Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Mü'minun
Gerçek Mü'minler2
Gerçek Mü'minler
İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk... Ömer İbn Hattâb'dan rivayet etti ki o, şöyle diyor : Allah Rasûlü (s.a.) ne vahiy nazil olduğu zaman onun yüzünün çevresinde arı vızıltısı gibi bir ses işitiliyordu. Bir süre sonra kıbleye döndü, ellerini kaldırdı ve : Ey Allah'ım, bize artır, eksiltme. Bize ikram buyur, bizi hakîr kılma. Bize ver, bizi mahrum etme. Bizi tercih et, başkalarını bize tercih buyurma. Bizden hoş-nûd ol ve bizi hoşnûd eyle, buyurdu, sonra : Bana on âyet nazil oldu ki, kim onları yerine getirirse; cennete girer, buyurdu ve on âyeti bitirinceye kadar : «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır.» âyetlerini okudu. Hadîsi Tirmizî Tefsir bölümünde, Neseî de es-Salât bölümünde Abdürrezzâk kanalıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî: Hadîs mün-kerdir. Yûnus İbn Süleym'den başkasının rivayet ettiğini bilmiyoruz. Yûnus'u ise tanımıyoruz, demiştir. Neseî Sünen'inde der ki: Bize Ku-teybe İbn Saîd... Yezîd İbn Bâbenûs'dan rivayet etti ki o, şöyle anlatmış : Hz. Âişe'ye : Ey mü'minlerin annesi, Allah Rasûlü (s.a.) nün ah-lâteı nasıl idi? diye sorduk da : Allah Rasûlü (s.a.) nün ahlâkı Kur'ân idi, deyip : «Ki onlar namazlarını korurlar.» âyetine ulaşıncaya kadar : «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır...» âyetlerini okudu ve : İşte Allah Rasûlü (s.a.) nün ahlâkı böyleydi, dedi. Kâ'b el-Ahtoâr, Mücâ-hid, Ebu Aliye ve başkalarından rivayete göre Allah Teâlâ Adn cennetini yaratıp onu eliyle diktiğinde ona bakmış ve : Konuş, buyurmuş. Adn cenneti de : «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır.» demiş. Kâ'b el-Ahbâr: Allah Teâlâ'nın onlar için hazırlamış olduğu şereften dolayı, diye ekler. Ebu Aliye : Allah Teâlâ bunu Kitâib'mda inzal buyurdu, der. Bu, Ebu Saîd el-Hudrî'den merfû' olarak şöyle rivayet ediliyor : Ebu Bekr el-Bezzâr, Muhammed İbn Müsennâ kanalıyla... Ebu Saîd'den rivayet etti ki o, şöyle demiştir : Allah Teâlâ cenneti altun ve gümüş kerpiçten yaratıp onu dikti, ona; konuş, buyurdu. Cennet: «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır.» dedi. Melekler ona girdiler ve: Ey kralların yurdu, müjdeler olsun sana, dediler. Yine Ebu Bekr el-Bezzâr'ın Bişr fbn Adem kanalıyla... Ebu Saîd'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde şöyle buyurmuş: Allah Teâlâ cenneti altun ve gümüş kerpiçten, sıvasını miskten yarattı. —Ebu Bekr der ki: Bu hadîsin başka bir yerdeki rivayetinde şöyle gördüm:— Cennetin duvarı altun ve gümüş kerpiçtir. Sıvası da misktir. Allah Teâlâ ona; konuş, buyurdu da : Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır, dedi. Melekler: Ey krallann yurdu, müjdeler olsun sana, dediler. Daha sonra Bezzâr der ki: Adiyy îlbn Fadl dışında kimsenin hadîsi merfû' olarak rivayetini bilmiyoruz. O ise hafız değildir, çok önceleri ölmüş bir hadîs şeyhidir. Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Ahmed îbn Ali... İbn Abbas'tan rivayet eder ki Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ Adn cennetini yarattığında, orada hiç ibir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve beşerden hiç kimsenin hatırına gelmeyecek şeyler yarattı. Sonra ona; konuş, buyurdu da Adn cenneti : «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır,» dedi. Hadîsin isnadında bulunan Bakıyye Hicâz'lılardan olup zayıftır. Yine Taberânî der ki: Bize Muhammed İbn Osman İbn Ebu Şeybe... İbn Abbâs'tan rivayet etti ki —îbn Aibbâs hadîsi mertfû* olarak rivayet ediyor— Allah Teâlâ Adn cennetini eliyle yaratmış, oraya meyvelerini sarkıtıp orada nehirler akıttıktan sonra ona bakmış ve : aMü'minler gerçekten felah bulmuşlardır.» demiş ve şöyle buyurmuş : İzzetim, hakkı için senin içdn-de hiç bir cimri bana komşu olmayacaktır. Ebu Bekr İbn Ebu Dünyâ der ki: Bize Muhammed İbn Müsennâ el-Bezzâr... Enes (r.a.) den rivayet etti ki, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş : Allah Teâlâ Adn cennetini eliyle beyaz inci, kırmızı yakut ve yeşil zeberced kerpiçlerinden yarattı. Sıvası misk, çakılları inci, otları za'ferân idi. Sonra ona; konuş, buyurdu da o: «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır.» dedi. Allah Teâlâ da: İzzetim ve celâlim hakkı için sende hiç bir cimri bana komşu olmayacaktır, buyurdu. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) : «Her kim ki, nefsinin tamahkârlığından korunabilmişse; işte onlar, felaha erenlerin ta kendileridir.» (Haşr, 9) âyetini tilâvet buyurmuştur.
Allah Teâlâ: «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır.» buyurur ki, bu sıfatlarla nitelenmiş olan inanmış kimseler gerçekten kazanmışlar, mutlu olmuşlar ve kurtuluşu elde etmişlerdir.
«Ki onlar; namazlarında huşu' içindedirler.» âyeti hakkında îbn Aibbâstan rivayetle. Ali İbn Ebu Talha der ki: Huşu' içinde olanlar; korkanlar, sükûnet içinde olanlardır. Mücâhid, Hasan, Katâde ve Züh-rî'den de böyle rivayet edilmiştir. Aü îbn Ebu Tâlib (r.a.) den rivayete göre; huşu', kalbin huşû'udur. İbrâhîm en-Nehaî de böyle söylemiştir. Hasan el-Basrî der ki: Onların huşû'lan kalblerinde İdi de, bununla gözlerini kapadılar ve mütevazı oldular. Muhammed İbn Şîrîn der ki: Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabı namazda gözlerini göğe kaldırırlardı. «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır. Ki onlar; namazlarında huşu' içindedirler.» âyetleri nazil olunca gözlerini secde yerlerine indirdiler. Yine İbn Şîrîn der ki: Onlar : Gözü namaz kıldığı yeri geçmesin. Şayet bakma itiyadı kazanmış ise bu durumda gözlerini kapasın, derlerdi. İbn Sîrîn'in bu sözünü İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim rivayet etmişlerdir. Sonra İbn Cerîr'in İbn Sîrîn'den ve Ata İbn Ebu Re-bâh'tan mürsel olarak rivayet ettiğine göre, Allah Rasûlü (s.a.) bu âyet nazil oluncaya kadar böyle yaparmış.
Namazda huşu' ancak kalbini namaz için boşaltan, namaz dışındaki şeylerden namaz sebebiyle vazgeçip sâdece onunla meşgul olan ve onu başka şeylere tercih edenler hakkında meydana gelebilir. İşte o zaman namaz, kişi için bir rahat ve göz aydınlığı olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) İmâm Ahmed ve Neseî'nin Enes'den rivayet ettikleri bir hadîste şöyle buyurur : Bana hoş koku ve kadınlar sevdirildi. Göz aydınlığı da namazda kılındı. İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'-nin... Eşlem kabilesinden bir adamdan rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) : Ey Bilâl, bizi namazla dinlendir, buyurdu. Yine İmâm Ahmed der ki: Bize Abdurrahmân İbn Mehdî'nln... Muhammed İbn Hanefiyye'den rivayetine göre; o, şöyle anlatmış : Babamla beraber ansâr'dan bir hısımımızın yanına girmiştim. Namaz vakti geldi. Ey câriye, bana ab-dest almam için su getir; belki namaz kılarım da rahat ederim, dedi. Bizi gördü. Biz bu davranışını hoş karşılamadık da, şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) nün : Kalk ey Bilâl, bizi namazla rahat ettir, dinlendir, dediğini işittim.
Allah Teâlâ : «Ki onlar boş sözlerden, (bâtıldan) yüz çevirirler.» buyurur ki, bazılarının söylediği gibi bu; şirki, diğerlerinin söylediği gibi günâhları (ma'siyetleri) kendisinde hiç bir fayda olmayan söz ve fiilleri de içifte: alır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette : «Boş ve kötü lakırdıya rastladıkları zaman, yüz çevirip vakarla geçerler.» (Fur-kân, 72) buyurur. Katâde der ki : Allah'a yemin olsun ki, onları bundan men'edecek, alıkoyacak Allah'ın emri gelmiştir.
Allah Teâlâ : «Ki onlar; zekâtlarını verirler.» buyurur. Âyet Mekke'de nazil olmakla birlikte çokları burada maksadın, malların zekâtı olduğu görüşündedir. Halbuki zekât, Medine'de ve hicretin ikinci senesi farz kılınmıştır. Zahir olan odur ki; Medine'de nazil olan, sâdece zekâtın nisabı ve cna hâs ölçülerdir. Değilse zekâtın aslı Mekke'de vâ-cib idi. Nitekim Allah Teâlâ Mekke'de nâziî olmuş olan En'âm sûresinde : «Hasad edildiği gün de hakkını verin.» {En'âm, 141) buyurmaktadır. Burada zekâttan maksadın nefsin şirkdsn ve kirlerden temizlenmesi de olabilir. Nitekim başka âyetlerde şöyle touyrulur : «Onu arıtan felaha ermiştir şüphesiz. Ve onu kirletip örten ise; muhakkak ziyana uğramıştır.» (Şems, 9-10), «Müşriklerin vay haline. Onlar ki zekât vermezler.» (Fussilet, 6-7). Tabiî ki bu, âyetin tefsîrindeki iki kavilden birine göredir. Burada nefislerinin temizlenmesi ve malların zekâtı olmak üzere her iki durumun da kasdedilmiş olması ihtimâl dahilindedir. Zîrâ malların zekâtı da, nefislerin temizlenmesi cümlesin-dendir. Kâmil mü'min odur ki hem bunu, hem de onu yapar. En doğrusunu Allah bilir.
Allah Teâlâ : «Ki onlar; ırzlarını korurlar. Sâdece eşleri ve sağ ellerinin mâlik oldukları müstesnadır. Doğrusu onlar, bunun için de kınanacak değildirler. Kim de bundan başkasını ararsa; işte onlar haddi aşanlardır.» buyurur ki; mahrem yerlerini haramdan koruyan kimseler, hiç bir zaman Allah'ın yasaklamış olduğu zina veya livâtaya düşmezler. Allah'ın kendileri için helâl kılmış olduğu eşleri ve sahip olmuş oldukları cariyelerden başkasına yaklaşmazlar. Allah'ın kendisine helâl kılmış olduğunu yapan ise, elbette ayıplanmaz ve onun için bir zorluk da yoktur. Bu sebepledir ki: «Doğrusu onlar, bunun için de kınanacak değillerdir. Kim de bundan (eşler ve cariyelerden) başkasını ararsa; işte onlar haddi aşanlardır.» buyurmuştur. İbn Cerir der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr... Katâde'den rivayet etti ki, bir kadın kölesi ile ilişki kurmuş ve : Allah'ın kitabındaki »Sağ ellerinin mâlik oldukları müstesnadır.» âyetini te'vü ettim, ona dayandım, demişti. Kadın, Ömer tbn Hattâb'a getirildi de, Hz. Peygamber (s.a.) in ashabından bazı kimseler Hz. Ömer'e : Allah'ın kitabından bir âyeti te'-vîl edilmeyecek yönde te'vîl etti, dediler. Hz. Ömer köleyi sürgün etti, saçlarını kesti ve kadına : Bundan sonra sen, her bir müslümana haramsın, dedi. Bu, garîb bir haberdir ve isnadında kopukluk vardır. İbn Cerîr bu haberi Mâide sûresi tefsirinin başında vermiştir. Halbuki buraya daha uygundur. Hz. Ömer'in kadını (müslüman) erkeklere haram etmesi ancak onu maksadının zıddı ile cezalandırmaktan ibarettir. En doğrusunu Allah bilir.
İmâm Şafiî —Allah ona rahmet eylesin- ve onun görüşünde olanlar «Ki onlar, ırzlarını korurlar. Sâdece ekleri ve sağ ellerinin mâlik oldukları müstesnadır.» âyetini el ile meni getirmenin haram olduğuna delil getirirler. İmâm Şafii der ki : Bu iş, bu iki kısmın dışındadır. Allah Teâlâ : «Kim de bundan başkasını ararsa, işte onlar haddi aşanlardır." buyurmuştur. Onlar İmâm Hasan İbn Arafe'nin meşhur cüz'-ünde rivayet etmiş olduğu şu hadîse dayanırlar : Hasan İbn Arafe der ki : Bana Ali İbn Sabit el-Cezeri... Enes İbn Mâlik'den, o da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet eder ki şöyle buyurmuştur : Yedi sınıf insan vardır ki, kıyamet günü Allah Teâlâ onlara (rahmet) nazanyla bakmaz. Onları temize çıkarmaz, onları sâlih ameller işlemiş olanlarla bir araya getirmez ve ateşe ilk defa onları koyar. Ancak tevbe edenler müstesnadır. Kim Allah'a tevbe ederse, Allah Teâlâ onun tevbesini kabul eder. Bunlar: Eli ile istimna eden, livâta yapan ve' yapılan, devamlı içki içen, (Allah'dan) yardım istetinceye kadar ana-babasını döven, kendisine la'net edilinceye kadar komşularına eziyet eden ve komşusunun eşi ile zina edendir. Bu, garîb bir hadîs olup meçhul olması sebebiyle isnadında bilinmeyen bir râvî vardır. En doğrusunu Allah bilir.
Allah Teâlâ : «Ki onlar; emânetlerine ve ahidlerine rivayet ederler.» buyurur ki, onlara bir şey emânet edildiği zaman emânete ihanet etmez, bilakis emânetleri ehline tevdî' ederler. Bir ahid veya bir anlaşma yaptıklarında buna uyarlar. Değilse Allah Rasûlü (s.a.) nün haklarında : Münafığın alâmeti üçtür : Konuştuğu zaman yalan söyler, bir şey va'dettiğinde va'dinden döner, kendisine bir şey emânet olunduğunda ihanet eder, buyurduğu münafıkların sıfatları onlarda yoktur.
. Allah Teâlâ : «Ki onlar; namazlarını korurlar.» buyurur ki, İbn Mes'ûd'un da söylediği üzere onlar namazlarına vakitlerinde devam eder, namazları vakitlerinde kılarlar. İbn Meş'ûd der ki: Hz. Peygamber (s.a.) e sordum ve : Ey Allah'ın elçisi, amellerin hangisi Allah'a en sevimlidir, dedim. Vaktinde kılınan namazdır, buyurdu. Sonra hangisi? diye sordum : Ana-babaya iyiliktir, buyurdu. Sonra hangisi? dedim : Allah yolunda cihâddır, buyurdu. Hadîsi Buhârî ve Müslim Sa-hîh'lerinde tahrîc etmişlerdir. Hadîsin Hâkim'in Müstedrek'indeki rivayetinde : İlk vaktinde kılman namazdır, kısmı da vardır. İbn Mes'ûd ve Mesrûk, «Ki onlar; namazlarını korurlar.» âyetinde, namaz vakitlerinin kasdedildiğini söylemişlerdir. Ebu Duhâ, Alkame îbn Kays, Sa-îd îbn Cübeyr velkrime de böyle söylemiştir. Katâde : Vakitlerine, rükû* ve secdesine ^riayet ile devamlı kılarlar, demiştir. Allah Teâlâ bu güzel sıfatlan zikretmeye namazla başlamış ve namazla bitirmiştir. Bu, namazın üstünlüğüne delâlet eder. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: İstikâmet üzere olunuz. Ancak bunu tâm olarak yapamayacaksınız. Bilin ki amellerinizin en hayırlısı; namazdır. Mü'-, minden başkası abdeste itinâ göstermez. Allah Teâlâ onları bu güzel sıfatlarla ve bu güzel amellerle, bunları yerine getirmekle niteledikten sonra: «İşte onlar vâris olanlardır. Onlar ki; Firdevs'e vâris olacaklardır. Ve orada ebedî kalıcıdırlar.» buyurur. Buhârî ve Müslim'in Sa-hîh'lerinde rivayet edilen bir hadîste, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah'tan cenneti istediğiniz zaman, O'ndan Firdevs'l isteyin.
Muhakkak o, cennetin en üstünü ve cennetin ortasıdır. Cennetin nehirleri oradan kaynar ve üzeri Rahmân'm Arş'ıdır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed İbn Sinan... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayet etti ki, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Sizden hiç kimse yoktur ki onun iki evi olmasın: Cennette bir ev ve cehennemde bir ev. ölüp cehenneme girdiği takdirde cennet ehli onun (cennetteki) evine vâris olurlar. İşte Allah Teâlâ'nın : «İşte onlar vâris olanlardır.» kavli budur. İbn Cüreyc'in Leys'den, onun da Mücâhid'den rivayetinde o, «İşte onlar, vâris olanlardır.» âyeti hakkında şöye der: Hiç bir kul yoktur ki onun biri cennette, diğeri cehennemde iki evi olmasın. Müml-nin cennetteki evi bina edilir, cehennemdeki evi ise yıkılır. Kâfire gelince; onun cennetteki evi yıkılır ve cehennemdeki evi bina olunur. Sa-, îd İbn Cübeyr'den de bunun bir benzeri rivayet edilmiştir. Mü'müıler, kâfirlerin (cennetteki) evlerine vâris olurlar. Zîrâ onlar Allah'a ibâdet için yaratılmışlardır. İnananlar Allah'ın üzerlerine vâcib kılmış olduğu ibâdeti yerine getirip kâfirler yaratılmış oldukları şeyi (Allah'a ibâdeti) terk ettiklerinden Allah'a itaat etmiş olmaları halinde kâfirlerin kazanacakları nasîblerini mü'minler elde ederler. Mü'minler için bundan daha da üstünü vardır ki, Müslim'in Sahîh'Inde Ebu Bürde'nin babasından, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet etmiş olduğu bir hadîste şöyle buyrulur: Kıyamet günü müslümanlardan bazı kimseler, dağlar misâli günâhlarla gelirler. Allah Teâlâ bu günâhları onlara bağışlar ve günâhları yahûdîler ile hırlstlyanlar üzerine koyar. Yine Müslim'in, rivayet .etmiş olduğu bu hadîsin başka bir rivayetinde Allah Teâlâ her müsümana bir yahûdî veya bir hıristiyan verir de ona : İşte bu, senin ateşten kurtuluşundur, denilir. Ömer tbn Abdülazîz, Ebu Bürde'ye babasının bunu Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet ettiğine dâir kendinden başka ilâh olmayan Allah adına üç kere yemîn ettirdi. Ebu Bürde yemîn etti. Ben derim ki: Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ'-nın şu âyetleri gibidir^ «İşte bu cennetlere kullarımızdan Allah'a karşı gelmekten sakınanları mîrâsçı kılacağız.» (Meryem, 63), «İşte o cennet ki işlediklerinize karşılık size mîrâs kılındı.» (Zuhruf, 72). Mücâ-hid ve Saîd İbn Cübeyr : Cennet; rumcada Firdevs'tir, derler. Seleften birisi şöyle demiştir: Bahçeye, ancak içinde üzüm olduğu zaman Firdevs adı verilir. En do&rusunu Allah bilir.1
İzahı4
İzahı
12 — Andolsun ki Biz, insanı çamurdan, süzme bir özden yarattık.
13 — Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik.
14 — Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık. Bir çiğnemlik et parçasını kemik olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Ve sonra onu apayrı bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir.
15 — Sonra siz, bunun arkasından hiç şüphesiz ki öleceksiniz.
16 — Sonra siz, kıyamet gününde muhakkak diriltileceksiniz.
İnsanın Yaratılışı4
İnsanın Yaratılışı
Allah Teâlâ insanın yaratılışının başlangıcının çamurdan, süzme bir Özden olduğunu haber verir. Bu, Adem (a.s.) dir. Allah Teâlâ onu kuru bir çamurdan, cıvık bir balçıktan yaratmıştır. A'meş/in Minhâl
İbn Arar kanalıyla... İbn Aibbas'tan rivayetine göre; «Çamurdan süzülmüş bir özden yarattık.» âyetinde, suyun safı, hâlisi kasdedilmek-tedir. Mücâhid âyetteki kelimesini; Âdem (a.s.) in menisinden, olarak açıklamıştır. İbn Cerîr der ki: Âdem'e çamur adının Verilmesi, ancak onun çamurdan yaratılmış olması sebebiyledir. Ka-tâde şöyle diyor: Âdem çamurdan çekilip sıyrılınâi. Bu, anlam itibarıyla daha açık ve âyetin akışına en yakın olanıdır. Muhakkak ki Âdem (a.s.), yapışkan bir çamurdan yaratılmıştır ki o kuru bir çamur, cıvık bir balçıktandır. Böylece o topraktan yaratılmıştır. Nitekim Allah Te-âlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Sizi topraktan yaratmış olması O'nun âyetlerindendir. Sonra siz hemen (yeryüzüne) yayılıp bir (er) insan oldunuz.» (Rûm, 20). İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya İbn Sa-îd... Ebu Musa'dan, o da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet ediyor ki şöyle buyurmuştur: Muhakkak Allah, Âdem'i bütün yeryüzünden a/vuçladığı bir avuç (topraktan) yaratmıştır. Âdemoğulları yeryüzünden (alınmış oldukları toprağa) göre doğarlar. Onlardan kırmızı, siyah, beyaz ve bunlar arasında olanlar, pis (çirkin) ve temiz, bunlar arasında olanlar (yeryüzünden alınmış oldukları topraklara göre) doğarlar. Hadîsi Ebu Dâvûd ve Tirmizî muhtelif kanallardan-olmak üzere Avf el-A'râbî'den yukardakine benzer şekilde rivâ-yet etmişlerdir ki, Tirmizî hadîsin hasen, sahîh olduğunu söyler. «Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik.» âyetindeki zamlar, bütün insan cinsine döner. Nitekim şu âyetlerde de 'böyledir : «İnsanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır. Sonra onun soyunun bayağı, zayıf bir suyun özünden (nutfeden) yapmıştır.» (Secde, 7-8), «Sizi bayağı «bir sudan Biz yaratmadık mı? Onu sağlam bir yere yerleştirdik —ki rahim bunun için hazırlanmıştır.— Belli bir süreye kadar buna gücümüz yeter. Bunu Biz takdir ettik, ne güzel takdir edenleriz Biz.» (Mürselât, 20-23). Yani biz onun için bilinen bir süre, muayyen bir ecel takdir buyurmuşuzdur. Sonunda kuvvetlenir, bir halden başka bir hale, bir sıfatdan başka bir sıfata dönüşür. Bu sebepledir ki burada : «Sonra da nutfeyi bir kan. pıhtısı haline getirdik.» buyurmuştur. Nutfe; erkeğin sulbünden —ki erkeğin sulbü sırtıdır— ve kadının göğsünden —boyun kemiği ile memeleri arasındaki göğüs kemikleridir— tazyikle çıkan sudur. İşte bu nutfe, uzun bir sülük şeklindeki kırmızı bir kan pıhtısı haline gelir. Allah Teâlâ : «Derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık.» buyurur ki o, şekli ve hatları olmayan bir et parçası gibidir. «Bir çiğnemlik et parçasını kemik olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik.»'Ona kemikleri, sinirleri ve damarları ile baş, el ve ayak sahibi bir şekil verdik. Başkaları âyetteki «kemikler» anlamındaki kelimesini tekil olarak Okumuşlardır. îbn Abbâs bunun bel kemiği (omurga) olduğunu söyler. Ebu ez-Zinad kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayet edilen sahih bir hadîste Allah Ra'sûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ucbü Zeneb dışındaki Âdemoğlunun bütün cesedi çürüyecektir. Âdemoğlu ondan yaratılmıştır ve kıyamet günü yaratılışı ondan terkîb olunup birleştirilecektir.
1 «Kemiklere de et giydirdik.» Bunların üzerine onu gizleyecek, güçlendirecek ve kuvvetlendirecek et koyduk. «Ve sonra onu apayrı bir yaratık yaptık.» Sonra ona rûh ürürdük, hareketlendi, kulak, göz, idrâk, hareket ve deprenme sâhi'bi bambaşka bir yaratık oldu. «Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Ali İfon Ebu Tâlib (r.a.) den rivayet ediyor ki o, şöyle demiştir: Nutfenin dört ayı tamamlandığında ona bir melek gönderilir de, ona üç karanlık içindeyken ruhu üfürür. İşte Allah Teâlâ'nın : «Ve sonra onu apayrı bir yaratık yaptık.» kavli budur ki, ona rûh üfürülmesi kasdedilmektedir. Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayete göre; bu, rûh üfürülmesidir. İbn Albbas da burada ruhun kasdedildiği-ni söyler. Mücâhid, İkrime, Şa'bî, Hasan, Ebu Âliye, Dahhâk, Rebf İbn Enes, Süddî ve İbn Zeyd de böyle söylemiş olup, İbn Cerîr bu açıklamayı tercih etmiştir. Avfî'nin İbn Abbas'tan rivayetinde ise, burada onun çocuk oîarak doğuşuna kadar bir halden başka bir hale naklolunması kasdedilmektedir. Sonra yetişip küçük çocuk olur, sonra rüşde erer, sonra genç, sonra yetişkin, sonra ihtiyar ve sonra da pîr-i fânî olur. Katâde ve Dahhâk'tan da bu görüşün benzeri rivayet edilmiş olup, yukardakine zıd değildir. Zîrâ bütün bu durumlar ve bu durumlar arasında onun naklolunması ancak rûh üfürmesinin başlangıcından İtibaren başlar. En doğrusunu Allah bilir.
İmâm Ahmed Müsned'inde der ki: Bize Ebu Muâviye... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet eder ki, onlara sâdık ve masdûk olan Allah Rasûlü (s.a.) şöyle haber vermiş: Muhakkak sizden birinin annesi karnında yaradılışıJ kırk günde toplanır. Sonra aynı sürede bir kan pıhtısı, sonra aynı sürede bir çiğnem et olur. Sonra ona melek gönderilir de, ona ruhu üfürür. Meleğe şu dört kelime emrolunur: Rızkı, eceli, ameli ve mutlu mu yoksa mutsuz mu olduğu. Kendinden başka İlâh olmayana yemin ederim ki; muhakkak sizden biri cennet ehlinin amelini işler de, cennet ile onun arasında ancak bir kulaç kalır. İşte o zaman (hakkında yazılmış olan) kitâb ona üstün gelir de, onun amelleri cehennem ehlinin amelleri ile tamamlanır ve cehenneme girer. Muhakkak sizden biri cehennem ile arasında ancak bir kulaç kalıncaya kadar cehennem ehlinin amellerini İşler de, kitab onu geçer ve ameli cennet ehlinin ameli ile biter ve cennete girer. Hadîsi Buhârî ve Müslim, Süleyman tbn Mihrân el-A'meş kanalıyla tahrîc etmişlerdir.
îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed İbn Sinan... Abdullah tbn Mes'ûd'dan rivayet eder ki o, şöyle demiştir: Muhakkak nutfe rahime düştüğü zaman her bir kıl ve tırnağa uçar. Oralarda kırk gün kalır. Sonra rahime iner ve bir kan pıhtısı olur. Yine İmâm Ahmed der ki: Bize Hüseyn İbn Hasan'ın... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatmıştır : Allah Rasûlü (s.a.) ashabı ile konuşurken bir ya-hûdî ona uğradı. Kureyş : Ey yahûdî, muhakkak şu, kendinin peygamber olduğunu sanıyor, dediler. Yahûdî: Ben ona Öyle bir şey soracağım ki, onu ancak bir peygamber bilebilir, dedi, Allah Rasûlü (s.a.) ne geldi, oturdu ve şöyle dedi: Ey Muhammed, insan neden yaratılır? Allah Rasûlü (s.a.) : Ey yahûdî, yaratılan herkes erkeğin nutfesi ile kadının nutfesinden yaratılır. Erkeğin nutfesi kaim bir nutfe olup kemikler ve sinirler ondandır. Kadının nutfesi ise ince bir nutfe olup et ve kan ondandır, buyurdu. Yahûdî kalkıp : Senden öncekiler de böyle söylerdi, dedi. İmâm Ahmed der ki: Bize Süfyân'ın... Huzeyfe îbn Üseyd (Esîd) el-Ğıfârî'den rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Nutfe rahimde kırk gece kaldıktan sonra melek onun yanına girer ve : Ra'bbım, nedir? Mutlu mu yoksa mutsuz mu? Erkek mi, dişi mi? der. Allah Teâlâ- buyurur ve o iki melek yazarlar. Nedir? Erkek mi yoksa dişi mi? derler, Allah Teâlâ buyurur onlar yazarlar. Onun ameli, eseri, (uğrayacağı) musibeti ve rızkı yazılır, sonra sayfa dürülüp kapatılır. Ondakilere hiç bir şey eklenmez ve hiç bir şey eksiltilmez. Hadîsi Müslim Sahîh'inde Süfyân İbn Uyeyne'den, o da Amr İbn Dinar'dan yukardakine benzer şekilde rivayet etmiştir. Başka kanallardan olmak üzere de Ebu Tufeyl Âmir İbn Vesîle'den, o da Huzeyfe İbn Esîd Ebu Serîha el-Ğıfârî'den yukardakine benzer şekilde rivayet edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize. Ahmed İbn Abde'nin... Enes'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur :
Muhakkak Allah rahime bir melek görevlendirir de ; Ey Rabbım, nutfedir, ey Rabbım, bir kan pıhtısıdır, ey Rabbım, bir çiğnen ettir, der. Allah Teâlâ onu yaratmayı takdir eylediği, istediği zaman melek :
Ey Rabbım erkek mi, yoksa dişi mi? Mutsuz mu yoksa mutlu mu? Rızkı ve eceli nedir? diye sorar ve böylece annesinin karnında (bunlar) yazılır. Hadîsi Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde Hammad İbn Zeyd kanalıyla tahrîc etmişlerdir.
Allah Teâlâ: «Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir.» buyurur. Allah Teâlâ bu nutfeyi bir halden başka bir hale, bir şekilden başka bir sekile çevirip yaradılışı mükemmel, düzgün bir insan haline gelinceye kadar ki yaratmasında kudreti ve lutfunu zikrettikten sonra: «Yaratanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir.» buyurmuştur. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Yûnus îbn Habîb'in... Enes'den rivayetinde Ömer îbn Hattâb (r.a.) şöyle demiştir: Dört yerde ben Rabbıma, Rabbım da bana muvafakat etti. «Andolsun ki Biz, insanı çamurdan, süzme bir özden yarattık.» âyeti nazil oldu da, ben: «Yaratanlarm en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir.» dedim ve «Yaratanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir.» âyeti nazil oldu. Yine İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Zeyd îbn Sabit el-Ansâ-rî'den rivayetinde o, şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) bana «Ve sonra onu apayrı bir yaratık yaptık.» kısmına gelinceye kadar «Andolsun ki Biz, inşam çamurdan, süzme bir özden yarattık.» âyetini yazdırdı. Muâz: «Yaratanların en güzeli olan Allahı'n sânı ne yücedir.» dedi. Allah Rasûlü (s.a.) güldü. Muâz ona : Ey Allah'ın elçisi, niçin güldün? diye sordu da: «Yaratanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir.» ile âyet bitirildi, buyurdu. Hadîsin isnadında bulunan Yezîd el-Cu'fî gerçekten zayıf bir râvîdir. Onun haberinde şiddetli bir münkerlik vardır. Zîrâ bu sûre, Mekke'de nazil olmuştur. Zeyd İbn Sabit ise sâdece Medine'de vahiy yazmıştır. Muâz İbn Cebel'in İslâm'a girmesi de aynı şekilde Medine'de olmuştur. En doğrusunu Allah bilir.
«Sonra siz, bunun arkasından (yani yoktan olan bu yaratılıştan sonra) hiç şüphesiz ki öleceksiniz. Sonra siz, kıyamet gününde (âhi-ret diriltilmesi ile) muhakkak diriltileceksiniz..» «İşte Allah yeni bir âhiret hayatını da tekrar yaratacaktır.» (Ankebût, 20). Burada âhiret günü, ruhların ve cesedlerin kalkması, diriltilmesi kasdedilmektedir. Bütün yaratıklar hesaba çekilecek, her amel sahibi amelinin karşılığını tâm olarak alacaktır. Ameli hayır ise bulacağı hayır, ameli şer İse bulacağı da serdir, kötülüktür.2
***************************
İzahı6
İzahı
«Andolsun ki Biz, insanı çamurdan, süzme bir öztfen yarattık.» Bulanıklık arasından süzülmüş bir özden yarattık... İnsan Hz. Âdem'dir. O, çamurdan süzülmüş bir özden yaratılmıştır. Veya cins ismi de olabilir. Çünkü insanlar belirli dönemlerden sonra nutfe haline getirilmiş özlerden yaratılmışlardır. Ve denildi ki: Çamurdan maksad, Adem'dir. Çünkü Âdem, çamurdan yaratılmıştır. Öz olan süzmeden maksad da; Âdem'in nutfesidir. «Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik.» Ondan diğer varlıkları yaratma şeklinde yerleştirdik. Veya sonra o süzme özü, nutfe haline dönüştürdük. Burada zamirin müzekker olması, cevhere veya süzülmüş şeye veya suya gön-derilmesindendir. Sağlam bir yere kuvvetli bir karargâha yerleştirdik. Yani anne rahmine,,. «Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik.»
Beyiz nutfeyi kırmızı et haline dönüştürdük. Donmuş kanı bir çiğnemlik et yaptık. Onu bir et parçası haline getirdik. Bir çiğnemlik etten kemikler yarattık ve onu sertleştirdik. Kemiklere de et giydirdik. Bir çiğnemlik etten veya etten kalanları kemiğin üzerine geçirdik. Veya kemiğe ulaşan ve onu saran etleri yetiştirdik. Duyguların farklı oluşu» değişimlerin farklılığmdandır... «Sonra onu apayrı bir yaratık yaptık.» Bu; bedenin veya ruhun sureti veya ruhun bedene üflenmesi ile doğan güç, ya da hepsinin toplamıdır. «Sonra» denmiştir, çünkü iki yaratılış arasında farklılık vardır. Nitekim Eou Hanîfe buna dayanarak, bîr yumurtayı çalan kişinin yanında o yumurtadan civciv çıkması halinde civcivin değil, yumurtanın tazmin edilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Ona göre civciv bir başka yaratıktır.3
Nedir insan?...
Vazifesi neden ibarettir?...
Hayattan fonksiyonu nelerdir?...
Enerjisi neden ibarettir?...
Ve bu enerjinin hududu nereye kadardır?...
İşte daha «insan psikolojisi» üzerindeki araştırmamıza başlamadan cevab vermemiz gereken sorular bunlardır. Çünkü bu sorulara vereceğimiz cevablar önümüze bir yol açacaktır. Daha analiz ve senteze' başvurmadan evvel, «İnsan» denen şu varlığın benliğinin ve tabiâtm çizdiği hudutların dışında olmadığımızı isbât etmemizi sağlayacaktır.
