimin de şüpheye düşmesini isterse; bunun için senin Allah'a karşı hiçbir şeye gücün yetmez. İşte onlar, Allah'ın kalblerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada rüsvâylık onlaradır. Ve onlar için âhirette büyük bir azâb vardır.» buyuruyor. Onlar yalana kulak verici, haramı yeyicitürler. İbn Mes'ûd ve başkalarının söylediklerine göre; buradaki haram­dan maksad, rüşvettir. Bu niteliklere sahib olanların kalbini Allah nasıl temizler? Onların duasını nasıl kabul eder?

Bilâhere Allah Teâlâ, Rasûlüne buyuruyor ki: «Sana gelirlerse» Yani senin hükmüne başvururlarsa. «İster aralarında hükmet, ister onlardan yüzçevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen; sana hiçbir zarar ve­remezler. Yani senin; onların arasında hüküm verme zorunluluğun yoktur. Çünkü onlar, senin hükmüne başvurmakla hakka uymayı arzu etmemektedirler. Aksine kendi arzularına seni uydurmak istemektedir­ler. İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Hasan, Katâde, Süddî, Zeyd İbn Eş­lem, Atâ el-Horasânî derler ki: Bu âyet-i kerîme, «Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet.» âyetiyle neshedilmiştir.

«Şayet hükmedersen de aralarında adaletle hükmet.» Onlar, ada­letten ayrılan zâlimler güruhu olsalar da, sen yine hak ve adaletle hük­met. «Çünkü Allah, âdil olanları sever.»

Ayrıca Allah Teâlâ; onların sapık kıstaslarını ve bozuk görüşlerini reddediyor. Ellerinde bulunan ve sürekli uymakla me'mûr olduklarım iddia ettikleri kitabın sahîh hükümlerini terkedip onun dışında hüküm­lere baş vurarak; kendilerinin de lüzumuna inanmadıkları ve bâtıl ol­duğunu kabul ettikleri hükümlere uymalarını aleyhlerinde delil olarak getiriyor ve şöyle buyuruyor : «Nasıl seni hakem ta'yîn ediyorlar? Hal­buki Tevrat yanlarındadır. Onda Allah'ın hükmü vardır. Hem bundan sonra yüz çevirirler. Onlar inanıcı değillerdir.» Ardından da kulu ve Rasûlü îmrân oğlu Musa'ya indirmiş olduğu Tevrat'ı överek buyuruyor ki: «Doğrusu Tevrat'ı Biz indirdik. Onda hidâyet ve nûr vardır. Kendi­lerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, yahûdîler» onun hükmünün dışına çıkmaz, onu tahrif edip değiştirmezler. «Rabba kul olanlarla, bil­ginler de...» Bilgin kullarından Rabba kul olanlar, onunla «Allah'ın kita­bından elde mahfuz kalanla hükmederler.» Uygulayıp amel etmekle emrolunduklan Allah'ın kitabından kendilerine emânet edilenleri ye­rine getirirler. «Ve ona şâhid idiler. İnsanlardan korkmayın da Benden korkun. Ve âyetlerimi az bir değerle değiştirmeyin. Kim de Allah'ın in-dirdiğiyle hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin kendileridir.» Bu konuda iki farklı görüş vardır. Bunları aşağıda açıklayacağız :

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İbrahim İbn Abbâs... Ab­dullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, «Kim de Allah'ın indirdiğiyle hük­metmezse; işte onlar, kâfirlerin kendileridir.», «İşte onlar, zâlimlerin kendileridir.», «İşte onlar, fâşıkların kendileridir.» âyetlerinin, yahûdî-lerden iki taife hakkında indirilmiş olduğunu söyler. Şöyle ki; bu iki gruptan birisi, câhiliyet devrinde diğerini yenmişti. Nihayet, yenenlerin yenilenlerden öldürdükleri her kişiye karşılık elli vesak (bir vesak yak­laşık 200 kg.) diyet ödemek ve yenilenlerin yenenlerden öldürdükleri her ölüye karşılık yüz vesak diyet ödemek üzere anlaşıp sulh yaptılar. Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gelinceye kadar böylece devam etti. Rasû-lullah Medine'ye gelince, her iki kabileyi de yenmiş ve onların hâkim olmasına müsâade etmemişti. Sonra sulh yapmıştı. Bu sırada yenilen kavimden bir kişi; yenenlerden bir kişiyi öldürdü. Yenen kavim, yenilen kavme yüz vesak diyet gönder, diye haber yolladı. Yenilenler dediler ki; bu dinleri bir, soyları bir ve ülkeleri bir olan iki kabile arasında bir kısmının diyetinin diğer kısmının yarısı olması olacak şey mi? Biz; bu ayrıcalığı size, haksızlığınız neticesinde vermek zorunda kalmıştık. An­cak Muhammed Medine'ye geldiğine göre, bunu size vermeyiz, dediler. Az kalsın aralarında harb başlayacaktı. Sonra Rasûlullah (s.a.) ı ara­larında hakem yapmak üzere anlaştılar. Yenen kavim toplanarak kendi aralarında şöyle konuştu: Allah'a andolsun ki, Muhammed (s.a.) bize onların verdiğinin bir katını verecek değildir. Onlar doğru söylerler. Bas­kımız ve zulmümüz sebebiyle bunu bize vermek zorunda kaldılar. Öy­leyse Muhammed'e hile yapalım. Biriniz ona görüşünü sorsun. Eğer di­lediğimizi verirse; onu aranızda hakem yaparsınız. Eğer istediğimizi ver­mezse; ondan kaçınır ve hakem yapmazsınız, dediler. Münafıklardan bir kitleyi hile ile Rasûlullah (s.a.) in görüşünü öğrenmek üzere gön­derdiler. Onlar, Hz. Peygamberin yanma gelince; Allah Teâlâ, Rasûlul­lah (s.a.) a onların durumunu bildirdi ve bu âyet-i kerîme nazil oldu. Allah bu âyet-i kerîme'yle onları kasdetmişti. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Ebu Zenâd'm, babasından naklettiği şekilde rivayet eder.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Hennâd ve Ebu Küreyb... Abdullah İbn Abbâs'tan naklettiler ki; Mâide süresindeki bu âyetler, Benu Nadir ile Benu Kurayza arasında vâki' olan bir diyet harbi üze­rine nazil olmuştur. Şöyle ki; Benu Nadîr'in ölüleri değerli sayılır ve onlar için tâm diyet ödenirdi. Benu Kurayza'nın ölüsü için ise yarım di­yet Ödenirdi. Bu hususta Hz. Peygamberin hükmüne başvurdular. Allah Teâlâ da onlar hakkında bu âyet-i kerîme'yi inzal buyurdu. Rasûlullah (s.a.), bu konuda onları gerçeğe sevkederek diyetlerinin eksik olduğunu bildirdi. Bunların hangisinin doğru olduğunu en iyi Allah bilir. Bu ri­vayeti İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd ve Neseî, İshâk'm hadîsinden nakle­derler. Sonra İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; bunlar, Kurayza ve Nadîr oğullarıydı. Nadir oğulları daha üstün olduklarından Kurayza oğullarından bir kişi, Na­dîr oğullarından birini öldürecek olursa; buna mukabil o da Ölürdü. Nadîr oğullarından birisi, Kurayza oğullarından birisini öldürecek olur­sa; diyet olarak yüz vesak hurma verirdi. Hz. Peygamber Medine'ye gel­diğinde Nadir oğullarından bir kişi, Kurayza oğullarından birini öl­dürdü. Onlar da bizim hakimizi verin, dediler. Karşı tarafa aramızda Allah'ın Rasûlünü hakem yapalım, dediler. Bunun üzerine ((Şayet hük­medersen de aralarında adaletle hükmet.» âyeti nazil oldu. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Neseî, İbn Hibbân ve Hâkim; Ubeydullah İbn Musa'dan naklederler. Katâde, Mukâtil İbn Hayyân ve İbn Zeyd ile bir başkası da böyle demişlerdir. Avfî de Abdullah İbn Abbâs'tan. nakleder ki; bu âyet­ler, zina eden iki yahûdî hakkında nazil olmuştur. Bu konudaki hadîsler yukarda geçti. Ancak her iki sebebin aynı anda birleşmiş olması ihtimâli de vardır. Bu âyetlerin her iki sebep üzerine nazil olması muhtemeldir. En iyisini Allah bilir. Bunun için âyetin devamında : «Orada onlara yazdık ki; muhakkak cana can, göze göz...» Duyurulmaktadır. Bu da âyetin nüzul sebebinin, kısas meselesi olduğunu takviye etmektedir. En iyisini Allah Sübhânehu ve Teâlâ bilir.

«Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin kendileridir.» Berâ İbn Âzib, Huzeyfe İbn Yemmân, Abdullah İbn Abbâs, Ebu Micıez, Ebu Recâ, İkrime, Ubeydullah, Hasan el-Basrî ve diğerleri derler ki: Bu âyet, ehl-i kitâb hakkında nazil olmuştur. Ayrıca Hasan el-Basrî; bu, bizim üzerimize de vâcibtir, diye ekler. Abdürrezzâk Süf-yân es-Sevrî kanalıyla İbrahim'den nakleder ki; o, bu âyetlerin İsrâil-oğulları hakkında nazil olduğunu söylemiş ve aynı hususların bu üm­met için de geçerli olduğunu bildirmiştir. Bunu İbn Cerîr de rivayet der.

Ayrıca İbn Cerîr der ki: Bize Ya'kûb... Alkame ve Mes'ûd'dan nak­letti ki; onlar, Abdullah İbn Mes'ûd'a rüşveti sormuşlar. O da; haram­dır, demiş. Onlar, hüküm konusunda ne dersin? dediklerinde; o, küfür­dür, demiş ve arkasından : «Kim de Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin kendileridir.» âyetini okumuş. Süddî der ki: Bu âyetten maksad şudur: Kim de indirdiğim hükümle hükmetmez, ka-sıdlı olarak onu terkeder ve bilerek çiğnerse, o kâfirlerdendir.

Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir : Kim Allah'ın indirdiklerini inkâr ederse, kâfir olur. Kim de kabul edip hükmetmezse, zâlim ve fâsık olur. îbn Cerîr Taberî, bu rivayeti nakletmiştir. Sonra da bu âyetten, ehl-i kitâb'ın veya kitâbta İndirilen hükmü inkâr edenlerin kasdedildiği görüşünü tercih etmiştir. Abdürrezzâk, Sevrî kanalıyla Zekerriyyâ'dan, o da Şa'bî'den nakleder ki: «Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse» âyeti müs-lünıanlar için indirilmiştir.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn el-Müsennâ... Şa'bî'den nakletti ki; «Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin kendileri­dir.» âyeti müslümanlar hakkındadır. «Kim de Allah'ın indirdiğiyle hük­metmezse; işte onlar, zâlimlerin kendileridir.» âyeti yahûdîler hakkın­dadır. «Kim de Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse; işte onlar, fasıkların kendileridir.» âyeti de hıristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Hüseyin ve Sevrî de Zekeriyyâ kanalıyla Şa'bî'den aynı rivayeti nakletmişlerdir. Ayrıca Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer... Tâvûs'tan nakletti ki; İbn Abbâs'a bu âyet sorulduğunda; bu küfürdür, demiş. İbn Tâvûs baba­sından naklen der ki: Ancak bu; Allah'ı, melekleri, kitablan ve pey­gamberleri inkâr anlamındaki küfür gibi değildir. Sevrî, İbn Cüreyc kanalıyla Atâ'dan nakleder ki; o, şöyle demiş : Küfürden öte küfür, zulümden öte zulüm, fısktan öte fâsıklıktır. Bunu İbn Cerir Taberî nak­leder. Vekî de... Tâvûs'tan nakleder ki; buradaki küfür, dinden çıkaran küfür değildir, demiştir. İbn Ebu Hatim der ki; Bize Muhammed İbn Ab­dullah... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, bu âyetteki küfrün gidilen küfür (yolu) olmadığını söylemiştir. Hâkim de Müstedrek'inde, Süfyân îbn Uyeyne'den bu hadîsi nakleder ve; Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir, ancak tahrîc etmemişlerdir, der.8

İzahı51

İzahı

Abd İbn Humeyd ve diğerleri Abdullah İbn Ömer'den naklederler ki: Rasûlullah. (s.a.) şöyle buyurmuş : Kişi için ateş suht (haram) dan biten her etten daha iyidir. Denildi ki, ey Allah'ın Rasûlü suht nedir? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; hüküm verirken rüşvet yemektir. Ab­dürrezzâk, Câbir îbn Abdullah'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Emirlere verilen hediyeler suhttur. İbn Münzir, Mesrûk'-dan nakleder ki; o, ben Hattâb oğlu Ömer'e şöyle dedim : Hüküm verir­ken rüşvet yemek Suht mudur? O, hayır küfürdür, dedi. Suht, kişinin devlet katında makam ve mertebesi bulunup da bir başka şahsın devlet katında işi olduğu zaman, hediye almadan o kişinin işini görmemesidir. Abd İbn Humeyd Hz. Ali (Kerremallahü vechehu) den nakleder ki; ona, suht nedir? diye sorulduğunda; o, rüşvet almaktır, demiş. Kendi­sine hüküm verirken rüşvet nedir denildiğinde bu, küfürdür demiş...

Şu günlerde rüşvet işinin yaygınlaşması nedeniyle efendimiz haz­retleri —Allah'ın yaratıklar üzerindeki gölgesi, hakikat, şeriat, kanun ve nizâmının müceddidi— Sultan Mahmud Han-ı Adlî —Allah'ın sürekli emniyet sının içinde bulunsun— rüşvetle ilgili bir karâr çıkardı. Biniki-yüzellidört senesinde rüşvet verenin ve alanın en ağır biçimde sorumlu tutulmasını emretti. Hediyenin sınırını ta'yîn ederek bugün pek çok emirlerin yaptığı gibi rüşvet derecesine ulaşmasını yasakladı.9

Allah'ın hükmünden başka hükümleri uygulamaları nedeniyle on­lar kâfirlerdir. Bu sebeple Allah Teâlâ, onları kâfirler, zâlimler ve fâsık-lar olarak nitelemiştir. Onların küfürleri Allah'ın hükmünü inkâr etmeleri nedeniyledir. Zulümleri ise Allah'ın hükmünün hilâfına hüküm ver­meleri nedeniyledir. Fasıklıklanna gelince; bu, Allah'ın hükmünün dı­şına çıkmış olmaları nedeniyledir. Bu üç nitelikten herbirinin kendi du­rumları itibariyle Allah'ın hükmünden uzaklaşma durumuna eklenme­leri de mümkündür. Herbiri kendi durumuna göre bir grubun da ola­bilir. Nitekim buradaki kâfirlerdir hükmünün müslümanlara, zâlim­lerdir hükmünün yahûdîlere, fâsıklardır hükmünün de hıristiyanlara ait olduğu söylenmiştir.10

45 — Orada onlara yazdık ki: Muhakkak cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diştir. Yarala­malara kısas vardır. Kim de hakkından vazgeçerse; o ken­disi için keffârettir.- Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmet­mezse işte onlar; zâlimlerin kendileridir.

Kısas Hükmü Tevrat'ta da Vardır52

Kısas Hükmü Tevrat'ta da Vardır

Bu âyet-i kerîme de; Yahudilerin ihtar ve uyarıya ma'rûz kaldığı âyetlerden biridir. Çünkü onların yanındaki Tevrat'ın metninde, cana can olduğu yazılıdır. Ancak onlar, kasıdlı olarak ve inâdla Tevrat'ın hükmüne muhalefet etmektedirler. Nadîr oğullarından olanlar, Kurayza oğullarından olana bu hükmü uygularken; Kurayza oğullarından olan­lar, Nadîr oğullarından olanlara uygulamazlardı. Bunun yerine diyet öderlerdi. Nitekim zina eden evli kişinin recmedilmesi konusunda mev-tûd olan Tevrat'ın hükmüne muhalefet etmişler ve recm'i değiştirerek sopa, yüzü boyama ve halka teşhir şekline dönüştürmüşlerdi. Bu sebeple orada «Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin kendileridir.» Duyurulmuştur. Çünkü orada kasd ve inâdla Allah'ın hük­münü inkâr sözkonusu idi. Burada ise «İşte onlar, zâlimlerin kendile­ridir.» buyurulmaktadır. Çünkü Allah'ın herkes arasında eşitlik ve ada­letle uyulması gereken emrine karşı çıkmışlar, zâlime karşı mazluma insaflı davranmamışlardır. Böylece Allah'ın buyruğuna aykırı olarak zulmetmişler ve birbirlerine tecâvüz etmişlerdir.

İmâm Ahmed tbn Hanbel der ki: Bize Yahya İbn Âdem... Enes îbn Mâlik'ten nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), bu âyeti şu şekilde okumuştur ;

Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Hâkim de Müstedrek'inde Abdullah İbn Mü-bârek'in hadîsinden böylece rivayet ederler. Tirmizî; bu hadîs hasen'dir, garîb'tir, der. Buhârî ise; bu hadîste İbn Mübarek münferiddir, der. USûl ve fıkıh bilginlerinden bir çoğu, bu âyete dayanarak bizden önce geçen milletler için teşri' kılınan hükümler, kararlaştırılmış biçimde bize aktarılıp da neshedilmemişse; bizim için de meşrû'dur, demişlerdir. Cumhûr'un meşhur görüşü budur. Şeyh Ebu İshâk el-İsferâyînî'nin, Şafiî'nin ifâdesinden ve Şâfiîlerin çoğunun kanâatlarından aktararak rivayet ettiği de budur. Nitekim diğer imamlara göre olduğu gibi, bize göre de (Şâfiîler) cinayetler konusundaki hüküm bu âyete göredir. Ha­san el-Basrî der ki: Bu hüküm hem yahûdîlere, hem de bütün insan­lara yöneltilmiştir. İbn Ebu Hatim de böyle der.

Şeyh Ebu Zekeriyyâ en-Nevevî, bu konuda üç farklı görüş rivayet eder. Ve üçüncü olarak der ki: Bizim için sadece İbrahim, (a.s.)in şe-rîatı hüccettir, başkaları değil. Buradan hareketle diğerlerinin hüccet ifâde etmediğini doğrular. Şeyh Ebu İshâk el-İsferâyînî'nin Şafiî'den ak­tardığı kavillere göre; o, bu âyetin bizim için hüccet olduğunu tercih et­miştir ki; bizim Şafiî fakîhlerinin bütünü de böyle derler. En iyisini Allah bilir.

İmâm Ebu Nasr îbn es-Sabbâğ, «eş-Şâmil» isimli kitabında der ki: Bu âyetin delâlet ettiği konuda, ulemâ İcmâ' etmişlerdir. Âyet-i kerî-me'nin umumiyet ifâde etmesine - dayanarak, imamların hepsi; kadın maktule karşılık erkeğin öldürüleceğini kabul etmişlerdir. Nitekim Ne-seî ve diğerlerinin rivayet ettiği hadîste de böyle vârid olmuştur. Hattâ Hz. Peygamber, Amr İbn Hazm'a yazdığı mektupta, kadına karşılık er­keğin öldürüleceğini bildirmiştir. Bir başka hadîste de : «Müslüman­ların kanları eşittir.» buyurulmuştur. Bu, Cumhûr'un görüşüdür.

Mü'minlerin emîri Ali îbn Ebu Tâlib'ten nakledilir ki; bir erkek kadını öldürürse, ona mukabil öldürülmez. Ancak erkeğin velîsi, kadının velîsine diyetin yarısını öder. Çünkü onun diyeti, erkeğin diyetinin ya­rısıdır. Ahmed İbn Hanbel'den nakledilen bir rivayete göre; erkek, ka­dını öldürecek olursa; kadına mukabil erkek öldürülmez, sadece diyet Ödenmesi gerekir. Hasan, Atâ ve Osman el-Bettî'den de böyle rivayet edilmiştir.

Ebu Hanîfe merhum, bu âyeti hüccet olarak almış ve umûmî oldu­ğunu belirtmiştir. O, zimmî kâfire karşılık müslümanm, köleye karşılık hürr'ün öldürüleceğini bildirmiştir. Ancak cumhûr-u ulemâ, ona muha­lefet etmişlerdir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde mü'minlerin emîri Hz. AH (r.a.) den nakledilir ki; RasûluUah (s.a.), şöyle buyurmuştur: Kâfire karşılık müslüman Öldürülmez. Köle konusunda ise, selef-i sâli-hînden müteaddid hadîsler rivayet edilmiştir. Onlar, hürr'e karşılık köleyi denk saymazlar ve köleye karşılık hürr'ü öldürmezler. Ancak bu konuda zikredilen hadîsler, sahih değildir. Şafiî, Hanefîlerin görüşle­rinin aksi görüş üzerinde icmâ' bulunduğunu anlatmıştır. Ancak âyeti tahsis eden bir hükmün bulunmaması nedeniyle, sözlerinin bâtıl sayı­lamayacağım belirtir. İbn es-Sabbâğ'ın bu âyet-i kerîme'ye dayanarak zikrettiği hadîsi, İmâm Ahmed tbn Hanbel de te'yîd eder ve der ki: Bize Muhammed İbn Adiyy... Enes İbn Mâlik'ten nakletti ki; Enes'in teyzesi Rübeyyi', bir kölenin dişlerini kırmış. Onun affedilmesini iste-mişlerse de, kölenin sahihleri affetmeyerek Rasûlüllah'a gelmişler. Hz. Peygamber kısas gerekir, demiş. Kardeşi Enes İbn Nadîr; Ey Allah'ın Rasûlü, sen falancanın dişlerini mi kıracaksın? demiş. RasûluUah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ey Enes, Allah'ın yazısı kısastır. Enes; Hayır, seni hak üzere gönderen Allah'a yemîn olsun ki; falancanın dişleri kırılmaya­caktır, demiş. Sonra kölenin sahibleri razı olup bağışlamışlar da, pey­gamber kısastan vazgeçmiş. Ve bunun üzerine; Allah'ın kullarından öyle kimseler var ki; o, Allah'a kasem etmiş olsaydı, Allah onu temize çıka­rırdı, buyurmuş. Bunu Buhârî ve Müslim, Sahîh'lerinde tahrîc etmiş­lerdir.

Muhammed İbn Abdullah Enes îbn Mâlik'ten nakledilen meşhur hadîsin bir bölümünde der ki; Rübeyyi' Bint Nadîr —ki Enes'in halası idi— bir cariyeyi tokatladı ve dişlerini kırdı. Ona, yan diyet ödeyip ba­ğışlanmasını istediler. Cariyenin sahibleri bundan kaçındı. Sonra Ra-sûlullah (s.a.) a gelip durumu anlattılar. O da kısası emretti. Bunun üzerine kardeşi Enes îbn Nadîr gelip; Ey Allah'ın Rasûlü, Rübeyyi'nin dişlerini mi kıracaksın? Seni hak üzere gönderen Allah'a andolsun ki; onun dişleri kırılmayacaktır, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: Ey Enes, Allah'ın yazısı kısastır, buyurdu. Cariyenin sahibleri affedince RasûluUah (s.a.), şöyle buyurdu: Allah'ın kullarından öyleleri var ki; Allah'a kasem etse, Allah onu temize çıkarır. Buhârî bunu Muhammed İbn Abdullah el-Ansârî'den rivayet eder.

Ebu Davud'un rivayet ettiği hadîse gelince; o der ki: Bize Ahmed İbn Hanbel ...İmrân îbn Hasîn'den nakletti ki;" fakır bir topluluğun çocuğu, zengin bir topluluğun çocuğunun kulağını kopardı. Çocuğun sahipleri Hz. Peygambere gelip dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, biz- fakîr bir topluluğuz. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara bir şey yapmadı. Neseî de, İshâk İbn Rahûyeh kanalıyla bunu Katâde'den rivayet eder.

Bu isnadın râvîlerinin hepsi sika ve isnâdda kuvvetli ise de, hadîs müş-kildir. Ancak suçlu; suçu işlediğinde henüz bulûğa ermemişti, dolayı­sıyla ona kısas gerekmez, denirse hadîsin müşkil olma durumu kalkar. Belki de zenginler diyetlerini istememişlerdir veya fakirler onlardan bağışlanmalarını istemişlerdir.

«Yaralamalarda kısas vardır.» Ali İbn Ebu Talha Abdullah İbn Ab-bâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Cana karşılık can yok edilir. Göze karşılık göz çıkarılır, buruna karşılık burun kesilir, dile karşılık dil ko-parılır, yaralamalara karşılık yaralamalarla kısas yapılır. Bu hususta erkek olsun, kadın olsun, cana karşı işlenen suçlarda —kasıd varsa— cana ve candan aşağı olan.kısma —kasıd varsa— erkek ve kadın bütün hür müslümanlar eşittir. Keza kadın, erkek köleler de kendi aralarında cana ve candan aşağıya kasıd halinde eşittirler. Bunu İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim rivayet ederler.

Yaralama bazan eklemde olur. O zaman icmâ-ı ümmete göre, kısas vardır. Elin, ayağın, avucun ve ayak ayasının ve benzerî kısımların ke­silmesi gibi. Yaralama, eklemde değil de kemikte ise, Mâlik merhuma göre; baldır ve benzeri kısımlar dışında yine kısas gereklidir. Baldır ve benzeri kısımlarda tehlike endîşesi vardır. Ebu Hanîfe ve iki arkadaşı ise, diş dışında kemiğe kısas gerekmediği görüşündedirler. Şafiî de hiçbir şekilde kemik için kısas gerekmeyeceği kanâatındadır. Ömer îbn Hat-tâb ve İbn Abbâs'tan rivayet edilen de budur. Ata, Şa'bî, Hasan el-Basrî, Zührî, İbrahim en-Nehaî, Ömer İbn Abdülazîz de bu görüşü benimse­mişlerdir. Süfyân es-Sevrî, Leys İbn Sa'd da bu görüştedir. Hanbelî mezhebinin meşhur görüşü de budur.

Ebu Hanîfe merhum, Nadir kızı Rübeyyi'nin hâdisesini kendi görüşü için delil olarak getirir ve diş dışında kemikte kısas olmadığını belirtir. Ancak Rübeyyi' hadîsi delil olamaz. Çünkü orada, «bir cariyenin dişini kırdı» ifâdesi bulunmaktadır ki; dişin kırılmadan önce düşmüş olması da caizdir. Bu gibi durumda kısasın vâcib olduğu konusunda icmâ' var­dır. Hanefîler, delillerini İbn Mâce'nin Ebu Bekr İbn Ayyaş kanalıy­la... Nimrân îbn Câriye'den, onun da babası Câriye İbn Zafer'den nak­lettiği şu olaydır: Adamın biri. bir başkasının bileğini eklemin dışında bir kısımdan kılıcıyla kesti. Rasûlullah (s.a.) in huzuruna davacı olarak çıktıklarında; Rasûlullah, diyet emretti: Adam, kısas istiyorum deyin­ce; Rasûlullah (s.a.) diyeti al, Allah sana onu kutlu kılsın, dedi ve kı­sasa hükmetmedi.Şeyh Ebu Ömer îbn Abdülberr der ki: Bu hadîsin bir başka isnadı, yoktur. Râvîler arasında yer alan Dehşen İbn Kurrân el-Ükkûlî zayıf bir râvîdir ve onun hüccet alınabilecek hadîsi yoktur-Nimrân îbn Câriye de aynı şekilde Bedevidir. Babası Câriye İbn Zafer ise, sahabeler arasında zikredilir. Ayrıca Hanefîler derler ki: Yaralanan kişinin yarası tedâvî edilinceye kadar, yaradan dolayı kısas uygulamak caiz değildir. Çünkü tedâvî edilmezden Önce kısas' uygulanırsa, sonra yara ilerlerse bu takdirde bir şey gerekmez. Bunun delili İmâm Ah-med'in... Amr İbn Şuayb'dan, onun da babasından, onun da dedesinden naklettiği şu hadîstir: Adamın biri, birine tekme attı ve onun diz ka­paklarını kırdı. Adam, RasûluIIah'ın yanma geldi ve; benim kısasımı uygula, dedi. Rasûlullah (s.a.); yaran iyileşinceye kadar acele etme, dedi. Adam, kısasın uygulanması için acele etti. Rasûlullah (s.a.) da, onun yarasına kısası uyguladı. Kısas uygulanan kişi iyileşti, kısasın uy­gulanmasını isteyen kişi topal kaldı. Sonra Hz. Peygambere gelip, ey Allah'ın Rasûlü, arkadaşım iyileşti, ben topal kaldım, dedi. Rasûlullah (s.a.); ben seni kısastan nehyetmiştim, ama bana isyan ettin. Allah Teâlâ seni uzaklaştırdı ve topallığını sana kusur olarak bıraktı, dedi. Sonra Hz. Peygamber; yaralı iyileşinceye kadar yaralamadan dolayı kısas uygulanmasını yasakladı. Bu rivayet, yalnızca Ahmed İbn Hanbel tara­fından nakledilir.

Derler ki; saldırıya uğrayan kişi, suçluya kısas yapar ve kısastan dolayı o kişi ölürse, saldırıya uğrayana bir şey gerekmez. îmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel bu görüştedir. Sahabe, tabiîn ve diğerlerinden Cumhûr'un görüşü de budur. Ebu Hanîfe ise; kısas yaptıranın malın­dan diyet ödemek gerekir, der. Âmir e"ş-Şa'bî, Atâ, Tâvûs, Amr İbn Dînâr; Haris, İbn Ebu Leylâ, Hammâd İbn Ebu Süleyman, Zührî, Sevrî de; kısas yapılan kişinin âkilesi üzerine diyet gerekir, derler. Abdullah İbn Mes'ûd, İbrahim en-Nehaî, Hakem İbn Kuteybe, Osman el-Bettî de kısas yapı­landan önce o yara miktarı düşülür ve geriye kalan kısım malından alınır, derler.

«Kim de hakkından vazgeçerse, o kendisi için keffârettir.» Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan bu âyetin şu anlama geldiğini nak-letmiştir : Kim de affeder ve hakkından vazgeçerse; bu istenen için kef-fâret, isteyen için ecirdir. Süfyân es-Sevrî... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Bu, yaralayan için bir keffâret, yarala­nan için Allah Azze ve Celle katında ecirdir. İbn Ebu Hatim de bu riva­yeti nakleder. Ve sonra şöyle der: Hayseme İbn Abdurrahmân, Mücâ-hid, İbrahim, Âmir, Câbir İbn Zeyd de ikinci şekilde tefsir etmişlerdir. Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hammâd... Câbir İbn Abdullah'dan nakletti ki; bu âyet konusunda o, şöyle demiş : Kim de hakkından vaz­geçerse; bu, yaralanan için keffârettir. Hasan el-Basrî ve İbrâhîm en-Nehaî, Ebtı İshâk el-Hemedânî'den de böylece rivayet edilmiştir. îbn Cerîr, Âmir ve Katâde'den de aynı şekilde rivayet eder.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Yûnus İbn Habîb... Kays'dan nakletti ki; o, şöyle demiştir: Ben, Muâviye'nüı yanında Abdullah İbn Amr'ı gördüm. O, kölelere benzer kırmızılıktaydı. Ona bu âyet-i kerîme'yi sor­duğumda şöyle dedi: Sadaka olarak verdiği kadar günâhlarından yokedilir. Aynı hususu İbn Cerîr, Süfyân ve Şu'be kanalıyla rivayet eder.

İbn Merdûyeh der ki: Bana Muharhmed İbn Ali. . Abdullah İbn Amr'dan, ayrıca Ebân îbn Tağlib kanalıyla tabiîn ve ansârdan bir kişi­den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) bu âyet konusunda şöyle demiştir: Bu âyet, dişi kırılıp eli kesilip bir uzvu koparılıp veya bedeninde bir yara açılıp da bundan vazgeçen kimse içindir. Bağışlanması, hatâları kadar bir miktarı alır götürür. Eğer bağışladığı, diyetin dörtte biriyse; günâh­larının dörtte birini, bağışladığı miktar diyetin üçte biriyse, günâhları­nın üçte birini, diyetin hepsi ise, günâhlarının hepsini alır, götürür.

İbn Cerîr der ki: Bize Zekeriyyâ İbn Yahya... Ebu Sefer'den nak­letti ki; o, şöyle demiş : Kureyş'li birisi Ansârdan birini itti. Adamın dişleri kırıldı. Ansârdan olan kişi, Muâviye'ye giderek' diyet istedi. Adam ısrar edince Müâviye; sen ve arkadaşın başbaşa, dedi. Bu sırada Ebu'd-Derdâ, Muâviye'nin yanında bulunuyordu. O dedi ki: Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işittim : Hangi müslümanm bedenine bir şey isa­bet eder de onu bağışlarsa; Allah onun derecesini bir derece arttırır, günâhlarım düşürür. Ansârdan olan kişi; sen bunu Hz. Peygamberden işittin mi? dedi. O, kulaklarımla işittim, kalbimle muhafaza ettim, dedi. Ansârdan olan kişi; Kureyş'li olan adamı yoluna bırakın, dedi. Bunun üzerine Muâviye, ona mal vermelerini emretti. îbn Cerîr de böyle ri­vayet eder. Ahmed İbn Hanbel'in rivayeti ise şöyledir : Bize Vekî... Ebu Sefer'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Kureyş'li birisi, ansârdan birinin dişini kırdı. Adam Muâviye'nin huzurunda onun aleyhinde dâva açtı. Ansârdan olan kişi; bu adam benim dişlerimi kırdı deyince, Muâviye; onu memnun ederiz, dedi. Ansârdan olan kişi ısrar edince, Muâviye; arkadaşının durumuyla başbaşasımz, dedi. Bu sırada Ebu'd-Derdâ otu­ruyordu. Dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işittim : Hangi müslüman bedenine bir şey isabet eder de onu sadaka olarak bağışlarsa; Allah, onun derecesini bir derece yükseltir ve günâhlarını düşürür. Ansârdan olan kişi, sen bunu Hz. Peygamber'den işittin mi? deyince, Ebu'd-Derdâ; evet, kulaklarımla işittim, kalbimle muhafaza ettim, dedi. Bunun üzerine ansârdan olan kişi, ben de onu affettim, dedi. Bunu Tirmizî; İbn Mübârek'in hadîsinden, İbn Mâce; Vekî'nin hadîsinden, her ikisi de Yûnus İbn Ebu İshâk'dan rivayet ederler. Sonra Tirmizî; bu, garîb bir hadtstlr,vbu şekilden başka bir rivayetini bilmi­yoruz, ayrıca Ebu Sefere'nin Ebu'd-Derdâ'dan hadîs duyduğunu da bil­miyoruz, der.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Da'lec İbn Ahmed... Ali îbn Salih'ten nakletti ki; Muâviye (r.a.) nin devrinde adamın biri, bir adamın ön dişlerini kırdı. Kendisine diyet verildi. O, kabul etmeyip kısas istedi. İki diyet verildi. Yine kabul etmedi. Üç diyet verildi yine kabul etmedi. Ra­sûlullah (s.a.) in ashabından bir kişi, Hz. Peygamberin şöyle dediğini söyledi: Bir kan veya daha aşağısını bağışlayan kimse için bu (bağış­lama) doğduğu günden öldüğü güne kadar keffârettir, buyurdu.

Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Süreye... Ubâde İbn Sâmit'in şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini duydum : Her kim ki birinin bedeninde yara açar da, yaralanan onu affederse; Allah, onun affettiği kadarını keffâret sayar. Neseî de bunu, Ali kanalıyla... Muğî-re'den nakleder.

Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yahya İbn Saîd... Ebu Hüreyre kanalıyla Peygamberin ashabından bir kişiden nakletti ki; Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuş : Kimin bedenine bir şey isabet eder de, bundan Allah rızâsı için vazgeçerse, o kendisi için keffâret olur. „ ,

((Kim de Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse; işte onlar, zâlimlerin kendileridir.» Tâvûs ve Atâ'nın bu konuda küfürden öte küfür, zulüm­den öte zulüm, fısktan öte fâsıklık yoktur, dedikleri yukarıda anlatıl­mıştı.11

46 — Ve onların izinden Meryem oğlu İsa'yı, önün­deki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gönderdik. Ve ona İncil'i yerdik. Onda hidâyet ve nur vardır. Kendinden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı, hidâyet ve müttakîler için bir öğüt olarak.

47 — İncil ehli, Allah'ın onda indirdikleri ile hükmet­sinler. Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte on­lar; fasıkların kendileridir.

İncil Ehli de Allah'ın Hükmüyle Hükmetmelidir54

İncil Ehli de Allah'ın Hükmüyle Hükmetmelidir

îsrâiloğullannın peygamberlerinin ardından; Meryem oğlu İsa'yı Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gönderdik. O'na inanan ve hükmeden biri olarak. Ve o'na İncil'i verdik. O'nda; hidâyet ve nûr vardır. Hakka götü­ren, .şüpheleri giderip müşkilleri halletmekte yolu aydınlatan bir nûr vardır. Kendinden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı, hidâyet ve müttakîler için bir öğüt olarak. Tevrat'a uyan, onda bulunan pek az ahkâm dı­şında hiçbir hükme muhalefet etmeyen, İsrâiloğuUarınm kendi arala­rında ittifak ettikleri bazı konularda, ondan farklı görüşler getiren bir peygamber olarak. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. îsâ'nın İsrâiloğullarma «Allah'ın size haram kıldığı bazı şeyleri size helâl kılmak üzere.» diye buyurduğunu bildirmektedir. Bunun için bilginlerin meşhur olan gö­rüşüne göre; İncil,

Tevrat'ın bazı hükümlerini neshetmiştir.

«İncil ehli Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler.» Bazıları şeklinde mansûb okumaktadırlar ki; buradaki lâm, «ta ki» anlamına gelir. Yani İncil ehline İncil'i verdik ki; kendi zamanın­daki milletler ona göre hüküm versin. Bazıları da şeklinde okurlar ki; burdaki lâm, emir edatı olur. Ve o zaman İncil'de bulunan hükümlerin hepsine îmân etsinler, buyruklarını yerine getirsinler, anla­mına gelir. Kendi kitaplarında Hz. Muhammed'in gönderileceğine dâir beşareti görünce; onu doğrulayıp uysunlar, demektir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «De ki, ey ehl-i kitâb, Tevrat'ı, İncil'i ve size Rabbmız tarafından indirilmiş olanı uygulayın-caya kadar siz bir şey üzerinde değilsiniz...» Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurur : «Onlar ki kendi yanlarındaki Tevrat'ta yazılı bulduk­ları ümmî peygambere tâbi olurlar.» Bunun için âyetin devamında «Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse; işte onlar, fâşıkların kendileri­dir.» buyuruluyor. Yani onlar bâtıla meyleden, haktan kaçan, Rabla-rına itaatin dışına çıkan kimselerdir. Bu âyetin, Hıristiyanlar hakkında nazil olduğu daha önce geçmiştir. Zaten âyetin seyrinden de bu anla­şılmaktadır.12

İzâhı55

İzâhı

İşte onlar, fâsıklardır. İtaatin dışına çıkmış olanlardır. Şeyh Ebu Mansûr merhum der ki: Bu ifadenin her üçünün de, inkâr konusuna hamli caizdir. Bu takdirde münkirin kâfir, zâlim ve fâsık olması gere­kir. Çünkü mutlak fâsık, mutlak zâlim kâfirdir. Yine denildi ki: Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse o, Allah'ın nimeti konusunda kâfir, hükmü konusunda zâlim, fiili konusunda fâsıktır.13

48 — Sana da; kendinden önceki kitâbları doğrula­yıcı ve üzerlerine şâhid olarak bu kitabı hak ile indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana hak gel­mişken onların heveslerine uyma. Sizden her biriniz için bir yol, bir şeriat kıldık. Şayet Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin sizi verdiği ile denemek istedi. Öy­leyse hayırda yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Size ayrılığa düştüğünüz şeyleri bildirecektir.

49 — Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. On­ların heveslerine uyma. Seni Allah'ın sana indirdiğinden vazgeçirmelerinden sakın. Eğer yüz çevirirlerse bil ki; bir kısım günâhları yüzünden Allah onları cezalandırmak is­tiyor. Gerçekten insanların bir çoğu fâsıklardır.

50 — Câhiliyet hükmünü mü istiyorlar? Ama yakîa getiren bir kavim için Allah'tan daha iyi hüküm veren kimdir?

Allah'tan Daha İyi Kim Hüküm Verebilir55

Allah'tan Daha İyi Kim Hüküm Verebilir

Allah Teâlâ Kelimi Musa'ya indirmiş olduğu Tevrat'ı anlatıp medh edip övdükten ve geçerli olduğu zamanlarda ona uyulması gerektiğini emrettikten; İncil'i de söz konusu edip övdükten ve İncil ehlinin İncil'­deki emirlere uymaları gerektiğini bildirdikten sonra; yüce Kur'an'ın zikrine başlıyor. Şerefli peygamberi, kulu Muhammed'e indirdiği Kur' an-ı Azîm'den bahsederek buyuruyor ki: «Sana da kendinden önceki kitâbları doğrulayıcı ve üzerlerine şâhid olarak bu kitabı hak ile indirdik.» Şüphe olmayan doğrulukla Allah katından geldiğini belirttik. Daha önce geçen ve övgüsü, zikri yeralan kitâblan doğrulayan bir kitâb olarak. O kitâblarda Kur'an'ın Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed'e indirileceği bildirilmekte idi. Kur'an'm bildirdiği gibi bunun inişi, o kitabı taşıyanların, basiret sahiplerinin doğruluklarını arttırmıştı. Ve neticede onlar Allah'ın enirine boyun eğerek, şeriatına bağlanmışlar ve peygamberini de tasdik etmişlerdi. Nitekim bir başka sûrede şöyle bu­yurur : «De ki: Kur'an'a ister inanın, ister inanmayın, ondan önceki bilginlere bu, okunduğu zaman yüzlerinin üzerine secdeye varırlar ve; Rabbımız münezzehtir, Rabbımızın emri şüphesiz yerine gelecektir, derler.» (İsrâ, 107 -108). Yani Allah'ın Hz. Muhammed'in geleceğine dâir geçmiş peygamberlerin dilinden verdiği vaad yerini bulmuş, şüp­hesiz gerçekleşmiştir. «Ve üzerlerine şâhid olarak.» Süfyân es-Sevrî ve diğerleri... Abdullah İbn Abbâs'tan naklederler ki, şâhid olarak anlamı­na gelen ifâdesinden maksad; kendisine güvenilen de­mektir. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki keli­mesi emîn demektir. Kur'an; kendinden önce geçen bütün kitâblara emindir. İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, Muhammed İbn Kâ'b, Atiyye, Hasan, Katâde, Atâ el-Horasânî, Süddî ve İbn Zeyd'den de böyle dedikleri rivayet edilir. İbn Cüreyc; Kur'an geçmiş kitâblara emindir. Onlardan Kur'an'a uyan hak, ona aykırı düşen ise bâtıldır, der. Vâlibî, İbn Abbâs'tan nakleder ki kelimesi şâhid anlamındadır. Mü­câhid, Katâde ve Süddî de böyle der. Avfî ise İbn Abbâs'tan nakleder ki o, kelimesine; kendinden önce geçen kitâbların hâkimi mânâsını vermiştir.

Bu konuda söylenenler, mânâ bakımından birbirine yakındır. Zîrâ kelimesi, bütün bu anlamları içerir. Çünkü Kur'an, kendin-aen önce geçen bütün kitâbların emîni, şahidi ve hâkimidir. Çünkü Allah; en son olarak indirmiş olduğu bu yüce kitabının en kapsamlı, en yüce ve en muhkem olmasını murâd etmiştir. Kendinden önce ge­çen kitapların bütün iyiliklerini onda derlemiş ve başkalannda olma­yan mükemmellikleri onda bütünleştirmiştir. Bunun için onu; kendin­den önce geçen bütün kitâbların şahidi, emîni ve hâkimi kılmıştır. Ve Hak Teâlâ, onun muhafazasını kendi nezdinde tekeffül etmiş ve «Doğ-, rusu Kur'an'ı Biz indirdik. Onu koruyacak da Biziz.» buyurmuştur.

îbn Ebu Hâtim'in İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Atâ el-Horasânî, İbn Ebu Necîh kanalıyla Mücâhid'den naklettiği «Ve üzerlerine şâhid ola­rak» kavli ile Hz. Muhammed (s.a.) in kasdedildiği ve onun Kur'an'm. bekçisi olduğu görüşüne gelince: bu görüş, mânâ bakımından sahihtir. Ancak âyeti bu şekilde tefsir etmek, üzerinde dikkatle durulması gereken bir noktadır. Kaldı ki, Arap dili bakımından da bu anlamda kul­lanılması; üzerinde fazlasıyla durmayı gerektirir. Doğrusu, önceki an­lamdır. Nitekim Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî, bu anlamı naklettikten sonra der ki: Böyle bir te'vîl, Arap.dili bakımından kavranması pek uzak bir yoldur, hattâ hatâdır. (...)

«Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet.» Ey Muhammed, ister Arap olsun ister Acem, ister okur-yazar olsun ister bilgisiz, ister ehl-i kitâb'tan olsun, ister diğerlerinden bütün insanlar arasında hükmetti­ğin zaman; Allah'ın bu yüce kitabı ile hükmet. Senden önceki peygam­berlere verilmiş olup da senin şeriatında neshedilmemiş olan hükümleri uygula. îbn Cerîr, bu âyete böyle mânâ vermiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Ammâr... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Hz. Peygamber serbest idi. Dilerse onların arasındaki hükümleri kendilerine bırakırdı. Nihayet bu âyet-i kerîme nazil oldu ve Hz. Peygambere; .onların arasındaki işlerde de, bizim kitabımıza göre hüküm vermesi emredildi.

«Sana hak gelmiş iken onların heveslerine uyma.» Kendiliklerin­den çıkardıkları ve bu sebeple Allah'ın Rasûlüne indirdiği hükmü ter-kettikleri sun'î görüşlerine ve heveslerine tâbi olma. Bu câhil ve eşkiyâ grubunun heveslerine tâbi olup da Allah'ın emrettiği haktan uzak­laşma.

«Sizden her biriniz için bir yol, bir şeriat kıldık.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; buradaki «şeriat», yol demektir. Yine Ebu Saîd, bir başka kanalla İbn Abbâs'tan nakleder ki; buradaki yol anlamına gelen kelimesi, sünnet demektir. Avfî de İbn Abbâs'tan nakleder ki; yol ve şeriattan maksad, yol ve sünnet demektir. Mücâhid, İkrime, Hasan el-Basrî, Katâde, Dah-hâk, Süddî ve Ebu İshâk es-Sebîî bunun, yol ve sünnet anlamına geldi­ğini söylemişlerdir. İbn Abbâs, Mücâhid ve Atâ el-Horasânî de birçok şekilde mânâ vererek şeriatın yol, yolun da sünnet olduğunu bildirir­ler. Ancak birincisi daha uygundur. Çünkü şeriat, bir şeye kendisinden başlanılan şeydir. Nitekim şu konuya başladı, dendiği zaman cümlesi kullanılır. Keza şeriat; ark anlamına da gelir. olma­nâsına gelen kelimesi ise, rahat ve açık yol demektir. Sün­net de yine yol anlamına gelir. Bu sebeple yol ve sünnet demek diğer mânâdan daha açık ve uygundur. En iyisini Allah bilir.

Bu âyette Allah Teâlâ'nm, muhtelif dinlere mensûb olan millet­lere; şeriatlar taşıyan elçiler göndermiş olması hasebiyle hükümlerde farklı, tevhîdde müttefik oldukları bildirilmektedir. Nitekim Buhârî'-nin Sahîh'inde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Biz peygamberler topluluğu, birbirinin kardeşiyiz.

Bizim dinimiz birdir. Bu ifâde, Allah'ın bütün elçilerini tevhîd esası üzere gönderdiğini ve peygamberlere indirilen her kitabın tevhidi getir­diğini göstermektedir. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurur : «Senden önce ne zaman bir peygamber gönderdikse mu­hakkak ona; Benden başka ilâh yoktur. Öyleyse Bana ibâdet edin, diye vahyetmişizdir.» (Enbiyâ, 25). Nahl sûresinde de şöyle buyurulur : «Biz, her ümmete; Allah'a ibâdet edin ve Tâğût'tan kaçının diye bir peygam ber göndermiştik.» (Nahl, 36). Şeriatların emir ve yasakları muhteliftir. Bir şey bu şeriatta haram iken, diğer şeriatta helâl olabileceği gibi, bu­nun aksi de olabilir. Bir şeriatta hafîf olan hüküm, diğer şeriatta şid­detlendirilir. Bunun sebebi, eşsiz hikmetin ve ezici hüccetin Allah Teâ-lâ'nın katında olmasıdır.

Saîd İbn Arûbe, Katâde'den «Sizden her biriniz için bir yol, bir şeriat kıldık.» ifâdesinin yol ve sünnet anlamına geldiğini söylediğini rivayet eder. Sünnetler muhteliftir. Sünnet; Tevrat'ta şeriat, İncil'de şeriat, Kur'an'da şeriat anlamına gelir. Allah bunlarda dilediğini helâl, dilediğini haram kılar. Bununla kimin kendisine itaat edip, kimin isyan ettiğini belirlemek ister. Allah'ın kabul ettiği yegâne din ise, peygam­berlerin hepsinin getirmiş olduğu tevhîd ve samimî kulluk dinidir.

Denildi ki; bu âyetin muhatabı, İslâm ümmetidir. Mânâsı da şöy­ledir : Ey İslâm ümmeti, Kur*an'ı sizin için bir şeriat, bir yol kıldık. Si­zin hepiniz ona uyarsınız. Kur'an'ı doğru maksadlara giden bir yol ve apaçık bir güzergâh olan bir sünnet kıldık.

İbn Cerir Taberî'nin, Mücâhid merhûm'dan naklettiğinin muh­tevası bundan ibarettir. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Bunun sahîh olduğunun delili; Allah Teâlâ'nın âyetin devamındaki «Şayet Allah di-leseydi sizi tek bir ümmet yapardı.» kavl-i celîl'idir. Eğer bu hitâb, İs­lâm ümmetine yöneltilmiş olsaydı; tek bir ümmet olan İslâm ümmetine «Şayet Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı.» buyurmazdı. Ak­sine bu hitâb, bütün milletlere yöneltilmiştir ve Allah Teâlâ'nın —diler­se— bütün insanları bir tek din, bir tek şeriat üzere yaratmaya gücünün yeteceğini bildirmektedir. Hak Teâlâ her peygambere, belirli bir yol koy­muştur. Sonra gelen peygambere gönderdiği buyrukla, bu hükümlerin bir kısmını neshetmiştir. Daha sonra kulu ve Rasûlü Muhammed (s.a.) e gönderdiği hükümle; diğer peygamberlerin risâletini neshetmiş ve onu bütün yeryüzü halkına peygamber olarak göndermiş, peygamberlerin de sonuncusu kılmıştır. Bunun için Allah Teâlâ «Şayet Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin sizi verdiği ile denemek istedi.» bu­yuruyor. Yani Hak Teâlâ muhtelif şeriatlar göndermiştir ki; gönder­diği hüküm ile kullarım tecrübe etsin. Kendisine itaat veya isyâri et­melerine göre, yaptıkları veya yapmak istediklerinde sevâb veya cezaya müstehak kılsın. Abdullah İbn Kesîr «Size verdiği ile» kavlinden maksad; kitâbdır, der, Kitâb ile Allah Teâlâ, hayırlara koşmayı teşvik ve tahrik ederek «Öyleyse hayırda yarış edin.» buyuruyor. Hayırda yarış, Allah'a itaat ve geçmiş şeriatları nesheden şeriata uymak ve Allah'ın son indirdiği kitâb olan Kur'an'ı tasdik etmektir. «Hepinizin dönüşü Allah'adır.» Ey insanlar, kıyamet günü dönüp varacağınız yer Allah'ın katıdır. «Size, ihtilâfa düştüğünüz şeyleri bildirecektir.» Haktan ayrılıp ihtilâf ettiğiniz konuları, size bildirecektir. Böylece doğrulukları nede­niyle sâdıkları mükâfata, inkârları nedeniyle hakkı yalanlayan kâfirle­ri de azaba nıüstehâk kılacaktır. Kâfirler, delil ve burhana dayanmadan kesin belgeler karşısında diretmektedirler. Erişilmez hüccetleri ve ezici delilleri yok sayarak haktan yüz çevirmektedirler. Dahhâk «Hayırda yarışın.» âyetinde; Muhammed ümmetinin kasdedildiğini söyler. An­cak önceki anlam daha belirgindir.

«Ve aralannda Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onlann heveslerine uyma.» Bu da yukarda geçen emri te'kîd ve emre aykırı davranışı ya­saklama içindir.

«Seni Allah'ın sana indirdiğinden vazgeçirmelerinden sakın.» Düş­manların yahûdîlerin, seni aldatıp da haktan çevirmelerinden kaçın. Çünkü onlar bazı hususlarda seni engelleyebilirler. Onlara aldanma. Çünkü onlar hâinler topluluğu, kâfirler güruhu ve yalancılardır. «Eğer yüzcevirirler.» Senin onların arasında verdiğin hükümden yüzcevirirler ve Allah'ın şeriatına muhalefet ederlerse; «Bil ki, bir kısım günâhları yüzünden Allah onlan cezalandırmak istiyor.» İyi bil ki; bütün bunlar, Allah'ın onlarla ilgili hikmeti ve kaderi gereğidir. Bu hikmet, onların üzerinde bulundukları dalâlet yolunda sürüklenmelerini ve geçmiş gü­nâhları üzere yürümelerini gerekli kılmıştır. «Gerçekten insanların bir çoğu fâşıklardır.» Rablanna itâattan dışarı çıkmışlar, hakka muhale­fet edip yüzçevirmişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîme'-de şöyle buyurur : «Her ne kadar özensen de insanların bir çoğu inanıcı değillerdir.» (Yûsuf, 103). Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurur; «Yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyacak olsan; seni Allah'ın yolundan saptırırlar.» (En'âm, 116).

Muhammed tbn İshâk der ki: Bize Muhammed tbn Ebu Muham­med... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiştir : Kâ'b İbn Esed, İbn Salûbâ, Abdullah İbn Sûryâ ve Şeys İbn Kays kendi aralarında konu­şarak; Muhammed'e varalım; belki onu dininden caydırırız, dediler. Hz, Peygambere gelip dediler ki: Ey Muhammed, sen bilirsin ki biz, Yahu­dilerin hahamları, seçkinleri ve efendileriyiz. Şayet biz sana uyacak olursak, bütün Yahudiler de bize uyarlar. Çünkü onlar, bize muhalefet edemezler. Bizimle milletimiz arasında bir düşmanlık olur da bu konu­da senin hükmüne başvurursak; sen onların aleyhinde ve bizim lehi­mizde hüküm verirsen, sana inanır ve seni doğrularız. Rasûlullah (s.a.) buna yaklaşmadı. İşte bu âyet, bu hâdise üzerine nazil oldu. îbn Cerîr ve îbn Ebu Hatim de bunu böyle rivayet ederler.

«Câhiliyet hükmünü mü istiyorlar? Ama yakın getiren bir kavim için, Allah'tan daha iyi hüküm veren kimdir?» Bütün hayırları ihtiva eden, bütün kötülükleri yasaklayan, uydurma heves ve arzulara meyil­den alıkoyan Allah'ın hükmünün dışına çıkanları Hak Teâlâ reddedi­yor. Kulların kendi elleriyle koydukları ve Allah'ın şeriatına dayanma­yan câhiliyyet hükümlerinin Sapıklıklarını ve bilgisizliklerini reddedi­yor. Bu sapıklıkları; kendi görüş ve hevesleri sonucu ortaya çıkardık­larını bildiriyor. Söz gelimi Tatarların, Cengiz Han diye bilinen kral­larından alınma krallık buyrukları vardır ve bununla hüküm verirler. Nitekim bu yasayı onlara kral koymuştur. (Yasa kelimesini müellif ya­sak .şeklinde kaydediyor.) Bu yasalar Yahûdî, Hıristiyan ve İslâm di­nine mensûb muhtelif milletlerden iktibas yoluyla tanzim edilmiş ka­nunlar topluluğudur. Ancak bu yasalar içerisinde birçoğu, Cengiz Han'ın mücerred görüş ve heveslerinden ibarettir. O bunu, çocukları için izle­nen bir hüküm haline getirmiştir ki; onlar, Allah'ın kitabından ve Rasû-lullah'm sünnetinden önce bu yasaya uyarlar. Onlardan böyle davra­nanlar kâfirdir, öldürülmeleri vâcibtir. Az veya çok hiçbir konuda Allah'tan başkasının hükmüne müracaat edilemez. Bunun için Allah Teâlâ; onlar, Allah'ın hükmünden vazgeçip câhiliyyetin hükmünü mü tercih ediyor ve istiyorlar? buyuruyor. Halbuki Allah'ın şeriatından da­ha adaletli hüküm verecek kim vardır? Allah'ın şeriatına inanıp yakîn ve bilgi sahibi olanlar; Allah'ın hüküm verenlerin en iyisi olduğunu, mahlûkatına karşı annenin çocuğuna merhametinden daha merha­metli davrandığını bilirler. Zîrâ Allah Teâlâ; her şeyi bilendir, her şeye kadir olandır, her şeyde âdil olandır.

İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Ebu Ubeyde en-Nâcî'den nakletti ki; o, Hz. Hasan'ın şöyle dediğini duydum demiştir: Allah'ın hükmünden başka bir hükümle hükmedenin hükmü, câhiliyyet hük­müdür. Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Ebu Necîh'ten nakleder ki; o, şöyle demiştir: Tâvûs'a, karşılıksız ikram konusunda çocuklarım arasında tercih yapayım mı? diye sorulduğunda; o, «câhiliyyetin hükmünü mü istiyorlar?» âyetini okumuş.

Hafız Taberânî der ki: Ahmed İbn Abdülvehhâb .. Abdullah îbn Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah'ın Rasûlü buyurdu ki: İnsanlar arasında Allah'ın en çok nefret ettiği kişi; İslâm'da câhiliyyet âdeti peşinde koşan ve haksız yere bir kişinin kanını talep edip akıtmak isteyendir. Buhârî bu hadîsi Ebu'l-Yemmân'dan kendi isnâdıyla aynı şekilde rivayet etmiştir.14

İzahı57

İzahı

51 — Ey îmân edenler, yahûdî ve hıristiyanlan dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. ^Sizden her kim ki, onları dost endinirse, o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez.

52 — Kalblerinde hastalık olanların; bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz, diyerek onlara koşuştuklarını görürsen; olur ki, Allah fetih verir veya katından bir emir getirir de onlar, içlerinde gizlediklerinden dolayı pişman olurlar.

53 — îmân edenler derler ki: Sizinle beraber oldukla­rına bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mı­dır? Amelleri boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan ol­muşlardır.

Ey İmân Edenler, Yahûdî ve Hıristiyanları Dost Edinmeyin. 58

Ey İmân Edenler, Yahûdî ve Hıristiyanları Dost Edinmeyin

Allah Teâlâ; mü'rain kullarını, Yahûdî ve Hıristiyanlan dost edin­mekten alıkoyuyor. Çünkü onlar, İslâm'ın ve müslümanların düşmanı­dırlar. Allah onları kahretsin. Ayrıca onların, birbirlerinin dostu olduk­larını da bildirmiştir. Ve onları dost edenleri tehdîd ederek şöyle buyu­ruyor : «Sizden her kim ki, onları dost edinirse; o da onlardandır.»

İbn Ebu Hatim der ki: Kesîr İbn Şihâb... İyâz'dan nakletti ki; Hz. Ömer; bir deride ne alınıp ne verildiğinin kendisine iletilmesini Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den istedi. Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin Hıristiyan bir kâtibi vardı. Ona istediğini götürdü. Hz. Ömer hayret ederek işte bu bekçi, dedi. Sonra sen Şam'dan gelmiş bir mektubu mescidde bize okuyabilir misin? dedi. O, bunu yapamayacağını bildirdi. Hz. Ömer, cünüp müdür? diye sordu. O, hayır, ama hıristiyan, dedi. Ebu Mûsâ el-Eş'arî der ki: Hz. Ömer bana kızarak baldırıma vurdu ve çıkarın şunu,dedi. Sonra da : «Ey îmân edenler, Yahûdî ve Hıristiyanlan dost edinmeyin...» âyetini okudu. Sonra Hasan İbn Muhammed der ki: Bize Osman İbn Ömer, Muhammed İbn Sîrîn'den nakletti ki; Abdullah İbn Utbe; siz­den biriniz farkına varmadan Yahûdî veya Hıristiyan olmaktan ka­çınsın, dedi. Muhammed İbn Şîrîn der ki: Biz, onun bu âyeti kasdet-t iğini sandık.

