Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Nahl
Allah'ın Emri Geldiğinde. 2
Allah'ın Emri Geldiğinde
Allah Teâlâ kıyametin yaklaştığını kesinlikle meydana gelmiş olmaya delâlet eden geçmiş zaman sîgası ile haber verir. «İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflet içinde yüz çeviriyorlar.» (Enbiyâ, 1), «Saat yaklaştı ve ay yarıldı.» (Kamer, 1). Allah Teâlâ : Sizin uzak sandığınız şey yakındır. «Artık onu acele istemeyin.» buyurur. Buradaki zamirin Allah'a da, azaba da dönmesi muhtemeldir. Ancak her ikisi de âyetin lâzimî mânâlarındandır. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur: «Senden azabı çarçabuk isterler. Eğer belirtilmiş bir süre olmasaydı, azâb onlara hemen gelirdi. Ama yine de onlar farkına varmadan başlarına ansızın gelecektir. Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Doğrusu cehennem, yakında kâfirleri kuşatacaktır.» (Ankebût, 53-54). Bu âyetin tefsirinde Dahhâk, garîb bir görüş ileri sürer ve «Allah'ın emri geldi.» kısmında Allah'ın farzlarının ve cezalarının kasdedildiğini söyler. îbn Cerîr bu görüşü reddedip der ki: Varlığından önce farzların ve şeriatların acele gelmesini isteyen liiç kimse bilmiyoruz. Ancak azâb bundan farklıdır. Zîrâ onlar, uzak görerek ve yalanlayarak vukuundan önce azabın acele gelmesini istemişlerdir. Ben de derim ki: Allah Teâlâ buna benzer olarak başka bir âyette şöyle buyurur: «O'na inanmayanlar çabucak gelmesini isterler. îmân edenler ise, O'ndan korku ile titrerler. Ve O'nun hak olduğunu bilirler. İyi bilin ki kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.» (Şûra, 18). İbn Ebu Hâtim'in Yahya İbn Âdem kanalıyla... Ukbe İbn Âmir'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur ; Kıyamet sırasında size batıdan, kalkana benzeyen simsiyah bir bulut doğar (çıkar) gökte yükselmeye devam eder de İçinden bir münâdi: Ey insanlar, diye nida eder. İnsanlar birbirlerine gelir ve: İşittiniz mi? diye birbirlerine sorarlar. Onlardan bir kısmı evet, derken bir kısmı da şüphe eder. Sonra ikinci kere : Ey insanlar, diye çağırır. İnsanlar birbirlerine : İşittiniz mi? diye sorarlar ve evet, derler. Sonra ses, üçüncü kere nida eder : Ey insanlar, Allah'ın emri geldi. Acele gelmesini boşuna istemeyin, der. Allah Rasûlü buyurur ki: Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn olsun ki biri satıcı, diğeri alıcı iki kişi elbiseyi yaymışlar bir daha onu asla düremeyecekler. Muhakkak bir adam havuzunu suvar da ebediyyen ondan bir şeyi sulayamaz. Kişi devesini sağar da, ebediyyen onu içemez. İnsanlar, (kıyametle) meşguldürler. Sonra Allah Teâlâ, zâtının; onların bir başkasıyla zâtına şirk koşmalarından, onunla birlikte zâtına denk saydıklarına ve putlara ibâdetlerinden münezzeh olduğunu bildirir. Allah Teâlâ yücedir, mukaddestir, uludur. Onlar; işte onlardır kıyameti yalanlayanlar. «O, ortak koşmakta oldukları şeylerden münezzehtir, yücedir.»1
2 — O, kullarından dilediğine kendi emrinden melekleri rûh ile indirir ki; Benden başka tanrı yoktur, Benden sakının, diye uyarsınlar.
Allah Teâlâ burada: «O, kendi emrinden melekleri rûh ile indirir.» buyururken başka bir âyette şöyle buyurmuştur: «îşte böylece sana da buyruğumuzdan bir rûh vahyettik. Sen kitab nedir, îmân nedir bilmezdin. Fakat Biz onu kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık.» (Şûra, 52). «Kullarından dilediğine.» âyetinde peygamberler kasded ilmektedir. Şu âyetler de böyledir : «Allah, risâletini nereye vereceğini en iyi bilendir.» (En'âm, 124), «Allah, hem meleklerden ve hem de insanlardan elçiler seçer.» (Hacc, 75), «Allah karşılaşma gününden korkutmak için, kullarından dilediğine emrinden olan ruhu (vahyi) indirir. O gün onlar ortaya çıkarlar. Hiç bir şeyleri Allah'a gizli kalmaz. Kimindir bugün mülk? Vâhid, Kahhâr olan Allah'ındır.» (Ğâfir, 15-16).
Allah Teâlâ başka bir âyette : «Ve onlara bildirsinler ki muhakkak Benden başka tann yoktur, bana ibâdet edin.» (Enbiyâ, 25) buyururken bu âyette de «Benden sakının.» buyurmuştur. Yani emrime zıd gidip de Benden bir başkasına tapınanlar Benim azabımdan korksunlar.2
İzahı2
İzahı
3 — O, gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Onların ortak koştukları şeyden münezzehtir.
4 — İnsanı bir damla sudan yarattı. Öyleyken o, nasıl da apaçık bir hasım kesilmiştir.
Göklerin ve Yerin Yaratılışı2
Göklerin ve Yerin Yaratılışı
Allah Teâlâ ulvî âlemi —ki göklerdir— ve süflî âlemi —ki içindekilerle beraber yeryüzüdür— yarattığını, bunların boşuna, eğlenmek için değil hak ile yaratılmış olduklarını haber verir. Bunlar «Kötülük edenlere yaptıklarının karşılığını vermesi, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir.» (Necm, 31). Daha sonra onunla birlikte başkasına tapınanlann şirk koşmalarından zâtının münezzeh olduğunu bildirir. O, ortağı olmaksızın yegâne yaratıcıdır. Bu sebeple yalnız kendisine ibâdet edilmeye müstehaktır, O'nun ortağı yoktur. Daha sonra Allah Teâlâ, insan cinsini zayıf bir damla sudan yarattığına işaret eder. İnsan kendine yeter hale gelip gelişince, yükselince bir de bakarsın ki Rabbı ile hasımlaşmakta, O'nu yalanlamakta ve peygamberleri ile savaşmaktadır. Halbuki Allah Teâlâ onu ancak kendisine bir kul olarak yaratmıştır, değilse kendine karşı bir düşman olarak değil. Bu hakikate şu âyetlerde de işaret edilmektedir : «İnsanı sudan yaratarak ona soy sop veren O'dur. Ve Rabbm her şeye Kâdir'-dir. Allah'ı bırakıp kendilerine fayda veya zarar veremeyen şeylere kulluk ederler. Kâfir Rabbına karşı duranın yardımcısıdır.» (Furkân, 54-55), «İnsan, kendisini gerçekten bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir düşman (kesilmekte) dır. Kendi yaratılışını unutarak Bize bir misâl getirdi. Çürümüşken kemikleri diriltecek kimdir? dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı hakkıyle bilendir.» (Yâsîn, 77-79). İmâm Ahmed ve İbn Mâ-ce'nin Büsr İbn Cehâş'dan rivayet ettikleri bir hadîste şöyle buyrulur: Allah Rasûlü avucuna tükürdü sonra şöyle buyurdu : Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Âdemoğlu, Ben seni şöyle bir şeyden yaratmışken sen Beni nereden âciz bırakacaksın? Nihayet seni yaratıp ölçülü, düzgün yapılı kıldığımda sabah akşam yürüdün, yeryüzünde senin sesin, sânın vardı. Topladın ve kimseye vermedin. Nihayet can boğaza geldiği zaman : Tasadduk edeceğim» dedin. Heyhat sadaka zamanı geçti.3
İzahı3
İzahı
Bu âyet-i kerime insanın yaradılışını izah konusunda çok önemli bilgiler vermektedir. Bu konuda enerji" sarf eden ve yorulan tıbbın nesiller sonra vardığı nokta da bu âyette açıklanmış olanın Ötesinde bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Andolsun ki Biz insanı süzme çamurdan yarattık.» Doğrusu Allah Teâlâ, Âdem Aleyhis-selâm'ı çamurdan yaratmış ve Âdem'in soyundan gelen insanları da «Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik.» âyetinde belirtildiği gibi, süzülmüş çamurdan meydana gelmiş olan nutfeden çoğaltmıştır. Çamur, su ve topraktan teşekkül eder. Bir şeyden yapılmış olan nesnenin bileşiminde yapıldığı maddelerin bulunması gerekir elbette, însan veya hayvan organizması kimyevî olarak tahlil edildiğinde toprağın elementlerinden müteşekkil olduğu görülür. Toprakta mev-cûd olan maddelerin çoğunluğu oksijendir. Hidrojen, klor, fosfor, flor, kalsiyum, magnezyum, potasyum, sodyum, demir, silikon, kireç, karbonat, klorit, fosfat ve oksit bulunduğu gibi üç şekilde nitrojen de bulunmaktadır. Azot önce erimiş maddeler şeklinde sonra nisadır ve nisadır tuzu şeklinde bulunur, daha sonra da nitrik asit ve nitrat şeklinde bulunur. Bunların yanı sıra toprakta muhtelif türlerine göre hava da bulunur. Hattâ en katı kayalarda ve en sert taşlarda bile hava bulunmaktadır. İşte toprakta mevcûd olan en önemli elementler bunlardır.