Batılı psikologlar, bu gibi sorulara cevab vermekten kaçınmışlar ve gerekçe olarak da bu konuların doğrudan doğruya felsefeyi ilgilendirdiğini ve psikolojinin çalışma sahasına girmediğini ileri sürmüşlerdir. Psikolojinin doğrudan doğruya ortada bulunan pratik psikoloji konularıyla ilgilendiği ve bu sahalarda araştırma yaptığını, branşı dışında hiç bir faaliyet yapmayacağını belirtmişlerdir.
Ne var ki bu tavır, batılı psikologların araştırmalarında çok büyük iki kayba sebep olmuştur:
1- Batılı psikologlar insanı bir bütün olarak ele almamış, realiteler dünyasında yaşayan pratik insan gerçeğini asla göz önünde bu-lundurmamıştır. Bu ise büyük bir ekseriyetle insanın bazı bölümlerini Qİe alıp, «insan» in bu olduğunu söylemek gibi bir hatâya sevketmiştir. Bu bir yanı ile ele alınan insan vakıası, yanlış bir insan anlayışı ortaya çıkarmış ve ekonomi, siyâset, toplum ilimleri, edebiyat ve san'at sahalarında... Ferdî vg toplumsal konularda yanlış anlayışlara sebep olmuştur.
2- Bu etüdler, o yanlış nedeniyle normal ve anormal durumlar arasında denge sağlayamamıştır. Çünkü normal ile anormal arasındaki noktayı ayırdeden ölçüyü yitirmiştir. Ve her şey, bütün teori ve pratiklerin alındığı nokta yani insan psikolojisini, bir realite olarak ele alış seyri içinde cereyan etmiştir. Bunun için de Batı dünyasının XIX. ve XX. asırlar boyunca geçirdiği hayat merhaleleri ölçü alınmış, insan psikolojisinin normal ve anormal yönleri bu ölçüye göre değerlendirilmiş, bütün nazariyeler buna göre ayarlanmış ve bilginlerin ellerinde ölçü olarak aldıkları normal durum olarak kabul edilmiştir.
Bu iki metod hatâsı, batıdaki psikolojik araştırmaları gölgelemiş ve batılı bilginlerin ulaştıkları gerçeklerin bir çoğu cüz'î gerçekler olup insanın hakîkî durumunu ifâdeden uzak kalmıştır. Şayet bu araştırmaların kümelendiği temel nokta sağlam olsa ve doğrudan doğruya insanı konu alsaydı; bu hakîkatlara ulaşmak belki de mümkün olurdu.
Alexis Carrel «İnsan Bu Meçhul» adlı kıymetli eserinde diyor ki (Alexis Carrel insan konusunda derinliğine araştırmalar yapma imkânı bulmuş eşine az rastlanır kültürlü bir bilgindir. Tıp, fizik, kimya, anatomi, biyoloji, san'at ve edebiyat sahalarında çalışmalar yapmıştır):
«Cansız madde ilimleri ile canlı varlık ilimleri arasında tuhaf bir eşitsizlik var. Astronomi, mekanik ve fizik ilimlerinin esâslarında bunları matematik dilinde veciz ve zarif şekilde anlatan, uygun ve tutarlı kavramlar bulunuyor. Bu ilimler dünyaya eski Yunan âbidelerindeki ahenkli hatları kazandırdı. Bunlar dünyayı, faraziye ve hesâblannın muhteşem ağlarıyla sarıyor. Gerçeği, düşüncenin alışılmış şekillerinden, sâdece sembollerle gösterilen, anlatılmaz, mücerred fikirlere kadar tâkîb ediyor. Fakat biyoloji ilimleri için durum böyle değildir. Hayat fenomenlerini inceleyenler, uçsuz bucaksız bir ormanda yollarını yitiren insanlar gibidirler. Hiç durmadan yer ve şekil değiştiren sayısız ağaçlı ve sihirli bir ormanın ortasında bulurlar kendilerini. Bir yığın olgular altında ezildiklerini hissederler. Bunları târîf de edebilirler, ama cebir formülleriyle belirleyemezler. Madde dünyasında rastlanan şeyler atom ve yıldız, kaya ve bulut, çelik veya su olsun bunların bazı niteliklerini meselâ ağırlıklarını ve boyutlarını belirtmek tecrîd etmek mümkün olmuştur. Eşyanın tedkîk ve müşâhadesi; ilmin ancak basit şekli, tasvirî şeklidir. Bu müşâhade, fenomenlerin tasnifini te'-min eder. Fakat değişebilir miktarlar arasındaki sabit ilişkiler, yani tabiî kanunlar ancak ilim daha mücerred bir hale geldiği zaman meydana çıkar. Fizik ve kimyada bu derece sür'atli ve büyük bir basan elde edilmesinin sebebi, bunların abstre ve kemmî oluşudur, bunlar bize eşyanın yapısı hakkında nihaî bilgiyi vermek iddiasında olmakla beraber, fenomenleri Önceden bilmemize ve istediğimiz zaman bu fenomenleri tekrar meydana getirmemize imkân verirler. Maddenin yapısındaki sırrı ve onun özelliklerini açıklamak suretiyle kendimiz müstesna yeryüzünde bulunan hemen hemen her şeyi hükmümüz altına almak imkânı vermişlerdir...
Genel olarak canlı varlıklar ilmi, özel olarak da insanın kendisini inceleyen ilim pek ilerlemiş değildir. Canlı varlıklar ilmi henüz tas-vîr ve ta'rîf sâhâsındadır. însan son derece kompleks ve parçalanmaz bir bütündür. İnsan hakkında basit bir anlayışa sâhib olmak mümkün değildir. İnsan denen bu bütünün parçalarını, dış âlemlerle ilişkilerini tesbît edecek bir metod yoktur. Onun tedkîki değişik tekniklerle yapılmalıdır. Bu tsdkîkte birbirinden ayrı ilimlerden faydalanılır. Tabiîdir ki bu ilimlerden her biri kendi objesinden ayrı bir kavrama ulaşır. Bu ilimlerin heı biri ancak kendi tekniği ile imkân verdiği soyutlamayı yapar. Ve bütün bu abstraksiyonların toplamı, konkre vakıadan daha az zengindir. Sonunda bir tortu kalır ki bu asla ihmâl edilemeyecek kadar Önemlidir:
Zîrâ anatomi, kimya, fizyoloji, psikoloji, pedagoji, tarih, sosyoloji, ekonomi politik vs bütün bunların dalları konularım bitirmiyor tüketmiyorlar. Demek ki mütehassısların tanıdığı insan, müşahhas ve gerçek İnsan değildir. O, sâdece bir şemadır. Ve bu şemada her ilim tekniğini inşâ ettiği ayrı ayrı şemalardan kompoze edilmiştir.
Şüphesiz insanlık, kendini tanımak için muazzam bir gayret göstermiştir. Bilginlerin, filozofların, şâirlerin ve mistiklerin müşâhade-lerinden. meydana gelen bir hazîne sahibi elmamıza rağmen insan hakkındaki görüşlerimiz bazı görüş ve parçalardan ibarettir. Ve bu parçalar da, bizim metodlarımızla yaratılmıştır. Her birimiz bir hayaletler alayından başka bir şey değiliz. Bilinmez gerçek de bu âletler arasında yürüyor.
Gerçekten cehaletimiz pek büyük. İnsanları inceleyenlerin kendi kendilerine sordukları soruların büyük bir kısmı cevabsız kalıyor. İç dünyamızda muazzam bölgeler henüz bilinmiyor. Kimyevî cevherlerin molekülleri, dokuların geçici ve kompleks organlarını terkîb için nasıl uyuşuyor, nasıl bir düzen kuruyorlar?... İlkah edilen bir yumurtanın içinde bulunan genler, bu yumurtanın içinden çıkan fsrdin karakterini nasıl ta'yîn ve tesbît ediyorlar? Dokulardan vs organlardan mürekkeb bir topluluk halinde nasıl teşkilâtlanıyor? Denilebilir ki bunlar tıpkı karıncalar ve arılar gibi toplumun ne rol alacaklarını önceden bilmektedirler. Fakat hem kompleks hem de basit bir organizmanın teşekkülüne imkân veren mekanizmayı bilemiyoruz.
Besbelli ki konusu insan olan bütün ilimler gayet .yetersiz ve kendi hakkımızdaki bilgilerimiz pek noksandır.»
Sonra dönüyor Alexis Carrel, insan gerçeği üzerindeki bu cehaletin, beşer hayatının medenî, fikrî, ekonomik ve sosyal yönleri üzerindeki kötü te'sîrlerini açıklıyor:
«Bu soruya basit bir cevap verilebilirdi. Çağımız medeniyeti kötü durumdadır. Çünkü bize uygun değildir. Bu medeniyet bizim gerçek tabiatımız bilinmeden kurulmuştur. İlmî buluşlardan insan istinasından, hayâlinden, teorilerinden ve arzularından doğmuştur. Bizim tarafımızdan kurulmuş olmasına rağmen, bizim ölçülerimize göre olmamıştır.»
«Bunların kötü te'sîrleri kendimizi gereği gibi dikkate almayışımızdan ileri gelmiştir. Mekaniğe, fiziğe ve kimyaya eski hayat şekillerimizi rastgele değiştirme gücü veren şey, bizim kendimizi bilmeyişi-miz, bu husustaki cehâletimizdir.»
«İnsan her şeyin ölçüsü olmalıydı. Oysa insan kendi yarattığı âlemde bir yabancıdır. Bu âlemi kendisi için teşkilatlandırmayı bilememiştir. Çünkü kendi tabiatına dâir müsbot bir bilgisi yoktur. Demek ki cansız şeyler ilimlerinin canlı varlıklar ilimlerine nazaran muazzam ilerleme kaydetmiş olması insanlık tarihinin en fecî hâdiselerinden biridir. Zekâmız ve buluşlarımızla kurulan çevre, bizim ne boyumuza ne de biçimimize uygundur. Bize yaramıyor. Bu çevrede bedbahtız. Burada ahlaken ve zekâen dejenere oluyoruz... Vs. vs...»
Biz burada Alexis CarreTin kitabından yaptığımız iktibasları kâfi görerek kesiyoruz. Ne var ki adı geçen eser, üzerinde durduğumuz mevzu ile yakından ve derinden ilgilidir. Bizim buradaki ana hedefimiz İnsan gerçeğinin sâdece birkaç yönünü ele alıp «İşte insan gerçeği budur.» demenin meydana getirdiği korkunç tehlikeyi ve önemli hatâyı açıklamaktır. Bunun yanı sıra insan gerçeğini bir bütün olarak ele almanın zaruretini belirtmekle ele aldığımız bu bütünün mütekâmil şekli ile insanı ilgilendiren her konuda ölçü olarak alınmasını istiyoruz.
Batıdaki psikoloji ilminin hareket tarzına bir göz attığımız zaman, bu cüz'î anlayışın «insan» düşüncesi konusunda ne büyük sarsıntılara meydan verdiğini hemen görürüz. Ve bu sebeple bilginlerin ulaştıkları neticelerden istifâde etme imkânlarını nasıl kaybettiğimizi fark-ederiz...
Freud şuuraltı ile ilgili görüşlerini ortaya attığı zaman, şüphesiz bu nazariye insan psikolojisini öğrenmek konusunda yapılan çalışmalar arasında kendine hâs bir değer ifâde ediyordu. İnsan psikolojisinin karanlıklarla örtülü derinliklerine götüren bir iz idi. Ne var ki bu nazariye yine de cüz'î idi. Her ne kadar Freud ulaştığı bu cüz'î bilgilerin tamamen insan (gerçeğini ifâde ettiğinde ısrar da etse, bu cüz'î görüşler Freud'u insan psikolojisi ile ilgili tezini ortaya koyarken çok önemli ve aynı zamanda da tehlikeli sonuçlara götürdü. Çünkü Freud, şuuraltının yalnızca insanın gerçek yanını yansıttığını, şuurun ise sahte bir insan tipini ifâde ettiğini, binâenaleyh hiç bir zaman insanı gerçeklere götüremeyeceğini iddia ediyor ve doktrinini bu esâsa istinâd ettiriyordu. Şuur ise sahte insan tipini canlandırır ve o sebeple asla bizi hakîkatlara götürmez. İnsanın kendi benliğinin dışında ve varlığının ötesinde gerçek İnsana göre uydurulmuş hayalî insan. Bu benlik dı§ı uydurma insan, birtakım repression ve regressionlarla ortaya çıkmakta, gerek cemiyet gerekse «ben»in dışındaki etkenler —din, ahlâk, ge-lenek ve diğer baskıcı güçler— gerçek insan «ben»i üzerine tahakküm etmektedirler.
İşte insan hayatında ve ruhsal dünyasında ortaya çıkan birçok karışıklıkların doğuş kaynağı, bu yanlış anlayıştı.
Gerçekte Freud, insan psikolojisi üzerindeki birtakım «ilmî» gerçekleri unutmuştu. Halbuki bu cüz'î insan anlayışı üzerindeki sakat ısrar olmasaydı, belki o da bunları idrâk edecek ve cna göre hesabını yürütecekti.
Bir kere Freud şuurun tıpkı şuuraltı gibi insan psikolojisinin yapısını teşkil eden unsurlardan bir parça olduğunu, insanın «ben»in içinde varolup dışarıdan adapte edilmediğini bilmezlikten gelmişti. Binâenaleyh ne dinin, ahlâk ve geleneklerin, baskı unsuru olan cemiyetin ve diğer güçlerin, ne de maiddî ve manevî unsurların insan psikolojisinde önceden mevcûd olmayan bir şeyi getirip sokamayacaklarını kavrayamadı. Halbuki bütün bu baskı unsurlarının fonksiyonu şuuraltında önceden yer etmiş bulunan şeyleri çıkarmaktan ibaretti. Eğer insan yaratılışında böyle bir şey yoksa sözü geçen güçlerin bunları yeniden meydana getirecek durumda olmadığını görmedi.
İkinci olarak da gerek cemiyet, gerek cemiyete karşı beslenen duygular, gerekse cemiyetin baskılarına boyun eğmek gibi hususların hepsi de, ruhun kendisinden ortaya çıkmaktadır. Cemiyeti meydana getiren unsur ise başkaları ile birlik olma arzusundan neş'et etmektedir. Ve insan bu duygusundan ötürü bazan cemiyet halinde yaşamak için ferdî arzularını ve zevklerini feda eder. Bu da aslında insan ruhunun içinden gelen bir arzudur. Eğer insan ruhunda toplum halinde yaşama duygusu bulunmamış olsaydı, dış âmillerin te'sirîyle veya doğrudan doğruya baskı yoluyla yeryüzünün hiç bir kuvveti böyle bir duygu ihdas edecek güçte olamazdı. Binâenaleyh şuurun cemiyetin dış baskılarının te'sîriyle teşekkül ettiğini ileri süren görüş kökten sakattır. Çünkü bu duygu, netice itibarıyla insan benliğinin derinliklerinde mevcûd olan doğuştan gelme bir duygudur. İşte Freud bunu da gözden uzak tutmuştur.
Üçüncü olarak da yüce değerleri belirten kısıtlayıcı engeller, baskılar veya psikolojik adı ile repressionlar bile insan benine dışardan zorla adapte edilmiş baskı ve zor mekanizmaları kullanılarak benimsetilmiş değildir. Eğer insan beninde doğuştan bunları benimseyscek kabiliyet olmasa, «ben» (ego) bunları ne benimser ne de bunlara dayalı olarak kurulabilen üstün değerler mekanizması faaliyete geçirilebilirdi. Dış baskılar yoluyla bunları te'mîn etmek mümkün olmazdı. Bu baskılar ne kadar ağır ve şiddetli olursa olsun. Çünkü ne baskılar ne de engeller, tabiatı gereği olarak daha önce varolmayan bir şeyi yeniden meydana getirecek güçte değildir. îşte Freud bunu da bilmemektedir.
Bu yanlışlardan dolayı Preud, insan psikolojisi üzerinde birtakım yanlış yorumlara gitmiştir. Özetleyecek olursak Freud'a göre; insanın gerçek bünyesini teşkil eden ana nokta, egodur. Egoyu değiştirmek, eğitmek veya başka şekle sokmak için yapılan çalışmaların hepsi hadd-İ zâtında insanın bu gerçek bünyesini meydana getiren egoya sonradan zorla ve dıştan adapte edilen şeylerdir. Ve insanın gerçek benini mahvedici derecede kötü ve tehlikeli motiflerdir.
Diğer taraftan da Freud, insan bünyesindeki cinsel içgüdünün derinliğini ve köklülüğünü, muhtelif kısımlara ayırmış ve dağılmış olduğunu ortaya attığı zaman, şüphesiz bu bizim beşer ruhunun derinliklerini bilmemizi sağlayacak önemli bir keşif durumundaydı. Ne var ki o; direterek bir bütün olan insanı, üzerinde çalışma yaptığı bölümlerden, parçalardan ibaret sayarak, tahlil etmiş ve netice itibarıyla yanlışlıklara düşmüştür.
Freud, insanı «libido» ile izah edip bütün hususiyetlerini kök olarak libidoya dayamak, sonra da birtakım faziletlerin insanın egosunun dışından zorla ve baskı yoluyla yaptırıldığını kabul etmekle de kalmamış insana bir nevi azgın hayvan biçimi vermiştir. Bu nevi hayvan; gerçek hayvanlar gibi yiyen, yeme duygusuna sahip olan, içme hâssası bulunan ve içmekten zevk alan, koruma içgüdüsü ile hareket ederek kendisini savunan, sonra cinsel enerjisini yine cinsel zevk ile tatmin eden bir hayvan olmakla kalmamış; yerken, içerken, hareket ederken ve savunma mekanizmasını çalıştırırken hepsini de sırf libidonun dayatmasıyla yapmakta ve cinsel içgüdüsünü tatmin etmektedir. Bilinen cinsel enerjiye daha başka cinsel enerjiler de ekleyerek. Bu motivasyonun neticesinde artık çocuk annesinin memesini emerken sırf cinsel içgüdüyle emmektedir. Küçük abdestini veya büyük abdestini yaparken tamamen cinnet içgüdüyle yapmaktadır. Annesine karşı olan duyguları bütünüyle cinsel içgüdülerinin eseridir... Daha burada sayılamayacak kadar pek çok faaliyetlere bu çirkin ve iğrenç motivleri vermiştir.
Freud'un her keşfi de, işte bu yanlış ve eksik anlayışından ötürü, o çirkin ve iğrenç bataklığın içinde kaybolup gitti. Halbuki her iki buluş, gelişen insan anlayışı muvacehesinde Freud'un bugünkü mübte-zel ve cüz'î anlayışından çok daha iyi ve faydalı meyveler verebilirdi. Ne var ki Freud'un elinde, insan bünyesinin kirletilmesi ve basite indirgenmesi için bir vâsıta haline gelmiştir.
Freud'un talebesi Adler ve Jung hocalarının yanlışını düzeltmek ve cinsel içgüdü konusundaki aşırılığını bertaraf edebilmek için insan hayatına dâir cinsiyetin dışında bir kaide yerleştirmek istediler. Bunun üzerine Adler; «Ferdin organik içgüdüsü (üstünlük duygusunun) cemiyete karşı üstünlüğünü ibraz etmenin eseridir» diyor. Jung ise; «în-san içgüdüsünün esâsı (aşağılık kompleksi), eksikliğini anlamak ve bu eksikliğini başka yollarla telâfi etmektir.» diyor... Her ikisi de parmaklarını insan benliğinin cüz'î bölümlerinden birisinin üzerine koyuyor ve bu benliğin çok derin noktalarından sadece bir noktayı aydınlatmaya çalışıyorlar. Ne var ki bu iki gerçek de, diğer çalışmalar arasında kaybolup gitti. Çünkü her ikisi de insan benliğini bu iki zaviyeden incelemeye ve sâdece bundan ibaret olduğunu belirtmeye çalıştılar. Halbuki tek başına bu açıklamalar insan psikolojisini ifâde etmekten çok uzaktı...
Tecrübeci ekol de insan psikolojisini laboratuvara yerleştirip oradaki deneyler ile açıklamaya çalıştığı zaman şüphesiz birtakım cüz'î fakat faydalı gerçekler yakalamıştı. Ne var ki bunlar da elde ettikleri bu kısmî ve cüz'î neticeler insan psikolojisi üzerindeki küllî ve bütün netîcelermiş gibi kabul etmişler ve bunda da ısrar etmişlerdi. Böylece faydalı olması mümkün olan bir buluş, boş bir saplantı sonucunda heba olmuştur. Çünkü bu cüz'î neticeler, bir bütün olan insan psikolojisini bütünüyle izah edecek nitelikte değildi ve olamazdı da. Hem tecrübeci ekolün elde ettiği cüz'î bilgiler, bu cüz'iyyâtın bile en sonunda yer alabilecek vasıftaydı. Çünkü tecrübeci ekol ancak insan psikolojisinin cesedle ilgili olan kısmını laboratuvara yerleştirebilirdi. Ve ancak bunu maddî ölçülerle ölçer, hisler ile izah edebilirdi. Ama makinamn ulaşamadığı, laboratuvardaki âletlerin anlayamadığı noktalarına asla nüfuz edemezdi. Bu noktada büsbütün âciz kalırdı. Binâenaleyh, bütünüyle üstün bir mekanizmaya sâhib olan insan psikolojisinin gerçekleri karşısında âciz kalırdı. Laboratuvardaki âletler sayesinde belki insanın yorgunluk veya vücûd enerjisini ölçebilir, insan duygularında ve psikolojik durumlarında iç salgı bezlerinin te'sîrini anlayabilirdi. Ama insanın hakîkatlar karşısındaki ihsaslarını, adalet duygusunu, güzellik anlayışını nasıl ölçebilirdi?.. İnsanın engin ruhî enerjisini ve kabiliyetinin, fikrî buluşlarını nasıl anlayabilirdi?...
Davranış psikolojisi (Behaviorist Ekol)... İnsan gerçeğini birtakım geleneklerin te'sîriyle beliren ve cemiyetin geliştirdiği, şartladığı şartlı refleks (conditined reflekses) lerle izah eden belirli etkilerin belirli tepkiler doğuracağının ve etkilerin değişmesiyle tepkilerin de kendiliğinden değişeceğini ileri sürerek izah etmeye çalıştı. Behaviorist anlayış aslında hayvan psikolojisini ifâde ettiği kadar, insan psikolojisini İfâde etmekten uzaktı... Hem insanı hayvan yerine koyuyor, hayvan hareketlerindeki şartlı durumları insanlar için de geçerli sayıyor ve bütün hareketleri fizyolojik nedenlere dayandırıyordu. Öğrenme aktım bir kenara bırakıyor ve fiilleri birtakım duygusal ve determinist nitelikten uzafclaştırıyordu. Böylece de insanın sâh'âsını daraltıyor ve çok gülünç bir duruma sokuyordu. Bu durumda insan için ne irâdenin, ne ideallerin, ne yüce değerlerin, ne de üstün duyguların yeri olabilirdi... Binâenaleyh insan, sâdece en dar sınırları içinde duygusal bir canlılık emaresi gösterir ve belirli etkilere belirli tepkiler gösterirdi.
Mekanik okul ise insan hayatı da dâhil olmak üzere bütün hayatı otomatik bir âlete benzetiyordu. Ve hayat makinanın emrine boyun eğer, onun mahkûmudur diyordu. Bütün organik ve biyolojik faaliyetleri tabiat ve kimya kanunlarıyla izah etmeye çalışıyordu... Mekanik ekol insanı insanlığından tecrîd etmekle, hattâ insanı dar sâhâlı biyolojik bir organizma sahibi varlık haline getirmekle iktifa etmiyordu. Bilakis aşağılara hem de çok aşağılara düşürüyordu... Buna göre insan, salt anlamda bir otomat durumundaydı ve makinanın otomatizmi gibiydi onunki de. Dolayısıyla insanın insanlığına doğru yöneltilmiş olan bütün iradî mekanizma kendiliğinden siliniyordu. İnsan irâdesi değil, hattâ canlı ve organik irâde bütünüyle yok oluyordu. însanın bünyesindeki her türlü engin duygular ve yüce arzular reddedilmiş oluyordu. Nitekim ruhî ve fikrî bütün mekanizmaları, maddî, ekonomik ve sosyal mekanizmalarının tümü bir arı peteğindeki veya karınca yuva-sındaki içgüdüsel düzen ve mekanizmalardan çok daha aşağı oluyor ve böylece insan, kör, sağır ve sebeplerin mahkûmu büyük bir makinanın parçalarından bir parça haline geliyordu.
tşte Batıdaki psikolojik ekollerin ekseriyeti, bu eksik ve karışık bir atmosfer içerisinde cüz'î nazariyelerin peşinden sürüklenmiş ve kör inâdların mahkûmu olmuştur. Çünkü her biri ısrarla insan gerçeğini kendi cüz'î ve basit buluşlarıyla izah etmeye kalkışmış, netîcede hatâları, insan gerçeğine gülünç, basit ve yanhş bir biçim vermekle kalmamış, aynı zamanda- bu parça parça gerçeklerden bir sentez yaparak istifâde etme yollarını da tıkamıştır. Böylece ortak ve sağlam bir nazariye kurmak imkânı yok olmuştur. Bu cüz'î ve parça parça anlayışlar üzerine ekonomik ve sosyal görüşler, ahlâk ve hareket metoüları, suç ve ceza anlayışı da oturtulunca hatânın ne kadar büyük ve köklü olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Netîcede durum Alexis Carrel'in de dediği gibi insan gerçeği üzerindeki katmerleşmiş bilgisizliğimizden dolayı insanlığın mahvına kadar varır...
Bu arada üçüncü bir hatâ şekli daha var ki istisnasız bütün Batılı ekoller aynı hatâya düşüyorlar. Bu hatâ, insan psikolojisini ve insan hayatını Allah'tan uzaklaşmış olarak etüd etme yanılgısıdır.
Bu yanılgının, batılıların hayatında uzun bir hikâyesi de var... Ol uzun bir hikâye... Kökü tâ asırların öncesine dayanıyor...
Batılıların rönesans'tan beri aşırı derecede kudsaliaştırdıkları ve temel mefhûmlarını aldıkları Helenist (Klasik Yunan) hayatı, esâs itibarıyla kendine hâs şekli bulunan putperest bir hayattı. Helenist anlayışa göre insanlar ile tanrılar arasındaki ilişkiler, devamlı bir çatışmaya ve ardı arkası kesilmez bir düşmanlığa dayanıyordu. Bu çatışma ve düşmanlık bazı kere daha sertleşiyor ve vahşî bir savaş haline geliyordu. Prometeus efsanesi, bu karşılıklı çatışmanın amansız bir yönünü tavsîr eder.
Mitolojik bir yaratık olan Prometeus'u tanrı Zeus insanları çamurdan ve sudan yaratma işleminde kullanıyordu. Bir gün geldi Prometeus insanlara karşı aşırı bir sevgi bağıyla bağlandı. Gökten kudsal ateşi çalarak insanoğlunun eline verdi. Bunun üzerine tanrılar tanrısı Zeus, onu cezalandırdı. Ve Kafkas dağlarında zincire vurdu. Üzerine bir kartal yolluyordu. Gün boyu ciğerini parçalatıyordu. Ne var ki ertesi gün yeniden azâblandınmak için o gece ciğerini yeniletiyordu. Tanrı Zeus, kudsal ateşi eline geçiren insanları da cezalandırmak ve intikam almak için yeryüzünde ilk canlı dişi olan Pandora'yı dünyaya yolluyor. Pandora gelirken, beraberinde de her türlü kötülüklerin içinde saklı bulunduğu bir valizi dünyaya getiriyor. Maksadı bütün insan türünü yok etmektir. Prometeus Hipemetos Pandora ile evlenince tanrıların gönderdiği hediyeyi de kabul ediyor ve valizi açıyor. Böylece kötülükler yeryüzüne yayılıyor.
İşte insan ile tanrı arasındaki ilişki... Kudsal ateşi (bilgi ateşini) insanoğlu çalmış ve tanrıların elinden zorla almıştır. İnsanlar bu çaldıkları at&şle kâinatın ve hayatın esrarını öğrenecekler ve yeryüzünde her biri bir tanrı yerine geçecek, tanrılaşacak. Bunun karşılığında tanrılar da insanlarla korkunç bir savaşa girişiyorlar, intikam almak istiyorlar. Onların da maksadı kuvveti ellerinde tutmak ve yeryüzünün yalnız başma^hâkimleri olmaktır.
Avrupa ortaçağda Hıristiyanlığı kabul etti ama Helenizm (veya Helenistik anlayış) gizlice Hıristiyanlığın kabuğu altına saklandı. Rönesans ile birlikte Avrupa yeniden bu giz] i ve klasik putperestliğe döndü. Ama duygu yine aynı duygu idi. İlâhlarla veya Hıristiyanlığın tan-rısıyla savaş ve çekişme devam ediyordu. Tanrıya karşı sevgi ve dostluk besleyeceklerine düşmanca hareket ediyor ve başkaldınyoriardı...
Yakın zamanlara kadar, yani herkes kiliseden yüz çevirmezden önce kilisenin insanların huzur ve rahatlarını tehdîd eden, insan bünyesini büsbütün mahveden çirkin bir aşırılığa dalmasıyla bu durum daha da fecî bir şekil aldı. Din adamlarının hegemonyası bütün ağırlığıyla avrupalüarın üzerine bindiği gibi engizisyon mahkemeleri, aforozlar ve endülijanslarla eameye çalıştı. Son olarak da —ki bu en son koz olmuştu— dinî bilgiler adını verdiği birtakım derme çatma bilgileri gökten inmiş kelimeler olarak zorla kabul ettirmeye çalıştı.. Sistematik ve tecrübî bilgiler bu söylenen şeylerin sakatlığım isbât edince, bu sefer kilise baskısını daha da artırarak insanları yakmaya, bilginleri dine karşı geldi diye i'dâm ettirmeye başladı...
İşte bütünüyle bu faktörler Avrupa düşüncesinde ve aynı zamanda avrupalılann şuur altında dine karşı bir nefret duygusu uyandırdı. Bu nefret, sâdece dine karşı gelişmekle kalmadı. Allah'a kadar uzandı. İnsanlarla ilgili her şeyde hummalı bir şekilde Allah'tan uzaklaşmalar başladı. Avrupalı yaptığı her şeyde Allah'ın adını anmamaya gayret ediyordu.
İşte bundan dolayıdır ki Avrupalı psikolojik araştırmalarında da Allah'tan uzaklaşmış bulunuyor. Allah fikrinden söz etmeyerek araştırmalarını sürdürüyor, halbuki insan nefsinin yaratıcısı, ona canlılık ve hareket bahşeden ve bütün kabiliyetlerini veren O'dur...
Psikologlar insan ruhunu her türlü te'sîr yönleriyle birlikte inceliyorlar da, insan hayatındaki ilâhî irâdenin te'sîrlerine asla yer ver-tnek istemiyorlar.
Bazan bakıyorsunuz insanı coğrafî, sosyolojik ve maddî faktörler açısından inceliyorlar...
Bazan iktisadî açıdan araştırıyorlar...
Fakat bir kere de olsun ilâhî takdirin te'sîr mekanizması altında araştırmak istemiyorlar. İlâhî takdirin herşeyin sonucunu ta'yîn ettiğini, bu arada insan denen varlığın da bunlar arasında bulunduğunu hiç mi hiç ele almak istemiyorlar. Gerek bütünüyle insanların, gerekse ferd ferd toplum toplum insanların ilâhî irâdenin te'sîri altında olduğunu görmek istemiyorlar...
Bunun neticesinde birtakım fahiş hatâlar doğuyor tabiî... Hattâ hatâ değil, hatâlar yığını...
Bu nazariyelerin ve ekollerin hepsi de; insan ruhunun fıtrî olarak, loğuştan yaratanına karşı yönelmek ihtiyâcında olduğunu, bütün hücrelerinin yaratanın gücüne ve yardımına muhtaç olduğunu, hareket kanunlarıyla birlikte hareket noktalarını da O'ndan alacağını, enerjisini ve enerji kaynaklarını O'ndan almış olacağını hiç bir zaman hesaba katmıyorlar. Beşer tarihinin akışında gökten inmiş ilâhî dinlerin yerini ve te'sîrini de ihmâl ediyorlar. Bütün bunların da üzerinde bir kâinat gerçeğini unutuyorlar. O da insanın hayatındaki hâdiseleri düzenleyen ve ona seyrini te'mîn eden ilâhî takdir ile insanın doğrudan doğruya olan münâsebet ve teessürü... Hem bilmiyorlar ki gerek coğrafî faktörler gerek maddî, ekonomik ve sosyal faktörler... Hepsi de Allah'ın kudret çevresinin dahilindedir. Ve Allah'ın engin irâdesinin dışında müstakil olarak cereyan edebilen şeyler değildir...
Biraz önce özet olarak tarihî sebeplerini açıkladığımız bu kasdî gaflet ve bilerek gönnemezlikten gelmek, insan için çizilen şemada büyük yanlışlıklar ve karışıklıklara sebep oluyor. Bir şemada bazan insanın kâinatta tek başına buyruk ve bu kâinatın asıl yaratıcısı olduğunu gösteriyorlar. Halbuki bu ilmî bir gerçek değildir. Çünkü insan yaratanının yardımı olmadan hiç bir şey yapamaz. Yaratanın belirttiği plân dâhilinde insan kendi işlerini yürütebilir, ama bunun dışına asla çıkamaz. Bazan da gördüğümüz şemada insan varlığı kabul edilen birtakım farazi tanrıların; maddî, sosyal ve ekonomik tanrıların kulu kölesi olarak gösteriliyor... Bu durumda tabiî olarak insanın gerçek değeri küçültülüyor ve basitleştiriliyor. Bir başka şemaya baktığımız zaman insanın hareketlerinin; şartlı reflekslerin... cinsel içgüdülerin... kimyevî formüllerin... veya mekanik vâsıtaların eseri olduğunu görüyoruz... Bu ise insanın gerçek iç durumunu yanlış, olduğundan farklı göstermektedir... Bütün şemalarda, plânlı şekilde uygulanan o çirkin anlayış tarzı sırıtıp durmaktadır. Ve hepsinin gösterdiği gerçek insana hiç mi hiç benzememektedir...
Bütün o Batılı ekoller, bizim bu bölümün baş kısmında sıraladığımız sorulara cevab vermekten kurtulacağını sanıyordu. İnsan nedir? Vazifesi nelerden ibarettir? Hayatta insanın fonksiyonu nedir? Enerjisi neden ibarettir? Ve insan enerjisinin hududu nereye kadar uzanır?
Netice; Carrel'in de dediği gibi insan gerçeğini iyi bilmemekten doğan katmerli bir cehaletin sonucu birtakım sistemler vaz'ederek, medeniyet anlayışı ortaya çıkararak, ilmî nazariyeler ileri sürerek topluca insanlığı mahvetmek olmuştur...
«însan» gerçeği üzerinde enine boyuna bir inceleme yapmak insan psikolojisi üzerinde yapılması gereken bütün çalışmalardan önce gelir... Diğer taraftan bu şümullü çalışma; insan psikolojisi üzerindeki tafsilâtlı araştırmaları kısıtlamayacağı gibi o araştırmaların yolunu da aydınlatacaktır. Ayrıca insan fizyolojisi üzerindeki anatomik çalışmalara, da yardımcı olacaktır. Gerek insan kalbi, gerekse insan organizması üzerinde yapılacak etüdlerin derinleştirilmesinde de bu çalişmaların büyük faydası olacaktır.
Bu kitabın ta'kîb edeceği metoddan da anlaşılacağı gibi öncelikle insan gerçeğini bilmek, insanın vazifesinin neler, hayattaki yerinin neden ibaret olduğunu ve insan enerjisinin, kapasitesinin nerelere kadar vardığını Öncelikle bilmek sâdece psikolojik araştırmalar yönünden değil, Batılı psikolojik ekollerin düştükleri metod hatâlarına da düşmemek için yegâne garanti unsurudur. Bir bütün olan insan varlığını muhtelif yönleriyle ele alarak bölümlere ayırmaya da yardımcı olur. Ayrıca bu parça parça tedkîklerin sonucu ortaya çıkan neticelerin sağlam bir senteze kavuşturulmasını da sağlar. Parçaların birbiri İle olan uygunluğu olduğu gibi ortaya çıkar. Her parçanın başlı başına ele alınarak ayrı ayrı tedkîk edilmesinin sonunda meydana çıkacak uyuşmazlıkların ortadan kalkmasını sağlar. Böylece muhtelif psikolojik tiplerin normaller ile anormaller arasındaki ayırım te'mînâtı ortaya çıkar. Ve insanın kâinat içindeki yeri ve hayat içindeki durumu da bütün realizmi ile ortaya çıkar.