Ebu Saîd el-Eşecc, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; ona Hıris­tiyan araplarm kestikleri hayvanların durumu sorulduğunda; yeyiniz, demiş. Sonra Allah Teâlâ'nm : «Sizden her kim ki, onları dost edinirse, o da onlardandır.» buyurduğunu söylemiş. Ebu Zenâd'dan da aynı şe­kilde bir rivayet aktarılır.

«Kalblerinde hastalık olanların.» şek ve şüphe ve münafıklık olan­ların «onlarla dost olmaya çalıştıklarını», gizli açık onları arkadaş edindiklerini «görürsün.» Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz, di­yerek, dostluklarını şöyle te'vîl etmeye çalışırlar: Kâfirlerin müslü-manları yenmesinden endîşe ediyoruz, dolayısıyla Yahudilerin ve Hıris­tiyanların yanlarında müslümanların da adamları bulunmalıdır. Belki onlara faydaları dokunur, derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Belki Allah fetih verir» buyuruyor. Süddî, fetih kelimesiyle Mekke'nin fethi­nin kasdedildiğini söyler. Bir başkası ise; hüküm ve karâr anlamına gel­diğini bildirir. «Veya katından bir emir getirir.» Süddî bununla Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinen münafıklar; onların yanında bir şey bula­mayınca ve bir engeli telâfi edemeyince durumlarından pişmanlık du­yarlar. Onlarla dostluk, bozukluğun kendisidir. Çünkü onların duru­munu Allah, açığa vurmuştur ve dünyada mü'min kullarına bunu açık­ça bildirmiştir. Daha evvel durumları belli olmaksızın, işlerini gizlice çeviriyorlardı. Bunların durumları açığa çıkınca Allah Teâlâ, mü'min kullarına bunların hakkında açıklamalarda bulunmuş ve mü'minler de bu münafıkların mü'min görünmek için nasıl çalıştıklarına hayret et­mişlerdir. Onlar, yalan ve iftiraları apaçık olduğu halde, bu hususta yemîn ediyor, çeşitli yorumlara girişiyorlardı. Bunun için Hak Teâlâ «îmân edenler; sizinle beraber olduklarında, bütün işlerinde Allah'a yemîn edenler bunlar mı? derler. Amelleri boşa gitmiş ve hüsrana uğra­yanlardan olmuşlardır.» Kurrâ, bu âyetin başındaki vâv harfi üzerinde ihtilâf etmiştir. Cumhur, vavlı olarak okumaktadırlar. Bir kısmı vâvm başlangıç, edatı, bir kısmı da atıf edatı olduğunu belirtmektedirler. Me-dîne halkı ise vâvsız okumuşlardır. İbn Cerîr'in zikrettiğine göre; on­ların mushafmda şeklinde imiş. İbn Cüreyc de Mücâhid'den böyle nakleder.

Müfessirler; bu âyet-i kerîmelerin nüzul sebebi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Süddî der ki: Bu âyet, iki kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar Uhud harbinden sonra birbirlerine şöyle diyorlardı: Ben o Ya-hûdînin yanına giderim. Ona sığınır ve birlikte Yahûdî olurum. Belki bir hâdise veya tehlikeli bir durum ortaya çıkarsa; bana faydası doku­nur. Diğeri ise ben Şam'daki falan hıristiyanın yanına gider, ona sığı­nır ve yardım dilerim, diyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Ey îmân edenler, Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinmeyin...» âyetini indirdi. İkrime ise; bu âyetin, Ebu Lübâbe hakkında nazil olduğunu söyler. Ra-sûlullah (s.a.) onu Kurayza oğullarına elçi olarak gönderdiğinde; onlar, Muhammed bize ne yapacak? demişler, o da .eliyle boğazını göstererek, kesecek, demiş. îbn Cerîr şöyle rivayet eder. Denildi ki; bu âyet, Abdul­lah İbn Übeyy İbn Selûl hakkında nazil olmuştur. Nitekim İbn Cerîr Taberî der ki: Ebu Küreyb...\Atiyye İbn Sa'd'dan nakleder ki; o, şöyle demiştir. Ubâde tbn Sâmit, H&zrec okullarından bir kişiyi beraberine alarak Rasûlullah'm yanma geldi ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, benim Yahudilerden pek çok dostlanm var. Ben, Allah'a ve Rasûlüne sığınarak Yahudilerin dostluğundan kaçıyor, Allah ve Rasûlünü dost ediniyorum. Abdullah İbn Übeyy dedi ki: Ben, olacaklardan korkan bir adajnım. Bu sebeple dostlarımın dostluklarından uzaklaşmam. Bunun üzerine Ra-sûlullah (s.a.) Abdullah İbn Übeyy'e dedi ki: Ey Ebu Habbâb, Ubâde İbn Samit'e karşılık Yahudilerin dostluğunu tercîh edip te Ubâde İbn Sâmit'e karşı cimri davrandığı şey senindir, al onu. Abdullah İbn Übeyy kabul ettim, deyince; Allah Azze ve Celle bu âyet-i kerîme'yi inzal bu­yurdu.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Hennâd... Zührî'den şöyle dediğini nakleder : Bedir halkı yenilince, müslümanlar dostlan olan Yahudilere dediler ki: Allah, sizin başınıza da Bedir günü gibi bir gün getirmezden evvel Allah'a ve Rasûlüne îmân edin. Karşılık olarak Mâlik ibn Kays dedi ki; Kureyş'liler gibi savaş nedir bilmeyen bir topluluğu yenmeniz sizi gururlandırdı mı? Eğer biz, size karşı toplanarak azim ve karâr verirsek; o zaman bizim savaşımıza karşı sizin tarafınızdan hiçbir el bulunmayacaktır. Ubâde İbn Sâmit: Ey Allah'ın Rasûlü, benim Yahûdî dostlarım var. Onların silâhlan çok, nefisleri ve kuvvetleri fazlaymış. Ancak ben, Yahudilerin dostluğundan Allah ve Rasûlüne sığınırım. Benim Allah ve Rasûlünden başka dostum yoktur. Abdullah îbn Übeyy dedi ki: Ben, Yahudilerin dostluğundan başkasına sığınmam. Çünkü onlara muhtaç olan bir adamım. Rasûlulah (s.a.) buyurdu ki: Ey Ebu Habbâb, Ubâde İbn Sâmit'e karşılık seçtiğin yahûdîlerin dostluğunu görüyor musun? Al onu, dedi. Abdullah îbn Übeyy; öyleyse kabul ede­rim, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîme'yi inzal bu­yurdu.

Muhammed İbn İshâk der ki: Yahudilerden Rasûlullah'la olan anlaşmalarını ilk bozan kabile, Kaynûka oğullandır. Âsim İbn Ömer İbn Katâde'nin bana naklettiğine göre; Rasûlullah (s.a.) onları kuşatmıştı da en sonunda onlar, Rasûlullah'ın emrine boyun eğmişlerdi. Hz. Peygamber onları mağlûb edince, Abdullah îbn Übeyy İbn Selûl kalkarak; ya Muhammed, benim dostlarıma iyi davran, dedi. Çünkü Kaynûka oğulları, Hazreclilerin müttefikiydi. Rasûlullah (s.a.) ona doğru eğildi. O; ey Muhammed, benim dostlarıma iyi davran, dedi. Hâkim der ki: Rasûlullah (s.a.) ondan yönünü döndürdü. Abdullah İbn Übeyy elini Rasûlullah (s.a.) m zırhının cebine soktu. Rasûlullah (s.a.) bırak beni dedi ve kızdı. Öyle ki, yüzünde gölgeler belirdi. Sonra, yazıklar olsun sana, bırak beni, dedi. Abdullah İbn Übeyy; hayır, Allah'a andolsun ki, benim dostlarıma, iyi davranıncaya kadar seni bırakmam, dedi. Dört-yüz zırhsız, üçyüz zırhlı beni siyah ve kırmızıya karşı korudular. Sen onları bir sabahta bîtirip tüketecek miydin? Ben, olacaklardan korkarım, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onlar senin olsun, dedi.

Muhammed İbn İshâk der ki: Ebu İshâk İbn Yessâr Ubâde İbn Sâmit'in oğlu Velîd'in oğlu, Ubâde'den nakletti ki; Ubâde İbn Sâmit şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.) Kaynûka oğullarıyla savaşa tutuşunca; Abdullah İbn Übeyy onlarla ilgilendi ve önlerine durdu. Ubâde İbn Sâ­mit, Rasûlullah (s.a.) in yanına doğru yürüdü. Avf İbn Hazrec oğullan, Abdullah İbn Übeyy gibi Kaynûka oğullarının müttefikiydiler. Ubâde îbn Sâmit, Rasûlullah'm huzurunda onların ittifakını reddederek; Al­lah ve Rasûlüne durumlarım bildirdi ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, onların ittifakından Allah ve Rasûlüne güvenirim ve Allah ve Rasûlü ile mü'minlerin dostluğunu kabul eder, kâfirlerin dostluk ve ittifakların­dan uzaklaşırım. İşte bu âyet-i kerîme, Ubâde îbn Sâmit ile Abdullah İbn Übeyy hakkında nazil olmuştur.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize fcuteybe İbn Saîd... Üsâme İbn Zeyd'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, Hz. Peygamberle birlikte Abdullah îbn Übeyy'in ziyaretine gittim, Rasûlullah (s.a.) ona; seni yahûdîlerin övgüsünden nehyetmiştim, dedi. Abdullah İbn Übeyy: Es'ad İbn Zürâre onlara kızardı, (bu sebeple) öldü, dedi. Ebu Dâvûd da aynı şekilde Muhammed İbn îshâk'm hadîsinden bu olayı nakleder.15

İzahı59

İzahı

54 — Ey îmân edenler; içinizden her kim; dininden dönerse; Allah'ın sevdiği ve onların da O'nu sevdikleri, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı zorlu bir kavim getirir. Allah yolunda cihâd ederler, hiç bir yerenin yermesinden korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lutfudur. Onu dilediğine verir. Allah vâsi'dir, Alîm'dir.

55 — Sizin dostunuz yalnız Allah, O'nun Rasûlü ve namaz kılan, zekât veren, rükû' edenlerdir.

56 — Her kim ki Allah'ı, peygamberini ve mü'minleri dost edinirse; muhakkak ki gâlib gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır.

Allah'ın Sevdiği Kavim ve Özellikleri59

Allah'ın Sevdiği Kavim ve Özellikleri

Allah Teâlâ yüce kudretini haber yererek, kendi dinini destekle­mekten ve şeriatını yerleştirmekten uzaklaşanların yerine, onlardan daha hayırlı, daha güçlü ve daha doğru yolda bir kitle getirileceğini bil­diriyor. Nitekim başka sûrelerde de şöyle buyurmaktadır : «Eğer ondan yüz çevirirseniz; sizi ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bir kavmi yerine getirir.» (Muhammed, 38). Bir başka âyette ise şöyle buyurur : «Ey insanlar, Allah dilerse; sizi götürür ve yerinize başkalarını getirir. (Nisa, 133). İbrâhîm sûresinde de şöyle buyurur : «Allah dilerse sizi gö­türür ve yeni bir yaratık getirir. Bu, Allah için hiç de zor değiîciir.» (İbrâhîm, 19-20). Burada da; «Kim dininden dönerse; Allah'ın sev­diği ve onlann da O'nu sevdikleri; mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâ­firlere karşı zorlu bir kavim getirir.» buyuruyor. Muhammed İbn Kâ'b, bu âyetin Kureyş'li seçkinler hakkında nazil olduğunu söyler. Hasan el-Basrî de bu âyetin, Hz. Ebubekir zamanındaki mürtedler hakkında nazil olduğunu söyler. Hasan el-Basrî der ki: Buradaki «Allah'ın sev­diği ve onların da O'nu sevdikleri» âyetinden maksad; Hz. Ebubekir ve arkadaşlarıdır. İbn Ebu Hatim rivayet eder ki: Ebu Bekr İbn Ayyâş'm bu kimselerin Kadîsiyye savaşma katılanlar olduğunu söylediğini duy­muş. Leys îbn Ebu Selîm de Mücâhid'den; bunların Sebe1 kavmi oldu­ğunu bildirdiğini, nakleder.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; burada sözü edilen kavim, Yemen'de bir topluluktur. Sonra Kinde'li, sonra da Sekûn hanedanından kimselerdir. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Câbir İbn Abdullah'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) a bu âyet-i kerîme sorulduğunda; o, bunlar Yemen'-den, sonra Kinde'den, sonra Sekûn'dan bir topluluk, sonra da bu davete icabet eden kimselerdir, buyurmuş. Bu hadîs cidden garîbtir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ömer... Semmâk'ten nakletti ki; o, İyâz'm Eş'arî'den; bu âyet-i kerîme nazil olunca Rasûlullah (s.a.) onlar işte bu kavimdir, dediğini duydum, demiştir. Bunu İbn Cerîr Şu*be'nin hadîsinden aynı şekilde rivayet eder.

«Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu bir kavim.» Bunlar kâmil mü'minlerin sıfatlarıdır. Mü'min; kardeşine ve dostlarına karşı mütevâzî'dir. Düşmanlarına karşı da onurlu olmalıdır. Nitekim Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Muhammed; Allah'ın Rasûlüdür. O'nunla beraber olanlar kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler.» Rasûlullah'm sıfatı anlatılırken de; o'nun mütebessim fakat öldürücü olduğu söylenmiştir. Yani dost­larına karşı güleç yüzlü, düşmanlarına karşı öldürücüdür.

«Allah yolunda cihâd edenler, hiçbir yerenin yermesinden korkmaz­lar.» Allah'a itaat ve Allah düşmanını öldürme; Allah'ın hadlerini uy­gulama ve ma'rûfu emredip münkeri reddetme konusunda hiç kimse onları alıkoyamaz, geri döndüremez ve onlar, kınayıcmm kınamasına da önem vermezler.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; Bize Affân Hz. Ebu Zerr (r.a.) den nakletti ki; o, şöyle demiş : Benim dostum Allah'ın Rasûlü, bana yedi şeyi emretti: Miskinleri sevmeyi ve onlara yaklaşmayı. Benden daha aşağıda olanlara bakmamı bana emretti. Benden daha yukarda olanlara bakmamamı emretti. Yakınlarım —benden yüzçevirseler de— sıla-i rahm yapmamı emretti. Acı da olsa hakkı söylememi emretti. Allah için hiçbir kınayanın kınamasından endîşe etmememi emretti. Çok çok «la­havle ve lâ kuvvete illâ billah» dememi emretti. Doğrusu bunlar, arş'ın altındaki hazînelerdir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Muğîre... Ebu Müsen-nâ'dan nakletti ki; Hz. Ebu Zerr (r.a.) şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) beş konuda benden bîat aldı. Yedi konuda benden ahid aldı ve dokuz konuda da benim için Allah'ı şâhid tuttu. Ben hiçbir kınayanın kınama­sından korkmam. Ebu Zerr der ki: Rasûlullah (s.a.) beni çağırdı ve bîat eder misin? Karşılığı sana cennet olsun, dedi. Ben, evet, dedim. Ve elimi o'na doğru uzattım. Rasûlullah (s.a.) bana insanlardan bir şey istememek şartını koşunca; peki, dedim. Kamçın düşse onu da isteme, dedi. Yani in ve onu sen al, dedi.

Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Muhammed îbn Hasan, Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Dikkat edin, insanların korkusu, sizden birinizi gördüğü veya sahip olduğu hakkı söy­lemekten alıkoymasın. Çünkü hakkı söylemek veya önemli bir şeyi hatırlamak ne kişinin rızkını uzaklaştırır, ne de ecelini yaklaştırır. Bunu Ahmed İbn Hanbel münferid olarak rivayet etmiştir.

Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdürrezzâk... Ebu Saîd el-Hudrî'­den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Allah için sizden biriniz bir şeyi görüp de kendi nefsini hakîr ve hor kılarak söylenecek sözü söylemezlik etmesin. Çünkü ona kıyamet gününde şöyle ve şöyle demekten seni alıkoyan neydi? denir. O, insanların korkusudur, deyince Allah Teâlâ; Benden korkmana daha çok lâyıktım, der. İbn Mâce de bunu A'meş kanalıyla Amr İbn Mürre'den rivayet eder.

Ahmed İbn Hanbel ve İbn Mâce, bu hadîsi Abdullah İbn Abdurrah-nıân kanalıyla, Ebu Saîd el-Hudrî'den naklederler. Buna göre; Rasû­lullah (s.a.) şöyle buyurur : Allah Teâlâ; kıyamet günü kulunu sorguya çeker. Nihayet ona der ki: Evet ey kulum, sen bir kötülüğü görmüş, ona engel olmamışsın değil mi? Allah Teâlâ kulunun delilini kendisine gösterdiği zaman; O, evet, Rabbım Sana dayandım, ama insanlardan korktum, der. Sahîh hadîste vârid olur ki; Rasûlulah (s.a.) şöyle buyur­muş : Mü'minin kendi nefsini horlaması uygun değildir. Orada bulu­nanlar; mü'min, kendi nefsini nasıl horlar ey Allah'ın Rasûlü? diye sor­dular. Hz. Peygamber dayanamayacağı musibetlere dayanır, buyurdu.

«Bu, Allah'ın bir lutfudur. Onu dilediğine verir.» Bu sıfatlarla mut-tasıf olmak, Allah'ın kullarına bir lutfu ve tevfîkidir. Allah onu diledi­ğine lütfeder. «Allah, Vasi'dir, Alîm'dir » Lutfu geniş ve bu lutfa kimin lâyık olup kimin lâyık olmadığım en iyi bilen O'dur.

«Sizin dostunuz yalnız Allah, O'nUn Rasûlü ve namaz kılan, zekât veren, rükû' edenlerdir.» Yahudiler, sizin dostunuz değildir. Sizin dost­luğunuz Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere mahsûstur. Mü'minlerden bu niteliklere sahip olanlar; namazlarını kılarlar. Çünkü bu, İslâm'ın en büyük rüknüdür ve. ibâdet yalnız ve yalnız Allah'a mahsûstur. Kulların hakkı olan ve güçsüzleri desteklemek için konulmuş bulunan zekâtı ve^ rirler. Bazıları «Rükû' edenler» kavlinin hal cümlesi olduğunu vehmet-mişlerdir. Bu ifâdenin, zekât verenlerin hali olduğu sanılmaktadır. Eğer durum böyle olsaydı; rükû' halinde zekât vermek, diğer hallerden daha üstün olurdu. Çünkü bu halde zekât, öğülmüş bir davranış olurdu. Bi­zim bildiğimiz fıkıh imamlarından hiçbirisi böyle bir şey söylememiştir. Hattâ bazıları bu konuda Ebu Tâlib oğlu Ali'den bir hadîs rivayet eder­ler ve derler ki: Bu âyet, onun hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki; o rükû'da iken'bir dilenci gelmiş, Hz. Ali bu dilenciye yüzüğünü vermiş. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Rebî' İbn Süleyman... Utbe İbn Ebu Hâ-tim'den nakletti ki; bu âyette bahis mevzuu olanlar; mü'minler ve Ebu Tâlib oğlu Ali'dir. Ebu Saîd el-Eşecc... Seleme'den nakletti ki; o, şöyle demiştir: Hz. Ali, rükû'da iken yüzüğünü sadaka olarak verdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i celîle nazil oldu. İbn Cerîr der ki: Bana Haris, Gâlib İbn Ubeydullah'tan nakletti ki; o, Mücâhid'in bu âyet konusun­da şöyle dediğini işitmiş : Bu âyet, rükû'da iken sadaka veren Ebu Tâlib oğlu Ali hakkında nazil olmuştur. Abdürrezzâk da der ki: Bize Abdül-vehhâb... İbn Abbâs'tan nakletti ki; bu âyet-i kerîme, Ebu Tâlib oğlu Ali hakkında nazil olmuştur. Ancak burada râvî olarak yer alan Abdül-vehhâb İbn Mücâhid, hüccet olarak kabul edilmez.

îbn Merdûyeh der ki: Süfyân es-Sevrî... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ebu Tâlib oğîu Ali ayakta namaz kılıyordu. Rükûa gittiğinde, bir dilenci geldi. Hz. Ali dilenciye yüzüğünü verdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Burada râvî olarak yer alan Dahhâk, Abdullah İbn Abbâs'la karşılaşmamıştır. îbn Merdûyeh ayrıca Muhammed İbn Saîd kanalıyla —ki bu zât metruk bir râvîdir— Abdul­lah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber namaz kılmak için mescide gitti. İnsanlardan bir kısmı rükû'da, bir kısmı secde­de, bir kısmı kıyamda, bir kısmı da celsede idi. Bir miskin de dileni­yordu. Rasûlullah (s.a.) içeri girince; dilenciye kimse sana bir şey verdi mi? diye sordu. Dilenci; evet, verdi deyince, kimdir o? dedi. Dilenci, ayakta duran o adam, dedi. RasûUülah, hangi haldeyken sana onu ver­di? deyince; o rükû'da iken, dedi. Bu kişi, Ebu Tâlib oğlu Ali idi. Rasû-lullah (s.a.) bunun üzerine tekbîr getirerek, şöyle buyurdu: Her kim ki, Allah'ı, peygamberini ve mü'minleri dost edinirse; muhakkak ki gâlib gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır. Bu isnâd pek beğenilmez.

Ayrıca İbn Merdûyeh, bizzat Ali İbn Ebu Tâlib'in Ammâr İbn Yâ-sir'in ve Ebu Râfi'in kendi hadîslerinden de bu rivayeti nakleder. Fakat bunların hiçbirisi, sahîh değildir. Çünkü isnâdları zayıf, râvîleri câhil­lerdir, îbn Merdûyeh kendi senediyle Nu'mân İbn Mihrân'dan nakleder ki; Abdullah İbn Abbâs, bu âyet-i kerîme mü'minler ve onların başında Ebu Tâlib oğlu Ali hakkında nazil olmuştur, demiştir.

îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Hennâd... Ebu Ca'fer'den nakletti ki; ben, ona «Sizin dostunuz yalnız Allah, O'nun Rasûlü ve namaz kılan, zekât veren, rükû' edenlerdir.» âyetini sordum ve îmân edenler kim­lerdir? dedim. O îmân etmiş olanlardır, dedi. Bize ulaştığına göre; bu âyet, Ebu Tâlib oğlu Ali hakkında nazil olmuştur. Çünkü Ali, îmân etmiş olanlardandı. Esbât ise Süddî'den naklen bu âyetin, bütün mü'­minler hakkında nazil olduğunu söyler. Ancak Ebu Tâlib oğlu Ali'ye rükû'da iken bir dilenci gelmiş. O da dilenciye yüzüğünü vermiş. Ali İbn Ebu Taîha, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; kim müslüman olursa Allah'ı, Rasûlünü ve îmân edenleri dost edinmiş olur. Bu hadîsi İbn Cerîr Taberî rivayet eder.

Yukarda zikrettiğimiz hadîslerde vârid olduğu gibi; bütün bu âyet­ler Yahudilerle sözleşmesinden uzaklaşarak, Allah'ın, Rasûlünün ve mü­minlerin dostluğunu tercih eden Ubâde İbn Sâmit (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Bunun için Allah Teâlâ âyetin devamında «Her kim ki Al­lah'ı, peygamberini ve mü'minleri dost edinirse; muhakkak ki gâlib gelecek olanlar, Allah'ın taraftârlandır.» buyuruyor. Nitekim Mücâdile sûresinde de şöyle buyurmaktadır : «Allah; andolsun ki Ben ve peygam­berlerim üstün geleceğiz, diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, Azız'dir. Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kavmin —babalan veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile— Allah'a ve peygam­bere karşı gelenlere sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, îmânı onların kalblerine yazmıştır, katından bir nûr ile onları desteklemiştir. Onları altından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah, onlardan hoşnûd olmuştur. Onlar da, Allah'tan hoşnûd ol­muşlardır. Ve bunlar, Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki; felaha erenler, Allah'tan yana olanlardır.» (Mücâdile, 21-22).

Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerin dostluğuna rızâ gösteren her­kes, dünya ve âhirette felaha ermiştir. Bunun için Allah Teâlâ «Her kim ki, Allah'ı, peygamberini ve mü'minleri dost edinirse; muhakkak ki gâ-lib gelecek olanlar; Allah'ın taraftârlarıdır.» buyurmuştur.16

İzahı61

İzahı

Bu vasıfla nitelenenlerin, kimler olduğu konusunda ihtilâf edilmiş­tir. Bunların, mürtedlerle savaşan Hz. Ebubekir ve arkadaşları olduğu söylenmiştir. Bu görüş Hasan, Katâde ve Dahhâk'dan menkûldür. Ba­zıları da bunların, ansâr olduğunu söylemiştir ki, bu görüş Süddî'den menkûldür. Yemen halkı olduğu söylenmiştir ki; bu görüş, Mücâhid'-den menkûldür.. Mücâhid der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Yemen halkı, kalbleri en yumuşak ve gönülleri en mülayim olan halk­tır, îmân Yemen'dendir, hikmet Yemen'dendir. İyâz İbn öanem el-Eş'arî der ki: Bu âyet nazil olduğunda Rasûlullah (s.a.), Ebu Mûsâ el-Eş'arî'yi îmâ ederek dedi ki; onlar, şunun kavmidir. Denildi ki; bunlar, İran'lı-lardır. Rivayete göre, Hz. Peygambere bu âyet sorulduğunda, elini Sel-mân el-Fârisî'nin omuzuna vurarak işte bu onun akrabalarıdır, demiş. Sonra; eğer din, Süreyya yıldızına asılmış olsaydı, ona İran'lı çocuklar­dan pek çok kişi ilk önce ulaşırdı, buyurmuş. Denildi ki; burada söz konusu edilenler, Mü'minlerin Emîri Ali ve arkadaşlarıdır. Onlar, dö­neklerle ve karşı çıkanlarla savaştıkları zaman bu vasfı kazanmışlar­dır. Bu rivayet Ammâr, Huzeyfe ve İbn Abbâs'tan menkûldür. Ebu Ca'-fer ve Ebu Abdullah'tan da rivayet edilen budur. Hz. Peygamberin, Hz. Ali'yi âyette zikredilen sıfatlarla tavsif etmesi de, bu görüşü destek­lemektedir... Denildi ki: Âyet umûmîdir. Kıyamete kadar bu hasletleri toplayan herkese şâmildir. Ali İbn İbrâhîm İbn Hâşim der ki: Bu âyet, ümmetin mehdisi ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Âyetin baş tarafı, Hz. Muhammed'in ehline zulmeden, öldüren ve haklarını gasb edenlere hitâb etmektedir.17

Gerçek Sevgi61

Gerçek Sevgi

Bize Seyyid Ebu'1-Hamd Mehdi İbn Nizâr el-Hasanî... A'meş kana­lıyla İbâye İbn Reb'î'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Abdullah İbn Ab-bâs, zemzem kuyusunun etrafında oturduğu sırada Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki, dediği sırada başı sarıkla bürülü bir adam çıkageldi. İbn Abbâs; Rasûlullah dedi ki; diye söze başladığında adam da aynı sözleri tekrarlıyordu. İbn Abbâs dedi ki; Allah adına sorarım sana kimsin? Adam sarığını yüzünden çıkardı ve şöyle dedi: Ey insanlar, beni tanı­yan tanır, tanımayana da kendimi ben tanıtacağım. Ben, Bedir'li Cün-deb İbn Cünadî Ebu Zerr el-Ğıfârî'yim. Ben, Rasûlullah'ı kulaklarımla dinledim. Yoksa kulaklarım sağır olsun. Şu gözlerimle gördüm, diyordu ki; iyilerin önderi, kâfirlerin katili, kendisine yardım edenlerin muzaf­fer olduğu, kendisini horlayanların rezîl olduğu kişiye sesleniyordu. Ben, Hz. Peygamberle bir gün öğle namazını 1 İdim. Bir dilenci mescidde o'ndan bir şey istedi, kimse dilenciye bir şey vermedi, dilenci elini göğe kaldırdı ve dedi ki: Allah'ım şâhid ol, ben Rasûlullah'ın mescidinde bir şey istedim, kimse bana bir şey vermedi. Hz. Ali rükû'da idi, sağ elinin parmağını işaret etti. Bu parmağında yüzüğü vardı. Dilenci geldi ve Hz. Ali'nin parmağındaki yüzüğü aldı. Bu olay, Rasûlullah (s.a.) m gözünün önünde cereyan ediyordu. Hz. Peygamber namazını bitirince, başını göğe kaldırdı ve dedi ki: Allah'ım, kardeşim Mûsâ Senden istedi ve şöyle dedi: «Rabbım bana göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz, sözümü anlasınlar. Ailemden birini bana vezîr kıl, du kişi kardeşim Hârûn olsun, onunla gücümü pekiştirir ve işimde ondan yar­dım alırım.» Bunun üzerine, Hz. Peygambere sözlü bir Kur'an indi ve buyurdu ki: Kardeşinle senin havzunu kuvvetlendireceğiz. Ve ikinize hükümdarlık vereceğiz, size hiç bir şey ulaşmayacak. Allah'ım ben de Senin peygamberin ve seçkin kulun olan Muhammed'im. Allah'ım göğ­sümü aç, işimi kolaylaştır ve ailemden Ali'yi bana vezîr kil, sırtımı onun­la pekiştir, dedi. Ebu Zerr der ki; Allah'a and olsun ki, Hasûlullah (s.a\) sözünü daha tamamlamamıştı ki, Cebrail Allah katından gelerek ey Mu-hammed oku, dedi. O ne okuyayım, deyince; -Cebrail, «sizin velîniz ancak Allah, Rasûlü ve îmân etmiş olanlardır...» (Mâide, 55-56) âyetlerini oku, dedi. Bu haberi Ebu İshâk es-Sa'lebî, tefsirinde aynı isnâdla rivayet eder. Ebu Bekr er-Râzî'nin, Ahkâm el Kur'an kitabında; Mağribî'nin rivaye­tine göre, Rûmmânî ve Taberî de derler ki: Bu âyet, Hz. Ali'nin rükû'da iken yüzüğünü sadaka olarak vermesi üzerine, onun hakkında nazil ol­muştur. Bu, Mücâhid ve Süddî'nin görüşüdür. Ebu Ca'fer, Ebu Abdullah ve Ehl-i Beyt İmamlarının hepsinin görüşü de böyledir. Kelbî der ki; bu âyet, Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları müslüman olduklarında yahûdüerle dostluklarını kopardılar, bu sebeple onlar hakkında nazil olmuştur. Atâ'nın rivayetinde Abdullah İbn Selâm demiş ki: Ey Al­lah'ın Rasûlü, ben Ali'nin rükû'da iken yüzüğünü tasadduk ettiğini gördüm, biz onu dost ediniyoruz. Bu olayı bize Seyyid Ebu'1-Hamd... Ebu Salih'e ulaşan merfû' ve muttasıl bir isnâd ile Abdullah İbn Ab-bâs'dan nakletmiştir. İbn Abbâs der ki: Abdullah İbn Selâm ve bera­berinde Hz. Peygambere îmân etmiş olan bir topluluk, huzûr-u nebe-vî'ye geldiler ve dediler ki: Bizim evlerimiz uzaktır. Bu meclisten başka meclisimiz ve konuşacak yerimiz yoktur. Kavmimiz, bizim Allah'a ve Rasûlüne inandığımızı ve onu tasdîk ettiğimizi görünce bizi terk ettiler. Bizi aralarında oturtmamak, kendileriyle evlendirmemek ve bizimle konuşmamak üzere söz birliği ettiler, bu bize zor geliyor. Hz. Peygamber buyurdu ki: «Sizin dostlarınız, ancak Allah ve Rasûlüdür...» âyetini sonuna kadar okudu. Sonra mescide geldi, halk kıyamda ve rükû'da du­ruyordu. Gözüne bir dilenci ilişti. Hz. Peygamber; sana bir şey veren oldu mu? diye sordu. O da evet, gümüşten bir yüzük dedi. Rasûlullah (s.a.) : Onu sana kim verdi? diye sordu. Adam; işte, o ayakta duran, dedi ve eliyle Hz. Ali'yi gösterdi. Hz. Peygamber, hangi haldeyken onu sana verdi? diye sorunca; adam, rükû'da iken verdi, dedi. Hz. Peygam­ber, tekbîr getirerek hemen bu âyeti okudu. Bu sırada Hassan İbn Sabit şu şiirini inşâd etti:

Ey Ebu Hasan canım ve arzularım sana feda olsun. Her hidâyette koşan ve yavaş giden de Senin mürekkebli öğütlerin kaybolur mu hiç. Tanrı katında medih kaybolacak değildir. Sensin o, ki rükû'da iken zekât verdin, Canım sana feda olsun ey rükû' edenlerin en hayırlısı. Allah, senin hakkında en hayırlı velayeti indirdi. Ve şeriat kitâblarının en övülmüşünde onü tesbît etti.

Bu âyet-i kerîme, peygamberden sonra fasılasız olarak Hz. Ali'nin imametinin sahîh olduğunun en açık delillerindendir. Bunun tesbît şekli şöyledir : Sizin velîniz, lafzı; işlerinizi en iyi idare eden ve itaat etmeniz gereken, anlamınadır. Bu husus, sabit olduğuna ve îmân eden­lerden maksadın da Hz. Ali olduğu sabit olduğuna göre, nass'ın Hz. Ali'nin imametini gösterdiği de sabit olur. Ve bu nokta açıklık kaza­nır. Birinciye delâlet eden husus, lügata bakmaktır. Kim lügati araş-tınrsa bilir ki; halk, bu konu üzerinde karar kılmıştır. Lügat ehlinin bu konudaki görüşlerini daha önce zikrettik, tekrarına gerek yok. Son­ra âyetin bunu ifâde edip başkasını ifâde etmediğine delâlet eden bir

husus da şudur; âyette geçen, ancak anlamına gelen lafzı tahsisi gerektirir ve zikredilenlerin dışındakilerden bu hükmü nefye-der. Meselâ; fesahat, ancak câhiliyet devrinde vardı, denildiği zaman, diğerlerinde fesahatin bulunmadığı kasdedilir. Bu husus kesinlik ka­zandığına göre; velî lafzının, dinde dostluk ve mahabbet anlamına alınması caiz olmaz. Çünkü bu mânâda, bir mü'minin diğer mü'mine tahsis edilmesine gerek yoktur. Zîrâ bu mânâda bütün mü'minler müşterektir. Nitekim Allah Teâlâ; «erkek mü*minlerle kadın mü'min-ler birbirlerinin dostlarıdır» buyurmuştur. Bu şekilde hami edilmesi caiz olmadığına göre; sadece bir başka şekil kalmış oluyor ki; o da me­seleleri araştırmak ve halkın itaat etmesinin farz olmasını gerektiren hususları incelemektir. Bu lafzın, ancak iki şekle hami edilmesi müm­kündür. Birincisi bâtıl olduğuna göre, ikincisi sabit demektir. îmân edenler lafzından maksadın Hz. Ali olduğuna, âyetin nüzul sebebiyle ilgili genel ve özel yollardan vârid olan rivayetler delâlet etmektedir. Daha önce rükû' halinde yüzüğünü sadaka olarak vermesi üzerine bu âyetin indiği açıklanmıştır. Zîrâ velî lafzıyla kasd edilen hususun; tâat ve imametin farz olduğuna rücû' ettiğini söyleyen herkes bunu âyet­ten kasd edilen anlam olarak söylemişlerdir. Ümmetten hiç bir kimse bu lafzın, bizim zikrettiğimizi gerektirdiğini ve bu mânânın başka an­lama gelebileceğini söylememiştir. Hiç bir kimse, îmân etmişler lafzı­nın cemî' olduğunu, tek başına kimseye yönlendirmenin caiz olmadı­ğım ifâde etmemiştir. Zîrâ lügat ehli cemî' lafzıyla, ta'zîm ve tefhîm için teki ifâde ederler. Bu husus lügatçılara göre, delili gerektirmeye­cek kadar açıktır. Ve yine hiç kimse onlar rükû' ederler, kavli ile bu rükû' onlann âdet ve alışkanlıklarıdır diyemez, ayrıca bu zekât veren­lerden de hal olamaz...18

O, onları sever, onlar da O'nu severler; Kulların Rablarını sevme­leri, O'na itaat edip hoşnûdluğunu gözetmeleridir. Gazabını ve ceza­sını gerektiren fiilleri yapmamalarıdır, Allah'ın kullarını sevmesi ise; onların kendisine itaat edip ta'zîm ve hamd-ü sena ederek razı olmasini sağlamaları üzerine en güzel sevâbla mükâfatlandırmaktır. İnsan­ların en bilgisizi ve en çok ilim düşmanı olan, ilim ehline ve şeriata en çok kin besleyen ve her ne kadar onlar gibi câhil ve beyinsizlerin yanında bir yol sahibi oldukları kanâati bulunsa; yol bakımından en çirkini olan yapmacık, sun'î ve yünden (sûf) elbiseler giyen fırkalar­dır. Onların mahabbet ve aşk diye edindikleri dinler; Allah'ın harâb edesi kürsîlerinde seslendikleri teğannîleri, Allah'ın yıkası yerinde şe-hîdler adını verdikleri kişiler gibi gazel okuyarak raks ettikleri me­kânlarda Musa'nın Tûr dağının yerinden oynaması sırasındaki sarsın­tısından çok uzak olan sarsılmalarında söyledikleri ve inandıklarına gelince; Allah, onların söylediklerinden bütünüyle yüce ve münezzeh­tir. Onların ifâdelerinden uzaktır. Nasıl O, zâtı ile onları severse onlar da O'nun zâtını sevdiklerine dâir sözlerinden münezzehtir. Buradaki zamîr zâta râcîdir, sıfatlara değil. Onlara göre sevginin şartı, sevgi sarhoşluğuna tutulmaktır. Eğer böyle olmazsa gerçek sevgi olmaz.19

57 — Ey îmân edenler, sizden önce kendilerine kitâb verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfir­leri dost edinmeyin. Eğer mü'minler iseniz Allah'tan kor­kun.

58 — Birbirinizi namaza çağırdığınızda; onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların gerçekten akıl edemez bir topluluk olmalarındandır.

Kâfirleri Dost Edinenler63

Kâfirleri Dost Edinenler

Bu âyet-i kerîme'de; İslâm'a düşman olan ehl-i kitâb ve müşrik­lerle dostluk kurmanın menfur bir durum olduğu anlatılıyor. Onlar ki, amel saliblerinin yaptıkları en güzel ameli, evet dünyevî ve uhrevî bütün hayırları ihtiva eden tertemiz, sapasağlam İslâm'ın hükümlerini alay konusu ederler. Kendi soğuk fikirleri, fâsid görüşleri muvace­hesinde bu hükümleri oyuncak gibi telâkki edip onlarla oynarlar. Şâi­rin dediği gibi:

Nice doğru sözü kınayanlar vardır ki;

Sakat anlayışlardır onların âfeti.

(Bu, şâir Mütenebbî'nin bir beytidir.)

«Sizden önce kendilerine kitâb verilenler de.» Buradaki beyân edatıdır. Cinsi açıklamak içindir... Kâfirlerden maksad da müş­riklerdir. İbn Cerîr'in rivayet ettiğine göre Abdullah İbn Mes'ûd bu âyeti:

«Sizden önce kendilerine kitâb verilenlerden dininizi alay ve eğlence­ye alanları ve şirk koşmuş olanları dost edinmeyin.» şeklinde okumuş­tur.

«Eğer mü'minler iseniz Allah'tan korkun.» Allah'tan korkun da; sizin ve dininizin düşmanı olan bu kişileri dost edinmeyin. Eğer bun­ların alay ve eğlence konusu yaptıkları Allah'ın şeriatına îmân eden kimseler iseniz. Nitekim Allah Teâlâ Âl-i İmrân sûresinde de şöyle bu-yuruyordu : «Mü'minleri bırakıp, kâfirleri dost edinmesinler. Kim böy­le yaparsa; Allah katında bir değeri yoktur. Ancak onlardan sakınma­nız hali müstesnadır. Allah sizi kendisiyle korkutur. Dönüş Allah'adır.» (Âl-i İmrân, 28).

«Birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlenceye alırlar.» Aynı şekilde siz birbirinizi, akıl sahiplerinin yapabileceği amel­lerin en faziletlisi olan namaza çağırdığınız zaman; onu, alay ve eğlen­ce konusu yaparlar. «Bu, onların gerçekten akıl edemez bir topluluk olmalarındandır.» Onlar, Allah'a ibâdeti ve Allah'ın .şeriatına uyma-'nın mânâsını kavrayamamışlardır. Bu, şeytânın peşinden gidenlerin sıfatıdır. Onlar, ezanı işittikleri zaman; ezan sesinin duyulmaması için arkalarını dönerler ve ezan bitince de yüzlerini döndürürler. Namaz­dan sevâb kazanılınca kaçarlar, sevâb kazanmak bitince; dönerek kişi ile kalbi arasına girer ve derler ki: Şunu da hatırla, şunu da hatırla. Ve hatırlamaz olduğu şeyleri kişiye hatırlatırlar. Nihayet kişi; ne ka­dar namaz kıldığının farkına bile varmaz. Sizden biriniz bu durumda olduğu zaman, selâmdan önce iki secde yapsın. Bu hadîs muttefakun aleyhtir.

Zührî der ki: Allah Teâlâ kitâb-ı mübîn'inde «Birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar.» buyurarak; ezanı zik­retmiştir. İbn Ebu Hatim de böyle der. Esbât da Süddî'den nakleder ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir : Medine'de bir hıristiyan var­dı. Müezzin dediği zaman; o, yalan söyleyen ateşte yansın, derdi. Gecelerden bir gece, onun hizmetçisi, kendisi ve ailesi uykuda iken ateş getirildi. Ateşten bir kıvılcım düşerek evi yaktı. Hem kendisi hem de ailesi yandı. Bu olayı Cerîr ve İbn Ebu Ha­tim rivayet ederler.

Muhammed İbn İshâk, Sîret'inde der ki: Peygamber Fetih senesi beraberinde Bilâl olduğu halde Kâ'be'ye gitti. Bilâl'e ezan okumasını emretti. Ebu Süfyân İbn Harb, Attâb îbn Üseyd, Haris İbn Hişâm; Kâ'be'nin avlusunda oturuyorlardı. Attâb dedi ki: Allah Üseyd'e lüt­fetti de nefret ettiği bir sesi burada işitmedi. Haris İbn Hişâm dedi ki: Eğer onun haklı olduğunu bilmiş olsaydım; Allah'a andolsun ki, onun peşinden giderdim. Ebu Süfyân dâ, ben bir şey demem. Eğer bir şey söylesem şu çakıl taşları haberi iletir, dedi. Rasûlullah (s.a.) onların yanma geldi ve sizin söylediklerinizi biliyorum, dedi ve her birine söy­lediklerini hatırlattı. Haris ve Attâb; biz senin Allah'ın Rasûlü oldu­ğuna şehâdet ederiz, çünkü aramızdan hiç birisi ayrılıp da sana haber vermek imkânına sahip olmadı, dedi.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Revh îbn Ubâde... Abdula-zîz İbn Abdülmelik îbn Ebu Mahzûre'den nakletti ki; ona Abdullah İbn Muhayrîz bildirmiş. Abdullah îbn Muhayrîz, Ebu Mahzûre'nin ya­nında yetîm olarak kalıyormuş. Abdullah İbn Muhayrîz demiş ki: Ben Ebu Mahzûre'ye; amcacığım, ben Şam'a gidiyorum ve senin nasıl ezan okuduğundan suâl edilmesinden korkarım. Bana bunu bildir. Ebu Mah-zûre ona demiş ki: «Evet, biz bir toplulukla çıkmıştık ve Huneyn yo­lunun bir kısmını geçmiştik. Rasûlullah (s.a.) ı Huneyn'e sokmak is­temiyorduk. Biz, yolun bir bölümünde Hz. Peygamberle karşılaştık. Rasûlullah'm müezzini Bilâl, Hz. Peygamberin huzurunda namaz için ezan okudu. Biz yere yaslanmıştık, müezzinin sesini duyduk. Yüksek sesle onu anlatıyor ve müezzinle alay ediyorduk. Rasûlullah (s.a.) se­simizi duydu ve bize birini göndererek huzuruna çağırdı ve dedi ki: Sesinin yükseldiğini duyduğum aranızdan hangisidir? Herkes beni göstererek; budur, dediler. Rasûlullah (s.a.) hepsini gönderdi ve beni tuttu. Sonra buyurdu ki; kalk, namaz için ezan oku. Kalktım, ama o sırada Rasûlullah'tan ve onun bana emrettiği şeyden nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordum. Rasûlullah'm huzurunda aya­ğa dikildim. Rasûlullah (s.a.) bizzat bana ezan okutturmak üzere ya­nıma geldi ve «Allahu Ekber Allahu Ekber» de, dedi. Eşhedü enla ilahe İllallah, Eşhedü en la İlahe İllalah, Eşhedü enne Muhammeden Rasû­lullah, Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah, de, dedi. Sonra dön ve sesini yükselt, buyurdu. Sonra Eşhedü en lâ ilahe illallah, Eşhedü en lâ ilahe illallah, Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah, Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah, Hayyaalassalâh, Hayyaalassalâh, Hayyaalelfelâh, Hayyaalelfelâh, Allahu Ekber, Allahu Ekber, Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah de, dedi. Sonra ezanı bitirince beni çağırdı. Bana bir kese verdi ki; içinde biraz gümüş bulunuyordu. Sonra elini Ebu Mahzûre'-nin sırtına dayadı. Sonra elini yüzlerine, göğsüne ve ciğerinin üzerine kadar götürdü. Hz. Peygamberin eli, Ebu Mahzûre'nin göbeğinin hiza­sına gelince, Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; Allah senin içini mübarek kılsın. Allah senin için mübarek kılsın. Ben dedim ki; Ey Allah'ın Ra-sûlü, bana Mekke'de ezan okuma izni ver. O da ben sana bu izni ver­dim, dedi. O sırada Hz. Peygambere karşı olan bütün nefretim gitti ve yerini tamamen muhabbet-i Muhamnıediye aldı ve Hz. Peygambe­rin Mekke vâlîsi olan Attâb İbn Üseyd'in yanma geldim. Rasûlullah'ın emrine dayanarak onun yanında namaz kılıp ezan okudum. Bu husu­su ailemden ulaştığım kişiler arasından Ebu Mahzûre'ye ulaşanlar bana Abdullah İbn Muhayrîz'in aktardığı gibi aktardılar. İmâm Ahmed İbn Hanbel de aynı şekilde rivayet eder. Müslim Sahîh'inde diğer beş sü­nen erbâbıyla birlikte, bir başka yolla Rasûlullah'm dört müezzinin­den biri olan Ebu Mahzûre'den bu rivayeti nakleder. Ebu Mahzûre'­nin adı Semure'dir. O, Mekke halkının müezzinidir. Uzun süre bu va­zifede kalmıştır. Allah ondan razı olsun ve kendisine razı etsin.20

59 — De ki: Ey ehl-i kitâb; bizden hoşlanmayışmız, ancak Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere inanmamızdan ve sizin bir çoğunuzun da fâsık kimseler olmamzdandır.

60 — De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezâım bulunduğunu size haber vereyim mi? O kimse ki;

Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve tâğût'a kullar kılmıştır. İşte on­lar; yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sap­mış olanlardır.

61 — Size geldiklerinde; îmân ettik, derler. Halbuki onlar, küfr ile girmişler ve onlar yine onunla çıkmışlar­dır. Ve Allah, gizlemekte olduklarını çok daha iyi bilir.

62 — Onlardan bir çoğunu görürsün ki; günâha, hak­sızlığa ve haram yemeye koşuşurlar. İşledikleri şey; ger­çekten ne kötüdür.

63 — Rabb'a kul olanlar ve bilginler; onları günâh söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi? Yapmakta oldukları şey gerçek­ten ne kötü.

Kâfirlerin Müslümanlardan Hoşlanmayışlannın Nedeni64

Kâfirlerin Müslümanlardan Hoşlanmayışlannın Nedeni

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey Muhammed, sizin dininizi alay ve eğlenceye alan, kitab ehli kimselere de ki: Ey ehl-i kitâb, bizden hoş-lanmayışmız; ancak Allah'a, bize indirilen ve daha önce indirilenlere inanmamızdan ve sizin bir çoğunuzun da fâsık kimseler olmanızdan-dır. Bizim başkaca bir ayıbımız ve kınanacak noktamız yoktur. Bu de­dikleriniz ise ne ayıptır, ne de kınama nedeni olabilir. Buradaki istis­na istisnâ-i munkati'dir. Nitekim benzer bir ifâde de" Bürûç sûresinde yer alır: «Onları ateş azabına uğratmaları; sadece göklerin ve yerin hükümdarlığı kendisinin olan ve övülmeye lâyık ve güçlü olan Al­lah'a inanmış olmalarındandır.» (Bürûc, 8) Tevbe sûresinde ise şöyle buyurulmaktadır: «Onlardan öç almaya kalkmalarının yegâne sebebi; Allah ve Peygamberin onları bol nimetinden zenginleştirmiş olması­dır.» (Tevbe, 74)

Müttefakun aleyh öjan bir hadîste şöyle buyurulur: İbn Cemîl, sırf fakir olduğu için pejygamberden hoşlanmazdı. Nihayet Allah onu zenginleştirdi. «Ve sizin bir çoğunuzun da fâsık kimseler olmanızdan-dı.a Bu kısım «Allah'a ve bize indirilene ve daha önce indirilene inan­manızdan.» cümlesinin üzerine ma'tûfdur. Yani biz; hem buna, hem de sizin bir çoğunuzun hak ve doğru yoldan çıkmış fâsıklar olduğunu­za inandık, demektir.

«De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğu­nu size haber vereyim mi?» Yani Allah katında kıyamet günü, size bizimle ilgili tahminlerinizden daha kötü bir cezanın bulunduğunu haber vereyim mi? Bu ceza bu aşağılık sıfatla muttasif olanların ce­zasıdır ki; Allah'ın rahmetinden uzak olup gazabına çarptırdığı kim­selerle içlerinden domuzlar, maymunlar kıldığı kimselerin cezasıdır. Nitekim bu hususun açıklanması, Bakara sûresinde geçmişti. Ayrıca A'râf sûresinde de gelecektir.

Süfyân es^Sevrî... Abdullah İbn Mesûd'dan nakleder ki; o, şöyle demiş: Hz. Peygambere; maymun ve domuzlar, Allah'ın ters yüz etti­ği insanlar mı? diye soruldu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Allah ne­sil ve soylarının devam ettirdiği hiçbir kavmi helak etmemiştir. —veya ters yüz etmemiştir.— Domuzlar ve hayvanlar bundan önce idi. Müs­lim Süfyân es-Sevrî kanalıyla Muğîre İbn Abdullah'tan bu hadîsi ri­vayet eder. Ebu Dâvûd et-Tayalîsî de der ki: Bize Dâvûd İbn Ebu Fu-rât... Abdullah îbn Mesûd'un şöyle dediğini nakletti: Biz, Rasûlullah (s.a.) a; maymunlar ve domuzlar yahûdîlerîn neslinden midir? diye sorduk. O, hayır. Allah hiçbir kavmi la'netleyip veya ters yüz edip de soylarını devam ettirmez. Bunlar, başka bir yaratık idiler. Allah yahû-dîleri de ters yüz etti. Ahmed İbn Hanbel, bu hadîsi Dâvûd İbn Ebu Furât'dan rivayet eder.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdülbâkî... Abdullah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Domuzlar ve maymunlar ters yüz edildikleri gibi, yılanlar da cinlerin ters yüz edil­miş şeklidir. Bu hadîs cidden garîbtir.

«Ve Tâğût'a kullar.» Bu âyeti, mâzî sîgasıyla şeklinde okuyanlar da olmuştur. Bu takdirde mânâ; «onlardan Tâğût'a ibâdet eden kullar kılmıştı» olur. Ancak şeklinde izafet terkibi olarak okuyup da; «onlardan Tâğût'un hizmetçileri kıldı» diye mânâ verenler de olmuştur. Bir başka grup ta cem'ül-cem' olarak Tâğût'un kulları şeklinde okumuşlardır. İbn Cerîr A'meş'in, böyle okuduğunu rivayet eder. Büreyde el-Eslemfnin de şeklinde okuduğu nakledilir. Abdullah İbn Mes'ûd'un ise şeklinde okuduğu nakledilir. Taberî, Ebu Ca'fer el-Kârî'nin şeklinde okuduğunu zikreder. Ancak meçhul şeklindeki bu okuyuşun mânâsını uzak bir ihtimâl olarak görür. Fakat âyetin zahirinden bu mânânın uzak karşılanmayacağı anlaşılır. Çünkü bu, onları ta'vîz kabılindendir. Yani bu davranışta bulunan siz­lerden bir kısmınız, Tâğût'a ibâdet etmiş şeklinde mânâ verilmiştir. Bü­tün bu kırâetin mânâsı şuna dönüp gelmektedir: Ey bizim dinimize sataşan kitab ehli, bizim dinimiz yalnızca Allah'ın birliği ve ibâdetin yalnız Allah'a kul olma esâsına istinâd eder. Bütün bu zikredilenler, sizin dininizde bulunduğu halde, siz nasıl olur da bizim dinimize karşı böyle bir davranışta bulunursunuz? Bunun için Allah Teâlâ; «işte on­lar, yer bakımından en kötü ve doğru yoldan sapmış olanlardır.» buyu­ruyor. Buradaki «en çok» ta'bîri, ism-i tafdîlin karşı tarafta ortak ni­teliği bulunmayan şekilde kullanılmasının örneğidir. Nitekim bir başka âyet-i kerim e'de «O gün cennetliklerin kalacağı yer çok iyi, dinlenecek­leri yer çok güzeldir.» (Furkân, 24) buyurulmaktadır.

«Size geldiklerinde; îmân ettik derler. Halbuki onlar küfür ile gel­mişler ve yine küfür ile dönmüşlerdir.» Bu da münafıkların sıfatıdır. Onlar mü'minlere gösteriş yaparlar ve dıştan inanmış olduklarını söyler­ler ama kaîbleri küfür ile doludur. Senin yanına geldikleri zaman; gö­nülleri küfür ile dolu olarak girerler. Sonra senin yanından ayrıldıkları zaman; yine senden duydukları bilgiyle faydalanmamış ve içlerinde küfür saklı olarak dönerler. Onlara öğüt ve nasîhatlar fayda vermez. Bunun için onlar hakkında «Yine küfür ile dönmüşlerdir» denilerek bu küfür yalnızca onlara tahsis edilmiştir.

«Ve Allah, gizlemekte olduklarını çok daha iyi bilir.» Allah, onla­rın içlerinde saklı bulunan sırlan en iyi bilendir. Onlar isterse kendile­rinde olmayan bir kılığa bürünüp bunun tersini ortaya koymaya çalış­sınlar. Muhakkak ki Allah; görünen ve görünmeyeni bilendir. Kendi­lerini onlardan da iyi bilir. Ve bu hususta onları en mükemmel ceza ile cezalandırır.

«Onlardan bir çoğunu görürsün ki; günâha, haksızlığa ve haram yemeye koşuşurlar.» Haram ve günâhlan inkâr eder, hakka tecâvüz eder ve bâtıl yolla halkın mallarını yiyerek bu konuda yansırlar. «İşle­dikleri şey gerçekten ne kötüdür.» Ne kötü amel yapmaktadırlar onlar ve onlann tecâvüzü ne kötü bir tecâvüzdür.

«Rabba kul olanlar ve bilginler, onlan yalan söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi? Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötüdür?» Rabba kul olanlar ve sâhibleri onları bu davranıştan nehyetmeli değiller miydi? Rabba kul olanlar, onların arasında yetki sahibi olan bilginlerdir. Hahamlar ise, yalnızca bilginlerdir. ((Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötü.» Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Rabba kul olanlar; bu kulluğu terketmekle ne kötü bir şey yapmaktadırlar? Ab-durrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de der ki: Bunları yapamadıklan, şun­ları da yatpıklan zaman o kişiler böyle derler. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki: Âyette yer alan keli­meleri aynı anlamadır. İbn Ebu Hatim de böyle rivayet eder. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Kur'an-ı Kerîm'de bu âyetten daha çok ihtar edici bir âyet yoktur. Dahhâk da aynı şekilde; bana göre Kur'an'da bundan daha korkunç bir âyet yoktur, der. İbn Cerîr Taberî de böyle rivayet eder.

Yûnus İbn Habîb'in anlattığına göre; İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Dâvûd... Sabit İbn Saîd el-Hemedânî'den nakletti; o, Sâbit'i reyde görmüş ve Yahya îbn Ya'mer'den naklederek şöyle dedi: Ebu Tâlib oğlu Ali hutbe okudu, Allah'a hamd ve sena etti. Sonra şöyle dedi: Ey insanlar; sizden önce helak olanlar, günâhları işlemeleri ve Rabba kul olanlarla din adamlarının da onları nehyetmemeleri yüzünden helak olmuşlardır. Onlar günâhta ısrar edip Rabba kul olanlar ve hahamlar da onları engellemeyince başlarına cezalar gelmiştir. Öyleyse sizin başı­nıza da onların başına gelenler gelmeden önce ma'rûfu emredip mün-kerden de nehyedin. İyi bilin ki: Ma'rûfu emir ve münkerden nehiy rızkı kesmez, eceli yaklaştırmaz.

İmâm Ahmed îbn Hanbel der ki: Bize Yezîd İbn Hârûn... İbn Ce-rîrden' rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Hangi top­lumda günâh işleyenler bulunur da; sâlihler olnardan daha güçlü ve onları engelleyecek kudrette bulundukları halde, onları değiştirmeye çalışmazlarsa; mutlaka Allah Teâlâ o topluma bir azâb gönderir. Bu şekliyle bu hadîsi, yalnız Ahmed İbn Hanbel rivayet etmiştir. Ebu Dâ­vûd da Müsedded kanalıyla Cerîrden rivayet eder ki; o, şöyle demiş : Ben Rasûîullah'm şöyle buyurduğunu duydum : Her kim ki bir top­lumda bulunur ve o toplumda suç işlenir, o kişi de o suçu önleme gü­cüne sahip bulunur ve onları değiştirmezse; mutlaka ölmezden önce Allah onlara bir musibet gönderir. Bu hadîsi îbn Mâce de, Ali İbn Mu-hammed kanalıyla Cerîr'den rivayet eder. Hafız el-Mezzî der ki: Şu'be, bu hadîsi Ebu İshâk kanalıyla Cerîr'den rivayet etmiştir.21

64 — Yahudiler: Allah'ın eli bağlıdır, dediler. Böyle dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın, la'net olsun. Hayır, O'nun iki eli de açıktır, nasıl dilerse öyle infâk eder. Rabbında,n sana indirilen; andolsun ki, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Onların aralarına kı­yamet gününe kadar sürecek kin ve nefret saldık. Savaş için ateşi ne zaman körükleseler; Allah onu söndürür. Ve yeryüzünde fesada koşarlar. Allah ise fesâdçıları sevmez.

65 — Eğer ehl-i kitâb, îmân edip te sakınsalardi; kö­tülüklerini örterdik ve onları Naîm cennetlerine koyardık.

66 — Eğer onlar; Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine rabla-rmdan indirilmiş olanı dosdoğru tutsalardi; muhakkak ki hem üstlerinden, hem de ayaklarının altlarından yiyecek­lerdi. İçlerinden orta yolu tutan bir ümmet vardır. Onlar­dan bir çoğunun yapmakta oldukları şey ise ne kötüdür.