Şimdi bir de insan bedeninde mevcûd olan elementlere göz atalım : İnsan bedeninin yapısı araştırıldığında vücûdun muhtelif tuzlarla sudan meydana geldiği görülür. Organizmada fosfat, karbonat, potasyum, sodyum, kalsiyum, magnezyum ve fosfor bulunur. Çok az nis-bette florür bulunduğu gibi kandaki yuvarların al ve akyuvar biçiminde midede klorik asit bulunur. İdrarda nisadır bulunur. Kandaki plazmada sodyum tuzlan önemli bir yapıyı oluştururlar. Hücre ve dokularda potasyum yer alır. Kemikler böylesine katı ve dayanıklı oluşlarını, kalsiyum karbonat ve fosfat ihtiva eden bileşimlerine borçludurlar. Keza organik bileşime sahip insan ve hayvan bedeninde erimiş maddeler halinde nitrojen elementi de bulunmaktadır. Bu element karbon, hidrojen, oksijen ve fosforu ihtiva eder. Ayrıca yağlı maddeler gibi nitrojen dışındaki maddeler de organizmada yer alır. Bunlar karbon, hidrojen ve oksijenden teşekkül eder. Gelişmeyi sağlayan maddeler ise, aynen yağlı maddelerin elementlerinden oluşur. Ancak bu maddelerdeki hidrojen ve oksijen elementlerinin nisbeti farklıdır. Kan dediğimiz akıcı maddenin yüzde doksandan çok su ihtiva ettiğini görüyoruz. Bunun yanı sıra yağlı ve klcrid, fosfat, karbonat ve sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum ve danıir bileşikleri taşıdığı oksijen, nitrojen ve karbonik asit gibi eriyici gazlar ihtiva ettiği bilinmektedir. İnsan bedeninde yer alan en önemli elementlerden birisi de sudur. Kanda % 90 ı aşan su nisbeti kaslarda % 75 e ulaşır. Bedenin her tarafında su vardır. Annenin memesinden gelen süt, gözlerden akan yaşlar .ağızda yiyeceğimiz maddeleri eriten tükürükler ve muhtelif organların ifraz ettiği salgılar büyük bir ölçüde su ihtiva ederler.
İnsan bedeninin bileşimi ile, su ve topraktan oluşan çamurun bileşimini karşılaştırdığımızda; şu neticeyi görürüz : İnsan bedeni toprakta mevcûd olan elementlerden ve maddelerden mürekkeb bir yapıya sahiptir. Peki öyleyse neden organizma başka elementlere de ihtiyâç hissetmektedir? Bir başka ifâdeyle; insan bedeni toprakta mevcûd olan ve kendinde mevcûd olmayan diğer elementlere niçin gerek duymaktadır? İşte bunun cevabı Allah Teâlâ'nm «Andolsun ki insanı süzme çamurdan yarattık.» kavlinde saklı bulunmaktadır. Yani insan bedeni, topraktaki maddelerin özünden oluşmuştur. Binâenaleyh toprakta mevcûd olan bütün maddelerin, bu özde de mevcûd olması kesinkes mümkün değildir. Çünkü toprak, içinde bütün maddelerin eridiği bir bileşik değildir ki ondan bir miktar süzüp aldığımızda, bütün maddelerin bu öze de bu süzme kısma da geçtiği söylenebilsin. Toprak terkibi bakımından muhtelif bileşikleri ihtiva eder ve içinde taşıdığı elementler de yönüne, tabakasına ve yerine göre farklı olur. Söz ge-limi bir yerde tuzlar çok olurken bir yerde tuz hiç bulunmaz veya çok az olur. Nitekim Allah Teâlâ Hıcr sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Hani Rabbm meleklere demişti ki: Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde; siz derhâl onun için secdeye kapanın.» (Hıcr, 28-29) İşte bu âyet te yer alan ve balçık anlamına gelen ( JUJU» ) kurumuş çamurdur.
«Kuru bir çamurdan» ifâdesinde kokmuş ve rengi değişmiş toprak kasdediimektedir. Rahman sûresinde ise şöyle buyurmaktadır: «O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır.» Buna göre Allah Teâlâ insanı istediği gibi döndürüp şekil verdiği kuru çamurdan yaratmıştır. Tıpkı çömlekçinin bir parça çamuru alıp eliyle muhtelif şekillerde ve biçimlerde değişik çömlekler yapması gibi. Sonra Allah Teâlâ bu şekil verdiği balçığa kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel şekilde bir insan varlığını meydana getirmiştir. Nitekim bu hususta şöyle buyurmaktadır : «Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır. Size kulaklar, gözler ve kalbler vermiştir. Buna rağmen çok az şükrediyorsunuz.» (Secde, 7-9) Bu kuru çamurun kaynağı, yukarıda sözü edilen kara çamurdur. Bunda bazı kimyevî değişiklikler meydana gelmiş ve belki de bu değişikliğin sonucunda ona bazı elementler karışmış ve bazı elementlerin ayrılması neticesinde başka bileşikler doğmuş, başka gazlar atılmıştır. Bu değişikliklerin en güzel örneklerinden birisi hidrojen per sülfatın iğrenç kokusu olabilir. Keza nisadır gazı da ayrı bir örnek olabilir. Yukarıda geçenlerden anlaşılıyor ki; toprakta bulunan bütün elementler insan bedeninde yer almamıştır. Çünkü toprak değişik merhalelerden geçmiş ve onda farklı etki ve tepkiler olmuş, alaşımlar neticesinde değişiklikler meydana gelmiş, bir kısım elementler atılmış, bir kısım elementler alınmış ve mevcûd olan elementler sağlam biçimde birleştirilmiştir. Bu konuda Cenâb-ı Allah diğer âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Allah, sizi topraktan yaratmış, sonra nutfeden meydana getirmiştir. Sonra da sizi çifter çifter kılmıştır.» (Fâtır, 11)
«Onun âyetlerinden birisi de sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra siz beşer halinde etrafa yayılırsınız.» (Rûm, 20)
«Sizi yerden bir bitki gibi bitiren Allah'tır.» (Nûh, 17) «Onunla konuşurken arkadaşı kendisine dedi ki: Seni topraktan yaratmış olan, sonra nutfe haline getiren sonra da bir erkek şeklinde düzelten Allah'ı mı inkâr ediyorsun?» (Kehf, 37)
«Hani Rabbın meleklere demişti ki ben, çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzeltip kendisine ruhumdan üflediğim zaman ona secdeye varın.» (Sâd, 71) ve daha buna benzer pek çok âyet-i kerîme vardır4
5 — Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerinden de yersiniz.
6 — Akşamleyin getirir, sabah salarken onlarda sizin için bir güzellik vardır.
7 — Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere yüklerinizi taşırlar. Muhakkak ki Rabbmız, Rauf'tur, Ra-hîm'dir.