«Hani Rabbın meleklere : Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, demişti de melekler: Biz Seni hamd ile tesbîh, takdis eder dururken yeryüzünde fesâd çıkarıp, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? demişlerdi. Allah da : Sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Ben bilirim, demişti.
Allah, Adem'e bütün isimleri öğretmiş, sonra onları meleklere göstererek : Eğer sâdıklardan iseniz, bunların adlarını Bana bildirin, demişti.
Melekler ise : Sana tesbîh ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan Sensin, demişlerdi.
Allah: Ey Âdem, onları adlarıyla kendilerine bildir, dedi, Âdem, adlarını söyleyince : Size demedim mi ki Ben, göklerin de, yerin de gizliliklerini muhakkak bilirim. Ve sizlerin neyi açıklayıp neyi gizler olduğunuzu da bilirim.
Hani meleklere : Âdem'e secde edin demiştik de, onlar da hemen secde edivermişlerdi. Sâdece şeytân kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.
Ve demişti ki: Ey Adem, eşinle birlikte cennette otur. Dilediğiniz yerlerde onun meyvelerinden bol bol yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zâlimlerden olursunuz.
Nihayet şeytân onları cennetten kaydırdı. Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar yerleşim ve faydalanma vardır, dedik.
Âdem, Rabbmdan kelimeleri belleyip aldı. Bunun üzerine onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz ki Tevvâb, Rahim O'dur O.
Dedik ki: Hepiniz oradan inin. Eğer tarafımdan size bir hidâyet gelir de, kimler Benim hidâyetime uyarsa, artık onlar için hiç bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olacak değillerdir...
Küfredenler, âyetlerimizi yalanlamış olanlar, işte onlar cehennemliklerdir. Ve onlar ateşte temelli kalıcıdırlar.» (Bakara, 30-39).
İşte Kur'an'da vârid olduğu şekliyle insanın kıssası... Diğer kitaplarımızda yarattığı varlıkları en iyi şekilde bilen Yüce Yaratıcının naklettiği bu kıssadaki eğitimle ilgili ve san'at yönüyle alâkalı ilhamlarını açıklamıştık. «Ben onlara, göklerin ve yerin yaradılışı ile kendi benliklerinin yaradılışını göstermedim.» İnsan cinsinden hiç bir varlığın görmediği bu bilinmezlikler âleminden bize haber verecek olan yegâne merci Zât-ı Bârî'dir.
Fakat biz bu âyet-i kerîme'yi, bu konunun baş taraflarında ortaya koyduğumuz sorularla ilgisi bakımından psikolojik etüdümüzün sahası içinde bölümlere ayıracağız. İnsan nedir? Vazifesi neden ibarettir? Hayatta fonksiyonu nelerdir? Enerjisi nasıldır? Ve bu enerjinin hududu nereye kadardır? Sorularıyla ilgisi yönünden teker teker ayıracağız.
Kısa olmasına rağmen bu âyet-i kerîme'de bu soruların cevabı bulunmaktadır. Hem de en mükemmel şekliyle. Ve biz insan psikolojisinin tafsilâtına ve muhtelif şekillerine geçmeden önce bu soruların cevabını vermek zorundayız.
Nedir insan?... İnsan yeryüzünde Allah'ın halîfesidir. «Hani Rab-bın meleklere : Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, demişti.» Halîfe kelimesi, geniş anlamlar ifâde eden derin ve yüklü bir kelimedir.
Bu kelimenin taşıdığı mânâlardan birisi, insan denen şu varlığın hayat sahnesinde çok önemli bir yeri olup, değerinin son derece büyüklüğüdür.
Bir kerre o, yeryüzünde halîfedir... Evet Allah'ın halîfesi...
Bütün kâinat güçlerine hâkim olan yaratıcı ve yoktan var edici Allah'ın halîfesidir...
Elbetteki halîfenin, hilâfetin gerekleriyle donatılmış olması gere-kecektir. Aksi takdirde hilâfetin ne mânâsı, ne de değeri kalır.
Ayrıca o, tabiî olarak kendisine hilâfeti bahşeden zâtın nurundan parçalar taşımalıdır. Aksi takdirde bu hilâfete namzed olamaz. Hak kazanamaz...
Hem bu halîfe olan varlığın yeryüzündeki fonksiyonu, hayattaki vazifesi diğer varlıklarınkinden hem daha büyük olmalıdır, hem de daha önemli... Aksi takdirde başka varlıkların değil de, onun hilâfet makamına seçilmiş olmasının hiçbir mânâsı kalmaz.
H«r ne kadar biz bu etüdümüzde doğrudan doğruya insan psikolojisi üzerinde duruyor isek de, Kur'an'daki edebî tasvirin te'sîrinden kendimizi kurtarmamız tabiî ki imkânsızdır. Hilâfet kelimesinde gizlenmiş bulunan bu mânâların hepsini âyet-i kerîme bütün açıklığı ile gözler önüne seriyor ki kelimenin muhtevası iyice anlaşılabilsin...
Göklerin ve yeryüzünün kucak açtığı şu varlık... Yücelerin yücesinde Allah Teâlâ, bu yüce varlığın öncülüğünü ve üstünlüğünü ilân, ediyor. Meleklerini de bundan haberdâr etmek için topluyor. Bu haber karşısında melekler titriyorlar. Rablarma başvurarak bu insan denen varlığın yaratıhşındaki hikmeti ve halîfe seçilmesindeki nedenleri öğrenmek için daha fazla bilgi vermesini istiyorlar. Halbuki melekler kendilerine verilen hiç bir bilgi hususunda Rablarına karşı suâl tev-cîh etme durumunda değildirler. Çünkü onlar: «Allah'ın kendilerine emrettiği şeylerde O'na isyan etmezler ve emrolunan şeyi yaparlar.» Sonra da melekler, insanın yaratılışmdaki mucize karşısında secdeye kapanıyorlar. Bu secde insanın yaratılışının önemini ibraz ettirme gayesine mebnîdir. Ve insan denen mucizenin, diğer mucizelerden üstünlüğünün ifadesidir.
Bütünüyle bu ifâdeler insan denen varlığın eşsizliğine delâlet etmektedir. ..
Sonra âyet-i kerîme, —hem burada hem de Kur'an'ın diğer yerlerinde— insanın yeryüzündeki vazifesinin yeryüzünün i'mârı olduğunu belirtiyotr. Şu halde yeryüzünde Allah'ın halîfesi olmak demek; yapmak, îcâd etmek, i'mâr, tebdil ve tağyir etmek demektir. Bütün bu işler ise Allah'ın fiilleridir. Ancak insanoğluna birtakım parçalar vermiştir ki insan bunlarla halifelik görevini yerine getirir. Ayrıca insana birtakım imkânlar sağlayarak destek olmuştur.
Sunulan bu imkânların en büyüğü bilgidir... ilimdir... «Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretmişti.»
İşte insanın, diğer varlıklardan ayrılmasını sağlayan en önemli özelliklerden birisi. İnsan, meleklerden bilgi yoluyla ayrılır. İnsanın yeryüzünde bilgi yoluyla yaptığı vazifeleri melekler bile yapmaktan âcizdiler. Bir bakıma da bilgi Allah'ın insana bahşettiği ehliyet belgesi oluyor. Bu belgeyi melekler de kabul ediyorlar ve güç ye kuvvet sahibi Yüce Yaratıcıya secde ediyorlar.
Ne var ki insana sunulmuş olan bu geniş kabiliyetler... Bunların başında da yer alan Allah'ın onun sayesinde gökleri ve yeri insana mü-sahhar kıldığı bilgi kabiliyeti... «Ve size göklerde ve yerdeki her şeyi müsahhar kıldı.» Evet bütün bu kabiliyetler insanın tabiatında var olan bir zaafı bütünüyle silip atamıyor. Duygusal şeyleri sevmesini...
^İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yayılıma salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden yana nefsin isteklerine muhabbet süslenip bezendi. Fakat bunlar, dünya hayatının geçici metâlarıdır.» (Âl-i İmrân, 14).
Yasaklanan meyveye burada şehvet ve duygusallık nisbet edilmektedir. Biz burada psikolojik etüd sadedinde, bu meyvenin ne olduğu konusundaki tafsilâtlara dalmak istemiyoruz. Memnu' meyve nedir? Bununla ne kasdolunmuştur? Yeri neresidir? şibi sorulara dalmak istemiyoruz. Burada bizi ilgilendiren, sâdece bu memnu' meyve ile insanın kontrol mekanizmasını işleten irâdesinin tecrübe edilmiş olmasıdır. İnsana verilen en büyük nimetlerden birisi de bu kontrol fonksiyonuna sâhi'b olan irâde mekanizmasıdır. Burada bizim üzerinde durduğumuz husus, kontrol mekanizmasını yürüten irâdenin «Şehvetler» e engel olup olmayacağı hususudur. İnsan denen bu eşsiz varlık her zaman direnememektedir. Karşı koymak için her defasında irâdesini takviye edememektedir. «Andolsun ki Biz, gerçekten Âdem'e daha Önceden ahdettik. Ne var ki o ahdini unuttu ve onda bir azkn görmedik.»
Şu kadar var ki bu zaaf sonsuz değildir. Ayağa fcalkılması mümkün olmayan bir düşüklük mânâsına da gelmez.
İnsan, her zaman bu düşüklükten kurtulabilecek durumdadır. Yeter ki yüzünü Yüce Yaradamna döndürsün. «Âdem, Rabbından kelimeleri belleyip aldı. Bunun üzerine onun tevbesini kabul etti.»
İşte insanın hayatî değerlerinin başlıcalarından birisi. İnsan, şehvetler karşısında bsr zaman zaaflara ma'rûzdur. Ne var ki bu zaafın yanı sıra aynı insan Allah'a yönelerek bu zaafdan kurtulacak kudret ile donatılmıştır. Tabiatının derinliklerinde her ikisini de yapacak güç vardır.
«Nefse ve onu düzenleyene. Sonra da ona itaati ve isyanı öğretene. Allah'ın, temizlediği nefis, muhakkak kurtulmuştur. Azdırdığı da hüsrana uğramıştır.»
Sonra insan, çatışmalara karşı donatılmış bir güçtedir de : «Kiminiz kiminize düşman olarak inin, dedik...»
Madem ki ortada bir düşmanlık söz konusudur, şüphesiz meydanda çatışına da olacaktır. Çatışma gücü de bulunacaktır.
Şeytâna karşı düşmanlık. Çeşitli şekil ve surette ortaya çıkan şer kuvvetleriyle çatışma. Bizi burada ilgilendiren, bu çatışmadaki gücü tesbît etmektir. Hem bu güç insan hayatının en Önemli değerlerinden birini teşkil eder. ^Yeryüzündeki fonksiyonunu yerine getirmek için bu çatışma zarurîdir de. «Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile bertaraf etmiş olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı. Ne var ki Allah, âlemlere karşı lütuf ve ihsan sahibidir.»
Sonra insana yeryüzünde istikrar ve dinlenme imkânı da sağlanmıştır: «Ve sizin için yeryüzünde eğlenme ve konaklama vardır.»...
Muvakkat istikrar ve istifâde edilecek şeyler, insan hayatının belli başlı iki önemli değerleri arasında yer alır. İnsan bünyesi bunlarla da donatılmıştır. Bunun yanı sıra çatışma gücü de verilmiştir.
Nihayet insan, yeryüzünde Allah tarafından kendisine verilen hilâfet vazifesini yerine getirmektedir. Ve kendisini bu vazîfeye seçen Allah tarafından da desteklenmektedir. Rabbânî hidâyet düstûru, onun bu faaliyeti için rehberdir: «Eğer tarafımdan size bir hidâyet gelir de, kimler Benim hidâyetime uyarsa; artık onlar için hiç bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olacak değilerdir.» İnsan, fıtratı itibarıyla Allah'a yönelecek ve O'nun hidâyetinden faydalanacak kabiliyettedir. Ayrıca aynı insan fıtratı Allah'tan uzaklaşıp âyetlerini inkâr edecek kapasitededir de. «Küfredenler, âyetlerimizi yalanlamış olanlar ise, işte onlar cehennemliklerdir. Ve onlar ateşte temelli kalıcıdırlar...» İşte geniş hatlarıyla insan...
Şimdi artık bu yaratık ile ilgili genel bir fikir serdedebiliriz.
İnsan, eşsiz bir yaratıktır. Onu kâinattaki diğer varlıklar arasına sokarak yapılacak her türlü analiz kökten yanlış ve hatalı olacaktır. Gerek mekanik ifadelerle izah edilmek istensin, gerekse organik yapı olarak belirtilmek istensin farksızdır. İster melek yoluyla izah edilmek istensin, ister nûrânî bir varlık olarak değerlendirilsin başka tür açıklamaların hepsi de eksik olacaktır.
Hayat devresinde insanın önemli bir rolü vardır. Bu önemin ilk işareti, bizzat Allah Teâlâ'nın onun doğuşunu haber vermesidir. Bu önemin diğer bir işareti de, meleklerini bu yaratığa secde ettirmiş olmasıdır. Göklerin ve yerin onun emrine âmâde kılınmış olması, Allah Teâlâ'nın yüce irâdesini, insanın irâdesi ile gerçekleştirme plânına sokmuş olmasıdır. «Şüphesiz ki bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmez.» (Ra'd, 11), «Şayet Allah'ın insanları bir kısmını birbiriyle defedip savması olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı.» (Bakara, 251), «İnsanların yaptıklarından ötürü karada ve denizde fesâd çıktı.» (Rûm, 41).
İnsan, birtakım isti'dâdlarla donatılmış bir yaratıktır. Bu isti'dâd-larm en belirgin olanı bilgi kabiliyeti, koruyucu güce sâhib olan irâde kabiliyetidir. Hilâfetin mânâsında ve gereklerinde gizlenmiş bulunan faal güçteki kabiliyettir. Çatışma gücünde ortaya çıkan kabiliyettir. Allah'a yönelmek emirlerini alarak doğru yolu bulmak kudreti ile yeryüzünde yerleşip istifâde etme kabiliyetidir.
İnsan; zaaf noktaları bulunan bir yaratıktır. Şehvet ve arzusu vardır. Allah'a verdiği ahdi unutup, doğru yolu hatırlamayacak ve Allah'ın âyetlerini inkâr edecek derecede zaaf noktaları vardır.
İnsan zıd, çift tabiatlı (Ambivilence) bir mahlûktur. Hem en üstün mertebeye çıkabilecek güçtedir, hem de en alt tabakalara dügecek kabiliyette...
Bu genel düşünceleri belirttikten sonra, insan üzerindeki etüdümüze girişebiliriz...
Fakat bu etüde dalmadan önce, insanın eşsizliği konusunda çağdaş ilmin neler söylediğine bir göz atmamız yerinde olur. Çünkü üzerinde durduğumuz konular ile çağdaş ilmin söylediği hususlar arasında açık delâletler bulunmaktadır.
Bu genel düşünceden hareket ederek insan üzerindeki etüdümüze başlayabiliriz...
Fakat etüdümüze başlamadan önce ilmin bu konuda söylediklerine gez atmamız faydalı olacaktır sanırım. Modern ilim erbabı, insanın eşsiz bir yaratık oluşuyla ilgili neler diyor bunu görmemiz mevzûmuzun aydınlanmasında birçok yararlar sağlayacaktır.
Julian Huxley, «Modern Dünyada İnsan» (Ma İn the Modern VVbrld) adlı eserinde insanın eşsiz bir varlık olduğunu bildiren bölümünde şöyle diyor:
((İnsanın diğer hayvanlara nisbetle kâinat içerisindeki yeriyle ilgili (görüşler bir sarkaç gibi durmadan yön değiştiriyor. Bazan kendisine hayranlığı son derece artarken bazan da bu hayranlığın derecesi zayıflıyor. Bazan insanla hayvan arasını korkunç uçurumlar ayırırken, bazan da çok küçük farklılıklar gösteriyor...
Danvin'in ileri sürdüğü nazariye ile sarkaç ters yöne doğru gelişmeye başladı. Ve bir kere daha insanın bir hayvan türü olduğu fikri ağırlık kazandı. Ama bu ağırlık budalaca bir duygusallık içinde değil ilmî bir gerçek olarak kendisini hissettirdi. Ne var ki bu sefer sarkaç, ulaşabileceği en son noktaya vardı. Ve ortaya çıkan netice, Darwin'in hipotezini destekleyici mâhiyette idi.
Darwin'e göre insan da diğer hayvanlar gibi bir hayvandır. Binâenaleyh onun insan hayatıyla, yüce insanlık değerleriyle alâkalı görüşleri diğer varlıklara nisbetle imtiyazlı değildir. Meselâ bir kurttan veya bakteriden pek de farklı değildir. Evulosyener başarının yegâne mikyası, varlığı sürdürmektir. Dolayısıyla mevcûd olan ve varlığını devam ettiren bütün canlılar Darwin'in nazarında aynıdır, değer bakımından farksızdır. Gelişmişlik düşüncesi ise sâdece insana mahsûstur. Şurası da su götürmez bir gerçektir ki; İnsan hâl-i hâzırda mevcûd olan yaratıkların efendisi ve en üstünüdür. Fakat zaman olur ki bir karınca veya fare ds onun yerini alabilir.
Burada insanla hayvan arasında açılan gediğin küçüklüğü; hayvana insancıl nitelikler vermenin abartılmış ve mübalağa edilmiş olmasından değil, insanın insanlık niteliklerinin azaltılmış olmasındandır. Bununla beraber yakın zamanlarda yeni yeni eğilimler ortaya çıkmış bulunuyor. Bu eğilimlerin nedeni ise bilgi sınırının gelişmiş olması ve bilhassa deneysel bilgilerin her geçen 'gün biraz daha ağırlık kesbetmiş olmasıdır.
Bunun içindir ki sarkaç İkinci defa yön değiştiriyor. Bu sefer insanla hayvan arasındaki gedik büyüyor ve bir uçurum halini alıyor.
Darwin Nazariyesinden sonra, artık hiç bir insan kendisinin hay-vanılk ile ilgisinin bulunmadığını iddia edecek güce sâhib olamamış, ancak kendisinin çok garip ve tuhaf bir hayvan olduğunu kabul etmeye başlamıştır. Birçok durumlarda İse kendisine benzeri bulunmayan bir hayvan hüvlyyeti vermiştir. Ama hâlâ insanın biyolojik açıdan eşsiz bir varlık oluşunun tahlili fenomeni tamamlanmış değildir.
İnsanın en büyük pzelliği ve hayretengîz hususiyeti, düşünme kabiliyetidir. Eğer terminolojik kelimeleri seçmek temayülünüz varsa, bunu şöylece ifâde edebilirsiniz : İnsanın en büyük özelliği onun açık kionuşabilmesidir.
İnsanın bu özelliğe sâhib olmasının birtakım önemli sonuçlan vardır ki, bunların gelişmesi büyük yer alır. Alışkanlıkların fazlaca gelişmesinin en Önemli sonucu ise, insanın sâhib olduğu âlet ve mekanizmayı geliştirmesi ve güzelleştirmesidir.
Gerek bu alışkanlıklar ve gerekse vasıtalar insana yeryüzünde efendilik merkezini elde etmesini sağlamıştır. Bu biyolojik hususiyet, çağımızda insanın en hayretengîz hâssalarından birisidir. İnsanlık çoğalmakla kalmamış, gelişmiş, tekâmül etmiş, nüfuz sâhâsı artmış ve o değişik hayat yolları bulmuştur.
Böylece biyoloji; insanı dinlerin belirttiği gibi, yaratıkların efendisi olduğunu belirten bir noktaya oturtuyor. Buna rağmen bizim genel görüşümüze uymayan noktaları pek çoktur. Biyolojik açıdan baktığımız zaman görürüz ki bütün hayvanlar sırf insanoğluna hizmet etmek için yaratılmamıştır. Ama insan yapısı itibânyla diğer canlılardan ayrı bir hüviyyete sâhib olmuş, tabiî ve biyolojik faktörlerle diğer canlıları geçmiş ve yer yuvarlağının en gelişmiş canlısı durumuna gelmiştir. Binâenaleyh hiç bir zaman için dinî düşüncenin, mistik hayâl gücünün eseri olarak ortaya ^oyduğu insanla İlgili hikâyeler doğru değildir. Şu kadar var ki, İnsanın biyolojik mekanizmasında sağlam jeolojik faktörlerin de te'sîri çok büyüktür.
Konuşma, alışkanlık ve diğer organlar insana diğer birtakım daha Özellikler kazandırmıştır ki, bunların bir benzerinin diğer varlıklar arasında bulunması imkân hâricidir. İnsana hâs olan bu özellikleri, burada tekrar sayıp dökecek değiliz. Çünkü bunlar herkes tarafından bilinmektedir. Biz sâdece insanın bilinmeyen özellikleri üzerinde duracağız. Aslında insan türü biyolojik özellikleri itibarıyla eşsiz bir yaratıktır. Ne var ki bu özellikler ve nitelikler üzerinde, ne zooloji nokta-İ nazarından, ne de sosyoloji nokta-i nazarından dikkat ve itinâ ile durulmamıştır.
Son olarak, gelişme çevresi itibarıyla insan diğer gelişmiş hayvanlardan hiç birine benzemez.
Aslında insanın bir' canlı varlık olarak en ağır basan yanı ve özelliği; ma'nevî düşünce yapısıdır.
Şunu kafamızdan hiç çıkarmamamız gerekir ki, hayvanla insan arasındaki en bariz fark, düşünce yapısının farklılığıdır. İnsanın zihnî yapısının esnek oluşunun tabiî sonucu olarak birtakım psikolojik neticeler ortaya çıkmaktadır ki, rasyonalist filozoflar bunların üzerinde fazlasıyla dururlar.
Biz insan seviyesine vardığımız zaman birtakım yeni yeni komplekslerle karşılaşırız. Daha önce de dediğimiz gibi insanın en büyük hususiyetlerinden birisi de, şehevî duygularına hâkim olmasıdır.
Sâdece insan türüne mahsûs olan bu özellik, biyolojik olmaktan daha çok psikolojiktir. Ama bunun tabiî sonucu olarak ortaya birtakım özellikler daha çıkmaktadır ki bunları şöylece sıralayabiliriz:
I- İnsan hem genel anlamda, hem de özel anlamda bir düşünce mekanizmasına sâhibdir.
II- Hayvanlarda zekâ ile hareket arasında bir farklılık vardır. Ama insanın zihnî formasyonu bütüncüdür, birlikte çalışır.
III- Klan, kabile, millet, parti ve dinî cemaatlar gibi sosyolojik birliklere sâhibdir ve her birisine kültürü ve gelenekleriyle sımsıkı bağlıdır.
Burada bir insanın faaliyet tarzları üzerinde duracak değiliz.. Doğrusu insanın belli başlı faaliyetlerinin, aslında temel özelliklerinin ikinci dereceden tezahürleri durumundadır. Binâenaleyh insan, bu formasyonu ile de diğer bütün canlılardan ayrılır ve eşsizdir.
Gerek konuşma, düzenli olarak oyunlar tertîb etme, öğrenme, ücretle çalışma, bağ-bahçe ekimi yapma, tarımsal faaliyetlerde bulunma, gerekse ödev, vazife, sorumluluk, hatâ ve doğruluk horluk ve nedamet gibi motiflerin hepsi insanın temel özelliklerinin ikinci dereceden tezahürleridir. Realitede asıl zor olan insanın eşsiz olmayan bir faaliyetini tesıbît edebilmektir. Hattâ yemek içmek, yatmak ve uyumak gibi temel biyolojik faaliyetleri bile insana hâs eşsiz güzelliklerle süslenmiştir.
İnsanın eşsiz bir yaratık olmasının, ikinci derecede birtakım daha sonuçları olabilir. Ama biz, henüz onları keşfedememiş olabiliriz.
Doğrusunu söylememiz gerekirse; o sonuçlar da ortaya çıkınca bu günkünden çok daha eşsiz bir varlık durumuna gelecektir...»
Julian Huxley, ateist bir bilgindir. Allah'ın varlığını kabul etmez. Bu pasajlarda o hakkı görmeye yaklaşıyor ama, onuruna kapılarak gerçeği kabul etmekten kaçınıyor. Bir de bakıyorsunuz kitapçık gerçeklere ters düşen iddialar İleri sürüyor fakat onun dilinden dinî düşüncenin derin biyolojik temelleri olduğunu yakalamak az önemli değildir, imansız birisinin, dinî gerçeklere bundan daha fazla yaklaşmasını beklemekten daha safdillik olur mu?
İşte ilmin söylediği söz. Allah'a inanmayan bir ateistin dilinden sunduk onları.
Ne var ki bu imansızın söylediklerinde, Allah'ın kitabının açıkladığı hayretengîz gerçeklerin ikrarı yer alıyor. İlim —gün be gün— insanın eşsizliği hususunda yeni yeni keşiflerde bulunuyor. Halbuki bu buluşları din çok Önceden belirtmiştir.
Yukarıda iktibas ettiğimiz pasajlarda açıklanmasını istediğimiz metoda dâir bazı şeyler bulacağınızı sanıyorum.
Ama asıl gerçek, Allah'ın kelâmıdır. Bunları ikrar etmekle ilmî araştırmanın akışını tersyüz edecek' değiliz. Aslında ilmî araştırmaların bu gerçekleri keşfetmesi Allah'ın âyetlerini araştırmak hususunda Ce-nâb-ı Rabb'il-Âlemîn'in buyruğuna uymanın ifâdesi olacaktır.
«Yeryüzünde de gerçekten insanlar için birçok ibretler vardır. Nefislerinizde de... Daha da bakmaz mısınız?» (Zâriyât, 20-21)
«İleride onlara hem yeryüzünün çevresinde, hem de bizzat nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz.» (Fussilet, 53)
Nihayet dinin koyduğu küllî gerçekler ilmin verdiği tafsilâtlı bilgilerle birleşir ve böylece hayatın normal akışı sağlanır.
Şu anda insan konusunda bir genel fikre sâhib olmuş bulunuyoruz. Öyleyse konuyu derinlemesine incelemek üzere araştırmamıza girişebiliriz. Böylece birtakım gereksiz uzatmalara düşmekten kurtuluruz.
Şüphesiz ki bu genel fikir, araştırıcının araştırmasında derinleşmesini kısıtlayacak değildir. Araştırma hürriyetini zedelemeyecektir. Onu, muayyen bir programı ta'kîbe de zorlamayacaktır. Ne var ki araştırmacı bu genel fikir, *nuvâcehesinde atacağı adımlarını ayarlayacak ve metoddan uzaklaşmamak, yolunu şaşırmamak için bu genel fileri göz önünde bulunduracaktır.
Meselâ, insanın eşsiz bir varlık olduğunu düşündüğü zaman; klasik Danvinizm'in düştüğü yanlışlıklara düşerek, insanı diğer canlı varlıkları izah ettiği gibi biyolojik ve psikolojik bir canlı olarak açıklama yanılgısına düşmeyecektir. Daha sonra Freud'un düştüğü hatâyı tekrar etmeyecektir. İnsanın biyolojik ve psikolojik yapısındaki eşsizliği incelerken bu açık eşsizlikler karşısında gözünü yumarak kendi arzusuna 'göre bir açıklama tarzı tutturup illâ da onun üzerinde ısrar etmeyecektir,
İnsan ufkunun genişliğini, insanın kabiliyetlerinin değişikliğini gözönünde bulundurduğu zaman, insanı bir tek faktöre göre açıklama hatâsına düşmeyecektir. Freud'un yaptığı gibi insan faaliyetlerini libido İle izah etmeyecek, Adler'in yaptığı üstünlük kompleksi ile açıklamayacak, Jung'un yaptığı gibi aşağılık kompleksi ile izah etmeyecektir. Tecrübeci ekolün yaptığı gibi bedenî enerji ile, komünistlerin yaptığı gibi tarihî veya İktisadî materyalizmle İzah etmeye kalkışmayacaktır. Çünkü insanın sahası, bütün bunların her birisinden çok daha geniştir. Her faktörü ayrı ayrı kapsar insan bünyesi. Birbirinden ayırdedilmesi mümkün olmayacak şekilde komple bir bütünlük arzeder. Bunların hepsi ve ancak hayâller peşinde koşuşan nazariyeler görmezlikten gelirler bu gerçeği...
«Hani Rabbın, meleklere demişti ki: kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde; siz derhâl onun için secdeye kapanın...» (Hıcr, 28-29).
însan varlığının en bariz özelliği iç içe bir tabiata sâhib olmasıdır.
Bu yapısıyla insan, bu kâinattaki varlıkların hepsinden ayrılır. Halbuki kâinatta mevcûd olan varlıkların hepsi muayyen bir hedefi olan bir tek tabiata sahihtirler.
Gerek melekler, gerekse hayvanlar bir yanlarıyla —ki her ikisi de insanla benzerlikleri olan yaratıklardır.— tek bir tabiata ve belirli bir hedefe sâhibtirler.
Bünyesinin organik yapısı itibarıyla insana çok benzeyen üst dereceden bir hayvan dahi tek bir tabiata sahiptir. Bu hayvanlık tabiatı cesedin sınırlarını aşmaz. İçgüdüsel faaliyetlerden öte bir faaliyet örneği göstermez. Onun bütün enerji kaynağı bedenidir. Bu enerjiye yön veren esaslı unsur ise içgüdüsüdür. En mükemmel şekliyle hayvanların dünyasını bu içgüdüsel faaliyetler ta'yîn eder.
Hayvan yer, içer ve cinsel faaliyetlerini doğrudan doğruya bir sevk-i tabiî ile yapara Belli bir hedefi olmadığı gibi idrâkden de yoksundur. Hiç bir hareketinde İrâde mekanizması göze çarpmaz.
Acıktığı zaman açlık içgüdüsüyle yer, içgüdüsü yeter dediği zaman da yemez bir daha. Cinsî faaliyetlerini muayyen bir mevsimde ve belirli zamanlar içinde, yerine getirir. Bunun vaktini kendisi ta'yîn etmez. Böyle bir seçme yetkisi yoktur. Cinsel faaliyetin hedefini de kendisi belirlemez. Niçin yaptığını bilmez. İçgüdüsünün gösterdiği yönün dışında başlı başına bir hareket şekli seçemez. Yine belirli bir zaman içinde bu cinsel faaliyetlerini keser. Ama o bunu kendi isteğiyle ve arzusuyla yapmaz. Sırrını idrâk edemeyeceği gibi, karşı koyma gücü de yoktur.
Hayvanın bütün hareketleri aynı şekildedir. Hayvanın hareketleri belirli bir irâdenin mahsûlü değildir, onları neden yaptığını anlamaz. Sâdece bir sevk-i tabiî ile onları yapar ve mukavemet edecek kudreti yoktur. Ayrıca mukavemet etme fikrine sâhib olamaz/Şu halde hayvan, varlığı itibarıyla içgüdülerin eline teslim edilmiştir.
Hayvan, bedeninin hareket tarzına göre faaliyet icra eden tek bir tabiata sahip yaratıktır.
Melek de her ne kadar biz melekleri görmesek de, bizim öğrendiğimiz vasıfları ile tek tabiatlı varlıktır. Belirli bir hedefi vardır. Kendi tasarrufu ve irâdesi dışında doğrudan doğruya ruhuyla yaşayan ve ruhunun direktiflerine boyun eğen bir mahlûktur. Melekler yaradılışları itibarıyla mutlak itâata mecburdurlar. «Ve Allah'ın kendilerine emrettiği şeylerde O'na isyan etmezler. Ve emredileni yaparlar.» Meleklerin her ne kadar bedensel içgüdüleri yok ise de, onların kendi çerçevesi dâhilinde ruhî. içgüdüleri vardır. Bedensel içgüdüleri yoktur çünkü, maddî cisme sâhib varlıklar değildirler. Onlar bu ruhî içgüdülerinin direktiflerine göre hareket ederler. Bu konuda düşünme, tasarruf ve seçme yetkileri yoktur.
Şu halde melekler de tek tabiatlı varlıklar olup ruhlarının verdikleri direktifler muvacehesinde hareket ederler.
Bizim bildiğimiz varlıklar içerisinde birkaç yönlü hareket kudretine sâhib eş tabiatlı tek varlık insandır.
Eş tabîatlılık insanın bütün varlığında kendisini gösterir. İnsan yapısının en derin noktalarına kadar hükmü geçirir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran bu mucizevî kabiliyetin tezahür ptmediği hiç bir hareketi, düşüncesi, duygusu ve fiili yoktur.
İlerdeki bölümlerde biz, insan bünyesinde meycûd olan bu eş tabîatlılık ve tezahürlerini inceleyeceğiz. Fakat önce biz bu eş tabîatlılığın insan hayatı ve tasarrufları üzerindeki te'sîrini de gözden geçireceğiz. fakat önce biz bu eş tabîatlılığın en bariz şekilde tezahür ettiği noktadan, rûh ve beden noktasından işe başlayalım. Aslında insanın formasyonunda yer alan bu eş tabîatlılığın neş'et ettiği ana kaynak rûh ve bedendir.
«Hani Rabbın meleklere demişti ki: Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde; siz derhâl onun için secdeye kapanın.» (Hicr, 28-29).
İnsan, yeryüzünden alınmış bir avuç çamur ve Allah'ın ruhundan üflenmiş bir nefhadır.
Yeryüzünden alınmış olan bir avuç çamur beşerin formasyonunda açıkça görülür. İnsanın kaslan, damarları, organizması ve iç organları bu çamurun ifadesidir.
İlim diyor ki: İnsan bedeni tamamıyla toprağın oluşturduğu elementlerden meydana gelmiştir. Oksijen, hidrojen, karbon, demir, bakır, kalsiyum, kireç, sodyum, potasyum ve magnezyum... gibi elementlerden teşekkül etmiştir...
Yeryüzünün toprağından alınmış bu bir avuç çamur, bedenin istekleri ve faaliyetlerinde de kendisini gösterir. İlim diyor ki; açlık ve susuzluk, hadd-i zâtında bedenin biyolojik oluşumu ile ilgilidir. Cinsel faaliyetler ve insanla hayvanların kaynak itibânyla ortak olduğu diğer faaliyetler de, aynı şekilde bedenin organik ve biyolojik yapısıyla alâkalıdır. Bu faaliyetlerin aldığı şekil, her ne kadar biçim ve ulaşılan hedef bakımından birbirine benzemese de çıkış noktası itibarıyla aynıdır.
«İstekler» veya fıtrî içgüdüler, insanın organik gücü bedenle ilgili faaliyetleridir. Ya da bedenî esâslara dayalı faaliyet şeklidir. Nitekim şayet o organlar veya enerjiyi te'mîn eden salgı bezleri yok edilecek olursa, bütün faaliyetler de ya yok olur veya bir müddet faaliyetini keser.
İnsanın ruhî tarafını temsil eden ise Allah tarafından üflenmiş olan rûhdur ki; bu, kendisini İnsanın şuurunda, idrâkinde ve iradesinde ortaya çıkaiy. İnsanın edindiği her türlü ma'nevî «değerlerde» temessül eder.
Hayır, bereket, iyilik, rahmet, yardımlaşma, kardeşlik, dostluk, sevgi, doğruluk, adalet, Allah'a îmân, yüce değerlere inanma ve bunların pratik hayatta tahakkuku için çalışma... Evet bütün bunlar; ruhî faaliyetlerdir veya ruhî temellere dayanan faaliyet şeklidir. Bu da aynen öbür duygular gibi ma'nevî bir fenomen olup, hislerle algılanamaz ama te'sîrleri hislerle algılanan günlük hayatta görülür, anlaşılır.