Yine Ehli Kitab'ın Durumu. 66

Yine Ehli Kitab'ın Durumu

Allah Teâlâ, yahûdîlerin —kıyamet gününe kadar Allah'ın ardarda gelen la'neti onların üzerine olsun— Allah Azze ve Celle'yi cimri olarak vakfettiklerini bildiriyor. Allah onların söylediklerinden yüce ve mü­nezzehtir. Ayrıca kendilerinin zengin, Allah'ın fakır olduğunu belirt­tiklerini haber veriyor. Allah'a cimrilik sıfatını «Allah'ın eli bağlıdır.» diyerek izafe ettiklerini belirtiyor. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Abdullah et-Tahrânî... İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyette yer alan ve «bağlıdır» anlamına gelen ( Ü^yl** ) kelimesi cimridir, demektir. Ali İbn Ebu Talha da Abdullah İbn Abbâstan «Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır» dediler kavli hakkında şöyle dediğini rivayet eder : Allah'ın elinin bağlanmış olduğunu kasdetmiyorlardı. Sadece Allah cimridir, elindekileri kısar, diyorlardı. Allah, onların söylediklerinden yüce ve münezzehtir. İkrime, Katâde, Süddî, Mücâhid ve Dahhâk da aynı şe­kilde tefsir etmişler, ayrıca şu âyeti de okumuşlardır: «Elini boynuna bağlı tutma. Ve onu bütünüyle de açma.» Allah'ın hem cimrilikten, hem de israftan men'ettiğini, yersiz harcamayı engellediğini bildiren bu âyet-i kerîme'de; cimrilik, «elini boynuna bağlı» tutma ifadesiyle belir­tilmiştir. İşte yahûdîlerin kasdettikleri budur. Allah'ın la'netleri onların üzerine olsun. İkrime de der ki: Bu âyet yahûdî Finhâs hakkında nâzü olmuştur. Allah'ın la'neti onun üzerine olsun. Daha önce belirtildiği gibi, bu Finhâs; Allah fakir, biz zenginiz demişti de Ebu Bekir es-Sıd-dîk (r.a.) onu dövmüştü. (Âl-i İmrân 181. âyetin tefsirine bakınız.)

Muhammed İbn îshâk der ki: Bize Muhammed İbn Ebu Muham-med, Saîd veya İkrime kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletti: Şeys İbn Kays isimli bir yahûdî dedi ki: Senin Rabbın cim­ridir, harcamaz. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'yi indirdi. Allah Teâlâ onların söylediklerini reddetti ve uydurdukları söz ve ifti­raya karşılık olarak şöyle buyurdu: «Böyle dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın, la'net olsun.» Ve bu gerçekten oldu. Çünkü yahûdîler için cimrilik, kıskançlık, korkaklık ve alçaklık ana karakterdir. Nitekim Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurmuştur : «Yoksa on­ların mülkten bir payı mı var? O zaman insanlara bir çekirdek parçası bile vermezler. Yoksa Allah'ın bol nimetinden verdiği kimseleri kıska­nıyorlar mı?» (Nisa, 53-54). Ayrıca Bakara sûresinde şöyle buyurmak­tadır : «Onların üzerine zillet ve meskenet damgası vurulmuştur...» (Bakara, 61).

«Hayır, onun iki eli de açıktır ve biz nasıl dilersek öyle infâk eder.» Hayır Allah'ın iki eli de açıktır. O'nun lutfu geniş atası boldur. Her şe­yin hazînesi O'nun katandadır. Yarattığı her nimet, yalnız ve yalnız O'ndandır. Bizim muhtaç olduğumuz her şeyi gecede gündüzde, sefer­de evde her türlü ahvâlde yaratan O'dur. «İstediğiniz her şeyden size vermiştir. Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız bunu sayamaz­sınız. Doğrusu insan pek zâlim, çok nankördür.» (İbrahim, 34). Bu ko­nuda pek çok âyet vardır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdürrezzâk, Ma'mer kana­lıyla Hemmâm îbn Münebbih'den rivayet etti ki; o, Ebu Hüreyre'nin bize aktardığı hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur, demiştir : Allah'ın eli doludur. Gecenin ve gündüzün bolluğunda verdiği her nafaka O'n-dan hiçbir şey eksiltmez. Görmüyor musunuz gökler ve yeryüzü yara­tıldığından beri O infâk ediyor da elinde bulunan hiçbir şey eksilmiyor. O'nun arşı suyun üzerindedir. Öteki elinde kabız vardır. Onunla yüksel­tir ve düşürür. Allah Teâlâ kendine infak et diye buyurur.» Bu hadîsi Buhârî ve Müslim tevhîd bahsinde Ali İbn el-Medînî'den, Müslim de Mu­hammed İbn Râfi'den ve her ikisi de Abdürrezzâk'tan tahrîc ederler.

«Rabbından sana indirilen; andolsun ki onlardan çoğunun azgın­lığını ve küfrünü arttıracaktır.» Ey Muhammed, Allah'ın sana verdiği nimet, düşmanların yahûdîler ve benzerleri için bir felâkettir. Bu nimetler ile; mü'minler nasıl daha çok sahîh amele ve faydalı bilgiye ulaşırlarsa, kâfirler de sana ve senin ümmetine hased ettikleri için az­gınlıkları artar. Burada azgınlık anlamına gelen kelimesi eşyada haddi aşmak ve aşırı gitmektir. Küfürlerini arttırır derken, bu­rada küfür yalanlamak anlamınadır. Nitekim Allah Teâlâ, Fussilet sû­resinde şöyle buyurur : «De ki; bu inananlara hidâyet rehberi ve gönüllerine şifâdır. İnanmayanların kulaklarında ise ağırlık vardır ve onlara kapalıdır. Sanki bunlara uzak bir mesafeden sesleniliyor da anlamıyor­lar.» (Fussilet, 44). İsrâ sûresinde ise şöyle buyurur : «Kur'an'ı inanan­lara rahmet ve şifâ olarak indiriyor. O zâlimlerin ise sadece hüsranını arttırır.» (İsrâ, 82).

«Onların aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret sal­dık.» Onların kalbleri birleşmez. Aralarında düşmanlık vardır. Sürekli birbirleriyle çatışırlar. Çünkü onlar sana muhalefet edip seni yalanla­dıkları için hiçbir zaman hak üzerinde birleşmezler. îbrâhîm en-Nehaî der ki: «Onların aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret saldık.» âyetindeki kin ve nefret, dindeki tartışma ve husûmettir, tbn Ebu Hatim de böyle rivayet etmiştir.

«Savaş için ateşi ne zaman körükleseler Allah onu söndürür.» Sana hîle yapmak üzere ne zaman sebepler uydurmaya çalışsalar ve seninle savaşmak için ne zaman gerekçeler hazırlasalar; Allah onu ibtâl eder, hilelerini aleyhlerine döndürür ve kötü tuzaklarına kendilerini düşüre­rek mahveder.

«Ve yeryüzünde fesada koşarlar. Allah ise fâsıklan sevmez.» On­ların seciyesi îcâbı, yeryüzünde sürekli fesâd çıkarmaya çalışırlar. Hal­buki Allah fesâdçıları sevmez.

«Eğer ehl-î kitâb îmân edip de sakınsalardı kötülüklerini örterdik ve onları'Naim cennetlerine koyardık.» Şayet ehl-i kibâb işledikleri gü­nâhları ve yaptıkları haramları terkedip sakınsalardı, Allah'a ve Rasû-lüne îmân etmiş olsalardı, onların üzerindeki yasakları kaldırır ve iste­diklerini yerine getirirdik.

«Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rablanndan indirilmiş olanı dosdoğru tutsalardı» İbn Abbâs ve diğerleri derler ki; bu âyetteki Rablanndan indirilmiş olan kavli Kur'an'dır.

«Muhakkak ki hem üstlerinden hem de ayaklarının altlarından yiyeceklerdi.» Eğer onlar ellerinde bulunan ve peygamberlerinin getir­miş olduğu kitâbla amel etselerdi; onu tağyîr ve tebdile başvurmadan uygulasalardı bu kendilerini hakka uymaya götürür ve Hz. Muham-med'in gönderilmiş olduğu gerçeklerle amel etmeye sevkederdi. Çünkü onların kitablan, peygamberin.doğruluğunu haykırmakta ve kesinkes ona uymayı emretmektedir.

«Hem üstlerinden hem de ayaklarının altlarından yiyeceklerdi.» Bununla gökten inen ve yerden yetişen rızkın çokluğu kaydedilmiştir. Ali tİbn Ebu Talha, Abdullah îbn Abbâs'tan nakleder ki; «üstlerinden» maksad; yağmurun gönderilmesi, «ayaklarının altlarından» maksad; toprağın bereketinin çıkarılmasıdır. Müeâhid ve Saîd İbn Cübeyr Ka-tâde ve Süddî de böyle der. Nitekim Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerî-me'de şöyle buyuruyor : «Eğer kasabaların halkı inanmış ve bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı; onlara göğün ve yerin bolluklarını ve­rirdik.» (A'râf, 96). Rûm sûresinde ise şöyle buyurur: «İnsanların el­leriyle işledikleri yönünden karada ve denizde fesâd çıktı. Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırdı.» (Rûm, 41).

Bazıları da «Muhakkak ki hem üstlerinden hem de ayaklarının alt­larından yiyeceklerdir.» âyetine yorulmadan, zahmet çekmeden, sıkıntı duymadan ve bıkkınlık gelmeden yiyeceklerdir, anlamını vermişlerdir. İbn Cerîr Taberî der ki: Bazıları bu âyetin anlamının; onlar hayır içinde olacaklardır, şeklinde olduğunu söylerler. Nitekim; bir kişi baş­tan ayağa hayırdadır, denildiği zaman, bütünüyle hayır içinde olduğu kasdedilir. Ancak selefin sözlerine aykırı olduğu için bilâhere bu görüşü terketmiştir.

îbn Ebu Hatim «Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rabların-dan indirilmiş olam dosdoğru tutsalardı...» âyetini açıklarken Alka-me'nin rivayet ettiği şu hadisi nakleder : Rasûlullah (s.a.) buyurur ki: Az kalsın ilim kaldırılacaktı. Ziyâd İbn Lebîd dedi ki: Ey Allah'ın Ra-sûlü, ilim nasıl kalkar? Biz Kur'ân'ı okuyor ve çocuklarımıza onu öğre­tiyoruz. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Ey Lebîd'in oğlu, annen seni kaybet­sin. Ben de seni Medine'nin en bilginlerinden biri olarak görürdüm. Tevrat ve İncil, yahûdî ve hıristiyanlarm elinde değil mi? Ama onlar Allah'ın emrini terkettikleri zaman, bu kitabların ellerinde olması, ken­dilerine ne fayda sağladı? Sonra bu âyeti okudu. Bu hadîsi İbn Ebu Hatim isnadın başı muallak sonu mürsel olan bir hadîsten nakleder. Halbuki aynı hadîsi Ahmed İbn Hanbel, muttasıl ve mevsûl olarak nak­leder ve der ki bize Vekî... Ziyâd İbn Lebîd'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bir şeyi anlattı ve dedi ki : İşte ilim gittiği zaman böyle olur. Yezîd der ki: Biz; ey Allah'ın Rasûlü, ilim nasıl gi­der? Biz Kur'an'ı okuyor, çocuklarımıza okutuyor ve kıyamete kadar da onların çocukları çocuklarına okutacaklar? dedik. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ey Lebîd'in anasının oğlu, annen seni kaybetsin, ben de seni Medine'nin en bilgin adamlarından birisi sanırdım. Yahûdî ve Hı­ristiyanlar da Tevrat ve İncil'i okumuyorlar mı? Ama ondan hiçbir şe­kilde faydalanamıyorlar. îbn Mâce de aym hadîsi kendi isnâdıyla Ve-kî'den rivayet eder ki bu isnâd, sahihtir.

«İçlerinden orta yolu tutan bir ümmet vardı. Onlardan birçoğunun yapmakta oldukları şey ise ne kötüdür.» Bu âyet-i kerîme Allah Teâ-lâ'nın şu kavline benzemektedir: «Musa'nın kavminden bir topluluk hakkı gösterirler ve onunla hükmederlerdi.» (A'râf, 159). Yine îsâ (a.s.) nın tabileri için de : «Onlardan îmân etmiş olanlara ecirlerini verdik.» (Hadîd, 27). Onların makamlarının en üstünü olarak iktisâd makamını kabul etmiştir ki; iktisâd, bu ümmetin makâmlannın orta derecesidir. Bunun üzerinde sabıkların rütbesi vardır. Nitekim Allah Teâlâ, bu ümmet hakkında şöyle buyurmuştur : «Sonra bu kitabı kul­larımızdan seçtiğimiz kimselere mîrâs bırakmıştık. Onlardan kimi ken­dine yazık eder, kimi de orta yolu tutar. Kimi de Allah'ın izniyle iyi­liklere koşar. İşte büyük lütuf budur. Bunlar Adn cennetlerine girer­ler.» (Fâtır, 32-33). Sahîh olan görüş uyarınca bu ümmetin her üç grubu da cennete gireceklerdir.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdullah İbn Ca'fer... Enes İbn Mâlik'in şöyle dediğini rivayet etti: Biz, Hz. Peygamberin mecli­sinde bulunuyorduk. O, şöyle buyurdu : Musa'nın ümmeti yetmişbir millete bölündü. Bunlardan yetmişi cehennemlik, birisi cennetliktir, îsâ'nın ümmeti yetmişiki millete bölündü. Bunlardan birisi cennetlik, yetmişbiri cehennemliktir. Benim ümmetim her iki gruptan da üstün­dür. Birisi cennetlik, yetmişikisi cehennemliktir. Cennetlikler kimler­dir, ey Allah'ın Rasûlü? dediklerinde; topluluk, topluluk, diye karşılık verdi. Ya'kûb İbn Yezîd der ki: Ebu Tâlib oğlu Ali, Hz. Peygamberin bu hadîsini okuyunca arkasından «Eğer ehl-i kitâb îmân edip de sakın-salardı kötülüklerini örterdik ve onları Nâim cennetlerine koyardık.» âyetini ve ınüteâkib âyeti okudu. Bu hadîs bu şekli ve bu ifadesiyle cidden garîbtir. Milletlerin yetmiş küsur bölüğe ayrılması konusundaki kavil, müteaddid yollarla rivayet edilmiştir ki, biz bunları bir başka yerde zikrettik. (Âl-i İmrân sûresi, 105. âyetin tefsirine bakınız.) Hamd ve minnet Allah'a mahsustur.22

67 — Ey Peygamber; Rabbından sana indirileni teb­liğ et. Eğer yapmazsan; O'nun elçiliğini yapmamış olur­sun. Allah; seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah-kâfirler güruhunu hidâyete erdirmez.

Peygamber Yalnızca Tebliğ Edicidir68

Peygamber Yalnızca Tebliğ Edicidir

Allah Teâlâ kulu ve rasûlü Muhammed'e risâlet adıyla hitap ediyor ve Allah'ın kendisine gönderdiği bütün emirleri teblîğ etmesini bildi­riyor. Hz. Peygamber, buna tâm olarak uymuş ve en güzel şekilde ye­rine getirmiştir. Buhârî, bu âyetin tefsirinde der ki: Bize Muhammed İbn Yûsuf... Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakletti: Kim sana Hz. Muham-rfled'in kendisine indirilenlerden bir kısmını sakladığım söylerse; Al­lah'a yalan atfetmiş olur. Çünkü Allah, «Ey peygamber; Rabbından sana indirileni tebliğ et...» buyuruyor. Buhârî burada bu hadîsi muh­tasar olarak rivayet etmiştir. Müslim, îmân kitabında, Tirmizî ve Neseî de tefsir kitablarında muhtelif- yollarla Hz. Âişe'den bu hadîsi rivayet ederler.

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Hz. Âişe (r.a.) nin ayftca şöyle de­diği rivayet edilir : Eğer Hz. Muhammed (s.a.) Kur'an'dan bir şey giz-leseydi; bu âyet-i celîle'yi gizlerdi. «Ve sen, içinde Allah'ın açıklayacağı şeyi biliyordun ve insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah, korkulma­ya en çok müstehak olandır.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed İbn Mansûr... Anseme'den rivayet etti ki; o şöyle demiş : Ben Abdullah İbn Abbâs'ın yanındaydım. Bir adam gelip ona dedi ki: İnsanlardan bir kısmı size geliyor ve sizin yanınızda Hz. Peygamberin açıklamadığı şey­lerin bulunduğunu bildiriyor ne dersin? Abdullah İbn Abbâs dedi ki; bilmiyor musun Allah Teâlâ Habîb-i Ekrem'ine «Ey Peygamber, Rabbın­dan sana indirileni tebliğ et.» buyuruyor. Allah'a andolsun ki, Rasû-lullah (s.a.) bize beyaz üzerinde karalık mîrâs bırakmamıştır. Bu isnâd sağlamdır. Buhârî'nin Sahîh'inde Ebu Cuhayfe der ki: Ben, Ebu Tâlib oğlu Ali (r.a.) ye sizin yanınızda Kur'an'da bulunmayan bir vahiy var mı? diye sordum : Hz. Ali dedi ki: Hayır, Taneyi yaran, soyu arttıran Allah'a andolsun ki; ancak Allah'ın bir kişiye verdiği Kur'an anlayışı müstesnadır. Bir de şu sahîfede olan şey. O sahîfe nedir? dediğimde Hz. Ali, akıldır, dedi. Esirleri öldürmekten kaçınmak ve kâfire karşılık müslümanı öldürmemektir, dedi. Buhârî der ki: Zührî şöyle dedi: Risâ-let Allah'tandır, Rasûl tebliğ eder, biz de kabul ederiz. Hz. Muhammed'in ümmeti o'nun risâleti tebliğ edip, emâneti yerine getirdiğine ve en yüce mahfellerde halka bunu söylediğine şâhid olmuşlardır. Nitekim kırkbin sahabenin huzurunda yaptığı veda haccı hutbesinde —Müslim'in Sa­hîh'inde Câbir İbn Abdullah'dan aktarıldığı şekliyle— şöyle demiştir : Ey insanlar, size benden sorulacaktır. Ne dersiniz? Onlar, Sen doğru­sunu tebliğ ettin, görevini yaptın ve Öğüt verdin, diye şehâdet ederiz, dediler. Hz. Peygamber parmağını göğe doğru kaldırdı ve onlara doğru çevirerek Allah'ım tebliğ ettim mi, Allah'ım tebliğ ettim mi? diye bu­yurdu.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Nümeyr... Abdullah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : Rasûlullah (s.a.) veda haccında şöyle buyur­du : Ey insanlar, bu gün hangi gündür? Halk, haram gündür, dediler. Rasûlullah; bu şehir hangi şehirdir? dedi. Halk, haram beldedir, dedi.

Rasûlullah; bu ay hangi aydır? dedi. Halk, haram aydır, dediler. Rasû-lullah (s.a.) buyurdu ki: Doğrusu sizin mallarınız, kanlarınız ve na­musunuz şu günün, şu şehrin ve şu ayın harâmlığı gibi haramdır. Sonra bunu birkaç kez tekrarladı. Sonra parmağını göğe yönelterek buyurdu ki: Allah'ım tebliğ ettim mi? Birkaç kere bunu tekrarladı. İbn Abbâs der ki: Doğrusu bu Allah Azze ve Celle'ye vasiyyet mânâsına idi. Sonra şöyle buyurdu : Dikkat edin. Hazır bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsin. Benden sonra geri dönüp de kâfirler olarak birbirlerinizin boynunu vurmayın. Buhârî de bu hadîsi Ali İbn el-Medînî kanalıyla... Fudayl İbn Gazvân'dan nakleder.

«Eğer yapmazsan; O'nun elçiliğini yapmamış olursun.» Benim hal­ka ulaştırmak üzere sana gönderdiğim emri yerine getirmezsen, Allah'ın risâletini teblîğ etmemiş olursun. Böyle bir şeyin olması halinde Hz. Peygamber başına neyin geleceğini biliyordu. Ali İbn Ebu Talha, Ab­dullah İbn Abbas'tan nakleder ki; o, bu âyete şöyle mânâ vermiştir : Sen, Rabbından sana indirilen buyruğun bir âyetini gizleyecek olursan; Allah'ın risâletini teblîğ etmemiş olursun. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Mücâhid'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Bu âyet nazil oldu­ğunda Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Rabbım ben yalnızım, tek başıma nasıl yapayım. Onlar benim aleyhimde birleşiyorlar? Bunun üzerine âyetin devamı olan «Eğer yapmazsan; O'nun elçiliğini yapmamış olursun.» âyeti nazil oldu. İbn Cerîr de bunu Süfyân es-Sevrî kanalıyla rivayet eder.

«Allah; seni insanlardan korur.» Sen Benim risâletimi teblîğ et. Seni koruyan, destekleyen, sana yardım eden ve düşmanlarının üzerine mu­zaffer kılan Benim. Öyleyse korkma, tasalanma. Onlardan hiçbir kim­senin eziyeti sana ulaşamaz. Hz. Peygamber bu âyetin nüzulünden önce bekçiler tarafından bekleniyordu. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yezîd... Âmir İbn Rebîa'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Hz. Âişe anlatıyor idi. Rasûlullah (s.a.) bir gece uykusuz kalmıştı. Âişe yanında yatıyordu. Âişe diyor ki: Ben; ne oluyorsun ey Allah'ın Rasûlü? dedim. Rasûlullah (s.a.), keski ashabımdan sâlih bir adam ge­celeyin beni bekleseydi, dedi. Hz. Âişe diyor ki: Biz, bu durumdayken bir silâh sesi- duyduk. Rasûlullah kim o? dedi. Ses sahibi, ben, Sa'd İbn Mâlik'im, dedi. Rasûlullah neden geldin? deyince o; ey Allah'ın Rasûlü seni beklemek için geldim, dedi. Hz. Âişe der ki: Ben Rasû­lullah (s.a.) in hırıltısını duydum. Buhârî ve Müslim de bu hadîsi Yahya tbn Saîd el-Ansârî kanalıyla Abdullah İbn Âmir İbn Rebîa'dan naklederler.

Ancak Buhârî'nin lafzı "şöyledir: Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gel­diği sırada, bir gece uyanık kaldı. Yani Hz. Âişe'yle evlendikten sonra, hicretten hemen sonra, demektir. Rasûlullah'm Âişe ile evlenmesi hic­retin ikinci senesinde olmuştur.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize İbrahim İbn Merzûk... Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakleder : Hz. Peygamber bu âyet ininceye kadar, bek­çiler tarafından bekleniyordu. Sonra Hz. Peygamber, başım kubbeden çıkararak dedi ki: Ey insanlar gidiniz, artık Allah Azze ve Celle beni koruyor. Tirmizî de Abd İbn Humeyd kanalıyla Müslim İbn İbrahim'­den bu hadîsi nakleder ve garîb olduğunu söyler. İbn Cerîr Taberî ile Hâkim de Müstedrek isimli eserinde Müslim İbn İbrahim'den bu hadîsi rivayet ederler. Sonra Hâkim der ki: Bu hadîsin isnadı sahih olmakla beraber, Buhâri ve Müslim bunu tahrîc etmemişlerdir. Keza Saîd İbn Mansûr da... Hz. Âişe'den bu hadîsi rivayet eder. Tirmizî buna ek olarak der ki: Bazıları bu hadîsi Cüreyrî kanalıyla İbn Şakîk'den naklederler ki o Rasûlullah (s.a.) bekçiler tarafından beklenirdi diye kendisi an­latmış ve Hz. Âişe'den bahsetmemiştir. Ben derim ki : İbn Cerîr bu ha­dîsi İsmail kanalıyla... Mürsel olarak, Abdullah İbn Şakîk'den naklet-miştir. Keza Saîd İbn Cübeyr ve Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den dĞ mürsel olarak rivayet etmiştir. İbn Cerîr bu iki rivayeti de tefsirinde nakleder. Rebî' İbn Enes ise İbn Merdûyeh'den rivayet eder ve der ki: Bize Süleyman İbn Ahmed... İsmet İbn Mâlik'ten nakleder ki, o şöyle demiş : Biz, geceleyin Hz. Peygamberi beklerdik. Nihayet Allah Teâlâ «Allah; seni insanlardan korur.» âyetini indirince beklemek terkedildi. Süleyman İbn Ahmed... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet eder ki; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamberin amcası Abbâs, Allah'ın Rasûlünü bekleyen­lerden birisiydi. Bu âyet nazil olunca, Rasûlullah (s.a.) bekçi edinmeyi bıraktı. Alı İbn Ebu Hamîd bize... Ammâr'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, Mekke'li Ebu Cübeyr'in Câbir İbn Abdullah'dan şöyle riva­yet ettiğini duydum : Hz. Peygamber bir yere gidince, Ebu Tâlib onunla beraber kendisini koruyan kimseler gönderirdi. Nihayet «Allah; seni in­sanlardan korur.» Âyeti nazil olunca, Ebu Tâlib yine o'nunla beraber birini göndermek istedi. Hz. Peygamber buyurdu ki: Amcacığım, Allah beni korur. Benimle beraber birini göndermene gerek yok. Bu hadîs garîb olduğu gibi, münkerdir de. Çünkü bu âyet, Medine'de nazil ol­muştur. Hadîs ise âyetin mekkî olmasını gerektirmez. İbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed İbn Ahmed... Abdullah İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) bekçi ediniyordu. Ebu Tâlib hergün onunla Hâşim oğullarından bir kişiyi beraber gönderiyor ve onlar Hz. Peygam­beri bekliyorlardı. Nihayet bu âyet-i kerîme nazil- olunca; amcası yine kendisini beklemek üzere bir kişiyi göndermek istedi. Rasûlullah (s.a.) Allah beni cinlerden ve insanlardan korudu, diyerek kimseyi götürmedi. Taberânî de bunu Ya'kûb İbn Ğiylân kanalıyla Ebu Küreyb'den nakle­der. Bu rivayet de garîbtir. Sahîh olan, bu âyetin Medine'de nazil olmaşıdır. Hatta bu âyet Medine'de nazil olan son âyetlerdendir. Allah en iyisini bilir.

Allah'ın Rasûlünü korumasının örneklerinden birisi de; o'nun Mek-ke'li azgınların kıskançların, inatçıların ve müşriklerin elinden koruma­sıdır. Onlar, Hz. Peygambere aşırı kin ve düşmanlık besliyorlar, gece ve gündüz savaş ba>rakları çekiyorlardı. Allah halkettiği yüce sebepler ve azîm hikmetlerle Hz. Peygamberi korudu. Risâletin başlangıcında am­cası Ebu Tâlib vasıtasıyla onu muhafaza etti. Ebu Tâlib kavminin reîsi olarak Kureyş'liler tarafından sözü dinlenir, ulu bir kişiydi. Allah Ebu Tâlib'in gönlüne, tabiî olarak Rasûlullah (s.a.) m sevgisini yerleştirdi. Ebu Tâlib şer'î olarak değil, tabiî olarak o'nu seviyordu. Eğer o müslü-man olsaydı, kureyşli kâfirler ve liderler ona karşı gelme cesaretini gösterirlerdi. Ancak onunla bu kâfirler arasında bir küfür iştiraki bu­lunduğu için, ondan .çekinmişler ve kendisine saygı duymuşlardı. Ebu Tâlib'in vefatı üzerine, müşrikler Hz. Peygambere çok işkence yaptılar. Sonra Allah, Rasûlullah'ı korumak için ansan gönderdi. Onlar İslâm'ı ve Rasûlullah'ı koruyup kendi yurdlarında muhafaza etmek üzere söz verdiler. Medine'ye onların yurduna göç edince Rasûlullah'ı karadan ve kızıldan muhafaza ettiler. Müşriklerden ve ehl~i kitâb'tan her kim o'na karşı bir davranış içine girerse, Allah ona karşı çıkarak hilesini geri çevirmiştir. Yahudiler büyü yaparak o'na tuzak kurunca, Allah koru­muştu onu. Ve büyüye çâre olarak muavvizeteyn sûrelerini inzal bu­yurmuştu. Yahudiler bir kuzu kolu ile o'nu zehirlemek isteyince, Allah o'na bu durumu bildirmiş ve kendilerini korumuştu. Bu konuda çok ör­nekler vardır. Bunları zikretmek oldukça uzun sürer. Meselâ müfes-sirlerin, bu âyet-i kerîme'nin tefsirini yaparken, Allah'ın Hz. Peygamberi koruyuşuna örnek olarak anlattıklarından bazıları şöyledir :

Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Haris... Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den ve başkalarından nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bir yerde konakladığı zaman, ashabı o'nun için gölgelikli bir ağaç seçer ve Rasûlullah onun altında uykuya dalardı, İşte bu esnada bir bedevi gel­miş ve kılıcını kınından çıkararak şimdi seni benden kim korur? demiş. Allanın Rasûlü beni senden Allah Azze ve Celle korur, demiş. Bedevi'nin bu esnada eli titremiş ve kılıç elinden düşmüş. Başını ağaca vurarak beyni dağılmış. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle «Allah; seni insan­lardan korur.» âyetini inzal buyurmuş.

İbn Ebu Hatim der ki; Bize Ebu Saîd Ahmed İbn Yahya... Ansâr'-dan Câbir İbn Abdullah'dan nakleder ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) Enmâr oğullarıyla savaştığında, koruyucu bir hurma ağacının üzerine çıkmıştı. O, ayağını uzatıp bir kuyunun başında oturduğu sı­rada, Gavres İbn Haris —ki Neccâr oğullanndandır— ben Muhammed'i öldüreceğim, demiş. Arkadaşları, onu nasıl öldüreceksin? deyince; o, ben kendisine kılıcını bana verir misin? derim. Verince de onunla kendisini öldürürüm, demiş Hz. Peygambere gelip ey Muhammed kılıcını bana ver de bakayım, demiş. Rasûlullah (s.a.) kılıcım ona vermiş. Gavres'in eli titremiş ve elinden kılıç yere düşmüş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.); Allah, seninle yapmak istediğin şeyin arasına girdi, demiş. Ve bu esnada «ey peygamber; Rabbmdan sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah; seni insanlardan korur.» âyeti nazil olmuş. Bu hadîs, bu şekliyle garîbtir. Ancak Gavres îbn Hâris'in kıssası meşhurdur ve Buhârî'nin Sahîh'inde vardır.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bana Ebu Arar Ahmed İbn Mu­hammed... Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki, o şöyle demiş : Biz, Rasû­lullah ile beraber seferde arkadaşlık ettiğimizde, o'nu büyük bir ağacın altında bırakıp gölgelendirirdik. O da bufada konaklardı. Bir gün, bir ağacın altında konakladı ve kılıcını ağaca astı. Adamın birisi; ey Mu­hammed seni şimdi benden kim korur? dedi. Rasûlulah (s.a.); beni seir den Allah korur. Kılıcı bırak, dedi ve adam kılıcı bıraktı. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle «Allah; seni insanlardan korur.» âyetini inzal buyur­du. Ebu Hatim İbn Hibbân da Sahîh'inde Abdullah İbn Muhammed ka­nalıyla... Hammâd İbn Seleme'den bu hadîsi rivayet eder. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bana Muhammed İbn Ca'fer, Ca'de İbn Hâlid'den şöyle duyduğunu nakletti: Ben işittim ki, Rasûlullah şişman bir adamı görmüş ve eliyle adamın karnını göstererek buyurmuş ki: Bu, burdan başka bir yerde olsaydı senin için daha hayırlı olurdu. Hz. Peygambere bir adamı getirip bu seni öldürmek istedi, demişler. Rasûlullah (s.a.) da korkma korkma sen onu yapmak istesen de, Allah seni bana musal­lat etmez, buyurmuş.

«Allah, kâfirler güruhunu hidâyete erdirmez.» Ey peygamber, sen vazifeni tebliğ et. Dilediğini hidâyete erdiren ve dilediğini de sapıtan Allah'tır. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Sana an­cak tebliğ düşer. Hesâb ise bize aittir.» (Kâf, 40).23

68 — De ki: Ey ehl-i kitâb; Tevrat'ı, İncil'i ve rabbınız-dan size indirileni dosdoğru tatbik etmedikçe; hiç bir şey üzerinde değilsiniz. Andolsun ki; Rabbından sonra indiri­len; onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kâfirler güruhu için tasalanma.

69 — Doğrusu; imân edenler, Yahudiler, Sâbiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a ve âhiret gününe inananlara, sâ-lih amel işleyenlere; hiç korku yoktur. Ve onlar üzülecek de değildirler.

Allah'ın Emrini Tebliğ. 70

Allah'ın Emrini Tebliğ

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey Muhammed de ki: Ey Ehl-i kitâb; siz Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbmızdan size indirileni dosdoğru tatbik et­medikçe; hiçbir şey üzerinde değilsiniz. Elinizde bulunan, Allah tara­fından peygamberlere indirilen kitaba inanmadıkça; onun emirleriyle amel edip bu emirler arasında yer alan Allah'ın Rasûlü Muhammed'e îmân. ederek şeriatına uymadıkça; hiçbir şey üzerinde değilsiniz. Bu­nun için Leys İbn Ebu Selim, MÜcâhid'den nakleder ki; «Rabbınızdan size indirileni» kavlinden maksad, yüce Kur'an'dır.

«Andolsun ki; Rabbından sana indirilen, onlardan çoğunun azgın­lık ve küfrünü arttıracaktır. Öyleyse o kâfirler güruhu için tasalan­ma.» Tasalanma, çünkü onlar seni dinleyip hidâyete eremezler.

«Doğrusu îmân edenler.» Bunlar müslümanlardır. «Yahudiler». Bunlar da Tevrat'ın mensûblandır. «Sâbiîbr» Bunlar hıristi>< anlarla mecûsîler arasında bir taife olup herhangi bir dine mensûb değillerdir. Mücâhid böyle der. Bir başka rivayete göre; Mücâhid, sâbiîlerin yahû-dîlerle mecûsîler arasında bir taife olduğunu söyler. Saîd İbn Cübeyr de, yahüdîler ile Hıristiyanlar arasında bir taife olduğunu söylemiştir. Hasan el-Basrî ise, sâbiîlerin mecûsîler gibi olduğunu söylemiştir. Ka-tâde; sâbiîlerin, meleklere tapan ve kıbleden başka yöne dönerek ibâ­det eden bir kavim olduğunu bildirmiştir. Rivayete göre; bunlar, Ze­bur'u ökurlarmış. Vehb İbn Münebbih ise şöyle der : Onlar, yalnız ve yalnız Allah'ı tanıyan, fakat kendisiyle amel edecekleri şeriatları bu­lunmayan ve küfür sözünü de söylememiş olan bir topluluktur. İbn Vehb der ki: bana Ebu Zenâd babasından nakletti ki; sâbiîler Irak'tan ötede oturan bir topluluktur. Bunlar bütün peygamberlere inanırlar, senede otuz gün oruç tutarlar. Ve Yemen'e doğru günde beş vakit namaz kılarlar. Daha başka şeyler de söylenmiştir. Bu konu Bakara sûresinde (Bakara, 62) genişçe nakledilmiştir.

«Ve hıristiyanlardan». Bunlar bilindiği gibi İncil'in mensûblandır.

Maksad şudur : Her fırka, Allah'a ve âhiret gününe îmân etmiştir. Kıyamet gününde dirilişe ve cezaya inanmıştır. Salih amel işlemiştir. Ancak insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilen, gerçek risâlet sahibi olan Hz. Peygamberin şeriatına uygun olmadıkça bunların hiç­birisinin anlamı yoktur. Ama kim bu niteliklere sahib olursa, onlar için artık «Hiç korku yoktur.» Gelecekten endîşe etmedikleri gibi, geride bıraktıklarından da üzüntü duymazlar. Bu konu üzerinde Bakara sûre­sinde söz edilmişti, burada tekrar etmeye gerek yoktur.24

70 — Andolsun ki; Biz, İsrâiloğullarından ahd almış ve onlara peygamberler göndermişizdir. Ne zaman bir pey­gamber; onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle gel­mişse, bir kısmını yalanlamışlar, bir kısmını da öldürmüş­lerdi.

71 — Bir fitne olmayacağını sandılar da körleştiler, sağırlaştılar. Sonra Allah kendilerine tevbe nasîb etti. Son­ra yine içlerinden bir çoğu, körleştiler ve sağırlaştılar. Allah işlediklerini hakkıyla görücüdür.

Allah Teâlâ İsrâiloğullarından, Allah'a ve Rasûlüne itaat edecek­leri konusunda sağlam ahid ve sözler aldığını, ancak onların bu ahdi bozup kendi arzu ve heveslerine uyduklarını, heveslerini şeriatlarının önüne aldıklarım, şeriatlarından arzularına uyanı kabul edip uymayanı reddettiklerini bildirerek buyuruyor ki: «Ne zaman bir peygamber; on­lara nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle gelmişse bir kısmını yalanla­mışlar, bir kısmını da öldürmüşlerdi. Bir fitne olmayacağını sandılar da körieştiler.» Yaptıklarından başlarına herhangi bir şey gelmeye­ceğini zannettiler. Ama geldi ve onlar gerçekler karşısında kör ve sağır oldu. Hakkı işitip duymaz ve hak yolunda yürümez oldular. «Sonra Al­lah, kendilerine tevbe nasîb etti. Sonra yine içlerinden bir çoğu, körleş-tiler. Ve sağırlaştılar.» Allah onların yaptıklarına muttali'dir. Kimin hidâyeti hak ettiğini, kimin sapıklığa müstehak olduğunu en iyi O bilir.25

72 — Meryem oğlu Mesih; gerçekten Allah'ın kendisi­dir, diyenler andolsun ki; kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demiştir ki. Ey İsrâiloğullari; benim de Rabbım, sizin de Rabbmız olan Allah'a kulluk edin. Zira her kim ki, Al­lah'a şirk koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram eder ve onun varacağı yer ateştir. Zâlimlerin hiç yardımcı­ları yoktur.

73 — Allah, gerçekten üçün üçüncüsüdür, diyenler andolsun ki; kâfir olmuşlardır. Halbuki hiç bir tanrı yok­tur, ancak bir tek tanrı vardır. Söylediklerinden vazgeç­mezlerse onlardan kâfir olanlara acıklı bir azâb dokuna­caktır.

74 — Hâlâ Allah'a tevbe edip, O'ndan mağfiret dile­mezler mi? Halbuki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

75 — Meryem oğlu Mesîh peygamberden başka bir şey değildir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir. An­nesi de dosdoğru bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. On­lara âyetleri nasıl açıkladığımıza bak. Sonra da bak ki; nasıl yüz çeviriyorlar.

Hıristiyanların Boş İddiaları71

Hıristiyanların Boş İddiaları

Allah Teâlâ, Hıristiyanlardan Melkiye, Yakûbiyye ve Nestûriyye grubunu Mesih'in ilâh olduğunu söylemeleri nedeniyle —ki Allah on­ların sözlerinden yüce ve münezzehtir.— kâfir olduklarına hüküm ve­riyor. Halbuki daha önce Mesih'in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğu söy­lenmişti. Ve o'nun beşikte küçücük bir çocukken, söylediği ilk sözün «Ben Allah'ın kuluyum» olduğu belirtilmişti. O; ne ben Allah'ım, ne de Allah'ın oğluyum, demişti. «Sadece ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitab verdi ve beni peygamber kıldı...» (Meryem, 30-36) demişti. Keza pey­gamberlik gelip de olgunluk çağına eriştiğinde de; onların yalnız, ken­disinin ve onların Rabbı olan Allah'a ibâdet etmelerini bildirmiş ve de­mişti ki: «Ey İsrâiloğulları; benim de Rabbım, sizin de Rabbmız olan Allah'a kulluk edin. Zîrâ her kim ki, Allah'a şirk koşarsa; muhakkak Allah, ona cenneti haram eder ve onun varacağı yer ateştir.» Ateş, onun için vâcib olmuştur ve cennet haramdır. Nitekim Nisa sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışmdakileri bağışlar.» (Nisa, 48). A'râf sûresinde ise şöyle bu­yurur : «Cehennem ehli, cennet ehline, biraz bize su verin veya Allah'ın size verdiği rızıktan gönderin, diye seslenirler. Onlar da derler ki: Doğ­rusu Allah, onları kâfirlere haram kılmıştır.» (A'râf, 50).

Sahih hadîste vârid olur ki; Rasûlullah (s.a.) halk arasına bir mü-nâdî göndererek şöyle seslendirmiş : Doğrusu cennete ancak müslüman nefisler girecektir. Bir başka lafızda ise; mü'min nefisler, demiştir. Nisa sûresinde Yezîd İbn Babenûs'un Hz. Âişe'den naklettiği hadîs anlatıl­mıştı (âyet, 48). Buna göre dîvânlar, üç tanedir. Hz. Peygamber, bun­dan birisini zikretmiş ve Allah onu bağışlamaz. Bu, Allah'a şirk koş­maktır, demiştir. Çünkü Allah Teâlâ «kim ki Allah'a şirk koşarsa; mu­hakkak Allah ona cenneti haram kılmıştır.» buyurmuştur. Hadîs Ah-med İbn Hanbel'in Müsned'inde bulunmaktadır. Onun için Hak Teâlâ, Mesih'in dilinden haber vererek onun îsrâiloğullanna «Zira her kim ki Allah'a şirk koşarsa; muhakkak Allah ona cenneti haram eder ve onun varacağı yer ateştir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur.» buyurmuştur. Onlar için Allah katında ne bir dost, ne bir kurtarıcı, ne de bir yar­dımcı vardır.

«Allah, gerçekten üçün üçüncüsüdür, diyenler andolsun ki; kâ­fir olmuşlardır.» İbn Ebu Hatim der ki: Bana Ali İbn Hasan... Ebu Sahr'dan bu âyet-i kerîme hakkında şöyle dediğini nakletti: Yahudiler Uzeyr Allah'ın oğludur. Hıristiyanlar da Mesîh Allah'ın oğludur, diyor­lardı. Böylece Allah'ı üçün üçüncüsü yapmışlardı. Bu âyetin bu şekilde, yani yahûdî ve hıristiyan grupların kasdedilnıiş olduğu şeklinde yorum­lamak garîbtir. Doğru olan, bu âyet'in Özellikle Hıristiyanlar hakkında nazil olmasıdır ki, Mücâhid ve başkaları böyle demişlerdir. Ancak bu konuda da ihtilâf vardır. Şöyle ki; bununla baba, oğul ve babadan oğula geçen uknum konusunda onların söyledikleri ekânîm-i selâse kasdedil-miştir. Allah onların söylediklerinden çok yüce, çok münezzehtir. İbn Cerîr ve diğerlerinin söylediklerine göre; Melkiyye, Ya'kûbiyye ve Nes-tûriyyeden her üç taife de, üç uknumu kabul ederlermiş. Ancak arala­rında farklı görüşler bulunmaktadır ki, burası bunları açıklama yeri değildir.

Hıristiyanlardan her mezheb diğerini tekfir eder, gerçekte hepsi de kâfirdirler. Süddî ve diğerleri derler ki: Bu âyet, hıristiyanlarm Hz. îsâ'yı ve annesini Allah'la beraber iki ilâh saymaları ve Allah'ı da bu itibârla üçün üçüncüsü kabul etmeleri sebebiyle nazil olmuştur. Süddî der ki: Bu, Allah Teâlâ'nın sûrenin sonunda buyurduğu gibidir : «Hani Allah demişti ki: Ey Meryem oğlu îsâ, insanlara beni ve anneni Allah'­tan başka ilâh edinin ciiye sen mi söyledin?...» Bu görüş daha açıktır. Ancak en iyisini Allah bilir. Halbuki hiçbir tanrı yoktur. Ancak bir tek tann vardır. Tanrılar, müteaddid değildir. Eşi ve benzeri bulunmayan bir tek tanrı vardır. O, bütün kâinatın ve diğer varlıkların tanrısıdır. Bilâhere Allah Teâlâ, onları acı bir tehdîd ile tehdîd ederek buyuruyor ki: «Söylediklerinizden vazgeçmezlerse onlardan kâfir olanlara acıklı bir azâb dokunacaktır.» Bu iftira ve yalandan dolayı âhirette azâb ve işkenceler vardır.

«Hâlâ Allah'a tevbe edip O'ndan mağfiret dilemezler mi? Halbuki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» Bu da Allah'ın kereminin, lutfunun, cö­mertliğinin ve yaratıklarına merhametinin ifadesidir. Onlar böyle bü­yük günâhları işlemişlerken, böylesine yalan ve iftiralar atfetmişlerken, yine de Allah onlan tevbe ve mağfirete çağınyor. Onlardan her kim tevbe ederse Allah onların tevbesini kabul eder. Meryem oğlu Mesîh, peygamberden başka bir şey değildir. Ondan önce de peygamberler geç­miştir. O da geçmiş peygamberler gibi bir peygamberdir. Ve Allah'ın kulu; şerefli elçilerinden bir elçidir. Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi «O ancak bizim kendisine nimet ihsan ettiğimiz ve İsrâiloğullarına bir ör­nek kıldığımız kulumuzdur.» (Zuhruf, 59).

«Annesi de dosdoğru bir kadındır.» O da inanmış sâdık bir hanime-fendi idi. Bu onun için makamların en üstünüydü. Bu da gösteriyor ki;

Hz. Meryem bir peygamber değildi. Nitekim İbn Hazm ve diğerleri; Sârâ'nın, Musa'nın annesinin ve isa'nın annesinin melekler tarafından kendilerine hitap edilmesi nedeniyle peygamber olduğu görüsünün doğ­ru olmadığım ifâde eder. Onlara Allah hitâb ederek şöyle buyuruyor: «Musa'nın annesine de; onu emzir diye vahyettik...» (Kasas, 7). Vahiy nübüvvet manasınadır, diyorlar. Halbuki cumhurun kanâatına göre; Allah bütün peygamberleri erkeklerden göndermiştir. Nitekim bu hu­susta Allah Teâlâ, şöyle buyurur : «Senden önce de hep kendilerine va­hiy gönderdiğimiz kasaba halkından erkeklere risâlet vermiştik.» (Yû­suf, 109). Şeyh Ebu'l-Hasan el-Eş'arî merhum bu konuda icmâ' bulun­duğunu zikreder.

«İkisi de yemek yerlerdi.» Yani her ikisi de yemek yeme ve gıda almaya muhtaçtılar. Sonra yediklerini dışarı atıyorlardı. Her ikisi de, diğer insanlar gibi iki kuldular. Câhil hıristiyan fırkalarının iddia et­tikleri gibi, ilâh değildiler. Allah'ın ardı arkası kesilmez la'neti kıyamet gününe kadar onların üzerine olsun.

«Onlara âyetleri nasıl açıkladığımıza bak.» Nasıl açıklıyor ve or­taya koyuyoruz. «Sonra da bak ki; nasıl yüzceviriyorlar?» Bunca açık­lama ve aydınlanmadan sonra, bak onlar nereye gidiyorlar? Hangi söze sarılıyorlar? Hangi sapık yola yollanıyorlar?26

76 — De ki: Allah'ı bırakıp ta size ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyecek birine mi ibâdet ediyorsunuz? Hal­buki Allah, Semî', Alîm olan'ın kendisidir.

77 — De ki: Ey ehl-i kitâb; dininizde haksız yere haddi aşmayın, daha önce hem kendi sapmış, hem de birçoğu­nu saptırmış ve doğru yoldan ayrılmış bir kavmin hevesle­rine uymayın.

Allah Teâlâ kendinden başkasına, putlara, heykellere ve ağaçlara ta­panları reddederek; bunlardan hiçbirinin ulûhiyet vasfına lâyık olmadık­larını açıklıyor ve buyuruyor ki: Ey Muhammed, bu insan gruplarından Allah'tan başkalarına ibâdet edenlere söyle, —ki hıristiyanlar ve diğer­leri de bunlar arasındadır— «Allah'ı bırakıp da size ne bir yarar, ne de zarar veremeyecek birine mi ibâdet ediyorsunuz?» Ne size zarar vere­bilir, ne de fayda getirebilir o ilâh edindiğiniz şeyler. «Halbuki Allah Semi*, Alîm olanın kendisidir.» Öyleyse siz, neden kullarının söyledik­lerini duyan ve her şeyi bilen bir zâtın tek ilâh olduğundan dönüp de, duymayan, görmeyen ve-bilmeyen, ne kendine, ne de başkasına zarar, ya da yarar veremeden şeylere ibâdet ediyorsunuz?

«De ki: Ey ehl-i kitâb dininizde haksız yere haddi aşmayın.» Hak­ka tâbi olmak konusunda haddi aşmayın, saygı duymakla me'mûr ol­duğunuz kişiyi peygamberlik makamından çıkanp ulûhiyyet maka­mına yükseltmeyin. Nitekim Mesîh (a.s.) konusunda böyle yaptınız. O, Allah'ın peygamberlerinden bir peygamberken, siz o'nu Allah'tan ayrı bir İlâh haline getirdiniz. Bunun sebebi; eskiden sapıklığa düşmüş olan geçmişlerinizden sapık önderlere uymuş olmanızdır. Onlar, yalnız ken­dileri sapıtmakla, kalmamışlar, «Daha önce hem kendi sapmış, hem de birçoğunu saptırmış ve doğru yoldan ayrılmış bir kavmin heveslerine uymayın.» Onlar,' dosdoğru istikâmetten saparak azgınlık ve sapıklık yoluna dalmışlardır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Rebî' İbn Enes'ten nakletti ki; o şöyle demiş : Onların bir lideri vardı. Bir süre kitabı ve sünneti benimsemişti. Sonra şeytân gelip kendisine dedi ki: Senden önce yapılmış olan bir işin üzerinde yürüyorsun, bir iz ta'kîb ediyorsun, ama bu konuda katı davranma. Sen kendiliğinden bir şey bul, ona davet et ve insanları bu konuda zorla. O, şeytânın dediğini yap­tı. Bu işi yaptıktan bir süre sonra tevbe etmek istedi. Mülkünden vaz­geçti, iktidarı bıraktı ve ibâdete çekilerek bir süre yalnız başına icabet etti. Bu sırada şeytân kendisine gelip dedi ki: Yapmış olduğun günâh­tan tevbe etsen, Rabbınla senin aranda, belki Rabbm tevbeni kabul eder, ama falanca ve falanca senin yüzünden sapıttı ve sapıklık içerisinde dünyayı terketti. Sen onları nasıl doğru yola getireceksin? Binâenaleyh ebediyyen senin tevben kabul olmaz. İşte biz, bu âyetin o ve benzerleri hakkında nazil olduğunu duyduk.27

78 — İsrâiloğullarmdan küfredenler; Davud'un ve Meryem oğlu îsâ'nm diliyle la'netlenmişlerdi. Bu; isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi.

79 — Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara engel olmu­yorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi.

80 — Görürsün ki; onlardan çoğu, küfredenleri dost edinmektedirler. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve azâbta ebedî kalıcıdırlar.

81 — Şayet Allah'a, Peygambere ve o'na indirilene îmân etmiş olsalardı; onları dost edinmezlerdi. Ne var ki, onların çoğu fâsıklardır.

İsrâiloğullarından Kâfirler73

İsrâiloğullarından Kâfirler

Allah Teâlâ, İsrâiloğuilarmdan kâfirleri çok eski donemden beri la'netlediğini ve peygamberi Davud'a indirdiği kitabda, Meryem oğlu isa'nın dilinden İsrâiloğullarının isyanı ve haddi tecâvüz etmeleri ne­deniyle, la'netine maruz kaldıklarım haber veriyor. Avfî, İbn Abbâs'-tan nakleder ki; İsrâiloğulları Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'an'da la'net-lenmişlerdir. Sonra da bunların kendi zamanlarında dayandıkları ge­rekçeleri açıklayarak şöyle buyuruyor : «Birbirlerinin yaptıkları fena­lıklara engel olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi.» Onlardan hiç kimse diğerini günâh ve haram işlediği zaman engel olmuyordu. Allah, bunların yaptıklarının çok çirkin olduğunu belirterek böyle dav­ranmaktan sakındırdı.

İmânı Âhmed İbn Hanbel der ki: Bize Yezîd... Abdullah'dan nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İsrâiloğulları isyan içerisine düşünce; bilginleri onları günâh işlemekten nehyetti, fakat onlar vaz­geçmediler. Günâh meclislerinde onlarla birlikte oturdular. Yezîd der ki: Zannediyorum ki; o, şöyle dedi: Çarşı ve pazarlarında onlarla otu­rup birbirlerine destek oldular ve.aynı mecliste içkiler içtiler. Bunun üzerine Allah, onların kalblerini birbirine vurdu. Dâvûd ve Meryem oğlu îsâ'nın diliyle onları la'netledi. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aş­malarından dolayı idi. Râvî diyor ki; Rasûlullah (s.a.) yanı üstü uzan­mıştı, kalktı oturdu ve buyurdu ki: Hayır, nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki; siz onlan hak üzere yürümeye meylettirip yönelteceksiniz.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Abdullah îbn Muhammed... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İsrâiloğulla-rına ilk kötülüğün girmesi şöyle olmuştu: Bir kişi diğeriyle karşılaşır ve ey falanca Allah'tan kork da yaptığım terket. Çünkü bu, senin için helâl değildir, derdi. Sonra ertesi gün onunla karşılaşırdı ve adamın dünkü fiili onunla birlikte yemek içmek ve meclis ortağı olmalarım en­gellemezdi. Böyle yapınca, Allah Teâlâ da onların kalblerini birbirine çarptı. Sonra Hz. Peygamber «İsrâiloğullanndan küfredenler Davud'un ve Meryem oğlu îsâ'nın diliyle la'netlenmişlerdi...» âyetini okudu ve ar­kasından şöyle buyurdu: Hayır, Allah'a andolsun ki; siz, muhakkak ma'rûfu emreder ve münkerden nehyedersiniz. Ve zâlim'in elinden el­bette tutar ve onu zorla hakka meylettirirsiniz. Veya onu hak üzerinde tutarsınız. Tirmizî ve İbn Mâce de bu hadîsi Ali İbn Hüzeyme yoluyla rivayet eder. Tirmizî bu hadîs; hasendir, garîbtir, der. İbn Mâce ise bu hadîsi, Bündâr kanalıyla Ebu Ubeyde'den mürsel olarak rivayet eder.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a,) şöyle buyurmuştur : İsrâiloğullanndan bir kişi, arkadaşının günâh işlediğini görüp onu sakındırmak için günâhı işlemekten nehyederdi. Ertesi gün olunca, gördüğü davranış onu ar­kadaşıyla birlikte oturup yemek yemekten, konuşmaktan ve ortaklık­tan alıkoymazdı. —Harun'un metninde ise birlikte içmekten alıkoy-mazdı, şeklindedir.-- Allah, onlann bu durumunu görünce; kalblerini birbirlerine çarptı ve peygamberleri Dâvûd ve Meryem oğlu îsâ'nın di­liyle onları la'netledi. Bu, onlann isyan etmeleri ve haddi aşar olma-lan nedeniyledir. Sonra Rasûlullah (s.a.) buyurdu : Nefsim yed-i kud­retinde olan Allah'a yemîn ederim ki; siz, muhakkak ma'rûfu emreder ve münkeri nehy edersiniz. Kötülük yapanın elinden tutar, onu hakka döndürürsünüz. Yahud da Allah, kalblerinizi birbirine çarpar veya İs-râiloğullanna la'netlediği gibi, sizi de la'netler. Bu metin Ebu Saîd'in ifadesidir. Ebu Dâvûd ise bu hadîsi, Hâlid İbn Hişâm kanalıyla Abdul­lah İbn Mes'ûd'dan.rivayet eder. Sonra der ki: Aynı hadîsi Hâlid... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiştir. Şeyhimiz Hafız el-Müzenî, bu hadîsi Hâlid İbn Abdullah'tan, ayrıca Ebu Musa'dan rivayet etmiştir.28

Ma'rûf u Emir ve Münkerden Nehiy. 73

Ma'rûf u Emir ve Münkerden Nehiy

Ma'rûfu emir ve münkerden nehiy konusunda pek çok hadîs var­dır. Biz, burada uygun düşen bir kısmını zikredelim : Nitekim daha ön­ce Cerîr'in hadîsinde (63. âyet) bu konuda bilgi verilmişti. Ayrıca ilerde (105. âyette) Ebubekir es-Sıddîk'ın ve Ebu Sa'lebe'nin hadîsi gelecektir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Süleyman el-Hâşimî... Hu-zeyfe İbn Yemmân'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :

Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki; siz, ya ma'­rûfu emreder ve münkerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azâb gönderir de siz. bundan sonra Allah'a dua eder­siniz, fakat duanıza icabet etmez. Tirmizîde bu hadîsi... İsmâîl İbn Ca'fer kanalıyla rivayet eder ve hasen hadîstir, der. Ebu Abdullah Mu-hammed İbn Yezîd İbn Mâce der ki: Bize Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe... Hz. Âişe'den nakletti ki; o, Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini duydum, demiştir. Siz, duâ edip de duanıza icabet edilmeyeceği günden önce ma'rûfu emredin ve münkerden nehyedin. Bu hadîsi, yalnızca İbn Mâce nakletmiştir. Râvî'ler arasında yer alan Âsim meçhul bir kişidir. Müs­lim'in Sahîh'inde vârid olduğuna göre; A'meş... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :

Sizden her kim, bir kötülüğü görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin. Bu ise îmânın en zayıf noktasıdır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize îbn Nümeyr... Adiyy İbn Amîre'den nakleder ki; o, ben Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu duydum, demiş : Muhakkak ki Allah, bazı kişilerin ameli nedeniyle hal­ka azâb etmez. Tâ ki onlar kendi aralarında kötülüğü görüp de onu red­detmeye güçleri yettiği halde, bunu yapmazlar. Halk böyle yaptığı za­man; bazı kişilerin amellerinden dolayı Allah halkı azâblandırır. Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel, Ahmed İbn Haccâc kanalıyla... Adiyy İbn Adiyy el-Kindî'den nakleder. Böylece iki ayrı rivayet tarîkıyla zikret­miştir.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Muhammed İbn A'lâ... Urs —Adiyy— İbn Amîre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Yeryüzün­de bir hatâ işlenir de onu görüp nefret edenler —bir seferinde de red­dedenler demiştir— onu görmemiş gibi olurlar. Onu görmeyip de razı olanlar ise; onu görmüş gibi olurlar. Bu hadîsi, yalnızca Ebu Dâvûd ri­vayet etmiştir. Ayrıca Ahmed İbn Yûnus kanalıyla... Adiyy İbn Adiyy'-den mürsel olarak bir başka rivayet nakletmiştir. Ebu Dâvûd der ki: Bize Süleyman İbn Harb ve Hafız İbn Ömer... Ebu'l-Bahterî'den rivayet etti ki; o, peygamberden duyan bir kişi bana Rasûlullah'ın şöyle dediğini haber verdi demiştir : İnsanlar ma'zûr görülünceye kadar, helak ol­mazlar. (Veya metin şöyledir : Kendi nefisleri tarafından ma'zûr görü­lünceye kadar.)

İbn Mâce der ki: Bize îmrân İbn Mûsâ... Ebu Saîd el-Hudrîden ri­vayet etti ki :

Rasûlullah (s.a.) birgün hutbe okumuş ve yaklaşık olarak şöyle demiş: Dikkat edin; bir kişiyi, halkın korkusu, bildiği gerçeği söyle­mekten alıkoymasın. Râvî der ki Ebu Saîd el-Hudrî ağlayarak şöyle dedi: Allah'a andolsun ki, biz pek çok şeyleri gördük de geçtik. İsrail'in Ebu Saîd el-Hudrî'den naklettiği hadîste ise Rasûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor:

Cihâdın af dalı; azgın bir hükümdarın yanında söylenen hak bir sözdür. Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce bu hadîsi rivayet ederler. Tir-mizî ise; bu hadîs bu şekliyle garîbtir, der.