Hayvanların Yaratılışı4
Hayvanların Yaratılışı
Allah Teâlâ kulları için develer, inekler, koyunlar gibi —En'âm Sûresinde açıklandığı üzere— sekiz çeşit hayvan yaratmak suretiyle onlara nimetler bahsetmiştir. Onlarda kulları için maslahatlar ve faydalar kılmıştır. Yünlerinden ve kıllarından giyerler, evlerini döşerler, sütlerinden içerler vs yavrularını yerler. Ayrıca bunlarda kendileri için bir güzellik ve süs vardır. Bu sebepledir ki : «Akşamleyin getirir, sabah salarken onlarda sizin için bir güzellik vardır.» buyurmuştur. Onlar akşamleyin otlaktan dönme vaktinde böğürleri semiz, memeleri büyük ve hörgüçleri yüksektir. Sabahleyin onlan otlağa salarken de onlarda sizin için bir güzellik ve zevk vardır. Onlar, taşıma ve nakline güç yetiremeyeceğiniz ağır yüklerinizi kendi kendinize zor varacağınız memleketlere taşırlar. Bu taşıma; hacc, umre, gaza, ticaret ve buna benzer yerlerde olup onları binme, yükleme gibi çeşitli kullanma yerlerinde kullanırsınız. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmuştur : «Davarlarda da sizin için âyet vardır. Onların karınlarındakinden size içiririz. Sizin için daha birçok faydaları vardır ve onlardan yersiniz de. Hem onların üzerinde, hem de gemilerin üstünde taşınırsınız.» (Mü'minûn, 21-22), «Allah, binek olarak kullanasımz ve yiyesiniz diye davarları sizin için yaratandır. Onlarda sizin için daha nice faydalar vardır. Gönüllerinizdeki arzulara, onlara binerek ulaşırsınız. Onlarla ve gemilerle taşınırsınız. Allah size âyetlerini gösterir. Artık, Allah'ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz?» (Ğâfir, 79-81). Yine aynı sebeple burada da bu nimetleri saydıktan sonra : «Muhakkak ki size, sizin için bu hayvanları yaratan ve onları sizin emrinizs veren Rabbınız Rauf'tur, Rahîm'dir.» buyurur. Başka âyetlerde ise bu nimetlere şöyle işaret edilir: «Görmezler mi ki, kendi gücümüzle onlar için hayvanlar yarattık. Kendileri bunlara sahip bulunmaktadırlar. Ve onları kendilerinin buyruğuna verdik. Onlardan kimisi bineklerdir, kimisinden de yerler.» (Yâ-sîn, 71-72), «Sizin için bineceğiniz gemiler ve davarlar varetmiştir. Tâ ki, bunların üzerlerine oturunca Rabbınızın nimetini anarak : Bunları buyruğumuza veren ne yücedir! Yoksa biz bunları zaptedemezdik. Ve biz şüphesiz Rabbımıza döneceğiz diyesiniz.»' (Zuhruf, 12-14). İbn Abbâs, «Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır.» âyetindeki kelimesini elbiselerle; kelimesini de yiyecekler ve içecekler ile onlardan istifâde edeceğimiz şeylerle açıklamıştır. Abdürrezzâk der ki: Bize İsrâîl... İbn Abbâs'tan rivayet etti ki; «Sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar» her hayvanın neslidir. Mücâhid: Onlarda sizi ısıtacak dokunan elbiseler, binilmeleri, et ve süt gibi birçok faydalar vardır, demiştir. Katâde der ki: «Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır.» âyetinde Allah Teâlâ: Onlarda sizin için elbiseler, menfaatler ve size yetecek kadar yiyecek vardır, buyurur. Müfessirlerden bir çoğu da birbirine yakın lâfızlarla böyle söylemişlerdir.5
8 — Atları, katırları ve merkebleri de sizin için binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır. Bilmediğiniz daha nice şeyleri de yaratır.
Bunlar Allah Teâlâ'nın kullarına bir nimet olarak yaratmış olduğu diğer bir sınıf olup, Allah'ın binmek için ve süs olarak varettiği atlar, katırlar, merkeblerdir. Bunlardan en büyük maksad binme ve süstür. Allah Teâlâ'nın bunları diğer hayvanlardan ayırıp tek olarak zikretmesine bakarak âlimlerden bazıları at etinin haram olduğu görüşüne zâhib olmuşlardır. îmânı Ebu Hanîfe -—Allah ona rahmet eylesin— ve fakîhlerden ona muvafakat edenler bu cümledendir. Zîrâ Allah Teâlâ, atlan katırlar ve nıerkeblerle birlikte zikretmiştir ki; bunlar (katır ve merkebler) sünnet-i nebeviyye'de sabit olduğu üzere (etlerinin yenmesi) haramdır. Âlimlerin çoğu bu görüştedirler. İmâm Ebû Ca'fer İbn Cerîr'in Ya'kûb kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o at, katır ve merkeblerin etlerini mekruh olarak görür ve şöyle dermiş : Allah Teâlâ : «Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerinden de yersiniz.)) buyurmuştur ki, bunlar yemek içindir. «Atlan, katırlan ve merkebleri de sizin için binek hayvanı olarak yaratmıştır.» buyurur ki, bunlar da binmek içindir. Saîd İbn Cübeyr'den ve başka kanallardan olmak üzere İbn Abbâs'tan yukardaki sözün bir benzeri rivayet edilmiştir. Hakem îbn Uteybe (r.a.) de bu görüşün bir benzerine zâ-hibdir. Bunlar, İmâm Ahmed'in Müsnedinde rivayet etmiş olduğu şu hadîse dayanmaktadırlar : İmâm Ahmed'in Yezîd İbn Abdirabbih kanalıyla... Hâlid îbn Velîd (r.a.) den rivayetine göre o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) at, katır ve merkeblerin etlerini yemeyi yasakladı. Hadîsi Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Mâce, Salih İbn Yahya İbn Mik-dâm kanalıyla —ki bu Râvî hakkında birtakım sözler mevcûddur— tahric etmişlerdir. Ayrıca hadîsi İmâm Ahmed de bundan daha geniş ve delâlet bakımından daha kuvetli olarak bir başka şekliyle rivayet eder ve der ki: Bize Ahmed İbn Abdülmelik... Mikdâm İbn Ma'dîke-rib'den rivayet etti ki o, şöyle anlatmıştır : Yazın Hâlid îbn Velîd ile savaşa çıktık. Ashabımız eti özlediler. Benden bir kısrak istediler. Onlara bir kısrak verdim (boğazlamak üzere) onu bağladılar. Hâlid'e gidip ona soruncaya kadar olduğunuz yerde durun, dedim. Hâlid'e varıp sordum. Hayber Gazvesinde Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber savaşta bulunduk. İnsanlar yahûdîlerin bahçelerine koşuştular. Allah Rasûlü bana : Haydin toplayan namaza, cennete ancak müslüman olan girecektir, diye nida etmemi emretti. Sonra şöyle buyurdu : Ey insanlar, muhakkak siz yahûdîlerin bahçelerine koşuştunuz. Dikkat edin; anlaşmalı olanlann mallan ancak hak karşılığı helâl olur. Ehlîleşti-rilmiş merkeblerin etleri, buranın atları ve katırlan, köpek dişi olan her yırtıcı hayvan ve tırnaklı olan her kuş size haramdır. Hadîsin metninde geçen kelimesi, kısrak anlamındadır. «Bağladılar» kısmından ise onlann, kısrağı boğazlamak üzere iple bağlamaları anlaşılır.' Yine hadîste geçen kelimesi, evlerin yakınındaki bahçeler anlamınadir. Sanki oniann bu işleri, ona söz vermelerinden sonra ve işlerinin yarısına vardıklarında vuku bulmuştur. En doğrusunu Allah bilir. Şayet bu hadîs sahîh olsaydı, at etinin haram kılınmasına dâir bir nass olabilirdi. Fakat Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde sabit olan bir hadîs karşısında bir hüküm ifâde etmez. Câbir İbn Abdullah'tan rivayet edilen bu hadîste o, şöyle demiştir: Allah Basûlü (s.a.) ehlîleştirümiş merkeblerin etini yasakladı ve at etleri yenmesine izin verdi. Hadîsi Ahmed ve Ebû Dâvûd iki isnâdla rivayet etmiş olup her birinin isnadı Müslim'in şartlarına uygundur. Yine Câbir'den rivayete göre o, şöyle demiştir: Hayber günü biz at, katır ve merkebleri boğazlamış tık. Allah Rasûlü (s.a.), katır ve merkeblerin (etini) bize yasakladı da at eti yememizi yasaklamadı. Müslim'in Sahîh'inde Esma Bint Ebu Bekr (r.a.) den rivayet edilen bir hadîste o, şöyls demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) nün zamanında ve biz Medine'de iken bir kısrak boğazladık ve onu yedik. Bu hadîs, delâlet bakımından daha kuvvetli, daha sağlam ve sabittir. Âlimlerin cumhuru; Mâlik, Şafiî, Ahmed ve bunların ashabı ile Selef ve Halef âlimlerinin çoğu bu görüştedirler. En doğrusunu Allah bilir.