Bedenle ilgili gerçekleri belirtmeye luzûm bile yoktur. Çünkü onlar açıkça gözümüzün önündedir. Hem görür, hem de dokunarak anlarız. Hududunu çizmekte, derinliğini ve gücünü ölçmekte hiç de zahmet çekmeyiz... Şö kadar var ki bu konularda araştırmalar'yapan ilimler, bunların gerçek derinliklerini kavramaktan âciz olduklarını belirtmektedirler. Sâdece dış görünüşlerini belirtip boyutlarını çizmekle yetindiklerini söylemektedirler.
Aksi takdirde, bunların derinliklerini tâm olarak anladıklarını iddia edecek olurlarsa sormak gerekir onlara, bir hücreye başlangıçta ilk olarak hayat veren sır nedir?... Ölü bir maddeden onu canlı bir hücre haline getiren esrarengiz güç nerede saklıdır?
Hangi esrarengiz güçtür ki, hücreye sunulan bu hayat emaresini geliştiriyor, düzenli, gayet muntazam, belirli bir hudûd dâhilinde hareket eden bir enerji kaynağı olarak faaliyetini sürdürmesini sağlıyor?.
Hangi esrarengiz güçtür ki, canlı hücrelerden meydana gelen dokulann bir burun yapısını kurmak, ağız, göz, kaîb, beyin, kol ve bacak gibi kuvvetli mekanizmaları teşekkül ettirmek için birleştiriyor?.. Aslında bütün bunlar temelden birbirine benzeyen ameliyelerdir ki ilim bunu henüz kesinlikle belirtemiyor...
Hangi esrarengiz güçtür ki, ağız burun, göz vs... gibi organlardan meydana gelen mekanizmaya belirli bir şekil veriyor babalara veya atalara az çok benzeyen tipler çıkıyor ortaya?..
Hangi esrarengiz güçtür ki, o hücre kümelerinden meydana gelen dokulardan bir kısmını gözün yapısı için ayırıyor ve onunla insan görüyor, bir kısmını burnunun yapısı için ayırıyor ve onunla insan koku alıyor, bir kısmını kulağın yapısı için ayırıyor ve onunla insan duyuyor, bir kısmını da zihin için ayırıyor ve onunla insan düşünüyor?
Daha yüzlerce... binlerce esrarengiz olaylar... Hepsi de gizli bir gayb perdesiyle örtülüdür... Ve bunların dış görünüşlerinden ve satıhlarından başka derinliklerine inemiyor hâlâ...
Ruhî gerçeklere gelince bunlar tamamen gizli henüz. Evet. Ama insan bünyesinin gizli olmayan neresi var ki?.. Doğruyu söylemek gerekirse, insan gerçeği tamamen gizliliklerle örtülü... Fakat... Bir canlı hücredeki hayat muammasını bilmemekle, bir hücrenin gelişmesindeki esrarı anlamamakla, hücrelerin vazife bölümü yapmasındaki, organizmayı teşekkül ettirmesindeki ve her organın son derece girift olan kendi görevini yerine getirmesindeki esrarı bilmemekle birlikte ruhî gerçekleri de bilmemek cehaletimizi bir kat daha artırmıyor mu?..
Evet rûh görünmüyor. Onun hududunu çizmek ve buudlarını ölçmek elimizden gelmiyor. Ama onun izini görüyor ve algılıyoruz. Bunu bazan elle dokunulabilen hâdiseler şeklinde bazan da duygu ve arzular tarzında görüyoruz. Bu yüzden de insanın bir ma'nevî varlığı bulunduğunu ve buna terminolojik olarak «rûh» adını verdiğimizi bir türlü gözden uzak tutmamız mümkün olmuyor. Başka bir ad da versek ne-tîce değişmez ya. Şuiadar var ki biz bu gerçeği hududu ve işaretleri belirli bir mefhûm olarak algılıyor ve kavrıyoruz.
Yüce değerleri ifâde eden... Hakdan, hayırdan, güzellikten, hürriyetten, kardeşlikten ve sevgiden söz eden bütün kavramlar... Sonuna kadar hepsi de insanın bünyesinde var olan ma'nevî yapının ifâdesi-dirler. Bütün insanların bu kavramların topunu birden aynı anda kavramış olmaları gerekli değil tabiî. Bizim bunların toirer realite olduğunu, beşerî gerçekleri dile getirdiğini ve realiteler dünyasında bizzat var olduğunu ileri sürebilmemiz için bir kısım insanların bunlardan bazılarını kavramış olmaları kâfidir. Hattâ insan dilinde bu mefhûmların bulunması bile onların bir realite olduğunu kabul etmemiz için yeterlidir. ., Dil de, insana has ma'nevî bir değerdir. İnsan dilinde sözlüklerinde «sevgi» kelimesi veya «adalet» kelimesi, ya da «güzel» kelimesi mevcûd olduğu an bu değerlerin algılanan bir gerçek olmasıyla beşerin gerçekleştirilmesini arzuladığı bir rü'yâ olması arasında fark yoktur... Çünkü her ikisi de, insanın ma'nevî faaliyetlerinin isbâtı için yeterli bir delildir... Bu değerlere karşı olan istek bile ma'nevî bir faaliyettir. İster hisler dünyasında tahakkuk etsin, ister etmesin netice değişmez. Tıpkı yeme arzusunun insan bedeninde belirli bir faaliyetin varlığına delil olduğu gibi. İster bu arzu fiilen insanın önüne bir yemek sofrası te'mîn etsin, ister etmesin bir şey değişmez.
Biz kesin olarak belirtiyoruz ki —ne derecede olursa olsun— bu kavramların ifâde ettiği gerçekler, realiteler dünyasında var olduğu için insanların dilinde de yer etmiş ve lugatlarına geçmiştir. Eğer belirli bir hedef uğrunda birbirleriyle yardımlaşan şahıslar bulunmamış olsaydı; «yardımlaşma» kavramı da olmayacaktı tabiî. Ayrıca dildeki bu kelimeden türemiş başka kelimeler de lugatlarda yer almayacaktı. Eğer doğru, adaletli ve merhametli... şahıslar bulunmamış olsaydı bu sıfatların delâlet ettiği manâlar da beşer lugatlannda bulunmayacak, insanların dilinde yer etmeyecekti. Halbuki bu vasıflar hususunda insanlar birbirinden farklı şekiller arzetmektedirler. Bu vasıflardan hiç bir hususiyet taşımayan ve dolayısıyla da onun lügat anlamını kavramayan normal bir şahsın bulunduğu da görülmemiştir...
Bedenî faaliyetlerin ölçüldüğü zaaf ve kuvvet derecesi takdir edildiği ölçüler olduğu gibi ruhun da —veya ma'nevî faaliyetlerin de— kendisine göre ölçüldüğü mikyasları vardır. Ne var ki bu ölçekler de, tıpkı onun gibi ma'nevîdirler. Meselâ bizim zihnimizde bir adalet şekli, bir merhamet, iyilik ve yardımlaşma tarzı vardır. Ve bu, bilinmeyen bir şekilde teşekkül etmiştir. Biz de bu şekle veya tarza uyarak insanların hareketlerini ölçer, kuvvet veya zaaf noktalarını ve derecesini tesbît ederiz,
Nasıl olursa olSün bu giriş kısmında bizim belirtmemiz gereken husus, insan bünyesinde bu iki tür faaliyet şeklinin varlığını tesbît etmek ve bunun insanın kendi öz yapısında olduğu gibi eş bir yapıya sâ-hib ve sâdece insana mahsûs bir özellik olduğunu açıklamaktır.
Fakat bu eş tabîatlılığm salt olarak varlığı, bütün yaratıklardan ayrı olan insan mekanizması hususunda bize sağlam bir bilgi vermez. Çünkü bu mekanizmanın bir şekli daha vardır ki tezahür eder. Ve gerçekte insan hayatının bütünü bunun üzerine kurulur.
İnsanın mekanizması eş tabiatlı olmasına rağmen, birbirinden ta^ mâmen ayrı ve her biri kendi istikametinde hareket eden iki unsurdan meydana gelmemiştir.
İnsan, rûh ve bedenden meydana gelmiştir. Ama bunlar tamamen birbirinden ayrı değildir.
«Onu düzeltince de ruhumdan üfürdüm...» (Hicr, 29).
İşte insana ruhunu veren bu ulvî nefha —ki bu rûh Allah'ın ruhundan bir parıltıdır —onu çamurdan yapılmış mekanizmadan ayrı bir unsur olarak mütalâa etmemiştir. Başka bir yer de ayırmamıştır onun için. Sâdece o düzeltilmiş olan çamura aktarılmıştır... Baştan sona kadar bütünüyle ona aktarılmıştır. Ve bütün varlığını kaplamıştır o çamurdan yaratığın. Böylece o çamurdan yaratık aynı anda hem ruhî, hem de bedenî yapıya birden sâhib olmuştur. Bu mekanizmada bir unsur diğerinden ayrı, bir yapı diğerinden farklı olarak mütalaa edilemez.
Çünkü insan gerçekte sâdece çamurdan yoğrulmamıştır. Onu yalnızca çamura çevirmek mümkün değildir...
Sâdece ruhtan da ibaret değildir... Ve onu sırf ruhtan ibaret olarak görmek de mümkün olamaz...
Her iki unsur da birbiriyle karışmış ve içice girmiştir. İkisinden birlikte, karışık evsâfta ve nitelikleri birbiriyle özdeşleşmiş tek bir mekanizma teşekkül etmiştir.
İşte insan mekanizmasındaki en büyük gerçek. İnsanın bütün faaliyetleri duyguları ve hayatla ilgili tasarrufları bu gerçeğin üzerine kurulur...
Başlangıcı itibarıyla insanın —normal şartlar altında— bedenî faaliyetlerini hayvansal yollarla değil de, insanî yollarla îfâ etmesi de bu gerçeğe dayanır. Tıpkı burum gibi ruhî faaliyetlerini de yine insanî yollarla yerine getirir. .Yoksa birbirinden ayrı ve başlı başına bu unsurlardan birisi ile değil.
İnsan yer... yeme işleminde insanla hayvan arasında bir fark yoktur. Yeme işlemini bedeninin organları yerine getirir. Ve bu işleme kimyevî oluşumların kanunin hükmeder. Bir de çamurla ilgili unsurlar.
Ne var ki insanın yeyiş tarzı, hayvanmkinden farklıdır. Ayrılık, sâdece insanın yediği yemeğin çeşitliliğinden ibaret değil. İnsan birkaç çeşit yemek yer ve yiyeceğini kendisi seçerken, hayvan sâdece bir tek çeşit yemek yer ve onu da içgüdüsü ta'yîn eder. Her yemek çeşidini içgüdüsü ayarlar ve hayvan bunun dışına çıkamaz. Ama insanla hayvan arasındaki yeyiş farkı, sâdece bundan ibaret değil ki, yeyiş şekli ve hedefi bakımından da ayrılırlar.
Bu ayrılışın en bariz şekli; insan yemeğe doğru hareketini kendi isteği ile ta'yîn eder ve bunda hürdür.
İnsanın da bir içgüdüyle yemek arzu ettiği bir gerçektir. Organizmayı teşekkül ettiren bir içgüdü. Ve insan çok ağır bir baskı unsuruyla içten tepip gelen isteklerini te'nıîn etmek zorundadır. Ne var ki. insan kendisini zorlayan bu isteği yerine getirirken birçok şeyler yapabilecek güçtedir. Bir kere yemek yiyeceği zamanları kendisi seçer. Ve bunu doğrudan doğruya kendi iradesiyle yapar. Gerek ferd olsun gerek toplum bu değişmez. Uzun veya kısa bir müddet seçtiği yemeği yemeyebilir. Alışkanlıkla veya oruç tutarak yemeyebilir. Yemeği yerken de çeşitli şekillerde yiyebilir. Hazırlattığı yemeklerden canının istediğini yer, istemediğini yemez. Canının istediğini kendi isteği ile tıpkı hayvanlar gibi oburca ve hiç bir sınır tanımaksızın yiyebilir. Ya da gayet efendice ve görgülü olarak çok az yer. Veya son derece dikkat ve itinâ ile yer;.. İsterse yemeğini helâl gıdalardan yer, isterse haram gıdalardan. Dilerse tek başına kimse görmeden yer, dilerse herkesle birlikte sohbet ederek yer. Bunları kendi hayat ölçülerine ve değerlerine göre ayarlar.
Şu halde insan da bir zorlama sonucu olarak.tıpkı hayvan gibi içgüdüsel arzusunu tatmin için yemek yer. Fakat bu yolda ilerlerken, arzu ve isteklerini tatmin ederken kendi isteği ve iradesiyle birçok yol ta'kîb eder... İşte bu istek ve arzular insanda ruhun varlığından ve çamurla karışıp birleşmesinden neş'et eder.
Şu halde irâde ve ihtiyar, ruha hâs bir niteliktir. Bunların mutlak olan şekli, Allah Teâlâ'nm Zât-ı Sübhânî'sinde temessül eder. Ve O'dur insana kendi ruhundan üflemiş olan. Ve yine bu iki nitelik mahdûd şekilleriyle de insanda ortaya çıkar. Bu da ancak bir avuç çamurun Allah'ın ruhundan koparabildiği parçalara parıltılara tahammül edebildiği kadar olabilir.
însan cinsel isteklerini de tatmin eder... Bunlar da hayvanı zorlayan şiddetli isteklerin aynısıdır.
Ne var ki insan, cinsel isteklerini hayvanların tatmin ettiği yollarla tatmin etmez.
Hem burada önemli olan mes'ele, bu isteklerin cinsel arzulann yaygınlaştığı mevsimlerde olmasıyla ilgili değildir. İnsan her sene belirli günlerde cinsel arzularını tatmin etmez. Halbuki hayvanlarda bu istekler belirli mevsimlere ve zamanlara münhasırdır. Aradaki farklılık yalnız, bundan da ibaret değil... Bunun dışında metod ve hedefi ba-. kımından da ayrıdır insanla hayvan arasındaki cinsel İstekler.
însan nasıl ki yemek karşısındaki davranışını kendisi ayarlarsa, cinsel duygular karşısındaki davranışınızda kendisi ayarlar. Ve bu konuda kendi isteğini yerine getirmek için geniş bir irâde gücüne sâhibtir.
Bir kere insan, cinsel duygularını tatmin ederken muhtelif duygu derecelerine sâhib bulunur. Hayvanda ise böyle bir şey mevzûubahis değildir. Hayvan, cinsel ihsas çeşitlerinden sâdece birisini tanır. Cinsel ihsas her ferde göre ayrı ayrıdır. Her ferdin cinsel arzulan farklıdır.
İnsan, değişik cinsten isteklere sâhibtir. Cinsel konularda bir kısmı hızlı iken bir kısmı yavaştır. Bir kısmı son derece arzulu iken bir kısmının arzusu azdır. Bir kısmı sert iken bir kısmı incedir. Bir kısmı karmakarışık duygulara sâhib iken bir kısmınınki apaydınlıktır. Bu basamakların en alt kısmında hayvanı arzular yer alır ise de, temiz ve sâf arzular da yer alır. Bu grafik insanın hayvanı yanından başlar, alevlenmiş yanan azgın bedeni hareketlerle gelişir. En sonunda insanın meleklik yanına ulaşır. Ve o zaman insanı; bir rûh inceliği bir aydınlık ve nûrâniyet kaplar.
Azgın bir şehvet türü vardır ki heyecan halindeki insanın cesedinde, susamış cinsel organlarda ve çekici arzuların döküldüğü gözlerde çıkar ortaya.
Bir başka şehvet türü vardır ki; düzenli, sakin, nizâm ve intizâm içinde hazırlıklara girişir, neticede hiç acele etmeden, belli bir müddet zarfında başarıyla hedefine ulaşır.
İnsan bünyesinden coşup gelen ve yolu îcâbı kalbe uğrayarak gerçek alevli, yakıcı arzular da vardır. Ve kalbden geçtiği için de birtakım kirlerini temizler, soluyan cesedin çığlıklarına karışan bir sevgi ve arzu ile karışır.
Bir de kalbden coşup gelen parlak ve uçarı istekler vardır. Ne var ki bu istekler kalbden doğmasına rağmen yol uğrağı olarak cesede geçer ve ortaya yakıcı alevlerinin bir kısmını sokar. Her ne kadar vücûdun kirli unsurlarından bir kısmını kendi üzerine bulaştırırsa da, kalbden geldiği için yine de parlaklığını ve safiyetini muhafaza eder.
' Bir başka arzu çeşidi de hayâller içinde yüzen ruhun parlayışla-rıyla ortaya çıkar ve her türlü pisliklerden arınır. Cesedin kirlerini yok eden bir parlaklık kazanır. Bedenî kayıdları ve hudûdlan hiç mi hiç tanımaz. Doğrudan doğruya öz ve sâf güzelliğe âşık olur tâ ilk akışa başladığı kaynaktan beri...
Daha başka türden arzular vardır ki kelimeler ifâde ederöez, cümleler anlatamaz onları...
İnsanlar birbirinden farklı bu iki uzak uçlar arasında değişik şekiller gösterirler... Hattâ bir tek insanda bile bu arzular an be an değişik şekiller arzeder. Bir an önceki tavrı bir an sonraki tavrına uymaz. Ne var ki bütün bunlara rağmen —normal haldeki— cinsel arzular, psikolojik duygulardan ayrı olarak mülâhaza edilemez. Bedenin itici arzuların yanı sıra her zaman psikolojik duygular eşlik ederler. İster az, ister çok olsun bu psikolojik duygular tamamıyla insanın yapısında rûh ile çamurun birleşmesinin neticesidir.
İster kendisini cinsel konuları düşünmeye verir, isterse bu gibi düşüncelerden uzaklaşarak kendi bünyesi ile ilgili kapsamı geniş ve mükemmel, hedefleri itibânyla muhtelif yönleri bulunan mes'elelere verir.
Buna göre insan cinsel arzularının ezici gücüne uymak zorunda kalır. Ne var ki bu, hayvanlarda olduğu gibi tam manâsıyla içgüdüsel değildir. Yani insan organizmasının temelini teşkîl eden çamurun getirdiği bedenî arzuların ve kimyevî reaksiyonların sonucu ortaya çıkan isteklerin sonucu değildir.
Durum böyle olunca, insanoğlu bedenî arzularını muhtelif şekillerde tatmin eder.
îsterse arzularını sonuna kadar ileterek tatmin eder, isterse hafifletir.
îster cinsel duygularını bedenî hareket haline dönüştürür ve bedenî hareketlerle cinsel isteklerini boşaltarak rahatlar. İsterse onu, ruhî ve duygusal hareketlere dönüştürür ve bunun neticesinde çeşitli san'-at dallarında, düşünce ve duygu şekillerinde, gelişme alanlarında başarılı örnekler verir. Böylece kendi içindeki sahasını genişletir. Aynı zamanda hafifler ve esnek bir tarz alır. Mutlaka yerine getirilmesi gereken varlık, oluştan hissen yaşanan bir güzellik biçimine dönüşür.
En sonunda cinsel duyguların seslenişine karşı kendisini korur, ne kadar zor ve meşakkatli olursa olsun bu isteklere karşı koyar... - Bu durum hedefler arasında ortaklık ve yönelişler bakımından benzerlikler bulunmasına rağmen ferdden ferde değişir.
Böylece insan, seçmelerle dolu uzun yol boyunca istekler ve bu isteklere verilen cevablarla yürür gider. Bu arzu ve istekleri, ruhun bir avuç toprakla karışmış olmasından ve hiç bir konuda toprağın kendi başına harekete geçmemesinden ileri geliyor.
İşte insanla hayvan arasında müşterek noktalar. İnsan da tıpkı hayvan gibi aynı ezici baskılara ma'rûz kalıyor. Şu kadar var ki insanla nayvan arasındaki istekler bir olmakla beraber verilen karşılıklar değişik oluyor. «İrâde»-1-tarafından yönetilen ve «seçme» kabiliyeti tarafından harekete geçirilen karşılığın şekli ayrı oluyor ki, gerek irâde gerekse seçme kabiliyeti ruhun mümeyyiz vasıfları arasında yer almaktadır.
İşte insanın hayvanla ortak olan yanı...
Aynı şekilde bir de meleklerle ortak olan yanı vardır insanın:
İnsan yüce arzular duyar içinde. Ruhu ince, hafîf ve parlak bir kanatla açılır enginlere doğru.
İştiyakla Allah'a vâsıl olmak ister. O'nun mahabbetini kazanmak için çalışır. Rızâsına nail olmak için gayret sarfeder. Bazan o derece ibâdete verir ki kendisini her şeyi unutur. Kendi şahsını bile. Yeryüzünde yaşadığını hiç mi hiç farketmez. Kendisinin de bir bedeni olduğunu organların et ve sinirden yapıldığını, karşı koyulması mümkün olmayan arzulan bulunduğunu unutur. Çünkü o anda insan bedeninin hududunu tâyîn edemez. iKendisi ile Allah arasındaki fasılanın neden ibaret olduğunu kestiremez..Ayrıca kâinat ile de ilgi kurmak iştiyakını duyar. Tabiatın güzelliklerini açığa çıkarmak ister. Güzel bir çiçekten bir nehre geçer. Oradan sarp kayalarla dolu dağlara tırmanır, yerle gökyüzü arasında dolaşıp duran bulutlara takılır. Bazan tabiat karşısında duyduğu hayret o dereceye varır ki, kendisinin mekân içinde bir yer işgal eden hududu belli ve algılanabilen bir varlık olduğunu unutuverir birden. Çünkü o anda bu sınırlı varlıkla engin ve geniş kâinatın birbirinden ayrıldığı çizigiyi hissetmez.
Başkalarıyla da ilişki kurmak, dostluk ve yardımlaşma içinde geçinmek ister. Birbirleri arasında adalet, müsavat ve kardeşlik ölçülerini yerleştirmek ister... Bazan bu duygular onu o kadar kaplar ki kendi varlığını unutur. Ferdiyetini kaybeder. Ve böylece ferdî bünyesinin gereği olarak şahsî istek ve arzulardan feragat eder. Çünkü o anda insan, kendi ferdî istekleriyle diğer ferdlerin arzuları arasında bir ayrılık gay-rılık gözetmez.
Başka cinsten bir ferd ile de ilişki kurmak ister insan... Ama bu ilişki cinsî ilişkilerden farklıdır... Parlak bir sevgi ve mahabbet ilişkisidir ki bu cesedlerin birbiriyle birleşmesini gerektirmez. Burada sevgi kalbden kalbe akar... Bir varlıktan bir başka varlığa uzanır. Bu sevgi hâlesi bazı anlar öyle kuşatır ki insanı, bedenî arzularıyla birlikte bütün varlığım unutturur. Bünyesindeki kimyevî reaksiyonların taşıdığı gerçekleri hatırlamaz bile. Çünkü o anda beden engelini tanımaz ve ruhu enginlere doğru kanat açar...
İşte bütün bunlar ruhun an be an değişen halleridir... Her türlü kayıptan âzâde olarak bu enginliklerde yüzer...
O anlarda rûh meleklerin nûranî havasına bürünür ve insan me-leklik tarafı ağır basan bir varlık haline gelir.
Şu kadar var- ki her şeye rağmen insan melek halins 'dönüşmez. Hatta o enginliklerde kanat gererken bile melek haline dönüşmez... Bir kere onunla melek arasındaki fark o anlarda bile insanda ((ihtiyar» adım verdiğimiz seçme kabiliyetin bulunmasıdır. Halbuki melek tabiatının gereği olarak o halde bulunmaktadır ve aksi vârid değildir onun için... «Allah'ın kendilerine emrettiği şeylerde Allah'a isyan etmezler. Ve emrolunanı yaparlar.»
«Gece gündüz hiç durmadan Allah'ı tesbîh ederler.»
însan irâde ve ihtiyar sahibi olmakla beraber her ferdin hareket tarzı değişir.
Fakat aralarındaki en büyük fark, insan ancak balirli bir an için o havaya girebilir... Sonra tekrar yaşanan dünyanın sınırlan içine döner. Çünkü onun hissini ağır baskılar altına alan zaruretler vardır. Acıkmak ve doymak gibi birtakım arzu ve istekler onu ağır baskılarıyla tekrar yeryüzüne döndürürler... İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın, ruhî âleminde bir müddet yaşar kısa veya uzun, bslirli bir müddet sonra yine yaşadığı âlemin gerçeklerine döner. Ve onu bu yaşanan realiteler dünyasına dönmekten alıkoyacak hiç bir güç ve kudret yoktur...
Bu da ruhun cesed ile karışmasının bir neticesi, ruhun cesedden ayrılmayışının sonucudur. Hiç bir zaman için ruh bütünüyle cesedden ayrılamaz, çünkü bir avuç toprakla bu yeryüzüne bağlanmıştır...
Şu halde ne zaman olursa olsun, insan tamamıyla hayvana ve meleğe benzemez. Bilakis o, her haliyle insandır. Bunun sebebi de ruhun toprağa karışıp birbirinden ayrılmayacak derecede komple bir varlık meydana getirmiş olmasıdır.
Zaman zaman insanın bu iki yandan birisine doğru kanatlanıp uçtuğu doğrudur.
Bazan olur hislerin ağır baskısıyla bedenî arzular âlemins doğru kanat gerer... Bazan da olur rûh dünyasındaki aydınlıklara doğru uçar gider...
Bazan olur öldürücü baskılar; bedenî zaruretler ve istekler yönünden gelir... Çünkü insan olarak «biyolojik» zaruretleri yerine getirmek zorundadır. İnsan birtakım bedenî ifrazlarını akıtırken veya cinsî hareketlere dalarken bedenî yönü onun bütün hareket ve faaliyetlerine hâkim olur. Ve böylece insan bünyesinin ağır basan yanı tamamıyla beden olur.
İnsan heyecana kapıldığı zaman da durum aynıdır. Heyecanlanan insan kızar ve köpürür... Fıtrî isteklerinden herhangi birisine karşılık verirken, bir müddet açlıktan ve mahrumiyetten sonra arzularını tat-mîn ederken de durum aynıdır...
İnsanın hisleriyle ilgili eğlencelerinin hepsinde de bedenî unsur hâkimdir. Ve temel yapıyı teşkil eden bir avuç toprağın arzularına boyun eğer.
Hissi eğlencelerden ve bedenî arzulardan uzaklaşma anlarında da bir başka yönü hâkim olur ve ruhun kanatlanışı başlar.
Her ikisini de yapan insandır. Tabiatı îcâbı olarak insanoğlu gün olur o yana, gün olur bu yana kanat gerer. Bu da tabiatında ve asıl yapısındaki toprak ile ruhun, birleşip karışmasının neticesidir.
Ne var ki bu hususta üç nokta üzerinde dikkatle durmamız gerekecektir :'
I- Her iki halde de insan insandır. İnsan normal durumunu devam ettirdiği müddetçe, yani psikolojik anormalliklerden uzak olduğu müddetçe her iki durumda da insan olarak kalır. Birbirine ekli ve karma tabiatıyla bütün faaliyetlerini yerine getirir. Zaman zaman bu iki durumdan birisi diğerine gâlib gelecek de olsa yine insan olma vasfını kaybetmez. Bu yanlardan birisinin ağırlık kazanması ile kendi Öz varlığından ayrılarak müstakil bir varlık olması arasında çok fark vardır.
II- Normal durumlarda bu iki yandan birisinin ağır basması, muvakkat bir zamana kadar olup sürekli değildir. An olur insan bedeni faaliyetlere dalar tamamıyla, sonra döner ruhî ve ma'nevî faaliyetler alanına girer... Bu gelgitler sürekli olarak devam eder. Anormallik halleri dışında hiç bir zaman devamlı olarak tek tarafta kalmaz.
III- Bedenî faaliyetler ile ruhî faaliyetler arasındaki bu sürekli gelgitler, insanı, ruhla cesedin müsâvî olduğu bir noktada dengeli olarak tutar ve muvâzenesini korumasını sağlar. İnce bir şey üzerinde yürüyen kimseyi andırır o bu haliyle. İnce ve dar bir mekân üzerinde yürümek zorunda olan kimse bir o yana, bir bu yana sallanarak yürür ve her seferinde böylece dengesini korur. Onun bir o yana, bir bu yana sallanması dengesini kaybetmesine vesile olmaz hiç bir zaman, aksine dengesini sağlaması için yardımcı olur...
Eşsiz bir yapıya sâhib olan insan bünyesini, bu şartlar içinde kavramaya çalıştığımız zaman onu tam manâsıyla kavrayamayız. İnsanın sâdece eş tabiatlı bir varlık olduğunu söylemekle onu kavramış olmayız. Onu meydana getiren bu iki unsur arasında bir karışma ve birlik bulunduğunu, her iki unsuru da —meleklik ile hayvanlık— kendisine hâs metodlar dâhilinde harekete geçirdiğini yani hem hayvana benzeyen, hem de meleğe benzeyen yönleri birleştirdiğini, en sonunda da ne melek ne de hayvan olup aksine insanlığını devam ettirdiğini söylemekle tüm gerçekleriyle insanı ifâde etmiş olmayız.
însan bünyesinin durumu sâdece bundan ibaret değildir.
Biz ancak onun bütün eş tabiatına rağmen bir ve tek bir varlık olduğunu söylesek gerçeği ifâde etmiş oluruz.
Tek bir yapıya sahiptir insanoğlu... Ondan meydana gelen bütün faaliyet şekilleri tek bir bünyeden doğmaktadır... Terkibi son derece güç ve girift bir birleşime sâhib olan tek bir bünyedendir.
Zaman zaman aralarında bir birlik bulunmadığı görülürse de, insanın bütün faaliyetleri arasında bir bağ ve birlik vardır.
Maddî faaliyetler ve ma'nevî faaliyetler...
Fiilî faaliyetler ve kullukla iligili faaliyetleri...
İktisadî, içtimaî, siyâsî faaliyetleri, fikri ve ruhî çalışmaları.-..
Ferdî ve sosyal faaliyetleri...
Bütün bu ve buna benzer faaliyetlerinin hepsi ilk bakışta birbirinden ayrı faâliyetlermiş gibi görünürse de, her birinin apayrı özellikleri bulunduğu, geniş ve insanın muhtelif yönlerinden birisini içine alan başka yönleriyle İlgisi olmayan faâliyetlermiş gibi olduğu görünürse de...
Bu apaçık bir yanılmadan ibarettir... İnsanı rûh ve beden diye ikiye ayıran vehimler gibi bir vehimdir bu da...
Bazı anlar bu iki yönden birisinin ağır basmasıyla ortaya çıkan durumlar aldatmaktadır insanı... Halbuki bu belirtiler tamamen belirli bir zaman içindir ve gelip geçicidir.,.
İnsan beden ile faaliyet yaptığı zaman, bütünüyle bedenini işe verdiği zaman bu faaliyetinin tamamen maddî olup kendi başına müstakil ve bağımsız olduğunu sanıyor. Gerek kendi içinde gerekse hayatında kendisini maddî işe verdiği an hiç bir şekilde ma'nevî yanlarıyla ilgisinin bulunmadığını zannetmektedir...
İnsan kendisini kulluğa verip de, ma'nevî havaya girdiği an da onun bu ruhî faaliyetinin diğer bütün varlığından ayrı olduğunu sanıyor. İbâdete daldığı an, gerek kendi içinde ve gerekse hayatında maddî hiç bir şeyle ilgisinin bulunmadığını zannediyor.
Halbuki gerçekte böyle bir ayırım hiç bir zaman için söz konusu olamaz. Aradaki ilişkiler ne kadar kaybolsa veya insan tarafından unutulsa da, asla bütünüyle bir ayrılık mevzûubahis değildir.
İnsan eliyle bir işe daldı mı ve kendisini bütünüyle ona verdi mi... Bazı kere ne yaptığının bile farkına varamaz... Ne var ki belirli bir hedefe ulaşmak için kendisini ona vermiş ve her şeyi unutmuş olması hedefin mevcûd olmadığını göstermez. Hem o, ilk olarak bu işe başladığı zaman hedefini bilmemekteydi denilemez. Binâenaleyh realiteler dünyasında işle hedef birleşir ve onu yapan kişi bu birleşimi bizzat kendi içinde hisseder. Zaman zaman bu hedefin farkına varmasa, işle hedef arasındaki münâsebeti farketmese de, netice değişmez.. Bu takdirde maddî i§ hem maddî hem de ma'nevî bir iş haline gelir. "Muhtelif yönleri arasında birlik sağlanarak alâkasını devam ettirir ve hem ruhî hem de baden! faaliyetler yaparak insanlığın gereklerini yerine getirir.
Ve bir an da ibâdete daldı mı... O an maddî bünyesinin kendi yapısındaki te'sîrini unutur. Çünkü o esnada bedenî istirahata çekilmiş durumdadır. İnsan bedeni öyle bir yapıya sahiptir ki, ancak acıtıldığı veya acıktığı zaman varlığı hissedilir. Tabiî haletinde ise açlık, acıma, heyecan ve hastalık bulunmayacağından insan onun farkına bile varamaz. Ama her şeye rağmen o mevcûddur. O, bu ruhî haleti içinde bile mevcudiyetinin ağırlığını bilir, tahammülü dâiresinde bulunan faaliyetleri hisseder. Eğer bu faaliyetler ilerleyecek olursa te'sîri altında kalır, yorgunluğunu ve acısını farkeder. Beden her ne kadar yerinden oynamasa da vâki' olacak şeyleri hisseder. Hattâ çoğu kerre fazlalaşır-sa insan bedenini doğrudan doğruya yorar. Böylece ibâdet esnasında dahi rûh ile beden birbiriyle irtibat halindedir... Hem gerçekler dünyasında hem de ruhun derinliklerinde iki realite birbiriyle ilgi halindedir. Her ne kadar insan bunlar arasındaki bu ilgiyi farketmese de o vardır...
însan hayatındaki bütün olaylar da, bu iki örnekte olduğu gibi cereyan eder.,.
însan bir ekonomik projeyi tatbik sahasına koyarken... Veya insanların yeryüzündeki iktisadî faaliyetlerine göz atarken çoğu kere şöyle tahayyül eder : «Ekonomi, insanın varlığından büsbütün ayrı bir faaliyet şeklidir. Veya insanın varlık yapısı içerisinde apayrı bir kuvvettir ve onun gerek fikir dünyası ile gerekse rûh âlemi ile bir ilgisi olamaz. Ahlâkî değerler ve ma'nevî kıymetlerle alâkası yoktur.»
Bu tahayyül, olması imkânsız bir vehimden ileri geçemez. İnsanların birbirleriyle olan münâsebetlerinden iktisâdi faaliyetler ortaya çıkar. Sevgi, yarış, savaşma veya düşmanlık münâsebetleri hep bu ekonomik faaliyetlerden doğar. Bütün bu durumlarda ekonomik faaliyetlerle insanlığın «ma'nevî» yönleri birbiriyle ilişkilidir. Onun duygularına şekil veren, düşüncelerini yöneten ve hayat mes'elelerine el atış tarzını hazırlayan hep bu ilişki olmuştur. Bir yandan da fıtrî duygu ve isteklerle bunların neticesi ortaya çıkan düşünce ve ideallere te'sîr eder. İktisadî hayatın zaman zaman belirli yönlere doğru tevcih edilmesini sağlar. Mal ve mülk sahibi olma arzusu, ortaya çıkıp bilinme arzusu, lüks bîr hayat sürme isteği, güçlü ve kuvvetli olma temayülü, başkalarını köleleştirme ve kendisine boyun eğdirme arzusu veya diğerleriyle yardımlaşma isteği gibi normal ve anormal istekler, yüce ve aşağılık arzular cemiyet içindeki ekonomik faaliyetlere yön verir. Ve bu duygular ekonomik faaliyetlere yön vermekle kalmaz, belirli bir hudûd dâhilinde normal akıp gitmesini te'mîn eder. Binâenaleyh ekonomik faaliyeti ruhî ve ma'nevî değerlerden ayrı olarak mütalaa etmek imkânsızdır. Gerek pratik hayatta gerekse ruhî platformda ahlâkî ve ma'nevî kıymetlerden ayırmak mümkün değildir. Her ne kadar zaman zaman insana müstakil bir kuvvet vehmini verse de bu, vehminden öteye geçemez.