İbn Mâce der ki: Bize Râşid İbn Saîd... Ebu Ümâme'den nakletti ki; o, şöyle demiş :

Cemre-i Ûlâ'da adamın biri Rasûlullah'a gelip şöyle dedi: Ey Al­lah'ın Rasûlü 'cihâdın af dalı hangisidir? Rasûlullah sustu. İkinci cem­rede geldi aynı şeyi sordu, Rasûlullah yine sustu. Son cemrede taşını attıktan sonra Hz. Peygamber ayağını bineğine binmek üzere üzengisi­ne koyduğunda; o soru soran nerede? dedi. Adam; benim ya Rasûlallah, diye çıktı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Azgın bir hükümdarın katında söylenen hak sözdür. Bu hadîsi İbn Mâce münferid olarak rivayet etmiş­tir. İbn Mâce der ki: Bize Ebu Küreyb... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Hiçbir kimse kendi nefsini küçük düşürmesin. Orada bulunanlar; ey Allah'ın Rasûlü, içimizden bi­risi kendi nefsini nasıl küçük düşürür? diye sordular. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Allah için söz söylenebilecek bir işi görür ve o konuda söz söylemez. Allah ona kıyamet gününde şu konuda şöyle ve şöyle demek­ten seni alıkoyan nedir? der. O; halkın korkusu, deyince Allah Teâlâ; Ben daha çok korkulmaya müstahaktım, buyurur. Bunu da îbn Mâce münferid olarak rivayet etmiştir. İbn Mâce aynca der ki: Bize Ali İbn Muhammed, Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediğini duyduğunu nakleder: Ben Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu duydum: Allah Teâlâ, kulunu kıyamet gününde sorguya çeker. Nihayet der ki: Münkeri gör­düğün zaman onu reddetmekten seni alıkoyan şey ne idi? Kul; dayan­dığı delilleri Allah'a arzederken der ki: Ya Rabbî; ben istedim ama in­sanlardan korktum. Bu hadîsi de İbn Mâce yalnız başına nakletmiştir ki, isnadında herhangi bir eksiklik yoktur.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Amr îbn Âsim... Huzeyfe'-den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) : Bir müslümanın kendi nefsini hor­laması uygun değildir, buyurmuş. Nasıl kendi nefsini horlar? diye so­rulduğunda; gücü yetmeyecek konularda kendini tecrübeye ma'rûz bı­rakır, demiştir. Tirinizî ve İbn Mâce de bu hadîsi Muhammed İbn Beşşâr kanalıyla Amr İbn ÂsmVdan rivayet ederler. Tirmizî bu hadîs; hasen-dir, sahihtir, garîbtir, der.

îbn Mâce der ki: Bize Abbâs İbn Velîd... Enes İbn Mâlik'in şöyle dediğini rivayet etti:

Rasûlullah (s.a.) a ma'rûfu emir ve münkerden nehiy ne zaman terkedilir? diye soruldu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sizden Önceki milletlerin arasında yayılan şeyler, sizin aranızda da belirdiği zaman. Biz dedik ki; ey Allah'ın Rasûlü bizden önceki milletlerin arasında ya­yılan şey nedir? O, şöyle buyurdu ; Küçükleriniz arasında mülk, bü­yükleriniz arasında fuhuş, kötüleriniz arasında ilim. Zeyd tbn Yahya; kötüleriniz arasında bilgi sözünü, ilmin fasıklar arasında yayılması şek­linde tefsir etmiştir. Bunu İbn Mâce yalnız olarak rivayet etmiştir. An­cak Ebu Sa'lebe'nin ilerde bunu destekleyen hadîsi gelecektir.

«Görürsün ki, onların çoğu küfredenleri dost edinmektedir.» Mü-câhid, bununla münafıkların kasdedildiğini söyler. «Nefislerinin ken­dileri için öne sürdüğü ne kötüdür.» Onların kâfirleri dost edinip, mü'-minlerin dostluğunu terketmeleri ve bunun arkasında kalblerinde ni­fakın yayılması sonucu Allah Teâlâ'nın kıyamet gününe kadar sürecek olan gazabım hak etmiş olmaları sebebiyle nefislerinin kendilerine tak­dim ettiği şey ne kötüdür. «Allah onlara gazab etmiştir. Ve azâbta ebedî kalıcıdırlar.» Yani kıyamet gününe kadar.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... A'meş'ten nakletti ki; o kendi isnâdıyla Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakletmiştir : Ey Müs­lümanlar topluluğu; zinadan kaçının. Çünkü zinada altı özellik vardır. Bunlardan üçü dünyada üçü de âhirettedir. Dünyada olanlar şunlar­dır : Yüzün parlaklığını giderir, fakirlik getirir ve ömrü azaltır. Âhirette olanlar ise şunlardır: Zina Rabbın kızgınlığını çeker, hesâbta kötülük getirir ve cehennemde ebedî kalmayı îcâb ettirir. Sonra Rasûlullah (s.a.) : «Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür. Allah, on­lara gazab etmiştir ve azâbta ebedî kalıcıdırlar.» âyetini okudu. İbn Ebu Hatim bu şekilde rivayet eder. İbn Merdûyeh de Süfyân İbn Ammâr kanalıyla... Huzeyfe'den bu hadîsi rivayet eder. Bu hadîs, her halü­kârda zayıftır. En doğrusunu Allah bilir.

«Şayet Allah'a, peygambere ve o'na indirilene îmân etmiş olsalar­dı, onları dost edinmezlerdi.» Eğer onlar, gerçekten Allah'a peygambere ve Kur'an'a inanmış olsalardı; gizli olarak kâfirleri dost edinmek ve mü'minlere, Allah'a, peygamberine ve o'na indirilmiş olana düşmanlık suçunu işlemezlerdi. «Ne var ki onların çoğu fâsıktır.» Allah'a ve Ra-sûlüne itâattan dışarı çıkmışlar, Allah'ın vahyine ve Kur*an'ındaki âyetlerine muhalefet etmişlerdir.29

82 — Andolsun ki; insanlardan, îmân edenlere en şid­detli düşman olarak, Yahudileri ve Allah'a şirk koşanları bulacaksın. Andolsun ki, onlardan îmân edenlere; sevgice en yakını da -«Biz Hıristiyanlarız» diyenleri bulacaksın. Bu­nun sebebi; onların içinde keşişler ve râhibler bulunmasın­dan ve onların gerçekten büyüklük taslamamalanndandır.

83 — Peygambere indirileni işittiklerinde; hakkı tanı­dıklarından dolayı gözleri yaşla dolup taşar da derler ki: Rabbımız; biz, îmân ettik, bizi de şâhidlerle beraber yaz.

84 — Hem Rabbımızın bizi sâlihler topluluğuyla be­raber bulundurmasını umarken, niçin Allah'a ve bize ge­len hakîkata îmân etmeyelim.

85 — Allah da onları dediklerinden dolayı; altından ırmaklar akan cennetlerle mükâfatlandırdı. Orada temelli kalacaklardır. İşte ihsan edenlerin mükâfatı budur.

86 — Küfredip te âyetlerimizi yalanlayanlar; işfe on­lar, cehennem ashabıdırlar.

Müminlere En Çok Düşman Olanlar75

Müminlere En Çok Düşman Olanlar

Ali tbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyet Necâşî ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Ca'fer İbn Ebu Tâ-lib Habeşistan'da Necâşî ve adamlarına Kur'an-ı Kerîm'i okuyunca; sakallan yaşarıncaya kadar ağladılar. Bu söz üzerinde dikkatle du­rulması gerekir. Zîrâ bu âyet, Medine'de inmiştir. Ca'fer İbn Ebü Tâlib'in Necâşî ile konuşması ise hicretten öncedir. Saîd îbn Cü-beyr, Süddî ve diğerleri de derler ki: Bu âyet Necâşî'nin; sözünü dinlemek ve özelliklerini görmek üzere Hz. Peygambere bir hey'et gönder-jnesl üzerine nazil olmuştur. Hz. Peygamber onlara Kur'an-ı okuyunca; müslüman olmuşlar ağlayıp huşûa kapılmış ve gidip Necâşî'ye bu duru­mu haber, vermişlerdir. Süddî der ki: Necâşî memleketinden göçetmiş, ancak yolda ölmüştür. Bu da Süddî'nin münferid rivâyetlerindendir. Çünkü Necâşî öldüğü zaman, Habeş imparatoru idi. Ve öldüğü gün Hz. peygamber onun gıyabına cenaze namazı kılmıştı ve bunu ashabına haber vererek, Necâşı'nin Habeşistan'da vefat ettiğini bildirmişti.

Sonra Habeşistan'dan gönderilen bu elçilerin sayısı konusunda ih­tilâf vardır! Oniki kişi oldukları söylenir. Bunlardan yedisi keşiş, beşi de râhib imişler. Aksini söyleyenler de vardır. Altmış küsur kişi olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, yetmiş küsur kişi olduklarını söyleyenler de vardır. En iyisini Allah bilir.

Atâ İbn Ebu Rebâh der ki: Bunlar, Habeş halkından bir topluluktu. Müslümanlardan Habeşistan'a hicret edenler oraya gittiklerinde, müs­lüman olmuşlardı. Katâde ise; orilar, Meryem oğlu îsâ'nın dininde idi­ler, müslümanları görüp Kur'an'i işitince müslüman olmuşlar ve bir daha sapmamışlardı. İbn Cerîr Taberî de bu âyetin, ister Habeş'li olsun, ister başka milletten olsun bu özelliklere sahib olan toplulukların nite­liği mâhiyetinde nazil olduğu görüşünü tercih eder.

«Andolsun ki; insanlardan îmân edenlere karşı en şiddetli düşman olarak, yahûdîleri ve Allah'a şirk koşanları bulacaksın.» Bunun sebebi; yalnızca yahûdîlerin inâdları, inkârları, hakka karşı durmalarıdır. İn­sanlara karşı nefret besleyip ilim ehlinin aralarında bulunmayışıdır. Bu sebeple onlar, Peygamberlerden bir çoğunu öldürmüşlerdir. Hattâ Hz. Peygamberi birkaç kez öldürmeye "yeltenmişler ve o'na büyü yap­mışlardı. BU.konuda onların benzerleri müşriklerdir. Kıyamet gününe kadar ardı arkası kesilmeyen la'net, onların üzerine olsun.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh; bu âyetin tefsiri sırasında der ki: Bize Ahmed İbn Muhammed... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ne zaman bir yahÜdî bir müsiümanla tek başı­na kalsa, onu öldürmek istemiştir. Ayrıca bu hadîsi Muhammed İbn Ahmed..t Ebu Hüreyre'den nakleder ve der ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ne zaman bir yahûdî bir müslümanla tekbaşına kalsa, içinden onu öldürmeyi geçirmiştir. Bu hadîs, gerçekten garîbtir.

«Andolsun ki onlardan îmân edenlere sevgice en yakını da biz hıris-tiyanlanz, diyenleri bulacaksın.» Kendilerinin, Hz. Mesih'in yolunda ve İncil'in doğrultusunda olduklarını iddia edenler, Hıristiyanlardır. On­lar, genellikle müslümanlara ve İslâm'a dostluk beslerler. Bunun sebebi de kalblerinde yer eden duygulardır. Çünkü onlar, Mesîh dininde şefkat ve merhamet bulunduğunu kabul ederler. Nitekim Allah Teâlâ; «Ona tâbi olanların kalbine şefkat ve merhameti yerleştirdik» buyuruyor.

Hıristiyanların kitaplarında; sağ yanağına bir tokat atana, sol yana­ğını da çevir, denilmektedir. Onların dininde savaş, meşru' değildir. Bu sebeple Allah Teâlâ, âyetin devamında «Bunun sebebi; onların içinde keşişler ve râhibler bulunmasmdandır ve onların gerçekten büyüklük taslamamalanndandır.» buyuruyor. Onların arasında keşişler, yani bil-, ginler ve hatîbler, râhibler, yani âdil ve zâhidler bulunmaktadır.

(......................)

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Bişr İbn Âdem... Hamiye İbn Riâb'tan nakletti ki; o, ben Hz. Selmân'dan Allah'ın bu âyetini sordu­ğumda o, şöyle dedi: «Keşişler» kelimesini ma'bed ve mihrâblarda bı­rak. Allah'ın Rasûlü bana bu âyeti «Bunun sebebi; onların içinde sıd-dîklar ve râhibler bulunmasmdandır.» şeklinde okurdu. îbn Merdûyeh de Yahya îbn Abdülhamîd kanalıyla... Selmân el-Fârisî'den böyle riva­yet etmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Hamiye İbn Riâb'dan şöyle dediğini rivayet etti: Ben, Selmân el-Fârisî'ye bu âyet sorulduğunda şöyle cevâb verdiğini duydum : Keşişler, ma'bed ve kiliselerde bulunan râhiblerdir. Onları orada bırak. Çünkü ben Hz. Peygambere bu âyeti j ) şeklinde okuduğumda, o bana (&*£><*&*>&&* şeklinde okudu.

Allah Teâlâ «Onların içinde keşişler ve râhibler bulunmasından ve onların gerçekten büyüklük taslamamalarından» kavli; onların ara­sında, ibâdet ve tavazû niteliklerine sahib kimseler bulunduğunu gös­termektedir. Ve hemen ardından Allah Teâlâ, onların hakka bağlı, ha^ kîkate uyan insaflı kişiler olduğunu belirterek şöyle buyurur: «Pey­gambere indirileni işittiklerinde; hakkı tanıdıklarından dolayı; gözleri yaşla dolup taşar da derler ki: Rabbımız, biz îmân ettik. Bizi de şâhid-lerle beraber yaz.» Hz. Peygamberin ve Kur'an'm doğruluğuna şehâdet eden inananlarla birlikte yaz. Neseî Amr îbn Ali kanalıyla.. Abdullah îbn Zübeyr'den nakleder ki; o, şöyle demiş: Bu âyet, Necâş* ve arka­daşları hakkında nazil olmuştur. Taberânî de der ki: Bize UbeycTüIiah îbn Abdurrahmân... Abdullah İbn Abbâs'tan bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder : Onlar Ebu Tâlib oğlu Ca'fer ile birlikte Habeşistan'­dan gelen çiftçilerdi. Rasûlullah (s.a.) kendilerine Kur'an'ı okuyunca, îmân etmişler ve gözleri yaşla dolmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara; belki de kendi yurdunuza ve tekrar eski dininize dönerseniz buyurmuş, onlar; biz artık dinimizden geri dönmeyiz, demişlerdir. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ, onların sözlerini nakleden bu âyeti inzal bu­yurmuştur.

İbn Ebu Hatim, İbn Merdûyeh ve Hâkim Müstedrek'inde Semmâk kanalıyla İkrime'den naklederler ki; İbn Abbâs «Bizi de şâhidlerle beraber yaz.» kavli konusunda şöyle demiştir : Hz. Muhammed ve ümme-tiyle birlikte yaz. Çünkü onlar, şâhidlerdir. Peygamberlerinin buyruğu teblîğ ettiğine şehâdet etmişlerdir. Bütün peygamberlerin de ilâhî buy­ruğu tebliğ ettiğinin şâhidleridir. Sonra Hâkim, bu isnadın sahîh oldu­ğunu, ancak Buhârî ve Müslim'in bunu tahrîç etmediğim kaydeder.

«Hem Rabbımizm bizi sâlihler topluluğuyla beraber bulundurma­sını umarken niçin Allah'a ve bize gelen hakîkata îmân etmeyelim?» Hıristiyanlardan bir grup Allah Teâlâ'nin: «Ehl-I kitâb'tan öyleleri de vardır ki; Allah'a, bize indirilmiş olana ve kendilerine indirilmiş ola­na, Allah'a huşu' içinde îmân ederler.» (Âl-i îmrân, 199) kavlinde be­lirttiği özelliklere sahiptirler. Bunlar Allah Teâlâ'nın kendileri hakkın­da şöyle buyurduğu kimselerdir. «Kendilerine daha önce kitâb verdik­lerimiz de ona îmân ederler. Kendilerine okunduğu zaman; biz ona îmân ettik. Gerçekten o, Rabbımızdan gelmiş bir haktır. Doğrusu biz, daha Önce de teslim olmuşlardanız, derler.» (Kasas, 52 - 55). Bu sebeple Al­lah Teâlâ bu sûrede de onlar için «Allah da onları dediklerinden dolayı altından ırmaklar akan cennetlerle mükâfatlandırdı.» Hakkı i'tirâf et­meleri, gerçeği tasdik edip îmân etmeleri sebebiyle, Allah Teâlâ; onları, altından ırmaklar akan cennetlerle mükâfatlandırdı. Orada temelli ka­lacaklardır. Oradan ayrılmayacaklardır. «îşte ihsan edenlerin mükâfatı budur.» Hakka tâbi olup her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kiminle olurlarsa olsunlar; gerçeğe bağlanmalarının mükâfatı budur. Ve Allah Teâlâ, şakîlerin ahvâlini bildirerek, «Küfredip de âyetlerimizi yalan­layanlar, işte onlar cehennem ashabıdırlar.» buyuruyor. Âyetlerimizi inkâr edip karşı çıkanlar, cehennemliklerdir ve oraya gireceklerdir.30

87 — Ey îmân edenler-, Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşma­yın. Doğrusu Allah, haddi aşanları sevmez.

88 — Allah'ın siza verdiği rızıktan helâl ve temiz ola­rak yeyin. Sizin kendisine îmân etmiş olduğunuz Allah'­tan da korkun.

Allah'ın Halâl Kıldığı Şeyleri Haram Sayanlar77

Allah'ın Halâl Kıldığı Şeyleri Haram Sayanlar

Amr İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyet, Hz. Peygamberin ashabından bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bu topluluk; biz koku sürünmeyiz, dünya arzularını terkederiz ve râhibler gibi yeryüzünde geziniriz, demişlerdi. Bu husus, Hz. Peygambere ula­şınca onlara haber gönderip çağırdı ve duyduğunu kendilerine anlattı. Onlar; evet, dediler, Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki: Fakat ben, oruç tutar ve bozarım. Namaz kılar ve uyurum. Kadınlarla evle­nirim. Kim, benim sünnetime sanlırsa o, bendendir. Kim de benim sümıetime sarılmazsa o, benden değildir. Bu hadîsi İbn Ebu Hatim rivayet eder. İbn Merdûyeh de Avfî kanalıyla Abdullah îbn Abbâs'dan benzer bir ifâdeyi nakleder.

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Hz. Âise (r.a.) den nakledilir ki:

Rasûlullah'ın ashabından bir grup Hz. Peygamberin eşlerine gele­rek; onun görülmeyen zamandaki amellerini soruşturdular. İçlerinden bir kısmı; ben kadınlarla evlenmem, bir kısmı; ben et yemem, dedi. Bir kısmı da; yatakta uyumam, dedi. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Şu İnsanlara ne oluyor ki; bir kısmı şöyle ve şöyle diyorlar. Fakat ben namaz kılar ve uyurum, oruç tutar ve bozarım. Ve kadınlarla evlenirim. Kim, benim sünnetimi terk ederse; o, benden değildir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed tbn îsâm... Abdullah îbn Ab-bâs'dan nakletti ki; Rasûlullah'ın ashabından bir adam gelerek şöyle demiş : Ey Allah'ın Rasûlü; ben, et yediğim zaman kadınlarla birleşmek isterim. Bu sebeble kendime et yemeyi yasakladım.. Bunun üzerine Al­lah Teâlâ : «Ey îmân edenler; Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın...» âyeti nazil oldu. Bu hadîsi Tirmizî, İbn Cerîr Taberî ile birlikte Amr İbn Ali kanalıyla... İbn Abbâs'dan nakleder ve; hasen, garîb bir hadîstir, derler. Bir başka vecihle mürsel, olarak, bir başka vecihle de. mevkuf olarak İbn Abbâs'dan nakledilmiş­tir. Allah en iyisini bilendir.

Süfyân es-Sevrî ve Vekî'... Abdullah İbn Mes'ûd'dan naklederler ki; o, şöyle demiş : Biz Hz. Peygamberle savaşırdık ve beraberimizde kadin bulunmazdı. Kendimizi hadımlaştırsak mı? dedik. Rasûlullah (s.a.) bize bunu yasakladı ve kadınlarla belirli bir süreye kadar evlenmemize izin verdi. Sonra Abdullah İbn Abbâs «ey îmân edenler; Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aş­mayın» âyetini okudu. Buhârî ve Müslim bu hadîsi İsmail'in hadîsinden tahrîc etmişlerdir. Mut'a nikâhı haram kılınmazdan önce durum böyle idi. Allah en iyisini bilendir.

A'meş... Amr İbn Şurahbil'den nakleder ki; o, şöyle demiş: Ma'kil İbn Mukarrin, Abdullah İbn Mes'ûd'a gelerek; ben, yatağımı kendime haram kıldım, demiş. O da «ey îmân edenler; Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın...» âyetini okumuş. Sev-rî... Mesrûk'dan nakleder ki ;o, şöyle demiş : Biz, Abdullah İbn Mes'ûd' un yanında idik. Bir yiyecek getirildi. Adamın biri kenara çekildi. Abdul­lah İbn Mes'ûd; yaklaş, dedi. Adam; ben, o yemeği kendime haram kıldım, dedi. Abdullah İbn Mes'ûd, yaklaş, ye ve yemininin keffâretini ver, dedi sonra bu âyet-i kerîme'yi okudu. İbn Ebu Hatim de bu rivayeti nakleder. Hâkim; bu son hadîsi, Müstedrek'inde İshâk İbn Râhûyeh kanalıyla Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder. Sonra da Buhârî ve Müs­lim'in şartlarına göre sahihtir, ancak her ikisi de bu hadîsi tahrîc et­memişlerdir, der. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Zeyd İbn Eslem'in kendisine şöyle haber verdiğini bildirdi: Abdullah İbn Revâha'nm ailesi, bir kişiyi evlerinde nıüsâfir etmişler. Abdullah Hz. Peygamberin yanma gitmiş. Evine döndüğünde; bakmış ki, onlar kendisini bekleyerek müsâfirlerine yemek yedirmiyorlar. Abdullah, ha­nımına : Benim için müsâfirimi beklettin mi öyleyse o yemek bana ha­ramdır, demiş. Hanımı da aynı şekilde bana da haram olsun, demiş. Bunun üzerine müsâfir de öyleyse bana da haram olsun, demiş. Bu du­rumu gören Abdullah, elini yemeğe uzatmış ve; Allah'ın adıyla yeyin, demiş. Sonra Hz. Peygambere gidip olanları haber vermiş. Bunun üze­rine «ey îmân edenler; Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın...» âyeti nazil olmuş. Bu hadîs munkati'dir. Buhârî'nin Sahîh'inde buna benzer bir hadîs vardır. Bu vak'aya binâen Şafiî ve benzeri bazı bilginler; kişinin kendisine yasakladığı yiyecek, giyecek veya benzeri şeylerin —hanım dışında—• kişiye haram olma­yacağını ve keffâretin gerekmeyeceğini söylemişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ «ey îmân edenler; Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın» buyurmaktadır. Ayrıca daha önce geçen hadîsde vârid olduğu gibi, kendisine et yemeyi yasaklayan kişiye, Hz. Peygamber; keffâret emretmemiştir. Aralarında Ahmed îbn Hanbel'in bulunduğu bir başka grup da derler ki: Bir yiyeceği veya içeceği veya herhangi bir şeyi kendisine haram kılan kişiye yemîn keffâreti gerekir. Nasıl yemîn keffâreti ile haram Kılmadan vazgeçmesi gerekirse, aynı şekilde kendisine haram kılmış olmaktan dolayı da zorlanarak bu dav­ranışından sorumlu tutulur. Nitekim İbn Abbâs böyle fetva vermiştir. Ve Allah Teali; bir başka âyet-i kerîme'de de şöyle buyurmaktadır: «Ey Peygamber, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi eşlerinin hoşnûdluğu-nu gözeterek niçin haram kılıyorsun? Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir. (Tah-rîm, 1). Ayrıca şöyle buyurmaktadır: «Allah şüphesiz size yeminleri­nizi keffâretle geri almanızı meşru' kılmıştır.» (Tahrîm, 2). Keza burada da bu hükmü zikrettikden sonra, hemen yemîn keffâretini açıklayan âyeti getirmektedir. Bu da gösteriyor ki; bu, keffâretin gerektirdiği ko­nularda yemîn mertebesine indirilmiştir. Allah en iyisini bilendir.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Kasım... Mücâhid'in şöyle dediğini anlattı: Aralarında Maz'ûn oğlu Osman, Amr oğlu Abdullah'ın bulun­duğu bazı erkekler, bekâr kalmak ve kendi içlerine çekilip râhib elbi­sesi giymek istediler. Bunun üzerine bu iki âyet nazil oldu. İbn Cüreyc İkrime'den naklen der ki; Osman İbn Maz'ûn ve Ali İbn Ebu Tâlib, Abdullah İbn Mes'ûd, Mikdâd İbn Esved ve Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim Îİe bir topluluk bekâr kalmak istediler. Evlerde oturdular. Kadınlardan ayrıldılar. Rahip elbisesi giydiler. İsrâiloğullarından seyyahların yeyip giydikleri dışında güzel yiyecekleri ve giyecekleri kendilerine yasakla­dılar. Ve hadımlaşmak istediler. Geceleri kâim, gündüzleri sâim olma­ya karâr verdiler. Bunun üzerine «ey îmân edenler; Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşma­yın...» âyeti nazil oldu. Âyet, müslümanlann yolunun dışında bir yola gitmeyin, diyordu. Yani onların kendilerine yasakladıkları kadın, yiye­cek ve giyecek ile hadımlaşmak maksadlarını ve geceleri kâim, gündüz­leri sâim olma karârlarını kasd ediyordu. Onlar hakkında bu âyet nazil olunca, Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sizin nefislerinizin, sizin üzeri­nizde hakkı vardır. Doğrusu gözlerinizin de sizin üzerinizde hakkı var­dır. Oruç tutun ve iftar yapın. Namaz kılın ve uyuyun. Bizim sünneti­mizi terkedenler, bizden değildirler. Bunun üzerine onlar; Allah'ım biz sana teslim olduk ve senin indirdiğine uyduk, dediler. Bu olay, tabiîn­den birden fazla kişi tarafından mürsel olarak zikredilmiştir. Buhârî ve Müslim'de mü'minlerin annesi Hz. Âişe'den nakledilen ve yukarda ak­tarılmış olan rivayet de bunu destekler. Hamd ve nimet Allah'a mah­sûstur.

Esbât; bu âyet-i kerîme konusunda Süddî'den naklen der ki: Bir gün Rasulullah (s.a.) oturdu ve insanlara öğüt verdi sonra kalktı, fazla korkutmadı. Bunun üzerine aralarında Ali İbn Ebu Tâlib ve Os­man İbn Maz'ûn'un bulunduğu on kişilik bir grup kendi kendilerine; Peygamber bizi (Rabbımızm hoşnûd edeceği derecede) korkutmadı. Biz fazla korktuğumuzu gösterecek bir amel yapmazsak gerçekten korkmuş olmayız, dediler. Müslümanlar, kendilerine bazı şeyleri haram kıldılar, biz de haram kılalım, dediler. İçlerinden bir kısmı et ve yağ yemeyi ken­disine yasakladığı gibi, bir kısmı yemeği haram kıldı. Bir kısmı uyku­yu, bir kısmı kadınları haram kıldı. Osman İbn Maz'ûn kadınlara yak­laşmayı kendine haram kılanlardandı. O, eşine yaklaşmaz, eşi de ken­dine yaklaşmazdı. Bir gün Havle adı verilen eşi Hz. Âişe'nin yanma gel­di. Hz. Âişe ve yanında bulunan Peygamberin eşleri; ne oluyor sana ey Havle, rengin değişmiş, taranmaz ve.koku sürünmez misin? dediler. Havle dedi ki: Nasıl taranayım ve koku sürüneyim? Eşim şu kadar zamandan beri bir kere olsun bana yaklaşmadı ve üstümden elbisemi çıkarmadı. Râvî der ki: Onlar Havle'nin söylediklerinden dolayı güle-yazdılar. Onlar gülerken Hz. Peygamber içeri girdi. Neden gülersiniz? dedi. Hz. Âişe; ey Allah'ın Rasûlü ben Havle'ye durumunu sordum, o da şu kadar zamandan beri eşim üzerimden elbisemi çıkarmadı, dedi. Bunun için güleriz, diye karşılık verdi. Rasûlullah (s.a.) Osman'a haber gönderdi ve çağırdı. Ne yapıyorsun ey Osman? dedi. O; ey Allah'ın Ra­sûlü kendimi ibâdete vermek ve Allah'ın rızâsını kazanmak için bunu terkettim,.diyerek durumunu Hz. Peygambere anlattı. Osman; Hz. Pey­gamberin' kendisini hoş karşılamasını istemişti. Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: Evine gidip eşinle birleşmen için sana and içiririm. Osman; ey Allah'ın Rasûlü, ben oruçluyum, dedi. Hz. Peygamber; orucunu boz, buyurdu! O da orucunu bozdu ve ailesinin yanma gitti. Bir süre sonra Havle Hz. Âişe'nin yanma geldi, taranmış, sürme çekmiş ve koku sürün-müştü. Hz. Âişe gülerek nasılsın ey Havle? dedi. Havle : Dün geldi ve bana yaklaştı, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ne oluyor bir topluluğa ki; kadınları, yiyecek ve uykuyu kendilerine ha­ram kılıyorlar? Dikkat edin; doğrusu ben, uyur ve uyanırım. Oruç tutar ve iftar ederim. Kadınları da nikâhlarım. Kim, benim sünnetimden yüz çevirirse; o, benden değildir. Bunun üzerine «ey îmân edenler; Al­lah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşmayın. Doğrusu Allah, haddi aşanları sevmez,» âyeti nazil oldu. Âyet-i kerîme Osman İbn Maz'ûn'a nefsini bu nimetlerden alıkoy­ma, çünkü bu davranış haddi tecâvüzdür, diyordu. Ayrıca âyetin deva­mında «Allah; sizi, yemînlerinizdeki lağvden dolayı muaheze etmez. Ama bile bile ettiğiniz yemînden dolayı sorumlu tutar.» buyurarak ye­minlerine keffâret vermelerini emrediyordu. Bu hadîsi, İbn Cerîr Ta-berî rivayet eder.

«Ve haddi aşmayın.» bu âyet-i kerîme'den maksad; mübâh olan şey-' leri kendinize haram kılmakla nefsinizi sıkıştırıp aşın gitmeyin, demek olabilir. Nitekim Selef-i Sâlihînden bir kısmı böyle demişlerdir. Diğer taraftan bu ifâde ile, şu maksadın da güdülmüş olduğu söylenebilir: Nasıl helâllan haram kılmamanız gerekiyorsa; helâla el uzakmakta da aşırı gitmeyin. Sadece sizin ve ihtiyâçlarınıza yetecek kadarını alın ve haddi aşmayın. Nitekim Allah Teâlâ; «yeyin, için fakat israf etmeyin» (A'râf, 31) buyurmaktadır. Bir başka âyet-i kerîme'de ise; «Onlar ki in-fâk ederler ve israf etmezler.» (Furkân, 67) buyurmaktadır. Allah'ın şeriatı, katılıkla aşırılık arasında adalet esasına dayanır. Ne ifrata, ne de tefrite yer verir. Bunun için Hak Teâlâ «Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın, ve haddi aşmayın. Doğ­rusu Allah, haddi aşanlan sevmez.» buyurmuştur.

Müteakiben de şöyle buyurmaktadır: «Allah'ın size verdiği rızık-tan helâl ve temiz olarak yeyin.» Helâl ve temiz ise, onlardan yeyin. «Allah'tan korkun» bütün işlerinizde Allahtan korkun, O'na itaat edip rızâsına bağlanın, O'na muhalefet edip isyan etmekten de kaçının. «Kendisine îmân etmiş olduğunuz Allah'tan da korkun.»31

89 — Allah, sizi; yemînlerinizdeki lağvden dolayı mu­aheze etmez. Ama bile bile ettiğiniz yeminden dolayı so­rumlu tutar. Onun keffâreti; ailenize yedirmekte olduğu­nuzun ortalamasından, on düşkünü yedirmek, yahut giy­dirmek veya bir köle âzâd etmektir. Kim de bunları bula­mazsa; üç gün oruçtur. İşte bu, yemin ettiğiniz vakit ye­minlerinizin keffâretidir. Yeminlerinizi tutun. Şükredesi-niz diye Allah âyetlerini size işte böyle açıklar.

Boş Yere Yemîn. 78

Boş Yere Yemîn

Daha önce Bakara sûresinde (lağv) boş yemîn ile ilgili açıklama­lar geçmişti. Lağv yemîn; kişinin söylerken maksadsız yere; hayır val­lahi öyle değil, evet vallahi böyle, demesidir. Şafiî'nin mezhebi bu ka-nâatdadır. Denildi ki: Bu, hezel ve ma'siyet konusundadır. Zannın gâ-lib gelmesi halinde de durum böyledir, denildi. Ebu Hanîfe ve Ahmed İbn Hanbel'in görüşü budur. Denildi ki: Boş yere yemîn kızgınlık, unutma halinde yapılan yemindir. Denildi kL: Lağv yemîn; yemek, iç­mek ve giyme gibi şeylerin yapılmaması konusunda edilmiş olan ye-mîndir. Bu görüşü serdedenler, Allah Teâlâ'nın «Allah'ın size helâl kıl­dığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın» kavlini delil olarak göstermektedirler.

Lağv yemîn; âyetin devamında da belirtildiği gibi «ama bile bile ettiğiniz yeminden dolayı sorumlu tutar» kavline binâen; maksadsız yere yapılmış olan yemindir. Yani kasıdlı ve planlı olarak yaptığınız yeminden sorumlusunuz. Ve bunun «keffâreti ailenize yedirmekte ol­duğunuzun ortalamasından en düşkünü yedirmek, yahut giydirmek ve­ya bir köle âzâd etmektir.» Yani kendine yeterli imkânı bulunmayan muhtaç ve fakirlerden on yoksulu yedirmektir. Ailenize yedirmekte ol­duğunuzun ortalamasından İbn Abbâs, Saîd İbn Cübeyr ve İkrime der­ler ki: Ailenize yedirdiğiniz yemeklerin orta şeklinden. Atâ el-Horasânî ise der ki: Ailenize yedirdiklerinizin benzerinden, demektir. îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Hz. Ali'nin şöyle dediğini nakletti : Bu; ekmek ve süt, ekmek ve yağdır. îbn Ebu Hatim der ki: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ okuma yoluyla... Abdullah İbn Abbâs'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Bazı kimseler ailesine daha az, bazılanysa daha fazla yiyecek veriyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ; «ailenize yedirmekte ol­duğunuzun ortalamasından» yani ekmek ve yağdan, demek istemiştir. Ebu Saîd el-Eşecc... Abdullah İbn Abbâs'dan nakleder ki; o, «ailenize yedirmekte olduğunuzun orfalamasmdan» kavli konusunda; zor ve ko­laylarından demiştir. Abdurrahmân İbn Halef... Abdullah İbn Ömer'­den nakleder ki; o, «ailenize yedirmekte olduğunuzun ortalamasından» kavli hakkında şöyle demiştir. Bu; et ve ekmektir. Et ve yağdır. Et ve süttür. Ekmek ve zeytinyağıdır. Ekmek ve sirkedir.

Ali İbn Harb... Abdullah İbn Ömer'den «ailenize yedirmekte oldu­ğunuzun ortalamasından» kavli hakkında şöyle dediğini nakletti: Bu, ekmek ve yağ, ekmek ve zeytinyağı, sirke ve hurma; ailenize yedirmekte olduğunuz yemeklerin en değerlilerinden olan, ekmek ve ettir. İbn Ce-rîr bunu; Hennid ve îbn Vekî kanalıyla Ebu. Muâviye'den nakleder. Sonra İbn Cerîr, Ubeyde, Esved, Kadî Şûreyh, Muhammed İbn Şîrîn, Hasan, Dahhâk ve Ebu Rezîn'in böyle dediklerini rivayet eder. İbn Ebu Hatim de Mekhûl'den aynı şekilde rivayet eder. îbn Cerîr «ailenize ye­dirmekte olduğunuzun ortalamasından» kavli ile, azlık ve çokluktan orta miktarın kasdedildiği görüşünü tercih eder.

Bilginler; miskinlere yedirilecek yemeğin mikdan konusunda ihti­lâf etmişlerdir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd, Hz. Ali'den nak­leder ki «ailenize yedirmekte olduğunuzun ortalamasından» kavli ile; onlara sabah ve akşam yemeği yedirirsiniz, denilmek istenilmiştir. Ha­san ve Muhammed İbn Şîrîn derler ki; bir yemede on miskine et ve ekmek yedirmek kâfidir. Hasan ayrıca şu ilâveyi yapar : Eğer bunları bulamazsa; ekmek, yağ ve süt yedirir. Onu da bulamazsa; ekmek, zey­tinyağı ve sirke yedirir. Doyuncaya kadar yedirmek gerekir. Başkaları da derler ki; On kişiden her birine, yarım sâ' bulgur veya hurma ya da benzeri şey yedirir. Ömer, Ali, Âişe, Mücâhid, Şa'bî, Saîd İbn Cübeyr, İbrahim en-Nehaî, Meymûn İbn Mihrân, Ebu Mâlik, Dahhâk, Hâkim, Mekhûl, Ebu Kılâbe ve Mukâtil İbn Hayyân'm görüşü budur. Ebu Ha-nîfe der ki; bulgurdan yarım sâ', diğerlerinden de bir sâ' yedirir. Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed îbn Ahmed... Saîd İbn Cübeyr kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) keffâret olarak bir sâ' hurma verdi ve insanlara da bunu emretti. Kim de bu kadarı bulamazsa, buğdaydan yarım sâ verir. İbn Mâce bu görüşü Abbâs İbn Yezîd kanalıyla Saîd İbn Cübeyr'den nakleder. Bu hadîs; râvîler arasında yer alan Ömer İbn Abdullah'ın zayıf râvî olması ve içki içtiği konusunda haber bulunması nedeniyle sahîh sayılmaz. Dârekutnî de Abdullah'ın metruk bir râvî olduğunu söyler. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... îkrime kanalıyla Ab­dullah İbn Abbâs'dan nakleder ki; o, her miskin için bir müdd buğday ve beraberinde de katığı verilir, demiştir. Sonra İbn Ebu Hatim der ki; Abdullah İbn Ömer, Zeyd İbn Sabit, Saîd İbn Müseyyeb, Mücâhid, Atâ, İklime, Ebu Şa'sâ, Kasım, Salim, Ebu Seleme, Süleyman îbn Yessâr, Hasan ve Muhammed İbn Şîrîn ile Zührî'nin de böyle dediği rivayet edilmiştir. İmâm Şafiî der ki; yemin keffâretinde vâcib olan miktar;, her miskin için Hz. Peygamberin ölçüsüyle bir müdd'dür. Şafiî, katık konusuna dokunmamıştır. Ve o, Hz. Peygamberin Ramazân'da karısıyla birleşen kişiye yetmiş miskini doyurmasını ve herbirine bir müdd olmak üzere onbeş sâ alacak ölçekle vermesini emrettiğini delil olarak gösterir. Bu konuda bir başka sahîh hadîste; Ebu Bekr İbn Merdûyeh... Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) yemîn keffâreti için; ilk müdd ile buğdaydan bir müdd verirdi. Bu hadîsin isnadı, Belh'de otur­makta olan Nadr İbn Zürâre'nin durumundan dolayı zayıftır. Râvîler arasında yer alan Nadr hakkında Ebu Hatim er-Râzî der ki: O, kendi­sinden birçok kişinin rivayet etmiş olmasına rağmen, meçhul bir râvî-dir. İbn Hibbân ise, onun sika râvîler arasında yer aldığını zikreder ve der ki: Ondan Kuteybe İbn Saîd sağlam pek çok rivayet nakletmiştir. Allah en iyisini bilendir. Ayrıca onun şeyhi olan Ömer de zayıf bir râvî-dir.

Ahmed İbn Hanbel ise der ki: Yemîn keffâretinde vâcîbolan, buğ­daydan bir müdd veya başkalarından iki müdd'dür. Allah en iyisini bilendir.

«Yahut giydirmek». Şafiî merhum der ki: On kişiden her birine, giyim denebilecek cinsden herhangi bir şey; gömlek, küot, örtü, sarık vb. şeylerden vermiş olsa, bu yeterlidir. Şafiî'nin arkadaşları, başa gi­yilen takke, konusunda ihtilâf etmişlerdir. Takkenin yeterli olup olma­dığı konusu ihtilaflıdır. 6ir kısmı, bunun yeterli olduğunu kabul eder­ler. Ve delil olarak da İbn Ebu Hâtim'in naklettiği şu rivayeti zikre­derler: Bize Ebu Saîd... Zübeyr'den nakletti ki; o, «yahut giydirme» kavli konusunda İmrân İbn Hüsayn'e soru sorduğunda İmrân şöyle de­miştir : Emirinizin yanma bir hey'et gelmiş olsa ve emîriniz bu hey'ete birer takke giydirse siz, (tonlar giydirildiler» dersiniz. Muhammed İbn Zübeyr'in durumu zayıf olduğu için bu isnâd da zayıftır. Allah en iyi­sini bilendir. Ebu Hâmid el-İsferâînî mest konusunda da aynı şekilde iki görüş aktarmıştır ki sahîh olan görüş mestin kâfî gelmeyeceği şek­lindedir.

İmâm Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel ise derler ki: On fakirden birine namaz kılması için yeterli olacak elbise vermesi gerekir. Fakir­ler; erkekse erkeğin, kadınsa kadının namaz kılmasına kâfî gelecek şe­kilde bir kıyafet olmalıdır. Allah en iyisini bilendir. Avfî, İbn Abbâs'-dan nakleder ki; o, «giydirme»nin; her fakire bir aba giydirmek oldu­ğunu söylemiştir. Mücâhid ise; en azının bir elbise, en fazlasının da dilediğin kadar giyecek, demiştir. Leys, Mücâhid'den nakleder ki; ye­min keffareti için, her tür giyecek yeterlidir. Ancak iübban (gemicile­rin giydiği kısa şalvar) müstesna demiştir. Hasan, Ebu Ca'fer el-Bâkır, Ata, Tâvûs, İbrahim en-Nehaî, Hammâd İbn Ebu Süleyman, Ebu Mâlik ise; elbise, demişlerdir. İbrâhîm en-Nehaî ayrıca; örtü veya çarşaf gibi elbise demiştir. Peçe, gömlek, başörtüsü ve benzeri şeyleri yeterli gör­memiştir. Muhammed İbn Abdullah el-Ansârî Eş'as, îbn Şîrîn ve Ha-san'dan e giydirme» nin iki elbise demek olduğunu nakleder. Sevrî, Dâ-vûd İbn Ebu Hind kanalıyla Saîd İbn Müseyyeb'den nakleder ki; giydir­meden maksad; başı örten bir sarık ve vücûdu bürüyen bir abadır. îbn Cerîr der ki: Bize Hennâd... Ebu Musa'dan nakletti ki; o, bir yemin­den vazgeçmiş ve Bahreyn cübbesi türünden iki elbise giydirmiş. İbn Merdûyeh der ki; Bize Süleyman İbn Ahmed... Hz. Âişe kanalıyla, Ra-sûlullah (s.a.) dan nakleder ki; «yahut giydirmek» kavlinden maksad; her miskin için bir abadır, buyurmuştur. Bu hadîs garîbtir.

«Veya bir köle âzâd etmelidir.» Ebu Hanîfe; bu ifâdeyi mutlak ola­rak alır ve der ki: İster mü'min olsun, ister kâfir bir köle âzâdı kâfidir. Şafiî ve diğerleri derler ki: Mutlaka mü'min köle olmalıdır. Onlar sebep farklı olsa da mûcebin birleşmesi nedeniyle, kati keffâretini yemîn kef-fâreti için sınırlayıcı ilke olarak kabul etmişlerdir. Ayrıca İmâm Mâlik'in Muvatta'ında, Şafiî'nin Müsned'inde ve Müslim'in Sahîh'inde vârid olan Muâviye İbn Hakem'in şu hadîsini esâs almışlardır. Nakledilir ki; o, bir köle âzâd etmek durumuyla karşılaşmış, bu sebeple siyahı bir câriye getirmiş. Rasûlullah (s.a.); cariyeye; Allah nerede? diye sormuş. O da; gökte, demiş. Peygamber; ben kimim? deyince; O; sen, Allah'ın Rasûlüsün, demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu âzâd et, çünkü O, mü'mih'dir buyurmuş. Hadîs yukardaki kaynaklarda uzun uzadıya nakledilir.

Yemîn keffâretinde bu üç şey, keffâret olarak verilir. Yeminini bo­zan kişi; bunlardan hangisini yerine getirirse geçerlidir. Bu konuda icmâ' vardır. Âyette, kolaydan zora doğru gidilmiş; önce yemek ye­dirme zikredilmiştir ki, yedirme giydirmeden daha kolaydır. Giydirme de köle âzâd etmekten daha kolaydır. Böylece en aşağıdan en yukarıya . doğru çıkılmıştır. Eğer mükellef, bu üç şeyden birine muktedir değil ise; üç gün oruç tutarak keffâret verir. Nitekim Allah Teâlâ «Kim de bunları bulamazsa, üç gün oruçtur» buyurmuştur. İbn Cerîr, Saîd İbn Cübeyr ile Hasan el-Basrî'den nakleder ki; o, ikisi şöyle demişlerdir: Kimin üç dirhemi varsa; ona yedirme düşer, yoksa oruç tutar. İbn Cerîr merhum, kendi zamanındaki müteahhirîn fukahâsmdan naklederek der ki: Geçimi için harcayacağı sermâyesinden fazla fakire yedirecek bir şeyi bulunmayan kimsenin; oruç tutması caizdir. Ancak kendisi için yeterli imkânı olan ve harcayabileceği kadar fazla parası bulunan kişi yemek yedirir. Ve yemininden dolayı bu fazla parasından keffâreti öder. Sonra îbn Cerîr, şu görüşü tercih eder : Kendisinin ve ailesinin bir gün­lük yiyeceğinden fazla yemîn keffâreti olarak verebileceği bulunma­yan kişi, oruç tutar. Orucun arka arkaya tutulmasının vâcib mi, müs-tahab mı olduğu konusunda bilginler arasında ihtilâf vardır. Bu konu­da iki görüş vardır : Birincisi; ardarda tutmak vâcib değildir. Şafiî'nin yemîn kitabındaki ifadesiyle, Mâlik'in görüşü böyledir. Çünkü âyet-i kerîme, «üç gün oruç tutmaktır» şeklinde mutlak ifâde kullanmaktadır. Bu ifâde ardarda birleştirilen ve ayrılan oruç için kullanılır. Orucun ka­zasında olduğu gibi. Orucun kazasında Allah Teâlâ; «Başka günlerde sayısınca» buyurmuştur. İmâm Şafiî, el-Ümm isimli kitabının bir baş­ka yerinde, ardarda tutmanın vâcib olduğu görüşündedir ki hanefîlerin ve hanbelî'lerin görüşü de budur. Çünkü rivayet edildiğine göre Übeyy İbn Kâ'b ve diğerleri, bu âyeti «Ardarda üç gün oruç tutmaktır» şeklinde okumuşlardır. Ebu Ca'fer er-Râzî, Rebî' ve Ebu'l-Âliye kanalıyla Übeyy İbn Kâ'b'dan nakleder ki; o, bu âyeti

«Ardarda üç gün oruç tutmaktır», şek­linde okurmuş. Mücâhid, Şa'bî ve Ebu İshâk da bunu Abdullah İbn Mes'ûd'dan naklederler. İbrâhîm der ki: Abdullah İbn Mes'ûd'un kırâetinde bu âyet «Ardarda üç gün oruçtur» şeklindedir. A'meş; İbn Mes'ûd'un arkadaşlarının bu şekilde oku­duklarını söyler. Her ne kadar bu okunuş mütevâtir bir âyet olarak sabit olmamışsa da sahabe- tefsiri veya haber-î vâhid olmaktan da geri kal-maz.dolayısıyla merfû' hadîs hükmündedir.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed İbn Ali... Abdul­lah İbn Abbas'ıh şöyle dediğini nakletti: Keffâretler âyeti indirildiğin­de, Huzeyfe dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü; biz dilediğimizi seçmekte ser­best miyiz? Rasûlullah : Evet, serbestsin, buyurdu. İster köle âzâd eder­sin; istşr yoksulu giydirirsin; ister yedirirsin, bunları bulamayan da ardarda üç gün oruç tutar. Bu hadîs cidden garîbtir.

«îşte bu, yemîn ettiğiniz vakit, yeminlerinizin keffâretidir. Yeminle­rinizi tutun.» İbn Cerîr der ki; keffâret vermeden yemininizi terketme-yin demektir. «Şükredesiniz diye, Allah âyetlerini size böyle açıklar.»32

90 — Ey îmân edenler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları; ancak şeytân işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, felaha eresiniz.

91 — Şeytân; ancak içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve na­mazdan alıkoymak ister. Artık: vazgeçersiniz değil mi?

92 — Allah'a itaat edin, Rasûle itaat edin ve sakının. Yüz çevirecek olursanız bilin ki; peygamberimize düşen, yalnız açıkça tebliğ etmektir.

93 — îmân edip sâlih âmel işleyenler, sakınırlar, ina­nırlar ve sâlih amel işlerlerse; sonra sakınır ve ihsan ederlerse; daha önce tatmış olduklarından dolayı bir sorumlu­luk yoktur. Allah ihsan edenleri sever.

İçki - Kumar ve Şans Oyunları81

İçki - Kumar ve Şans Oyunları

Allah Teâlâ mü'min kullarını; içki ve kumardan nehyediyor. Mü'-minlerin emîri, Ebu Tâlib oğlu Ali'den nakledilir ki o; satranç, kumar­dandır, demiştir. Bunu îbn Ebu Hatim... Hz. Ali'den rivayet eder. îbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn İsmail'in Vekî' kanalıyla Süf-yân'dari, Leys'ten, Atâ, Mücâhid ve Tâvûs'dan rivayetine göre; onlar, her nev'i kumar bu âyetteki kelimesinin içine girer. Hattâ çocukların ceviz oyunları bile böyledir, demişlerdir, Râşid İbn Sa'd ve Hamza îbn Habîb ise derler ki: Hattâ ceviz, aşık ve çocukların oyna­dıkları yumurta oyunu bile kumardır. Mûsâ İbn Ukbe, Nâfi' kanalıyla Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; buradaki kelimesi; kumar, demektir. Dâhhâk, İbn Abbâs'tan nakleder ki; buradaki kelimesi; kumardır. İslâm gelinceye kadar araplar, câhi-liyet devrinde kumar oynarlardı. Allah Teâlâ, onların bu çirkin alışkan­lıklarını yasakladı. Mâlik der ki; Dâvûd, Saîd îbn Müseyyeb'in şöyle de­diğini işitmiş : Câhiliyet ehlinin kuman; bir kuzu veya iki kuzu mu­kabilinde etin satılması şeklindeydi. Zührî Arec'den nakleder ki; âyette geçen kelimesi, mal ve meyveler üzerine ok atıp kumar oynamaktır. Kasım îbn Muhammed der ki: Kişiyi namazdan ve Al­lah'ın zikrinden alıkoyan herşey denilen kumardır. Bü­tün bunları İbn Ebu Hatim rivayet eder. İbn Ebu Hatim, ayrıca der ki: Bize Ahmed İbn Mansûr... Ebu Mûsâ el-Eş'arî kanalıyla, Rasûlullah (s.a.) dan nakletti ki; o, şöyle buyurmuş: Herhangi bir şeyden ahkon-mak için düzenlenmiş olan şu zardan sakının. Çünkü o dir. Bu hadîs, garîbtir. Belki de bununla Müslim'in Sahîh'inde Büreyde İbn Husayn'dan nakledilen Rasûlullah (s.a.) in şu hadîsinde bahis mev­zuu olan tavla kasdedilmiştir. Nitekim Rasûlullah (s.a.) buyurur ki: Kim tavla oynarsa, elini domuz etine ve kanına boyamış gibi olur. Mâ-lik'in Muvatta'mda Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde, Ebu Dâvûd ve îbn Mâce'nin Sünen'inde, Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den nakledilir ki; Rasû­lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kim tavla oynarsa, Allah'a ve Rasû-lü'ne isyan etmiş olur. Bu hadîs, mevkuf olarak Ebu Musa'dan rivayet edilmiştir. Allah en iyisini bilendir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Mekkî İbn İbrahim... Mûsâ İbn Abdur-rahmân'dan nakletti ki; o, Muhammed İbn Kâ'b'ın Abdurrahmân'a şöyle suâl sorduğunu işitmiş : Bize babanın Rasûlullah'tan işitmiş olduğu sözlerden haber verir misin? Abdurrahmân demiş ki: Ben babamın şöyle dediğini işittim: Duydum ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Tavla oynayan, sonra kalkıp namaz kılan kişinin misâli; irin ve domuz kanıyla abdest alıp sonra namaz kılan kişinin misâlidir. Sat­ranca gelince; Abdullah îbn Ömer, onun tavladan daha kötü olduğunu söyler. Hz. Ali'den de, onun meysir olduğunu söylediği daha önce geç­mişti. İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve Ahmed îbn Hanbel onun haram ol­duğunu söylerken, Şafiî onun mekruh olduğunu söyler.

«Diküi taşlar.» İbn Abbas, Mücâhid, Ata, Saîd İbn Cübeyr, Hasan ve başkaları derler ki: Bu, müşriklerin kurbanlarını ya­nında kestikleri taştır.

«Fal okları». Aynı zavât, bununla müşriklerin kısmet aradıkları okların kasdedildiğini söylemişlerdir.

«Ancak şeytân işi pisliklerdir.» Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'dan naklederek der ki: Bunlar, şeytân işi düşüklüklerdir. Saîd İbn Cübeyr ise; günâhtır, demiştir. Zeyd İbn Eşlem de; şeytân işi kötü­lüklerdir, demiştir. «Bunlardan kaçının ki felaha eresiniz.» Buradaki zamir pisliğe râci'dir. Yani o pislikleri terkedin ki; felaha eresiniz. Bu son ifâde; teşvik içindir.

«Şeytân; ancak içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ,ister. Artık vazgeçersiniz değil mi?)) Bu ifâde de bir tehdîd ve korkutmadır.33

İçki İçmenin Haram Olduğu Konusunda Vârid Olan Hadisler.81

İçki İçmenin Haram Olduğu Konusunda Vârid Olan Hadisler.

İmâm Ahmed der ki: Bize Süreye... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; o, şöyle demiş : İçki üç kere haram kılındı. Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde; Medîne'liler, içki içer ve kumar oynarlardı. Bu hususu Hz. Peygambere sorduklarında, Allah Teâlâ «Sana içki ve kumardan sorar­lar. De ki: O İkisinde hem insanlar için faydalar, hem de büyük bir günâh vardır.» İnsanlar dediler ki: İçki ve kumar bize haram kılın­madı. Sadece büyük bir günâh olduğu söylendi. Bunun üzerine içki içmeye devam ettiler. Nihayet günlerden bir gün, muhacirlerden bir kişi, akşam namazında arkadaşlarına imâm oldu ve namaz kıldırdı. Namazda âyeti okurken karıştırdı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, öncekin­den daha ağır bir hüküm indirerek; «Ey îmân edenler; siz sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar, namaza yaklaşmayın.» İnsanlar; yine içki içmeye devam ediyorlardı, aydınca da gelip namazlarını kılıyorlardı. Sonra daha ağır bir âyet indi. Ve «Ey îmân edenler; içki, kumar, putlar ve fal okları ancak şeytân işi pisliklerdir. Onlardan kaçının ki, felaha eresiniz.» buyurdu. Bunun üzerine insanlar; ey Rabbımız; biz, kaçındık,

dediler. Bu sırada bir grup gelerek; ey Allah'ın Rasûlü, bazı kişiler Allah yolunda öldürüldüler. Bu sırada onlar, aşırılıklara devam ediyor, içki içiyor ve kumar oynuyorlardı. Allah bunların şeytân işi pislik oldu­ğunu belirtti. Onların durumu ne olacak? dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ; «îmân edip sâlih amel işlemiş olanların üzerine yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur» âyetini indirdi. Ve Hz. Peygamber buyurdu ki: Eğer onlara da yasaklanmış olsaydı; sizin onu terkettiğiniz gibi onlar da terkederlerdi. Bu rivayette Ahmed İbn Hanbel münferid kalmıştır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Halef İbn el-Velîd... Ebu Meysere'den nakleder ki; içkiyi yasaklayan âyet nazil olunca, Ömer îbn Hattâb şöyle demiş : Allah'ım bize içki konusunda şifâ verici bir açıklama gönder. Bunun üzerine Bakara süresindeki: «Sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki, her ikisinde büyük günâh vardır.» âyeti nazil olmuş. Bunun üzerine Hz. Ömer çağrılıp kendisine bu âyet okunmuş. Ömer demiş ki: Allah'ım içki konusunda bize şifâ verici bir açıklama gönder. Bunun üzerine Nisa süresindeki: «Ey îmân edenler; siz, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar na­maza yaklaşmayın» âyeti nazil olmuş. Hz. Peygamberin müezzin­leri namaz için kamet getirdiklerinde; sarhoşlar namaza yaklaşma­sınlar, diye seslenirlermiş. Bunun üzerine Hz. Ömer çağrılıp kendi­sine bu âyet okunmuş. Ama. Ömer yine; Allah'ım, içki konusunda bize şifâ verici bir açıklama gönder, demiş. Nihayet, Mâide süresindeki bu âyet nazil olmuş. Ömer çağrılıp kendisine okunduğunda; artık vazgeç­tiniz değil mi kısmına gelince; vazgeçtik, demiş. Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî muhtelif yollarla Ebu Meysere kanalıyla Hz. Ömer'den bu hadîsi rivayet ederler. Ebu Meysere'nin adı Amr îbn Şurahbil el-Hemedânî'-dir. Onun bundan başka bir rivayeti yoktur. Ebu Zür'a der ki: Ondan hiç. kimse hadîs dinlememiştir. Tirmizî ve Ali İbn el-Medînî, bu hadîsi sahîh saymışlardır.

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde yer aldığına göre; Ömer İbn el-Hattâb, Rasûlullah (s.a.) m minberine çıkarak okuduğu hutbede şöyle demiş : Ey insanlar; rakının haram olduğunu bildiren âyet in­miştir. Rakı beş şeydendir: Üzüm, hurma, bal, buğday ve arpadandır. aklı karıştıran şeydir. Buhârî der ki; bize İshâk îbn İbra­him... Abdullah İbn Ömer'den şöyle dediğini nakleder : İçki yasağı nazil olduğunda; o gün Medine'de beş tür içki vardı. Bunların arasında üzüm­den yapılan şarap da bulunurdu.