Abdürrezzâk der ki: Bize îbn Cüreyc'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Atlar vahşî idiler de Allah Teâlâ onları îsmâîl İbn İbrahim (a.s.) e itaat ettirdi. Vehb îbn Münebbih'in, isrâ-iliyyâtı içinde anlattığına göre; Allah Teâlâ, atları güney rüzgârından yaratmıştır. En doğrusunu Allah bilir.
Muhakkak ki nass (Kur'an ve Hadîs'ten deliller) bu hayvanlara binmenin caiz olduğuna delâlet eder ki, katırlar bunlardandır. Allah Rasûlü (s.a.) ne bir katır hediye edilmişti ve ona binerdi. Bununla birlikte neslinin kesilmemesi için merkeblerin (dişi atlarla) çiftleşti-rilmesini yasaklamıştır. İmâm Ahmed der ki: Bana Muhammed îbn Ubeyd... Dıhye el-Kelbî'den rivayet etti ki o, şöyle demiştir : Ey Allah'ın elçisi, bir kısrağı bir merkeb ile çiftleştirsem de senin için bir katır doğursa ve sende ona binsen? dedim: Bunu ancak bilgisizler yapar, buyurdu.6
9 — Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir. Ondan sapan da vardır. O, dileseydi; hepinizi birlikte doğru yola iletirdi.
Yolun Doğrusu. 6
Yolun Doğrusu
Allah Teâlâ hissî yollarla insanlan sevindirip mutlu eden hayvanları zikrettikten sonra, dinî, ma'nevî yollara işaret buyurur. Çok kere Kur'an'da hissî işlerden dinî, faydalı, ma'nevî işlere intikâl vuku bulmuştur. Nitekim şu âyetler de böyledir : «Bir de azık edinin. Şüphesiz ki, azığın en hayırlısı, takvadır.» (Bakara, 197), «Ey Âdem oğulları; size çirkin yerlerinizi örtecek bir giyimlikle, bir de sizi süsleyecek elbise gönderdik. Takva örtüsü ise daha hayırlıdır.» (A'râf, 26).
Allah Teâlâ, bu sûrede önce etlerinin yenilmesi ve başka şekillerde istifâde edilen hayvanları, gönüllerindeki ihtiyâçlara üzerlerine binerek erişecekleri hayvanları, zor yolculuklarda uzak yerlere, uzak ülkelere eşyalarını taşıyacakları hayvanları zikrettikten sonra, insanların girecekleri yollan zikretmeye başlar ve bu yolların hak olanını, kendisine ulaştıranını beyân eder de : «Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir.» buyurur. Nitekim başka âyetlerde de şöyle buyurmuştur : «Ve şüphesiz ki bu; Benim dosdoğru yolumdur. Ona hemen uyun. Başka yollara uymayın ki; sonra sizi O'nun yolundan ayırır.» (En'âm, 153), «İşte, Benim taahhüd ettiğim dosdoğru yol budur.» (Hıcr, 41). Mücâhid «Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir.» âyeti hakkında: Hak yol Allah'a aittir, der. Süddî de «Yolun doğrusunu göstermek Allah'a'aittir.» âyetinde İslâm'ın kasdedildiğini söyler. Avfî'nin rivayetinde İbn Abbâs, «Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir.» âyeti hakkında şöyle dermiş : Allah'a âit olan, açıklamaktır. Yani hidâyetin ve sapıklığın açıklanmasıdır. Ali İbn Ebu Talha da, İbn Ab-bâs'tan bu açıklamayı rivayet etmiştir. Katâde ve Dahhâk da böyle söyler Ancak Mücâhid'in görüşü burada siyakı itibarıyla daha kuvvetli görülmektedir. Çünkü Allah Teâlâ burada girilecek yolları haber vermektedir. Bu yollardan O'na ulaşan ancak hak yoludur. Bu ise Allah Teâlâ'nın kanun olarak koyduğu ve hoşnûd olduğu yoldur. Bunun dışındakiler çıkmaz yollardır ve onlarda yapılan ameller kabul olunmamıştır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : Ondan sapan, haktan meyledip ayağı kayan, ayrılan da vardır, buyurmuştur. İbn Abbâs ve başkaları: Bunlar; Yahûdîlik, Hıristiyanlık ve Mecusîlik gibi muhtelif yollar, parçalanmış görüşler ve arzulardır, derler. İbn Mes'-ûd âyeti: Sizden sapan da vardır, şeklinde okumuştur.
Daha sonra Allah Teâlâ bütün bunlann kudreti ve dilemesi ile olduğunu haber verip: «Allah dileseydi, hepinizi birlikte doğru yola iletirdi.» buyurur. Başka âyetlerde de şöyle buyurmuştur: «Eğer Rab-bın dileseydi; yeryüzündeki insanların hepsi imân ederdi.» (Yûnus, 99), «Rabbın dileseydi; bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Onlar İse hâlâ ayrılıktadırlar. Esasen onları bunun için yaratmıştır. Rabbının rahmet ettikleri müstesnadır. Bununla beraber, Rabbının şu sözü de tamamen yerine gelmiştir: Şüphesiz ki, Ben, cehennemi hep insan ve cinn ile dolduracağım.» (Hûd, 118-119).7
10 — O'cfur size semâdan su indiren, ondan içersiniz. Ve hayvanları otlattığınız bitki de onunla biter.
11 — Onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve türlü türlü ürünler bitirir. Düşünen bir kavim için bunda âyet vardır.
Sular ve Bitkiler6
Sular ve Bitkiler
Allah Teâlâ (kullarına) etleri yenilen, binilen hayvanları nimet olarak bahşettiğini zikrettikten sonra gökten yağmur indirmedeki nimetini anlatmaya başlar. Bunda onların ihtiyâçlarını giderecek miktarda yiyecekler, hem kendileri hem de hayvanları için faydalanma vardır. «Ondan içersiniz» buyurur ki; onu sizin için içilmesi mümkün olsun diye tuzlu, acı kılmamış; tatlı kılmıştır. «Hayvanları otlattığınız bitki de onunla biter.» Onunla sizin için hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler çıkarmıştır. İbn Abbâs, İkrime, Dahhak, Katâ-de ve İbn Zeyd âyetteki kelimesini; otlatırsınız, şeklinde açıklamışlardır. otlayan deve tabiri bu kökten gelir. Kökün, (mastarın) anlamı otlatmaktır. İbn Mâce'nin Ali İbn Muhammed kanalıyla... Hz. Ali'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) güneşin doğmasından önce develerin otlatılmasını yasaklamıştır.
«Onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve türlü türlü ürünler yetiştirir.» Bu bir tek yağmur ile yeryüzünden sınıflan, tatlan, renkleri, kokulan ve şekilleri değişik olarak bunlan çıkarır. Bu sebepledir ki: «Düşünen kimseler için bunda (Allah'tan başka tanrı olmadığına delâlet ve- hüccetler) âyet vardır.» buyurmuştur. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurur: «Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğinizi nice güzel bahçeler meydana getiren mi ?Allah yanında başka bir ilâh mı? Hayır, onlar sapıklıkta ısrar eden bir güruhtur.» (Nemi, 60).8
İzahı6
İzahı
Yeryüzünde Su Kaynaklan. 7
Yeryüzünde Su Kaynaklan
Yeryüzünde su üç şekilde bulunmaktadır.
Yüce Allah, daha ilk yaratılışından itibaren dünyamıza belli bir ölçü içerisinde su tahsis etmiştir. Yine yeryüzünde suyun oluşmasını sağlayan unsur, güneş manzumesinin öteki ferdlerinin doğmuş olduğu galeksi kümesinden ayrıldığı zaman meydana gelmiştir. Görülüyor ki, yeryüzünün derinliklerinden fışkıran veya kimyevî reaksiyonlarla meydana gelen, yahut da havadaki buharın yoğuşması neticesinde teşekkül eden su eskiden beri dünyamızda bir ölçüde bol bulunmaktaydı. Su öylesine bir nitelik ve özelliğe sâhib olarak biliniyor ki, yeryüzünde hayatın devamı için elverişli sayısız vasıflar taşıyor. Suyun özgül ağırlığı l'dir. Yeryüzünün beşte dördü sularla kaplıdır. Büyük deniz akıntıları; ekvator bölgelerindeki fazla sıcaklıkları soğuk noktalara taşır, kutup soğukluğunu da dönencelere iletir. Şu halde su, yeryüzünde dengeli bir ısı dağılımının da ana unsurudur. Eğer yeryüzünde su ile kaplı alanların miktan böyle olmasaydı, hayatın mümkün olmayacağı büyük ısı değişiklikleri meydana gelirdi. Dünyamızda yaz ve kış mevsimlerinin oluşmasında su büyük bir önem ifâde eder.