İnsan ibâdet ederken de... Doğrudan doğruya bu ruhî kıymetler maddî, siyâsî, sosyal ve iktisadî hayattan ayrı olarak mütalaa edilmez. İbâdetten nefret edip kaçtığı zaman da değişen bir şey yoktur. Her iki halde de insanın pratik hareketleriyle ibadeti arasında karşılıklı te'-sîrler vardır. İnsan yaptığı ibâdette sadakatli olursa, maddî hareketlerini ve faaliyetlerini de Rabbınm rızâsına nail olmak için dikkatle yapar. Böylece üretim; kemiyyet ve keyfiyet yönünden ibâdet ruhunun te'sîri altında kalır. Ayrıca ibâdet, ekonomik ilişkilere de te'sîr eder.
Rabbına kulluk eden bir kişi, bir mü'min kendi faaliyetinin semeresinden başkalarını mahrum etmek istemez. Başkalarının kendisinin kazancından faydalanmamasını istemez. Böylece ibâdet bir nev'î yardımlaşma ve dayanışma ruhu doğurur ki; ekonomik hayatı kendisine hâs bir seyir içinde yürütür. Ama insan ibâdetinde sadakatli olmazsa veya ibâdetten nefret eder ve ondan yüz çevirirse, hiç bir zaman için işine dikkat vermez. Kendisini dikkat etmeye zorlayan veya iten başka faktörler olmadıkça işini dikkatli olarak yapmaz. Devletin sultasını veya iş sahibinin korkusunu sû-i isti'mâl etmeye çalışır. Hiç bir zaman için ruhunda yardımlaşma ve dayanışma duygusu gelişmez. Ve iktisadî hayat bir sömürü, kapkaç ve gasb havası içinde gelişir. En sonunda da hâkim olacak ekonomik sistem; ya feodalite, ya kapitalizm veya iktidarı elinde bulunduran devletin ferdleri köleleştirmesi esâsına dayanan komünizmdir.
İşte böylece ruhî değerlerle maddî, sosyal ve siyâsî değerler birbirinden ayrılmadan alâkasını devam ettirir.
Bir şahıs haram veya helâl olsun, muayyen bir lahzada cinsel enerjisini telâfi ederken o anda her türlü değerlerden uzak olduğunu tahayyül edebilir. Bunun sâdece bedenî bir arzunun tatmini, bir şehevî duyguya karşılık verme mâhiyetinde olduğunu, ruhî kıymetlerle alâkası olmayacağım sanabilir.
Daha önce bedenle rûh arasındaki ayırımın imkânsızlığı üzerinde söz etmiştik. Normal haldeki cinsel faaliyette, iki cinsi birbirine bağlayan duyguların varlığı bahis mevzuu olduğu müddetçe, ruhla beden arasında bir ayırımın söz konusu olamayacağını belirtmiştik.
Fakat biz aynı konuyu burada biraz daha geniş olarak ele almak istiyoruz. Ferdin cinsel enerjisi hiç bir zaman İçin tek başına değildir. İnsanlar bir toplum olarak hayatlarına devanı ettikleri müddetçe ferdin tek başına mütâlâa edilmesi imkân dışıdır. Hattâ toplum hayatı bile aslında ferdlerin cinsel faaliyetlerinin sonucu ortaya- çıkmaktadır. Bir ferdin cinsel faaliyeti ne şekilde olursa olsun, cemiyete ikinci derecede te'sir eder. Cemiyet de, değer ölçüsü, düşüncesi maddesi ve mânası ile ona baskı yapar. Ve ferd bunun te'sîri altında kalır. Bir kişi cinsel faaliyetinin helâl olmasını isterse ve buna titizlikle dikkat ederse —yani meşru hudûdlar dâhilinde cereyan etmesini arzularsa— ilk başta bir değer Ölçüsünü benimsemiş demektir. Bu değer ölçüsü gerek her zaman uyanık olarak yer etsin, gerekse şuuraltında yerleşsin şurası şüphesiz ki vardır ve ilk baştan İtibaren ferd onu bilir ve idrâk eder. Fakat ferd, bu değer ölçüsüne aldırmazsa ve gayr-i meşru' faaliyetlerine devam ederse; bu takdirde de yine değer ölçüsünden tamamen ayrı olarak mütâlâa etmek mümkün değildir. Sâdece bu şahıs yüce değerleri basit değerlerle değişmiş demektir. Bu basit değerleri kendi özel görüşüyle edinmiş olabileceği gibi çevresindeki toplumdan da almış olabilir. Bu aşağılık değerleri ferd hatırlasa da unutsa da o şuuraltında yer etmiştir. Ve kişi, başından itibaren onu bilir ve idrâk eder. Böylece de doğrudan doğruya bedene âit olan bu faaliyet, kendisine eşlik eden değer ölçüleriyle irtibatını devam ettirir ve ondan ayrılmaz.
Sonra bu iki kat'î sonuçta Cemiyetin yapısında birtakım Önemli sonuçlar ortaya çıkar. Şöyle ki: Cemiyet; ferdlerin toplamıdır. Ferdlerin tasarruflarının mahsûlü, düşünce ve duyguları, inandıkları değer ölçüleri ve bu değer ölçüsüne göre yaptıkları işler neticede cemiyetin hareket hattını ta'yîn eder ve hayat nizâmını belirler. Ferdler, cinsel faaliyetlerinin meşru' ve temiz hudûdlar dâiresinde cereyan etmesine dikkat ederlerse; cemiyette karşılıklı bir anlayış, yardımlaşma ve dayanışma havası hâkim olur. Ve biyolojik enerjiler, temiz ve yüce bir faaliyet çizgisine doğru yükselir. Ama bir de pis bir cinsel havaya girecek olurlarsa o zaman cemiyetin şekli de değişir, parçalanma ve bölünmeye yüz tutar, biyolojik enerjiler sapıklık yolunda mahvolup gider. Üçüncü bir şık da, cemiyetin her iki türden insanlardan teşekkül etmiş karma bir hüviyyet kazanmasıdır. O takdirde de cemiyet, zaaf veya kuvvet yolunda ferdlerin ağır bastığı yöne doğru eğilir. Ya temizlik ve nezâket yolunda hızla ilerler, ya da aşağılık yollarda bocalar durur.
Böylece de ferd ile toplum igeçici cinsel duyguların tatmini anında bile bedenin düşünce ve değer ölçüleriyle ilişkili olarak irtibatını devam ettirir gider. İnsanoğlu hayat gerçeklerini nereden alırsa alsın, en sonunda varacağı neticede beşerî faaliyetlerin birbiriyle ilgili olduğunu görecektir.
Yaşanan hayattaki bu gerçek, derin ve İçten gelen bir psikolojik hakikatin yankısından ibarettir... İnsan bünyesine birlik veren ve onu birbiriyle irtibat haline getiren tablâtındaki farklılığa ve eşdeğerlere rağmen onu bir bütün olarak karşımıza çıkaran faktör budur.
Ruhun derinliklerinde bütün işler birbiriyle ilgilidir. Bu ilişkinin günlük hayattaki akisleri, geniş ufuklara ve derin sahalara kadar uzanır. Ama ruhun derinliklerindeki ana kaynak birbiriyle yakından İlgilidir. Değişik olabilir ama, İlgisiz olmaz. Çünkü ana kaynak aynıdır.
Her an vuku bulan şeyler insan hayatının muhtelif yönlerinden birisinin tezahüründen ibarettir.
Bazı an olur ekonomik faktörler belirgin hal alır.
Bazı an olur ruhî âmiller tebarüz eder.
Bazı anlarda da cinsî faktörler ağırlık kazanır...
Bütün bunlar, insanın bazı ruhî yönlerinin tabiî bir yansıma ile açığa çıkmasından ve bazısının sonra belirmesinden ibarettir. Şu kadar var ki ruhî âlemde doğruluğu kabul edilmiş bulunan bu gerçek, beşer hayatındaki fonksiyonlarıyla birlikte yansır. Gerek ruhî, gerekse maddî yönlerden herhangi birisinin açığa çıkması, onu hiç bir zaman için diğer yanlarından tamamıyla ayırmaz. Ve rûhda devamlı olarak değişik tezahürler ortaya çıkar. Anormal haller dışında hiç bir zaman için tek bir durum üzerinde sürekli olarak durmaz. Ve bu sürekli olan değişim, ruhî muvâzenenin sağlanmasında büyük faydalar sağlar... Hayatta da böyle.
İşte bundan ileri gelmektedir insan psikolojisini analiz ederken insan yapısının muhtelif yönlerinden sâdece birisini göz önünde bulunduranların işledikleri büyük hatâ.
İnsanı hayvani değerlerden hareket ederek izah etmeye çalışmak... Veya insanı rûhânî bir varlık, bir melek olarak telâkki ederek açıklamaya çalışmak... Her ikisi de hatâdır.
Hayvani değerlerden hareket ederek izaha kalkışanlar onun ruhî yanını ihmâl etmektedirler. Ve insanı sâdece cesedden ibaret bir varlık clarak kabul etmektedirler. Bir lokma yemek... Bir atımlık cinsel arzu... Ve birtakım maddî istekler... İşte onların insanı...
Bedenî gerçekleri ihmâl ederek insanı ruhî bir varlık olarak ele almaya çalışanlar da bunun bedenle ilgili yanını hiçe saymaktadırlar. Böylece yalnız ruhtan ibaret bir varlık getirmektedirler gözler önüne. Nûrânî bir berraklık... Sâfiyyet... Ve apaydınlık bir kayıdsızlık... işte onlarında insanı...
Her iki grup ta, insana nisbetle tamamen vehimden ibaret olan hayalî bir varlıktan söz etmektedirler...
Ve her iki grup ta gerek insan konusunda, gerekse insan hayatı hususunda yanlışlıklara düşmektedirler.
İnsan ruhunun bütünlüğünü kabul etmeyen ve onun iki büyük unsurdan teşekkül ettiğine inanmayan bütün sistemler büyük bir yanlışlığa sapmaktadırlar. Ve bu sapıklığın sonu mutlaka: Ya bedenle ilgili duygular baskı altına alınmakta. Ya da ruhla ilgili duygular... Bunun sonucu olarak birtakım talî sapıklıklar ortaya çıkar.
Bazı sistemler de, ruhî değerler ile maddî değerlerin arasını açmaktadırlar. Bunlar, bedeni bütünüyle ihmâl edip küçümser ve bir kenara atarlar. Bedenî duyguları ve ezici arzuları baskı altında sindirirler. Bedenî duyguyu tatmin etmez ve iğrenç karşılayıp nefret ederler. Bunun sonucunda, insan psikolojisinde birtakım sarsıntılar meydana gelmiştir. Ve hayatta bozukluklar baş göstermiştir. Bir bağnazlık hüküm sürmeye bağlamış ruhlarda. Ve cemiyet gerilemiş, ileri atılımlardan tamamen mahrum kalmıştır..,
Birtakım sistemler de yine rûh ile bedenin arasım açmış ve" ruhu ihmâl etmişler, ruhla ilgili değerlerin hepsini silkip atmışlar. Bütün faaliyet ve enerjilerini maddî âleme hasretmişler, bedenle ilgili hareketlere vermişler. Ne var ki ruhî sahadaki çoraklıklardan Ötürü birbirlerini yemeye ve yok etmeye başlamışlar, rahat ve huzur yüzü görmemişler.
Hindular, Budistler ve benzeri dinlerin, inanç sistemlerinin ve felsefî akımların hepsi bedenî arzuları kökten baskı altına almışlar ve rûh alanında yükselmeye çalışmışlar. Neticede gülünç bir taassuba düşmüşler.
Materyalist Avrupa da ruhî duyguları hiçe saymış, bedenî arzuların tatmininde ve maddî üretim sahasında yükselmeye çalışmış en sonunda insanların birbirleriyle olan münâsebetleri hayvanlarmkine benze-miş, insanlar birbirlerini sömürmeye, köleleştirmeye, müstemlekeler kurmaya başlamışlar, ruhî ve ahlâkî sâhâda bunalımlar baş göstermiş, özellikle cinsî konularda düşüklükler ortaya çıkmış, insanın insanlığına yaraşmayan hayvani şekiller almış.
Sonra materyalist Avrupa muhtelif değerler arasında da ayırım yapmış: Siyâsî ve iktisadî hayatı, ruhî değerlerden uzak temeller üstüne ikâme etmiş. Cinsel faaliyetleri ahlâkî kaidelerden ayırmış, dünya işiyle âhireti birbirinden farklı olarak mütâlâa etmiş, hayatî hususları dinî konulardan ayırmış ve bunun neticesi birbirinden ayrılan değerler arasında korkunç çatışmalar ortaya çıkmış. Korkunç bir sarsıntıdır başlamış her sâhâda. Ruhun derinliklerinde şiddetli bunalımlar baş göstermiş, sinir hastalıkları almış yürümüş. Delirme ve intihar havadisleri her yerde yayılmaya başlamış, rûh hastalıkları, psikolojik krizler ve sekte-i kalbler insanlık tarihinde eşi görülmemiş şekilde yaygınlaşmış.
Bütün bunların sebebi, bu zihniyetlerin şu psikolojik gerçekleri görmemesi ve çığlıklarına kulak vermemesinden ileri gelmektedir.
İnsan bünyesinin yapısı tek bir hüviyyete sahiptir ve insan psikolojisinde ruhla cesed arasında bir bütünlük hâkimdir. Ve bunların neticesinde ortaya çıkan her hâdisede bir irtibat söz konusudur.
Allah'ın yeryüzüne gönderdiği bir kelimesi olan İslâm ise, beşer fıt-ratıyla Allah'ın yarattığı şekilde at başı yürüyen yegâne nizâmdır...
Beşer fıtratı bir avuç toprakla bu toprağa üflenen ilâhî ve ulvî rûh-dan ibarettir. Bu çamurla bu rûh birleşmiş ve bir tek varlık yapısını meydana getirmiştir.
Yalnız İslâm'dır ki, beşerî faaliyetlerin her türlüsünü birbiriyle birleştirir ve bir tek yöne sevkeder.
Ruhla cesedin arasını birleştirir ve ikisini tek bir varlık haline getirir. Rûh ve cesedden neş'et eden her türlü duygu, düşünce ve hareketi bir bütün olarak ele alır.
Yemeyi de, içmeyi de mübâh kılar. Sonra da onun Allah'ın adıyla yapılmasını emreder. Yani yemek ve içmek işlemine ruhî bir kıymet verir. Ve böylece yemek ve içmek rnes'elesini hayvani değil, insanî bir mes'ele kılar. Ve insan bu ihtiyâçlarını insanca telâfi eder, hayvanca değil. Böylece de Allah'ın insanoğluna verdiği normal fıtrat seviyesi ile atbaşı yürümesini sağlar.
İnsan Allah'ın adıyla yeyip içince, bunu sâdece lâf olsun diye yapmaz. Allah'ın adıyla yerken onunla birlikte rûh ve beden faaliyetlerini birleştiren ve aralarında bir irtibat sağlayan hakîkatlar yığını olarak ele alır.
Allah'ın adıyla başlamanın tabiî gereği olarak yemeğin ve içeceğin helâl Alması gerekir: «Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin.» (Bakara, 168), «Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin.» (Mâide, 88).
Ayrıca Allah'ın adını anarak yemeye başlamadan önce yiyeceği şeyi yine Allah'ın adıyla kesmiş olması lâzımdır. Yani onu vicdanın derinliklerinde Allah'a bağlamalıdır. «Üzerine Allah'ın adının anılmayanlardan yemeyin.» (En'âm, 121).
Ayrıca insanın yediği şeylerde israfa dalmaması kontroldan uzak bulunmaması gerekir : «Ve yeyin, için ama israf etmeyin.» (A'râf, 31).
Yediği şeyi yalnız başına hodgamca yememelidir: «Siz de bunlardan yeyin. Çaresiz kalmış, yoksulu da doyurun.» (Hacc, 28).
Bunun yanı sıra yemeği ana gaye bilmemesi, hedef olarak yemeyi almaması gerekir. Yemeyi bir gaye değil vâsıta olarak kabul etmesi îcâbeder.
Bütün bunlarla yemek, hem ruhî hem de bedeni bir olay oluyor. Başka bir ifâde ile, muhtelif yönleriyle karşılıklı olarak birlik ve beraberlik arzeden insan bünyesinden sudur eden ve bölüm bolüm ayrılması mümkün olmayan bir faaliyet şekli oluyor ve bütünlük arzediyor...
İslâm cinsel faaliyetleri de mübâh sayar... Ama onun da Allah'ın adıyla yapılmasırü ister.
Cinsel faaliyetin, önce hela; ve meşru' yollarla olmasını şart koşar : «Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı. Kitâb verilmiş olanların yemeği size helâldir, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitâb verilenlerden iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğinizde size helâldir. Kim de îmânı inkâr ederse; yaptıkları boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır.» (Mâide, 5).
Her cinsel faaliyete başlamadan önce de, Allah'ın adının anılması bir sünnet olarak intikâl etmiştir. Yani cinsel ameliyeyi ibâdetle bağdaştırarak Allah'a yöneltmek gerekir.
Sonra bizzat o fiilin de temiz ve nezih olması îcâbeder.
«Sana âdet hâlinden de soruyorlar. De ki: O, bir ezadır. Onun için âdet hâlinde kadınlarınızdan ayrılın. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri vakit, Allah'ın size emrettiği yerden onlara varın. Şüphesiz ki Allah; hem çok tevbe edenleri sever, hem de çok temizlenenleri sever.» (Bakara, 222).
Ayrıca hayvanlarda olduğu gibi salt bir bedenî faaliyet olarak da kalmamalıdır.
Önce cinsel faaliyetin hissî ağırlıktan âzâde olarak birtakım oyunlar ve sözlerle yapılması gerekir. Hz. Âişs (r.a.) nin Hz. Psygamber'-den rivayet ettiği hareketler de bu mânâyı te'kîd eder mâhiyettedir. Çünkü bu tür oynamalar birçok çeşitleriyle anlatılmıştır.
İkinci olarak İslâm, cinsiyetin bir vâsıta olduğunu kabul eder, bir hedef olarak kabul etmez. «Kadınlarınız sizin için bir tarladır.» (Bakara, 223) Burada işaret edilen tarla tâbiri açıktır ve ekilen, nebat yetiştirilen yer demektir. Mecazî anlamıyla tenasülün vasıtasıdır.
Üçüncü olarak cinsel ilişki, bedenî münâsebet olduğu kadar, ruhî ve vicdanî bir münâsebet olarak değerlendiriliyor.
«Onlar sizin için, siz de onlar için bir elbisesiniz.» (Bakara, 187)
«O'nun âyetlerinden birisi de, sükûnet bulmanız için sizin nefsinizden sizlere eşler yaratmış olması ve aranızda dostluk kurmuş olmasıdır.» (Rûm, 21)
Böylece cinsel faaliyet, hem ruhî hem de bedenî bir faaliyet oluyor. Bir başka ifâdeyle insan bünyesinden sudur eden «insanî» bir faaliyet türü oluyor.
Sonra insanın hayattaki muhtelif faaliyet çeşitleri ruhun derinliklerinde olduğu gibi birbiriyle bağlantı ve içice olarak ortaya konuluyor. Amel ve ibâdet birbiriyle ilgili iki şeydir :
İnsanın Allah'a yöneldiği her iş ibâdettir. Hattâ ibâdet budur zâten :
«Yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz birr (iyilik) değildir. Lâkin asıl birr; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitablara, peygamberlere îmân eden, malını seve seve yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere, kölelere, esirlere veren, namazı kılan, zekâtı veren, muahede yaptıklarında ahidlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve şiddetli savaş anında sabredenlerinkidir. İşte sâdık olanlar da onlardır, muttaki olanlar da.» (Bakara, 177)
İbâdet, bedenin ruhî yön ile birleştiği bir ameldir.
İslâm inancının temeli ve özü olan namaz bir bedenî harekettir.
Ruhî hareket olduğu kadar da beden temizliği ile ilgilidir. Ve bu temiz huşu' havası içinde insan Allah ile ilgi kuruyor. Bedenî temizlik olmadan ruhî bir öz taşıyan namaz da olmaz. Temizlik ve abdest yoluyla bedenî temizlik tamamlanmadan ve rükû,' sücûd, kıyam ve diğer hareketler olmadan namaz olmayacağı gibi, şuurlu bir huşu' ve ruhî hazırlık olmadan da sahîn olmaz: «Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki namazlarında yanılırlar.» (Maun, 4), de «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır. Ki Onlar, namazlarında huşu içindedirler.» (Mü'minûn, 1-2).
Oruç bedenin yemek ve içmekten alıkonmasıdır. Duygu temizliği ve rûh enginliğinin yanı sıra açlık ve susuzluğa tahammüldür. Bu iki unsurdan birisi olmadan oruç sahîh olmaz. Beden mübâh olan yiyecek, içecek ve eğlencelerden imtina' etmedikçe oruç sahîh olmayacağı gibi, takva duygusuyla rûh temizlenmedikçe, sövüp saymak gibi göz dil ve el azgınlığından sakmılmadıkça da, tâm manâsıyla sahîh olmaz :
«Ey îmân edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı. Tâ ki, konmasınız.» (Bakara, 183).
Oruç bir sakınmadır. Sizden biriniz oruçlu olduğunuz zaman haddi aşmasın ve kimseye sataşmasın. Eğer birisi ona küfredecek olursa veya dövüşecek olursa; ben oruçluyum, ben oruçluyum, desin. (Kütüb-ü Sitte hadîsi)
Kim yalan sözü ve onunla amel etmeyi bırakmazsa; onun yiyeceğini ve içeceğini bırakmasına Allah'ın ihtiyâcı yoktur. (Buhârî)
Zekât da, ruhî temizliğin yanı sıra edâ edilmesi gereken maddî bir ameldir. Bu iki unsurdan birisi olmadan sahîh olmaz. Temiz niyete, edâ fiili eşlik etmezse sahîh olmayacağı gibi, insanın mâlik olduğu aynî ve nakdî eşyadan fakirlerin yararına olanı vermesi ve infâk gibi, şartlar da yerini bulmadan olmaz :
«Onların mallarından kendilerini temizleyecek ve arıtacak zekât al.» (Tevbe, 103) :_ ,
«Ey îmân edenler Allah'a ve âhiret gününe inanmayıp insanlara gösteriş için malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakma ve eziyet etmekle heder etmeyin.» (Bakara, 264).
«Ey îmân edenler, kazandıklarınızın iyilerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan infâk edin. Kendinize göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin.» (Bakara, 267).
Hacc da böyledir. Hem bedenî, hem de ruhî bir ibâdettir. İki unsurdan birisi olmadan diğeri sahîh olmaz. Sefer ve nakil gibi bedenle ilgili hareketler olmadan sahîh olmayacağı gibi temizlik, takva ve huşu' da hâkim ulmadan sahîh olmaz.
«Hacc bilinen aylardır. Her kim o aylarda kendisine haccı farz ederse; artık haccda kadına yaklaşmak, günâh işlemek, tartışma yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir.» (Bakara, 197).
Böylece amelle ibâdet birleştiriliyor ve birbirine bağlanıyor. Tıpkı insanın bünyesindeki rûh ile cesedin birleştirilmesi ve birbirine bağlanması gibi.
İslâm'da maddî değerlerle, ma'nevî değerler, birbiriyle alâkalıdırlar...
Maddî üretim ile iktisadî nizâm, onlara hükmeden ma'nevî değerlerden ayrı mütâlâa edilmez.
«Sizden biriniz bir iş yaptığınız zaman ahde titizlik göstermenizi Allah sever.»
Malın insanlar arasında iyice dağıtılması gerekir : «Tâ ki sizlerden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın.» (Haşr, 7)
Ahlâk da alış-veriş, mal ve mülk sahibi olma, istihsâl yapma gibi iktisadî ameliyelerle yakından ilişkili bir unsurdur. «Alış-veriş yaptığı zaman ve hüküm verdiği zaman- müsâhamahakâr davranan kimseye Allah rahmet etsin.»
Faiz kesinlikle ve şiddetle yasaklanmıştır. Çünkü muhtevasında sosyal ve iktisadî zulüm unsurları,taşımaktadır. Faiz yasağıyla Allah'ın gazabı arasında irtibat kurulmakta ve Allah ve Rasûlüne karşı girişilmiş bir harb olarak nitelendirilmektedir :
«Faiz yiyenler, ancak şeytân çarpan kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların : Zâten alış-veriş faiz gibidir, demelerinden dolayıdır. Halbuki Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rab-bından bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, geçmiş olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm Allah'a aittir. Kim de dönerse, onlar cehennem yaranıdırlar. Ve orada temelli kalacaklardır.
Allah faizi mahveder, sadakaları artırır. Ve Allah hiç bir günahkâr kâfiri sevmez.
îmân edip sâlih -amel işleyenlerin, namaz kılıp zekât verenlerin Rabları katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Ve üzülecek de değillerdir.
Ey îmân edenler; Allah'tan korkun. Eğer mü'minlerden iseniz faizden kalanı bırakın.
Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve peygambere karşı bir harb olduğunu bilin. Şayet tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir. Hem haksızlık yapmamış, hem de haksızlığa uğratılmamış olursunuz.
Borçlu darda ise, kolaylığa kadar beklemelidir. Eğer bilirseniz, sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.» (Bakara, 275-280).
İhtikâr tamamen lanetlenmiştir: «Kim ihtikâr yaparsa, hatâ etmiştir.» (Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî).
Böylece iktisadî muamelelerle ahlâkî ve ruhî değerler birleştiriliyor. Hayatın içinde ve ruhun derinliklerinde olduğu gibi, birbiriyle bağlantılı olarak ele alınıyor.
İslâm'da dünya ile âhiret, gökle yer birbirine bağlanıyor.
Dünya bedenin ahirette ruhun ülkesi değildir... Bilakis her ikisinin de ülkesi dünyadır. Bu upuzun bir yolculuktur ki dünya ile başlar, âhiret ile son bulur. Hem de hiç fasılaya uğramaksızın... İnsan da insan olması nedeniyle bu yolculuğu baştan sona kadar yapar.
Bu noktada da islâm bütünüyle açıktır. Kur'ân-ı Kerîm'in bütün hükümleri yeryüzündeki insanlaradır. Âhiret gününün hâdiselerini dile getiren kıyamet sahneleri, dünya ile âhireti kuvvetli olarak birbirine bağlar. Ve bu bağlantı o kadar pekiştirilmiş olarak serilir ki gözlerimizin önüne insan kalbinde her ikisinin de bir olduğu ve aralarında fasıla bulunmadığı hissini verir.
İnsana, dünyada yaptığı her işte; «Allah'tan kork ve âhiret gününden sakın» denir. Yeryüzünde yapılan her işte âhiret hatırlatılır.
«Her nefis, yarına ne hazırladığını düşünsün.» (Haşr, 18)
«Ya geleceğinden şüphe olmayan bir günde onları topladığımız ve kendilerine zulmedilmeden herkesin kazandığı tastamam ödendiği zaman halleri ne olacak.» (Âl-i İmrân, 25)
«Düşünün o günü ki; herkes ne hayır işledi ise karşısında onu hazırlanmış bulacak. Kötülükten de ne yapmış.sa, kendisiyle onun arasında uzun bir mesafe olmasını ister.» (Âl-i İmrân, 3ü).
«Ey îmân edenler, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel size verdiğimiz rızıklardan infâk edin.» (Bakara, 254).
«Onlar Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar.» (ÂH İmrân, 114).
«Kıyamet gününde Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.» (Âl-i İmrân, 180).
«Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz verilecektir.» (Âl-i İmrân, 185).
«De ki; o, dünya hayatında iken inanmış olanlara mahsûstur kıyamet günü» (Rûm, 30).
İslâm bunu yaparken doğrudan doğruya fıtrat ile birlikte hareket eder. Evet Allah'ın yarattığı normal fıtrat ile :
öyle ise sen yüzünü hanîf (muvahhid) olarak dine, «Allah'ın fıtratına çevir ki Allah insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında bir değişme yoktur. İşte doğru din budur.» (Rûm, 30-31).
Mucize diye vasıflandırılacak bir derecede eşsiz olarak, insan bünyesine uygun gelir bu nizâm. Allah, insanı eşsiz bir varlık olarak yaratmış. Ve ona bu eşsiz nizâmı yollamıştır. Oldukça üzün tafsilâtlı ve inceliklerle dolu mazbut bir nizâmdır, insan bünyesinden neş'et eder ve beşer hayatındaki faaliyetlerin hepsini içine alır. 4
17 — Andolsun ki Biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmadan gafiller değiliz.
Allah Teâlâ insanın yaratılışını zikrettikten sonra, peşinden yedi göğün yaratılışını zikreder. Çoğu kere Allah Teâlâ göklerin ve yerin yaratılışını insanın yaratılışı ile birlikte anar. Nitekim şu âyette böyledir : «Göklerin ve yerin yaratılması; insanların yaratılmasından elbette ki daha büyüktür.» (Gâfir, 57). Allah Rasûlü (s.a.) nün Cum'a gününün sabahında okuduğu secde sûresinin baş tarafı da böyledir. Bu sûrenin başında önce göklerin ve yerin yaratılışı zikredilir. Sonra insanın çamurdan süzülmüş bir özden yaratılışı beyân olunur. Bu sûrede kıyamet ve cezanın durumu ile geleceğe dâir başka hususlar da mevcûd-dur.
«Andolsun ki Biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık.» âyetinde Mü-câhid'in söylediğine göre, yedi kat gök kasdedilmektedir. Bu, Allah Te-âlâ'nın şu âyetleri gibidir : «Yedi gök, yeryüzü ve içinde bulunanlar; O'-nu tesbîh ederler.» (İsrâ, 44), «Görmediniz mi Allah'ın göğü yedi kat olarak nasıl yarattığını?» (Nûh, 15), «Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratmış olandır. Allah'ın buyruğu bunlar arasında iner durur. Ki, Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve Allah'ın gerçekten her şeyi ilmiyle kuşatmış olduğunu bilesiniz.» (Talâk, 12). Allah Teâlâ burada ise aynı şekilde şöyle buyurur: «Andolsun ki Biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmadan gafiller değiliz.» Allah Teâlâ yeryüzüne giren ve ondan çıkanı, gökten inen ve göğe yükseleni en iyi bilir. Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir ve Allah sizin yaptıklarınızı (görendir. Bir gök diğer bir göğü, bir yer başka bir yeri asla O'nun görüşünü engellemez, kapatmaz. Hiç bir dağ yoktur ki Allah onun derinliklerinde olanı, hiç bir deniz yoktur ki diplerinde olanı bilmesin. Dağlarda, tepelerde, kumlarda, denizlerde, çöllerde ve ağaçlarda olanın sayısını O, en iyi bilendir. «Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru müstesna olmamak üzere her şey apaçık bir kitabtadır.» (En'âm, 59).5
İzahı26
İzahı
18 — Gökten belli bir miktarda su indirdik ve onu yerde durdurduk. Şüphesiz Biz, onu gidermeye de kadiriz.
19 — Onunla sizin için hurmalıklardan, üzümlükler-den nice bağlar ve bahçeler yaptık ki içlerinde sizin için birçok yemişler vardır. Onlardan yersiniz.
20 — Tûr-u Sina'da yetişen, yiyenlere yağ ve katık veren bir ağaç da var ettik.
21 — Davarlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Onların karınlarmdakinden size içiririz. Sizin için onlarda daha birçok faydalar vardır. Ve onlardan yersiniz de.
22 — Hem onların üzerinde, hem de gemilerin üstünde taşınırsınız.
Gökten İnen Su. 26
Gökten İnen Su
Allah Teâlâ gökten yetecek kadar su (yağmur) indirmekle kulla-larına olan sayısız nimetlerini zikrediyor. O, yeryüzünü ve ma'mûre-leri bozacak kadar çok, ekinlere ve meyvelere yetmeyecek kadar az olmamak üzere ihtiyâca göre yağmur indirir. Yağmuru sulama, içme ve kendisinden faydalanmak üzere ne kadar ihtiyâç duyuluyorsa o kadar indirmektedir. Hattâ yeryüzünde öyle yerler vardır ki zirâat için çok suya ihtiyâç duyar da, toprağı üzerine yağmur indirilmesine dayanıklı olmaz. İşte Allah Teâlâ Mısır arazîsinde olduğu üzere başka ülkelerden oraya su gönderir. Mısır arazîsine «el-Arzu'1-Cezer» adı verilir ki; Allah Teâlâ Nil suyunu, Habeş ülkelerinden yağmurlu zamanlarda sürükleyip getirdiği kırmızı çamurla birlikte oraya sevk eder. Nil suyu kırmızı çamuru sürükleyerek gelir ve Mısır arazîsini sular. Zirâat ya-
Bunun içindir ki sarkaç ikinci defa yön değiştiriyor. Bu sefer İnsanla hayvan arasındaki gedik büyüyor ve bir uçurum halini Alıyor.
Danvin Nazariyesinden sonra, artık hiç bir İnsan kendisinin hay-vanılk ile ilgisinin bulunmadığını iddia edecek güce sâhib olamamış, ancak kendisinin çok garip ve tuhaf bir hayvan olduğunu kabul etmeye başlamıştır. Birçok durumlarda ise kendisine benzeri bulunmayan bir hayvan hüviyyetl vermiştir. Ama hâlâ insanın biyolojik açıdan eşsiz bir varlık oluşunun tahlili fenomeni tamamlanmış değildir.
İnsanın en büyük özelliği ve hayretengîz hususiyeti, düşünme kabiliyetidir. Eğer terminolojik kelimeleri seçmek temayülünüz varsa, bunu şöylece ifâde edebilirsiniz : însanın en büyük özelliği onun açık konuşabilmesidir.
İnsanın bu özelliğe sâhib olmasının birtakım önemli sonuçları vardır ki, bunların gelişmesi büyük yer alır. AlışkanlıMarin fazlaca gelişmesinin en önemli sonucu ise, insanın sâhib olduğu alet ve mekanizmayı geliştirmesi ve güzelleştirmeğidir.
Gerek bu alışkanlıklar ve gerekse vâsıtalar insana yeryüzünde efendilik merkezini elde etmesini sağlamıştır. Bu biyoiojîk hususiyet, çağımızda insanın en hayretengîz hâssalarından birisidir. İnsanlık çoğalmakla kalmamış, gelişmiş, tekâmül etmiş, nüfuz sahası artmış ve o değişik hayat yolları bulmuştur.
Böylece biyoloji; insanı dinlerin belirttiği gibi, yaratıkların efendisi olduğunu belirten bir noktaya oturtuyor. Buna rağmen bizim genel görüşümüze uymayan noktaları pek çoktur. Biyolojik açıdan baktığımız zaman görürüz ki bütün hayvanlar sırf insanoğluna hizmefe, etmek için yaratılmamıştır. Ama insan yapısı itibarıyla diğer canlılardan ayrı bir hüviyyete sâhib olmuş, tabiî ve biyolojik faktörlerle diğer canlıları geçmiş ve yer yuvarlağının en gelişmiş canhat durumu]» gelmiştir. Binâenaleyh hiç bir zaman için dinî düşüncenin, mistlir fıayâl gücünün eseri olarak ortaya koyduğu insanla ilgili hikâyeler doğru değildir. Şu kadar var ki, İnsanın biyolojik mekanizmasında sağlam jeolojik faktörlerin de te'sîri çok büyüktür.