Ebu Dâvûd et-Tayâlisî der ki: Bize Muhammed İbn Ebu Humeyd... ben Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediğini işittim, dedi: Rakı hakkında üç âyet nazil oldu. İlk nazil olan âyet, «Sana içki ve kumardan soru­yorlar,» mealindeki Bakara süresindeki âyettir. Rakı içmek yasaklandı, denildiğinde; ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın buyurduğu gibi biz ondan yararlanıyoruz, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber seslenmedi. Son­ra Nisa süresindeki «sarhoşken namaza yaklaşmayın» âyeti nazil oldu. İçki yasaklandı denildiğinde; ey Allah'ın Rasûlü, biz namaz vakti yak­laştığında onu içmeyiz, dediler. Rasûlullah yine seslenmedi. Sonra Mâ-ide süresindeki bu âyet nazil oldu. Rasûlullah (s.a.); içki yasaklanmış­tır, dedi.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'lâ... Abdurrahmân İbn Va'le'den nakletti ki; o, ben İbn Abbâs'a rakı satmanın hükmünü sordum, demiş. İbn Abbâs ona şu cevâbı vermiş: Rasûlullah (s.a.) m Sakîf yahut Evs kabilesinden bir dostu vardı. Fetih günü bir içki tulumuyla birlikte içki ikram ederken ona rastladı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ey falan Allah'ın onu haram kıldığını bilmez misin? Adam; çocuğuna doğru yönelip, al şunu götür ve sat, dedi. RasûluDah (s.a.) : Ey falan ne der­sin ona? diye sordu. Adam; onu satmasını emrettim, dedi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: İçilmesini haram kılan Allah; onun satışını da ha­ram kılmıştır. Rasûlullah emretti ve içki tulumu kumluğa boşaltıldı. Bu hadîsi Müslim, İbn Vehb kanalıyla, Mâlik ve Zeyd îbn Eslem'den rivayet eder. Keza İbn Vehb kanalıyla Süleyman... İbn Abbâs'dan nak­leder. Neseî ise Kuteybe kanalıyla Zeyd îbn Eslem'den rivayet eder. ,

Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî... Temim ed-Dârî'den nakletti ki; Ra­sûlullah (s.a.) a; bir içki tulumu hediye edilmişti. İçki yasağını bildiren âyet nâzü olduğunda adam onu getirmişti. Rasûlullah (s.a.) tulumu görünce, güldü ve; artık o haram kılındı, dedi. Adam; ey Allah'ın Ra­sûlü, öyleyse onu götürüp satayım da parasından yararlanayım, dedi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Allah Yahudilere la'net etsin. Onlara sı­ğırın ve koyunun yağı haram kılındı da bunu eritip sattılar. Doğrusu Allah, rakıyı da onun parasını da haram kılmıştır. Keza aynı olayı Ah­med İbn Hanbel rivayet ederek der ki: Bize Revh... Abdurrahmân îbn Ğanm'den nakleder ki; Temîm ed-Dârî Hz. Peygambere her yıl bir içki tulumu hediye edermiş. İçkinin haram kılındığı yıl, tulumu getirmiş. Rasûlullah (s.a.) onu görünce, gülmüş ve buyurmuş ki: Biliyor musun artık o, haram kılındı. Temîm, Rasûlullah'a demiş ki: Ey Allah'ın Ra­sûlü, onu götürüp satsam ve parasından yararlansam? Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki : Allah Yahudilere la'net etsin; onlar, kendilerine sığır ve koyunun yağı haram kılınınca; gidip yağı erittiler ve onu satıp yiyecek aldılar. Doğrusu rakı haramdır. Parası da haramdır. Doğrusu rakı ha­ramdır, parası da haramdır. Doğrusu rakı haramdır, parası da haram­dır.

İmâm Ahmed der ki : Bize Kuteybe îbn Saîd... Nâfi* îbn Keysân'-dan nakleder ki; ona babası haber vermiş. O, Rasûlullah (s.a.) in za­manında rakı ticâreti yaparmış. Şam'dan döndüğünde; ticâret için beraberinde rakı getirmiş. Rasûlullah'ın yanına gelmiş ve demiş ki: Ey Allah'ın Rasûlü ben sana güzel bir şarap getirdim. Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Ey Keysân, artık o haram kılındı. Keysân demiş ki: Öy­leyse onu satayım mı?Rasûlulah (s.a.) şöyle buyurmuş : Doğrusu rakı haram kılınmıştır. Onun parası da haram kılınmıştır. Keysân, gidip tulumu ayağının altına almış ve rakıyı dökmüş. İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya îbn Saîd, Humeyd kanalıyla Enes İbn Mâlik'den nakleder ki; o, şöyle demiş: Ebu Talha'mn yanında; ben, Süheyl îbn Beyzâ, Übeyy İbn Kâ'b, Ebu Übeyde İbn el-Cerrâh ve arkadaşlarından daha bir toplulukla birlikte içki içiyorduk. Ben onlara içki veriyordum. Öyle ki şarâb, yavaş yavaş tutmaya başlamıştı. Bu sırada müslümanlardan biri geldi ve dedi ki: Anlamadınız mı rakı haram kılınmıştır? Adam daha derdemez, biz beklemeye ve soruşturmaya başladık. Dediler ki ey Enes, artanım hanımlarına sakla. Allah'a yemîn olsun ki; Mr daha ona başvurmadılar. O gün onların içkisi; olgun ve ham hurmadandı. Bu-hârî ve Müslim Sahîh'lerinde bu hadîsi bir başka vecihle Enes'den ri­vayet ederler. Hammâd îbn Zeyd'in Sabit kanalıyla Enes'den naklet­tiği rivayette Enes der ki: Rakının haram kılındığı gün; ben Ebu Tal-ha'nın evinde, topluluğun sâkîsi idim. O gün içkiler ham ve olgun hur­madan sıkılmış şarabtı. Bu sırada,bir münâdînin seslendiği duyuldu. Çık ve bak. dediler. Bir de baktık ki; seslenen şöyle diyordu: Dikkat edin, rakı haram kılınmıştır. Adam Medine sokaklarında gezindi. Enes der ki: Bana Ebu Talha; git ve şunu dök, dedi. Ben de döktüm. O sı­rada bir kısmı dediler ki; falan ve falancanın karnında içki olduğu halde öldüler, bunların durumu ne olacak? Bunun üzerine Allah Teâlâ; «îmân edip sâlih amel işlemiş olanların yaptıklarından dolayı onlara bir vebal yoktur» âyetini inzal buyurdu.

îbn Cerir der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr, Katâde kanalıyla Enes îbn Mâlik'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Ben; Ebu Talha, Süheyl îbn Beyzâ, Ebu Dücâne, Muâz İbn Cebel ve Ebu Ubeyde îbn el-Cerrâh'a içki sunuyor ve aralarında kâse döndürüyordum. Olgun ve ham hurma­ların karışımından elde edilmiş olan içkiden başları dönmek üzere idi. Bu sırada bir münâdînin; dikkat edin, rakı haram kılınmıştır, dediğini duyduk. Enes der ki: Bizim yanımıza ne bir kimse girdi, ne de ara­mızdan bir kişi çıktı. Hemen içkileri döktük ve büyük kırbaları, büyük içki küplerini kırdık. Bir kısmımız abdest aldı, bir kısmımız gusletti. Ünimü Selîm'in kokusundan süründük, sonra mescide gittik. Rasûlul­lah (s.a.) : «Ey îmân edenler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki felaha eresiniz» âyeti ile daha sonraki âyeti okudu. Bu sırada adamın biri gelip dedi ki: İçki içerek ölmüş olanların durumu ne olacak? Bunun üzerine Allah Teâlâ; «îmân edip sâlih amel işlemiş olanlara, yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur.» âyetini inzal buyurdu. Adamın biri Katâde'ye; sen bu hadisi Enes İbn Mâlik'den işittin mi? diye sordu. O da; evet, dedi. Adamın biri de Enes îbii Mâlik'e; sen bunu Rasûlullah (s.a.) dan duydun mu? dedi. O; evet, dedi. Veya yalan söylemeyen biri bana anlattı, dedi. Biz yalan söylemezdik ve yalan nedir bilmezdik, dedi.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya tbn tshâk... Sa'd İbn Ubade'nin oğlu Kays'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Rabbım Tebâreke ve Teâlâ bana rakıyı, tavlayı, (buna davul anlamını verenler de vardır) Bizans'lılarıa kumar kasdıyla oynadıkları oyunu (bunun Ha­beş dilinde tanrı anlamına geldiğini söyleyenler de vardır.) ve gubey-râyı (habeşlilerin sekreke adını verdikleri bir nevi şarablan) yasak­ladı. Çünkü bunlar dünyanın rakılarının üçte biridir, İmâm Ahmed der ki; bize Yezîd... Abdullah îbn Amr'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Allah, benim ümmetime rakı ve kuman yasakladı. Mizr'i, tavlayı, Rumların kumar için oynadıkları oyunu haram kıldı. Ay­rıca vitir namazını arttırdı. Râvî olan Yezîd der ki: Burada Rûm oyunu olarak geçen ifâde, barbut anlamınadır. Barbut bilindiği gibi, uda ben­zer bir oyun âletidir. Bu hadîsin rivayetinde, Ahmed İbn Hanbel, mün-ferid kalmıştır. Keza Ahmed İbn Hanbel rivayet eder ki; Ebu Âsim... Abdullah İbn Amr'dan şöyle dediğini nakletmiş: Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: Benim söylemediğim bir şeyi, bana söyleyen cehennemden yerini hazırlasın. Abdullah İbn Amr dedi ki: Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işittim: Allah rakıyı, kuman, tavlayı ve Habeş şarabını haram kildi. Sarhoşluk veren herşey haramdır. Bu hadîsin rivayetinde de Ahmed İbn Hanbel münferid kalmıştır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'... Abdullah el-Ğâfikî'nin oğlu Abdurrahmân'dan nakletti ki; o, Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediğini işitmiş: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Rakı, on şekilde la'-netlenmiştir Rakının kendisi, içen, içiren, satan, alan, sıkan, sıktıran, taşıyan, kendisine taşman ve parasını yiyen la'netlenmiştir. Ebu Dâvûd ve İbn Mâce, Vekî'den bu hadîsi rivayet ederler.

îmânı Ahmed der ki: Bize Hasan İbn Lehîa kanalıyla Ebu Ta'meV den rivayet etti ki; o, Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediğini duydum, demiş : Rasûlullah (s.a.), hurma sergenine doğru gitti. Ben de onunla beraber gittim. Sağında bulunuyordum. Ebubekir'le karşılaştım. Ben, ondan geride kaldım. Ebubekir sağında, ben solunda idim. Sonra Ömer'­le karşılaştık. Ben kenara çekildim. Ömer solunda yer aldı. Rasûlullah (s.a.) sergene vardığında; orada içinde rakı bulunan bir tulum gördü. Rasûlullah (s.a.), beni çağırdı ve bir bıçak istedi. Abdullah İbn Ömer der ki: O güne kadar bıçak nedir, bilmezdim. Emretti, bıçakla tulumu yardım. Sonra şöyle dedi: Allah; rakıyı, içeni, içireni, satanı, alanı, taşıyanı, kendisine taşmanı, sıkanı, sıktıranı ve parasını yiyeni la'net-lemiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hakem tbn Nâfi'... Damra İbn Habîb'-ten nakleder ki; 6, şöyle demiş : Abdullah İbn Ömer dedi ki: Rasûlullah (s.a.), bana bıçak getirmemi emretti Bıçağı getirdim. Onu keskinledik-ten sonra bana verdi ve buyurdu ki: onu benimle beraber getir. Ben de öyle yaptım. Ashâbıyla birlikte Medine sokaklarına gitti. Burada Şam'­dan getirilmiş bir rakı tulumu vardı. Elimden bıçağı aldı, gördüğü tu­lumu bıçakla yardı. Sonra bıçağı bana verdi. Beraberinde bulunan as­habına da emretti; benimle beraber bulunmalarını ve bana yardımcı olmalarını söyledi. Çarşıya gidip nerede bir rakı tulumu görürsem, onu delmemi buyurdu. Ben, Medîne sokaklarında gördüğüm her rakı tulu­munu deldim ve yardım.

Abdullah îbn Vehb der ki: Bana Abdurrahmân İbn Şureyh... Sabit İbn Yezîd'den nakletti ki; o, şöyle haber vermiş : Kendisinin rakı satan bir amcası varmış. O sadaka da verirmiş. Sabit der ki: Ben onu bun­dan nehyettimse de vazgeçmedi. Medine'ye geldim ve Abdullah İbn Abbâs'la karşılaştım. Ona rakıdan elde edilen paranın durumunu sor­dum. Abdullah İbn Abbâs; rakı da, parası da haramdır, dedi. Sonra şöyle söyledi. Ey Muhammed ümmeti; eğer sizin kitabınızdan sonra bir başka kitab ve sizin peygamberinizden sonra bir başka peygamber bulunsaydı; size de sizden öncekilere indirildiği gibi âyet indirilirdi. Ne var ki kıyamet gününe kadar sizin durumunuz budur. Ve bu sizin için öyle sanıyorum ki çok zordur. Sabit der ki: Ben Medine'de Abdullah İbn Ömer'e rastladım. Ona da rakının parasını sordum. O; sana rakıyla ilgili bir haber anlatayım, dedi. Ben, Rasûlullah'ın mescidinde bulunu­yorum. Rasûlullah (s.a.) dizlerini karnına doğru çekerek, üzerine bir elbise almıştı. Sonra şöyle dedi: Kimin yanında şu rakıdan birşey varsa onu bize getirsin. Yanında rakı olanlar getirdiler. Kimisi benim yanım­da bir küp, kimisi de bir tulum var, diyordu. Veya Allah'ın dilediği ka­darıyla yanında olanı söylüyordu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Falan ve falanca yerde onları toplayın, sonra beni çağırın. Onlar da böyle yaptılar ve sonra Rasûlullah1! çağırdılar. Rasûlullah kalktı, ben de bera­berinde kalktım. O, bana dayanıyordu, ben ise onun sağında yürüyorduk. Bu sırada bize Hz. Ebubekir ilişti. Rasûlullah (s.a.) beni geriye iterek, Ebubekir'i sağına aldı beni soluna aldı. Sonra Ömer İbn el-Hattâb ilişti. Rasûlullah (s.a.) beni geriye iterek, Ömer'i soluna aldı ve ikisinin ara­sında yürüdü. Rakıların bulunduğu yere gelince, durdu ve halka şöyle dedi. Bunu biliyor musunuz? Evet ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Bu, ra­kıdır. Hz. Peygamber; doğru söylersiniz, dedi ve devam etti: Allah Teâlâ; rakıyı, onu sıkanı, sıktıranı, içeni, içtireni, taşıyanı, kendisine ta­şınanı, satanı, alanı ve parasını yiyeni la'netlemiştir. Sonra bir bıçak istedi ve; bunları parçalayınız, dedi. Ashabı da öyle yaptılar. Sonra Ra-sûlullah (s.a.) kendisi bir bıçak alarak tulumları parçaladı. Abdullah İbn Ömer eler ki: Halk, tulumundan yararlanılır, dediklerinde; Rasû-lullah (s.a.); evet yararlanılır ancak ben Allah'ın gazabını önlemek için böyle yapıyorum, buyurdu. Ömer bunun üzerine dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü senin yerine ben yapayım. Hz. Peygamber; hayır dedi. İbn Vehb der ki: Bazıları bu hadîse daha başka şeyler ilâve ettiler. Bunu Bey-hakî nakleder.

Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî der ki: Bize Ebu Hüseyn... Mus'ab İbn Sa'd kanalıyla Sa'd'dan nakleder ki; rakı hakkında dört âyet nazil ol­muştur. Beyhakî, hadîsi olduğu gibi zikrettikten sonra şöyle der: An-sârdan birisi yemek yaptı ve bizi davet etti. Biz, kendimizden geçinceye kadar rakı içtik. O sırada henüz rakı haram kılınmamıştı. Ve övünme­lere başladık. Ansâr, biz daha üstünüz, dedi. Kureyş; biz daha üstünüz, dedi.

Ansârdan bir kişi, o gün kesilmiş olan hayvanın kemiğini alarak Sa'd'ın burnuna vurdu ve burnunu yardı. Sa'd'm burnu yarıktı. Bunun üzerine Mâide süresindeki bu âyet nazil oldu. Bu hadîsi Müslim Şu'be kanalıyla tahrîc etmiştir.

Beyhakî der ki: Bize Ebu Nasr İbn Katâde... Saîd İbn Cübeyr ka­nalıyla, Abdullah İbn Abbâs'dan nakleder ki; o, şöyle demiş : Rakıyı ya­saklayan âyet ansârdan iki kabîle hakkında nazil oldu. Onlar içki içti­ler ve kafaları tutunca, birbirlerine hakaret ettiler. Ayıldıklannda; adam diğerine bakıyor, yüzünde, başında ve sakalında öbürünün yaptığı İzi görüyor ve bana bunu falanca yaptı, diyordu. Hepsi de kardeştiler. İçle­rinde kin ve düşmanlık yoktu. Ve adam diyordu ki: Allah'a yemîn ede­rim ki; eğer o bana şefkat ve merhamet etseydi böyle yapmazdı. Böylece kalblerine kin ve düşmanlık girdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Ey îmân edenler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işi pisliklerdir.» âyetini indirdi. Zoraki davrananlardan bir kısmı dediler ki: Bu, pisliktir ve falancanın karnında da vardı. Adam Uhud günü öldürülmüştü, bunun durumu ne olacak? Bunun üzerine Allah Teâlâ «îmân edip sâlih amel işlemiş olanların yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur.» âyetini indirdi. Neseî, tefsir bab'ında bu hadîsi Muhammed İbn Abdurrahîm kanalıyla, Haccâc İbn Minhal'den rivayet eder.

İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Halet... İbn Büreyde'den, o da babasından nakleder ki; Büreyde şöyle demiş: Biz, üç veya dört kişi olarak Remle'de oturmuş şarab içiyorduk. Yanımızda büyük bir cam kavanoz vardı. O zaman şarab içmek helâldi. Ben, kalkıp Hz. Pey­gamberin yanına geldim ve o'na selâm verdim. Bu sırada rakı içmeyi haram kılan âyet, nazil olmuştu. Âyetin «artık vazgeçersiniz değil mi?» kavline kadar dinledikten sonra arkadaşlarımın yanına geldim ve

«Artık vazgeçersiniz değil mi?» kısmına kadar okudum. Arkadaşlardan bir kısmının şarab dolu bardağı elindeydi. Birazını içmiş birazı daha bardaktaydı. Bardağını üst dudağının altına koymuştu. Tıpkı hacâmet alanın yaptığı gibi. Arkadaşlar bardaklarını ve şişede bulunan rakıyı döktüler ve; vazgeçtik ey Rabbımız dediler. Buhârî der ki: Bize Sadaka İbn Fadl... Câbir'den nakletti ki; o, şöyle demiş : İçki haram kılınmaz­dan Önce, halk Uhud günü sabahleyin rakı içerken çağrılmışlar ve o gün hepsi de şehîd düşmüşlerdi. Buhârî tefsir babında böyle rivayet eder. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr Müsned'Inde der ki: Bize Ahmed... Câbir İbn Abdullah'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Peygamberin ashabından bir kısmı sabahleyin rakı içmişti, sonra Uhud günü şehîd olmuşlardı. Yahudiler dediler ki: Öldürülenler, karınlarında içki dolu olarak öldürül­düler. Bunun üzerine Allah Teâlâ; «îmân edip sâlih amel işlemiş olan­ların yaptıklarından -dolayı bir vebal yoktur» âyetini inzal buyurdu. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bu isnâd, şahindir. Ancak hadîsin nak-ledilişinde garîblik vardır.

Ebu Dâvûd et-Tayâlisî der ki: Bize Şu'be... Berâ İbn Âzib'den nak­letti ki; o, şöyle demiş : İçkiyi yasaklayan âyet nazil olduğunda; halk, yasaklanmazdan önce içenlerin durumu nasıl olacak? dediler. Bunun üzerine; «îmân edip sâlih amel işlemiş olanlara yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur.» âyeti nazil oldu. Tirmizî, bu hadîsi Şu'be kanalıyla rivayet ettikten sonra; hasen ve sahihtir, der. Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Ca'fer... Câbir İbn Abdullah'ın şöyle dediğini nakletti" Adamın birisi, Hayber'den Medine'ye rakı taşır ve onu müslümantara satardı. Yine Hayber'den mal yüklendi ve Medine'ye getirdi. Müslümanlardan bir kişi ona rastladı ve dedi ki: Ey falanca Allah rakıyı haram kıldı. Adam bir tepenin üzerine gitti ve rakıyı koydu. Üzerine bazı örtüler örttü. Sonra Rasûlullah (s.a.) a gelip; ey Allah'ın Rasûlü rakının haram kılındığı haberi bana ulaştı, dedi. Hz. Peygamber; evet, dedi. Adam; satın aldığım kişiye onu iade edebilir miyim? dedi. Rasûlullah (s.a.); geri vermen doğru olmaz, dedi. Adam; beni ondan kurtaracak birine hediye etsem olur mu? dedi. Rasûlullah (s.a.); hayır, dedi. Adam; bun­da evimde beslediğim yetimlerin hakkı var, dedi. Rasûlullah (s.a,); bize Bahreyn'den mal gelmişse, gel de yetimlerinin mallarım sana ödeyelim, dedi. Sonra Medine'de haram emrini ilân etti. Adamın biri geldi ve dedi : Ey Allah'ın Rasûlü içki küplerinden yararlanalım mı? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Küpün ağzını açın ve vâdînin ortasında duruncaya kadar onu atın. Bu hadîs garîbtir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî... Enes İbn MâUk'den nakletti ki: Ebu Talha, kendilerine rakı miras kalmış olan yetimlerin durumunu Hz. Peygambere sorduğunda; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Onu dök. Adam onu sirke yapamaz mıyız deyince; Rasûlullah (s.a.); hayır, dedi. Bu hadîsi Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmizî; Sevrî kanalıyla Enes İbn Mâlik'den rivayet etmişlerdir. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Abdullah İbn Amr'm şöyle dediğini nakletti: Kur'an-ı Kerîm'de yer alan «ey îmân edenler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işi pisliklerdir...» âyeti Tevrat'ta da vardır. Tevrat'taki ifâde şöyledir : Allah Teâlâ hakkı, bâtılı yok etmek İçin gönderdi. Hak ile eğ­lenceyi, çalgıları, dansı, tanburları, davulları, tefleri ve şiiri yok etmek ister. Rakı, tadan için acıdır. Allah, yemîn ederek gücüne ve izzetine kasem edip demiştir ki: Ben onu yasakladıktan sonra kim rakı içerse; kıyamet günü onu susatırım. Kim de Ben onu yasakladıktan sonra rakı içmeyi terkederse; yüce katımdan ona içiririm. Bu hadîsin isnadı sa­hihtir.

Abdullah İbn Vehb der ki: Bana Amr İbn Haris... Abdullah İbn Amr İbn el-Âs'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Bir kere sarhoş olarak namazı terkeden; dünya ve dünyadakilere sahip olup ta onu reddeden gibidir. Kim de, namazı dört kez sarhoş olarak terkederse; Allah Teâlâ'nın ona Hebâl çamurundan içirmesi hak olur. Hebâl çamuru nedir? diye sorulduğunda; cehennem ehlinin akıntıları­dır, buyurdu. Bu hadîsi İmâm Ahmed, Amr İbn Şuayb tankıyla rivayet etmiştir. Ebu Dâvûd der ki: Bize Muhammed İbn Râfi'... îbn Abbâs'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Sarhoşluk verici herşey rakıdır. Sarhoşluk veren herşey haramdır. Kim sarhoşluk verici bir şeyi içerse, kırk gün namazı heba olmuştur. Eğer tevbe ederse; Allah onun tevbesini kabul eder. Dördüncü kez tekrar dönerse; Allah'ın ona Hebâl çamurundan içirmesi hak olur. Ey Allah'ın Rasûlü Hebâl çamuru ne­dir? denildiğinde; buyurdu ki: Cehennem ehlinin irinidir. Kim de helâl ile haramı ayırd edemeyen küçük bir yavruya içki içirirse; Allah Teâlâ'­nın ona Hebâl çamurundan içirmesi hak olur. Bu hadîsi yalnızca Ebu Dâvûd rivayet etmiştir. İmâm Şafiî merhum der ki : Bize Mâlik, Nâfi' kanalıyla Abdullah îbn Ömer'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş : Kim, dünyada rakı içer de tevbe etmezse; âhiret gününde on­dan mahrum bırakılır. Buhârî ve Müslim bu hadîsi, Mâlik'ten tahrîc etmişlerdir. Müslim, Ebu Rebî' kanalıyla Abdullah İbn Ömer'den nak­leder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur :

Sarhoşluk veren herşey hamr'dır. Sarhoşluk veren herşey haram­dır. Kim içki içmeye devam ederek tevbe etmeden ölürse; âhirette ondan kendisine içirilmez. İbn Vehb der ki: Bana Ömer İbn Muhammed, Ab­dullah îbn Ömer'den nakletti ki, Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuş :

Üç kişi var ki; Allah onlara kıyamet gününde rahmet nazarıyla bakmaz: Ana ve babasına isyan eden, içkiye devam eden ve verdiği sadakaya minnet eden kişi. Bu hadîsi Neseî, Amr îbn Ali kanalıyla Ömer tbn Muhammed'den nakleder.

Ahmed İbn Hanbel, Ğunder kanalıyla... Hz. Peygamberden nakle­der ki; o, şöyle buyurmuştur: Çok minnet eden, ana ve babasına isyan eden ve içkiye mübtelâ olan kişi cennete giremez. îmâm Ahmed, aynı hadîsi Abdiissamed kanalıyla... Mücâhid'den, Mervân kanalıyla da yine Mücâhid'den nakleder. Neseî de Kasım îbn Zekeriyyâ kanalıyla Mücâ­hid'den bu hadîsi nakleder, İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk... Abdullah İbn Amr'dan nakletti ki; Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ana ve babasına isyan eden kişi cennete giremez. İçkiye mübtelâ olan da. Fazla minnet eden de. Veled-i zina da. Keza bu hadîsi Ahmed îbn Hanbel Yezîd kanalıyla,.. Abdullah İbn Amr'dan rivayet etmiştir. Ay­rıca Ğunder ve diğerleri kanalıyla... Abdullah İbn Amr'dan nakleder ki; Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Çok minnet eden, ana ve ba­basına isyan eden ve içkiye mübtelâ olan kişi cennete giremez. Neseî bu hadîsi Şu'be'den aynı şekilde rivayet ettikten sonra şöyle der: Şu'-be'den başka Nübet İbn Şureyt'e tâbi olan kimseyi bilmiyoruz. Buharı de der ki: Câbân'ın ne Abdullah'dan, ne de Sâlim'den hadîs duyduğu bilinmemektedir. Bu hadîs, Mücâhid kanalıyla Abdullah îbn Abbâs'dan ve yine Mücâhid kanalıyla Ebu Hüreyre'den de rivayet edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Zührî der ki: Bana Ebu Bekr İbn Abdurrahmân, babasından nak­letti ki; o, ben Osman îbn Affân'ın şöyle dediğini duydum, demiştir: İçkiden sakının. Çünkü o, kötülüklerin anasıdır. Doğrusu, sizden önce geçenlerden bir adam Allah'a ibâdet ediyor ve halktan uzak yaşıyordu. Azgın bir kadın ona musallat oldu. Ve cariyesini göndererek dedi ki: Bir şey için biz sizi davet ediyoruz. Adam; câriye ile beraber geldi. O, her kapıyı açıp içeri girdikçe; kadın kapıyı arkasından kapıyordu. Ni­hayet, güzel bir kadının yanma girdi. Ve o kadının yanında bir çocuk ve ayrıca bir içki küpü vardı. Onu gören kadın; doğrusu ben seni şahadet için çağırmadım. Sadece benimle birleşmen veya şu çocuğu öldürmen veya şu rakıyı içmen için davet ettim, dedi. Adama bir bardak rakı içir­di. Adam; daha verin, dedi. Neticede kadına tecâvüz etti, çocuğu öldürdü.

Binâenaleyh siz, içkiden kaçının. Çünkü onunla îman asla birleşemez. Mutlaka biri diğerinden ayndır. Bunu Beyhakî rivayet eder ki, isnadı sahihtir. Ebu Bekr İbn Ebu Dünya da Zem el-Müskir kitabında bu hadîsi Muhammed İbn Abdullah kanalıyla... Zührî'den merfû' olarak rivayet eder. Hadîsin mevkuf oluşu ise daha doğrudur. Allah en iyisini bilendir. Bu hadîsin Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Rasûlullah'dan nakledilen bir de delili vardır. Rasûlullah (s.a.j buyurur ki: Zina eden kişi; zina edinceye kadar mü'mindir. Hırsızlık yapan kişi; hırsızlık ya­pıncaya kadar mü'mindir. İçki içen kişi; içkiyi içinceye kadar mü'-min'dir.

Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Esved İbn Âmir... Abdullah İbn Abbâs'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Rakı yasaklandığında; bazı ki­şiler dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü ölen arkadaşlarımız rakı içerlerdi. Onların durumu ne olacak? Bunun üzerine Allah Teâlâ «îmân edip sâlih amel işlemiş olanlafin yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur.» âyetini indirdi. Kıble, Kudüs'den Kabe'ye tahvil edilince; bazı insanlar dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü Kudüs'e doğru namaz kılıp ta ölmüş olan arkadaşlarımızın durumu ne olacak? Allah Teâlâ bunun üzerine «Al­lah, sizin îmânınızı zayi' edecek değildir» âyetini indirdi.

İmâm Ahmed der ki: Bize Dâvûd îbn Mihrân... Eşmâ Bint Ye-zîd'den nakletti ki; o, Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini; duydum, demiştir : Kim rakı içerse; kırk gece Allah.ondan hoşnûd olmaz. Ölür­se; kâfir olarak ölür. Tevbe ederse; Allah tevbesini kabul eder. Tekrar içmeye başlarsa; Allah'ın ona Hebâl çamurundan içirmesi hak olur. Esma der ki: Ben Rasûlullah (s.a.) a; ey Allah'ın Rasûlü Hebâl çamuru nedir? diye sordum. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Cehennem ehlinin akıntılarıdır. A'meş, İbrahim kanalıyla, Abdullah İbn Mes'ûd'dan nak­leder ki: «îmân edip sâlih amel işlemiş olanlar için Allah'tan korkup îmân ettikleri takdirde yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur» âyeti nazil olunca; Hz. Peygamber buyurdu ki: Bana sen onlardansın, denildi. Müslim, Tirmizî, Neseî aynı tarîkle bu hadîsi rivayet etmişlerdir. Ah­med îbn Hanbel'in oğlu Abdullah ta der ki: Babam okuyarak bana Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: İnsanları bir şeyden alıkoyan şu iki zardan sakının. Çünkü o İranlı'ların kumarıdır.34

94 — Ey imân edenler; Allah, gömleksizin kendisin­den korkanları ayırdetmek için; elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle sizi, mutlaka dener. Bundan sonra da her kim, haddi aşarsa; ona elem verici bir azâb vardır.

95 — Ey îmân edenler; siz ihrâmlı iken avı öldürme­yin. Sizden her kim; bile bile onu öldürürse; öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır ki, Kâ'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere, buna içinizden âdil iki kişi hükme­decektir. Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde kef-fâret veya onun dengi oruç tutmaktır. Tâ ki, yaptığının ve­balini tatmış olsun. Allah; geçmiştekileri affetmiştir. Kim de sonradan böyle yaparsa; Allah ondan intikamını alır. Allah Azîz'dir, İntikam sahibidir.

Allah'ın Şiarları86

Allah'ın Şiarları

Vâlibî, İbn Abbâs'tan naklen der ki: «Allah; gömleksizin kendi­sinden korkanları ayırdetmek için elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle sizi mutlaka dener.» kavli konusunda İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu, avın güçsüz ve küçük olanıdır. Allah Teâlâ onunla kul­larım ihramda tecrübe eder. Hattâ ellerini uzatsalar onları yakalaya­bilirler. Ama Allah Teâlâ, onlara yaklaşmalarını yasaklamıştır. Mücâ-hid ise, «elinizin ulaştığı» kavlinin küçük avlar ve yavruları demek ol­duğunun, «mızraklarınızın ulaştığı» kavlinin de büyük avîar demek ol­duğunu söyler. Mukâtil İbn Hayyân da der ki: Bu âyet, Hudeybiye yılındaki umrede nazil olmuştur. Yaban hayvanları, kuşlar ve avlar on­ların kafilesinin çevresini sarıyordu. Başka zaman bunun bir örneğini hiç görmemişlerdi. Ama Allah Teâlâ, ihrâmlı ilçen bunları öldürmelerini yasaklamıştı.

«Allah; görmeksizin kendisinden korkanları ayırd etmek için...» yani Allah Teâlâ onları, çevrelerini saran avlarla imtihan eder. Gizli ve açık olarak elleriyle ve oklanyla elde edebilecekleri avlarla dener. Böylece gizli, açık Allah'a itaat edenlerin itaatim ortaya koymaktadır. Nite­kim Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Muhakkak ki; Rablanndan görmeden korkanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâ­fat vardır. Bundan sonra da her kim, haddi aşarsa ona elem verici bir azâb vardır.» Süddî ve diğerleri derler ki: Bu açıklama, uyan ve be­lirtmeden sonra; haddi aşana Allah'ın emrine ve şeriatına muhalefet­ten dolayı acıklı bir azâb vardır.

«Ey îmân edenler; siz ihrâmlı iken avı öldürmeyin.» Bu ifâde, ih-râmlı iken av Öldürmeyi yasaklayan bir açıklamadır. Aynı zamanda av öldürmeye teşebbüsü de yasaklamaktadır. Bu ifâde; mânâ bakımından yenilen ve kendisinden diğer hayvanların doğduğu avdır. Yenilmeyen kara hayvanlarının ihrâmlı iken öldürülmesi ise; Şafiî'ye göre caizdir. Cumhur ise her halükârda onların da öldürülmesinin haram olduğunu söyler. Bunun istisnası, ancak Zührî kanalıyla Mü'minleriri annesi Hz. Âişe (r.a.) den nakledilen ve Buhârî ile Müslim'de yer alan şu hadîs-i şerifte zikredilen hayvanlardır: Beş zararlı hayvan; ihrâmlı iken de, helâl iken de Öldürülür : Karga, fare, akrep, çaylak ve kudurmuş köpek. tmâm Mâlik de, Nâfi' kanalıyla Abdullah îbn Ömer'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Beş hayvanın, ihrâmlı iken öldürül­mesinde bir vebal yoktur. Bunlar : Karga, akrep, fare, kudurmuş köpek ve çaylaktır. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim tahrîc etmişlerdir. Eyyûb da aynı hadîsi Nâfi' kanalıyla Abdullah îbn Ömer'den rivayet eder ve der ki: Ben Nâfi'ye; ya yılan? diye sordum. O, yılanda şüphe yoktur ve öldü­rülmesinde ihtilâf mevcûd değildir, dedi. Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel gibi bazı bilginler kudurmuş köpeğe; kurt, canavar, kaplan, sırtlan gibi hayvanları da ilhak etmişlerdir. Çünkü bunlar, zarar bakımından ku­durmuş köpekten daha şiddetlidirler. Allah en iyisini bilendir.

Süfyân İbn Uyeyne ve Zeyd îbn Eşlem derler ki: Kudurmuş köpek; bütün saldırgan canavarları içine alır. Bu görüşü serdedenler Rasûlul­lah (s.a.) in Ebu Leheb'in oğlu Utbe hakkında beddua ettiğinde söyle­miş olduğu şu sözü esâs alırlar : Allah'ım; Şam'da onun üzerine köpeğini musallat et. Zerkâ'da onu canavarlar yesin. Bilginler derler ki; bun­ların dışında tilki, sırtlan ve kara kedisi gibi hayvanları öldüren ih­râmlı bunlar için fidye verir. Mâlik der ki: Keza hakkında nass bulu­nan bu beş hayvanın küçükleri de müstesnadır. Saldırgan canavarlardan buna eklenmiş olan hayvanların küçükleri de müstesnadır. Şafii der ki: İhrâmlınm eti yenmeyen her hayvanı öldürmesi caizdir. Büyüğü ile küçüğü arasında fark yoktur. Şafiî bunların birleştirici sebebinin; ye-nemez oluşları olduğunu belirtir. Ebu Hanîfe ise der ki: İhrâmlı, ku­durmuş köpeği ve kurdu öldürür. Çünkü kurt, kara köpeğidir. Bun­ların dışında bir hayvan öldürecek olursa, fidye verir. Ancak bu ikisinin dışındaki bir canavar kendisine saldıracak olur da; o da kendini mü­dâfaa için hayvanı öldürürse; o zaman fidye gerekmez. Evzaî'nin ve Hasan îbn Salih'in kavli de budur. Züfer İbn Hüzeyl ise der ki: Üzerine saldırmış olsa da bu ikisinin dışında bir hayvanı öldüren ihrâmlı fidye Verir. Bazı kişiler de demişlerdir ki: Burada söz konusu olan karga; alacalı olan, yani karnında ve sırtında beyazlık olan kargadır. Siyah ve beyaz karga değildir. Çünkü Neseî, Amr İbn Ali kanalıyla Hz. Âişe'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Beş canlıyı ihrâmlı öl­dürebilir. Bunlar: Yılan, fare, alacalı karga, kudurmuş köpek ve çay­laktır. Cumhur ise, burada kasdedilen lafzın umûmî olduğunu Buhârî ve Müslim'de sabit olan ifâdenin ise mutlak olduğunu belirtirler. Mâlik merhum der ki: İhrâmlı, kargayı öldüremez. Ancak kendine saldırır ve rahatsız ederse, öldürebilir. Mücâhid îbn Cebr ve bir grup dediler ki: İhramlı, kargayı öldüremez sadece ona taş atabilir. Benzer bir rivayet Hz. Ali'den de nakledilmiştir. Hüşeym der ki: Bize Yezîd îbn Ebu Zi-yâd... Ebu Saîd kanalıyla Hz. Peygamberden nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) a ihrâmlı kişinin neyi öldürebileceği sorulduğunda, şöyle buyur­muş : Yılan, akrep, fare. Kargaya atabilir, ancak öldüremez. Kudurmuş köpek, çaylak ve saldırgan canavar. Bu hadisi Ebu Dâvûd, Ahmed îbn Hanbel'den; Tirmizî de Ahmed İbn Menî kanalıyla Hüseyin'den riva­yet ederler. İbn Mâce ise Ebu Kerîm kanalıyla Yezîd îbn Ebu Ziyâd'dan naklederler ki bu, zayıf bir nakildir. Tirmizî bu hadîsin hasen olduğunu söyler.

«Sizden her kim bile bile onu öldürürse; öldürdüğü o hayvanın ben­zeri bir ceza vardır ki; Kâ'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere bu­na içinizden âdil iki kişi hükmedecektir.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... Eyyûb'dan nakletti ki; o, Tâvûs'a bu konuyu sor­duğunda şöyle demiştir : Bu ceza, hatâ ile avı öldürene değil, kasıdlı ola­rak öldürene verilir. Bu görüş, Tâvûs'dan garîb bir görüştür. Çünkü Tâvûs âyetin zahirine sarılmıştır. Mücâhid İbn Cebr de der ki: Kasıd ile ihrâmlı olduğunu unutup da av öldürmek isteği kasdedilmiştir. İh­râmlı olduğunu hatırlayarak kasıdlı avı öldüren kişinin durumu; çok daha zordur. İhramı bâtıl olur, keffâretle geçiştiremez. İbn Cerîr Taberî bu görüşü Mücâhid'den İbn Ebu Necîh ve Leys îbn Ebu Süleym kana­lıyla nakletmiştir ki, bu da gerçekten garîb bir görüştür .Cumhûr'un da­yandığı kanâata göre; cezanın vâcib olmasında, unutarak veya kasıdh olarak Öldürme farksızdır. Zührî der ki: Kitâb, kasıdlıya delâlet et­mekte, sünnet unutana uygulanagelmektedir. Bunun anlamı şudur: Kur*an kasıdlı öldürenin cezalandırılması gerektiğini ve günâh işledi­ğini belirtmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, «tâ ki yaptığının vebalini tatmış olsun. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Kim de sonradan böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır» buyurmaktadır. Sünnet-i Seniyyede de Hz. Peygamberin ve ashabının hükmü; hatalı öldürmeye de ceza verilmesi şeklinde carî olmuştur. Kitâb, kasıdlı öldürmeye delâlet eder. Avı öldürmek bir itlaftır. İtlaf ise; kasıdlı ve unutkanlık halinde tazmin edilir. Sadece kasıdlı öldüren günahkârdır. Hatalı öldüren, günahkâr değildir.

«öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır.» İbn Cerîr, Abdul­lah İbn Mes'ûd'un bu âyeti; şeklinde oku­duğunu rivayet eder. «Öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır» kavli her iki kırâetiyle îmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ile Cum-hûr'un; ihrâmh iken öldürdüğü hayvanın benzeri ceza gerekeceği ka-nâatına delile1 ;r. Bu, öldürülen hayvan evcil ise böyledir. Ebu Hanîfe merhum, buna muhalefet etmiştir. Ve o, öldürülen avın ister benzeri ol­sun, ister benzersiz olsun değerini ödemenin vâcib olduğu görüşündedir. Ona göre; kişi muhayyerdir. İsterse; o hayvanın bedelini sadaka olarak verir, isterse onunla bir kurbân satın alır. Benzer konusunda sahabenin hükmü uyulmaya daha uygundur. Çünkü onlar, deve kuşuna bir deve, yaban sığırına bir inek, ceylana bir keçi kurbân edilmesini hükmetmiş­lerdir. Sahabenin delilleri ve dayanakları el-Ahkâm kitabında belirlen­miştir. Ancak öldürülen hayvanın misli bulunmazsa; İbn Abbâs değeri­nin Mekke'ye götürüleceğine hükmetmiştir. Beyhakî böyle rivayet eder.

«Kâ'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere, buna içinizden âdil iki kişi hükmedecektir.» Misliyle yahut misli olmayanın da değerinin takdiri ile ceza vermek konusunda, müslümanlardan adalet sahibi iki ki­şi karâr verecektir. Bilginler; öldüren kişinin, iki hakemden birisi olup olamayacağı konusunda ihtilaflıdırlar. Bu konuda iki görüş vardır : Bi­rinci görüş uyannea; avı öldüren kişi, hakem olamaz. Çünkü o, verdiği hükmünde lehine karar vermiş olma ithâmıyla karşı karşıyadır. Bu, İmâm Mâlikin görüşüdür. İkinci görüş uyarınca; avı öldüren kişi ha­kem olabilir. Çünkü âyet umûmîdir. Bu, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'in görüşüdür. Birinciler, hâkim ile mahkûmun aynı kişi olamayacağı esâ­sına istinâd etmektedirler.

îbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Meymûn İbn Mihrân'dan nakletti ki; bir bedevi Hz. Ebubekir'e gelmiş ve; ben ihrâmlı iken bir av öldürdüm. Hakkımda nasıl bir ceza gerekli görürsün? demiş. Hz. Ebubekir (r.a.) yanında oturan Übeyy İbn Kâ'b'a söylediği konuda görüşün nedir? diye sormuş. Bedevî söze karışarak; ben sana geldim. Rasûlullah (s.a.) in halîfesi olarak sana sorarım, sen nasıl başka birine sorarsın? demiş. Hz. Ebubekir; niçin karşı çıkıyorsun, Allah Teâlâ «buna içinizden âdil iki kişi hükmedecek» buyuruyor. Ben bu konuda arkada­şıma danışıyorum. Eğer bir konuda ittifak edersek bunu sana emrede­riz, demiş. Bu rivayetin isnadı sağlam olmakla beraber, Meymûn ile Ebubekir es-Sıddîk arasında kopukluk vardır. Bu meselede iki ihtimâl variddir. Burada Ebubekir es-Sıddîk, hükmü bedeviyi câhil görmesi ne­deniyle yumuşak ve merhametli olarak belirtmiştir. Çünkü bilgisizlik derdinin devası öğretmektir. Ama itiraz eden kişi, bilgin kişi olunca; bu konuda İbn Cerîr şöyle der: Bize Hennad ve Ebu Hişâm... Kabîse îbn Câbir'den naklettiler ki; o, şöyle demiş : Biz hacc için gitmiştik. Sabah namazını kıldıktan sonra, bineklerimizi yaymak üzere çıkar ve konuşurduk. Bir sabah, bir ceylan sağımızdan veya solumuzdan beliri-verdi. Beraberimizde bulunan arkadaşlarımızdan birisi bir taş atarak ceylanı kulak dibinden vurdu ve hayvan akan kanının korkusuyla düşüp oluverdi. Kabîse der ki: Biz, mes'eleyi onun aleyhinde büyük bir suç olarak gördük. Mekke'ye geldiğimizde kendisini yanımıza alarak Hz. Ömer'e vardık. Ve kıssayı arkadaşımız Hz. Ömer'e anlattı. Hz. Ömer'in yanında, yüzü gümüş gibi olan birisi vardı. Râvî Abdurrahmân İbn Avf'ı kasdediyor. Hz. Ömer yanındaki arkadaşına dönerek konuştu. Son­ra adama yüzünü döndü ve dedi ki: Sen, o ceylanı kasıdlı olarak mı öldürdün, yoksa hatalı olarak mı? Adam; ona atmakta kasıdlıydım, ancak Öldürmek istememiştim, dedi. Hz. Ömer; gördüğüm kadarıyla sen, kasıd ile hatâyı birleştirmişsin, dedi. Git, bir koyun al ve kes, sonra etini sadaka olarak dağıt. Gerisini tulum yaptır, dedi. Kabîse der ki: Hz. Ömer'in yanından çıktığımızda arkadaşıma dedim ki: Behey adam, Allah'ın şiarlarına saygı göster. Mü'minlerin emîri arkadaşıma sorma­dan sana nasıl fetva vereceğini bilemedi. Sen git deveni al ve kurbân et. O da böyle yaptı. Kabîse der ki: Ben, Mâide süresindeki «İçinizden âdil iki kişi hükmedecektir» âyetini hatırlamamıştım. Sözüm Hz. Ömer'e ulaştığında —ki biz onu hep elinde kırbaçla görürdük— arkadaşıma bir kırbaç vurup, Harem-i Şerifte kan akıttın ve hükmü çiğnedin mi? dedi. Sonra bana döndü. Ben; ey mü'minlerin emîri; benim için haram olan birşeyi, bugün senin için helâl kılamam, dedim. O; ey Câbir oğlu Ka­bîse; senin yaşının genç olduğunu, göğsünün geniş, dilinin açık olduğu­nu görüyorum. Bir delikanlıda dokuz güzel huy, bir kötü huy bulunur. Kötü huy, güzel huylan bozar. Sakın gençliğin huylarına kapılmaya-sın, dedi. Hüşeym bu kıssayı Abdülmelik İbn Umeyr kanalıyla Kabîse'-den aynı şekilde rivayet etmiştir. Aynı olayı Huşeym de Şa'bî kanalıyla Kabîse'den rivayet etmiştir. Mürsel olarak da Bekir İbn Abdullah ve Muhammed İbn Şîrîn Hz. Ömer'den nakletmelerdir.

İbn Cerîr der ki: Bize îbn Beşşâr... Ebu Vâil'den nakletti ki; o, bana Ebu Cerîr el-Becelî şöyle haber verdi, demiş. Ben, ihrâmlı iken bir ceylanı vurdum. Sonra bu durumu Hz. Ömer'e anlattım. Hz. Ömer; ar­kadaşlarından iki kişiye git, senin hakkında hüküm versinler, dedi. Abdurrahmân ve Sa'd'a geldim, onlar da alacalı bir teke kesmeme hük­mettiler.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Vekî... Târık'dan nakletti Tsi; o, şöyle demiş : Erbed İbn Abdullah ihrâmlı iken, hayvanıyla bir ceylanı çiğnedi ve öldürdü. Hz. Ömer'in yanma gelip kendisi hakkında hüküm verme­sini istedi. Hz. Ömer ona dedi ki: Benimle beraber sen de hükmet. İkisi birlikte sütten kesilmiş bir oğlak kesmesine hükmettiler. Sonra Hz. Ömer: «içinizden âdil iki kişi hükmedecektir.» âyetini okudu. Öl­düren kişinin, iki hakemden birisi olmasının cevazına, bu rivayet delâ­let etmektedir. Nitekim Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel (Allah onlara rah­met etsin) böyle demişlerdir. Ancak Şafii ile Hanbel; ihrâmlı kişinin öldürdüğü hayvan konusunda her seferinde hükmün yenilenip yenilen­meyeceği, önceden sahabe tarafından verilmiş olan hükmün, adalet sa-hiblerinin hükmü sayılarak başka bir hükme başvurulup vurulmaya­cağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda iki görüş vardır: Şafiî ve Ahmed îbn Hanbel derler ki: Bu konuda sahâbe'nin verdiği hükme uyulur. Onlann hükmü, başka dengi bulunmayan kesin karar sayılır. Sahâbe'nin hüküm vermemiş olduğu konuda ise, iki âdil kişinin hük­müne müracaat edilir. Mâlik ve Ebu Hânife ise derler ki: İster benzer konuda sahâbe'nin hükmü bulunsun, ister bulunmasın; ferd ferd her­kese hüküm verilmesi îcâbeder. Çünkü Allah Teâlâ «Buna içinizden âdil iki kişi hükmedecektir» buyurarak mutlak şekilde ifâde etmiştir.

«Kâ'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere» yani Harem-i Şerife ulaşıp orada kesilmiş ve eti, Harem-i Şerifin fakirlerine dağıtılmış bir kurbanlık gerekir. Bu konu üzerinde ittifak vardır.

«Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde keffâret veya onun dengi oruç tutmaktır.» Yani ihrâmlı kişi, öldürdüğü hayvanın dengi bir hayvan bulamazsa veya öldürülen av, benzeri bulunmayan bir hay­van olursa; bizim dediğimiz gibi burada cezayı ödemek, yemek yedir­mek ve oruç tutmak gibi; üç ceza türünden birisi tercîh edilir. Mâlik, Ebu Hanîfe, Ebu Yûsuf, Muhammed İbn Hasan, Şafiî'nin iki kavlinden biri, Ahmed İbn Hanbel'den şöhret olan görüş budur. Âyetin zahirinden anlaşılıyor ki; buradaki edatı muhayyerlik manasınadır. Diğer görüş uyarınca, yukardaki sıraya göre tanzim olunur. Yani önce dengi bir değer vaz'edilir ve öldürülen av, buna göre ölçülür. İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve arkadaşları, Hammâd ve İbrahim'in görüşü böyledir. Şafiî ise der ki: Eşdeğerde bir hayvan mevcûd ise bu tesbît edilir ve kıy­metlendirilir sonra onunla yemek alınır ve fakirlere tasadduk edilir. Her fakire bu yemekten (bir ölçü) verilir. Bu, Şafiî, Mâlik ve Hicaz fa-kîhlerine göre böyledir. İbn Cerîr de bu görüşü tercîh etmiştir. Ebu Ha­nîfe ve arkadaşları ise; her miskine iki müdd verilir demişlerdir ki bu, MücâhicTin görüşüdür. İmâm Ahmed ise, buğdaydan bir müdd diğer yiyeceklerden iki müdd verilir demiştir. Şayet bunu bulamazsa veya bizim dediğimiz gibi, bunu tercîh etmezse; her miskine vereceği yemeğe mukabil bir gün oruç tutar. İbn Cerîr der ki: Başkaları da, her sâ' yiyeceğe mukabil bir gün oruç tutar, dediler. Tıpkı tıraş ve benzeri fiil­lerin cezasında olduğu gibi. Sâri'; Kâ'b İbn Ucre'ye altı kişiye bir Farak yemek vermesini emretmiş veya üç gün oruç tutmasını bildirmiştir. Fa­rak ise üç sâ'dır. Bu yedirilecek yemeğin nerede yedirileceği konusu da ihtilaflıdır. Şafiî der ki, Harem-i Şerifte yedirilecektir. Bu, Atâ'mn da görüşüdür. Mâlik ise; avın öldürüldüğü yerde yedirileceğini veya ona en yakın yerde verileceğini söyler. Ebu Hanîfe'ye göre; isterse Harem-i Şerifte yedirir, isterse başka bir yerde.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Abdullah İbn Abbâs'dan nak­letti ki; o, Allah Teâlâ'mn «Öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza var­dır ki, Kâ'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere buna içinizden âdil iki kişi hükmedecektir. Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde kef-fâret veya onun dengi oruç tutmaktır» kavli konusunda şöyle demiştir : İhrâmlı olan kişi; avı öldürürse, öldürdüğünün eşi bir hayvan ceza ola­rak verilir. Eğer benzeri hayvan bulunursa, o kesilip sadaka olarak da­ğıtılır. Eğer bulunmazsa, değerinin ne ettiği araştırılır, sonra o değerin ne kadar yemek parası tuttuğu belirtilir ve her yarım sâ' için bir gün oruç tutar. «Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde keffâret veya onun dengi oruç tutmaktır.» İbn Abbâs der ki; Yemekle, oruç kasde-dilmiştir. Çünkü yemek bulununca, onun cezası da bulunmuş olur. İbn Cerîr, başka yollarla bu hadîsi rivayet etmiştir. Ali İbn Ebu Talha Abdullah İbn Abbâs'dan «Kâ'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere buna içinizden âdil iki kişi hükmedecektir. Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde keffâret veya onun dengi oruç tutmaktır kavli ko­nusunda şöyle dediğini belirtir: îhrâmlı kişi, bir avı öldürürse; onun hakkında bu avı tazmin etmesi kararlaştırılır. Eğer bir ceylanı veya benzeri bir hayvanı öldürmüşse; onun için Mekke'de kesilmek üzere bir koyun kurbân etmek gerekir. Eğer bunu bulamazsa; altı miskini doyurması îcâbeder. Şayet bunu da bulamazsa; üç gün oruç tutar. İh-râmlı kişi; erkek geyiği veya benzeri karacayı öldürürse, ona da bir sığır kurbân etmek gerekir. Eğer bunu bulamazsa, yirmi miskini yedi­rir. Bunu da bulamazsa; yirmi gün oruç tutar. Şayet ihrâmlı kişi, de­ve kuşunu veya vahşî merkebi ya da benzeri bir hayvanı öldürürse; ona bir deve kurbân etmek gerekir. Deveyi bulamazsa; otuz miskini yedi­rir. Bunu da bulamazsa; otuz gün oruç tutar. İbn Ebu Hatim, bu hadîsi rivayet eder. İbn Cerîr de yemek, müdd müdd onları doyurmaktır ifâ­desini ekler. Câbir el-Ca'fî; Âmir, Atâ ve Mücâhid'den «Veya onun dengi oruç tutmaktır» kavli hakkında şöyle dediklerini nakleder: Yemek ye­dirmek; kurbân kesemeyen için gerekir. Bunu İbn Cerîr Taberî rivayet eder. İbn Cüreyc Mücâhid'den, Esbât ta Süddî'den bunun, yukarda sı­ralanan sıraya göre yapılacağım rivayet ederler. Atâ, İkrime, Mücâhid —Dahhâk'ın rivayetine göre—, İbrahim en-Nehaî ise; kişi seçmekte ser­besttir, derler. Bu görüş Leys'in Mücâhid'le îbn Abbâs'dan naklettiği rivayettir ki, İbn Cerîr merhum da bu görüşü tercih etmiştir.

«Tâ ki yaptığının vebalini tatmış olsun.» Yani ona keffâreti vâcib kılıyoruz ki; ilâhî emre muhalefet ederek işlemiş olduğu fiilin cezasını tatmış olsun. «Allah geçmiştekileri affetmiştir.» Güzelce müslüman olup Allah'ın şeriatına uyup günâh işlememiş olanların câhiliyet dev­rinde yaptıklarını affetmiştir. «Kim de sonradan böyle yaparsa; Allah ondan intikamını alır.» İslâm'a' girdikten ve İslâm'da bunun hükmünü öğrendikten sonra; bu davranışı tekrarlarsa Allah ondan intikamını alır. "Allah Azîz'dir, intikam sahibidir.»

İbn Cüreyc der ki: Atâ'ya «Allah geçmiştekileri affetmiştir» ne demektir? diye sordum. O, câhiliyyet devrinde yaptıkları, demektir dedi. Ben «Kim de sonradan böyle yaparsa; Allah ondan intikamını alır» ne demektir? dedim. Ata dedi ki: Kim de İslâm döneminde bu fiili işlerse; Allah ondan intikamını alır ve ona keffâret vâcib olur. İbn Cüreyc der ki Atâ'ya; sonradan yapmakta senin bildiğin bir sınır var mı? diye sor­dum. Atâ; hayır, dedi. Sen imâmın kişiyi cezalandırabileceği kanâatmda mısın? diye sorduğumda; o, hayır bu günâh kul ile Allah arasındadır, sadece fidye verilir, dedi. Bu rivayeti İbn Cerîr Taberî nakleder. Denildi ki: Bu âyetin mânâsı; Allah keffâret yoluyla ondan intikamını alır, demektir. Bu görüş Saîd İbn Cübeyr ve Atâ'nın görüşüdür. Ayrıca geç­miş ve sonrakilerden cumhurun kanâatine göre ihrâmlı kişi; ne zaman avı öldürürse, cezası gerekir birinci veya ikinci olması arasında fark yoktur. İster hatalı ister kasıdlı olsun ne kadar tekrarlarsa o kadar ce­zalandırılır. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini bildirir : Bir kimse ihrâmlı iken yanlışlıkla bir avı öldürürse; her öl­dürdüğü seferde, aleyhine ceza hükmedilir. Eğer kasıdlı olarak öldü­rürse; ilk neferinde aleyhine ceza hükmedilir, tekrar yaparsa ona Allah senden intikamını alacaktır, denilir. Çünkü Allah A2ze ve Celle böyle demiştir. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Amr İbn Ali... İkrime'den nak­letti ki; Abdullah İbn Abbâs, bir avı öldürüp hakkında hüküm verildik­ten sonra, tekrar öldüren kişiyle ilgili olarak şöyle demiştir : Atrık onun hakkında ceza verilmez. Allah intikamını ondan alır. Şureyh, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî, İbrâhîm en-Nehaî de böyle demişlerdir. İbn Cerîr Taberî bu görüşleri rivayet ettikten sonra birinci kavli tercih eder.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Abbâs İbn Yezîd... Hasan el-Basrî'den nakletti ki; adamın biri avı öldürmüş, fakat kendisine ceza verilmemiş. Sonra tekrar bir başka avı öldürmüş. Bunun üzerine gökten bir ateş inip onu yakmış. İşte Allah Teâlâ'nın; «Kim de sonradan böyle yapar­sa; Allah ondan intikamını alır.» kavlinin mânâsı budur. İbn Cerîr Taberî «Allah Azîz'dir, intikam sahibidir» kavli hakkında şöyle der: Sânı yüce olan Allah buyuruyor ki: O saltanatında karşı konulmaz, hiçbir gücün ezmediği güç sahibidir. Hiçbir intikam alıcı, O'nun intikamını engelleyemez. İntikam aldığı kişiden Allah'ın intikamını engelleyecek kimse yoktur. O'nun cezalandırmak istediği kişiden kimse cezayı önle­yemez. Çünkü yaratıklar O'nun yaratığıdır. Emir O'nun emridir. îzzet ve güç O'nundur. «İntikam sahibidir» Yani kendisine isyan edenleri, is­yanlarından dolayı cezalandırır.35

96 — Deniz avı ve onu yemek, size de, yolculara da geçimlik olmak üzere helâl kılınmıştır. İhrâmlı bulunduğu­nuz sürece, kara avı haram kılınmıştır. Hem huzuruna varıp toplanacağınız Allah'tan korkun.

97 — Allah Kâ'be'yi, o haram evi insanlar için hayat ve güven kaynağı kıldı. Keza o haram olan ayı da, kurbânı da, boynu bağlı kurbanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir.

98 — Bilin ki; Allah, gerçekten azabı pek çetin olan­dır. Ve Allah gerçekten Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

99 — Peygamberin vazifesi sadece tebliğdir. Allah, sizin açıkladıklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir.