Normal sıcaklıkta su yeryüzünde üç şekil alır.
a) Katı: Kar ve buz.
b) Sıvı: Okyanuslarda ve denizlerde rastlanan su.
c) Gaz: Yağmur ve bulutların oluşumunu sağlayan su buharı. Normal olarak akışkan halde bulunan cisimler, katı cisimlerden
yoğunluk bakımından daha azdır. Çünkü .çoğuma ile büzülme yoğunluğu artırır. Lâkin su bu kurala bağlı bulunmamaktadır. Suyun yoğunluğu 4 "C'de en üst düzeye ulaşır, sonra donma noktasında 0 °C'ye iner. Bundaki sır nedir acaba? Bu sırrı çözmek çok Önemlidir. Kutuplarda meydana gelen büyük buz dağları okyanuslara doğru açılır. Okyanuslara yaklaştıkça güneş ışığının te'sîri ile yavaş yavaş erimeye başlar. Eğer buz sudan daha ağır olsaydı, güneş ışınlarının te'-sîrine ma'rûz kalmayacak şekilde suyun derinliklerine dalardı. Isı derecesi sıfır noktasında bulunacağından erimezdi. Böylece uzun bir süre sonra okyanusların her tarafı buzlarla kaplanacak, denizler donacak ve neticede canlıların yaşama imkânı kalmayacaktı. Ayrıca yağmurun ana kaynağı olan buharlaşma ortadan kalkacak ve yağmur yağmayacaktı. Bunun neticesinde canlı varlıklar da karalarda susuzluktan ölecekti. Ama yüce Yaratıcı yeryüzünü hayat için elverişli bir alan haline getirdiğinden buzu sudan daha hafîf kılmış ve böylece buzun, suyun üzerinde erimesini sağlamıştır. Ne yücedir Allah'ın fermanı: «Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman o şeye «ol!» deriz. O da oluverir.» (Nahl, 40).
Canlı varlıkların organizmalarının büyük bir bölümü sudan meydana gelir. Biz bir et parçasını kopardığımız zaman önce suyu buharlaşır, sonra karbondan ve bazı tuzlardan müteşekkil kemik parçası kalır. Şu halde canlı varlıkların ana unsurunu teşkil eden karbon atomu da muhtelif bileşimlerin erimesi için büyük miktarda suyun bulunması gerekir. Ne buyuruyor yüce Allah Enbiyâ sûresinde : «Ve Biz her şeyi sudan canlı kıldık.» (Enbiyâ, 30)
Su Küre veya Hidrosfer :
Su Küre ile yeryüzünde mevcûd olan denizler, okyanuslar ve göllerden müteşekkil sulu alanlar kasdolunmaktadır. Eğer dünyamız yüzey kısmında girinti ve çıkıntıların bulunmadığı düz bir küre biçiminde olsaydı; bugünkü sular yüzey kısmının tümünü 2 mil kalınlığında doldurur ve kuşatırdı. Ama bilindiği gibi dünyamız girintili ve çıkıntılı olduğu için alçak ve yüksek alanlar bulunduğundan tâ başlangıcından beri girinti ve çökük alanlarda sular birikmiş; böylece okyanuslar ve denizler meydana gelmiştir. Hidrosferle atmosfer arasında sürekli bir gaz değişimi vardır. Bu gazların en önemlisi, atmosfer tabakasında değişik oranda bulunan ve atmosferdeki canlılığın kaynağı olan su buharından oluşmaktadır. Rüzgârların ve güneş ışınlarının şiddetinden dolayı okyanus ve denizlerden buharlaşan sular atmosfere yükselmektedir. Güneş ışınları dünyamızın yüzeyine geldiğinde, bir kısım dünyamızın yüzeyi tarafından emilir ve bu emilen enerji ısı şeklinde saklanır. Ancak güneşten yansıyan tüm ışınlar, dünyamızın yüzeyi tarafından emilmemektedir. Bunlardan bir kısmı tekrar fezaya dönmekte veya yansımaktadır. Yeryüzü, yüzey kısmının durumuna göre güneş ışığını emer veya yansıtır. Meselâ sathı ot ve ağaçlarla kaplı olan sahalarda yansıma gücü % 3 ile % 10 arasında değişir. Halbuki buzla kaplı alanlarda bu miktar; eğer buz yeni ise % 90 a, eski ise % 50 ye ulaşır. Suyla kaplı yüzeylerin güneş ışınlarını yansıtma gücü ise güneş ışınının eğimine ve gökyüzünün durumuna bağlıdır. Yansıma oranı bulutsuz parlak havada güneş ışınının eğimi 42 derece civarında iken % 4 ü aşmaz. Fakat, eğim 84,5 civarında olduğu zaman % 46,5 e ulaşır. Bulutsuz havalarda ise güneş ışınının yansıma gücü, su yüzeyinde % 10 civarındadır. Dünyamızın yüzeyi beşte dört oranında su ve buzlarla kaplı olduğuna ve güneş ışınlarının eğim açısı bu suyla kaplı alanlarda gün ve yıl boyunca büyük değişiklikler arzettiğine göre; güneş ışınlarından elde edilen enerjinin büyük bir kısmı, su yüzeyinde buharlaşma ameliyesine harcanır. Deniz suyunun bir kısmı bu enerji ile buharlaşarak gökyüzüne yükselir. Ancak yerden yere buharlaşma farklıdır. Ayrıca mevsimlerde de farklılık arzeder. Ancak genellikle 1 gram deniz suyunun buharlaşması için 600 °C ısının emilmesi gerekmektedir. Buharlaşma ameliyesi için kesilen enerji değerine ortalama olarak su yüzeyine yansıyan ısının % 33 üne ulaştığı kabul edilmektedir. Okyanuslarda yüzey kısmındaki buharlaşma ortalamasının yılda 1 cm2 de 43 cm'ye kavuştuğu ve bu oranda yansıma imkânının % 10 ilâ % 15 i geçmediği kabul edilmektedir. Bir yılda tüm okyanuslardan meydana gelen buhar miktarı 334.000 km3 civarındadır. Bu miktardan 297.000 km3 ü yoğuşma yoluyla yağmur olarak tekrar okyanuslara inmekte, geriye kalan 37.000 km3 ü ise ırmaklar kanalıyla tekrar okyanuslara dönmektedir. Kara parçalarının üzerine yoğunlaşan yağmur miktarının yaklaşık olarak 99.000 km3 olduğu bunun 37.000 km3 ünün okyanus sularının buharlaşmasından elde edildiğini, öteki kısmın —ki 62.000 km3 tür— kara parçalarının içerisindeki sularla dolu alanlardan ve ekilen mer'alardan meydana geldiği kabul edilmektedir. Yeryüzündeki su deveranı şöyledir.
Güneş ışınlarından karaların ancak kabuk kısmı faydalanmaktadır. Şeffaf olmadığı için iç kısımlar istifâde edememektedirler. Bunun için de yaz aylarında karaların ısı derecesi büyük ölçüde yükselir. Su yüzeylerinde ise karalara nisbetle suyun şeffaf olmasından dolayı derin tabakalara kadar güneş ısısı emilir. Bunun yanı sıra su kütlelerinin akıntı ve dalga yoluyla hareketini de eklemek lâzımdır. Su yüzeylerince emilen güneş enerjisinin 1/3 ü buharlaştırma için kullanılır. Suyun erime ısısı yani bir maddenin bir gramının 1 santigrat derece yükselmesi için gerekli olan hararet miktarı suda yaklaşık olarak tâm bire eşittir, katı maddelerde ise normal olarak 0,2 dir. Isı derecesinin yükselmesi, emilen ısının miktarı ile erime ısısı ve kabuk kısmının ağırlığıyla orantılıdır. Bunu şöyle bir denklemle ifâde edebiliriz:
emifen ısı miktarı
Isı derecesinin yükselmesi =-------------------------------------------
erime ısısı X kabuk ağırlığı
Emilen ısı enerjisinin neticesinde yükselen ısı derecesi büyüdükçe, emilen alanın kabuk kısmının ağırlığı azalır. Kabuk kısmının kalınlığı azalınca erime ısısı azaljr, aksi halde yükselir.