Konuşma, alışkanlık ve diğer organlar insana diğer birtakım daha özellikler kazandırmıştır ki, bunların bir benzerinin diğer varlıklar arasında bulunması imkân hâricidir. İnsana hâs olan bu özellikleri, burada tekrir sayıp dökecek değiliz. Çünkü bunlar herkes tarafından büfri-mektedir. Biz sâdece insanın bilinmeyen Özellikleri üzerinde duracağız. Aslında insan türü biyolojik özellikleri itibarıyla eşsiz bir yaratıktır. Ne var ki bu özellikler ve nitelikler üzerinde, ne zooloji nokta-i nazarından, ne de sosyoloji nokta-i nazarından dikkat ve itinâ İte durulmamıştır. ağaçlan bulunan yerin çevresindeki dağlara verilen isimdir. Tûr-u Sı-nîn de denilir.
Bazıları «Yiyenlere yağ ve katık veren bir ağaç...» âyetinde kelimesinin başında bulunan harfinin zâid olduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu kullanılış arapçada vardır. Bazıları ise burada veya fiili takdir etmek, buraya «çıkarmak veya getirmek» anlamı vermek suretiyle bu harf-i cerrin zâid olmadığını söylemişlerdir. Katâde bu görüştedir. Yani: Onda gerek yağ ve gerekse katık edilme suretiyle istifâde edilecek şeyler vardır. İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'nin... Mâlik İbn Rabîa es-Sâidî el-Ansârfden rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Zeytin yağını yeyiniz ve onunla yağlanınız. Muhakkak o bereketli bir ağaçtandır. Abd İbn Humeyd de Müs-ned'inde ve Tefsîr'inde der ki: Bize Abdürrezzâk... Ömer'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Zeytin yağını katık edinin ve onunla yağlanın. Muhakkak o, bereketli bir ağaçtan çıkar. Hadîsi başka bir şekilde olmak üzere Tirmizî ve İbn Mâce, Abdürrezzâk kanalıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî der ki: Bu hadîsi, sâdece Abdürrezzâk kanalından rivâyetiyle biliyoruz. Hadîs muzdariptir. Hadîsin isnadında bazan Hz. Ömer zikredilirken, bazan da râvî Ömer'i zikret-memektedir. Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki : Bize Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel... Şüreyk İbn Hamle'den rivayet etti ki o, şöyle demiştir : Bir aşure gecesi Ömer İbn Hattâb'a müsâfir olmuştum. Bana soğumuş bir deve başı (etinden) ve zeytinyağı yedirdi. Bu bereketli zeytinyağı, Allah Teâlâ'nın Peygamberi (s.a.) ne buyurmuş (bildirmiş) olduğudur dedi.
Allah Teâlâ, ((Davarlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Onların karınlarındakinden size içiririz. Sizin için onlarda daha birçok faydalar vardır. Ve onlardan yersiniz de. Hem onların üzerinde, hem de gemilerin üstünde taşınırsınız.» âyetinde, kulları (yaratıkları) için hayvanlarda yaratmış olduğu faydaları zikrediyor. Onlar hayvanların fışkı ve kanları arasından çıkan sütlerinden içerler. Yavrularından yerler. Onlrm yünlerinden, kıllarından (elbise yapıp) giyerler. Sırtlarına binerler. Ağır yükleri kendilerinden uzak ülkelere onlarla taşırlar; Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurulur: «Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere yüklerinizi taşırlar. Muhakkak ki Rabbınız, Rauf'tur, Rahîm'dir.» (Nahl, 7), «Görmezler mi ki, kendi gücümüzle onlar için hayvanlar yarattık. Kendileri bunlara sahip bulunmaktadırlar. Ve onları kendilerinin buyruğuna verdik. Onlardan kimisi binekleridir, kimisinden de yerler. Onlarda kendileri için faydalar ve içecekler vardır. Hala şükretmezler mi?» (Yâsîn, 71-73).6
23 — Andolsun ki Nuh'u, kavmine gönderdik. Dedi ki : Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur, sakınmaz mısınız?
24 — Bunun üzerine kavminin önde gelen kâfirlerinden bir grup dediler ki: Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Şayet Allah dilemiş olsaydı, melekler indirirdi, ilk atalarımızdan da böyle bir şey işitmedik.
25 — O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir. Bir süreye kadar onu gözetleyin.
Allah Teâla haber veriyor ki; Nûh (a.s.) u kavmine Allah'ın azabı, zorlu baskını, Allah'a şirk koşanlardan, emrine zıd gidenlerden ve elçilerini yalanlayanlardan intikamı ile onları korkutup sakındırsın diye gönderdiği zaman şöyle demişti: «Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. (Allah'a şirk koşmanızda Allah'tan korkup) sakınmaz mısınız?» Bunun üzerine kavminin ileri gelen kafirleL rinden bir grup dediler M: «Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor.» Sizin gibi bir beşer olduğu halde peygamberlik iddiasıyla size karşı ,böbürlenmek, büyüklük taslamak İstiyor. Sizin dışınızda nasıl olur da ona vahyolunurmuş? «Şayet Allah (bir peygamber göndermek) istemiş olsaydı, (peygamber olarak katından) melekler gönderir (bir insan göndermez)di. İlk atalarımızdan da böyle bir şey (Allah'ın bir insanı peygamber olarak gönderdiğini) işitmedik.» Burada onlann; ilk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik, sözlerinde kaydettikleri, onların ataları ve geçmiş ümmetleridir.
«O kendisinde (Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiği ve sizin aranızdan vahyi ona tahsîs ettiği zannında nedense biraz) delilik bulunan bir adamdan başkası değildir.» Bir süreye kadar onu gözetgoaönünde bulundurduğu zaman, insani' bir tek faktöre göre açıklama
E Ona düşmeyecektir. Freud'un yaptığı gibi insan faaliyetlerini lifi» İzah etmeyecek, Adler'in yaptığı üstünlük kompleksi İle açık-yacak, Jung'un yaptığı gibi aşağılık kompleksi ile İzah etmeyecektir. Tecrübecl ekolün yaptığı gibi bedenî enerji ile, komünistlerin yaptığı gibi tarih! veya iktisadi materyalizmle izah etmeye kalkışmayacaktır, çünkü insanın sahası, bütün bunların her birisinden çok daha geniştir. Her faktörü ayrı ayrı kapsar insan bünyesi. Birbirinden ayırdedilmesi mümkün olmayacak şekilde komple bir bütünlük arzeder. Bunların hepsi ve ancak hayâller peşinde koşuşan nazariyeler görmezlikten gelirler bu gerçeği...
«Hani Rabbın, meleklere demişti ki: kuru bir çamurdan, şekillenmiş feir balçıktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde; siz derhâl önün için secdeye kapanın...» (Hıcr, 28-29).
İnsan varlığının en bariz ezelliği iç içe bir tabiata sâhib olmasıdır.
Bu yapısıyla insan, bu kâinattaki varlıkların hepsinden ayrılır. Halbuki kâinatta mevcûd olan varlıkların hepsi muayyen bir hedefi olan bir tek tabîata sahihtirler.
Gerek melekler, gerekse hayvanlar bir yanlarıyla —ki her ikisi de insanla benzerlikleri olan yaratıklardır.— tek bir tabîata ve belirli bir hedefe sahihtirler.
Bünyesinin organik yapısı itibarıyla insana çok benzeyen üst dereceden bir hayvan dahi tek bir tabîata sahiptir. Bu hayvanlık tabiatı cesedin sınırlarını aşmaz. İçgüdüsel faaliyetlerden öte bir faaliyet örneği göstermez. Onun bütüiHenerji kaynağı bedenidir. Bu enerjiye yön veren esaslı unsur ise içgüdüsüdör. En mükemmel şekliyle hayvanların dünyasını bu içgüdüsel faaliyetler ta'yîn eder.
Hayvan yer, içer ve cinael faaliyetlerini doğrudan doğruya^bir sevk-i tabiî İle yapar.-Belli bir hedefi olmadığı gibiMdrâkden de yoksundur. Hiç bir hareketinde irâde mekanizması göze çarpmaz.
Acıktığı zaman açlık içgüdüsüyle yer, içgüdüsü yeter dediği zaman da yemsz bir daha. Cinsî faaliyetlerini muayyen bir mevsimde ve belirli zamanlar içinde, yerine getirir. Bunun vaktini kendisi ta'yin etmez. Böyle bir seçme yetkisi yoktur. Cinsel faaliyetin hedefini de kendisi belirlemez. Niçin yaptığını bilmez. İçgüdüsünün gösterdiği yönün dışında başlı başına bir hareket şekli seçemez. Yine belirli bir zaman içinde bu cinstt faaliyetlerini keser. Ama o bunu kendi isteğiyle ve arzusuyla yapmaz. Sırrını idrâk edemeyeceği gibi, karşı koyma gücü deyofcpŞf
Hayvanın bütün hareketleri aynı şekildedir. Hayvanın hareketleri belirli bir irâdenin mahsûlü değildir, onları neden yaptığını anlamaz. Sâdece bir sevk-i tabi! ile onları yapar ve mukavemet edecek kudreti yoktur. Ayrıca mukavemet etme fikrine sâhib olamaz. Şu halde hayvan, varlığı itibarıyla içgüdülerin eline teslîm edilmiştir.
Hayvan, bedeninin hareket tarzına göre faaliyet İcra eden tek bir tabîata sahip yaratıktır.
Melek de her ne kadar biz melekleri görmesek de, bizim öğrendiğimiz vasıflan İle tek tabiatlı varlıktır. Belirli bir hedefi vardır. Kendi tasarrufu ve irâdesi dışında doğrudan doğruya ruhuyla yaşayan ve ruhunun direktiflerine boyun eğen bir mahlûktur. Melekler yaradılışları itibarıyla mutlak itâata mecburdurlar. «Ve Allah'ın kendilerine emrettiği şeylerde O'na isyan etmezler. Ve emredileni yaparlar.» Meleklerin her ne kadar bedensel İçgüdüleri yok ise de, onların kendi çerçevesi dâhilinde ruhî. içgüdüleri vardır. Bedensel içgüdüleri yoktur çünkü, maddî cisme sâhib varlıklar değildirler. Onlar bu ruhî içgüdülerinin direktiflerine göre hareket ederler. Bu konuda düşünme, tasarruf ve seçme yetkileri yoktur.
Şu halde melekler de tek tabiatlı varlıklar olup ruhlarının verdikleri direktifler muvacehesinde hareket ederler.
Bizim bildiğimiz varlıklar içerisinde birkaç yönlü hareket kudretine sâhib eş tabiatlı tek varlık insandır.
Eş tabîatlılık insanın bütün varlığında kendisini gösterir. İnsan yapısının en derin noktalarına kadar hükmü geçirir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran bu mucizevî kabiliyetin tezahür etmediği hiç bir hareketi, düşüncesi, duygusu ve fiili yoktur.
İlerdeki bölümlerde biz, insan bünyesinde meycûd olan bu eş tabS-atlılık ve tezahürlerini inceleyeceğiz. Fakat önce bjlz bu eş tabîathlığın insan hayatı ve tasarrufları üzerindeki te'sîrini de gözden geçireceğiz. fakat önce biz bu eş tabîatlılığın en bariz şekilde tezahür ettiği noktadan, rûh ve beden noktasından işe başlayalım. Aslında insanın formasyonunda yer alan bu eş tabîatlılığın neş'et ettiği ana kaynak, rûh ve bedendir.
«Hani Rabbın meleklere demişti ki: Kuru bûr çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde; siz derhâl onun için secdeye kapanın.» (Hicr, 28-29).
İnsan, yeryüzünden alınmış bir avuç çamur ve Allah'ın ruhundan üflenmiş bir neîhadır.
Yeryüzünden alınmış olan bir avuç çamur beşerin formasyonunda açıkça görülür. İnsanın kasları, damarları, orAnİzması ve iç orgajjj$fkn bu çamurun ifadesidir.
îlim diyor ki: İnsan bedeni tamamıyla toprağın oluşturduğu7
31 — Bunların ardından başka bir nesil yarattık.
32 — Onlara da, kendilerinden: Allah'a ibâdet edin, O'ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız? diyen bir peygamber gönderdik.
33 — Onun kavminden; kendilerine dünya hayatında rızık verdiğimiz halde küfrederek âhirete kavuşmayı yalanlayan ileri gelenler dediler ki: Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Sizin, yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor.
34 — Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğecek olursanız, hüsrana uğrayacağınızda hiç şüphe yoktur.
35 — Öldüğünüz ve bir toprak, bir kemik olduğunuz zaman tekrar dirilmenizi mi va'd ediyor?
36 — Va'df edildiğiniz şey ne kadar uzak, hem de ne kadar uzak.
37 — Hayat, ancak bu dünyadakidir. Ölürüz, yaşarız. Ama tekrar diriltilecek değiliz.
38 — O'sâdece Allah'a karşı yalan uyduran biridir. Biz ona inanacak değiliz.
30 — O peygamber: Rabbım, beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et, dedi.
40 — Allah da buyurdu ki: Az sonra pişman olacaklar.
41 — Gerçekten onları müdhiş bir çığlık yakaladı ve onları bir süprüntû yığını haline getirdik. Zulmeden kavim uzak olsun.
Ve Bir Başka Nesil29
Ve Bir Başka Nesil
Allah Teâlâ, Nûh kavminden sonra başka bir nesil yarattığını haber veriyor. Burada Âd kavminin kasdedildiği söylenir. Zîrâ Ad kavmi Nûh kavminden sonra, onların yerine getirilmiştir. Bunların, «Ger. çekten onları müdhiş bir çığlık yakaladı.» (Mü'minûn, 41) âyetinin de delaletiyle Semûd kavmi olduğu söylenmiştir. Allah Teâlâ onlara, içlerinden (kendilerinden) bir peygamber göndermiş ve o peygamber kendilerini tek ve ortağı olmayan bir Allah'a ibâdete davet etmişti. Onlar ise, bu peygamberi yalanlamış, ona zıd gitmiş ve kendileri gibi bir insan olması sebebiyle ona tâbi olmaktan yüz çevirmiş, beşer olan bir elçiye tâbi olmaktan yüz çevirerek kıyamet günü Allah'a kavuşmayı yalanlamış, cismânî dirilmeyi inkâr etmişlerdi. Onlar demişlerdi ki: «Öldüğünüz ve bir toprak, bir kemik olduğunuz zaman, tekrar dirilmenizi mi va'dediyor? Va'dedildiğiniz şey ne kadar uzak hem de ne kadar uzak. (Size getirmiş olduğu risâlet, uyarma ve âhireti haber vermesinde) o sâdece Allaha karşı yalan uyduran biridir. Biz ona inanacak) değiliz.» O peygamber: «Rabbım, beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et.» demek suretiyle onlara karşı Rabbmdan yardım ve zafer istemiş, Allah Teâlâ da onun duasına icabetle : «(Sana zıd gitmeleri ve kendilerine getirdiklerin konusunda seninle inâdlaşmaları sebebiyle) az sonra pişman olacaklar.» buyurmuştur. «Gerçekten onları müdhiş bir çığlık yakaladı.» Küfürleri ve azgınlıkları sebebiyle Allah'tan böyle bir azaba zâten müstehak idiler. Âyetten açık olarak anlaşılıyor ki, onlara şiddetli bir fırtına ile beraber müdhiş bir çığlık birleşmiş, iki azâb birlikte gönderilmiştir. «Rabbımn emri ile her şeyi yıkar. Bunun üzerine onların meskenlerinden başka hiç bir şey görülmez oldu » (Ahkâf, 25).
Allah Teâlâ : «Onları (yıkılmış, helak olmuş, selin sürüklediği çer-çöpve) bir süprüntü yığını haline getirdik.» buyurur ki, buradaki kelimesi; hiç bir şekilde kendisinden yararlanılamayan helak olmuş, hakîr ve önemsiz şey anlamındadır. «Zulmeden kavim uzak olsun.» Allah Teâlâ başka bir âyette: «Biz onlara zulmetmemiştik. Ama onlar, zâlim kimselerin kendileriydiler.» (Zuhruf, 76) buyurur ki; onlar küfürleri, inâdlaşmaları ve Allah'ın elçisine zıd gitmeleri ile kendilerine zulmetmişlerdir. İşte bunları işitenler Allah'ın elçisini yalanlamaktan sakınsınlar.8
50 — Biz Meryem'in oğlunu da, annesini de bir âyet kıldık. Her ikisini de sulak, oturmaya elverişli yüksek bir yere yerleştirdik.
Allah Teâlâ kulu ve elçisi Meryem Oğlu îsâ (a.s.) dan haber vererek, hem onu hem de annesini insanlar için bir âyet, Allah'ın dilediğine güç yetirici olduğuna kesin bir hüccet kılmıştır. Muhakkak Allah Adem'i babasız ve anasız, Havva'yı kadın olmaksızın erkekten, îsâ' yi erkek olmaksızın kadından, diğer insanları da bir erkekle bir dişiden yaratmıştır.
«Her ikisini de sulak, oturmaya elverişli yüksek bir yere yerleştirdik.» İbn Abbâs'tan rivayetle Dahhâk, âyetteki kelimesinin; bitkilerin en güzel olduğu yeryüzünün yüksek bir yeri anlamında olduğunu söyler. Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr ve Katâde de böyle söylemişlerdir. İbn Abbâs kelimelerinin; bereketli, otu bol, anlamında olduğunu kelimesiyle ise akarsuyun kasde-
dildiğini söyler. Mücâhid, âyette kasdedüen yüksek yerin; düz ve yüksek bir yer olduğunu söyler. Saîd İbn Cübeyr «Sulak, oturmaya elverişli.» kısmını: Orada su kalır, akıp gitmez, şeklinde açıklar. Mücâhid ve Katâde âyetteki kelimesini, akarsu şeklinde açıklamışlardır. Müfessirler bu yüksek yerin, yeryüzünün neresinde olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Abdurrahmân İbn Zeyd îbn Eşlem : Bu yüksek yerler ancak Mısır'dadır. Su salındığı (Nil nehri taştığı) zaman köyler bu yaksek yerlerde olur. Şayet bu yüksek yerler olmamış olsaydı, köyler su altında kalırdı, der. Vehb îbn Münebbih'den de bu açıklamanın benzeri rivayet edilmiş olup bu, gerçekten uzak bir te'vîldir. İbn Ebü Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Abdullah İbn Yezîd'in... Saîd îbn Müseyyeb'den rivayetinde o, «Her ikisini de sulak, oturmaya elverişli yüksek bir yere yerleştirdik.» âyeti hakkında: Burası, Dimagk'tır, demiştir, îbn Ebu Hatim bu görüşün benzerinin Abdullah İbn Selâm, Hasan, Zeyd İbn Eşlem ve Hâlid îbn Ma'dân'dan rivayet edildiğini söyler. Yine İbn Ebu Hatim tarafından Ebu Saîd el-Eşecc kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre; sulak, oturmaya elverişli yerden maksad Dimaşk nehirleridir. Leys îbn Ebu Süleym'in Mücâhid'den rivayetinde o, «Her ikisini de yüksek bir yere yerleştirdik.» âyeti hakkında der ki: Allah Teâlâ'nın burada kasdetmiş olduğu zaman;. Meryem Oğlu îsâ ile annesinin Dimaşk'm civarındaki ağaçlık, sulak bir yer olan «Gota» adındaki yere sığındıkları zamandır. Abdürrezzâk'ın Bişr îbn Râfi' kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetinde o, «Her ikisini de sulak, oturmaya elverişli yüksek bir yere yerleştirdik.» âyeti hakkında : O, Filistin'deki Ramle'dir, demiştir. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Mürre el-Behzî'den rivayetinde o, Hz. Peygamber (s.a.) i bir adama : Muhakkak sen Rabve'de (yüksek bir yerde) öleceksin, buyurduğunu işitmiş ve o adam Rarnle'de ölmüş. Bu, gerçekten garîb bir hadîstir. «Her ikisini de sulak, oturmaya elverişli yüksek bir yere yerleştirdik.» âyeti hakkında söylenenlerin doğruya en yakını Avfî'nin İbn Âbbâs'tan rivayet etmiş olduğu şu sözüdür: Âyetteki kelimesi, akarsu anlamındadır. Bu nehir; Allah Teâlâ'nm hakkında : «Rabbın senin ayağının altında bir ırmak akıttı.» (Meryem, 24) buyurmuş olduğu nehirdir. Dahhâk ve Katâde, burada Beyt el-Makdis'in kasdedildiğini söylerler. En doğrusunu Allah bilir, ama burada en kuvvetli olan görüş budur. Zîrâ burası başka bir âyette de zikredilmekte olup, Kur'an'm bazısı bazısını açıklar, tefsir eder. Kur'an'ı tefsirin en üstünü, yine Kur'an ile tefsir etmektir. Sonra sahîh hadîslerle, sonra da eserler ile olan tefsir gelir.9
57 — Muhakkak ki Rablarından korktukları için titreyenler,
58 — Rablannın âyetlerine inananlar,
59 — Rablarına şirk koşmayanlar,
60 — Ve Rablanna döneceklerinden kalbleri ürpererek vermeleri gerekenleri verenler,
61 — tşte onlar; hayırlarda yarışırlar ve o uğurda öne geçerler.
Rablarından Korkanlar30
Rablarından Korkanlar
Allah Teâlâ: «Muhakkak ki Rablarından korktukları için titreyenler...» buyurur ki; onlar İyilikleri, imânları ve sâlih amel İşlemeleri yanında Allah'tan korkarlar, Allah'ın onlar hakkındaki düzeninden kalbleri titrer. Nitekim Hasan el-Basrî şöyle diyor: Şüphesiz mü'min iyiliği ve Allah korkusunu; münafık ise kötülüğü ve emniyyet hissini kendinde toplamıştır. Allah Teâlâ burada «Rablarımn (kevnî ve şer'î) âyetlerine inananlar.» buyururken, Hz. Meryem (Allah'ın selâmı onun üzerine ol-sun)den haber vererek şöyle buyurur: «Rablarımn sözlerini ve kitâbla-rını tasdik etmişti.» (Tanrım, 12). Hz. Meryem, olan her şeyin Allah'ın takdiri ve kazası ile olduğuna kesin olarak inanmıştır. Allah'ın kanun olarak koymuş olduğu şey şayet bir emir ise sevdiği ve hoşnûd olduğu şeylerdendir. Eğer bir yasak ise bu Allah'ın hoşlanmadığı ve arzulamadığı şeylerdendir. Eğer o bir hayır ise muhakkak haktır. Nitekim Allah Teâlâ: «Ve Rablanna şirk koşmayanlar...» buyurur ki; onlar, Allah ile beraber O'nun gayrısına tapınmazlar. Aksine O'nu birlerler, O'nun kendisinden başka ilâh olmayan Ehâi, Samed, Allah olduğunu bilirler. Yine bilirler ki O, bir arkadaş, bir oğul edinmemiştir. O'nun benzeri ve dengi yoktur.
«Ve Rablanna döneceklerinden kalbleri ürpererek vermeleri gerekenleri verenler.» Onlar bir ihsanda bulundukları zaman, kendilerinden kabul edilmeyeceği korkusu içindedirler. Zîrâ onlar, vermenin şartlarını yerine getirmekte kusurlu davranmış olmalarından korkarlar. Bu; korkma ve ihtiyat kabîİmdendir. Nitekim İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya îbn Âdem'in... Hz. Âişe'den rivayetinde o, şeyle demişti: Ey Allah'ın elçisi. «Kalbleri ürpererek vermeleri gerekenleri verenler,»; Allah'tan korkar olduğu halde hırsızlık yapan, zina eden ve içki içenler midir? Allah Rasulü şöyle buyurdu: Hayır ey Ebubekir'in kızı, Sıddîk'ın kızı; fakat o, Allah'tan korkar olduğu halde namaz kılan, oruç tutan ve sadaka verendir. Tirmizî ve İbn Ebu Hatim de hadîsi yukardakine benzer şekilde Mâlik İbn Miğvel'den rivayet etmişlerdir. Onun lafzı şöyledir: Hayır, ey Sıddîk'ın kızı; fakat onlar kendilerinden kabul olunmayacak diye korkarak namaz kılan, oruç tutan ve sadaka verenlerdir. İşte onlar, hayır işlerinde yarış ederler. Tirmizî der ki: Bu hadîs Abdurrahmân İbn Saîd kanalıyla... Ebu Hüreyre'den, o da Hz. Peygamber (s.a.)den isnadı ile yukardakine benzer şekilde rivayet edilmiştir. Bu âyetin tefsirinde İbn Abbâs, Muhammed îbn Kâ'b el-Kurazî ve Hasan el-Basrî de böyle söylemişlerdir. Diğerleri bu âyeti: Korkar oldukları halie yaptıklarını yapanlar, anlamında olmak üzere şeklinde okumuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.)e kadar ulaştırılan merfû bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.)nün âyeti bu şekilde okuduğu da rivayet edilmiştir.
İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'm... Cümah oğulları kölesi Ebu Halef'den rivayetinde o, Ubeyd ibn Umeyr ile beraber Hz. Âişe —Allah ondan razı olsun—nin yanına girmişti. Hz. Âişe: Merhaba Ebu Asım, bizi ziyaret etmekten veya bize rnüsâfir olmaktan— seni alıkoyan nedir? dedi. O: Seni usandırmaktan korkarım, diye cevab verdi. Bunu yapacak değilsin, o halde niçin geldin? sorusuna karşı: Allah'ın kitabından bir âyeti sormaya geldim. Allah Rasûlü (s.a.), o ayeti nasıl okurdu? dedi. Hz. Âişe: Hangi âyet? diye sordu, o «Vermeleri gerekenleri verenler.» şeklinde mi, yoksa «Yaptıklarım yapanlar.» şeklinde mi? dedi. Hz. Âişe: Sana sevimli olanı hangisidir? diye sordu, ben: Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onlardan birisi bana bütün dünyadan —veya dünyadan ve ondakilerden— daha sevimlidir, dedim. O hangisidir? diye sordu, «Yaptıklarını yapanlar.» şeklinde olanıdır, dedim. Allah Rasûlü (s.a.) nün bu şekilde okuduğuna, bu şekilde nazil olduğuna şehâ-det ederim. Fakat lehçeler değişik değişiktir, dedi. Hadîsin isnadında bulunan Müslim eHMekkî ismindeki râvî zayıftır. Kurrâ-i Seb'a'nın cumhuru ve başkalarının kırâeti olan «Vermeleri gerekenleri verenler.» anlamındaki birinci kırâetin anlamı daha kuvvetlidir. Zîrâ Allah Teâlâ, hemen bunun arkasından: «İşte onlar; hayırlarda yarışırlar ve o uğurda öne geçerler.» buyararak, onları öne geçenlerden kılmıştır. Şayet anlam, diğer okuyuşa göre olsaydı; onların öne geçenlerden olmayıp orta yolu tutanlar veya bu hususta kusurlu olanlar olmaları mümkündü. Allah Teâlâ en iyi bilendir.10
62 — Biz, hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemeyiz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitâb vardır. Ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar.
63 — Hayır, onların kalbleri bundan habersizdir. Onların bundan başka da yapageldikleri işler vardır.
64 — En sonunda refahla şımaranlarmı azâbla yakaladığımız zaman hemen feryâd ederler.
65 — Feryâd etmeyin bugün. Doğrusu siz, katımızdan bir yardım görmezsiniz.
66 — Âyetlerimiz size okunuyordu da, siz ona arkanızı dönüyordunuz.
67 — Büyüklük taslıyor, gece ağzınıza geleni söylüyordunuz.
Allah Teâlâ, dünyada kullarına kanun olarak koyduklarında adaletli olduğunu haber veriyor ki O, hiç bir nefse gücünün dışında bir şey yüklemez.Kişiye ancak taşımaya güç yetirebileceği ve yerine getirebileceğini yükler. Onlan kıyamet gününde, Kitâb-ı Mestûr'da farz kılmış olduğu amelleri ile hesaba çekecektir. Ondan hiç bir şeyi zayi etmeyecektir. Bu sebepledir ki: «Katımızda gerçeği söyleyen amellerin yazıldığı bir kitab vardır. Ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar.» buyurmuştur. Onların hayrından hiç bir şey eksiltilmez. Günâhlarına gelince; inanan kulları için onlardan bir çoğunu affedip bağışlayacaktır. Daha sonra Allah Teâlâ Kureyş müşrikleri ve kâfirleri inkâr sadedinde olmak üzere şöyle buyurur: «Hayır, onların kalbleri bundan (Allah'ın Rasûlü (s.a.)ne indirmiş olduğu Kur'an'dan) habersizdir, (gaflettedir, sapıklıktadır.) Onların bundan başka yapageldikleri işler vardır.» Hakem tbn Ebân'ın İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre; onların «yapagelmekte oldukları bunun dışındaki günâhları» ndan şirk kaydedilmektedir. Onlar bunu mutlaka yapacaklardır. Mücâhid, Hasan ve bir çoklarından da bu açıklama rivayet edilmiştir. Diğerleri ise «Onların bundanbaşka da yapageldikleri işler vardır,» âyeti hakkında şöyle diyorlar: Onlar hakkında ölümlerinden önce mutlaka yapacakları kötü ameller yazılmış, takdir edilmiştir ki, haklarındaki azâb kelimesi gerçekleşsin. Bu açıklamanın benzeri Mukâtil îbn Hayyân, Süddî ve Ab-durrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den rivayet edilmiştir. Bu; açık, kuvvetli ve güzel bir açıklamadır. Daha önce vermiş olduğumuz îbn Mes'-ûd'un hadîsinde şöyle buyuruluyor: Kendinden başka ilâh olmayan Allah'a yemîn olsun ki; kişi, cennet ehlinin amelini işler. Tâ ki onunla cennet arasında bir kulaç kalıncaya kadar. Nihayet Kitab onu geçer de, cehennem ehlinin amelini işler ve oraya girer.
«En sonunda refahla şımaranlarım, (dünyada nimet içinde göne-nen mutlu kişileri) azâbla yakaladığımız; (Allah'ın azabı, baskını ve intikamı dünyada iken onların başına geldiği) zaman hemen feryâd ederler, (imdâd dilenirler).» Allah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyuruyor: «Nimet sahibi olan o yalancıları Bana bırak. Ve onlara biraz mühlet ver. Muhakkak ki, katımızda ağır boyunduruklar ve cehennem var. Boğazı tıkayan bir yiyecek ve elîm bir azâb var.» (Müzzemmil, 11-13), «Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik, (o zaman) çığlıklar attılar. Halbuki kurtulmak vakti değildi.» (Sâd, 3).
«Feryâd etmeyin bugün. Doğrusu siz, katımızdan bir yardım görmezsiniz.» İster feryâd edin, ister susun başınıza gelenden sizi elbette kurtarmayacağız. Ondan uzaklaşma, kurtuluş ve ondan sığınacak bir yer yoktur. îş bitmiş, azâb vâcib olmuştur. Sonra Allah Teâlâ, onların en büyük günâhlannı zikredip şöyle buyurur: «Âyetlerimiz size okunuyordu da, siz ona arkanızı dönüyordunuz.» Siz çağırıldığınız zaman inâd ediyor, istendiğiniz zaman da imtina ediyordunuz. Bunun sebebi şudur: «Yalnız Allah'a duâ edildiği zaman inkâr ederdiniz de, O'na şirk koşulunca inanırdınız. Artık hüküm, Aliyy, Kebîr Allah'ındır.» (Ğâfir, 12). «Büyüklük taslıyor, gece ağzınıza geleni söylüyordunuz.» âyetinin tefsirinde iki görüş vardır: Bunlardan birincisine göre; «Büyüklük taslıyordunuz.» kısmı, hakkı ve hak ehlini küçük görerek, ona karşı bü-yüklenerek haktan yüz çevirmeleri ve hakka tâbi olmamakta direnmeleri sırasındaki hallerini beyân etmektedir. Bu takdirde bu kısmın sonundaki zamirden neyin kasdedildiğinde üç görüş vardır: Birinci görüş bu zamirin, Mekke'deki Harem'in yerini tuttuğudur. Onlar kötülenmiş-lerdir, çünkü geceleyin Haremde hezeyanlar savururlardı. İkincisine göre burada zamîr, Kur'an'ın yerini tutmaktadır. Zîrâ onlar geceleyin konuşuyorlar, Kur'an hakkında hezeyanlar savuruyorlardı. «O sihirdir, o şiirdir, o kehânettir.» ve benzeri bâtıl sözler sarf ediyorlardı. Üçüncü görüşe göre bu zamîr, Muhammed (s.a.)in yerini tutmaktadır. Onlar gece sohbetlerinde fâsid, bozuk sözlerle Muhammed- (s.a.)i anıyorlar, onun şâir, veya kâhin, veya büyücü, veya yalancı, veya deli olduğuna dâir onun hakkında bâtıl misâller veriyorlardı. Elbette bütün bunlar asılsızdır. Aksine o, Allah'ın kulu ve elçisidir. Allah onu onlara gâlib getirmiştir. Onları Harem'den bayağılaşmış ve zelîl kılınmış bir halde çıkarmıştır.
«Büyüklük taslıyordunuz.» kısmından maksadın; Kâ'be ile büyük-leniyordunuz, olduğu da söylenmiştir. Onlar Kâ'be ile iftihar eder, onun dostları olduklarına inanırlardı. Halbuki hiç de onun dostları değildiler. Nitekim Neseî Sünen'inin tefsir bölümünde Ahmecî îbn Süleyman kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki o, şöyle demiştir: «Büyüklük taslıyor, gece ağzınıza geleni söylüyordunuz.» âyeti nazil olduğu zaman gece sohbeti kerîh görülmüştü. Çünkü müşrikler Kâ'be ile büyük-lenirler ve: Biz onun ehliyiz, derlerdi. Büyükleniyorlar (Kâ'be ile iftihar ediyorlar), yanında gece sohbetleri yapıyorlar ve fakat onu i'mâr etmiyor, hali üzere bırakıyorlardı. îbn Ebu Hatim de yukarda özet olarak verdiğimiz bilgiyi uzunca vermiştir.11
68 — Söyleneni düşünmediler mi hiç? Yoksa onlara, daha önce geçen atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?
69 — Yoksa peygamberlerini tanımadılar da onun için mi inkâr ediyorlar?
70 — Yahut; onda bir delilik var mı diyorlar? Hayır, o kendilerine hak ile gelmiştir. Ama, onların çoğu haktan hoşlanmamaktadırlar.
71 — Şayet hak, onların heveslerine uysaydı; gökler, yer ve onlarda bulunanlar muhakkak bozulup giderdi. Hayır, Biz onlara kendi zikirlerini getirdik. Ama onlar zikirlerinden yüz çeviriyorlar.
72 — Yoksa sen, onlardan bir ücret mi istiyorsun? İşte Rabbımn ecri, daha hayırlıdır. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
73 — Aslında sen onları dosdoğru bir yola -çağırıyorsun.
74 — Ama âhirete inanmayanlar, mutlaka bu yoldan sapmaktadırlar.
75 — Şayet Biz, onlara acısak ve başlarındaki sıkıntıyı gidersek yine de azgınlıkları içinde bocalayıp kalırlar.
Geçmiş Atalarına Uyanlar32
Geçmiş Atalarına Uyanlar
Allah Teâlâ müşrikleri Kur'ân-ı Azîm'i anlamadıkları, üzerinde düşünmedikleri ve ondan yüz çevirdikleri için kınıyor. Halbuki Allanın hiç bir peygambere daha mükemmelini ve daha şereflisini göndermemiş olduğu bu kitab onlara tahsis edilmiştir. Özellikle câhiliyet devrinde ölmüş olan atalarına bir kitab ulaşmamış, onlara bir uyarıcı da gelmemişti. Onlara yaraşan, Allah'ın kendilerine bahşetmiş olduğu bu nimete onu kabul etmek, şükrünü yerine getirmek, anlamaya çalışmak, gece-gündüz gereğince amel etmekle mukabelede bulunmalarıydı. Nitekim onlardan İslâm'a giren ve Allah Rasûlü (s.a.)ne tâbi olan soylular böyle yapmışlardır. Allah onlardan hoşnûd olsun. «Söyleneni düşünmediler mi hiç?» âyeti hakkında Katâde der ki: O halde Allah'a yemîn olsun ki kavim düşünmüş ve akletmiş olsaydılar, Kur'an'a Allah'a isyan olan şeylerden kendilerini alıkoyacak olanı bulurlardı. Halbuki onlar müte-şâbih olanını almışlar ve işte o zaman helak olmuşlardır.