İhrâmlı İken Avlanma İle İlgili Hükümler90

İhrâmlı İken Avlanma İle İlgili Hükümler

Ali İbn Ebu Talha; Abdullah îbn Abbâs'dan, Saîd İbn Müseyyeb'-den ve Saîd îbn Cübeyr ile başkalarından nakleder ki; «deniz avı helâl kılınmıştır» kavlinden maksad; taze olarak avlanan hayvanlardır. «Onu yemek» kavlinden maksad da kurutulup saklanandır, tbn Abbâs, meş­hur olan rivayette der ki: Deniz avından maksad; canlı olarak tutu­lan, yemekten maksad da ölü olarak atılandır, demiştir. Ebubekir es-Sıddîk, Zeyd İbn Sabit,- Abdullah İbn Ömer, Ebu Eyyûb el-Ansârî (Allah onlardan razı olsun) İkrime, Ebu Seleme îbn Abdurrahmân, İbrahim en-Nehaî ve Hasan el-Basrî'den bu rivayet nakledilmiştir. Süfyân İbn Uyeyne, Amr İbn Dînâr kanalıyla İkrime'den nakleder ki; Hz. Ebube­kir şöyle demiştir.: Yemekten maksad, denizde olan herşeydir. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim böyle rivayet etmişlerdir. İbn Cerîr der ki: Bize İbn Humeyd... Abdullah İbn Abbâs'dan nakletti ki; o, şöyle demiştir : Hz. Ebubekir, hutbe okudu ve «Deniz avı ve onu yemek, size de, yolculara da geçimlik olmak üzere helâl kılınmıştır» kavlindeki yemekten mak­sad atılanlardır, dedi. İbn Cerîr der ki bize Ya'kûb... Abdullah İbn Abbâs'dan nakletti ki; bu âyetteki yemekten maksad atılanlardır. İkri­me de İbn Abbâs'dan nakletti ki; bu âyette yer alan yemekten maksad, ölülerden atılmış olandır. Bunu îbn Cerîr de rivayet eder. Saîd İbn Mü-seyyeb der ki: Yemekten maksad, canlı olarak atılıp veya yakalana-mayıp ölendir. Bu rivayeti İbn Ebu Hatim de nakleder.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn Beşşâr... Nâfi'den nakletti ki; Abdurrahmân İbn Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Ömer'e şu suâli sordu : Denizde pekçok ölü balıklar bulunur, onları yiyelim mi? Abdullah İbn Ömer; yemeyin, dedi. Abdullah İbn Ömer; evine döndüğünde Mushaf'ı aldı ve Mâide sûresini okumaya başladı. Bu âyete gelince, dedi ki: Git ona söyle, yesin. Çünkü yemekten maksad budur. îbn Cerîr'in tercih ettiği görüşe göre de; yemekten maksad denizde ölendir. İbn Cerîr der ki: Bu konuda bir de haber vârid olmuştur. Ancak bazıları bu haberi mevkuf olarak rivayet ederler. Şöyle ki: Hennâd bize nakletti ki; Abede İbn Süleyman... Ebu Hüreyre'den Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini haber vermiş : «Deniz avı ve onu yemek, size de, yolculara da geçimlik olmak üzere helâl kılınmıştım âyetindeki yemekten maksad, ölü olarak atılandır. Sonra der ki: Bu hadîs mevkuf olarak Ebu Hüreyre'de dur­durulmuştur. Hennâd der ki: Bize Ebu Zaide... Ebu Hüreyre'den nak­letti ki; bu âyette yer alan yemekten maksad ölü olarak atılandır.

«Size de, yolculara da geçimlik olmak üzere.» Yani ey bu âyetle mu-hâtab olanlar; size de yolculara da fayda ve azık olarak, helâl kılınmış-tır. İkrime der ki: Yolculardan maksad, deniz yolcularıdır. Başkaları da dediler ki: «Tazesi» deniz kıyısında olanların avladıklarıdır. «Yemek» ise; denizde ölen veya avlanıp ta salamura yapılarak tuzlanan ve yol­culara, denizde gezinenlere azık olarak verilenlerdir. Benzer bir görüş Abdullah İbn Abbâs, Mücâhid, Süddî ve diğerlerinden de nakledilmiş­tir. Cumhûr-u Ulemâ bu âyet-i kerîme'ye dayanarak; denizde ölen hay­vanların helâl olduğunu söylemişlerdir. Bunun bir başka delili de İmâm Mâlik'in Vehb İbn Keysân kanalıyla, Câbir İbn, Abdullah'tan naklettiği şu hadîstir. Câbir İbn Abdullah der ki: Rasûlullah (s.a.) sahil yönünde bir seriyye gönderdi. Üçyüz kişiden müteşekkil olan bu seriyyenin başı­na Ebu Ubeyde İbn el-Cerrâh'ı emîr ta'yîn etti. Câbir İbn Abdullah der ki: Ben de, bu kişiler arasındaydım. Biz yola çıktık, biraz yol aldıktan sonra azığımız tükendi. Ebu Ubeyde, ordunun azığının toplanmasını emretti. Orduda bulunan bütün azık toplandı. Benim azığım hurma idi. Câbir der ki: Ebu Ubeyde bize, hergün azar azar azık veriyordu. Nihayet o da bitti. Herbirimize ancak birer hurma düşüyordu. Ben, bir hurma neye yeter ki? dedim. O, onun yokluğunu da yok olunca an­ladık; dedi. Sonra denize ulaştık. Gördük ki, tepeler gibi balık vardı. Ordu, onsekiz gece bu balıktan yedi. Sonra Ebu Ubeyde, ondan iki par­çayı alıp dikti ve bir kafile onun altından geçtiler hiçbirine birşey isabet etmedi. Bu hadîs Buhârî ve Müslim'de tahrîc edilmiş olup muhtelif yollarla Câbir'den menkûldür.

Müslim'in Sahîh'inde Ebu Zübeyr'in rivayetine göre; Câbir der ki: Nihayet biz, deniz kıyısına ulaştık. Sahilde büyük, kum tepesi gibi bir şey gördük. Yanına vardığımızda, bunun Anber adı verilen bir canlı ol­duğunu anladık. Câbir der ki: Ebu Ubeyde önce; bu ölü, dedi. Sonra; hayır, biz Allah elçisinin elçileriyiz ve Allah yolunda savaşa çıktık, mec­bur kaldık, artık ondan yeyin, dedi. Biz, üçyüz kişiydik orada bir ay kaldık, semizlendik. Biz, o canlının göz bebeğinden küplerle yağ çıka­rıyorduk. Sığır büyüklüğünde parçalar koparıyorduk. Câbir dedi ki: Ebu Ubeyde aramızdan onüç kişiyi aldı ve onları canlının gözünün or­tasına oturttu. Onun eğe kemiklerinden bir kemik aldı ve dikti. Sonra beraberimizdeki develerin en büyüğünden birini onun altından geçirdi. Biz, onun etinden kavurma yaparak azık edindik. Medine'ye geldiğimiz­de; Rasûlullah (s.a.) a varıp durumu haber verdik. Hz. Peygamber bu­yurdu ki: O, Allah'ın sizin için çıkardığı bir nzıktır. Beraberinizde onun etinden bir parça varını ki bize. yediresiniz? Câbir der ki: Biz, Allah'ın Rasûlüne beraberimizdeki kavurmalardan bir kısmını verdik te o, bundan yedi. Müslim'in bazı rivayetlerinde bu balığı gördüklerinde Hz. Peygamber'in yanlarında olduğu zikredilir. Başkaları da derler ki: Bu, ayrı bir vak'adır. Hattâ bir kısım râvîler dediler ki: Bu olay aynı olaydır. İlkin Hz. Peygamber de onlarla birlikte bulunuyordu. Sonra Ebu Ubeyde'nin başkanlığında onları bir gözcü kuvvet olarak göndermişti. Bu görülen hayvan, Ebu Ubeyde ile birlikte çıkan seriyyenin bulunduğu hayvandı. Allah en iyisini bilendir.

Mâlik der ki: Safvân îbn Süleym, Muğîre İbn Ebu Bürde'den nak­letti ki; o, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini duymuş: Adamın biri Hz. Peygamber'e : Ey Allah'ın Rasûlü, biz deniz yolculuğuna çıkıyor, bera­berimizde az bir su taşıyoruz. Şayet onunla abdest alacak olursak kusarız, deniz suyundan abdest alabilir miyiz? diye sordu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Deniz suyu temizdir. Ölüsü helâldir. Bu hadîsi İmâm Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ile dört sünen erbabı rivayet etmişlerdir. Buharı de onu sahih saymıştır. Tirmizî, İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve diğerleri de bu hadisi Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel, Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce muhtelif yollarla; Hammâd İbn Seleme'den naklederler ki; Yezîd İbn Süfyân şöyle demiş : Ben, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini duydum : Bir hacc —veya Umrede— Rasûlullah (s.a.) ile beraber idik. Bir'çekirge akınıyla kar­şılaştık. Değneğimiz ve sopalarımızla onlara vuruyor, öldürüyorduk. Çekirgeler avucumuzun içine düşüyordu. Biz, ihrâmlıyiz ne yapabiliriz? diyorduk. Rasûlullah (s.a.) buyurdular ki: Deniz avında hiçbir beis yoktur. Bu hadîsin râvîsi olan Yezîd İbn Süfyân, zayıf bir râvîdir. Allah en iyisini bilendir.

İbn Mâce der ki : Bize Hârûn îbn Abdullah... Câbir'le Enes îbn Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) çekirgeler için duâ ettiğinde şöyle derdi : AÜahım, onların büyüklerini mahvet, küçüklerini öldür, yumurtalarını boz, sonlarını getir. Onların ağızlarını bizim rızık ve geçimlerimizden alıkoy, muhakkak ki Sen duayı işitensin. - Halici dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın askerlerinden bir askerin sonunun kesilmesini nasıl istersin? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Çekirge deniz­deki balığın aksırığıdır. Hâşim der ki: Ziyâd, balığı görenlerin aksırdı-ğım söylediklerini nakletti. Bu rivayette İbn Mâce münferid kalmıştır. Şafiî, Saîd kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'dan nakletti ki; O, Harem-i Şerifte çekirge avlayanları hoş karşılamamıştır. Bu âyet-i kerîme'yi delil getirerek, fakîhlerden bir kısmı bütün deniz canlılarının yenebi­leceğini söylemişler ve bundan hiçbirşeyi istisna etmemişlerdir. Hz. Ebubekir'den; deniz yemeğinin, denizde bulunan herşey olduğunu söy­lediği yukarda geçmişti. Bazı fakîhler bundan yalnızca kurbağayı istis­na etmişler, diğerlerini mübâh saymışlardır. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel, Ebu Dâvûd ve Neseî'nin İbn Ebu Zi'b kanalıyla... Abdurrahmân İbn Osman'dan naklettikleri rivayette Rasûlullah (s.a.) in kurbağayı öldürmeyi yasakladığı belirtilir. Neseî, Abdullah İbn Amr'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.), kurbağayı öldürmeyi yasaklamıştır ve onun sesinin tesbîh olduğunu söylemiştir. Başkaları da dediler ki: Deniz avlarından balık yenir, kurbağa yenmez. Bunun dışında kalanlar üzerinde ihtilâf ettiler. Bir kısmı diğerlerinin de yeneceğini söylerken, bir kısmı yen­mez, dediler.

Bazıları da dediler ki: Kara canlısına benzeyenlerden karada yen­mesi helâl olanların denizde de yenmesi helâldir. Karadan benzerleri, yenmeyenler denizden de yenmez. Bütün bunlar Şafiî mezhebindeki çeşitli görüşlerdir.

Ebu Hanîfe der ki: Nasıl karada ölen hayvan yenmezse, denizde ölen de yenmez. Çünkü Allah Teâlâ'nm; «size, ölü eti haram kılınmış­tır» kavli umûmîdir. Benzer bir de hadîs vârid olmuştur. Şöyle ki; İbn Merdûyeh Abdülbâki kanalıyla... Câbir'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Canlı olarak avladığınız şey; ölünceye ka­dar onu yeyiniz. Denizin, ölü olarak yüzüne attığı hayvanları yemeyi­niz. Sonra İbn Merdûyeh bu hadîsi İsmâîl İbn Ümeyye kanalıyla... Câbir'den nakleder ki; bu rivayet münkerdir. imâm Malik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'in arkadaşlan yukarda zikri geçen Anber hadîsine dayanarak ve ayrıca «denizin suyu temiz, ölüsü helâldir» hadîsine bi­nâen buna karşı çıkmışlardır. İmâm Şafiî, Abdurrahnıân İbn Zeyd İbn Eşlem kanalıyla... Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bize, iki ölü ve iki kan helâl kılınmıştır, ölüler; balık ve çekirge, kanlar da; ciğer ve dalaktır. Bu hadîsi Ahmed İbn Han-bel, İbn Mâce, Dârekutnî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir. Bunun pek çok delilleri ve mevkuf rivayetleri vardır .Allah en iyisini bilendir.»

«İhrâmlı bulunduğunuz sürece, kara ava size haram kılınmıştır.» Yâni ihrâmlı iken karada avlanmak, sizin için haramdır. İhrâmlı kişi; kasıdlı olarak avlanacak olursa, günahkâr olur ve borçlanır. Eğer bil­meyerek avlanacak olursa, borçlanır ama o avdan yemesi kendisi için haramdır. Çünkü av, kendisi için ölü mesabesindedir. İmâm Mâlik'e ve iki kavlinden birinde Şafiî'ye göre; hem ihrâmlı, hem de ihrâmsız olan­lar için bu avdan yemek haramdır. Ata, Kasım, Salim, Ebu Yûsuf, Mu-hammed İbn el-Hasan ve diğerleri de böyle demişlerdir. Eğer ihrâmlı kişi; onu bütünüyle veya kısmen yiyecek olursa, ceza gerekir mi gerek­mez mi konusunda bilginlerin iki görüşü vardır. Birincisine göre; ceza gerekir. Çünkü Abdürrezzâk, İbn Cüreyc kanalıyla Atâ'dan nakleder ki; eğer ihrâmlı, avını keser ve ondan yerse; iki keffâret vermesi gerekir. Bir grup ta bu kanâata zâhib olmuşlardır. İkincisine göre; ayrıca ye­mekten dolayı, ceza gerekmez. Bu Mâlik İbn Enes'in kanâatidir. Ebu Ömer îbn Abdülberr der ki: Cumhûr-u Ulemâ ile şehirlerdeki fukahâ-nın mezhebi de budur. Sonra Ebu Ömer, meseleyi şöyle bir yöne sevk eder ve der ki: Kişi, hadd uygulanmadan önce; bir kere zina etse, sonra yine zina etse, sonra yine zina etse; ona, tek bir hadd vurulur. Ebu Hanîfe de der ki: Yediği miktarın bedelini Ödemesi gerekir. Ebu Sevr ise şöyle der : İhrâmlı kişi, avı öldürecek olursa; ona avın cezası verilir ve o avdan yemek kendisine helâl olur. Ne var ki ben, Rasûlullah (s.a.). dan duyduğum bir haberden dolayı, ihrâmlınm öldürdüğü avından ye­mesini hoş karşılamam. Rasûlullah der ki: Sizin için avlanılmadığı veya sizin avlanmadığınız kara avı; size helâldir. Bu hadîsin açıklaması ilerde gelecektir. Ebu Sevr'in bu hadîsi; ihrâmlı iken avlananın öldürdüğü hay­vanın etinin mübâh olacağı kanâatına delil getirmesi garîbtir. İhrâmlıdan başkalarının o etten yeyip yemeyeceği konusu ise ihtilaflıdır. Daha önce, bunun men'edildiğini yukarda açıklamıştık. Başkaları da derler ki: Bu hayvan, katilden başkası için, mubahtır. O başkası; ister ihrâmlı olsun, ister ihrâmsız olsun. Yukardaki hadîs bunu gösterir. Allah en iyisini bilendir.

Helâl olan bir kişi, bir avı avlayıp ihrâmlı olan birine hediye edecek olursa; bazıları, bunun mutlak şekilde mübâh olduğu kanâatini serd etmişlerdir. Kendisi için avlanmış olup olmadığı hususunda ayırım yap­mamışlardır. Ebu Ömer İbn Abdülberr bu görüşü Ömer İbn Hattâb, Ebu Hüreyre, Zübeyr İbn Avvâm, Kâ'b el-Ahbâr, Mücâhid, Atâ ve bir rivayete göre; Saîd İbn Cübeyr'den nakletmiştir. Kûfe'lilerin de bu görüşte olduğunu söylemiştir. îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed îbn Abdullah... Saîd îbn Müseyyeb'den nakletti ki; Ebu Hüreyre'ye; ihrâmsız olan kişinin avladığı avın etini, ihrâmlı kişinin yeyip yemeye­ceği sorulmuş. O da yenebileceğine dâir fetva vermiştir. Sonra Ömer İbn Hattâb'a rastlamış ve ona durumu anlatmış. Hz. Ömer demiş ki: Şayet onlara, başka bir şekilde fetva vermiş olsaydın başını kırardım.

Başkaları da derler ki: İhrâmlı kişinin; hiçbir şekilde av eti ye­mesi caiz değildir. Bu âyet-i kerîme'nin umumî oluşuna binâen onlar, ih-ramlının mutlak şekilde av eti yemesini yasaklamışlardır. Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer... Abdullah İbn Abbâs'dan nakletti ki; o, ihrâmlı kişinin av eti yemesini mekruh sayarmış. Bu konu müphemdir, dermiş. Bununla Allah Teâlâ'nın «İhrâmlı bulunduğunuz sürece; kara avı, size haram kılınmıştır» kavlini kasdedermiş. Abdürrezzâk der ki: Bana Ma'mer, Zührî kanalıyla Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; o, her halükârda ihrâmlı kişinin av eti yemesini mekruh sayarmış. Ma'mer, Eyyûb kanalıyla Abdullah İbn Ömer'den benzer bir rivayeti nakleder. İbn Abdülberr der ki: Tâvûs ve Câbir İbn Zeyd de böyle demişlerdir. Sevrî, İshâk İbn Bahûyeh de, bir rivayete göre bu görüşü benimsemiş­lerdir. Ebu Tâlib oğlu Ali'nin de bu kanâatte olduğunu İbn Cerîr... Saîd İbn Müseyyeb'den naklettiği şu ifâdede belirtir: Hz. Ali, her halükârda ihrâmlı kişinin av eti yemesini mekruh sayardı.

İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ile bir rivayete göre îshâk İbn Rahûyeh ve Cumhûr-u Ulemâ; ihrâmlı olmayan kişi avı avlarken ihrâmlıya vermeyi kasdetmişse, ihrâmlı olanın o avı yemesi caiz de­ğildir, derler. Çünkü Sa'b îbn Cüsâme'nin naklettiği hadîste Hz. Pey-gamber'e Ebvâ'da veya Veddan'da bulunduğu sırada bir yaban mer­kebi hediye edilmiş; Rasûlullah bunu geri iade etmiş. Sonra yüzündeki değişikliğin farkedildiğini anlayınca; buyurmuş ki: Biz, bunu size, sadece ihrâmlı olduğunuz için geri iade ediyoruz. Bu hadîs, Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde de tahrîc edilmiştir ve değişik lafzı vardır. Bunun şeklini bilginler şöyle ifâde ederler: Hz. Peygamber bu yaban merkebinin, kendisi için avlanıldığını zannetmiş ve bu sebeple iade et­miştir. Eğer kendisi için avlamldığını zannetmemiş olsaydı; bundan ye­mesi caiz olurdu. Nitekim bu konuda Ebu Katâde; ihrâmlı olmadığı sı­rada bir yaban merkebini avlamış ve arkadaşları da ihrâmlı imişler. Onun avını yemekten kaçınmışlar. Sonra Hz. Peygamber'e durumu sor­muşlar; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Sizden biriniz onun yerini gösterdiniz mi? Veya öldürülmesi konusuna yardımcı oldunuz mu? Onlar hayır, demişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) : Öyleyse bundan yeyin, demiş ve Hz. Peygamber de ondan yemiş. Bu kıssa Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde birçok lafızla yer alır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Saîd İbn Mansûr ve Kuteybe İbn Saîd... Câbir İbn Abdullah'dan naklettiler ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muş : —Hattâ Kuteybe Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu dedim, diye rivayet etmiştir.— Kara avı, sizin için helâldir. Saîd der ki: îh-râmlı iken kara avı sizin için helâldir. Yeter ki, onu siz avlamış olma-yasınız veya o sizin için avlanılmış olmasın. Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî de topluca Kuteybe'den bu hadîsi rivayet ederler. Ancak Tirmizî der ki: Muttalib'in Câbir'den hadîs duyduğunu bilmiyoruz. Muhammed tbn İdrîs eş-Şâfiî de bu hadîsi Amr İbn Ebu Amr kanalıyla... Câbîr'den ri­vayet ettikten sonra; bu konuda en güzel ve en çok kendisine kıyâs yapılması gereken hadîs budur, der. Mâlik... Abdullah İbn Ebu Bekr kanalıyla Abdullah İbn Âmir'den nakleder ki; o, şöyle demiş : Ben, Os­man İbn Affân'ı bir yaz günü ihrâmlı iken gördüm. Yüzüne bir erguvan parçası örtmüştü. Sonra ona bir av eti getirildi. O, arkadaşlarına; ye-yiniz, dedi. Arkadaşları, sen yemiyor musun? dediklerinde; o, ben sizin gibi değilim, çünkü av benim için avlanmıştır, dedi. İbn Cerîr merhum, Allah'ın ihrâmlıya haram kıldığı avın şekli konusunda değişik bir riva­yet naklederek şöyle der : Bazıları da dediler ki: Kara avı, kara ve de­nizde yaşayan her avdır. Deniz avı ise; yalnızca suda yaşayan, karada yaşamayan ve suya sığman avdır. İmrân İbn Cerîr de Ebu Miclez'in bu âyet konusunda şöyle dediğini rivayet eder : Karada ve denizde yaşa­yan hayvan avlanmaz. Suda yaşayan ise avlanır. Atâ der ki: Karada yaşayan hayvanı ihrâmlı öldürürse, ona ceza gerekir. Bunlar kaplum­bağa, kurbağa ve yengeç gibi hayvanlardır. Bazıları da dediler ki: Kara avı, denizden çok karada yaşayan hayvanların avıdır. İbn Cüreyc'în şöyle dediği rivayet edilir: Ben Atâ'ya balıkçıl kuşunun kara avı mı, deniz avı mı olduğunu sordum. O dedi ki, nerede çok yaşıyorsa oranın avıdır. Atâ İbn Ebu Rebâh der ki: Nerede çok yumurtluyorsa, o hayvan oraya aittir.

«Hem huzuruna varıp toplanacağınız Allah'tan korkun.». îbn Cerîr der ki: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ey insanlar Allah'tan korkun, O'na itaat ederek kendisinden sakının, emrettiği farzları yerine getirin.

Peygamberimiz Hz. Muhammed'e indirmiş olduğu bu kitabta yasakla­mış olduğu; içki, kumar, dikili taşlar, fal okları ve ihrâmlı iken kara ve deniz avı öldürmek gibi diğer yasaklardan da sakının. Çünkü döne­ceğiniz yer Allah'dır. Allah kendisine isyan edişinize göre sizi cezalan­dırır. İtaat etmeniz halinde de size sevâb verir.

«Allah; Kâ'be'yi, o haram evi insanlar için hayat ve güven kaynağı kıldı. Keza o haram olan ayı da, kurbânı da, boynu bağlı kurbanlıkları da.»

Sânı yüce olan Allah buyuruyor ki: Allah Teâlâ haram olan evi yani Kâ'be'yi, dayanağı olmayan insanlar için dayanak yeri kıldı. Güç­lüleri zayıflardan, iyileri kötülerden, mazlumları zâlimlerden koruya­cak, koruyucusu bulunmayanların sığmağı kıldı. O haram olan ayı da, kurbânı da, boynu bağlı kurbanlıkları da. Bunlardan herbiriyle bir kısım insanları bir kısmından alıkoydu. Her ne kadar bunlar birbirine bağlı değilseler de bunları dinlerinin işaretleri, dünya işlerinin fayda­larına olarak böylece kararlaştırdı. Mücâhitl'den şöyle dediği rivayet edilir : Kâ'be'ye bu adın verilmesinin sebebi; dörtgen olmasıdır. Benzer bir rivayet İkrime'den de nakledilir.

İbn Cerîr der ki: Kâ'be deyince, bütünüyle Harem-i Şerif kasdolu-nur. Allah Teâlâ, burayı haram kıldığı için ona haram adını vermiştir. Çünkü orada avlanılması, kaçanın tutulması ve ağacın koparılması ha­ramdır. İbn Cerîr Taberî «İnsanlar için hayat ve güven kaynağı de­mek» anlamına gelen ifâdesini, keli­mesiyle tefsîr etmiştir. Bu konuda birçok hadîs te rivayet etmiştir. Ni­tekim Hennâd der ki: Bize Ebu Zaide... Mücâhid'den nakletti ki; o, «insanlar için hayat ve güven kaynağı kıldı» kavlinin; insanlar için dayanak, anlamına geldiğini söylemiştir. Saîd İbn Cübeyr ise, insanla­rın dini için bir fayda anlamına geldiğini söylediği gibi, dinleri için bir şiddet şeklinde söylediği de rivayet edilir. îbn Abbâs der ki: İnsanlar için dayanak olması demek; oraya yönelenin emîn olması demektir. Ayrıca îbn Abbâs'tan bunun, dinleri için bir dayanak, hacdan için bir işâret, anlamına geldiğini söylediği de rivayet edilir. Süddî der ki: Allah Teâlâ, bu dördünü insanlar için dayanak; yani işlerinin dayan­dığı ana nokta kılmıştır. İbn Cerîr der ki: Bu ifâdeler, her ne kadar söyleyenlere göre değişik cümlelerle söylenmiş olsa da, hepsinin anlamı bizim söylemiş olduğumuz şeydir ki, dayanaktan maksad; bir şeyin ya­şamasının üzerine kâim olduğu şeydir. Nitekim en büyük kral, emri altında bulanan tebaasının dayanağıdır. Çünkü onların işini düzenle­yen, mazlumlardan zâlimleri alıkoyan, azgınların şerrini önleyen kral­dır. Keza Kâ'be, haram aylar, kurbanlıklar ve kurbân da böyledir. Câ-hiliyyet devrinde arapların işleri bunlar üzerine dayanıyordu. İslâm devrinde de müslümanların hacclarının alâmeti, ibâdet ve namazlarında yöneldikleri nokta ve farz ibâdetlerinin tamamlandığı kıbleleridir. Sonra İbn Cerîr der ki: Bizim söylediğimizi te'vîl ehli bir topluluk da söylemiştir. Nitekim Bişr İbn Muâz... Katâde'den nakleder ki; o, bu âyeti şöyle yorumlamıştır. Allah bu engelleri, câhiliyyet devrinde in­sanların arasına koymuştur. O dönemde bir kişi, ne kadar suç işlerse işlesin, Harem-i Şerife sığındığı takdirde kimse ona yaklaşmaz ve el uzatmazdı. Kişi haram ayda babasının katiliyle karşüaşsa; katile el uzatmaz ve saldırmazdı. Yine Kâ'be'ye gitmek istediğinde; kıldan bir çelenk örer ve başına geçirirdi. Bu, onu herkesten muhafaza eder ve alıkoyardı. Evine dönünceye kadar kimse ona- birşey demezdi. İşte bu dört şeyi Allah câhiliyyet devrinde insanların arasına engel olarak koy­muştu. Ebu Zeyd ve İbn Abbâs'dan da böylece rivayet edilir.

Sûrenin başında; haram ay ve boynu bağlanan kurbanlıklar ko­nusu geçmişti.

«Bilin ki; Allah gerçekten azabı çok çetin olandır. Ve Allah, ger­çekten Ğafûr'dur, Rahîm'dir.»

İbn Cerîr der ki: Sânı yüce olan Allah; buyuruyor ki: Ey insanlar; biliniz ki, göklerde ve yerde olanları bilen Rabbınıza yaptığınız gizli açık amellerden hiçbirisi saklı değildir. Sizi cezalandırmak üzere bun­ları bir bir sıralamaktadır. O'na isyan edenlere; cezası pek çetindir. Kendisine karşı gelmekte direnenleri, cezalandırır. Kendisine sığınıp itaat edenlerin de, günâhlarını bağışlar. Suçlarını Örter, kötülüklerinden vazgeçer ve Allaha sığınıp tevbe ettikten sonra, daha önce işlemiş ol­dukları günâhlarını cezâlandırmayıp kendilerine merhamet eder.

«Peygamberin vazifesi; sadece tebliğdir. Allah, sizin açıkladıkları­nızı da, gizlediklerinizi de bilir.» Şanı yüce olan Allah Teâlâ'nın kulla­rına bir başka tehdîd ve azâb haberi. Allah Teâlâ demek istiyor ki: Size göndermiş olduğumuz; peygamberimize herhangi bir sorumluluk yoktur. Ey insanlar; peygamberimiz sizi, huzurumuzda çarpılacağınız azâbdan dolayı korkutmaktadır. Biz de onları size haberci olarak göndermek suretiyle tutunabileceğiniz delillerinizi ve mazeretlerinizi yok etmek istiyoruz. Peygamber, sadece bizim risâletimizi tebliğ eder. Sonra isyan edenlere; ceza vermek, itaat edenlere sevâb yazmak bize aittir.

«Allah, sizin açıkladıklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir.» Sizden; gönderdiğimiz elçilerin yapılmasını emrettiği şeyleri kabul edip yaparak itaat edenlerle; peygamberlerimizin buyruklarına isyan edip yapılma­sını emrettiği şeyleri terkedenlerin kimler olduğu bize gizli değildir. Çünkü biz, sizden kim ne yaparsa; onun yaptığını biliriz. Organlarının dışa vurduğunu, dilinin söylediğini görürüz. İçinizde saklanmış olan îmân ve küfrü, yakın, şek ve nifak da bize gizli değildir. Şanı yüce olan Allah buyuruyor ki: Kim böyle yaparsa yapsın, göğüslerin gizledikleri, ruhların yaptıklarından açığa çıkan ameller Allah'a saklı değildir. Göklerde ve yerde bulunanların hepsini bilir. Sevâb ve ceza O'nun elindedir. Korkulmaya ençok lâyık olan, isyandan kaçınılıp itâata en çok hakkı olan Allah'dır.36

100 — De ki: Murdarın çokluğu hoşunuza gitse de; murdarla temiz bir olmaz. Öyleyse ey akıl sahipleri; Al­lah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.

101 — Ey îmân edenler; size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Kur'an indirilirken on­ları soracak olursanız, size açıklanır. Allah bunları affet-miştir. Allah Ğafûr'dur, Halîm'dir.

102 — Sizden önce bir kavim onları sormuştu da» sonra o sebeble kafirler olmuştu.

Gereksiz Soru Sormak. 93

Gereksiz Soru Sormak

Allah Teâlâ, Rasûlüne diyor ki: Ey Muhammed; onlara de ki: «Murdarın çokluğu hoşunuza gitse de; murdarla temiz bir olmaz.» Ey insanlar; murdar ne kadar çok olursa olsun, onun çokluğu neticeyi değiştirmez. Faydalı olan az bir helâl; zararlı olan pekçok haramdan daha hayırlıdır. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle vârid olur: Az olup tâ yeten, çok olup ta aldatandan daha hayırlıdır.

Ebu Kasım el-Beğavî, Mu'cem'inde der ki: Bize Ahmed tbn Zü-beyr... Salebe Ibn Hâtıb el-Ansârî'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü bana duâ et de Allah bana bol mal versin. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle demiş : Şükrünü edâ ettiğin az bir hayır, senin için götüremeyeceğin çoğundan daha iyidir.

«Öyleyse ey akıl sahipleri; Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.» Ey doğru ve sağlam akıl sahipleri haramdan kaçının ve onu terk edin. Helâle kanâat edip yetinin ki; dünya ve âhirette felaha eresiniz.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : «Ey îmân edenler; size açıkla­nınca hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın.» Bu, Allah Teâlâ'dan mü'min kullarına bir tehdîdtir. Kendileri için faydalı olmayan şeyleri araştırıp soruşturmaktan nehiydir. Çünkü kendileri için faydalı olma­yan şeyleri araştırıp soruşturacak olurlarsa, belki de hoşlanna gitme­yecek ve kendilerine ağır gelecek şekilde izahlar getirilecektir. Nitekim hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : Sizden biriniz; birinize benden bir şey tebliğ etmesin. Çünkü ben, sizin karşınıza selim bir kalb-le çıkmak istiyorum. Buhârî de der ki: Münzir İbn Velîd... Enes îbn Mâük'den nakletti ki; o şöyle demiş :

Hz. Peygamber bir gün bir hutbe okudu ki; onun benzerini bir daha hiç işitmemiştim. Hutbesinde şöyle dedi: Eğer sîz, benim bildiği­mi bilmiş olsaydınız; az güler ve çok ağlardınız. Enes der ki: Rasûlul-lah'm ashabı içten ağlayarak yüzlerini örttüler. Adamın biri : Ey Ra­sûlullah; benim babam kimdir? diye sordu. Rasûlullah (s.a.); falan­cadır, dedi. Bunun üzerine bu âyet-i celîle nazil oldu. Bu hadîsi Nadr ve Revh îbn Ubâde, Şu'be'den naklederler. Buhârî de bir başka yerde ayrıca bunu rivayet eder. Müslim, Ahmed, Tirmizî ve Neseî de Şu'be İbn Haccâc Tarîkıyla bu hadîsi rivayet ederler.

îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Bişr... Katâde'den bu, âyet-i kerîme konusunda şöyle dediğini nakletti: O; bize, Enes îbn Mâlik'in kendi­sine anlattığım anlattı ki; Rasûlullah (s.a.) m ashabı Hz. Peygambere çok suâl sordular. Hz. Peygamber bir gün onların yanına gelerek min­bere çıktı ve dedi ki: Bu gün bana ne sorarsanız mutlaka onu size açık­larım. Peygamberin ashabı bir durumla karşı karşıya bulunmuş olmaktan dolayı kendilerinden geçtiler. Ben, sağıma veya soluma baktığım­da; herkesin başını elbisesinin içine çekmiş, ağladığını gördüm. Bu sı­rada babasından başkasına nisbet edilen bir kişi, çıktı ve dedi ki: Ey Allah'ın Peygamberi; benim babam kimdir? Rasûlullah (s.a.); senin baban, Huzâfe'dir, dedi. Sonra Ömer kalktı ve dedi ki: Biz, Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, Peygamber olarak Muhammed'e bağlandık. Fitnelerin şerrinden Allah'a sığınırız. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu. Hayır ve şer konusunda bugünkü gibisini hiç görmedim. Bana cennet ve cehennem tasvir edildi de onları engelsiz olarak gördüm. Bu hadisi Buharı ve Müslim, Saîd tarîkıyla rivayet ederler. Ma'mer, Züh-rî kanalıyla Enes'den bu veya benzer bir rivayeti nakleder. Zührî der ki: Abdullah İbn Huzâfe'nin annesi dedi ki; Ben senden daha azgın bir çocuk görmedim. Sen, câhiliyyet halkının kocasından uzaklaştığı gibi annenin de uzaklaştığını mı sandın ki; halkın önünde onu rüsvây et­meye çalıştın? Abdullah İbn Huzâfe dedi ki: Allah'a andolsun ki; Hz. Peygamber, beni siyah bir köleye nisbet etmiş olsaydı, ben onun çocuğu olduğumu kabul ederdim.

İbn Cerîr ayrıca der ki: Bize Haris... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Hz. Peygamber kızgm ve yüzü kıpkızıl olarak çıktı ve minbere oturdu. Bir adam kalkıp; benim babam nerede? dedi. Rasulul-lan (s.a.); ateşte, dedi. Bir başka adam kalktı ve; benim babam kim? de­di. Rasûlullah (s.a.); baban Huzâfe, dedi. Ömer İbn Hattâb kalktı ve; Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i ve imâm olarak Kur'an'ı beğendik. Doğrusu ey Allah'ın Rasûlü; biz henüz şirk ve câhiliyyet döneminden yeni çıkmış bulunuvoruz. Allah, b:zim ba-balarimızın kim olduğunu en iyi bilendir. Ebu Hüreyre der .ki: Hz. Peygamberin kızgınlığı dindi ve «Ey îmân edenler size açıklanınca ho­şunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın...» âyeti nazil oldu. Bu ha­dîsin isnadı sağlamdır. Ve bu kıssa mürsel olarak Selef-i sâlihînden birçok kişiden nakledilmiştir. Bunlardan birisinde Esbât, Süddî'den nakleder ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiş: Günlerden bir gün, Rasûlullah (s.a.) kızdı, kalktı ve hutbe okudu. Hutbesinde; bana sorun, siz hangi şeyi soracak olursanız muhakkak ben onun haberini size ve­ririm, dedi. Sehm oğullarından, Kureyş'li bir adam kalktı. Ona Abdul­lah İbn Huzâfe denirdi ve aleyhinde bir takım sözler söylenirdi. Adam; ey Allah'ın Rasûlü benim babam kim? dedi. Rasûlullah (s.a.); senin baban falancadır, dedi ve babasının adını pöyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer kalkarak ayağını öptü, dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü; biz din ola­rak İslâm'ı, imâm olarak Kur'an'ı, peygamber olarak seni, Rab olarak Allah'ı seçtik. Sen bizi bağışla ki Allah ta seni bağışlasın. Hz. Peygam­beri memnun edinceye kadar Ömer böyle yaptı. Ve işte o gün Rasûlullah buyurdu ki: Çocuk, yatağında bulunana aittir. Fahişeye ise hicir vardır. Sonra Buhârî der ki: Bize Fadl İbn Seni... Abdullah İbn Ab-bâs'm şöyle dediğini anlattı: Bir topluluk, istihza için Rasûlullah'a soru­lar soruyorlardı. Adam; babam kimdir? diyordu. Devesini yitiren adam; devem nerdedir? diyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Bu rivayette Buhârî yalnız kalmıştır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Mansûr... Hz. Ali'den nakletti ki; o, şöyle demiş : «Ona yol bulanların Allah'ın evini hacc etmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır» âyeti indirildiğinde; halk, her yıl mı, ey Allah'ın Rasûlü? diye sordu. Hz. Peygamber sustu. Onlar yine her yıl mı? diye sordular. Rasûlullah (s.a.) sustu. Sonra yine her yıl mı? dîye sordular. Hz. Peygamber; hayır, dedi. Sonra devam etti: Evet de­miş olsaydım, her yıl boynunuza farz olacaktı. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu. Tirmizî, İbn Mâce de bu âyeti Mansûr kanalıyla Hz. Ali'den naklederler. Ancak Tirmizî; bu şekliyle bu hadîs garîbdir, der. Buhârî'nin şöyle dediğini duydum diye de ekler: Râvîler arasında yer alan Ebulbahterî Hz Ali'ye ulaşmamıştır.

îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... Ebu Hüreyre'den nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Doğrusu Allah sizin üzerinize haccı farz kıldı. Adamın biri her yıl mı ey Allah'ın Rasûlü? dedi. Rasû­lullah ondan yüz çevirdi. Adam, iki ve üç kerre yine tekrarlamış bunun üzerine Hz. Peygamber kim o soru soran? demiş. Adam, falanca de­yince Hz. Peygamber; nefsim kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki şayet evet demiş olsaydım, hepinize vâcib olurdu. Eğer hepinize vâcib olsaydı; buna gücünüz yetmezdi. Şayet vâcib olduğu halde, terk etmiş olsaydınız; hepiniz kâfir olurdunuz. Bunun üzerine Aziz ve Celîl olan Allah «Ey îmân edenler; size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sorbıayın...» âyetini sonuna kadar indirmiş. Ayrıca îbn Cerîr Taberî bu hadîsi Hüseyn îbn Vâkıd kanalıyla... Ebu Hüreyre'den nakleder. Ve kalkıp soranın da Esed kabilesinden Mihsan olduğunu söyler. Yine bu yoldan bir rivayette Mihsan oğlu Ukkâşe olduğu söylen­miştir ki bu doğruya daha çok benzer. Burada râvîler arasında yer almış bulunan, îbrâhîm İbn Müslim zayıf bir râvîdir. Ayrıca İbn Cerîr der ki: Bize Zekeriyyâ İbn Yahya... Selim İbn Âmir'den nakletti ki; o, ben Ebu Ümâme el-Bâhilî'nin şöyle dediğini duydum demiştir: Rasû­lullah (s.a.) bir gün; sizin üzerinize ha-cc farz kılındı, dedi. Bedeviler­den birisi kalkıp her yıl mı? dedi. Rasûlullah (s.a.) in sözü ağzında kaldı, sustu, kızdı ve bir süre durdu. Sonra konuşmaya başladı ve o soruyu soran kimdi? dedi: Bedevî; benim o, dedi. Rasûlullah (s.a.); yazıklar olsun sana, evet dememden seni emîn kılan nedir? dedi. Allah'a andol-sun ki; evet demiş olsaydım o vâcib olurdu, eğer vâcib olsaydı da; siz onu inkâr ederdiniz. Dikkat edin; sizden öncekilerin helak oluşunun sebebi; zorluk anındaki önderleridir. Allah'a andolsun ki; eğer ben, size bütün yeryüzünü helâl kılsam ve yalnız bir topuk yeri kadar haram kılmış olsaydım, siz gider orayı tepelerdiniz. Ebu Ümâme dedi ki: Bu­nun üzerine Allah Teâlâ : «Ey îmân edenler, size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın.» âyeti sonuna kadar nazil oldu. Bu hadisin isnadında zayıflık vardır. Âyetin zahiri; bir şahsa bildirilince hoşlanmayacağı şeyleri sormaktan nehyetmektedir. Hoşlanılmayacak şeyden vazgeçmek ise onu sormaktan daha evlâdır. Bu konuda en güzel hadîslerden biri Ahmed tbn Hanbel'in rivayet ettiği şu hadîs-i şeriftir : Bize Haccâc... Abdullah îbn Mes'ûd'dan Rasûlullah (s.a.) in ashabına şöyle dediğini nakletti: Sizden biriniz, başkasına benden birşey ilet­mesin. Çünkü ben, sizin karşınıza selim bir kalble çıkmak istiyorum. Bu hadîsi Ebu Dâvûd ve Tirmizî İsrâîl hadîsinden rivayet eder. Ebu Dâvûd Velîd'de'n, Tirmizî de İsrâîlden nakleder. Ve Tirmizî sonra; bu hadîs» bu şekliyle garîbtir, der.

«Kur'an indirilirken, onları soracak olursanız size açıklanır.» So­rulması yasaklanmış olan bu şeyleri, Hz. Peygamber'e vahiy indirilir­ken soracak olursanız; bu kolaydır, size o konular açıklanır. «Allah, bun­ları affetmiştir.» Sizin daha önce yapmış olduklarınızdan vazgeçmiştir. «Allah, Gafûr'dur, Halîm'dir.»

Denildi ki: «Kur'an indirilirken onları soracak olursanız size açık­lanır» kavlinden maksad şudur: Yeni bir suâl sormak istediğinizde; bunu sormayın, çünkü sizin sorunuz nedeniyle zor ve sıkıntılı bir hük­mün inmesi mümkündür. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle vârid olur. Müs­lümanların en büyük suçlusu; haram olmayan bir şey hakkında soru sorup ta kendisinin sorusu nedeniyle o şeyin haram kılınmasına vesile olan kimsedir. Ancak Kur'an bir konuyu mücmel olarak indirmişse; siz onun açıklanmasını istediğiniz takdirde ona muhtaç olduğunuz için bu size açıklanır. Allah; Kitabında neyi zikretmemişse; bu, sizin ondan bağışlandığınız şeylerdir. Binâenaleyh Kur'an nasıl onları zikretmeden susmuşsa siz de susun. Sahih bir hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyu­rur : Sizin için bırakılanları siz de bana bırakın. Sizden öncekilerden helak olanların, helak olmalarının sebebi; çok suâl sormaları ve pey­gamberlerine karşı çıkmalarıdır. Bir başka sahîh hadîste de şöyle bu-yurulur: Allah, bir takım farzlar koymuştur. Sakın onları yitirmeye-siniz. Allah, bir takım hadler koymuştur, sakın onlan aşmayasınız. Al­lah, bir takım şeyleri haram kılmıştır, sakın onları işlemeyesiniz. Allah* unuttuğundan değil size merhametinden bazı şeylerde susmuştur, binâ­enaleyh onları da sormayın.

«Sizden önce bir kavim onları sormuştu da, sonra o sebeble kafir­ler olmuştu.» Yâni bu yasaklanan konularda sizden önceki bir topluluk sualler sormuş ve kendilerine cevâblar verilmişti. Onlar bu cevâblara inanmamışlar ve bu sebeple kâfir olmuşlardı. Yani yapılan açıklama­lardan onlar yararlanmamışlar, çünkü öğrenmek için soru sormamış­lardı. Sırf inâd ve direnme için suâl sormuşlardı.

Avfî İbn Abbâs'dan nakleder ki; o, «Ey imân edenler; size açıkla­nınca hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın» âyeti konusunda şöyle demiş; Rasûlullah (s.a.) halka seslenerek; ey insanlar; üzerinize hacc farz kılınmıştır, dedi. Esed oğullarından bir adam kalkıp; ey Al­lah'ın Rasûlü her yıl mı? diye sordu. Bu durum; Rasûlullah (s.a.) ı haddinden fazla kızdırdı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şayet evet demiş olsaydım; bu, size vâcib olurdu. Şayet vâcib olsaydı; buna güç yetiremezdinîz ve o zaman da küfrederdiniz. Benim bıraktığım şeyleri siz de bırakın. Ben size bir şeyi emredersem onu yapın, bir şeyi de yasaklarsam ondan vazgeçin. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ : «Ey imân edenler; size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın.» âyetini indirerek hıristiyanlann sofra hakkında sordukları gibi soru sorup ta bu sebeple kâfir olmala­rım önlemiştir. Ve Kur'an'da sizin için ağır bir hüküm indirilecek olur­sa; zorunuza gidecek olan şeyleri sormayın, sadece bekleyin denilmiştir. Eğer Kur'an indirilirken sorarsanız, siz soracağınız her sorunun açık­lamasını onda bulursunuz. Bunu İbn Cerîr Taberî rivayet eder. Ali İbn Ebu Talha da, Abdullah îbn Abbâs'dan bu âyet-i kerîme konusunda şöy­le dediğini nakleder: Hacc âyeti nazil olduğunda; Hz. Peygamber in­sanlara şöyle seslendi: Ey insanlar; Allah size haccı farz kıldı, öyleyse siz de hacc edin. Onlar ey Allah'ın Rasûlü, bir yıl mı, yoksa her yıl mı? diye sordular. Rasûlullah (s.a.); hayır, sadece bir yıl, dedi. Sonra; eğer her yıl demiş olsaydım, her yıl vâcib olurdu, eğer vâcib olsaydı sis de onu inkâr ederdiniz, dedi. Sonra Allah Teâlâ'nın «Ey îmân edenler; size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın...» âyetini okudu. Bu rivayeti de tbn Cerîr Taberî nakleder. Husayf, Mücâhid ka­nalıyla Abdullah îbn Abbâs'dan nakleder ki; âyette bahis mevzuu olan; «hoşunuza gitmeyecek şeyler» bahire, vasîle, sâibe ve hâmMır. Nitekim âyetin devamında Allah Teâlâ, «Allah, ne bahîre'den, ne sâibe'den, ne vâsile'den, ne de hâm'dan hiçbirini meşru' kılmamıştır...» buyurmakta­dır. Husayf der ki: İkrime ise şöyle dedi: Onlar âyetlerden suâl ediyor­lardı, bunu sormaktan nehyedildiler. Bunun için âyetin devamında <(Sizden önce bir kavim onları sormuştu da, sonradan o yüzden kâfir­ler olmuştu.» buyurmaktadır. Bu rivayeti de îbn Cerîr Taberî naklet-miştir. îkrime merhum; burada yasaklanan mucizelerin vukuu konusundaki suâllerdir, der. Nitekim Kureyş'liler Hz. Peygamber'in* kendi­leri için ırmaklar akıtmasını, Safa tepesini altın yapmasını ve benzeri başka şeyleri istemişlerdi. Yahudiler de peygamberlerinin kendilerine gökten bir kitab indirmesini istemişlerdi. Bu konuda İsrâ •Sûresinde şöyle buyurulur: «Bizi, mucize göndermekten alıkoyan; ancak önceki­lerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd kavmine göz göre göre bir deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz, mucizeleri yalnız kor-' kutmak için göndeririz.» (İsrâ, 59). En'âm Sûresinde ise şöyle buyuru­lur : (cKendilerine bir mucize gösterilirse; mutlaka ona inanacaklarına dâir bütün güçleriyle Allah'a yemîn ederler. De ki: Mucizeler, ancak Allah kalandadır. Onların mucize geldikleri zaman da inanmayacaklar rını anlamıyor musun? Ona ilk defa inanmadıkları gibi onların kalb-lerini, gözlerini çeviririz. Onlan şaşkınlıkları içerisinde şaşkın şaşkın bırakırız. Eğer Biz, onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve herşeyi karşılarına toplasaydık; Allah dilemedikçe yine de inan­mazlardı. Fakat onlann çoğu bunu bilmiyorlar.» (En'âm, 109-111).37

103 — Allah; ne Bahire'den, ne Sâibe'den, ne Vasile' den, ne de Hâm'dan hiç birini meşru' kılmamıştır. Fakat o küfredenler, Allah'a karşı yalan uydururlar. Onların çoğunun ise akılları ermez.

104 — Onlara; Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin, denildiği zaman; atalarımızı üstünde bulduğumuz şey bize yeter, dediler. Ya ataları, bir şey bilmiyor ye doğ­ru yola gitmiyorlar idiyse?

Anlamsız Hurafeler Yığını96

Anlamsız Hurafeler Yığını

Buhârî der ki: Bize Musa İbn İsmâîl... Saîd İbn Müseyyeb'in şöyle dediğini nakletti:- Bahire; sütü, putlar için alıkonan ve hiçbir kimseye, emzirilmeyen hayvandır. Sâibe ise; müşriklerin tanrıları için başıboş bıraktıkları ve üzerine hiçbirşey yüklemedikleri hayvandır. Saîd îbn Müseyyeb der ki: Ebu Hüreyre, Rasûlullah'ın şöyle1 dediğini bildirdi:

Ben Huzâa kabilesinden Amr îbn Âmir'i cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm. Çünkü hayvanını ilkin başıboş bırakan kimsedir. Vasile ise; döl alınmamış devedir. Devenin ilk ürünü bakire bırakılır, sonra arkasından bir dişi deve seçilirdi. Ve bunu da putları için ayırır­lardı. Eğer birisi diğeriyle birleştirilirse, aralarında erkek bulunmazdı. Hâm ise, devenin doğuranıdır. Belirli sayıda doğum yaptıktan sonra onu putları için ayırırlardı ve bir daha hâmile bırakmazlar, ona yük yük-lemezlerdi. Yük yüklemedikleri için ona korunmuş anlamına «hami» adını verirlerdi. Müslim ve Neseî bu hadîsi, İbrahim Ibn Sa'd kana­lıyla Saîd îbn Müseyyeb'den rivayet ederler.

Sonra Buhârî der M: Bize Ebu Yemân... Ebu Hüreyre'den nak-, letti ki; Rasûlullah (s.a.) aynı hadisi îrâd etmiş. İbn el Had da Ebu Hüreyre'den aynı hadîsi nakleder. Hâkim der ki: Buhârî; Abdullah İbn Hâd, Abdülvehhâb İbn Buht kanalıyla, Zührî'den bu hadîsi rivayet etti, ifâdesini ekler. Keza şeyhimiz Ebu'l-Mizzî de «el-Etrftl» isimli eserde böyle nakletmiş ve üzerinde durmadan geçmiştir. Hâkim'in söylediği­nin, üzerinde durmak gerekir. Çünkü İmâm Ahmed ve Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî, Leys İbn Sa'd hadîsini, İbn el-Hâd kanalıyla bizzat Zührî' den rivayet etmişlerdir. Allah en doğrusunu bilendir. Sonra Buhârî der ki: Bize Muhammed İbn Ebu Ya'kûb... Hz. Âişe'den nakleder ki; Ra­sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Cehennemi gördüm, birbirinin üzerine yığılmıştı. Amr'ı gördüm bağırsaklarım sürüklüyordu. O, ilkin hay­vanını başıboş bırakan kimsedii. Bu rivayette Buharl yalnız dalmıştır.

İbn Cerîr der ki: Bize Hennâd... Ebu Salih'ten nakletti ki; Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) m Eksem'e şöyle dediğini duydum : Ey Eksem; Amr îbn Luhay'ı bağırsaklarını ateşte sürükler­ken gördüm. İnsanlar arasında ona senden daha çok benzeyen birini görmedim. Ondan da sana daha çok benzeyeni. Eksem dedi ki: Ey Al­lah'ın Rasûlü; onun bana benzemesinin bana zararı dokunmasından mı korkarsın? Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Hayır, sen mü'minsîn, o kâfirdir. İbrahim'in dinini ilk değiştiren odur. Çünkü Bahîre'yi en­gelleyen, Sâibe'yi salıveren, Hâmi'yi koruyan odur. Ayrıca İbn Cerîr Taberî Hennâd kanalıyla... Ebu Hüreyre'den bu hadîsi veya benzerini rivayet eder. Ne var ki bu iki rivayet tarîki kitablarda yoktur.

İmâm Ahmed der ki: Bize Amr îbn Mücemmi'... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Sâibe'yi ilk salıveren, putlara tapan. Âmir'in oğlu Ebu Huzâa Amr'dır. Ben onu cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm. Bu veçhile bu riva­yette de Ahmed İbn Hanbel münferid kalmıştır.

Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer, Zeyd İbn EslenVden nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Doğrusu ben Sâibe'yi ilk salıveren ve îbrâhîm Âleyhisselâm'm dînini ilk değiştireni çok iyi biliyorum. Ora­da bulunanlar; kimdir o, ey Allah'ın Rasûlü? dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Kâ'b oğullarının kardeşleri Anır İbn Luhay'dır. Ben, onu bağırsaklannı cehennemde sürüklerken gördüm, onun kokusu cehen­nem ehlini rahatsız ediyordu. Bahîre'yi ilk engelleyenin kim olduğunu da biliyorum. Orada bulunanlar; kimdir o, ey Allah'ın Rasûlü? dediler. Hz. Peygamber; Müdlec oğullarından bir adamdır, dedi. Onun iki dişi devesi vardı. Kulaklarını yardı, sütlerini yasakladı, sonra da onun sü­tünden içti. Ben, onu cehennemde gördüm. Develeri ağızlarıyla onu ısırıyor, topuklanyla onu tepiyorlardı. Burada söz konusu olan Amr İbn Luhay İbn Kam'a olup Huzâa kabilesinin reislerinden biridir. Bu kabîle Cürhüm kabilesinden sonra Kâ'be'nin yönetimini eline almıştır. Amr İbn Luhay, îbrâhîm Halîlullah'ın dinini değiştiren ilk kişidir. Put­ları Hicaz'a o, sokmuştur. Halkın, ayak takımını putlara tapınmaya ve kurban sunmaya davet etmiş ve hayvanlarla ilgili olarak burada zikro-lünan ve benzeri câhiliyyet âdetlerini o vaz'etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ En'âm Sûresinde bu konuda şöyle buyurur : «Kendi zanlanna göre; bu, Allah'ındır, bu da, putlarımızındır, diyerek Allah'ın yarattığı develer ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıkları Allah için verilmez, ama Allah için ayırdıkları putlarına verilirdi. Ne kötü hüküm veriyor­lardı.» (En'âm, 136).

Ali İbn Ebu Talha'nın İbn Abbas'dan naklettiğine göre Bahîre'nin mânası şudur: Araplar, deve beş batın doğum yaparsa ve beşincisi de erkek olursa; onu keserler, erkeklere yedirirler, kadınlara vermezlerdi. Şayet beşincisi dişi olursa; onun kulağını keserler ve işte bu, Bahîre'dir derlerdi. Süddî ve başkaları da buna benzer bir anlam vermişlerdir.

Sâibe'ye gelince; Mücâhid der ki : Sâibe aynen Bahire gibi koyun­dan olan hayvandır. Ancak koyundan olan Sâibe yedi yavru yaparsa ve olduğu gibi kalırsa; yedinci yavrusu da erkek olur veya ikiz olursa; onu keserler, erkeklere yedirirler, kadınlara yedirmezlerdi. Muhammed İbn İshâk der ki: Sâibe; aralarında erkek bulunmamak üzere on tane dişi yavru yapmış olan devedir. Böyle deveyi araplar başıboş bırakırlar ve üzerine binmedikleri gibi, yününü kesmezler, sütünü sağmazlardı. Ancak sütünden müsâfire verirlerdi. Ebu Revk der ki: Sâibe şu anlam­dadır : Bir kişi gidip ihtiyâcını gördüğü zaman, malından bir dişi de­veyi veya başkasını serbest bırakır ve bu; putlar için, derdi. Bundan sonra o hayvan ne doğurursa putların olurdu.

Süddî der ki: Araplardan bir kişi ihtiyâcını giderir veya hastalık­tan şifâ bulur veya fazla mal kazanırsa; malından bir kısmını putlar için serbest bırakırdı. Böyle serbest olan mala.kim dokunacak olursa, dünyada cezaya çarptırılırdı.

Vasîle'ye gelince : Ali İbni Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'dan nak­leder ki; Vasile yedi batın aogum yapmış olan koyundur. Araplar, yedi karın doğum yapmış olan koyunun yedinci doğumu eğer erkek veya dişiyse ve ölmüşse; ona erkekler ve kadınlar birlikte ortak olurlardı. Eğer dişiyse onu diri bırakırlardı. Şayet dişi ve erkek aynı karında ikiz doğmuşsa; onu diri bırakırlar ve; kardeşine ulaştı binâenaleyh kardeşi onu bize haram kıldı, derlerdi. Bunu İbn Ebu Hatim rivayet eder. Ab-dürrezzâk da der ki : Bize Ma'mer Zührî'den nakletti ki; Saîd İbn Mü-seyyeb şöyle demiş : Vasile : Bir devedir. Dişi deve ilkin dişi doğurur, sonra ikinci olarak da dişi doğurursa; buna Vasile derler ve aralarında erkek bulunmadığı için iki dişiyi birleştirdi, derlerdi. Böylece onun kulağım yarıp putlarına adarlardı. İmâm Mâlik merhumdan da böyle bir rivayet nakledilmiştir. Muhammed İbn İshâk der ki: Vasile; beş karında çifter çifter on tane dişi kuzu doğurmuş'olan koyundur. Buna Vasile adı verilir ve başıboş bırakılırdı. Bundan sonra doğuracağı kuzu dişi ve erkek olursa, bunu erkeklere yedirirler, kadınlara yedirmezlerdi. Eğer ölü doğarsa bunda da ortaklaşırlardı.

Hâm'a gelince : Avfî İbn Abbâs'dan nakleder ki; o şöyle demiştir : Kişi devesini on kerre aşıladıktan sonra, ona ham adı verilir ve olduğu gibi bırakırlardı. Abu Revk ve Katâde de böyle demişlerdir. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'dan şöyle dediğini nakleder : Ham; deveden tohumluk olandır. Onun yavrusu doğunca; o, belini korudu, derler ve bir daha üzerine yük yüklemezler, tüyünü kesmezler ve hangi tarlaya girerse girsin, onu engellemezlerdi. O havuz sahibinin olmasa da istediği havuzdan su içerdi. İbn Vehb de üer ki: Mâlik'in şöyle dediğini duy­dum : Hâm; devedendir. Deve çekilir, eğer tohumu son bulursa; onun üzerine tavus tüyü koyarlar ve serbest bırakırlardı.

Bu âyetin tefsirinde söylenenler bunlardır. Bu konuda İbn Ebu Hâtim'in... Mâlik İbn Nadle'den naklettiği bir de hadîs vardır. Mâlik İbn Nadle der ki : Ben Hz. Peygamber'in huzuruna porsumuş elbise ile geldim. Hz. Peygamber; bana malın var mı? dedi. Ben; evet, karşılığını verdim. Hangi türden malın var? deyince; ben, her türden malım var. Deve, koyun, at vs. dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Eğer Allah sa­na bir mal vermiş ise; onun izi üzerinde görülsün. Sonra şöyle buyur-du: Sen develerini kulakları tam olarak mı yetiştirirsin? Ben; evet, dedim. O; sen develerini hep böyle mi yetiştirirsin? diye sordu ve de­vam etti: Belki de sen bıçağı alır, bir kısmının kulağını yarar ve; bu, Bahîre'dir, dersin. Sonra bir kısmının kulağım keser; bu; haramdır, dersin? Ben; evet, deyince; Rasûlullah (s.a.); böyle yapma, Allah'ın sana vermiş olduğu her şey helâldir, dedi. Sonra «Allah ne Bahîre'den, ne Saibe'den, ne Vasîle'den, ne de Hâm'dan hiçbirini meşru' kılmamıştır...» âyetini okudu. Bahire, kulağını koparmış oldukları hayvandır. Ondan kişinin ne karısı, ne çocukları, ne de aile halkından hiçbirisi yararlanmazdı. Kılından, derisinden, yününden ve sütünden istifâde etmezdi. Öldüğü zaman ona iştirak ederlerdi. Sâibe ise; ilâhları için serbest bıraktıkları hayvandır. Onu tanrılarına götürür ve serbest bı­rakırlardı. Vasile ise; altı karın doğuran koyundur. Yedinci doğumunda kulağı kesilir, boynuzu kopanlır ve; işte bu, birleştirmiştir, derler, son­ra onu bir daha kesmezlerdi. Ona vurmazlar ve hangi su birikintisinin yanma gelirse içmesine engel olmazlardı. Böylece bu kelimelerin tefsiri de müdrec olarak hadîste zikredilmektedir. Bu hadîs bir başka vecihle Ebu İshâk kanalıyla... Avf İbn Mâlik'den nakledilir ki; bu da ona çok benzemektedir. Hadîsi Ahnıed İbn Hanbel, Süfyân İbn Uyeyne kana­lıyla... Mâlik İbn Nadle'den rivayet ederse de, devamıyla ilgili açıkla­maya yer vermez. Allah en doğrusunu bilendir.