Okyanuslarda ve denizlerde suyun buharl açtırılması ameliyesi neticesinde kazanılan güneş enerjisi su buharı halinde atmosfere yükselir. Su buharı, bir nevi saklanmış ısı enerjisi demektir. Nihayet atmosferde bulut tabakasının içerisinde, yoğunlaşma olur ve bu ısı tamamen veya kısmen dağılır ve hava tabakasının ısısının yükselmesine sebep olur. Böylece bol miktarda ısı, su yüzeyinden atmosferin yüksek tabakalarına taşınmış olur. Bilâhare rüzgârlar sayesinde atmosferdeki bu ısı, dünyanın değişik bölgelerine dağıtılır. Atmosferin yoğunlaşma ameliyesi yoluyla elde ettiği enerjinin dakikada her cm2 için 0,086 C ye eşit olduğu kabul edilmektedir. Yoğuşma ameliyesinin dışında diğer reaksiyonlarla atmosferin elde ettiği enerji miktarı dakikada cm2 ye 0,01 °C kadardır. Bu demektir ki; atmosfer tabakasındaki enerji ve ısının en büyük miktarı ve rüzgârlarla dünyamızın diğer bölgelerine taşman ısının en büyük miktarı okyanuslardan ve denizlerden elde edilmektedir. Sıcak bölgelerde buharlaşma ameliyesi en çok olduğuna göre, bu kanalla elde edilen enerjinin büyük bir kısmının da dönenceler arasındaki bölgede kalan okyanuslardan elde edilmesi gayet tabiîdir.
Su Buharının Atmosferdeki Hikâyesi8
Su Buharının Atmosferdeki Hikâyesi
Tabiî olarak su buharı hava içerisinde değişik oranda bulunur. Çünkü su buharı havadan daha hafiftir. Su buharının ve havanın yoğuşma oranı aynı ısı ve basınç altında % 5 ile % 8'e kadar ulaşır. Hava buharla yüklü (rutubetli) olunca ısı "derecesinin düşmesi nedeniyle bu buharı taşıma gücü azalır. Ve soğuyarak yoğuşma meydana gelir. Bulutların ve yağmurlann ana kaynağı, atmosferdeki bu su buharının yoğuşmasıdır. Yağmur ise tatlı suyun ana kaynağıdır. Şimdi tatlı suyun hikâyesini görmeye çalışalım. Şüphesiz ki su, dünyanın en büyük eritkenidir ve yeryüzündeki hsr elementi eritebilir. Bazı bilginler okyanusların tuzluluğunu ölçerek yaşını tahmine çalışmışlardır. Buna göre yeryüzünde mevcûd olan 1.500.000.000 km2 lik tuzluluk oranlarına göre eritilen tuzun hacmi 20 milyon km3 tür. Yani her yanı 270 km. uzunluğunda bir alanı kaplar. Bu kadar saha 4 milyar tonluk bir miktarı ifâde eder. Jeoloji bilginleri ırmaklar ve öteki faktörlerle her yıl denizlere 400 milyon ton civarında su taşındığını hesaplamışlardır. Okyanusların yaşı böylece 1 milyar seneden fazla olsa gerektir. Dünyamızın yaşı ise 3 veya 4 milyar sene olarak hesaplanmıştır.
Denizlerde Hayat8
Denizlerde Hayat
Denizlerde yaşayan canlıların çeşidi pek çoktur. Yalnız balıklar 19.000 türdür. Fakat denizlerin her tarafı canlılar bakımından aynı derecede zengin değildir. Kıyıdan denizlere ve açık denizlere doğru gittikçe azalır. Bu bakımdan denizler üç büyük bölgeye ayrılır :
I- Şelf Bölgesi: Bitki ve hayvan bakımından en zengin bölge burasıdır. Zâten bitkiler sâdece bu bölgede yer alır. Çünkü bitki hayatı için lâzım olan ışık ancak bu sığ sularda bulunmaktadır. Deniz bitkileri, çeşitli su yosunlanndan müteşekkildir. Bunlann bir kısmı 5-6 metre boyunda şeritler halindedir. Deniz diplerinde hakîkî çayırlıklar meydana getirirler. Varak adı verilen bazı su yosunlan da kayalara yapışık olarak yaşarlar. Sığ denizlerdeki hayvanlara gelince, bunların başlıcaları şunlardır : Ilık denizlerde kayalara yapışık olarak yaşayan midyeler, istiridyeler ve kumlu diplerde yaşayan yengeç, karides ve İstakoz gibi kabuklular ile tekir balığı, dil balığı ve kum balığı gibi birtakım yassı balıklar, tropikal denizlerde sayısız polip ve madropolar ve bunların meydana getirdikleri mercan resifleri arasında yaşayan inci istiridyeleri ve süngerler.
II- Açık Deniz Bölgesi: Bu bölge, planktonların yani akıntılarla sürüklenen irili ufaklı canlıların çok bol olduğu yerlerdir. Planktonları meydana getiren hayvan ve bitkiler çeşitlidir. Bunlar diato-meler gibi mikroskobik su yosunlarından, bazıları fosfor ışıl özelliğine sahip olan küçük kabuklulardan, çeşitli meduzalardan ve sayısız balık yumurtası ve kurtçuklardan müteşekkildir. Bu planktonlar, çeşitli balıkların besin maddeleridir. Bu sebeple balıklar sürü halinde planktonları takîb ederler. Planktonlar bilhassa iki akıntının birbirine karıştığı yerlerde zengindir. Bu açık denizlerin diğer önemli hayvanlan, balinalar gibi büyük deniz memelileri ile çeşitli balıklardır. Bu balıklardan en çok rastlanılanları, nisbeten sıcak denizlerde sar-dalya ve ton, soğuk denizlerde de morina ve ringadır. Etçil balıklardan köpek balıklan da bu bölgede yaşarlar. Bütün açık deniz balıkları yıl boyunca, mevsimden mevsime göç ederler. Bu göç sırasında, bazı aylar şelf bölgesine de girerek kıyılara da yaklaşırlar. Meselâ Kuzey ve Manş denizlerinde yaz sonlarında uskumru ve ringalar, Newfoundland ve İslanda banklarında ise morinalar boldur. Hattâ som balığı gibi bazıları nehirlerin içlerine kadar girerler.
III- Derin Deniz Bölgesi: Hayat bakımından çok fakirdir. Burada basınç çok yüksektir. Sıcaklık azdır ve ışık yoktur. Bu elverişsiz şartlara ancak bir kaç tür uyabilmiştir. Bunların şekil ve biçimleri de diğer hayvanlara hiç benzemez. Bazıları mafsallı ve zırh gibi sert bir kabuk içindedir. Bazılarının mideleri bütün vücûdunu kaplayacak şekilde büyüktür. Bazıları avlarını kolayca görmek ve onları şaşırtmak için her tarafa fosforiu ışık saçar. Bazılarının gözleri çok büyük ve yuvalarından fırlamış gibidir; bir kısmının ise gözleri hiç yoktur. Bu derin deniz hayvanlarının bir kısmının dokunaçları çok hassastır ve vücûdlarınm geri kalan kısmının 5-6 katı büyüklüğünde-dir. Bu garip hayvanlar derin denizlerin koyu karanlığı içinde koloniler halinde yaşarlar.
Büyük Deniz Akıntıları:
Denizlerde ve okyanuslarda akıntı yoluyla sular uzak mesafelere taşınır. Bir nevi ırmaklar kanalıyla su akıtılmasına benzer. Bütün okyanuslarda ve açık denizlerde büyük su akıntıları bulunduğu tesbît olunmuştur.
Akıntılar ya tuzluluk ve seviye farkından, ya da sürekli rüzgârlardan meydana gelir. Bunlardan başka, bir de yukarıda açıklanan medd ü cezir akıntıları vardır.
a) Tuzluluk ve Seviye Farkından Doğan Akıntılar : .