Daha sonra Allah Teâlâ Kureyş kâfirlerini inkâr sadedinde şöyle buyurur; «Yoksa peygamberlerini tanımadılar da onun için mi inkâr ediyorlar?» Onlar Muhammed'i, doğruluğunu, emîn oluşunu ve günahsızlığım bilmediler mi? O, içlerinde bu vasıflarla yetişmişken bütün bunları inkâr edip bu konularda yalan söyleyebilirler mi? Bu sebepledir ki Cafer îbn Ebu Tâlib (r.a.) Habeş kralı Necaşî'ye: Ey kral, şüphesiz Allah bize nesebini, doğruluğunu ve emîn oluşunu bildiğimiz bir elçi gönderdi, demiştir. Muğîre îbn Şu'be de Mübâreze (savaş) sırasında Kisrâ'mn vekiline aynı şeyleri söylemiştir. Ebu Süfyân Sahr İbn Harb, Rum kralı Hirakl ve arkadaşları Hz. Peygamber (s.a.)in niteliklerini, nesebini, doğruluğunu ve emîn oluşunu sorduğunda ona aynı şeyleri söylemiştir. Halbuki onlar henüz müslüman olmamış kâfirler idiler. Bununla birlikte doğru söylemekten başka çâre bulamamışlar ve bunu itiraf etmişlerdir.
((Yahut: Onda bir delilik var mı, diyorlar?» âyeti, müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.) hakkında söylemiş oldukları: Muhakkak o, Kur'an'ı kendiliğinden uyduruyor, veya onda bir delilik var ki ne söylediğini bilmiyor, demelerini hikâye etmekte ve onların Kur'an hakkında söylediklerinin bâtıl olduğunu bildikleri halde kalblerinin ona îmân etmediğini haber vermektedir. Halbuki onlara, Allah Kelâmından güç yetiri-lemeyecek ve karşı konulamayacak olanı gelmiştir. Kur'an, hem onlara ve hem de bütün yeryüzü halkına onun bir mislini getirmeleri çağrısında bulunmuş; buna güç y dirememişler ve ebediyyen de güç yetire-meyeceklerdir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Hayır, o kendilerine hak ile gelmiştir. Ama onların çoğu haktan hoşlanmamaktadırlar.» buyurmuştur.
Katâde der ki: Bana anlatıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.) bir adama rastlamış ve ona: Müslüman ol, demişti. Adam: Sen beni öyle bir işe davet ediyorsun ki, ben ondan hoşlanmıyorum, demişti. Hz. Peygamber (s.a.): Hoşlanmasan bile, buyurdu. Yine bize anlatıldığına göre; o, bir adama rastlamış ve ona: Müslüman ol, buyurmuştu. Bu teklif ona zor ve ağır geldi. Hz. Peygamber ona: Ne dersin; sen sarp meşakkatli bir yolda olsaydın da yüzünü tanıdığın, nesebini bildiğin bir adama kavuşsaydm ve o seni geniş, kolay bir yola çağırmış olsaydı, ona tâbi olur muydun? buyurdu. Adam; evet, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Muhammed'in nefsi kudret elinde olan (Allah) a yemin olsun ki, muhakkak sen o yoldan çok daha sarp ve meşakkatli olanındasın. Şüphesiz ben seni o durumda çağmlabileceğin yoldan daha da kolayına çağırmaktayım. Yine bize anlatıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.) bir adama rastlamış, ve ona: Müslüman ol, buyurmuştu. Bu ona ağır ve zor gelince, Hz. Peygamber (s.a.) ona: Ne dersin; senin iki kölen olsa birisi sana bir haber verdiği zaman doğru söylese, kendisine bir şey emânet ettiğinde onu sana tevdî etse, bu mu sana daha sevimlidir, yoksa bir haber verdiği zaman yalan söyleyen, kendisine bir şey emânet ettiğinde ihanet eden mi? buyurmuştu. Adam: Bilakis bana bir haber verdiği zaman doğru söyleyen,, kendisine bir şey emânet ettiğimde onu bana tevdî eden kölem bana daha sevimlidir, demişti. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: İşte Rabbınızın katında siz de böylesiniz.
«Şayet hak, onların heveslerine uysaydı;'gökler, yer ve onlarda bulunanlar muhakkak ki bozulup giderdi.» âyeti hakkında Mücâhid, Ebu Salih ve Süddî derler ki: Hak, Allah Teâlâ'dır. Şayet Allah Teâlâ, onların gönüllerindeki heveslerine icabet etse ve onlara uygun şekilde işleri düzenlemiş olsaydı, heveslerinin bozukluğu ve muhtelif oluşu sebebiyle gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi. Nitekim Allah Teâlâ, onların şöyle dediklerini haber verir: «Bu Kur'an, iki şehrin filinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?» (Zuhruf, 31-32). Başka âyetlerde ise şöyle buyurmaktadır: «De ki: Eğer siz, Rabbımın rahmet hazînelerine sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla onları paklardınız. Zâten insan pek cimridir.» (tsrâ, 100), «Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Öyle olsaydı, onlar insanlara bir çekirdek parçası'bile Vermezlerdi.» (Nisa, 53). Bütün bunlardan ortaya çıkıyor ki; kullar âcizdir, görüşleri ve hevesleri muhteliftir, bütün sıfatlarında, sözlerinde, fiillerinde, kanun koymasında, takdirinde ve yaratıklarını düzenleyip idare etmede Allah Teâlâ en kâmil olandır, yücedir, kudsaldır, O'ndan başka, jjah O'nun dışında Rab yoktur.
«Hayır, Biz onlara zikirlerini getirdik.» âyetinde, Kur'an kasdedil-mektedir. «Ama onlar zikirlerinden yüz çeviriyorlar.» aYoksa sen, onlardan bir ücret mi istiyorsun?» âyetindeki kelimesini, Hasan; ücret olarak, Katâde; ayak kirası ve mükâfat olarak, anlamışlardır. «İşte Rabbanin ecri, daha1 hayırlıdır.» Sen onları hidâyete çağırman karşılığında onlardan ne bir ücret, ne bir mükâfat ne de başka bir şey istememektesin. Aksine sen bunda, Allah katında bol sevabı dilemekte beklemektesin. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: «De ki: Sizden bir ücret istersem eğer o sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah'a aittir.» (Sebe\ 47), «De ki: Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben, kendiliğinden bir şey iddia edenlerden de değilim.» (Sâd, 86), «De ki: Ben sizden buna karşılık; akrabalıkta sevgiden başka bir ücret istemem.» (Şûra, 23), «Şehrin öte başından bir adanı koşarak geldi, şöyle dedi: Ey kavmim, gönderilmiş bulunan elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar hidâyete erdirilmişlerdir.)) (Yasin, 20-21).
«Aslında sen, onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun. Ama âhirete inanmayanlar, mutlaka bu yoldan sapmaktadırlar.»' İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan İbn Musa'nın... tbn Abbâs'tan rivayetinde, Allah Ra-sûlü (s.a.)nün rü'yâsında ona iki melek gelmiş, birisi ayakucuna, diğeri basucuna oturmuş. Ayakucuna oturanı başucunda oturanına: Şu adam ve ümmetine bir misâl ver, demiş de öteki, şöyle anlatmış: Bunun ve ümmetinin misâli şudur ki yolculukta olan bir kavim bir çölün başına ulaşırlar. Yanlarında çölü geçecekleri ve dönecekleri azıkları yoktur. Onlar bu durumda iken birden onlara çizgili kumaştan elbise giymiş bir adam gelir ve: Sizi otlu, yemyeşil bahçelere ve su dolu havuzlara götürsem, bana uyar mısınız? diye sorar. Onlar; evet, deyince onları götürür ve otlu bahçelere, su dolu havuzlara iletir. Yerler, içerler ve semizlerler. Onlara: Ben sizi şu halde bulup; sizi otlu bahçelere, su dolu havuzlara götürsem bana uyar mısınız dedim de, bana uymuştunuz değil mi der. Onlar; evet sana uymuştuk, derler. Sizin önünüzde bundan daha otlu bahçeler, bundan daha dolu havuzlar var; bana tâbi olun, uyun, der. Bir grup: Allah'a yemîn olsun ki doğru söylüyor, ona tâbi olalım, derler. Diğer bir grup ta: Biz bundan hoşnuduz, burada kalalım, derler.
Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki: Bize Züheyr'in... Ömer tbn Hat-tâb (r.a.)dan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Ben sizin kuşaklarınızdan tutmuş, ateşten bana gelin, ateşten bana gelin diyorum; siz beni altederek kelebek ve çekirgelerin ateşe atıldıkları gibi ona atılıyorsunuz. Neredeyse kuşaklarınızı bırakıvereceğim. Havuz başında ben sizin önderinizim. Siz bana, toplu olarak ve dağınık halde gelirsiniz. Sizi yüzlerinizle ve isimlerinizle kişinin develeri içinde yabancı bir deveyi tanıdığı gibi tanırım. Siz sağa ve sola götürülürsünüz. Sizin hakkınızda âlemlerin Rabbına münâcâtta bulunur ve: Rabbım kavmim, Rabbım ümmetim, derim. Ey Muhammed, şüphesiz sen, senden sonra onların neler ihdas ettiklerini bilmiyorsun. Muhakkak onlar senden sonra arkalarına dönüp gittiler, denir. Kıyamet günü sizden birisi meleyen bir koyunu sırtlamış halde gelirken tanıyacağım. Ey Muham-med, Ey Muhammed, diye nida edecek de ben: Senin hakkında elimden bir şey gelmez, ben tebliğ ettim, diyeceğim. Sizden birini tanıyacağım, kıyamet günü bağıran bir deveyi sırtlamış geliyor ve: Ey Muhammed, ey Muhammed, diyor. Ben senin için bir şeye sâhib değilim, ben tebliğ ettim, diyeceğim. Sizden birini kişneyen bir kısrağı taşıyarak kıyamet günü gelirken tanıyacağım. Ey Muhammed, ey Muhammed, diye nida edecek de ben: (Senin hakkında) herhangi bir şeye sâhib değilim. Ben tebliğ etmiştim, diyeceğim. Kıyamet günü deriden bir kırbayı taşıyarak gelen sizden birini tanıyacağım. Ey Muhammed, ey Muhammed, diye nida edecek de, ben: Senin için herhangi bir şeye sâhib değilim, tebliğ etmiştim, diyeceğim/Ali İbn el-Medînî der ki: Bu, isnadı hasen bir hadîstir. Şu kadar var ki hadîsin isnâdındaki Hafs İbn Humeyd meçhuldür. Yâkûb İbn Abdullah el-Eş'arî'den başka ondan rivayet edeni bilmiyorum. Ben de derim ki: Bilakis ondan Eş'as İbn îshâk da hadîs rivayet etmiştir. Yahya îbn Maîn onun hakkında; sâlihtir, demiş, Neseî ve İbn Hibbân güvenilir kabul etmişlerdir.
«Şayet biz, onlara acısak ve başlarındaki sıkıntıyı gidersek yine de azgınlıkları içinde bocalayıp kalırlar.» âyetinde Allah Teâlâ, onların küfürlerinde ne kadar şerli ve katı olduklarını haber verir. Şayet Allah Teâlâ onların illetlerini gidermiş ve onlara Kur'an'ı anlama imkânı vermiş dahi olsaydı; onlar Kur'an'a boyun eğmezler, küfürlerinde, inâdla-nnda ve azgınlıklarında devam ederlerdi. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyrulur: «Şayet Allah onlarda bir hayır görseydi; onlara işittirirdi. Eğer işittirmiş olsaydı; yine de yüz çevirenler olarak arkalarını dönerlerdi.» (Enfâl, 23), «Bir görsen; ateşin başında durdukları: Keski geri döndürülseydik ve Rabbımızm âyetlerini yalan saymasaydık da mü1-minlerden olsaydık, dedikleri zaman. Hayır, ötedenberi gizleyegeldikleri şeylerle karşılarına çıktık. Eğer geri döndürülselerdi, yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdi. Doğrusu onlar, yalancılardır. Ve dediler ki: Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ve biz dirilecek değiliz.» (En'âm, 27-29). Bu, Allah Teâlâ'nın vuku bulmayan bir şeyin, şayet meydana gelmiş olsaydı nasıl olacağını bilmesi kabüindendir. İbn Abbâs'tan rivayetle Dehhâk der ki: Kur'an'da başında edatı bulunan her şey ebediyyen vuku bulmayacak, olmayacak şeylerdendir.12
76 — Andolsun ki Biz, onları azâbla yakaladık. Ama yine de Rablarına boyun eğmediler. Onlar, yalvarıp yakar-mazlar.
77 — Sonunda onlara şiddetli bir azâb kapısı açtığımızda şaşkına dönüp ümitsiz kalıverdiler.
78 — Sizin için kulaklar, gözler ve kalbler var eden O'dur. Ne de az şükrediyorsunuz.
79 — Sizi yeryüzünde yaratıp türeten O'dur. Ve O'nun huzurunda toplanacaksınız.
80 — Dirilten de, öldüren de O'dur. Geceyle gündüzün birbiri ardı sıra gelmesi de, O'nun emrine bağlıdır. Hâlâ düşünmez misiniz?
81 — Hayır, onlar yine de öncekilerin dediklerini derler.
82 — Onlar demişlerdi ki: Ölüp te toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltileceğiz?
83 — Andolsun ki biz, ve daha önce de atalarımız bununla tehdîd edilmişti. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir.
Allah Teâlâ buyurur ki: «Andolsun ki Biz, onları azâbla yakaladık. (Musibetlerle ve zorluklarla denedik.) Ama ine de Rablarına boyun eğmediler.» Bu, onları içinde bulundukları küfür ve muhalefetten çevirmedi, bilakis sapıklık ve azgınlıklarında devam ettiler. Allah'a boyun eğmediler. «Onlar (Allah'a dua edip) yalvanp yakarmazlar.» Başka bir âyette şöyle buyrulur: «Onlar, hiç değilse kendilerine bir azabımız geldiği zaman; yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalbleri katılaşmış, şeytân da onlara yaptıklarını süsleyip püslemişti.» (En'âm, 43). İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn el-Hüseyn'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle anlaunış: Ebu Süfyân, Allah Rasûlü (s.a.hıe geldi ve: Ey Muhammed, Allah ve akrabalık aşkına (bize merhamet et) biz yün ve kandan yapılmış yiyecekler yedik, dedi. Bununla kıtlıktan Ötürü yün ve kan yemek zorunda kaldıklarını ifâde etmek istiyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Andolsun ki Biz, onları azâbla yakaladık. Ama yine de Rablarına boyun eğmediler. Onlar, yalvarıp yakarmazlar.» âyetini indirdi. Hadîsi Neseî de Muhammed tbn Akîl'den, o Ali îbn Hüseyn'den, o da babasından rivayet etmiştir. Bu hadîsin aslı, Buhârî ve Müslim'de mevcûd olup buna göre Allah Rasûlü (s.a.) kendisine karşı durduklarında, isyan ettiklerinde Kureyş'e beddua etmiş ve: Allah'ım, onlara karşı bana Yûsuf'un yedi kıtlık senesi gibi yedi sene ile yardım et, demişti. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali îbn Hüseyn'in... Vehb İbn Ömer İbn Keysân'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Vehb îbn Münebbih hapsolunmuştu. Oğullardan (gençlerden) birisi ona; Ey Ebu Abdullah, sana bir'beyt şiir okumayayım mı? dedi. Vehb: Muhakkak biz, Allah'ın azabından bir azâb içindeyiz. Allah Teâlâ: «Andolsun ki Biz, onları azâbla yakaladık. Ama yine de Rablarına boyun eğmediler. Onlar, yalvarıp yakarmazlar.» buyurur, dedi. Vehb peşpeşe (iftar etmeksizin) üç gün oruç tuttu. Ona: Bu oruç da ne oluyor ey Ebu Abdullah? denildi de, şöyle cevabladı: Bizim için hapis îcâd olundu. Biz de fazla ibâdeti îcâd ettik.
«Sonunda onlara şiddetli bir azâb kapısı açtığımızda şaşkına dönüp ümitsiz kalıverdiler.» Sonunda Allah'ın emri ile kıyamet onlara ansızın geliverdiğinde ve beklemedikleri Allah'ın azabı onları yakalayıverdiğin-de; işte o zaman her bir hayırdan, her türlü rahattan ümitlerini kestiler. Emelleri ve ümitleri kesiliverdi. Sonra Allah Teâlâ kullarına kulaklar, gözler, eşyayı idrâk edecekleri, Allah'ın birliğine, O'nun dilediğini işleyen Fâil-i Muhtar olduğuna delâlet eden kâinattaki âyetlere ibretle bakacakları akıllar, anlayışlar vermek suretiyle onlara nimetini zikreder ve; «Ne de az şükrediyorsunuz.» buyurur. Size vermiş olduğu nimetlere karşı Allah'a şükrünüz ne kadar azdır. «Sen ne kadar hırs göstersen de, yine insanların çoğu inanmazlar.» (Yûsuf, 103).
Daha sonra Allah Teâlâ, yüce kudreti ve kahredici saltanatından haber verir. Yüce kudreti ve kahredici saltanatı ile yaratıkları yaratmış, yeryüzünün diğer yerlerinde cinsleri, dilleri ve nitelikleri değişik olarak onları halketmiştir. Sonra kıyamet günü, belli günün toplantısı için onların ilklerini ve sonlarını toplayacak; onlardan ne bir küçüğü ne bir büyüğü, ne bir erkeği, ne bir dişiyi, ne bir azametli, haşmetli olanı, ne bir hakiri bırakmayacak ve ilk defa yarattığı gibi onları dirilte-cektir. Bu sebepledir ki: çürümüş kemikleri diriltecek olan da, ümmetleri öldürecek olan da O'dur, buyurmuştur. «Geceyle gündüzün birbiri ardı sıra gelmesi de, O'nun emrine bağlıdır.» Bunlardan her bireri digerini ısrarla ta'kîb eder. Devamlı olarak birbirlerini ta'kîb edip, hiç bir zaman yek diğerlerinden ayrılmazlar. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur: «Güneşe aya ulaşmak düşmez. Gece de, gündüzü geçecek değildir. Her birisi bir yörüngede yüzerler.» (Yâsîn, 40).
«Hâlâ düşünmez misiniz?» Sizi Azız ve Alîm olan, her şeyin kahr u galabesi altında olduğu, her şeye gücü yeten ve her şeyin kendisine boyun eğdiği Allah'a ulaştıracak akıllarınız yok mu?
Sonra Allah Teâlâ, kendilerinden önceki yalanlayanlara benzeyen, yeniden diriltilmeyi inkâr edenlerden haber vererek şöyle buyurur: ((Hayır, onlar yine de öncekilerin dediklerini derler. Onlar demişlerdi ki: Ölüp te toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltileceğiz?» Bununla, çürüdükten, sonra diriltilmenin meydana geleceğini uzak buluyorlardı. «Andolsun ki biz, ve daha önce de atalarımız bununla tehdîd edilmişti. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir.» diyorlardı. Bunun muhal olduğunu, evvelkilerin kitablarını ve uydurmalarını elde eden birinin, bunları onlardan naklederek haber verebileceğini kasdediyorlardı. Onların bu inkâr ve yalanlamaları, Allah Teâlâ'nın onlardan haber verdiği şu sözlerine benzemektedir: «Ufalanmış kemikler olduğumuz vakit mi? O, takdirde bu, zararlı bir dönüştür, derler. Doğrusu o, bir tek çığlıktır ki, o zaman hepsi toprağın yüzüne dökülecektir.» (Nâziât, 11-14), «İnsan, kendisini gerçekten bir nut-feden yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir düşman kesilmektedir. Kendi yaradılışını unutarak Bize bir misâl getirdi. Çürümüşken kemikleri diriltecek kimdir? dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan dirii-tecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.» (Yâsîn, 77-79).13
84 — De ki: Yer ve onda bulunanlar kimindir? Biliyorsanız söyleyin.
85 — Allah'ındır, diyecekler. Öyleyse ibret almaz mısınız? de.
86 — De ki: Yedi göğün Rabbı ve yüce Arş'm Rafobı kimdir?
87 — Allah'tır, diyecekler, öyleyse sakınmaz mısınız? de.
88 — De ki: Her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran, ama barındırılmaya asla muhtaç olmayan kimdir?
89 — Allah'tır, diyecekler. Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz? de.
90 — Hayır, Biz onlara gerçeği getirdik. Ama onlar muhakkak yalancıdırlar.
Her Şeyin Hâkimi35
Her Şeyin Hâkimi
Allah Teâlâ kendisinden başka ilâh olmadığına, ibâdetin tek ve ortağı olmaksızın sâdece O'na gerektiğine irşâd buyurmak üzere vah-dâniyyetini, yaratmada, tasarruf ve hükümranlıkta yegâne olduğunu kalblere yerleştiriyor. Bu sebepledir ki Allah'ın Rab olduğunu, Rablıkta O'nun ortağı olmadığını itiraf eden bununla birlikte tanrılıkta O'nunla birlikte ortaklar koşan, tapındıklarının hiç bir şey yaratmadığını, bir şeye sahip olmadığını, hiç bir şeye hâkim olmadığını itiraf etmeleriyle birlikte Allah ile beraber O'ndan başkasına tapman, bu ortaklara tapınmalarının kendilerini Allah'a yaklaştıracağı inancında olan müşriklere Rasûlü (s.a.)nün şöyle demesini emrediyor. «De ki: Yer ve onda bulunanlar kimindir? (Yeryüzünü ve ondaki hayvanları, bitkileri, meyveleri ve diğer yaratık çeşitlerini yaratan ve onların mâliki olan kimdir?) Biliyorsanız söyleyin. Allah'ındır, diyecekler. (Sana bütün bunların tek ve ortağı olmayan Allah'ın olduğunu itiraf edeceklerdir. Durum böyle clunca) Öyleyse (İbâdetin bir başkasına değil de, sâdece yaratıcı, nzık vericiye yaraştığı hususunda) ibret almaz mısınız? de.»
«De ki: Yedi göğün Rabbı ve yüce Arş'm Rabbı kimdir?» İçindeki parlak yıldızlarla, gökyüzünün diğer yerlerinde ve yonlerindeki Allah'a boyun eğen meleklerle birlikte ulvî âlemi yaratan kimdir? Yüce Arş'm Rabbı kimdir? Burada yüce Arş ile kasdedilen, yaratıkların tavanı olan yüce Arş'tır. Nitekim Ebu Davud'un rivayet ettiği Allah Rasûlü (s.a.) nden nakledilen bir hadîste o: Allah'ın sânı şundan daha yücedir, muhakkak ki O'nun semâları üzerinde Arş'ı şöyledir, buyurmuş ve eli ile kubbe gibi bir işaret yapmıştır. Diğer bir hadîste şöyle buyrulur: Yedi gök, yedi kat yeryüzü ve ondakilerle ikisi arasındakiler Kürsi'ye göre çöle atılmış bir halka gibidir. Kürsî ve ondakiler de Arş'a nisbctle o çöldeki o halka gibidir. Bunun içindir ki Seleften birisi şöyle diyor: Arş'ın bir yönden diğer yöne iki kutru arasındaki mesafe elli bin senelik yoldur. Yedinci kat yeryüzünden yüksekliği de, elli bin yıllık yoldur. İbn Abbâs'tan rivayetle Dahhâk: Arş'a Arş isminin verilmesi onun yüksek-liğindendir, demiştir. Kâ'b el-Ahbâr'dan rivayetle A'meş: Gökler ve yeryüzü Arş'da gökle yer arasında asılmış bir kandil gibidir, der. Mücâhid: Gökler ve yeryüzü Arş'da ancak çölde bir halka gibidir, demiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ala İbn Salim... îbn Abbâs'tan rivayet etti ki o, şöyle demiştir: Arş'ın ölçüsünü hiç kimse bilemez. Bir rivayette ise: Arş'ın ölçüsünü Allah'tan başka hiç kimse takdir edemez, demiştir. Seleften birisi, Arş'ın kırmızı yakuttan olduğunu söyler.
Burada: «Yüce Arş'ın Rabbı.» buyurulmuş ve bu yücelikle büyüklüğü kasdedümiştir. Sûrenin sonunda da: «O, yüce Arş'ın Rabbıdır.» buyrulur ki, orada Arş'ın güzelliği kasdedilmektedir. Böylece Arş, genişlik ve yüceliğinde azamet sıfatıyla göz kamaştırıcı güzellik sıfatını kendinde toplamıştır. Buna istinaden Arş'ın kırmızı yakuttan olduğu söylenmiştir, ibn Mes'ûd der ki: Şüphesiz Rabbınız katında, gece ve gündüz yoktur. Arş'ın nuru O'nun yüzünün nûrundandır.
«Allah'tır, diyecekler. Öyleyse sakınmaz mısınız? de.» Madem ki O'nun, göklerin ve yüce Arş'ın Rabbı olduğunu itiraf ediyorsunuz; o halde O'nunla birlikte başkasına ibâdet etmeniz ve O'na şirk koşmanız sebebiyle O'nun azabından korkup sakınmaz mısınız? Ebu Bekr Abdullah îbn Muhammed îbn Ebu Dünya el-Kuraşî «et-Tefekkür ve'1-î'tibâr» adlı kitabında der ki: Bize İshâk îbn İbrahim'in... İbn Ömer'den rivayetinde o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) çok kere câhiliye devrinde, bir dağ başında yaşayan bir kadından bahsederdi. Bu kadının yanında koyunlarını otlatan bir oğlu varmış. Oğlu ona: Ey anneciğim, seni kim yarattı, diye sormuş da o: Allah, demiş. Peki babamı kim yarattı? demiş, kadın: Allah.^İemiş. Çocuk: Peki beni kim yarattı? diye sormuş, kadın yine; Allah, demiş. Çocuğun: Göğü kim yarattı? sorusuna kadın, yine Allah cevabını vermiş. Onun: Peki yeryüzünü kim yarattı? sorusuna kadın, Allah cevabını vermiş. Çocuk: Peki dağları kim yarattı? diye sormuş, kadın Allah cevabını vermiş. Koyunları kim yarattı? sorusuna kadın; Allah, cevabını verince çocuk: Muhakkak hen, Allah için yüce bir şân işitiyorum, demiş, sonra kendini dağdan atmış ve parça parça olmuş. îbn Ömer der ki: Allah Rasûlü (s.a.) bize bu hadîsi defalarca nakletti. Abdullah İbn Dînâr ise: İbn Ömer bu hadîsi bir çok kere bize nakletti, demiştir. Ben de derim ki: Bu hadîsin isnadında İmâm Ali İbn el-Medînî'nin babası olan Abdullah İbn Ca'fer el-Medînî vardır ve onun hakkında konuşulmuştur. En doğrusunu Allah bilir.
«De ki. Her şeyin hükümranlığı elinde olan kimdir?» «Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki, O alnından tutmasın.» (Hûd, 56). Allah Rasûlü (s.a.): Nefsim kudret elinde olan (Allah) a. yemin olsun ki hayır, dermiş. En şiddetli yemini ise: Kalblerİ döndürene yemîn olsun ki hayır, şeklinde imiş. O, yegâne yaratıcı, mâlik ve tasarruf sahibi olan Allah'tır. «Barındıran, ama barındınlmaya asla muhtaç olmayan kimdir? Eğer biliyorsanız.» Araplar içinde bir efendi olur da birisini banndınrsa onun civarında ahdi bozulmaz, ondan üstün olma gayreti ile onun aşağısında olan kimselerin onun barındırdığı kimseyi barındırma hakkı olmazdı. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Banndıran, ama barındınlmaya asla muhtaç olmayan-O'dur.» buyurmuştur. O; kendisinden daha büyüğü olmayan, yaratma ve emir elinde olan, hükmünü değiştirecek, geciktirecek kimse olmayan, karşı durulup muhalefet olunamayan, dilediği olan, dilemediği olmayan en yüce efendidir. Allah Teâlâ: «O; yaptığından sorumlu değildir, fakat onlar sorumludurlar.» (Enbiyâ, 23) buyurmuştur. Azameti, kibriyâsı, kahrı, galebesi, izzeti ve hikmeti ile O, yaptığından sorulmaz. Bütün yaratıklar ise yaptıklarından sorulacaklardır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Rabbına andolsun ki, onların hepsine birden mutlaka soracağız; yapmakta oldukları şeyleri.» (Hicr, 92-93).
«Allah'tır diyecekler.» Barındıran, ama barındınlmaya asla muhtaç olmayan en yüce efendinin tek ve ortağı olmaksızın Allah olduğunu itiraf edeceklerdir. «Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz de.» Bütün bunları bilip itiraf etmenizle birlikte Allah ile beraber bir başkasına ibâdet etmenizde nasıl oluyor da akıllarınız gidiveriyor? Sonra Allah Teâlâ: «Hayır, Biz onlara gerçeği getirdik.» buyurur ki bu, Allah'tan başka tanrı olmadığını bildirmektir. Biz buna delâlet eden sıhhatli, açık ve kesin deliller koyduk. «Ama onlar (Allah ile beraber bir başkasına tapınmalarında) muhakkak yalancıdırlar.» Onların buna delilleri de yoktur. Nitekim Allah Teâlâ ftlü'minûn sûresinin sonunda: «Kim —hiçbir delil olmaksızın— başka İ3İr tanrıya taparsa; onun hesabı Rabbmın katında-dır. Gerçek şu ki, kâfirler felah bulmazlar.» (Mü'minûn, 117) buyurur. Müşrikler, kendilerini iftira ve sapıklığa götüren bir delilden dolayı bunları yapmakta değildirler. Bunu ancak şaşkın ve bilgisiz atalarına, geçmişlerine uymak suretiyle yapmışlardır. Nitekim şu da onların sözle-rindendir: «Doğrusu biz, babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve onların izlerinde gitmekteyiz.» (Zuhruf, 23).14
91 — Allah, hiç bir çocuk edinmemiştir ve O'nunla birlikte hiç bir ilâh da yoktur. Olsaydı, o zaman her ilâh, kendi yarattığını alıp götürür ve birbirinden üstün çıkmaya çalışırlardı. Allah, onların nitelendirdiklerinden münezzehtir.
92 — O, görüleni de, görülmeyeni de bilir. Onların koştukları ortaklardan çok yücedir.
Allah Teâlâ yüce zâtını, kendisinin bir çocuğu ve hükümranlıkta bir ortağı olmaktan tenzih ederek buyurur ki: «Allah hiç bir çocuk edinmemiştir ve O'nunla birlikte hiç bir ilâh da yoktur. Olsaydı, o zaman her ilâh kendi yarattığını alıp götürür ve birbirinden üstün çıkmaya çalışırlardı.» Şayet ilâhların teaddüdü farzedilmiş olsaydı, bunlardan her bireri yarattığını alıp götürürdü ve öylece varlıklar muntazam olmazdı. Halbuki görülen odur ki varlıklar muntazamdır, düzenlidir. Ulvî ve süflî âlemden her bireri birbirine kemal derecesinde bağlıdır. «Sen, Rahman'm yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın.» (Mülk, 3). Sonra şayet böyle olsaydı, onlardan her bireri diğerine zıd gitmek ve diğerine üstün gelmek ister de, biri diğerine üstün gelirdi.
Kelâmcılar bu anlamı delîl-i temamı1 olarak; ifâde ederler. Özeti şöyledir: Şayet iki ve daha fazla yaratıcı farzedilseydi, birisi bir cismin hareket ettirilmesini, diğeri hareket ettirilmemesini murâd ederdi. Şayet bunlardan her birerinin muradı meydana gelmemiş olsa her ikisi de âciz olurdu. Vâcib el-Vücûd ise asla âciz olamaz. Birbirine zıd olması sebebiyle ikisinin murâdlannın bir araya gelmesi ise mümteni', muhaldir. Bu muhal olma durumu, ancak ilâhların teaddüdünün farz edilmesinden meydana gimiştir ki, bu da (muhal olanın sebebi de) muhaldir. Şayet birinin değil de, ötekinin muradı meydana gemis olsa; gâlib olan (irâdesi yerine gelen) vâcib el-Vücûddur, diğer mağlûb olan ise mümkindir. (Mümkin el-Vücûddur.) Zîrâ mağlûb olma durumu, vâcib el-Vücûd sıfatına yaraşmaz. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Ve birbirinden üstün çıkmaya çalışırlardı. Allah, (bu haddi aşan zâlimlerin Allah'a çocuk veya ortak koşma iddialarıyla) onların nitelendirdiklerinden münezzehtir, yücedir.» buyurmuştur.
«O, görüleni de, görülmeyeni de bilir.» Yaratıklardan gizli kalanı da, onların müşâhade ettiklerini de en iyi bilir. «Onların koştukları ortaklardan çok yücedir. Bu zâlim ve inkarcıların söylediklerinden münezzehtir, yücedir, mukaddestir.15
93 - De ki: Rabbım, onların tehdîd olundukları şeyi bana mutlaka göstereceksen,
94 — Rabbım, o zaman beni zâlimler güruhunun içinde bulundurma.
95 — Biz, onlara va'dettiğimizi sana göstermeye elbette kadiriz.
96 — Sen, kötülüğü en güzel ile sav. Onların nitelendirmekte olduklarını Biz çok daha iyi biliriz.
97 — Ve de ki: Rabbım, şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım.
98 — Rabbım, onların huzurumda bulunmalarından Sana sığınırım.
Allah Teâlâ peygamberi Muhammed (s.a.)e, Allah'ın intikamının inmesi sırasında şu duayı etmesini emrediyor: «Rabbım, (ben görüp dururken onları eğercezâlandırırsan) onların tehdîd olundukları şeyi bana mutlaka göstereceksen; o zaman beni zâlimler güruhunun içinde bulundurma.» îmâm Ahmed ve Tirmizî'nin rivayet etmiş, olduğu ve Tir-mizî'nin; sahihtir, dediği bir hadîste şöyle buyrulur: Rabbfm, bir kavmin fitnesini murâd buyurduğun zaman, beni fitneye dûçâr kalmamış olarak kendi katına al, öldür.
Allah Teâlâ: «Biz, onlara va'dettiğimizi sana göstermeye elbette kadiriz.» Şayet dilemiş olsaydık; onların başına gelen belâ, musibet ve mihnetleri sana gösterirdik, buyurup; daha sonra insanlarla beraber olmada faydalı olacak panzehire işaret buyurur. Panzehir; kötülük yapanın aklını kendine çekebilmek için ve düşmanlığı dostluğa, öfkesi sevgiye dönsün diye kötülük yapana iyilik yapmaktır. Burada: «Sen, kötülüğü en güzel ile sav.» buyururken, başka bir âyette şöyle buyurmaktadır: «Sen fenalığı en iyi şekilde sav. O zaman göreceksin ki seninle arasında düşmanlık bulunan kişi, yakın bir dost gibi oluvermişrtir. Bu, ancak sabredenlere vergidir. Ve bu, ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir.» (F'ussüet, 34-35).