«Fakat o küfredenler Allah'a karşı yalan uydururlar. Onların çoğu­nun ise akıllan ermez.» Allah bunların hiçbirini meşru* kılmadığı gibi, bunlar, kişiyi Allah'a yaklaştırmaz da. Ancak müşrikler bunları kendi­leri uydurmuşlardır. Kendileri kumllaştırmışlar ve Allah'a yaklaşma için vâsıta kılmışlardır. Halbuki bununla Allah'a yaklaşamazlar. Aksine bu onlar için bir vebaldir.

. «Onlara; Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin, denildiği za­man; atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter, dediler.» Yani onlar Allah'ın dinine ve şeriatına çağırıldıklarında; Allah'ın vâcib kıl­dığını yerine getirmek, haram kıldığından kaçınmak üzere davet' edil­diklerinde; derler ki: Babalarımızı, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yollar bizim için yeterlidir. Allah Teâlâ da onlara şöyle sesleniyor : «Ya ataları bir şey bilmiyor ve doğru yola gitmiyorlar idiyse?)) Yâni hakikati anlamıyor, bilmiyor ve doğru yolda yürümüyorlarsa, onların peşinden nasıl gidebilirler? Onlardan daha bilgisiz ve daha sapık olan kimse­lerden başkası atalarının izinden gider mi hiç?38

105 — Ey îmân edenler; siz kendinize bakın. Siz doğ­ru yolda bulunursanız; sapıtmış olanlar size zarar vere­mez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Yapmış olduklarınızı O size haber verecektir.

Allah Teâlâ, mü'min kullarına; kendilerini islâh etmelerini, hayır yapmak için bütün güç ve tâkatlanyla çalışmalarım emrediyor ve ken­disi iyi olan kimseye başkalarının bozukluğunun zarar vermeyeceğini, onların bozukluğunun ister uzak, ister yakın olsun haksız olduğunu ha­ber veriyor. Avfî, İbn Abbas'dan bu âyetin tefsirinde şunu nakleder: Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kul, emrettiğim helâllan yapmakta, neh-yefctiğim haramlardan kaçınmakta buyruğuma itaat ederse, artık baş/-kalarının sapıklığı ona zarar veremez. Valibî de İbn Abbas'dan böyle rivayet eder. Mukâtil İbn Hayyân da der ki: Allah Teâlâ'nm «Ey îmân edenler; siz kendinize bakın.» Yani siz kendi kendinizin durumunu dü­zeltmeye ve doğru yola sevk etmeye bakın. «Siz doğru yolda bulunur­sanız; sapıtmış olanlar size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'a­dır. Yapmış olduklarınızı size haber verecektir.» Her amel işleyenin; ameline göre cezasını Allah verecektir. Ameli hayır ise; cezası da hayır­dır. Ameli şer ise; cezası da serdir. Âyet-i kerîme'de ma'rufu emretmek ve münkeri nehyetmekten vazgeçmeye delâlet eden bir yol yoktur. Eğer bu, mümkünse yapılır. Bu konuda Ahmed İbn Hanbel merhum der ki : Bize Haşini İbn Kasım... Kays'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Ebu-bekir hutbe için kalktı ve Allah'a hamdü sena etti, sonra dedi ki: Ey insanlar; siz «Ey îmân edenler; siz kendinize bakın. Siz doğru yolda bu­lunursanız; sapıtmış olanlar size zarar veremez...» âyetini okuyorsunuz ve bunu uygun olmayan yere koyuyorsunuz. Doğrusu ben, Rasûlullah (s.a.) dan şöyle buyurduğunu işittim : İnsanlar kötülüğü görüp te onu değiştirmezlerse; Allah Azze ve Celle onların arasında azabını yaygın-laştırıverir. Kays diyor ki: Hz. Ebubekir'in şöyle dediğini duydum : Ey insanlar, yalandan sakının, çünkü yalan, îmâna terstir. Bu hadîsi dört Sünen sahibi ile İbn Hibbân Sahîh'inde ve daha başka râvîler de eser­lerinde değişik yollarla büyük bir topluluktan naklederler ve muttasıl ve meriû' olarak İsmâîl İbn Ebu Hâlid'e isnâd ederler. Bazıları da mev­kuf olarak Hz. Ebubekir'den rivayet ederler. Dârekutnî ve diğerleri, bu hadîsin merfû' olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Biz bu konuyla ilgili olarak Müsned es-Sıddîk isimli eserimizde uzun uzadıya bilgi verdik.

Ebu îsâ et-Tirmizî der ki: Saîd İbn Ya'kûb... Ebu Ümeyye eş Şa'-bânî'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ben Ebu Sa'lebe'ye gidip şu âyet hakkında ne yapıyorsunuz? dedim. O, hangi âyet? dedi. Ben, Allah Teâ­lâ'nm «Ey îmân edenler; siz kendinize bakın. Siz doğru yolda bulunur­sanız; sapıtmış olanlar size zarar veremez.» âyeti, dedim. O; Allah'a an-dolsun ki, sen bu konuda bilgisi olan birine sordun, dedi. Ve devam etti: Ben, bu âyeti Rasûlullah'a sorduğumda buyurdu ki: Sen ma'rûfu em­ret, münkerden nehyet. Eğer kendisine uyulan bir cimrilik, peşinden gidilen bir heves, tercih edilen bir dünya ve herkesin kendi görüşünü beğendiği bir zamanı görürsen; sen özellikle kendi nefsine bak ve halkı bırak. Çünkü sizin arfeamzda öyle günler olacak ki; bu günlerde sabır, avuç içindeki koru tutmaya benzeyecek. O günlerde amel işleyenin ecri, sizin ameliniz gibi amel işleyen elli kişinin ecrine denktir. Abdullah İbn Mübarek dedi ki: Utbe'den başkaları da bu hadîse şu kısmı ilâve etti­ler : Denildi ki; ey Allah'ın Rasûlü, onlardan mı elli kişinin ecri, yoksa bizden mi? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Hayır, sizden elli kişinin ec­rine denktir. Sonra Tirmizî; bu hadîs hasendir, garîbtir, sahihtir, dedi. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, İbn Mübarek tankıyla; İbn Mâce, İbn Cerîr; İbn Ebu Hatim de Utbe tarîkıyla aynı şekilde rivayet etmişlerdir.

Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer, Hasan'dan nakletti ki; adamın biri Abdullah İbn Mes'ûd'a «Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda bulu­nursanız; sapıtmış olanlar size zarar veremez.» âyetini sordu. Abdullah İbn Mes'ûd dedi ki: Bunun zamanı şimdi değildir, bugün bu makbul­dür, ancak zamanının gelmesi yaklaşmış olabilir. Siz o zaman, ma'rûfu emredersiniz size şöyle ve şöyle yapılır. Veya söylediğiniz dinlenmez, dedi. İşte o zamanda «Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda bulunursa­nız; sapıtmış olanlar size zarar veremez.»

Bu hadîsi Ebu Ca'fer er-Râzî, Rebî' kanalıyla Ebu'l-Âliye'den nakle­der ki; Abdullah İbn Mes'ûd bu âyetin tefsirinde böyle demiş. Ebu'l -Âliye der ki: Abdullah İbn Mesûd'un meclisinde oturuluyordu. İki kişi­nin arasında insanların arasında olan şeyler oldu ve birisi arkadaşına karşı ayağa kalktı. Abdullah İbn Mes'ûd'un meclisinde oturanlardan birisi dedi ki: Kalkıp onlara ma'rûfu emredip münkerden nehyedeyim mi? Bir başkası, yanındakine; sen, kendine bak, dedi. Çünkü Allah Teâla «Siz kendinize bakın...» buyuruyor, dedi. Ebu'l-Âliye der ki: Ab­dullah İbn Mes'ûd bunu duyunca; dur bakalım, dedi. Bu âyetin te'vîli henüz gelmedi. Kur'an indirildiği yere indirildi. Ondaki âyetlerden bir kısmının te'vîli; o indirilmezden önce geçmiştir. Bir kısmının te'vîli ise, Rasûlullah (s.a.) in döneminde vuku bulmuştur. Bir kısım âyetlerin te'vîli de, Hz. Peygamber'den kısa bir süre sonra vuku bulmuştur. Bir kısım âyetlerin te'vîli ise henüz vuku bulmamıştır. Bir kısım âyetlerin te'vîli kıyamet günüyle ilgili olarak anlatıldığı gibi, kıyamet günü ge­lecektir. Bir kısım âyetlerin te'vîli de cennet, cehennem ve hesâb gü­nüyle ilgili olarak zikredilenlerde olduğu gibi, hesâb günü gelecektir. Kalbleriniz bir, arzularınız bir olduğunuz sürece; bölük bölük parça­lanmadığınız, birbirinizin acısını birbirinize tattırmadığınız müddetçe; Allah'ın emirlerini ve nehiylerini yerine getiriniz. Kalbler parçalanıp, hevesler ayrıldığı ve siz parça bölük olduğunuz, birbirinizin acısını tat­tığınız zaman; herkes kendi nefsiyle başbaşadır. İşte o zaman, bu âyetin te'vîli gelecektir. İbn Cerir de bu hadîsi rivayet etmiştir.

îbn Cerîr der ki: Bize Hasan... Süfyân'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Abdullah İbn Ömer'e; bu günlerde biraz otursan; emir ve ne-Jıiyde bulunmasan, denildi. Çünkü Allah Teâlâ «Siz, kendinize bakın. - Siz doğru yolda bulunursanız; sapıtmış olanlar size zarar veremez.» buyuruyor, dediler. Abdullah İbn Ömer dedi ki: Bu ne benim, ne de arkadaşlarım hakkında nazil olmuştur. Çünkü Rasûluüah (s.a.) : Dik­kat .edin, görenler görmeyenlere tebliğ etsin, buyurdu. Biz görenleriz, siz de görmeyenlersiniz. Bu âyet, bizden sonra gelecek bir topluluk hak­kındadır. Eğer onlara emir ve yasaklar söylenirse; onlar bunu.kabul etmezler. Keza İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr... Süvâr İbn Şebîb'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ben Abdullah İbn Ömer'in yanındaydım. Ona gözü keskin, dili azgın bir adam geldi ve dedi ki: Ey Ebu Abdurrahmân altı kişi var ki hepsi de hızlıca Kur'an okudular. Hepsi de düşünmeden içtihâd ettiler. Ve hepsi de ona bir kötülük gelmesinden daha endîşe ediyorlar ve bunlar hepsi birbirinin aleyhinde şirk konusunda şâhidlik yapıyor. Orada bulunanlardan bir adam dedi ki: Birbirlerinin aleyhinde şirk konusunda şâhidlik yapma­dan daha kötü hangi şey istersin? Bu adam: Ben sana sormuyorum, şu ihtiyara soruyorum, dedi ve Abdullah İbn Ömer'e söylediğini tek­rarladı. Abdullah İbn Ömer dedi ki: Yazıklar olsun sana, belki de sana onlar gibi öldürmemi emredeceğimi bekliyorsun. Sen onlara va'z et ve yaptıklarından nehyet. Eğer sana başkaldırırlarsa; sen kendine bak, çünkü Allah Azze ve Celle «Siz kendinize bakın» buyuruyor, dedi.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ahmed İbn Mikdâm... Ebu Mâzin'-den nakletti ki; o, şöyle demiş : Hz. Osman devrinde Medine'ye gittim. Bir de baktım ki; müslümanlardan bir topluluk oturmuşlar ve biri diğerlerine bu âyeti okuyor. Onların en büyükleri dedi ki: Bu gün bu âyetin te'vîli henüz gelmemiştir. îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Kasım... Cübeyr İbn Nefîr'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Ben, Rasûlullah (s.a.) m ashabının bulunduğu bir mecliste idim. Ve o mecliste bulu­nanların en küçüğü idim. Onlar ma'rûfu emir ve münkerden nehy ko­nusunu müzâkere ediyorlardı. Ben, tartışmaya katılarak; Allah Teâlâ kitabında «Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda bulunursanız; sapıtmış olanlar size zarar veremez...» buyurmuyor mu? dedim. Hepsi birden tek dil kesilerek; bana yönelip dediler ki: Sen bilmediğin, te'vîlini an­lamadığın halde; Kur'an'dan bir âyet mi getiriyorsun? Bunun üzerine ben, hiç konuşmamış olmayı çok temennî ettim. Onlar, tekrar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Kalkacakları zaman, dediler ki: Sen yeni yetişen bir çocuksun. Ne dediğini bilmeden Allah'ın âyetlerinden bir âyet getirdin. Umulur ki; o zamana ulaşasın. Eğer cimriliğin din-lenildiğini, hevesin bağlanıldığını, her görüş sahibinin kendi görüşünden hoşlandığını görürsen; kendine bak. O zaman, sapıtmış olanlar sen doğru olduğun sürece sana zarar veremezler. İbn Cerîr der ki: Bize Ali İbn Hasan'ın... Damre İbn Babîa'dan naklettiğine göre; Hz. Hasan bu âyeti okumuş ve sonra şöyle demiş : Hamd Allah'a mahsûstur. Bu âyetten dolayı Allah'a hamd ederiz. Ne geçmişte, ne de hâlihazırda bir mü'min yoktur tei; yanında onun yaptıklarından hoşlaşmayan bir mü­nafık bulunmasın. Said İbn Müseyyeb der ki: Sen ma'rûfu emredip münkerden nehyettikten sonra; kendin doğru yolda olduğun müddet­çe, sapıtmış olanlar sana zarar veremezler. Bunu İbn Cerîr Taberî de rivayet eder. Keza Süfyân es-Sevrî kanalıyla Huzeyfe'den de benzer bir rivayet nakledilir. Selef-i Sâlihînden başkaları da böyle demişler­dir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Kâ'b'dan nakletti ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir : Şam kilisesi yıkılıp ta mescid yapılırsa ve Asb giyimi (bir nevi Yemen hırkası) belirirse, işte bu âyetin te'vîli o zamandır.39

İzahı99

İzahı

Allah Teâlâ dinini kemâle erdirmiş, bu dini göndererek mü'minler üzerindeki nimetini tamamlamış, Kur'ân'ı peygamberlerin hâtemi Mu-hammed Mustafâ'ya inzal buyurmuştur. Hz. Peyganıber'in yapmış ol­duğu hizmetlerle Allah Teâlâ'nm indirdiği Kur'an'da neyi kasdettiğini en iyi biçimde açıklamış ve izah etmiştir. Mes'ele nakil ve akıl bakımın­dan kesinlikle sabittir. Bu sûrenin başında bu konuda yeterince bilgi ve açıklama verilmiştir.

Bu din kolaylık dinidir. Allah Teâlâ'nm bu sûrede ve Bakara sûre­sinde yer alan âyetlerde belirttiği gibi, müslümanlann üzerinden zor­luğu kaldırmıştır. Hacc sûresinin sonunda abdestle ilgili âyetin açıkla­ması ve bu husustaki kolaylıklar gelecektir. A'lâ sûresinde de «Sana ko­laylığı müyesser kılacağız)) buyurarak kolaylık yönünden diğerlerinden üstün olan şeriatı Hz. Peygambere vereceğini ifâde etmiştir. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.) bu dine «Müsamahalı hanîf dini)) adını vermiş ve «bu dinin gecesi gündüzü gibidir.» buyurarak vasf etmiştir. Bu dinin kolay­lığın kendisi olduğunu ifâde ederek kolaylaştırmadaki aşırılığı belirt­miştir. Hz. Peygamber: Bu din kolaylıktır, kim bu dini zorlarsa onu mağlûb eder, buyurmuştur. Bu hadîsi Buhârî, İbn Hibbân kanalıyla Ebu Saîd el-Makberî'den rivayet eder. Rasûlullah (s.a.) bir başka hadîste buyurur ki: Dinin —bir ifâdede ise dinlerin— Allah'a en sevimlisi mü­samahalı hanîf dinidir. İmâm Ahmed, ayrıca Buhârî el-Müfred isimli eserinde bu hadîsi rivayet eder. Buhârî, sahîh bablardan birini anlatır­ken haşiye olarak bu rivayeti nakleder. Taberânî de bu hadîsi İbn Ab-bâs'tan nakleder. Rasûlullah (s.a.) ayrıca buyurur ki: Kolaylaştırinız zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz kaçırmayınız. Bu hadîsi Buhârî ve Müs­lim Enes'den rivayet ederler. Hz. Peygamber, ayrıca şöyle buyurmuştur : Ben sizi bembeyaz bir şeyin üzerinde bıraktım. Onun gecesiyle gündüzü eşittir, tbn Mâce bu ifâdeyi Ebu Derdâ'nın hadîsinden nakleder.

Kur'ân-ı Hakîm dinin aslı ye esâsıdır. Allah Teâlâ onun için «Ki-tâbda hiçbir şeyi boş bırakmadık.» buyuruyor. Ayrıca onun için «Her-şeyi açıklayan» diyor. Hz. Peygambere gelince, o da Kur'ân'ı tebliğ eden ve Allah'ın kısaca ifâde buyurduğu hususlardaki maksadını açıklayan kişidir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e hitaben «Sana ancak teb-lîğ düşer.» buyuruyor. Bir başka âyette de «Biz sana zikri de indirdik ki insanlara, kendilerine neyin indirilmiş olduğunu açıklayasın.» Bir başka âyette ise şöyle buyuruyor «Biz sana kitabı hak ile indirdik ki Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin.»

Bilginler, Kur'ân'da zikredilmeyip te sünnette vârid olan ahkâmın peygamberin kendi görüşü ve içtihadı mı, yoksa Kur'ân'dan başka bir vahiy mi olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Allah Teâlâ şeriatı yeni­den kurmak için Hz. Peygambere izin vermiş midir vermemiş midir? Bu konudaki ihtilâf meşhurdur. Ancak İmâm Şafiî merhum ikinci ka­nâati tercih etmiştir. Nitekim Buhârî de Sahîh'inde bir bölüm ayırarak şu başlığı atar: Kendisine vahiy nazil olmadığı konuda suâl sorulunca Hz. Peygamber'in bilmiyorum dediği veya vahiy nazil oluncaya kadar cevab vermediğine dâir bâb. Hz. Peygamber kendi görüş ve kıyâsıyla bir şey söylememiştir. Çünkü Allah Teâlâ yukardaki âyet-i kerime'de «Allah'ın sana gösterdiği şekilde» buyurmuştur. Keza Buhârî bir diğer bâb'a da şu başlığı verir: Hz. Peygamber'in gerek erkek olsun, gerek kadın ümmetine öğrettiği şeylerde Allah'ın kendisine öğretmesi ve ken­di görüş ve temsîliyle birşey söylememesine dâir bâb, ismini veriyor.

Biz deriz ki: İhtilâf, sırf dinî hükümler konusundadır. Medenî, siyâsî ve savaş taktiklerine dâir konularda ise istişare etmekle emre­dilmiştir. Nitekim bu konularda kendisi farklı bir görüşe sahib olduğu halde, ashabının görüşünü tercih ettiği müşâhade edilmiştir. Keza Allah Teâlâ Hz. Peygamberi kendi görüşüyle amel ettiği bazı davranışların­dan dolayı itabına muhâtab kılmıştır. Nitekim bu hususlar Bedir, Uhud ve Tebûk savaşlarında görülmüştür. Halbuki vahiyle hareket ettiği ko­nularda bu gibi durumlardan hiçbirisi söz konusu olmamıştır.

Rasûlullah (s.a.), Allah Azze ve Celle'den alarak tebliğ ettiği şey­lerde ve insanlara dinleriyle ilgili açıklamalarında hatâdan masundur. Nitekim hurma aşılaması mes'elesinde aşılama tarzının fayda vermediğinl tahmin etmesi üzerine halkın bu tahmine dayanarak aşılama tarzını terk etmesi sonucu o mevsim ürün elde edememesi üzerine şöyle buyurmuştur: Ben sâdece tahmin ettim. Binâenaleyh siz beni tahmi­nimden dolayı muaheze etmeyin. Sâdece Allah'tan size bir şey söyler­sem onu alın. Çünkü ben, Allah'a asla yalan isnâd etmem. Bir başka ifâdede doğrusu ben de sizin gibi bir beşerim. Dinimizle ilgili bir ko­nuda size bir şeyi emredersem onu alın. Şayet kendi görüşümle bir şeyi emredecek olursam; ben de sâdece sizin gibi b'ir beşerim. Bir başka ifâ­dede aynı vafc'a üzerine; siz, dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz, buyurmuştur. Her üç rivayeti de Müslim nakleder.

Allah Teâlâ gerek ferdî gerekse müşterek hayatlarında, gerek özel gerekse umûmî dünya işlerinde müslümanları kendi başlarına serbest bırakmıştır. Ancak bu konuda bir tek şart vardır: O da, dünyalarını dinlerine ve şeriatlarının buyruğuna değişmemek. Binâenaleyh İslâm' da aslolan eşyanın mübâh olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ; «yeryüzün­de bulunan herşeyi sizin için yaratan O'dur» buyurmaktadır. Keza «göklerde ve yeryüzünde bulunan herşeyi size müsahhar kılmıştır» bu­yurmaktadır. Milletin yönetimini ve idare işlerini de şûra esâsına da­yamış ve mü'minleri tavsif ederken «Onların işleri aralarında istişare iledir» buyurmuştur. Keza ehl-i hail ve akd olan şûra mensubu yöneti­cilere itaati emrederek bunun Allah ve Rasûlüne itâata bağlı olduğunu bildirmiştir. İdarî ve siyâsî konuları savaş taktikleriyle ilgili emniyet ve korku hallerini, Rasûlullah'a ve kendilerinden olan yöneticilere bı­rakmalarını öngörmüştür. Nitekim bu husus, Nisa sûresinde yer almak­tadır. Bu ümmete Kur'an'la beraber bir de ölçü vermiştir. Nitekim aynı ölçüleri daha önceki peygamberlere de vermişti. Bu ölçü; ilim ve ba­siret ehli olan kişilerin, hükümlerin uygulanması için ictihâd yapmala­rını ve delil, belge ve hükümlerde adaletle, eşitliğe dayanmalarını ön­görmüştür. Bunun sünnetten en açık delili, Rasûlullah'ın ümmetin işini savaş, barış ve genel idare zamanlarında mü'minlerin arasında bilgi sahipleriyle ansâr ve muhacirin büyüklerinin yer aldığı saygı değer ki­şilerin görüşlerine başvurarak uygulamasında görebiliriz. Keza Muaz İbn Cebel'i Yemen'e gönderdiği sırada, ictihâdla hüküm vermesine mü­sâadelerini görmekteyiz. Öte yandan; hâkim, hüküm verir ve ictihâd eder de isabet ettirirse ona iki mükâfat vardır. Hüküm verir ictihâd eder ve yanılırsa ona bir mükâfat vardır, hadîsinde görmekteyiz. Bu hadîsi Amr İbn Âs kanalıyla Buhârî rivayet etmiştir. Ebu Hüreyre ve Ebu Se-leme'nin de bu konuda ona uydukları nakledilir.

Allah Teâlâ İslâm'ı insanlığın ruhî ve bedenî işlerinde kemâle er­mesini sağlayan dosdoğru yol kılmıştır. Ve onun dünyevî ve uhrevî saadete vesile olmasını murâd etmiştir. İ'tikâd ve ibâdet gibi uhrevî mutluluğa erişilen ruhî mevzuların zaman ve yerin değişmesi ile de­ğişmesi îcâb etmediği için Allah onun aslını ve detaylarını tamamlaya­rak kemâle erdirmiştir. Bu konuyu nasslarla çepeçevre kuşatmış ve bir daha peygamberden sonra' hiçbir insanın o konularda fazla veya eksik bir şey koymasına müsâade etmemiştir. Kazâî ve siyâsî konular gibi dünyayı ilgilendiren hususlar zaman ve mekânın değişmesiyle değişe­ceği için İslâm bunların temel esâslarını ve İslâm'ın geldiği çağda ihti­yâç duyulan detaylarını açıklamıştır. Bu dinin fevkalâde mükemmelliği­nin delillerinden birisi de bu gibi konularda vârid olan nasslann her zaman ve her yerde beşerin menfaatiyle uyuşur biçimde yeralmış ol­masıdır. Yöneticiler, şûra ve ictihâd gibi zikri geçen vâsıtalarla en iyi ölçüyü kurarak en doğru yolu bulma imkânına kavuşmuşlardır.

Yukarda anlatılanları iyice düşünen kimseye Hz. Peygamberin mü'-minlerin kendisine sorduğu ve cevablandırılması halinde hükümlerin çoğalıp, dinin zorlaşması ihtimâli bulunan problemleri fazlaca sorma­larından hoşlanmayışının hikmeti açığa çıkmış oluyor. Keza o hükmün indiği asra uygun olup ta daha sonraki insanların faydasına elverişli olmayacak dünyevî ahkâmların açıklanmasına vesile olacak sorulardan nehyetmesindeki hikmet açıklanmış oluyor. Bu iki âyetin açıklanması hususunda bu konu vârid olmuştur. Biraz sonra bu konuda yer alan öteki hadîsleri ve haberleri açıklayacağız.

Bu sebeple Selef-i Sâlihîn yeni olaylar ihdas etmeyi ve bid'atlar çı­karmayı zemmetmişler, sünnete ve Kitab'a sarılmayı tavsiye ederek dinde re'y ve kıyâs yoluna başvurmayı yasaklamışlardır. Vuku bulma­mış konularda kendilerine soru sorulduğu zaman özellikle bu konuda fetva vermekten kaçınmışlar ve çekinmişlerdir. Şeriatın derinliğini bil­meyen bazıları ise, bu konuda kıyâs ve re'y kapışım açmışlar, ibâdet ve muamelelerle ilgili bütün konularda pekçök teferruat bulmaya çalış­mışlardır. Bu teferruatın büyük bir kısmı kavlî ve dinî sünnete tama­men aykırı olmuş, bir kısmı da uygun düşmemiş ama aykırı da olma­mıştır. Ancak bu konular, insanlara rahmetinin eseri olarak Allah'ın açıklamadığı hususlar arasında yer almıştır. Bu açıklamayış Allah'ın hâşâ unutmasından değil, kullarına rahmetindendir. Bu konularda hü­küm çıkarmaya çalışan bilginlerden bir kısmı hüccete dayanan sahîh kurallar ve esâslar vaz'etmişler, bir kısmı da hiçbir hüccete ve delile dayanmaz olmuştur. Bazı bilginler bu usûl ve kaidelere hiç bağlı bu­lunmazken, diğerlerinin bu kaidelere göre şu helâldir, bu haramdır, diyerek hüküm çıkarmalarını, bu noktada çarpık yollara sürüklenmele­rini ve çıkmaz güzergâhlara dalarak öğrenilmesi zor mükellefiyetler getirmelerini kabul etmemişlerdir. Bu sözlerden birçoğunu uygulamak mümkün olmamış bu sebeple ferdler ve topluluklar ona bağlanarak akıllarım yitirmişler ve müslümanlar arasında şüpheler çoğalmıştır. İslâm'a davet yolunda en önemli zorluklar buradan neş'et etmiştir. Na­killerin sahîh olanına başvurup tartışmalı olanlarda mes'eleyi Allah ve Rasûlüne havale etme ve taklîdden kaçınma gibi Selef-i Sâlihf nin tut­muş olduğu yola daha sonraki bilginler de bağlı kalmış olsalardı bu anlattığımız noktaya düşmezdik.

İslâm, tevhîd ve birlik dinidir. Tefrikadan ve ihtüâfdan en ağır şekilde nehyetmiştir. Allah Teâlâ «Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin.» buyurmaktadır. Bir diğer âyet-i kerîme'de ise «Ay­rılığa düşüp kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra ihtilâf edenler gibi olmayın.» buyurmaktadır... Kitâb ve sünnette bu ve benzeri nass-lar, müslümanları tefrika konusunda çok açık olarak uyarmakta adım adım eski toplumların izinden giderek öncekilerin girmiş olduğu ayı inine düşmekten kaçındırmaktadır...

Re'y ile görüş beyân etme çoğalınca, eser ehli re'y ehline karşı çıkmışlar ve halkı da onlara karşı gelmeye çağırmışlardır. Böylece ah­kâm bilginleri; eser ve hadîs ehli, re'y ehli olmak üzere iki kısma ayrıl­mıştır. Her iki grubun imamları da dinde taklîdden nehyeden ihlâslı mü'minler idiler. Sonra çeşitli görüşler ortaya çıktı, Bid'atlar zuhur etti, Birçok kişi tek bir kişinin müdâfîi oldu. Böylece halk arasında taklîd yayıldı. Bilgi kayboldu. Halk, delil getirmede bağımsızlığı terk ettiği için bilgisizlik çoğaldı. İşte bu ümmetin dini ve dünyası ile ilgili konuda her derdin ve musibetin esâsı bu ayrılık olmuştur.

Bu ümmet hiçbir zaman dalâlet üzere birleşmemiştir. İlk asırda-kiler kendi devirlerinde çıkan bid'atlara kapılmamışlardı. Çok azı müs­tesna büyük çoğunluk hak üzre sebat etmişti. Hak zayıf düşüp bağım­sız bilginlerin ölümü neticesinde ilim ortadan kalkıp cehalet yayılınca, halk kendileri gibi mukallidleri taklîd etmeye başladı. Ancak h?r asır­da sünnete bağlanan, bid'atı reddeden, hak üzre kâim bir taife bulun­maktaydı. Ne gariptir ki, bunlar insanlar arasında yabancı kaldılar.' Hakka bağlanmak ve İslâm için yalnız kalmak konusunda sahîh hadîs­lerin misdâkı oldular...

Kısacası sünnetin destekçileri öncekilerden bir grup sonrakilerden de az bir kitle oldu. İçlerinde güçlüleri de vardı, zayıflan da. Yumuşak konuşanları da vardı, sert konuşanları- da. Mübalağa edenleri de vardı, kısanları da. Endülüs bu bakımdan şarktan üstün çıkmış ve asırlarca sonra, çok iyi tartışan, ifâdesi belîğ olan muhaddis fakîh ve usûl bilgini değerli bir imâm çıkarmıştır. Bu V. yüzyılın müeeddidi olan Ebu Mu-hammed Ali İbn Ahmed İbn Saîd İbn Hazm'dır. O fıkıh usûlü ve fürû'u konusunda kitablar tasnif ederek kıyâsı yıkmış ve nasslann hükümlerini en açık şekilde ortaya koymuş, re'y taraftarlarını en son noktalara kadar uzaklaştırmıştır.40

106 — Ey imân edenler; herhangi birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyyet anında aranızda ya adalet sahibi iki kişiyi veya yolculukta olup ta başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki kişiyi şâhid tutun. Onlardan şüpheleniyorsanız, namazdan sonra alıkoyansınız da Al­lah'a şöyle yemin ederler: Akraba bile olsa yeminle hiç bir değeri değiştirmeyeceğiz, Allah'ın şâhidliğini gizleme­yeceğiz, yoksa elbette günahkârlardan oluruz.

107 — Şayet onların aleyhinde gerçekten bir vebale hak kazanmış oldukları ortaya çıkarsa, onların aleyhle­rine hak iddia ettikleri iki kişi; bunların yerine geçer. Ve; bizim şehâdetimiz onların şehâdetinden daha doğrudur, biz haddi aşmadık, o takdirde biz doğrusu, zâlimlerden oluruz, diye Allah'a yemin ederler.

108 — Bu, şehâdeti gereği gibi yapmalarına veya ye­minden sonra yeminlerinin reddedileceğinden korkmala­rına daha yakındır. Allah'tan korkun ve dinleyin. Allah, fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez.

Gurbette Ölüm ve Şehâdet102

Gurbette Ölüm ve Şehâdet

Bu âyet-i kerîme çok önemli bir hükmü ihtiva etmektedir. Bunun mehsûh olduğu da söylenir. Bu rivayeti Avfî, Abdullah İbn Abbâs'dan nakleder. Hammâd İbn Ebu Süleyman, İbrahim'den bunun mensûh ol­duğunu nakleder. İbn Cerîr'in söylediğine göre; çoğunluğu teşkil eden başkaları da bu âyetin muhkem olduğunu söylemişlerdir. Onlar; men­sûh olduğunu söyleyenlerin, bu kanâatlarını beyân etmeleri gerektiğini bildirirler.

«Ey îmân edenler; herhangi birinize ölüm gelip çattığı zaman; vasiyyet anında, aranızda ya adalet sahibi iki kişiyi, ya da yolculukta olup ta başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki kişiyi şâhid tutun» kavli; aranızda şâhid tutun kavlinin haberidir. Denildi ki: Bu ifâdenin takdirinde iki kişinin şâhid tutulması öngörülmüştür. «Adalet sahibi» kavli de bu iki kişinin niteliğidir ki, şâhid tutulacakların adalet sahibi olmaları gerekir.

«Sizden» yani müslümanlardan. Cumhur böyle dedi. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah îbn Abbâs'dan; «sizden adalet sahibi iki kişi» kavlin­den maksad, müslümanlardan, demek olduğunu söylemiştir. Bunu îbn Ebu Hatim rivayet eder ve der ki: Abide, Saîd İbn Müseyyeb, Hasan, Mücâhid, Yahya İbn Ya'mer, Süddî, Katâde, Mukâtil İbn Hayyân ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den de bu şekilde bir rivayet nakle­dilir. İbn Cerîr der ki : Başkaları da; «sizden adalet sahibi iki kişi» kavli ile vasiyyet edenin kabilesinden iki kişinin gerek olduğunu söylemiş­lerdir. İkrime, Abide ve daha başkalarından da bu görüş rivayet edilir.

«Sizden olmayan iki kişiyi.» îbn Ebu Hatim der ki; Bize babam... Saîd İbn Cübeyr'den nakleder ki; İbn Abbâs bu ifâde ile maslüman ol­mayanlar, yani ehl-i kitab kasd edilmiştir, demiştir. Sonra İbn Ebu Ha­tim der ki: Abide, Şüreyh, Saîd İbn Müseyyeb, Muhammed İbn Şîrîn, Yahya İbn Ya'mer, tkrime, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Şa'bi, İbrahim en-Nehaî, Katâde, Ebu Miclez, Süddî, Mukâtil îbn Hayyân ve Abdur­rahmân îbn Zeyd İbn Eslem'den de benzer şekilde rivayet edilmiştir. İbn Cerîr'in İkrime ve Abîde'den naklettiğine göre; «sizden» kavli ile, vasiyet edenin kabilesi kaydedilmiştir. «Sizden olmayan iki kişi» kavli ile; vasiyet edilenin kabilesinden olmayanlar kaydedilmiştir. İbn Ebu Hâtim'den de benzer bir rivayet nakledilir ki; Hasan el-Basrî ve Zührî merhumlar da aynı şekilde tefsir etmişlerdir.

«Yolculukta olup ta başınıza ölüm musibeti gelmişse.» Mü'minle-rin bulunmayışı halinde zimmîlerin şahadetlerinin caiz olması için bu iki şart vardır. Önce sefer hali olacak ve Kâdî Şüreyh'in açıkladığı gibi, vasiyyet bulunacaktir/îbn"Cerîr der kU Bize Amr İbn Ali... Şüreyh'den şöyle dediğini nakletti: Yahûdî ve hıristiyanın şâhidliği seferde caiz olur ve seferde de ancak vasiyyet için geçerlidir. Sonra Taberî, bu rivayeti Ebu Küreyb kanalıyla... Kâdî Şüreyh'den nakleder. Benzer bir rivayet, Ahmed İbn Hanbel merhumdan da nakledilmiştir. Bu mesele, Ahmed İbn Hanbel'in münferid kaldığı konulardan birisidir. Çünkü di­ğer üç mezheb imâmı, bu konuda ona muhalefet etmişler, zimmîlerin müslümanlara şahadeti caiz değildir, demişlerdir. Ebu Hanîfe ise bir­birlerinin arasındaki konularda şehâdetlerdni caiz görmüştür. İbn Cerîr der ki: Amr İbn Ali... Zührî'den şöyle dediğini nakletti: Sünnet-i se-niyye; ister hazarda, ister seferde olsun, kâfirin şehâdetinin caiz olma­dığı konusunda carî olmuştur. Şehâdet, ancak müslüman için geçer­lidir. İbn Zeyd der ki: Bu âyet; yanında nıüslümanlarm bulunmadığı bir kişinin vefatı üzerine, nazil olmuştur. Şöyle ki; İslâm'ın başlangıç devrinde yeryüzü harb diyân, insanlar da kâfirler iken, vasiyyetle bir­birlerine vâris olurlardı. Sonra vasiyyet neshedildi, farzlar ikâme edildi. İnsanlar farzlarla amel ettiler. Bu rivayeti İbn Cerîr naklederse de üze­rinde durulması gerekir. Allah en iyisini bilendir.

İbn Cerîr der ki: «Herhangi birinize ölüm gelip çattığı zaman; va­siyyet anında aranızda ya sizden adalet sahibi iki kişiyi veya yolculukta olup ta başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki kişiyi şâhid tutun» kavli konusunda ihtilâf edilmiştir. Bunlara vasiyet edilmesi mi kaydedilmiştir, yoksa şâhid tutulmaları mı kaydedilmiştir? Bu konuda üd görüş vardır. Birincisine göre; onlara vasiyyet edilmesi gerekir. Ni­tekim Muhammed İbn İshâk... Abdullah İbn Kusayt'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Abdullah İbn Mes'ûd'a bu âyet sorulduğunda şöyle de­di : Bir kişi yolcu ise ve beraberinde de mal varsa, kaderi gelip çatmışsa; müslümanlardan iki kişi bulursa malım onlara verir ve yine bununla alâkalı olarak iki müslümanı şâhid tutar. Bu rivayeti İbn Ebu Hatim nakletmişse de inkıta' vardır. İkinci kavle göre; bu iki kişi şâhid ola­caklardır. Bu husus, âyet-i kerîme'nin akışından da açığa çıkmaktadır. Eğer İH kişiyi bulamazsa; onlarla beraber aynı vasfı hâiz olan yani şe­hâdet ve vesayet vasfım haiz olan üçüncü kişiye vasiyet eder. Temim ed-Darî ve Adîy'nin kıssasında olduğu gibi. İnşallah yakında bu konu gelecektir. İbn Cerîr zimmîlerden iki kişinin şâhid kılınmasını müşkil görmüş ve demiştir ki: Biz, şahidin yemîn ettiği bir hüküm bilmiyoruz. Bu hüküm başlıbaşına müstakil bir hüküm de olsa, âyet-i kerîme'nin ihtiva ettiği hükmü önlemez. Ve bütün hükümlere kıyâsla geçerli ol­ması gerekmez, çünkü bu özel bir yerde, özel bir şehâdete hâs bir hü­kümdür. Bu konuda bazı şeyler bağışlanmıştır ki, aynı şeyler başka yerde bağışlanmaz. Eğer şüphe karineleri bulunursa, âyet-i kerîme'nin delâlet ettiği gibi bu şâhid yemîn eder.

«Onlardan şüpheleniyorsanız namazdan sonra alıkoyarsanız da Allah'a yemîn ederler.» îbn Abbâs; ikindi nemazından sonra, diye tef-sîr etmiştir. Saîd İbn Cübeyr, îbrâhîm en-Nehaî, Katâde, îkrime ve Muhammed îbn Şîrîn de böyle demişlerdir. Zührî ise; müslümanlann kıldığı namazdan sonra, diye tefsir etmiştir. Süddî; İbn Abbâs'dan o iki şahidin dinine göre icra edilen ibâdet demek olduğunu, belirtir. Âyette kasdedilen mânâ şudur: Bu iki şâhid, halkın toplandığı ce­maatla namazdan 'sonra gelirler ve onların hıyanet veya hîle yaptık­larından şüphelenirseniz, Allah adına bu konuda yemîn ederler. «Ak­raba bile olsa yeminle hiçbir değeri değiştirmeyeceğiz» derler. Mukâtil İbn Hayyân der ki: Fânî ve geçici dünyanın az bir değerine, âhireti değişmeyeceğiz, Allah'ın şâhidliğini gizlemeyeceğiz, derler. Aleyhinde şehâdet edilen kimse; bizim yakınımız da olsa ona iltimas geçmeye­ceğiz ve Allah'ın şehâdetini gizlemeyeceğiz, derler. Allah şehâdet ko­nusunun önemini büyütmek için şehâdeti kendi zâtına izafe etmiştir. Bazıları bu son kısmı şeklinde mecrûr olarak okumuş­lardır. Bunu îbn Cerîr Âmir eş-Şa'bî'den nakleder. Bazıları da bu kısmı şeklinde okumuşlardır. Ancak birinci kırâet meşhur olan kırâettir. «Yoksa elbette günahkârlardan oluruz.» Yâni biz şehâ­deti tahrif etmek, değiştirmek, yerine bir başka şeyi sokuşturmak veya külliyyen gizlemek gibi bir şey yapacak olursak; elbette günahkârlar­dan oluruz.

«Şayet onların aleyhinde gerçekten bir vebale hak kazanmış olduk­ları ortaya çıkarsa» yâni vasiyyet edilen bu iki şahidin durumu araştı­rılır ve vasiyyet edenin malından bor şeyi gizleyip sakladıkları ortaya çıkarsa ve bu durum onların aleyhinde belirginlik kazanırsa; onların aleyhlerine hak iddia ettikleri iki kişi onların yerine geçer. Cumhûr'un kırâeti şeklindedir. Ali, Übeyy İbn Kâ'b, Hasan el-Basrî'nin ise bu son kısmı şeklinde okudukları ri­vayet edilmiştir. Hâkim Müstedrek'inde İshâk İbn Muhammed kana­lıyla... Ali îbn Ebu Tâlib'den nakleder ki; Hz. Peygamber bu âyeti şeklinde okumuştur. Sonra Hâkim; bu rivayet, Müslim'in şartına göre sahihtir, ancak onu ne Buhârî, ne de Müslim tahrîc etmemişlerdir, der. Aralarında İbn Abbâs'ın bulunduğu bir baş^ ka grub ta bu âyeti şu şekilde okumuşlardır. Hasan el-Basrî de bu âyeti şu şekilde okumuştur Bunu îbn Cerîr nakleder. Cumhûr'un kırâetine göre; mânâ şöyle olur: Ne zaman .sahih Me. haberle onların hıyanet ettikleri ortaya çıkarsa; vasiyyet ede­nin bıraktığı mala hak kazanan vârislerden iki kişi kalksınlar, o mala kendilerinin vâris olmak hakkına daha lâyık olduklarını belirtsinler ve «Bizim şehâdetimiz onların şehâdetinden daha doğrudur» diye ye-mîn etsinler. Yani onların hıyanet ettikleri doğru, sahîh ve sabittir, diyerek önceki şehâdetlerinin daha haklı olduğunu söylesinler. Ayrıca; biz haddi aşmadık, desinler. Onların hıyanet ettiklerine dâir sözümüz­de haddi aşmadık, desinler. «O takdirde doğrusu biz zâlimlerden olu­ruz.» desinler. Eğer biz -bu iki kişi aleyhinde yalan şâhidlik edersek; zâlimlerden oluruz. Bu yemîn, vârisler içindir. Bu gibi durumda onların sözüne başvurulur. Levs halinin katil cephesinde ortaya çıkması ha­linde, maktulün sâhiblerinin yemîn etmesinde olduğu gibi. Bu gibi du­rumda katilin hak sahipleri yemîn ederler ve kendilerine hakkı verilir. Nitekim Ahkâm kitablarimn Kasâme bahsinde bu konu belirlenmiştir. (Levs hali; maktulün ölümünden önce: Beni falanca öldürdü, diyerek ikrar ettiğine bir şahidin şehâdet etmesi veya iki şahidin onlar arasın­da düşmanlık ya da tehdîd ve benzeri durumlar olduğuna şehâdet et­mesi halidir.) Sünnet-i Seniyye'deki uygulama da; bu âyet-i kerîme'nin delâlet ettiği şekilde cereyan etmiştir. Nitekim İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Temîm ed-Dâri'den bu âyet konusunda şöyle dediğini nakletti: Benden ve Adiy İbn Beddâ'dan başka halk berâet etmişti. İki hıristiyan vardı. İslâm'dan önce Şam'a gidip gelirlerdi. Bir kerresinde ticâret maksadıyla Şam'a gelmişlerdi, onlara Sehm kabilesinin kölele­rinden Büdeyl İbn Ebu Meryem adı verilen bir kişi de ticâret maksa­dıyla katılmıştı. Onun elinde ticâretinin en büyük kısmını teşkil eden gümüşten bir kab vardı. Büdeyl hastalandı ve ikisine bunu vasiyyet ederek, bıraktığı malın ailesine ulaştırılmasını söyledi. Temîm der ki: Adam ölünce; biz, o kabı aldık ve bin dirheme sattık. Sonra ben ve Adiy İbn Beddâ bu parayı aramızda paylaştırdık. Ailesinin yanına geldiği­mizde, beraberimizde bulunan şeyleri onlara verdik. Ailesi o gümüş kabı araştırdılar ve bu konuda bizden suâl ettiler. Biz de; bundan başka bir şey bırakmadı ve başka bir şey vermedi, dedik. Temîm ed-Dârî der ki: Hz. Peygamber'In Medine'ye gelmesinden sonra müslüman oldum. Müs­lüman olunca, bu durumdan rahatsız oldum. Ailesine varıp durumu bil­dirdim ve kendilerine beşyüz dirhem verdim. Arkadaşımın da aynı mik­tarı aldığını haber verdim. Onu yakaladılar ve dinlerine göre önemli sayılan bir tarzda kendisinden yemîn etmesini istediler. O da yemîn etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Ey îmân edenler; herhangi birinize ölüm gelip çattığı zaman vasiyyet anında aranızda...» âyeti nazil oldu. Amr İbn Âs ve onlardan bir başka kişi daha kalkarak yemîn ettiler ve bunun üzerine Adiy İbn Beddâ'nm elinden beşyüz dirhem çekilip alındı. Ebu İsâ et-Tirmizî ve İbn Cerîr bu rivayeti Hasan kanalıyla, Muham-med İbn İshâk'dan naklederler. Muhammed İbn İshâk'ın ifâdesi şöyledir: Onu Rasûlullah (s.a.) in yanma getirdiler. Hz. Peygamber, on­lardan belge isteyince, bir belge gösteremediler. O zaman kendi dinle­rine göre büyük sayılan bir tarzda yemîn etmesini istemelerini buyurdu. Adam yemîn etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu. Âyetin nüzûlundan sonra, Amr İbn Âs ve bir başka adam kalkarak ye­mîn ettiler. Böylece Adiy İbn Beddâ'nın elinden beşyüz dirhem çekilip alındı. ıSonra Tirmizî bu hadîsin garîb olduğunu, isnadının sahîh olma­dığını ve Muhammed İbn İshâk'm bu hadîsi naklettiği Ebu Nadr'm Muhammed İbn Sâîd olduğunu, hadîs bilginlerinin onu metruk saydık­larını bildirir. Sonra der ki: Biz Salim Ebu Nadr'm Ebu Sâlih'den ri­vayet ettiğini bilmiyoruz. Ancak Abdullah İbn Abbâs'dan bu şeklin dı­şında özet olarak bu hadise rivayet edilmiştir. Şöyle ki Süfyân İbn Ve-kî... Abdullah İbn Abbâs'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Sehni oğulları kabilesinden bir kişi Temim ed-Dârî ve Adiy İbn Beddâ ile birlikte yola çıktılar. Sehm kabilesinden olan kişi müslüman kimsenin bulun­madığı bir yerde öldü. Onlar, adamın bıraktığı eşyayı ailesine getirdik­lerinde, altınla süslenmiş gümüş bir kabı kaybettiler. Rasûlullah (s.a.) onlara yemîn ettirdi ve kab Mekke'de bulundu. Kabın sahipleri; biz, onu Temîm ve Adiy'den satın aldık, dediler. Sehm kabilesinden olan adamın yakınlarından iki kişi kalkarak, Allah adına kendi şehâdetlerinin daha doğru olduğuna ve kabın arkadaşlarının yanında bulunduğuna dâir ye­mîn ettiler. İşte bu âyet onlar hakkında nazil oldu. Ebu Dâvûd da aynı vak'ayı Hasan İbn Adiy kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder. Sonra Tirmizî; bu hadîs, hasendir, garîbtir, der. Bu, İbn Ebu Zaîde'nin hadîsidir. Râvîler arasında yer alan Muhammed îbn Ebu Kasım, Kûfe'-lidir. Onun hadîsinin sağlam olduğu söylenir. Bu kıssa mürsel olarak tabiînden birçok kişiden nakledilmiştir. Bunlar arasında İkrime, Mu­hammed İbn Şîrîn ve Katâde bulunmaktadır. Onlar yeminin ikindi na­mazından sonra olduğunu belirtmişlerdir. Bu rivayeti İbn Cerîr Taberî nakleder. Keza mürsel olarak Mücâhid, Hasan ve Dahhâk'dan da bu vak'a nakledilir. Bu da olayın Selef-i Sâlihîn arasında şöhret bulduğuna ve doğruluğuna delâlet eder.

Keza bu kıssanın doğruluğuna delil olarak Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî şu rivayetleri nakletmektedir: Bana Ya'kûb... Şa'bî'den nak­letti ki; müslümanlardan bir Mşi Dakûka (Erbü ile Bağdat arasında bir yer) da ölmek üzereydi. Ancak adam ölürken kendisine müslümanlar­dan vasiyyet edeceği bir kişi bulamadı. Ehl-i Kitab'dan üci adamı şâhid tuttu. Bu iki kişi Kûfe'ye geldiler ve Ebu Mûsâ el-Eş'arî'ye durumu ha­ber vererek, adamın bıraktığı mallan ve vasiyyetini takdim ettiler. Eş'arî dedi ki: Böyle bir olay Rasûlullah devrinde cereyan ettiğinden bu yana henüz cereyan etmemiştir. Ebu Mûsâ el-Eş'arî adamlara ikindiden sonra Allah adına yemîn ettirerek' hıyanet etmediklerini, yalan söylemediklerini, adamın söylediklerinde değiştirme yapmadıklarını ve hiçbir noktayı gizlemediklerini belirttiler. Getirdikleri vasiyyetin ada­mın vasiyyeti, eşyanın da adamın eşyası olduğunu söyleâiler. Ebu Mûsâ el-Eş'arî, bu iki kişinin şehâdetini tasdik etti. Sonra îbn Cerîr Taberî, Amr İbn Ali kanalıyla... Şa'bî'den, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin Dakûka'da hüküm verdiğini nakleder. Şa'bî'den nakledilen bu iki rivayetin isnadı ve Ebu Musa'ya atfı sahihtir. Ancak Taberî'nin; Rasûlullah (s.a.) dev­rinde olandan sonra bir daha cereyan etmemiş bir durumdur, sözünü açıklaması —Allah bilir ya— şöyledir: Ebu Mûsâ el-Eş'arî bu sözüyle Temîm ve Adiy îbn Beddâ'nm kıssasını kasdetmiştir. Bilindiği gibi, Temim tbn Evs ed-Dârinin müslüman oluşu hicretin dokuzuncu sene­sine rastlar. Binâenaleyh bu, hükmün daha sonra olmasını gerektirir ki, onun mensûh olduğunu söyleyenlerin bu konuda açıklayıcı delil ge­tirmeleri gerekir. Allah en iyisini bilendir.

Esbât, Süddî'den nakleder ki, Allah Teâlâ'nın : «Ey îmân edenler; herhangi birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyyet anında aranızda ya sizden adalet sahibi iki kişiyi veya yolculukta olup ta başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki kişiyi şânid tutun.» kavliyle söz konusu edilen vasiyyetin; ölüm anında olduğunu söylemiştir. Kişi öle­ceği zamaiv-Hasiyyet eder ve müslümanlardan iki kişiyi de lehinde ve aleyhinde olan konularda şahid tutar. Süddî der ki: Hazarda durum böyledir. Seferde ise «Sizden olmayan iki kişiyi» hükmü carîdir. Bu kişiye seferde iken ölüm gelir çatar, yanında müslümanlardan kimse bulunmaz. Bu takdîrde Yahûdî veya Hıristiyan veya Mecûsilerden iki kişiyi çağırır ve onlara vasiyyet ederek mirasını verir. Onlar da bunu kabul ederler. Ölenin ailesi, vasiyyete razı olur ve kabul ederlerse; gayr-ı müslim olan o iki kişi kendi hallerine bırakılırlar. Şayet şüphelenirlerse, konuyu hâkime götürürler. İşte Allah Teâlâ'nm «Onlardan şüpheleni­yorsanız, namazdan sonra alıkoyarsınız da Allah'a yemîn ederler.» kav­linin mânâsı budur. Abdullah İbn Abbâs der ki: Ben, Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin evine gelmiş olan iki gâvuru görüyor gibiydim. Ebu Mûsâ sayfayı açtı. Ölenin ailesi, vasiyyeti reddedip bu iki kişiyi hıyanetle tav-sîf ettiler. Ebu Mûsâ, ikindiden sonra onlara yemîn ettirmek istedi. Ben, kendisine dedim ki: Bunları ikindi namazı alâkadar etmez, sen kendi dinlerindeki ibâdetlerinden sonra onlara yemîn ettir. İki kişi kendi dinlerindeki ibâdetten sonra durdurulup yemîn ettirildiler. Ye­minleri şöyle olur : Akraba da olsa, biz Allah'ın yeminini az bir değere değişmeyiz ve Allah'ın şehâdetini gizlemeyiz, aksi takdirde günahkâr­lardan oluruz, derler. Sonra arkadaşlarının şöyle vasiyyet ettiğini ve terkettikleri eşyanın da şunlar olduğunu belirtirler. İmâm yemîn ettirmezden önce, o iki kişiye der ki: Eğer doğruyu gizler veya hıyanet ederseniz, sizi milletinizin önünde rezîl ederim, şehâdetinizi kabul et­mem ve sizi cezalandırırım. İmâm o kişilere böyle deyince; bunun, şe-hâdeti doğru şekilde yerine getirmelerine en çok ihtimâl veren unsur olduğu açıktır. Bu rivayeti İbn Cerîr Taberî nakleder. Ayrıca bir başka rivayette der ki : Bize Hüseyin... İbrahim ve Saîd İbn CübeyrMen nak­letti ki; onlar bu âyet konusunda şöyle demişler. Kişi seferde iken, ölüm gelip çatarsa; müslümanlardan iki kişiyi şâhid tutsun. Eğer müslü-manlardan iki kişi bulamazsa, Ehl-i Kitab'dan iki kişiyi şâhid etsin. O kişiler; Ölenin terkettiği eşyasını getirdiklerinde bunu kabullenir­lerse, sözlerine itibar edilir. Eğer ölenin vârisleri o kişileri itham eder­lerse; ikindi namazından sonra onlara yemîn ettirilir vte yeminde; Al­lah adına söyleriz ki; biz, bu şehâdeti gizlemedik, yalan söylemedik, hıyanet etmedik ve ifâdeyi değiştirmedik, derler.

Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'ın bu âyetin tefsiri konu­sunda şöyle dediğini rivayet eder : Eğer gelen kişilerin şehadetlerinden şüphe edilirse; namazdan sonra Allah adına onlara and içirüir. Biz şe-hâdetimizi az bir değere değişmedik, derler. Ölenin ailesi kâfirlerin şehâdeüerinde yalan söylediklerine muttali olurlarsa, ailesinden iki kişi kalkıp Allah adına yemîn ederler ve kâfirlerin şehâdeti bâtıldır, biz bu konuda haddi aşmadık, derler. İşte Allah Teâlâ'mn «şayet onların aley­hinde gerçekten bir vebale hak kazanmış oldukları ortaya çıkarsa...» kavlinin mânâsı budur. Yani kâfirlerin yalan söylediklerine muttali olurlarsa «onların aleyhlerine hak iddia ettikleri iki kişi bunların ye­rine geçer.» Ölenin ailesinden iki kişi, Allah adına yemîn ederler: Kâ­firlerin şehâdeti bâtıldır ve biz haddi aşmadık, derler. Böylece kâfir­lerin şehâdeti reddedilir ve ölenin akrabalarının şehâdeti geçerli sa­yılır. İbn Cerîr'in rivayetine göre aynı görüşü Avfî de İbn Abbâs'dan ri­vayet etmiştir. Tabiînin ve Selef-i Sâlihînin Önderlerinden birçok kişi de bu âyetin hükmüne göre karâr vermişlerdir. İmâm Ahnıed merhu­mun mezhebi de budur.

. «Bu, şehâdeti gereği gibi yapmalarına veya yeminden sonra ye­minlerinin reddedileceğinden korkmalarına daha yakındır.» Yani zimmî şâhidlerden şüphelenildiği takdirde; istenilen tarzda yemîn ettirmek, hükmün meşruiyeti, arzulanan şehâdetin yerine getirilmesi için en uy­gun şekildir. «Veya yeminden sonra yeminlerinin reddedileceğinden korkmalarına.» Yâni onlara söylenen tarzda yemîn etmelerini isteyen kişilerin, Allah adına yemine saygı gösterip ona riâyet etmelerine bu, daha uygundur. Eğer yemîn, Vârislere döndürülecek olursa, ortaya çı­kacak halk arasındaki rezalet korkusuna da daha uygundur. Binâena­leyh onlar yemîn ederler ve iddia ettikleri hakkı elde ederler. Bunun için Allah Teâlâ «Veya yeminden sonra yeminlerinin reddedileceği den korkmalarına daha yakındır.» buyuruyor. Sonra da diyor ki: «Bütün işlerinizde Allah'dan korkun ve Allah'ın emrini dinleyip itaat edin.» Allah, şeriatına tâbi olmaktan, emrine Mattan dışarı çıkan f âşıklar gü­ruhunu hidâyete erdirmez.41

109 — Allah, peygamberleri topladığı gün şöyle bu­yurur: Size ne cevab verildi? Onlar da; bizim bir bildiği­miz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen, derler.