Bu nevi akıntılar; tuzluluk dereceleri, beslenmeleri ve buharlaşma yolu ile su kaybetmeleri birbirinden farklı denizleri birleştiren boğazlarda görülür. Buna en güzel örnek İstanbul ve Çanakkale boğazlarıdır. Bunlar beslenme şartlan birbirinden farklı iki denizi, Karadeniz ve Akdenizi birleştiriyorlar. Akdeniz'e nazaran çok daha küçük olduğu halde Karadeniz, gerek akarsularla, gerek yağmurlarla daha çok su alır. Üstelik Akdeniz'e nazaran daha serin bir bölgede bulunur. Bu şartlar altında, Karadeniz'in fazla suları Akdeniz'e boşalır. Meydana gelen akıntı satıhtadır. Çünkü Karadeniz'in tuzluluğu (% 18), Akdeniz'inkinden (% 38) iki kat daha azdır. Satıhtaki akıntı bilhassa boğazların dar akıntısının altında bir de ters yönde ilerleyen bir alt akıntı vardır. Fakat bu akıntı üsttekine nazaran zayıftır. Bu nevi akıntılara dünyanın diğer yerlerindeki boğazlarda da rastlanır. (Kerç, Cebelitarık, Babülmendep, Baltık boğazları vs. de olduğu gibi).
b) Okyanus Akıntıları : Akıntıların ikinci çeşidi, okyanusların yüzeylerinde görülen büyük akıntılardır. Bunların genişliği bazan yüzlerce kilometreyi bulur. Bu akıntıları sürekli alize rüzgârları doğurur. Her iki yarımkürede kuzeydoğu ve güneydoğudan ekvatora doğru hiç durmadan ve hiç yön değiştirmeden esen alizeler, okyanusun yüzey sularım batıya doğru sürükleyerek okyanus akıntılarını meydana getirirler. Ancak Hint Okyanusu'nun kuzey kısmında bunların sebebi muson rüzgârlarıdır. Bu yüzden buradaki akıntılar musonların yönü değiştikçe yön değiştirirler.
Okanuslar üzerindeki büyük akıntıları gösteren bir harita incelenirse, bunların Atlas Okyanusunda ve Büyük Okyanusta, her iki yarımkürede birer halka meydana getirdiği görülür. Bu halkaların arasında ve ekvatoral bölgede aksi yönde ilerleyen ters akıntuar meydana gelmiştir. Sular, akıntı halkaları boyunca ekvatoral bölgede batıya doğru sürüklenirler. Sonra önlerine çıkan karaların şekline uyarak, daha yüksek enlemlere doğru kıvrılırlar. Bazan burunlara, adalara çarparak kollara ayrılırlar. Okyanus akıntılarının halka şeklini alması, yerin dönmesinden ileri gelen sapma yüzünden olur. Bu halkaların batı yarısında sular sıcaktır. Çünkü bunlar, ekvatoral bölgeden buralara sürüklenmiş olan sulardır. Akıntı halkalarının doğu yarısındaki sular soğuktur. Çünkü bunlar, buraya daha serin yerlerden gelmişlerdir. Hem de buralarda, alizelerin sürüklediği üst suların yerine alttan soğuk dip suları çıkar. Akıntı halkalarının ortası durgundur. Bazan buralarda, dalgaların kıyılardan kopardığı ve akıntıların sürükleyip getirdikleri su yosunları birikir. Kuzey Atlas Okyanusundaki akıntı halkasının ortasında çok sayıda toplanan Sa*--gassum yosunları, buraya Sargasso Denizi adının verilmesine sebep olmuştur. Okyanuslarda bu akıntılardan başka kutup bölgelerinden glen soğuk su akıntıları da görülür.
Buraya kadar yalnız okyanusların yüzeyindeki su akıntılarından bahsettik. Fakat gerçekte okyanusların büyük derinliklerinde de sular durgun değildir. Kutup bölgesinde soğuyan üst sular ağırlaşarak dibe inerler ve buradan ekvatora doğru ilerler. Ekvatorda tekrar yükselerek ısınırlar ve yeniden kuzey akıntılarıyla kutup bölgesine dönerler. Derin sularda yaşayan hayvanlara gerekli olan oksijeni bu dip akıntıları sağlar. Eğer sular okyanus yüzeyi ile dibi arasında bu şekilde dolaşmasaydı, derin sulardaki oksijen zamanla tükenir ve buralarda hayvanların yaşamasına imkân kalmazdı. Dip sularının bu dolaşımı son derece yavaştır.
Şimdi akıntılar hakkında bu genel bilgileri edindikten sonra her bir okyanusta görülen büyük yüzey akıntılarını gözden geçirelim. Bunların gemicilik ve iklim bakımından önemleri çok büyüktür.
1- Atlas Okyanusu Akıntıları:
Atlas Okyanusunda alizeler ekvatorun kuzeyinde ve güneyinde suları batıya doğru sürükleyerek geniş kuzey ekvatoral ve güney ekvatoral akıntılarını meydana getirirler. Bunların arasında doğuya doğru ilerleyen dar bir ters akıntı vardır.
Güney ekvator akıntısı, Güney Amerika kıyıları ile karşılaşınca iki kola ayrılır. Bunlardan biri güneye döner; sıcak Brezilya akıntısı adı altında batı rüzgârları kuşağına kadar uzanır ve orada doğuya dönerek Afrika'ya yönelir. Sonra kuzeye dönerek Güneybatı Afrika kıyılarında Benguela akıntısı adını alır. Bu, soğuk akıntıdır ve güney ekvator akıntısına karışır.
Güney ekvator akıntısının öteki kolu Antil Denizinden geçerek Meksika körfezine girer. Kuzey ekvator akıntısının bir kısmı da gene Antil Denizinden geçerek Meksika körfezine sokulur. Fakat diğer kısmı sağa doğru sapar Antillerin doğu kıyılarını ta'kîb ederek kuzeye doğru ilerler. Güney ve kuzey ekvator akıntılarının sıcak suları, Meksika Körfezinde su seviyesinin yükselmesine sebep olur. Bu yüzden körfezin fazla sulan Florida Boğazından Atlas Okyanusuna doğru akar. İşte bu akıntıya Gulf Stream adı verilir. Gulf- Stream çok sür'atli, geniş, derin ve sıcak bir akıntıdır. Florida Boğazının açıklarında, kuzey ekvator akıntısının Antillerin dışında dolaşan kolu da Gulf Stream'a karışır. Gulf Stream önce kuzeye dönerek kıyıya paralel olarak ilerler. Fakat bu sırada gittikçe yayılır, kalınlığı ve sıcaklığı azalır. Gulf Stream'ın bir kolu İspanya açıklarında güneye dönerek Afrika kıyılarındaki soğuk Kanarya akıntısını meydana getirir. Bu akıntı nihayet kuzey ekvator akıntısıyla birleşir. Fakat Gulf Stream sularının büyük bir kısmı kuzeydoğuya doğru sürüklenerek Britanya takımadalarını ve Norveç kıyılarını yalar. Güney İslanda kıyılarına da bir kol gönderir.
Tropikal bölgenin sıcak sularının Avrupa'ya doğru böylece devamlı bir şekilde sürüklenmesi, bu kıt'anın kuzeybatı kısmında iklimin yumuşak olmasını sağlar.
Atlas Okyanusunun en önemli soğuk su akıntısı Labrador akmtı-sıdır. Bu akıntı Baffin körfezinden gelerek Labrador kıyıları boyunca ilerler ve çok sayıda aysberg getirir. Labrador akıntısı Gulf Stream ile Newfoudland yakınlarında karşılaşır. Bu sıcak ve soğuk suların karşılaşması yüzünden bu belgede çok sis meydana gelir. Labrador akıntısı, kıyı ile Gulf Stream arasında güneye doğru ilerler ve burada «soğuk duvar» adını alır. Bu soğuk akıntının ağır suları, Hatteras burnunun yakınlarında Gulf Stream'ın suları altına dalarak kaybolur.
Güney yarımkürede, kıt'alarm güney uçları ile Antartika arasındaki geniş denizlerde sular şiddetli ve sürekli batı rüzgârları ile doğuya doğru sürüklenir. Buna güney yarımkürenin batı rüzgârları akıntısı adı verilir.