«Ve de ki: Rabbım, şeytânların kışkırtmalarından Sana sığınırım.» âyetinde Allah Teâlâ Rasûlüne, şeytânlardan kendisine sığınmasını emrediyor. Zîrâ onlarla birlikte çâreler fayda vermez, onlar asla iyiliğe kanıp yapacaklarından vazgeçmezler. Daha önce îstiâze'nin tefsirinde verdiğimiz üzere, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle duâ edermiş: Taşlanmış şeytândan, şeytânın kışkırtmasından, üfürmesinden, işiten ve en iyi bilen Allah'a sığınırım. Allah Teâlâ: Rabbım, işlerimden hangisinde olursa olsun, onların huzurumda bulunmalarından Sana sıvınırım, buyurmuş ve bu sebeple işlerin başlangıcında, Allah'ı anmakla emretmiştir. Zîrâ yeme içme, cima; boğazlama ve bunun dışındaki diğer işlere başlarken Allah'ı anmak şeytânları kovucudur, Ebu Davud'un rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle duâ edermiş: Allah'ım, bunaklıktan Sana sığınırım. Yıkılmadan (yıkıntı altında kalıp ölmeden ve) suda boğulmadan Sana sığınırım. Ölüm anında şeytânın beni sürçtürmesinden de Sana sığınırım.
İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Amr tbn Şuayb'dan, onun babasından, onun da dedesinden rivayete göre; o, şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) uyku sırasında korkudan (korunmak üzere) söylediği şu kelimeleri bize öğretirdi: Allah'ın ismiyle, Allah'ın gazabından, azabından, kullarının kötülüklerinden, şeytânların kışkırtmalarından ve şeytânların huzurumda bulunmalarından Allah'ın en mükemmel kelimelerine sığınırım. Râvî der ki: Abdullah îbn Amr baliğ olmuş, erişkin çocuklarına uykuları esnasında bunları söylemesini öğretirdi. Çocuklarından küçük olup ta ezberleyemeyenler içinse bu kelimeleri yazar ve onun boynuna asardı. Hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî Muhammed îbn îshâk'dan rivayet etmişlerdir. Tirmizî; hasendir, ğarîbdir, der.16
99 — Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.
100 — Belki yapmadan bıraktığımı tamâmlar ve sâlih amel işlerim. Hayır, bu söylediği, sâdece kendi lâfıdır. Tekrâr diriltilecekleri güne kadar arkalarında onları geriye dönmekten alıkoyan bir berzah vardır.
Ölüm Gelince. 37
Ölüm Gelince
Allah Teâlâ kâfirlerden veya Allah'ın emirlerini uygulamada kusurlu olanlardan ölüm halinde olan kimselerin, bu sıradaki sözlerini ve hayatı boyunca fâsid olarak yaptığı şeyleri düzeltmek üzere, dünyaya dönmeyi isteyeceklerini haber verir ve buyurur ki: «Rabbım beni geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamâmlar ve sâlih amel işlerim.» der. Hayır. Allah Teâlâ bu kabilden olmak üzere başka âyetlerde şöyle buyurur: «Herhangi birinize ölüm gelip te: Rabbım, beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam, diyeceği zaman gelmezden evvel, size mülk olarak verdiğimizden infâk edin. Eceli gelince Allah, hiç bir nefsi geri bırakmaz. Ve Allah işlediklerinizden haberdârdır.» (Münâfikûn, 10-11), «İnsanları, kendilerine azabın geleceği gün ile uyar, zulmedenler derler ki: Rabbımız; bizi yakın bir müddete kadar te'hîr et, davetine uyalım ve peygamberlere, tâbi olalım. Siz, daha önce de sonunuzun gelmeyeceğine yemîn etmemiş miydiniz?» (îbrâhîm, 44), «Onun te'vîlinin geldiği gün; daha Önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızm elçileri bize hakkı getirmişti. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin? Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım?» (A'râf, 53), «Suçluları Rablarının huzurunda başları öne eğilmiş olarak: Rabbımız, gördük ve dinledik. Artık bizi dünyaya geri çevir de, sâlih amel işleyelim. Gerçekten biz, kesin olarak inandık, derken bir görsen.» (Secde, 12), «Bir görsen; ateşin başında durdukları; Keski geri döndürülseydik ve Rabbımızm âyetlerini yalan saymasaydık da mü'minlerden olsaydık, dedikleri zaman. Hayır, ötedenberi gizleyegeldikleri şeylerle karşılarına çıktık. Eğer geri döndürülselerdi, yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdi. Doğrusu onlar, yalancılardır.» (En'âm, 27-28), «Göreceksin ki, o zâlimler azabı gördükleri zaman: Geri dönecek bir yol yok mu? diyeceklerdir.» (Şûra, 44), «Onlar da: Rabbımız bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı itiraf ettik. Bir daha çıkmaya yol var mı? derler. Bunun sebebi şudur: Yalnız Allah'a duâ edildiği zaman inkâr ederdiniz de, Ö'na şirk koşulunca inanırdınız. Artık hüküm, Aliyy Kebîr Allah'ındır.» (Ğâfir, 11-12), «Orada onlar bağınşırlar: Rabbımız bizi çıkar da, yapageldiklerimizden farklı olarak sâlih amel işleyelim. Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Ve size uyarıcı da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadınız. Zâlimler için bir yardımcı yoktur.» (Fâtır, 37). Allah Teâlâ onların dönmek isteyeceklerini ve fakat ne ölüm halinde, ne mahşer günü, ne Cebbar olan Allah'a arzolunduklan vakit, ne cehenneme arzolundukları sırada ve ne de cehennem azabının sıkıntıları içindelerken bu isteklerine icabet olunmayacağını haber verir. «Hayır, bu söylediği, sâdece kendi lâfıdır.» âyetin-deki kelimesi; bir men'etme edatıdır. Anlam: Onun istediğine icabet etmeyiz ve bunu ondan kabul etmeyiz, şeklindedir. «Bu söylediği, sâdece kendi lâfıdır.» âyeti hakkında Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem der ki: Ölüm halinde olan her zâlim, mutlaka bunu söyleyecektir. Ancak kelimesinden sonraki kısmın bu edatın illeti olması da ihtimâl dahilindedir. Buna göre anlam şöyle olacaktır: Salih amel işlemek üzere geri dönmeyi istemesi, bir amel olmayıp sözden ibarettir. Şayet geri çevrilmiş olsaydı dahi sâlih amel işlemez ve bu sözünde yalan söylemiş olurdu. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Eğer geri dondürülselerdi, yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdi. Doğrusu onlar, yalancılardır.» (En'ânı, 28). Muhammed İbn Ka*b el-Kurazî der ki: «Onlardan birine ölüm geldiği vakit, Rabbım, beni geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve sâlih amel İşlerim, der.» Cebbar olan Allah Teâlâ da: «Hayır, bu söylediği, sâdece kendi lâfıdır.» buyurur. Ğufre'nin kölesi Ömer tbn Abdullah der ki: Allah Teâlâ'nın buyurduğunu işittiğin zaman bil ki burada Allah Teâlâ: Hayır, yalan söyledi, buyurmuştur. «Onlardan birine ölüm geldiği vakit...» âyeti hakkında Katâde, Alâ îbn Ziyâd'm şöyle dediğini nakleder: Sizden birisi kendini, ölüm halinde bulunmuş da Rabbından geri döndürmesini istemiş ve AUah da bu isteğini kabul etmiş saysın ve Allah'a itaat olan işleri işlesin. Yine Katâde der ki: Allah'a yemîn olsun ki o, ne ailesine ne kabilesine dönmeyi temenni ediyor. Fakat o, dönüp Allah'a itaat olan ameller işlemeyi temenni etmiştir. Fırsatı kaçırmış kâfirin umuduna bakın da Allah'a itaat olan amelleri işleyin. Kuvvet, ancak Allah iledir. Muhammed İbn Kâ"b el-Kurazî'den de bu sözün benzeri rivayet edilmiştir.
Muhammed îbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre; o, şöyle demiştir: Kâfir kabrine konulduğu vakit cehennemde oturacağı yeri görür ve: Rabbım, beni geri çevir ki tevbe edeyim ve sâlih amel işleyeyim, der. Ona: Yaşatılmış olduğun sürece sana ömür verilmişti. Yaşamıştın, denilir. Kabri onun üzerine daraltılır. O yılan veya akrep sokmuş kimse gibidir. Uyur ve korkar. Yeryüzünün haşerâtı, yılanları ve akrepleri ona yönelirler. Yine tbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Hz. Âişe'deîı rivayetinde o, şöyle demiştir: Kabir ehlinden günahkâr olanlara yazıklar olsun. Kabirlerinde onların yanına simsiyah yılanlar girer. Bir yılan baş ucunda, bir yılan ayak ucundadır.
Ortasından bir araya gelinceye kadar onu kemirirler, tşte Allah Teâla'run hakkında: «Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında onlan geriye dönmekten alıkoyan bir berzah vardır.» buyurduğu Berzah'taki azâb budur. Ebu Salih ve başkaları, âyetteki kelimesinin; Ön, önlerinde, anlamında olduğunu söylerler. Mücâhid, Berzah'ın; dünya ve ahi-ret arasındaki engel olduğunu söyler. Muhammed İbn Kâ'b der ki: Berzah, dünya ile âhiret arasıdır. Dünya halkından değiller ki yeyip içsinler, âhiret ehlinden değiller ki amelleri ile cezalandırılsınlar, amellerinin karşılığını görsünler. Ebu Sahr şöyle diyor: Berzah, kabirlerdir. Onlar ne dünyada ne de âhirettedirler. Onlar diriltilecekleri güne kadar kalacaklardır. «Arkalarında onları geriye dönmekten alıkoyan bir berzah vardır.» âyetinde, zâlimlerden ölüm halinde olan bu kişilere, Berzah azabı ile bir tehdîd vardır. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyrulur: «Arkalarından cehennem.» (Câsiye, 10), «Ve arkasından şiddetli bir azab gelip çatacaktır.» (İbrahim, 17).
«Tekrar diriltilecekleri güne kadar...» diriltme gününe kadar onun azabı devam edecektir. Nitekim bir hadîste şöyle buyrulur. Orada, yani yeryüzünde azâb görür halde devam edecektir.17
101 — Sûr'a üflendiği zaman; o gün, artık aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez. Birbirlerine bir şşy de soramazlar.
102 - Tartılan ağır gelenler-, işte onlar, felaha ermiş olanların kendileridir.
103 — Kimin de tartıları hafif gelirse; işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir, cehennemde ebedî kalırlar.
104 — Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır.
Sûr'a Üflendiği Gün. 38
Sûr'a Üflendiği Gün
Kabirlerden kalkış için Sûr'a üfürülüp de, insanlar kabirlerden kalktıkları zaman aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez. Baba evlâ-
dına acımaz, ona iltifat etmez. Allah Teâlâ başka bir âyette: «Hiç bir yakın bir yakına soramaz. Yalnız birbirlerine gösterilirler.» (Meâric, 10-11) buyurur ki, akraba akrabasını gördüğü zaman dünyada iken insanların kendisi için en kıymetlisi olduğu halde o gün belini büken günâhlar altında dahi görmüş olsa ona bir şey sormaz. Ona iltifat etmez, bir sivrisinek kanadı ağırlığı dahi onun yükünü taşıyıvermez. Başka bir âyette şöyle buyrulur: «Kişinin kaçacağı gün; kardeşinden, anasından ve babasından, eşinden ve oğullarından. O gün herkesin kendine yeter bir işi vardır.» (Abese, 34-37). îbn Mes'ûd der ki: Kıyamet günü olduğunda Allah Teâlâ, ilkleri ve sonlan bir araya toplar, sonra bir müriâdî: Kimin (dünyada iken) bir haksızlığa uğramışlığı varsa gelsin, hakkını alsın, diye nida eder. Küçük dahi olsa kişi babası, çocuğu veya hanımı üzerinde bir hakkı olur diye sevinir. Allah'ın kitabında bunun tasdiki: «O gün, artık aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez. Birbirlerine ,bir şey de soramazlar.» âyetidir. Îbn Mes'ûd'un bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.
İmâm Ahmed'in Hâşim oğulları kölesi Ebu Saîd kanalıyla... Misver tbn Mahrame (r.a.)den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Fâtıma benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer, onu sevindiren beni de sevindirir. Benim nesebim ve hısımlığım dışında kıyamet günü şüphesiz nesebler kesilecektir. Bu hadîsin aslı Buhâri ve Müslim'in Sahîh'lerinde Misver'den rivayetle mevcûd olup bu hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Kızım, benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer, ona eziyet veren bana da eziyet verir. İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Âmir'-in... Hamza îbn Ebu Saîd el-Hudrî'den, onun da babasından rivayetinde o, şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) nü şu minberde şöyle buyururken işittim: Birtakım kişilere ne oluyor ki onlar: Muhakkak Allah Rasûlü (s.a.) nün akrabalığı kavmine fayda vermiyor, diyorlar. Hayır, fayda verir. Allah'a yemîn olsun ki benim akrabalığım, dünyada ve âhirette geçerlidir. Ey insanlar, muhakkak ben (Havz-ı Kevser'de sizin) önderi-nizim. Siz geldiğinizde bir adam: Ey Allah'ın elçisi, ben filân oğlu filânım, diyecek, kardeşi: Ben filân oğlu filânım, diyecek. Ben de onlara: Neseb yönünden ise; evet tanıdım. Fakat siz, benden sonra öyle şeyler ihdas ettiniz ki arkanızı dönüp dinden çıktınız, diyeceğim.
Mü'minlerin emîri Ömer İbn Hattâb'ın Müsned'inde ona kadar varan müteaddid kanallardan bize anlatıldığına göre; o, Hz. Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.)in kızı Ümmü Gülsüm ile evlendiğinde şöyle demiştir; Allah'a yemîn olsun ki benim evlenmeye ihtiyâcım yoktur. Şu kadar var ki Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işittim: Her hısımlık ve akrabalık muhakkak kıyamet günü kesilecektir. Ancak benim akrabalığım ve hısımlığım müstesinâ. Hadîsi Taberani, Bezzâr, Heytem İbn Küleyb, Bey-hakî ve «el-Muhtara»da Hafız Ziya (el-Makdisî) rivayet etmişlerdir. Bize anlatıldığına göre Hz. Ömer, Ümmü Gülsûm'a bir ikram ve ta'zim olmak üzere kırk bin (dinar) mehir vermiştir. Hafız İbn Asâkir, Allah Rasûlü (s.a.)nün kızı Zeyneb'in kocası Ebu'l-Âs tbn Rebî'nin hâl tercemesinde Ebu'l-Kâsım el-Beğavî kanalıyla... tbn Ömer'den rivayet ediyor ki; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Benim nesebim (akrabalığını) ve hısımlığım dışında kıyamet günü her akrabalık ve hısımlık kesilecektir. Yine aynı yerde îbn Asâkir, Ammâr İbn Seyf kanalıyla... Abdullah ibn Amr'dan merfu' olarak şu hadîsi rivayet ediyor: Ümmetimden sâdece cennette benimle beraber olacak kimselerle evlenme yoluyla akraba olmamı, yine sâdece cennette benimle beraber olacakların onlar içinden bana evlenme ile akraba olmalarını Rabbımdan istedim, bunu bana verdi. Aynı hadîs Ammâr İbn Seyf kanalıyla... Abdullah İbn Amr'dan da rivayet edilmiştir.
«Tartıları ağır gelenler; işte onlar, felaha ermiş olanların kendileridir.» Bir tane ile dahi olsa, iyilikleri kötülüklerinden ağır gelenlerdir bunlar. Açıklama İbn Abbâs'ındır. «İşte onlar, felaha ermiş olanların, (kazanan, ateşten kurtulan ve cennete konulanların) kendileridir.» İbn Abbâs der ki: Onlar; istediklerini elde etmiş, kaçmış olduklarının kötülüğünden kurtulmuş olan kimselerdir.
«Kimin de tartılan hafif, (kötülükleri iyiliklerinden ağır) gelirse; işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir.» Kaybeden, helak olan ve zarar eden bir alış-verişle dönen kimselerdir. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize îsmâîl İbn Ebu Hâris'in... Enes İbn Mâlik'den —Enes, hadîsi merfû' olarak, rivayet ediyor— rivayetinde şöyle buyrulur: Allah'ın terazi ile görevlendirdiği bir melek vardır. Âdemoğlu getirilir ve terazinin iki kefesi önünde durdurulur. Şayet terazisi (tartısı) ağır çekerse, melek yaratıkların duyacağı bir sesle: Filânca öyle bir mutlu oldu ki bundan sonra ebediyyen mutsuz olmayacak, diye nida eder. Eğer tartısı hafif gelmişse, yine bütün yaratıkların duyacağı bir sesle şöyle nida eder. Filânca öyle bir mutsuz oldu ki bundan sonra ebediyyen mutlu olmayacak. Hadîsin isnadı zayıf olup, isnâdda bulunan râvîlerden Dâ-vûd tbn Muhber'in hadîsi metruktür. Bu sebepledir ki Allah Tealâ: «Cehennemde ebedî kalırlar, (orada devamlı kalacak olup, oradan ayrılamazlar.)» buyurmuştur. Allah Teâlâ burada: «Ateş onların yüzlerini yalar.» buyurmuştur. Başka âyetlerde de şöyle buyurur: «Yüzlerini ateş bürüyecektir.» (İbrahim, 50), «O küfredenler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelleyemeyecekleri ve yardım göremyecekleri zamanı keski bilseler.» (Enbiya, 39). tbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Ebu Hü-reyre'den, cnun da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayetinde ^öyle buyurmuş: Cehennem ehli cehenneme sürüldüklerinde cehennemin alevleri onları karşılar, sonra bir alev onları yakıverir de üzerlerinde hiç bir et kalmaz ökçeleri üzerine düşüverir. İbn Merdûyeh'in Ahmed İbn Muham-med İbn Yahya kanalıyla... Ebu Derdâ (r.a.)dan rivayetinde Allah Ra-sûlü (s.a.) «Ateş onlann yüzlerini yalar.» âyeti hakkında şöyle buyurmuştur; Bir alev onları yakar da, etleri topuklarına akar. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, «Dişleri sırıtıp kalır.» âyetinde onların asık suratlı olacaklarının kasdedildiğini söyler. Sevrî'nin Ebu İshâk kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetinde ise o, «Dişleri sırıtıp kalır.» âyeti hakkında şöyle der: Yarısı yakılmış (dağlanmış), dişleri meydana çıkmış ve dudakları kasılmış kelleyi görmez misin. İmâm Ahmed —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Bize Ali İbn îshâk'ın... Ebu 3aîd el-Hudrî'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde şöyle buyurmuş: Dişlerinin sırıtıp kalması ateşin çirkinleştirmesidir. Üst dudağı kasılır, tâ başının ortasına ulaşır. Alt dudağı sarkar, tâ göbeğine değer. Hadîsi Tirmizî, Süveyd İbn Nasr'dan, o da Abdullah İbn Mübâ-rek'den rivayet etmiştir. Tirmizî: Hasendir, ğarîbdir, der.18
105 — Âyetlerim size okunurken, onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?
106 — Derler ki: Rabbımız, bedbahtlığımız bizi yenmişti. Sapıklar topluluğu olmuştuk.
107 — Rabbımız, bizi buradan çıkar, tekrar dönersek doğrusu zulmetmiş oluruz.
Bu, Allah Teâlâ'run cehennemlikleri (dünyada iken) işlemiş oldukları ve kendilerini bu helake sürükleyen küfür, günâhlar, haramlar ve büyük günâhlar sebebiyle azarlamasından ibarettir. Buyurur ki; «Âyetlerim size okunurken, onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?» Ben size peygamberler gönderdim, kitâblar indirdim ve şüphelerinizi giderdün. Sizin artık delil olarak getireceğiniz bir hüccetiniz kalmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur: «Tâ ki peygamberler geldikten sonra, insanların Allah'a karşı hüccetleri kalmasın.» (Nisa, 165), «Biz bir peygamber göndermedikçe azâb ediciler değiliz.» (İsrâ, 15), «tçine her bir topluluk atıldığında bekçileri onlara sorarlar: Size bir uyarıcı gelmedi mi? Onlar: Evet, doğrusu bize bir uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve dedik ki: Allah hiç bir şey indirmemiştir. Siz büyük bir sapıklık içindesiniz, derler. Eğer kulak vermiş veya düşünmüş olsaydık, bu çılgın cehennemlikler arasmda bulunmazdık, derler. Böylece günâhlarını itiraf ederler. Yok olsun çılgın alevli cehennem ashabı.» (Mülk, 8-11). Bu sebepledir ki: «Rabbımız, bedbahtlığımız bizi yenmişti. Sapıklar topluluğu olmuştuk.» Evet, bizim aleyhimize hüccet konulmuştu. Fakat biz ona boyun eğme ve tâbi olmaktan yüz çevirme bedbahtlığına uğramıştık. Sonunda ondan ayrılıp kaybettik ve ondan istifâde edemedik, derler.
Sonra şöyle derler: «Rabbımız, bizi buradan çıkar, tekrar dönersek doğrusu zulmetmiş oluruz.» Bizi dünya yurduna geri döndür. Eğer daha önce yaptıklarımıza dönecek olursak, işte o zaman biz zulmetmiş ve azabı haketmiş kimseler oluruz. Allah Teâlâ onların şöyle diyeceklerini haber verir: «Biz suçlarımızı itiraf ettik. Bir daha çıkmaya yol var mı? Bunun sebebi şudur: Yalnız Allah'a duâ edildiği zaman inkâr ederdiniz de, O'na şirk koşulunca inanırdınız. Artık hüküm, Aliyy Kebîr Allah-' indir.» (Gâfir, 11-12) Artık onlar için çıkış yolu yoktur. Zîrâ onlar, mü'-minler Allah'ı birlediği zaman Allah'a ortak koşmuşlardır.19
108 — Buyurdu ki: Yıkılıp gidin içerisine. Benimle konuşmayın.
109 — Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki, onlar: Rabbımız, inandık, artık bağışla bizi, merhamet et bize. Sen merhamet edenlerin en hayırhsısm, diyordu.
110 — Siz ise, onları alaya alıyordunuz. Öyle ki size Benim zikrimi unutturdular. Ve siz, onlara hep gülüyordunuz.
111 — Sabrettiklerinden dolayı bugün onları mükâfatlandırdım. Doğrusu onlar, kurtuluşa erenlerin kendileridir.
Kâfirler ateşten çıkmayı ve dünyaya dönmeyi istedikleri zaman, Allah Teâlâ'nın onlara cevabı budur. «Yıkılıp gidin içerisine.» Orada zelil, hakir, horlanmış, alçaltılmış olarak kalın. «Benimle konuşmayın.» Bu isteğinize bir daha dönmeyin. Zîrâ Benim katımdan size (müsbet) bir cevab yoktur, buyuracaktır. îbn Abbâs'tan rivayetle Avfî: «Yıkılıp gidin içerisine. Benimle konuşmayın.» âyeti hakkında der ki: Bu, onların sözleri Allah'a ulaştığı zaman Rahmân'ın onlara olan sözüdür. İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Abdullah îbn Amr'dan rivayetinde o, şöyle demiştir: Cehennemlikler Mâlik'i çağıracaklar. Onlara kırk yıl cevab vermeyecek. Sonra onlara: Muhakkak siz (burada) kalıcısınız, diye cevab verecek. Allah'a yemîn olsun ki onların çağırışları Mâlik'e ve Mâlik'in Rabbına çok hafif gelecek, tesiri olmayacak. Sonra Rablarma duâ edip: «Rabbımız, bedbahtlığımız bizi yenmişti. Sapıklar topluluğu olmuştuk. Rabbımız, bizi buradan çıkar, tekrar dönersek doğrusu zulmetmiş cluruz.» diyecekler. Allah Teâlâ dünya süresinin iki katı kadar bir süre onlara cevâb vermeyecek, sonra cevab verip: «Yıkılıp gidin içerisine. Benimle konuşmayın.» buyaracak. Allah'a yemîn olsun ki onlar bundan sonra bir kelime dahi söyleyemeyecekler. (Onların söyleyecekleri tek şey) cehennem ateşi içinde soluklarını içlerine çekme ve dışarı salmadan ibaret olacaktır. Onların sesleri, merkeb seslerine benzetilmiştir. Zîrâ merkebin anırmasının evveli soluğunu içeri çekme, sonu ise dışarı salarak anırmadır. Yine İbn Ebu Hâtuna'in Ahmed tbn Sinan kanalıyla... Abdullah tbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o şöyle anlatmıştır: Allah Teâlâ cehennemden hiç kimsenin çıkmamasını murâd ettiğinde, onların yüzlerini ve renklerini değiştirir. Mü'minlerden birisi gelip şefaat etmek ister ve: Rabbım, (beni şefaatçi kıl, şefaatimi kabul buyur), der. Rab Teâlâ: Tanıdığın kimseyi çıkar, buyurur. O mü'min kişi gelir, bakar ve hiç kimseyi tanıyamaz da (onlardan birisi): Ben filânım, der. Mü'min kişi: Ben seni tanımıyorum, der. İşte o zaman (cehennemdeki kişi): «Rabbımız, bizi buradan çıkar, tekrar dönersek, doğrusu zulmetmiş oluruz.» der. O zaman Rab Teâlâ: «Yıkılıp gidin içerisine. Benimle konuşmayın.» buyurur. Bunu söylediği zaman da, cehennem onların üzerine kapanır ve onlardan hiç bir beşer dışarı çıkamaz.
Daha sonra Allah Teâlâ onlara, dünyadaki günâhlarını ve inanan kullarıyla, dostlarıyla nasıl alay etmekte olduklarını hatırlatıp-şöyle buyurur: «Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki, onlar: Rabbımız, inandık, artık bağışla bizi, merhamet et bize. Sen,, merhamet edenlerin en hayırlısısm, diyordu. Siz ise, onları alaya alıyordunuz. (Bana duâ etmeleri, Bana yakarmaları yüzünden onlarla alay ediyordunuz.) Öyle ki size Benim zikrimi unutturdular. (Onlara olan öfkeniz sizi, Beni unutmaya sürüklüyordu.) Ve siz, onlara, (yaptıklarına ve ibâdetlerine) hep gülüyordunuz.» Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyuruyor: «Doğrusu suç işlemiş olanlar, mü'minlere gülerlerdi. Yanlanndan geçtiklerinde de birbirine göz kaparlardı.» (Mutaffiîın, 29-30).
Allah Teâlâ dostlarını, sâlih kullarını nasıl mükâfatlandıracağını haber verip şöyle buyurur: «(Sizin eziyyetlerinize ve kendileriyle alay etmenize) sabrettiklerinden dolayı bugün onlan mükâfatlandırdım. Doğıusu onlar, kurtuluşa erenlerin kendileridir.» Onları mutluluğu, kurtuluşu, cenneti kazanan ve ateşten kurtulanlar kıldım.20
112 — Buyurdu ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?
113 — Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor, derler.
114 — Buyurdu ki: Çok az bir süre kaldınız. Keski bilseydiniz.
115 — Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize hiç döndürül-meyeceğinizi mi sandınız?
116 - Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka hiç bir tanrı yoktur ve O, yüce Arş'm Rabbıdır.
Gerçek Hükümdar41
Gerçek Hükümdar
Allah Teâlâ dünyadaki kısa ömürlerinde, yegâne Allah'a itaat ve ibâdet etmemekle neleri kaybettiklerine, şu kısa dünya süresince sabretmiş olsalardı, Allah'tan korkan Allah'ın dostlarının kazandığı gibi kazanmış olacaklarına işaretle «Buyurur ki: Yıl sayısı olarak o yeryüzünde ne kadar kaldınız?» Dünyada ikâmetiniz ne kadar olmuştur? Onlar: «Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor.» derler. Buyurdu ki: Her halükârda çok az bir süre kaldınız. Keski bilseydiniz. Fâni olanı bakî olana tercih etmez; kendiniz hakkında bu kötü tasarrufta bulunmaz, bu kısacık sürede Allah'ın öfkesine hak kazanmazdınız. Şayet inananların yaptığı gibi Allah'a itaat ve ibâdette sabretmiş olsaydınız, onların kazandığı gibi siz de kazanırdınız. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Safvân'dan rivayetine vöre; o, Eyfâ İbn Ebd el-Kelâî'yi insanlara hutbe okurken işitmiş. O, şöyle demiş; Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Allah Teâlâ cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyduğunda: Ey cennet halkı, yıl sayısı olarak, yeryüzünde ne kadar kaldınız? buyuracak. Onlar: «Bir gün veya daha az bir süre kaldık.» diyecekler. Bir gün veya daha az bir süre içinde ne güzel ticâret yaptınız: Rahmetimi, hoşnûdluğumu ve cennetimi (kazandınız). Orada ebedî olarak kalın, buyuracak. Sonra Cehennemliklere: Ey cehennem halkı, yeryüzünde kaç sene kaldınız? buyuracak. Onlar: «Bir gün veya daha az bir süre kaldık.» diyecekler. Bir gün veya daha az bir sürede ne kötü bir ticâret yaptınız. Ateşimi (cehennemi) ve öfkemi (kazandınız) . Orada ebedî olarak kalın, buyuracak.
«Sizi boşuna yarattığımızı; (Bizim bir hikmetimiz, sizin bir mah-sad ve iradeniz olmaksızın boşuna yaratıldığınızı ve âhiret yurdunda) Bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?» Başka bir âyette şöyle buy-rulur: «însan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?» (Kıyâme, 36). «Gerçek hükümdar olan Allah yücedir.» Bir şeyi boşuna yaratmaktan münezzeh ve mukaddestir. Gerçek hükümdar olan Allah bundan münezzehtir. «Ondan başka hiç bir tanrı yoktur ve O, yüce Arş'ın Rab-bıdır.» Allah Teâlâ burada Arş'ı anmaktadır. Zîrâ Arş, bütün yaratıkların tavanıdır. Arş'ı «kerîm olma» sıfatıyla nitelemiştir ki Arş, güzel görünüşlü ve çarpıcı güzellikle olan bir şekildedir. Allah Teâlâ Kerîm sıfatını, buna benzer"şekilde başka bir âyette şöyle zikretmektedir: «Orada her güzel türden çiftler yetiştirdik.» (Kâf, 7). İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Saîd İbn el-Âs ailesinden birisinden rivayet etti ki o, şöyle anlatmıştır: Ömer İbn Abdülazîz son okuduğu hutbede Allah'a hamd etti, senada bulundu sonra şöyle dedi: Muhakkak siz boş yere yaratılmış değilsiniz ve asla başıboş bırakılacak değilsiniz. Sizin için bir dönüş vardır ki, Allah Teâlâ orada aranızda hükmetmek ve aranızı ayırmak için inecektir. Allah'ın rahmetinden çıkmış, genişliği göklerle yer arası kadar olan cennetten mahrum olmuş kişi mutlaka kaybetmiş, hüsrana uğramıştır. Bilmez misiniz ki yarından; ancak bugün sakınan, korkan .bitip tükenecek olanı (dünyayı) bakî olan mukabili satan azı çok mukabili, korkuyu emniyet mukabili satan kimse yarın emîn olacaktır. Siz görmüyor musunuz ki helak olanların soyundan gelmektesiniz. Sizden sonrakiler, hepiniz vârislerin en hayırlısına döndürülünceye kadar kalacak olanlardır. Sonra şüphesiz siz, her gün sabah-akşam (bazı kimseleri) uğurluyorsunuz ki; ömrünü geçirmiş süresini bitirmiştir. Nihayet onu yeryüzünden bir çukurda kaybediyor, yatağı ve yastığı olmayan bir çukur içinde kaybedip bırakıyorsunuz. Sevdiklerinden ayrılmış, toprakla hemhal olmuş, hesâbla karşı karşıya kalmıştır. Ameli mukabili rehin kalmıştır. Terkettiklerinden müstağni, önce yaptıklarına muhtaçtır. Ey Allah'ın kullan, Allah'ın ahidleri sona ermeden, size ölüm inmeden evvel Allah'tan sakının. Sonra Ömer îbn Abdülazîz ridâsının bir tarafını yüzüne koydu, ağladı ve etrafmdakileri de ağlattı.
îbn Ebu Hatim der ki: Bize Yahya Îbn Nasr el-Havlânî'nin... Haneş Îbn Abdullah'dan rivayetine göre, Abdullah îbn Mes'ûd cinnet getirmiş birisine rastlamış ve onun kulağına, sûrenin sonuna kadar olmak üzere: «Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? Gerçek hükümdar olan Allah yücedir...» âyetlerini okumuş ve o kişi iyileşmiş. Bu, Allah Rasûlü (s.a.) ne anlatılmış da: Onun kulağına ne okudun? diye sormuş ve îbn Mes'ûd ne okuduğunu haber vermiş. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn olsun ki yakın sahibi birisi bu âyeti bir dağa okusa dağ yerinden kayardı. Ebu Nuaym'ın Hâlid Îbn Nizâr kanalıyla... İbrahim îbn Hâ-ris'den rivayetine göre; o, şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) bizi bir seriyyeye göndermişti. Akşamladığımızda ve sabahladığımızda: «Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?» dememizi emretti. Bu âyeti ckuduk, ganimet aldık ve selâmette olduk. Yine îbn Ebu Hâtîm'in îshâk îbn Vehb el-Vâsıtî kanalıyla... Abdullah îbn Abbâs'tan rivayet ettiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.), söyle buyurmuştur: Gemilere bindikleri zaman ümmetimin suda boğulmaktan emîn olmaları şu sözlerdir. Gerçek hükümdar olan Allah'ın adıyla; «Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü, O'nun avucundadır. Ve gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktır. O, koştukları ortaklardan münezzehtir, yücedir.» (Zümer, 67). «Onun akıp gitmesi de durması da Allah'ın adıyladır. Rabbım muhakkak Gafur ve Rahîm'dir.» (Hûd, 41).21
117 — Kim, —hiç bir delili olmaksızın— başka bir tan* riya taparsa; onun hesabı Rabbının katmdadır. Gerçek şu ki, kâfirler felah bulamazlar.
118 — De ki: Rafobım, mağfiret et, merhamet et. Sen, merhamet edenlerin en hayırlısının.
Allah Teâlâ, Allah'a şirk koşanların sözlerine hiç bir delilleri olmadığını haber vererek, bir başkasını Allah'a ortak koşan ve O'nunla birlikte bir başkasına tapınanları tehdîdle şöyle buyurur: «Kim —hiç bir delili olmaksızın— Allah ile birlikte başka bir tanrıya taparsa; onun hesabı Rabbının katmdadır (ve Allah Teâlâ bunun üzerine onu hesaba çekecektir.) Gerçek şu ki, kâfirler felah bulamazlar.» Kıyamet günü Allah katında onlar için bir felah ve bir kurtuluş yoktur. Katâde der ki: Bize anlatıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.) bir adama: Neye ibâdet ediyorsun? diye sormuştu. Adam: Allah'a, şuna ve şuna ibâdet ediyorum, deyip birtakım putlan saymıştı. Allah Rasûlü (s.a.): Sana bir zarar gelip te dua ettiğinde, hangisi senden o zaran savıp gideriyor? diye sordu, adam: Allah, diye cevapladı. Senin bir ihtiyâcın olup ta duâ ettiğinde, onlardan hangisi sana bu ihtiyâcını verir? sorusuna adam yine: Allah diye cevab verdi. Allah ile beraber bunlara ibâdet etmeye seni sevkeden nedir? sorusuna adam: Onunla birlikte bunlara ibâdetle ona şükretmek istedim. Yahut da ona galip gelineceğini sandım, dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Siz biliyorsunuz, onlar bilmiyorlar, buyurdu. Müslüman olduktan sonra adam şöyle demiştir: Öyle bir adama kavuştum ki, bana hasım oldu (ve beni mağlûb etti). Bu kanaldan rivayetinde hadîs mür-seldir. Yukardakine benzer şekilde Ebu Isâ et-Tirmizî de, Cami'inde müs-ned olarak îmrân îbn Husayn'dan, o babasından, o da Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayet etmiştir.
«De ki: Rabbım,_-mağfiret et, merhamet et. Sen, merhamet- edenlerin en hayırhsısın.» âyeti, Allah Teâlâ'nın bu duaya bir irşadından ibarettir. Mağfiret kelimesi, mutlak olarak anıldığı zaman anlamı; günâhı silme ve insanlardan örtme, gizlemedir. Rahmetin anlamı ise; kulu doğrultma, söz ve işlerinde ona tevfîk bahşetmedir.22