Bu ifâde; peygamberlerin kıyamet gününde Allah'ın hitabına nasıl muhâtab olacaklarım ve kendilerinin gönderildikleri milletin nasıl kar­şılık verdiklerini soruşturmasına karşılık bir haberdir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurur: Muhakkak M Biz, ken­dilerine peygamber gönderilenlere elbette soracağız. (A'râf, 6). Bir baş­ka âyet-i kerîme'de de şöyle buyurmaktadır : «Rabbma andolsun ki; Biz onların hepsine yapmakta oldukları şeylerden elbette suâl edeceğiz.» (Hicr, 92 - 93). «Bizim bir bildiğimiz yoktur» sözü peygamberlere aittir. Mücâhid, Hasan el-Basrî ve Süddî böyle derler. Peygamberler; o günün dehşetinden dolayı, bizim bir bilgimiz yoktur derler. Abdürrezzâk... Mü-câhid'den nakleder ki; Allah peygamberleri topladığı gün; size ne cevab verildi diye sorduğunda; onlar, dehşete kapılıp bizim bir bildiğimiz yok­tur, derler. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim bu rivayeti nakletmişlerdir. İbn Cerîr der ki: Bize İbn Humeyd... Bir ihtiyardan duymuş ki o şöyle diyormuş : Hasan el-Basrî bu âyet konusunda yaptığı tefsirde; o günün dehşetinden böyle derler, demiştir. Esbât da Süddî'den bu âyet konu­sunda nakleder ki; Peygamberler dehşetten aklını yitirmiş duruma ko­nularak, kendilerine sorulan suâle; bizim bir bilgimiz yoktur diyerek cevab verirler, deniyor. Sonra da bir başka yere vaz' edilerek; kavimle­rinin hakkında şâhidük ederler, deniyor. îbn Cerîr Taberî bu rivayeti nakletmiştir. Sonra İbn Cerîr der M: Bize Kasım... İbn Cüreyc'den bu âyet konusunda şöyle dediğini nakletti: Allah, peygamberleri topla­dığı gün, size ne cevab verildi? Sizden sonra nasıl amel ettiler? diye sorar. Sizden sonra olanlar nedir? der. Onlar da bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu ıgayblan bilen Sensin, Sen derler. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah îbn Abbâs'dan nakleder ki : Allah, peygamberleri topladığı gün size ne cevab verildi? diye sorar. Onlar da yüce Rabba; bizim bir bil­gimiz yoktur, Sen bizden çok iyi bilirsin, derler. Bu rivayeti de İbn Cerîr Taberî nakletmiştir. Sonra onu diğer üç kavle tercih etmiştir. Şüphesiz ki bu, güzel bir sözdür ve Rab Azze ve Celle'ye karşı takınıl-ması gereken edep tavrını gösterir. Yâni Senin herşeyi kuşatan bilgine nisbetle bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Biz her ne kadar cevab almış ve bize cevab verenleri bilmişsek de, biz onların ancak zahirlerinden ha­berdâr bulunuyoruz. Bâtınlarını ise bilemeyiz. Sen herşeyi bilen, her şeye muttali olansın. Senin bilgine nisfoetle bizim bilgimiz bilgisizlik gi­bidir, çünkü ((doğrusu gaybları bilen Sensin Sen.»42

110 — Hani Allah: Ey Meryem oğlu îsâ; senin ve ananın üzerindeki nimetimi hatırla, demişti. Hani seni, Rûh'ül-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetiş­kin iken de insanlarla konuşuyordun. Hani sana; kitabı, hikmeti Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Hani sen; Benim iznimle çamurdan kuş gibi bir şey yapıyordun da içine üflüyordun ve Benim iznimle kuş oluyordu. Hani sen; ana­dan doğma körü ve abraşı Benim iznimle iyi ediyordun. Hani; ölüleri Benim iznimle diriltiyordun. Ve hani, Isrâil-oğullarım senden çekmiştim; kendilerine apaçık âyetler getirdiğim zaman içlerinden küfredenler; bu apaçık bir büyüdür, demişti.

111 — Hani Ben, Havarilere: Bana ve peygamberime îmân edin, diye vahyetmiştim de; inandık, şâhid ol ki biz, müslümanlarız, demişlerdi.

Allah'ın Hz. İsa'ya Lutfu. 105

Allah'ın Hz. İsa'ya Lutfu

Allah Teâlâ, kulu ve rasûlü Meryem oğlu îsâ'ya lütfettiği nimetleri hatırlatıyor. Onun eliyle gerçekleştirdiği mucizeleri ve harikulade olay­ları zikrederek, buyuruyor ki: «Hani Allah; ey Meryem oğlu îsâ senin ve annenin üzerindeki nimetimi hatırla, demişti.» Yâni seni babasız, bir anneden yaratmış olmamd&ki ve benim eşya üzerindeki kudretimin mükemmelliğine apaçık ve kesin delil kılmamdaki nimetimi hatırla. Annenin üzerinde de, onu zâlimlerin ve câhillerin kendisine İzafe ettik­leri kötülükten fuhuştan temizlemekle seni kendisi için bir burhan kıl­mamdaki nimetimi hatırla. «Hani seni, Rûh'ül-Kudüs ile desteklemiş­tim.» Rûh'ül-Kudüs Cebrâîl Aleyhİsselâm'dır. Çocukluğunda ve büyük­lüğünde seni Allah'a çağıran bir peygamber kılmıştım. Daha beşikte küçücük bir yavru iken; seni konuşturmuş ve annenin her türlü ayıp­tan uzak olduğuna şâhid kılmıştım. Sen de bana kulluğunu itiraf etmiş, üzerindeki risâletimi bildirmiş ve kullarımı bana ibâdete çağırdığını ikrar etmiştin. Bunun için Allah Teâlâ «Beşikte iken de, yetişkin iken de, insanlarla konuşuyordun.» buyurmaktadır. Yani sen çocukken de büyükken de insanları Allah'a çağırıyordun. Konuşma kelimesi çağır­ma anlamındadır. Çünkü onun büyükken konuşması fevkalâde birşey değildir. «Hani sana; kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim.» Yâni yazmayı ve anlamayı öğretmiş, Mûsâ İbn İmrân'a indirilmiş olan Tevrat'ı belletmiştim. Hadîs-i şeriflerde Tevrat lafzı Hz. Musa'ya indi­rilmiş olan kitabdan daha geniş anlamlı olarak zikredilir,

«Hani sen; Benim iznimle çamurdan kuş gibi birşey yapıyordun da». Yani sen, Benim sana verdiğim izinle herhangi bir nesneye kuş şekli veriyor ve suretini canlandırıyordun da, o Benim iznimle «kuş olu­yordu. Yani Benim bu konuda sana verdiğim izinle senin yaptığın o şek­le, çizdiğin sureti üflüyordun da o, Allah'ın izni ve yaratması sayesinde canlı bir kuş oluveriyordu. «Hani sen; anadan doğma körü ve abraşı Benim iznimle iyi ediyordun.» Bu konuda Âl-i İmran sûresinde açıkla­ma yapıldığı için burada tekrarına gerek duymuyoruz.

«Hani; ölüleri Benim iznimle diriltiyordun.» Sen, onları çağırıyor­dun da; Allah'ın izni, kudreti, irâde ve meşiyyeti ile onlar kabirlerin­den kalkıyorlardı. Bu konuda İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Ebu Hüzeyl'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Meryem oğlu îsâ Aleyhis-selâm ölüleri diriltmek istediği zaman; iki rek'at namaz kılardı. İlk rek'atda Tebâreke Sûresini okurdu. İkinci rek'atta Secde Sûresini okur­du. Namazı bitirince; Allah'a medh ve senada bulunur, sonra şu yedi ismi ile duâ ederdi.: Ya Kadîm, ya Hafî, ya Dâim, ya Ferd, ya Vitr, ya Ahad, ya Samed. JSğer daha zor bir durumla karşılaşırsa, başka yedi isimle duâ ederdi. Bunlar : Ya Hayy, ya Kayyûm, ya Allah, ya Rahman, ya Zelcelâli ve'1-ikrâm, ya Nûr'es-semâvât'i ve'l-Ard Vema Beynahümâ ve Rabbi'1-Arş'il-Azîm, ya Rab. Bu rivayet cidden garîb bir rivayettir.

«Ve hani, îsrâil oğullarını senden çekmiştim, kendilerine apaçık âyetler getirdiğin zaman, içlerinden küfredenler; bu, apaçık bir büyü­dür, demişti.» Yani İsrail oğullarının elini senden çekmemdeki nime­timi de hatırla. Sen, onlara peygamberliğine ve Allah tarafından rasûl olarak gönderildiğine kesin delâlet eden hüccet ve burhanlarla geldiğin­de; onlar, seni yalanlamışlar ve büyücülükle itham etmişlerdi. Seni öl­dürmek ve asmak için çalışmışlardı. Ben, seni onlardan kurtarmıştım. Katıma yükseltmiştim. Onların pisliklerinden antmıştım. Serlerini ön­lemiştim. Bu ifâde de gösteriyor ki; Allah'ın Ha. îsâ'ya bildirdiği bu minnet ifâdesi, onun dünya göğüne yükseltilmesinden sonra olmuştur. Ya da bu minnet hali, kıyamet gününe kadar vâki' olmaktadır. Minnet ifâdesi mâzî sîgasıyla ifâde edilmiştir ki, bunun şüphesiz gerçekleşece­ğine delâlet etmektedir. Bu, Allah'ın gayblanna dâir sırlanndandır. Allah Rasûlü Muhammed Mustafâ'yı bu sırlara muttali kılmaktadır. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

«Hani Ben, Havarilere; Bana ve peygamberime îmân edin, diye vahyetmiştim.» Bu da aynı şekilde Allah Teâlâ'nın îsâ Aleyhisselâm'a bir minnetidir. Ona arkadaşlar ve yardımcılar halk etmiştir. Sonra de­nildi ki: Bu vahiyden maksad ühâm vahyidir. Çünkü Allah Teâlâ Ka-sas Sûresinde bu anlamda şöyle buyurur : «Musa'nın annesine de; onu emzir diye vahyettik.» (Kasas, 3). Bu korkusuzca yapılan bir ühâmî vahiydir. Keza Nahl Sûresinde bu anlamda şöyle buyurur: «Rabbın balansına; dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin, sonra her çeşit üründen ye, sonra da Rabbın'ın işlemen için gösterdiği yollardan yürü, diye vahyetti.» (Nahl, 68-69). Selef den bazıları bu âyet konusunda da aynı şeyi söylemişlerdir. Yani Allah Tealâ Havari­lere böyle ilham etmiş, onlar da kendilerine ilham edilen emre uymuş­lardır. Hasan el-Basri der ki: Ailah Azze ve Celle; Havarilere böyle em­retmiştir. Süddî ise der ki : Onların kalblerine bu duyguyu atıvermişti. Âyette şu mânânın kasdedilmiş olması da muhtemeldir: Hani senin vâsıtanla Havarilere vahyetmiştim de; sen onları Allah'a ve Rasûlüne îmâna davet etmiştin. Onlar da sana icabet edib bağlanmışlar ve em­rine uyarak «inandık, şâhid ol ki; biz müslümanlanz.» demişlerdi.43

112 — Hani Havariler: Ey Meryem oğlu îsâ; Rabbm bize gökten bir sofra indirebilir mi? demişlerdi de; O, eğer inanmışlarsanız Allah'tan korkun, demişti.

113 — Demişlerdi ki: İstiyoruz ki; ondan yiyelim, kalblerimiz yatışsın ve senin bize hakîkaten doğru söyle­diğini bilelim de biz de ona şâhidlerden olalım.

114 — Meryem oğlu İsa da: Allahım; Rabbımız, üs­tümüze gökten bir sofra indir ki; bizim hem öncekilerimiz, hem sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısm, diye dua etmişti.

115 — Allah buyurdu ki: Ben, onu şüphesiz indirece­ğim. Bundan sonra da artık içinizden her kim küfrederse; onu dünyalarda hiç kimseyi azâblandırmayacağım bir azâbla azâblandırırım.

Gökten Sofra İnmesi106

Gökten Sofra İnmesi

Bu âyet, Mâide kıssasını anlatmaktadır ki, bu sûre bu âyete nis-betle Mâide Sûresi adını almıştır. Bu Mâide hâdisesinde; Allah'ın kulu ve rasûlü îsâ Aleyhisselâm'a lütfettiği nimetlerinden birisidir. Hz. îsâ, üzerlerine bir sofra indirilmesi için duâ ettiğinde, Allah onun duasını kabul etmiş ve kesin bir hüccet, apaçık bir mucize, âyet ve delil olmak üzere onu kendisine indirmiştir.

Bazı imamlar derler ki; Mâide kıssası İndilerde zikredilmemiştir. Hıristiyanlar bu olaydan haberdâr değildirler. Yalnızca Müslümanlar olayı bilmektedir. Doğrusu, Allah en iyisini bilendir.

îsâ Aleyhisselâm'ın tabileri olan Havariler, «Ey Meryem Oğlu îsâ Rabbın bize gökten bir sofra indirebilir mi? demişlerdi.» Ekseriyet bu âyet-i kerîîme'yi şeklinde okumaktadır. Başkaları da şeklinde okumuşlardır. Yâni bu takdirde mânâ şöyle olur. Sen Rabbmdan bizim üzerimize gökten bir sofra indirmesini is­teyebilir misin?'

Mâide; ( üzerinde yemek bulunan sofradır. Bazılarının anlattığına göre; Havariler muhtâc ve fakr-ü zaruret içinde bulunduk­ları için, îsâ Peygamberden hergün üzerlerine bir sofra indirmesini ve bundan geçinerek güç kazanıp Allah'a ibâdet etmek istediklerini bil­dirmişler. Hz. îsâ ise onlara şöyle demiş; «Eğer inanmışlarsanız, Al-lah'dan korkun.» Yâni Hz. Mesîh onların bu isteklerine şöyle karşılık vermiş : Allah'dan korkun ve bunu istemeyin. Olur ki; bu sofra sizin için bir imtihan vâsıtası kılınır. Eğer inananlarsanız rızık konusunda Allah'a güvenip dayanın.» Onlar da demişlerdi ki: «İstiyoruz ki, ondan yiyelim.» Biz bu sofradan yemek ihtiyâcını duyuyoruz. Ve onun gökten bize bir rızık olarak indiğini görünce «Kalblerimiz yatışsın ve senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim.» Bunun Allah katından bir âyet olduğuna senin getirmiş olduğun gerçeğin doğruluğuna, peygamberli­ğine bir hüccet, bir delil olmak üzere onun inişini görelim.

«Meryem Oğlu îsâ da demişti ki: Allahım, Rabbımız; üstümüze gökten bir sofra indir ki; bizim hem öncekilerimiz hem de sonrakile­rimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olsun,» Süddî der ki: Biz, o günü tâzîm edilen ve bizden sonrakilerin saygı duyacağı bir bayram günü yapalım. Süfyân es-Sevrî ise der ki: O günde namaz kılalım, de­mek istemiştir. Katâde ise bu günün, sonradan gelenler için, bayram olmasını istediklerini belirtir. Selmân el-Fârisî ise bu âyete; bizim ve bizden sonrakiler için bir öğüt olsun, anlamını vermiştir. Bizden Önce­kilere ve bizden sonrakilere yetsin anlamının verildiği de zikredilir. Âyetten maksad; senin eşya üzerine kudretinin ve benim duama icabet edişine delil olmak üzere, bu sofra indirilsin. Böylece, benim senden alıp onlara tebliğ ettiğim hususta kendileri beni tasvîb etsinler. «Bizi rızık-landır.» Katından zahmetsiz, meşakkatsiz rahat bir rızık ver bize. «Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.»

«Allah buyurdu ki : Ben onu şüphesiz indireceğim. Bundan sonra da artık içinizden her kim küfrederse; onu dünyalarda hiç kimseyi azâblandırmayacağım bir azâbla azâblandırınm.» Senin ümmetinden ey îsâ, her kim bu nimeti yalanlar ve inâd ederse; sizin içinde yaşadığı­nız âlemlerden hiçbir kimseyi azâblandırmayacağım bir azâbla onu azâblandırınm. Bu ifâde, Allah Teâlâ'nm şu kavilleri gibidir : «Kıyamet günü de; ey Firavun hanedanı azabın en şiddetlisine girin.» (Gâfir, 46). ((Doğrusu münafıklar, cehennemin en alt katmdadırlar.» (Nisa, 145). İbn Cerîr Taberî, Avf el-A'râbî kanalıyla.,. Abdullah İbn Amr'dan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Kıyamet gününde insanların azâb bakı­mından en ağırına çarptırılmış olanları şu üç sınıftır: Münafıklar, sofra indirilip te inkâr etmiş olanlar ve Firavun hanedanı.44

Hz. İsa'nın Havarilerine İnen Sofra Konusunda Geçmişlerden Nakledilen Rivayetler:107

Hz. İsa'nın Havarilerine İnen Sofra Konusunda Geçmişlerden Nakledilen Rivayetler:

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Kasım... Akîl'den nakletti ki; Abdul­lah İbn Abbâs, Meryem oğlu İsa'dan söz ederken şöyle demiş : Hz. îsâ İsrâiloğullanna dedi ki: Siz otuz gün oruç tutar da sonra Allah'dan is­terseniz, Allah size istediğiniz şeyi verir. Çünkü iş yapanın ücreti iş yaptırana aittir. Onlar da böyle yaptılar. Sonra dediler ki: Ey hayır öğreticisi, sen bize; iş yapanın ücreti iş yaptırana âitttir dedin ve otuz gün oruç tutmamızı emrettin. Biz de böyle yaptık. Biz otuz gün kimin için çalışsak muhakkak o bize yemek verirdi. Sen, Rabbından bize gök­ten bir sofra indirmesi için dua edebilir misin? Hz. îsâ onlara dedi ki; Eğer inanmışlarsanız Allah'dan korkun. Onlar dediler ki : İstiyoruz ki; ondan yiyelim, kalblerimiz yatışsın ve senin bize hakîkaten doğru söy­lediğini bilelim de, biz de ona şâhidler olalım. Meryem oğlu îsâ da de­mişti ki: Allahım, Rabbımız, üstümüze gökten bir sofra indir ki; bizim hem öncekilerimiz, hem sonrakilerimiz için bir bayram ve senden bir âyet olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın. Allah buyurdu ki: Ben, onu şüphesiz indireceğim. Bundan sonra da artık içinizden her kim küfrederse; onu dünyalarda hiç kimseyi azâblandır-mayacağım bir azâbla azâbiandınrım. Abdullah İbn Abbâs demiş ki: Melekler gökten sofralarla inmeye başladılar. Her sofrada yedi .balık, yedi ekmek dilimi vardı. Sofraları onların önüne koydular. Öndekiler bu sofralardan yedikleri gibi, sondaki ..halk ta bundan yediler. Aynı rivayeti İbn Cerîr Taberî'ni'n yanı sıra İbn Ebu Hatim de... İbn Şihâb kanalıyla, Abdullah İbn Abbâs'dan nakleder.

îbn Ebu Hatim ayrıca der ki: Bize Sa'd İbn Abdullah... İbn Şi-hâb'dan nakletti ki; ona Abdullah İbn Abbâs şöyle haber vermiş : Ha-vârîler Meryem Oğlu îsâ'ya demişler ki: Allah'a duâ et de, bize gökten bir sofra indirsin. İbn Abbâs demiş ki: Bunun üzerine melekler sofra­larla indiler. Her sofrada yedi balık ve yedi dilim ekmek vardı. Halkın önündekiler ondan yedikleri gibi, sonundakiler de o sofradan yediler. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Ammâr İbn Yâsir'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Gökten inen sofrada et ve ekmek vardı. Hz. îsâ onlara ihanet etmemelerini ve ertesi güne bir şey sakla­mamalarını emretmişti. Onlar ihanet ettiler ve bir kısmını kaldırarak sakladılar. Bunun üzerine domuzlar ve maymunlar şekline döndürül^ düler. Aynı rivayeti îbn Cerîr, Hasan kanalıyla nakleder. Keza tbn Cerîr Taberî, İbn Beşşâr kanalıyla... Ammâr İbn Yâsir'den rivayet eder ki; o, şöyle demiş : Sofra indiğinde, üzerinde cennet meyveleri vardı. Hz. îsa, Havarilere ihanet etmemelerini hiçbir parçayı saklayıp kaldırma­malarını emretmişti. Ne var M, onlar ihanet ettiler, parçaları kaldırıp sakladılar, bunun üzerine Allah Tealâ onları domuzlar ve maymunlar şekline çevirdi.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize îbn el-Müsennâ... Benû Acel kabi­lesinden bir adamdan nakletti ki; o, şöyle demiş : Ammâr İbn Yasir'in yan tarafında namaz kıldım. Ammâr İbn Yâsir namazını bitirince, dedi ki: îsrâiloğullarının sofrasının nasıl olduğunu biliyor musun? Adam; hayır deyince; Ammâr, şöyle dedi : Onlar Meryem Oğlu İsa'dan üzerin­de yemek bulunan bir sofra indirmesini ve o sofradan yeyip acıkmama­larını istediler. Kendilerine denildi ki: Bu sofra size verilecektir, ancak ihanet etmeyeceksiniz, bir parça ayırmayacaksınız ve hiçbir şey kaldır­mayacaksınız. Şayet bunları yapacak olursanız; âlemlerden hiçbirine verilmeyen ceza size verilecektir. Ammâr İbn Yâsir dedi ki: Bir gün geçmeden onlar, sofradan parçalar bölerek kaldırıp gizlediler. Bunun üzerine âlemlerden hiçbirine verilmeyen azâb onlara verildi. Ey Arab kavmi; siz deve ve koyun arkasında koşan bir topluluktunuz. Allah, size kendi içinizden soyunu ve sopunu bildiğiniz bir peygamber gönderdi ve size arap olmayanlara hâkim olacağınızı haber verdi. Altın ve gümüş biriktirmenizi yasakladı. Allah'a yemîn ederim ki; siz, altın ve gümüşü biriktirmeye başladıktan sonra, bir gün ve gece geçmeden, Allah size elmı bir azâb verecektir.

İbn Cerîr Taberî der M: Bize Kasım... tshâk îbn Abdullah'dan nakletti ki; Hz. İsa'ya indirilmiş olan sofranın üzerinde yedi balık ve yedi dilim ekmek varmış. İstedikleri kadar ondan yerlermiş. Sonra bir kısmı bu sofradan bazı şeyleri çalmış. Çalarken de; ne olur ne olmaz, belki yarın inmez, dermiş. Bunun üzerine sofra kaldırılmış .

Avfî, İbn Abbâs'dan nakleder ki; Hz. îsâ'nm Havarilerine üzerinde ekmek ve balık olan bir sofra indirilmiş. Nereye gitseler o sofradan iste­dikleri kadar yemek yerlermiş. Hasîf de, îkrime ve Miksem kanalıyla, İbn Abbâs'dan nakleder ki; sofranın üzerinde balık ve ekmek dilimleri varmış. Mücâhid der ki: Bu sofra nereye konarlarsa, orada üzerlerine . iniyordu ve içinde yemek vardı. Sülemî der ki: Sofrada et ve balık vardı. Atiyye el-Avfî der ki: İçinde her tür yemek bulunan balık dolu bir sofraydı.

Vehb İbn Münebbih der ki: Allah gökten İsrâiloğullannın üzerine bir sofra indirdi. Her gün bu sofrayla beraber cennet meyveleri de indi­riliyordu. Onlar istedikleri gibi, bu çeşit çeşit meyvelerden yiyorlardı. Sofranın başına dörtbin kişi oturuyordu. Onlar yemeği yeyince, Allah Teâlâ onlar kadar bir başka topluluğu onların yerine gönderiyordu. Allah dileyinceye kadar böylece devam etti. Vehb İbn Münebbih der ki: Allah Teâlâ. onlara arpa ve balık indirmişti. Ve onlann arasına bereket yaymıştı. Bir topluluk geliyor yiyor ve gidiyordu. Sonra bir başka top­luluk geliyor, yiyor ve gidiyordu. Hepsi birlikte topluca karınlarını do­yuruyorlardı. A'meş, Müslim kanalıyla, Saîd İbn Cübeyr'den nakleder ka; Allah Teâlâ, bu sofrada etten başka herşeyi indirmişti. Süfyân es-Sevrî... Meysere'den nakleder ki; o, şöyle demiş: İsrâiloğullarmuı ara­sına sofra açıldığı zaman, etten başka önlerine hertürlü yiyecek geli­yordu. İkrime der ki: Bu sofradaki ekmek pirinçten idi. İbn Ebu Hatim de bu rivayeti nakleder.

îbn Ebu Hatim der ki : Bize Ca'fer İbn Ali yazılı olarak... Ebu Os­man en-Nehdî'den nakletti ki; Selmân el-Hayr şöyle demiş : Havariler Meryem Oğlu îsâd'an sofra istediler. Hz. îşâ bunu kötü karşıladı ve dedi ki: Allah'ın yeryüzünde size verdiği rızka kanâat getirin ve gök yüzünden sofra istemeyin. Çünkü, eğer gökyüzünden size bir sofra ine­cek olursa; bu, Rabbımz katından sizin için bir âyet olur. Semûd kavmi peygamberlerinden âyet istedikleri için helak olmuşlardır. Bu âyetle denenmişler ve bu da kendilerini felâkete sürüklemiştir. Ne var ki Ha-vârîler Hz. İsa'dan sofranın gelmesini istemeye devam ettiler ve «Kalb-lerimiz yatışsın ve senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim.» dediler. Hz. îsâ onlann sofra istemekte ısrarlı olduklarını görünce; ayağa kalktı ve üzerindeki yünlü elbiseyi atarak kara kıldan bir elbise giydi. Onun üstüne kıldan bir cübbe ve abâ giyindi, abdest aldı, gusül yaptı ve namazgahına girerek, Allah'ın dilediği bir süre namaz kıldı. Namazı bitirince kıyama durdu, kıbleye yöneldi ve iki ayağını aynı hi­zaya getirerek saf bağladı. Aşık. aşığa, parmak parmağa bitiştirdi. Sağ elini göğsünün üzerinde sol elinin üstüne koydu. Gözünü yumdu. Huşu ile başını eğdi. Sonra gözlerinden ağlayarak yaşlar indi. Gözyaşları iki yanağının üzerinden akıyor ve sakalının bir tarafından damlıyordu. Nihayet, onun bu huşu' dolu havasıyla gözünden inen yaşlar toprağı ıslattı. Gözyaşının toprağı ıslattığım görünce dedi ki: «Allahım, Rabbı-mız, üstümüze gökten bir sofra indir.» Bunun üzerine Allah Teâlâ iki bulutun arasından kırmızı bir sofra indirdi. Bir bulut sofranın üstünde, bir bulut altındaydı. Havariler gökyüzünden aşağı doğru düşüp in­mekte olan sofraya bakıyorlardı. Hz. îsâ da Allah Teâlâ'nm onlardan aldığı şartları yerine getirememelerinden endîşe ederek ağlıyordu. Çünkü Allah'ın koyduğu şarta göre; âyetin inmesinden sonra, kim onu İn­kâr ederse Allah onu âlemlerden hiç kimseyi azâblandırmayacağı biçim­de azâblandıracaktı. Hz. îsâ, yerinden Allah'a duâ ediyor ve; Allah'ım, onu rahmet kıl, Tanrım, onu azâb kılma, Tanrım, senden ne hârikalar istedim de bana verdin. Tannm, bizi sana şükredenlerden kıl. Tanrım, bu sofranın kızgınlık ve ceza olarak inmesinden sana sığınırım. Tan­rım, bunu selâmet kıl, afiyet kıl. Fitne ve intikam kılma.

Hz. îsâ böylece duâ eder dururken; sofra Hz. İsa'nın önüne gelip durdu. Havariler ve arkadaşları da onun etrafında duruyorlardı. Daha önce hiçbir benzerini duymadıkları tatlı kokular duymaya başladılar. Hz. îsâ ve Havarileri şükrederek Allah'ın beklenmedik biçimde kendile­rine rızık ihsan etmesinden dolayı secdeye kapandılar. Allah Teâlâ, ken­dilerine büyük bir ibretli hârika taşıyan muazzam bir mucize gönder­mişti. Yahudiler gelip sofrayı hârika bir biçimde görünce; kederlenip üzüldüler. Sonra şiddetle kin dolu olarak oradan ayrıldılar. Hz. îsâ, ha-vârîler ve îsâ'nın ashabı sofranın etrafına dizilip oturdular. Sofranın üstünün bir mendille örtülü olduğunu gördüler. Hz. îsâ dedi ki : İçiniz­den şu sofranın üzerindeki mendili açmaya en cesur olan, kendine en çok güvenen ve Rabbı katında en iyi imtihan edilmeye lâyık olan kimdir? İçinizdeki en cesur kişi bu mucizeyi açsın da görelim, Rabbımıza hamd edelim, ismini zikredelim ve bize verdiği rızıktan yiyelim. Havariler de­diler ki : Ey Allah'ın ruhu ve kelimesi, sen, bu konuda bizim en lâyıkı-mız ve sofranın üzerindeki örtüyü açmaya en çok yetkili olanımızsm. îsâ Aleyhisselâm kalktı, yeniden abdest aldı, sonra namazgahına girdi ve birçok rek'ât namaz kıldı, sonra uzun uzadıya ağladı ve Allah Teâ-lâ'dan sofrayı açmak için izin istedi. Sofranın kavmi için rızık ve be­reket kaynağı olmasını temenni etti., Sonra dönüp geldi, sofranın başı­na oturdu ve mendili aldı; rızık verenlerin en hayırlısı olan Allah adıyla, deyip sofranın üzerini açtı. Bir de ne görülsün; sofranın üzerinde piş­miş büyükçe bir balık vardı. Balığın üzerinde pullar ve kılçık yoktu. Üstünden yağ akıyordu. Çevresinde muhtelif şekilde baklagiller dizi­liydi. Sâdece pırasa yoktu. Baştarafında sirke vardı. Kuyruk tarafında tuz vardı. Baklaların çevresinde beş dilim ekmek vardı. Dilimlerden birinin üzerinde zeytin, diğerinin üzerinde meyve, öbürlerinin üzerinde de beş tane nar vardı.

Havarilerin reîsi olan Şem'ûn Hz. îsâ'ya dedi ki: Ey Allah'ın ruhu ve kelimesi; bu dünya yemeği mi, yoksa cennet yemeği mi? Hz. îsâ dedi ki : Şu an sizin gördüğünüz mucizeden ibret alma zamanıruzdır. Mes'e-leyi sorularla eşiştirip durmayın. Ben, bu mucize sebebiyle sizin cezaya çarptırılmanızdan çok korkarım. Şem'ûn dedi ki: İsrail'in tanrısı da kendisinden suâl sorulmasını istememişti, ey doğru sözlü kadının oğlu îsâ Aleyhisselâm dedi ki: Gördüğünüz yemeklerden hiçbirisi dünya ve cennet yemeği değil, sâdece Allah'ın gökyüzünde yüce ve ezici kudre­tiyle meydana getirdiği bir şeydir. Allah o şeye; ol, demiş ve o da, bir göz kırpma süresinden daha çabuk bir zaman dilimi içerisinde olu-. vermiştir. İstediğiniz şeyi, Allah'ın adıyla başlayarak yeyin, Rabbmıza hamd edin ki; size daha çok verip desteklesin. Çünkü O, eşsiz şeylerin yaratanı, Kadir ve Şâkir Tanndır.

Havariler dediler ki: Ey Allah'ın ruhu ve kelimesi; biz senin bu mucizedeki hârikayı bize göstermeni isteriz. Hz. îsâ dedi ki: Tesbîh ederim Allah'ı, siz görmüş olduğunuz şu mucize ile yetinmiyor musu­nuz ki; kalkıp başka mucizeler istiyorsunuz ?Sonra Hz. îsâ balığa uzan­dı ve dedi ki: Ey balık Allah'ın izniyle önce olduğun gibi tekrar diril. Allah Teâlâ, kudretiyle balığı diriltti. Balık Allah'ın izniyle ter ü taze yeni canlanmış gibi oynamaya başladı. Aslan gibi oynuyordu, gözleri etrafında dönüp dolaşıyordu.. Pullan tekrar üzerine geldi. Orada bulu­nanlar korkarak kaçıştılar. Hz. îsâ, kendilerine dedi ki: Ne oluyor size ki; hem mucizeyi istiyorsunuz ve Rabbmız size o mucizeyi gösterince de; bundan hoşlanmıyorsunuz? Yaptığınızdan dolayı sizin cezalandırıl­manızdan çok korkarım. Ey balık, Allah'ın izniyle eski haline dön, dedi. Balık Allah'ın izniyle ilkin olduğu gibi tekrar kızarmış hale donuverdi.

Havariler dediler ki: Ey Allah'ın ruhu; önce sen yemeye başla, son­ra biz yiyelim. Hz. îsâ dedi ki: Böyle bir şeyden Allah'a sığınırım. Kim o mucizeyi istemişse, yemeye başlar. Havariler ve îsâ'nın ashabı peyr gamberlerinin balığı yemekten imtina' ettiğini görünce; bu mucizenin inmesiyle Allah'ın gazabının gelmesinden ve balığın yenmesiyle intika­mının yağmasından korktular ve yemekten kaçındılar. Hz. îsâ bu duru­mu görünce; fakır ve güçsüzleri çağırıp, Rabbmızm nimetinden yeyin ve peygamberinizin davetine icabet edin, dedi. Allah'ın size indirmiş olduğu nimete hamd edin. Bu nimet sizin için, afiyet olsun. Cezası da sizden başkalarının üzerine olsun, dedi. Yerken Allah'ın adıyla başla­yın ve Allah'a hamd ederek bitirin, dedi. Onlar da böyle yaptılar. Erkek ve kadın olmak üzere her seferinde binüçyüz insan sofradan yiyordu. Herkes sofranın başından doymuş olarak kalkıyordu. Hz. îsâ ve Hava­riler sofranın gökten indirildiği zamandaki gibi durduğunu ve üzerin­den hiçbirşeyin eksilmediğini görüyorlardı. Yemek bittikten sonra göz­leri önünde sofranın göğe yükseltildiğini müşahede ediyorlardı. Sofra­dan yemiş olan her fakîr; zenginleşiyor, her düşkün, iyileşiyordu ve dünyadan göçünceye kadar zengin, sağlıklı kişiler haline geliyorlardı.

Havariler ve sofradan yememiş olan arkadaşları; pişman olmuşlar bu yüzden dudakları sulanmıştı. Ölünceye kadar bu yememenin has­reti içerisinde yanıp kaldılar. Vehb İbn Münebbih der ki; Sofra indiği zaman artık İsrâiloğullan heryerden koşarak, birbirine girerek zengin, fakîr, büyük küçük, sağlıklı hasta herkes; üst üste takınarak sofradan yemeye çalışıyordu. Bunun sıkışıklığa vesile olduğunu görünce sofra bir gün İfcer, bir gün inmez oldu. Kırk gün böylece devam etti. Sofra gün aşırı, kuşluk vakti iniyordu ve yeme devam ettiği sürece açık kalı­yordu. Yeme bitip de halk sofranın başından kalkınca; Allah'ın izniyle sofra gökyüzüne çekiliyordu. Onlar, gözleriyle sofranın gölgesinin kay­bolduğunu izliyorlardı.

Vehb îbn Münebbih der ki: Allah Teâlâ; nebisi îsâ Aleyhisselâm'a şöyle vahyetti: Benim sofra ile indirmiş olduğum rızkımı yetimlere, fa­kirlere, düşkünlere yedir. Halktan zengin olanlara yedirme. Hz. îsâ böy­le yapınca; zenginler kuşkulandılar ve sunardılar. Neticede hem ken­dileri, hem de halk arasında sofrayla ilgili kuşkular yaydılar. Bu ko­nuda çirkin ve kötü şeyler fısıldaştılar. Şeytân, İstediğini bulmuş olarak o kuşkucuların kalblerine vesvese oklarını fırlattı. Neticede Hz. îsâ'ya gelip bize sofradan haber ver; bunun gökten indirildiği doğru mu, yan­lış mı? Çünkü içimizden birçok kişi bunun gökten indiğinden şüphele­niyor, dediler. Hz. îsâ dedi ki: Mesih'in tanrısı adına and içerim ki; siz helak oldunuz. Peygamberinizden sofra istediniz. Peygamberinizin Habbmızdan size sofra istemesini dilediniz. O, istediğinizi yapıp Rabbı da rahmet eseri olarak sizin üzerinize sofrayı indirerek ibret dolu mu­cizelerini size gösterince; onu yalanladınız ve bu konuda şüpheye düş­tünüz. Size, azabı müjdelerim. Allah'ın merhamet etmesi hali müstesna, başınıza azâb inecektir, dedi. Allah Teâlâ; Hz. îsâ'ya şöyle vahyetti: Ben, koştuğum şartı yalanlayanları yakalayacağım ve indirildikten son­ra sofrayı inkâr etmiş olanları, bundan Önce âlemlerden hiçbirine yap­madığım bir azâbla azâblandıracağım, dedi. Vehb îbn Münebbih der ki: Kuşkucular akşam olunca, eşleriyle birlikte emin ve rahat biçimde ya­taklarına girdiler ve gece yarısına doğru Allah Teâlâ onları domuzlar şekline döndürdü ve helalarda pislikler eşeleyerek gezinmeye başladılar.

Bu rivayet, gerçekten garîb bir rivayettir. İbn Ebu Hatim bu kıs­sayı muhtelif yerlerinden parçalamıştır. Ben, kıssanın seyri tâm ve mükemmel olsun diye, birleştirdim. Allah Sübhânehu ve Teâlâ en iyisini bilendir.

Bütün bu haberler; Meryem Oğlu îsâ zamanında Allah'ın Hz. îsâ'-nm duasını kabul etmesi neticesi îsrâilöğullarma sofranın indirilmiş olduğunu göstermektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in ifâdelerinin zahi­rinden de bu husus açığa çıkmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ, «Ben onu şüphesiz indireceğim.» buyurmaktadır.

Bazıları da; sofranın indirilmemiş olduğunu söylerler. Bunu Leys İbn Ebu Süleym, Mücâhid'den nakleder ve der ki: Bu, bir örnek olarak anlatılmıştır, hiçbir sofra indirilmemiştir. Bu rivayeti İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr Taberî de naklederler. Sonra İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Haris... Mücâhid'den nakletti M; o, şöyle demiş: Üzerinde yemek bu­lunan sofranın indirilmesini inkâr ettikleri takdirde azaba çarptırıla­cakları söylenince; istemekten vazgeçtiler. Yine İbn Cerîr der ki: Bana İbn el Müsennâ'nm... Hasan'dan naklettiğine göre; o, sofranın indiril­memiş olduğunu söylemiştir. Keza Bişr... Katâde'den nakleder ki; Ha­san şöyle demiştir : İsrâiloğullarına «Bundan sonra da artık içinizden her kim küfrederse; onu dünyalarda hiç kimseyi azâblandırmayaeağım bir azâbla azâblandırınm.» denilince, onlar; bunu istemiyoruz, dediler de sofra indirilmedi. Mücâhid ve Hasan'dan nakledilen bu rivayetlerin isnâdları sahihtir. Keza sofra konusunun Hıristiyanların kitablarmda yer almaması ve onların böyle bir vak'ayı bilmemeleri de bu haberi desteklemektedir. Şayet sofra indirilmiş olsaydı, Hıristiyanlar pek çok şekilde onu naklederlerdi. Keza onların kitablarında mütevâtir olarak yer alırdı. En azından birkaç rivayet bulunurdu. Allah en iyisini bilendir.

Fakat Cumhûr-u Ulemâ; sofranın indirilmiş olduğu kanâatini serd ederler. İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih eder ve der ki : Allah Teâlâ, «Ben onu şüphesiz indireceğim. Bundan sonra da artık içinizden her kim küfrederse; onu dünyalarda hiç kimseyi azâblandırmayaeağım bir azâbla azâblandırırım.» buyurmakta ve indirileceğini haber vermek­tedir. Allah'ın vaadi de azabı da haktır ve doğrudur. Bu görüş, —Allah en iyisini bilir ya— en doğru görüştür. Geçmişlerden nakledilen haber ve eserler de buna delâlet etmektedir. Tarihçiler naklederler ki; Ümeyye oğullarının Mağrib diyarının fütûhâtıyla görevlendirdikleri Mûsâ İbn Nusayr, Mağrib'de bu sofranın inci ve mücevherlerle süslü olarak bu­lunduğunu görmüş ve mü'minlerin emîri Velîd İbn Abdülmelik'e haber göndererek; bunu Şam'a getirmek istediğini bildirmiş. Ancak Mûsâ İbn Nusayr yolda iken Velîd vefat etmiş. O da sofrayı Velîd'in kardeşi ve on­dan sonra halîfe olan Süleyman İbn Abdülmelik'e sunmuş. Halk onu görünce, üzerindeki nefîs yâkût ve mücevherlerden dolayı hayret içer­sinde kalmışlar. Denilir ki : Bu sofra Dâvûd Aleyhisselâm'm oğlu Sü­leyman Aleyhisselam'a âit imiş. Allah en iyisini bilendir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdurrahmân... Abdullah İbn Abbâs'-dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Kureyş'liler Hz. Peygamber'e dediler ki: Rabbına duâ et de bize Safa tepesini altın yapsın, sana inanalım. Hz. Peygamber, inanır mısınız? deyince, onlar; evet, demişler. İbn Abbâs der ki: Hz. Peygamber duâ etti, bunun üzerine Cebrail geldi ve dedi ki: Rabbımn sana selâmı var ve der ki: İsterse onlar için Safa tepesi altın olur, ama içlerinden her kim bundan sonra da küfrederse; onu âlemlerden hiç bir kimseyi azâblandırmadığım biçimde azâblandınnm. îstersen onlar için tevbe ve rahmet kapılarını açarım. Hz. Peygamber; evet, tevbe ve rahmet kapılarını isterim, dedi. Sonra İmâm Ahmed İbn Hanbel, İbn Merdûyeh ve Hâkim el-Müstedrek isimli eserinde Süfyân es-Sevrî'den bu rivayeti naklederler.45

116 — Allah buyurmuştu ki: Ey Meryem oğlu îsâ; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edinin, dedin? Demişti ki: Tenzih ederim Seni, hak olma­yan bir sözü söylemek bana yaraşmaz. Eğer ben, onu söy-lemişsem; Sen onu elbette bilirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben Senin zâtında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en iyi bilen Sensin, Sen.

117 — Ben; onlara Senin bana buyurduğundan baş­kasını söylemedim. Rabbım ve Rabbınız olan Allah'a kul­luk edin, dedim. Ben, aralarında bulunduğum sürece üzerlerine şâhid idim. Beni öldürdüğünde onların mura­kıbı Sensin. Sen her şeye şâhidsin.

118 — Eğer onlara azâb edersen; şüphesiz onlar Se­nin kullarındır. Şayet bağışlarsan; muhakkak ki Sensin Sen Azîz, Hakîm.

Bu ifâde de keza Allah'ın kulu ve rasûlü Meryem Oğlu îsâ Aley-hisselâm'a yönelttiği hitâblarından birisidir. Allah Teâlâ; kıyamet günü kendisini ve annesini Allah'dan başka iki ilâh edinenlerin huzurunda Meryem Oğlu îsâ'ya şöyle diyecektir : «Ey Meryem Oğlu îsâ; sen mi in­sanlara, beni ve annemi Allah'dan başka iki ilâh edinin, dedin?» Bu ifâde şâhidlerin huzurunda hıristiyanlara yöneltilmiş bir tehdîd, korku ve uyandır. Katâde ve diğerleri böyle demişlerdir. Katâde bunun tehdîd ifâdesi olduğuna; Allah Teâlâ'nın : «Bugün doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür» kavlini delil göstermektedir. Süddî de der ki: Bu hitâb ve cevâbı dünyadadır. İbn Cerîr bunun daha doğru olduğunu söyler ve bu ifâdenin Allah Teâlâ'nın Hz. îsâ'yı dünya göğüne çıkardığı zaman, söylediğini belirtir. İbn Cerîr iki bakmadan buna delil getirir. Birincisi ifâdenin mâzî lafzıyla .kullanılmış olduğunu, diğerinin de «Eğer onlara azâb edersen... Şayet bağışlarsan...» kavli olduğunu söy­ler ki, bu iki delil üzerinde durulması gerekir. Çünkü kıyamet günüyle ilgili pekçok konu mâzî sîgasıyla anlatılmıştır ki, olayın vâki' ve sabit olduğu gösterilsin. Halbuki İsa'nın «Eğer onlara azâb edersen...» kavli, bu meşiyyeti Allah'a havale edip kendisini onlardan uzak tutmak için söylenmiş bir sözdür. Bu ifâdenin şarta bağlanması; vuku bulmasını gerektirmez. Çünkü benzeri birçok âyet böyledir. Katâde ve diğerlerinin söylediği daha açıktır. Allah en iyisini bilendir.

Öyle sanıyoruz ki; bu olay, kıyamet günü olacaktır. Ve kıyamet gününde şâhidlerin huzurunda hıristiyanlar tehdîd edilip uyanlacaK-lardır. Bu konuda merfû' bir hadîs de rivayet edilir. Hafız İbn Asâkîr, Ömer İbn Abdülazîz'in kölesi Ebu Abdullah'ın hayat hikâyesinde bu olayı nakleder. Ebu Abdullah sika (güvenilir) bir râvîdir. Der ki: Ben, Ebu Bürde'nin babası kanalıyla Ömer İbn Abdülazîz'e Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin şöyle dediğini anlatırken işittim : Rasûlullah (s.a.) buyur­muş ki: Kıyamet günü olduğunda; peygamberler ve ümmetleri çağırı­lırlar. Sonra îsâ Aleyhisselâm çağırılır ve Allah Teâlâ, Hz. İsa'nın üze­rindeki nimetlerini hatırlatır. Hz. îsâ bu nimetleri ikrar eder. Allah Teâlâ buyurur ki : «Ey Meryem Oğlu îsâ; sana ve annene olan nime­timi hatırla...» Sonra şöyle buyurur : «Ey Meryem oğlu îsâ; sen mi in-sanlaja beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edinin dedin?» Hz. îsâ pöyle demiş olabileceğini reddeder. Bunun üzerine hıristiyanlar ge­tirilir ve suâle çekilirler. Onlar derler ki: Evet, îsâ bize böyle yapma­mızı emretti. Bunun üzerine Hz. İsa'nın saçı uzar. Meleklerden her birisi Hz. İsa'nın başından ve bedeninden bir saç alır. Allah Azze ve Celle on­ları bin yıl miktannca huzurunda diz çöktürür ve aleyhlerindeki hüc­cetleri kaldırır. Onların karşısına haçı diker ve hepsini birlikte cehen­neme sürükler. Bu hadîs te azîz ve garîb bir hadîstir.

«Tenzih ederim Seni, hak olmayan bir sözü söylemek bana yaraş­maz.» Bu ifâde, verilen mükemmel cevâbtaki edep tavrına uygun düşmektedir. Nitekim İbn Ebu Hatim şöyle der : Bana babam... Ebu Hü-reyre'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Allah Teâlâ Hz. îsâ'ya hüccetini açıklama gücü verdi. Nitekim âyet-i kerîme'de «Ey teryem Oğlu îsâ; sen mi insanlara, beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edinin, de­din?» kavli ile sorduğu soruya yine Allah Teâlâ şöyle buyurarak cevâb vermesini sağlamıştır. «Tenzih ederim Seni, hak olmayan bir sözü söy­lemek bana yaraşmaz.» Ebu Hüreyre bunu Hz. Peygamberden rivayet eder. Sevrî de Ma'mer kanalıyla Tâvûs'tan aynı rivayeti nakleder.

«Eğer ben, onu söylemişsem; Sen onu elbette bilirsin.» Yani eğer benden böyle bir şey sâdır olmuşsa; Ey Rab Sen onu muhakkak bilir­sin. Çünkü benim ister içimden geçsin, ister dilimle söylemiş olayım, Sana gizli ve saklı hiçbir yanım yoktur. «Sen benim içimde olanı bi­lirsin, ama ben Senin zâtında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en iyi bilen Sensin Sen.»

«Ben onlara; Senin bana buyurduğundan başkasını söylemedim. Rabbım ve Rabbımız olan Allah'a kulluk edin, dedim.» Ben onlara, ancak Senin beni kendilerine peygamber olarak gönderdiğini ve tebliğ etmemi emrettiğin şeyleri söyledim. Ve onlara sâdece «Rabbım ve Rab-bınız olan Allah'a kulluk edin.» dedim. «Ben aralarında bulunduğum sürece, üzerlerine şâhid idim.» Ben aralarında bulunduğum sürece yap­tıkları şeylere şâhid olmuştum. «Beni öldürdüğünde, onların murakıbı Sensin. Sen herşeye şâhidsin.» Ebu Dâvûd et-Tayâlisî der ki : Bize Şu'be anlattı ve dedi ki: Ben ve Süfyân es-Sevrî, Muğire fbn Numân'a gittik. O sırada Nu'mân, Süfyân es-Sevrî'ye not ettirdi. Süfyân onun yanından kalkınca, ben de kendisinden yazdım. Muğire, Saîd İbn Cübeyr'in Ab­dullah îbn Abbâs'dan naklettiği şu hadîsi kendisinden işittiğini bize anlattı: Abdullah İbn Abbâs demiş ki: Bir gün Rasûlullah (s.a.) bize bir öğüt verdi ve dedi ki: Ey insanlar; siz Allah Azze ve Celle'nin huzu­runa çıplak, başı ve ayağı açık olarak çıkarılacaksınız. Çünkü (dik ya­rattığımız gibi, sizi döndürürüz» buyurulmuştur. Mahlûkât arasında ilk giydirilen İbrahim Aleyhisselâm olacaktır. Dikkat edin, ümmetimden bazı kişiler oraya getirilir ve sol tarafa alınırlar. Ben derim ki: Onlar benim arkadaşlanmdır. Denilir ki: Sen onların senden son­ra ne' uydurduklarını bilmezsin. Bunun üzerine ben sâlih kulun de­diği gibi derim. «Ben aralarında bulunduğum sürece, üzerlerine şâhid idim. Beni öldürdüğünde onların murakıbı Sensin. Sen herşe­ye şâhidsin. Eğer onlara azâb edersen; şüphesiz onlar Senin kullarındır. Eğer bağışlarsan, muhakkak ki Sensin Sen Azız, Hakim.» Denilir ki: Bunlar, sen aralarından ayrıldıktan sonra, topuklarının üstünden ge­risin geriye dönüverdiler. Buhârî bu hadîsi bu âyetin tefsirinde Velîd kanalıyla... Muğîre îbn Nu'mân'dan nakleder.

«Eğer onlara azâb edersen; şüphesiz onlar Senin kullarındır. Şayet bağışlarsan; muhakkak ki Sensin Sen, Azîz, Hakîm,» Bu ifâde; meşiy-yeti Allah Azze ve Celle'ye vermeyi telmih etmektedir. İstediğini yapan, O'dur. Yaptığından sorumlu olmayan O'dur. Kullar ise sorumludurlar. Keza bu ifâde; Allah'ı ve Rasûlünü yalanlayıp, Allah'a eşler, benzerler ve çocuklar isnâd eden hıristiyanlardan da uzaklaşmayı ihtiva etmek­tedir. Allah Teâlâ onların söylediklerinden münezzeh, yüce ve büyük­tür. Bu âyetin çok büyük bir yeri ve gerçek saçan bir haberi vardır. Hadîste vârid olduğuna göre Rasûlullah (s.a.) bir gece sabaha kadar bu âyeti tekrarlamıştır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Fudayl... Ebu Zer'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Hz. Peygamber bir gece namaza durdu ve bir âyet okudu. Sabaha kadar o âyeti okuyarak rükûa ve secdeye vardı. O âyet «Eğer onlara azâb edersen; şüphesiz onlar Senin kullarındır. Şayet bağışlarsan; muhakkak ki, Sensin Sen Aziz, Hakîm.» âyetidir. Sabah olunca dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, sabaha kadar rükû' ve sec­deye vararak bu âyeti okudun. Bunun hikmeti nedir? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki : Ben, ftabbım Azze ve Celle'ye ümmetim için şefaat temen­nisinde bulundum o da bana bunu verdi. Allah'a şirk koşmayanlar, inşâattan şefâatıma nail olacaklardır. Bu hadîsin bir başka, ifâde ile bir başka tarîkten rivayeti de şöyledir : Ahmed İbn Haribel der ki: Bize Yahya... Cesre Bint Dücâce'den nakletti ki; o, umreye gitmiş. Rebeze'ye vardığında, Hz. Ebu Zer'in şöyle dediğini duymuş: Bir gece Rasûlullah (s.a.) yatsı namazına durdu. Arkasından cemaatta beraber namaza durdu. Sonra arkadaşlarından bir kısmı geri kalarak namaz kılmaya başladılar. Hz, Peygamber onların kıyamım ve geri kalmala­rını görünce; bineğine döndü. Halkın mescidi terkettiğini görünce; tek­rar yerine dönüp namaz kıldı. Ben de geldim, arkasında oturdum. O, bana sağına gelmemi işaret etti. Ben de sağında namaza durdum. Sonra Abdullah tbn Mes'ûd geldi, benim arkamda ve Rasûlullah'm arkasında namaza durdu. Hz. Peygamber onun soluna gelmesini işaret etti, o da soluna gelip namaza durdu. Biz üçümüz ayrı ayrı namaz kılmaya baş­ladık. Her birimiz Allah'ın dilediğince Kur'an'dan âyet okuyorduk. Hz. Peygamber, sabah namazını kılmcaya kadar Kur'an'dan bir âyeti tek­rarlayarak namaz kıldı. Sabah olunca ben Abdullah İbn Mes'ûd'a işaret ederek; dün gece olan şeyden maksadının ne olduğunu sormasını söy­ledim. Abdullah İbn Mes'ûd eliyle; Rasûlullah bana anlatmadıkça ben kendisine birşey soramam, dedi. Bunun üzerine ben; anam babam sana kurbân olsun, yanında bunca Kur'an bulunmasına rağmen Kur'an'dan bir âyetle sabaha kadar namaz kıldın, dedim. Arkadaşlarımızdan biri böyle yapmış olsaydı, biz bunu onun aleyhinde kabul ederdik, dedim.

Hz. Peygamber buyurdu ki: Ben ümmetim için dua ettim. Bunun üze­rine ben; sana nasıl cevâb verildi? dedim veya sana nasıl karşılık ve­rildi? dedim. Hz. Peygamber buyurdu ki: Bana öyle bir cevâb verildi ki ümmetimden pekçok kişi bundan haberdâr olsaydı, namazı terk eder­lerdi. Ben, halka müjde vereyim mi? dedim. Hz. Peygamber; evet, dedi. Ben; çabucak bir taş atımı mesafeye koştum. Hz. Ömer dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, halka bu haberi verecek olursan ibâdetten uzak du­rurlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, geri dönmem için seslendi, ben de döndüm. Bu âyet işte «Eğer onlara azâb edersen; şüphesiz onlar Senin kullarındır. Şayet bağışlarsan; muhakkak ki Sensin Sen Azîz, Hakim.» âyetidir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Yûnus îbn Abd'ül-A'lâ... Abdullah İbn Amr İbn Âs'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) Hz. îsâ'nm söylemiş ol­duğu «Eğer onlara azâb edersen; şüphesiz onlar Senin kullarındır. Şayet bağışlarsan; muhakkak ki Sensin Sen, Azîz, Hakim.» kavlini okudu. Sonra iki elini kaldırdı; Allah'ım ümmetim, dedi ve ağladı. Allah.Teâlâ buyurdu ki: Ey Cibril; Muhammed'e git, —Rabbın ne demek istediğini bilir ya— kendisine sor neden ağlıyor? Cebrâîl Hz. Peygamber'e gele­rek; neden ağladığını sordu. Rasûlullah (s.a.) söylediğini haber verince Allah Azze ve Celle buyurdu ki: Git, Muhammed'e de ki: Biz ümmeti konusunda onu hoşnûd edeceğiz ve kötü durumda bırakmayacağız.

İmâm Ahımed İbn Hanbel der ki: Bize Hasan... Saîd İbnMüseyyeb' den nakletti ki; ben Huzeyfe İbn Yemmân'ın şöyle dediğini duydum demiş : Bir gün Rasûlullah (s.a.) bizden kayboldu ve hiç yanımıza çık­madı. Biz bir daha çıkmayacağını sandık. Yanımıza ç'ıktığmda öyle bir secdeye kapandı ki; ruhunun kabzedildiğini sandık. Başını kaldırınca dedi ki: Doğrusu Rabbım Azze ve Celle ümmetime ne yapacağı konu­sunda benimle istişare etti. Ben de dedim ki: Ey Rabbım; ne istersen. Onlar senin yaratığın ve kulların. Sonra Rabbim benimle ikinci kez is­tişare etti. Ben de aynı şekilde cevâb verdim. Bunun üzerine buyurdu ki: Ey Muhammed; ümmetin konusunda seni mahcûb etmeyeceğim. Ve bana şu müjdeyi verdi : Ümmetinden ilkin yetmiş bin kişi cennete gire­cektir. Her bin kişiyle beraber yetmişbin kişi daha hesâbsız olarak cen­nete girecektir. Sonra bana elçisini göndererek buyurdu ki: Duâ et, kar­şılık verilsin, iste ihsan edilsin. Ben.; elçisine dedim ki; Rabbım iste­diğim herşeyi bana verecek mi? Elçi dedi ki: Sırf sana "istediğini vermek üzere beni gönderdi. Doğrusu, Rabbım bana herşeyi vermiştir. Bunda övünç yoktur. Gelmiş geçmiş günâhlarımı bağışlamıştır. Ben canlı ve sağlıklı olarak gezinirim. Ümmetimin aç kalmamasını ve mağlûb olma­masını lütfetmiştir. Bana Kevser'i' vermiştir. O, cennette benim havzi-ma akan bir nehirdir. Bana şeref ve zafer vermiştir. Korku benim ümmetimden bir aylık mesafeden gider. Bana peygamberlerin ilki olarak cennete girmeyi lütfetmiştir. Bana ve ümmetime ganimeti halal kıl­mıştır. Bizden öncekilere şiddetli davramlan birçok konulan bize nor­mal kılmıştır. Dinde bizim için zorluk koymamıştır.46

119 — Allah buyurdu ki: Bu, doğru söyleyenlerin doğruluklarının fayda verdiği gündür. Onlara altından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler var­dır. Allah, onlardan hoşnûd olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnûd olmuşlardır. Büyük kurtuluş işte budur.

120 — Göklerin, yerin ve onlardaki her şeyin mülkü Allah'ındır. Ve O, her şeye Kadîr'dir.

Sâdıkların Sadâkati112

Sâdıkların Sadâkati

Allah Teâlâ; kulu ve rasûlü Meryem Oğlu îsâ'yı münkir ve mülhid hıristiyanlardan uzaklaştırdıktan, Allah'ı ve Rasûlünü yalanlayanlar­dan berî ettikten ve bütün irâdeyi Allah Azze ve Celle'ye havale ettik­ten sonra cevâb vererek şöyle buyuruyor : «Bu; doğru söyleyenlerin doğ­ruluklarının fayda verdiği gündür.» Dahhâk İbn Abbâs'dan nakleder ki; bu ifâde, tevhîd ehline tevhidin fayda verdiği gündür, manasınadır.

«Onlara altından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennet­ler vardır.» Orada sürekli kalırlar. Değişikliğe uğramazlar ve yok edil­mezler. «Allah onlardan hoşnûd olmuştur, onlar da Allah'ta'n hoşnûd olmuşlardır.» Allah Teâlâ'nm bir başka âyette buyurduğu gibi, «Allah'ın hoşnûdluğu ise daha büyüktür.» (Tevbe, 72). Bu âyetle ilgili hadîs ileride gelecektir.

İbn Ebu Hatim burada şöyle bir hadîs nakleder: Bize Ebu Saîd... Enes îbn Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Son­ra Hak Teâlâ onlara tecellî ederek buyurur ki: Benden isteyin, benden isteyin ki size vereyim. Rasûlullah buyurmuş ki : Onlar Allah'ın hoş-nûdluğunu isterler. Allah Teâlâ da şöyle der : Benim hoşnûdluğum sizi kendi evime yerleştirmiş, kerametime nail kılmıştır. Benden isteyin ki vereyim. Onlar, Allah'ın hoşnûdluğunu isterler. Allah kendilerinden hoşnûd olduğu hususunda yine kendilerini şâhid tutar.

«Büyük kurtuluş işte budur.» Daha büyüğü olmayan kurtuluş işte budur. Allah Teâlâ'nın şu buyurduğu gibi: «İşte çalışanlar bu gibi şey­ler için çalışsınlar.» (Sâffât, 61) ve «Yarışanlar bunun için yarışsınlar.» (Mutaffifîn, 26).

«Göklerin, yerin ve onlardaki herşeyin mülkü Allah'ındır. Ve O, herşeye Kadîr'dir.» O bütün eşyanın yaratanı, sahibi, kadiri ve muta­sarrıfıdır. Herşey O'nun mülküdür. O'nun saltanatı altındadır, kudret ve irâdesine göre cereyan eder. O'nun benzeri, dengi, eşi yoktur. Anası, çocuğu, arkadaşı yoktur. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan artık Rab yoktur. İbn Vehb der ki: Ben Huyeyy İbn Abdullah'ın... Ebu Abdur-rahmân'dan şöyle naklettiğini işittim : Abdullah İbn Amr dedi ki; son indirilen sûre Mâide süresidir.47