2- Büyük Okyanus Akıntıları :
Buradaki durum da Atlas Okyanusundakine çok benzer. Fakat akıntı halkaları daha büyük çaptadır. Büyük okyanusta da kuzeyde ve güneyde iki ekvatoral akıntı ile bunlar arasında bir ters ekvatoral akıntı vardır. Kuzeydeki akıntı halkasının doğu yansında bulunan soğuk Kaliforniya akıntısı Kanarya akıntısının, güneydeki akıntı halkasının doğu kısmında bulunan Humboldt ve Peru soğuk akıntıları da Benguela akıntısının karşılığıdır. Fakat Büyük Okyanusun Çin Hindi ve Batı Amerika kıyılarında akıntıların yönü Muson rüzgârlarının te'-sîri altında mevsimlik değişikliklere uğrar. Orta Amerika'nın batısında akıntı dâima kıyıya paraleldir. Fakat kışın güneydoğuya, yazın kuzeybatıya ilerler. Büyük Okyanusun batısında Güney Çin denizi Meksika, körfezinin rolüne benzeyen bir durum gösterir. Fakat kışm kuzeydoğu musonları bu denizin sularını Malakka boğazından ve diğer boğazlardan Hint Okyanusuna sürükler. Buna karşılık yazın güneybatı musonları eserken Çin Denizinin sıcak suları Filipinler ve Formoza arasından geçerek Japonya'nın doğu kıyılarına doğru ilerler. Burada bu sıcak akıntıya Kuro Şiyo adı verilir. Kuro Şiyo ile Japonya arasına soğuk Oya Şiyo akıntısı sokulur.
3- Hint Okyanusu Akıntıları :
Bu Okyanusta akıntı bakımından iki ayrı bölge seçilir : Güney Hint Okyanusunda akıntı durumu öteki okyanuslardakine benzer. Bati Avusturalya kıyılarındaki soğuk akıntı kuzeye doğru ilerler ve batıya doğru dönerek- ekvator akıntısını meydana getirir. Bu sıcak akıntı, Afrika'ya kadar uzandıktan sonra Madagaskar'ın iki yanından geçerek güneye iner. Hint Okyanusunun bu kısmında akıntıların yönü mevsimlik değişikliklere uğramaz.
Halbuki ekvatorun kuzeyinde Hind Okyanusunda suların hareketi muson rüzgârlarına bağlıdır. Kuzeydoğu musonu suları önüne katarak Benguela körfezi ve Umman Denizinde saat yelkovanının aksi yönde sürükler. Bu sırada ekvator boyunca bir ters akıntının meydana geldiği görülür. Buna karşılık yazın güneybatı musonunun te'sîri altında akıntıların yönü tersine döner. Bu defa sular aynı yerlerde saat yelkovanının ilerlediği yönde hareket ederler.
Tatlı Su. 10
Tatlı Su
Tatlı suyun macerasından söz etmeden önce bu konuda vârid olan bazı âyetleri zikretmeye çalışacağım. Kur'an-ı Kerîm rüzgârların, bulutların önemine işaretle tatlı su kaynağı olarak aralarındaki ilişkilerden söz eder ve rüzgârların bulutları taşıdığını belirtir. Bulut çeşitlerine ve salkım bulutların kar ve dolu gibi yağışlar getirdiğine işaret eder. Bulutların taşınmasında ve yağmurun yağmasında en büyük faktörün rüzgâr olduğunu ve rüzgârın buhar yüklü bulutları taşıdığına işaret eder. Ayrıca yağmur yüklü bulutlarla yağmur yüklü olmayan bulutlar arasında fark gözetir :
1- «Şüphesiz ki; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akıp (giden) gemilerde, Allah'ın gökten indirip, yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârların değiştirilmesinde, gökle yer arasında emre hâzır bekleyen bulutta elbette akleden bir kavim için âyetler vardır.» (Bakara, 164)
2- «O, Allah'tır ki, rüzgârları gönderir de onunla bulutları sevkeder.» (Rûm, 48)
3- «Allah, rüzgârları gönderip de bulutları harekete getirmekte olandır. Derken o bulutu ölü toprağa sevkedip onunla ölümünden sonra yeri diriltiriz. İşte ölülerin dirilmesi de böyledir.» (Fâtır, 9)
4- «Bilmez misin ki Allah bulutları sürer, sonra onları bir araya getirip üst üste yığar. Ve sen onların arasından yağmur yağdığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir. Dilediğini ona uğratır ve dilediğinden onu uzak tutar. Onun şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri alıv,recek!» (Nur, 43)
5- «O, Allah'tır ki, rüzgârları gönderir de onunla bulutları sev-keder. Gökte onları dilediği gibi yayar, onu parça parça da kılar. Nihayet onlann arasından yağmurun çıktığını görürsün. O yağmuru kullarından dilediğine nasîb eder de onlar da sevinirler. Ve birbirlerine müjdelerler.» (Rûm, 48)
6- «İçtiğiniz suyu görmez misiniz? Onu buluttan siz mi indirdiniz? Yoksa biz miyiz indiren?» (Vakıa, 68-69)
7- «Size karaların ve denizlerin karanlıklarında yol gösteren kimdir? Rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen kimdir? Allah ile beraber başka ilâh var mıdır? Allah, onların şirk koştukları şeylerden çok yücedir.» (Nemi, 63)
8- «Eğer biz bir rüzgâr gönderir ve onlar da ekinleri sararmış görürlerse muhakkak ardından (Allah'ı ve nimetlerini) inkâra koyulurlar.» (Rûm, 51)
9- «Odur ki rahmetinin önünde rüzgârı müjdeci olarak gönderir. Nihayet bunlar, ağır yüklü bulutları yüklendiğinde Biz onu ölü bir memlekete gönderir, su indirir ve onunla her tür mahsûlleri yetiştiririz. İşte ölüleri de böylece çıkarırız. Tâ ki, iyice düşünüp ibret alasınız.» (A'râf, 57)
İnsanoğlu ne kadar ilmî gelişmsler kaydederse etsin, hiç bir zaman rüzgârları kendi arzusuna göre hareket ettiremeyecektir. Atom enerjisini kullansa da çok dar bir sınırın ötesinde rüzgârları hükmü altına alamayacaktır. Bunun sebebine gelince güneş her yıl dünyamıza yüzbinlerce atom bombası gücünde enerji göndermektedir. Bunu bütünüyle elde etmek mümkün değildir. İşte elde edilen bu güneş enerjisi rüzgârların hareketine yön vermektedir. Kur'an-ı Kerîm de bu noktaya işaretle şöyle der :
10- «Rüzgârları da aşılayıcı olarak gönderdik. Gökten su indirip onunla sizi suladık. Yoksa siz onu biriktiremezdiniz, saklayamaz-dınız.» (Hıcr, 22)
Bizim içtiğimiz, kandığımız, tatlı suların aslı; ister ırmaklardan, ister kuyulardan, ister çeşmelerden gelsin yağmurun bulutlardan gelebilmesi için bulutların su buharıyla yüklenmesi ve rüzgârlar tarafından taşınması gerekir. Kur'an-ı Kerîm bunu bulutların aşılaması olarak ta'bîr etmektedir. Yani bulutlar su buharıyla aşılanacaktır ki yağmur yağsın. «Rüzgârları da aşılayıcı olarak gönderdik. Gökten su indirip onunla sizi suladık. Yoksa siz onu biriktiremezdiniz.» (Hıcr, 22) «İndirmek» ta'bîri üzerinde biraz durmak gerekir. Rüzgârların aşılaması sonucunda yağmur inmektedir. Âyette biriktirip saklanmak konusu üzerinde de durulmakta ki bu, yeryüzü ile gökyüzü arasında tatlı su dolaşımına işarettir. Aslında tatlı su belli bir yerde saklanmış değildir. Aksine sürekli deveranla akar. Eskiden bazı milletler yağmurun gökyüzünde saklı bir hazîneden aktığını, bu hazînenin kapısı açılınca yağmurun yağdığını kabul ederlerdi. Nitekim eski Mısır'lılar, bir gün gelip yağmur sularının tükeneceğini ve bir daha ellerine su geçmeyeceğini söyleyerek yunanlıları tehdîd. ederler ve kendilerinin ise her yıl yenilenen büyük bir okyanustan gelen Nil nehri ile sularını elde edeceklerini söylerlerdi. Eskiden bazı bilginler bu âyetteki aşılama ta'bî-rini rüzgârın bitkileri aşılaması olarak ifâde etmişlerdir. Bilindiği gibi rüzgârlar bitkileri aşılar ve bu aşılama tarzı eski Yunandan beri bilinmektedir. Ancak bize göre buradaki aşılayıcı ta'bîrini bitkileri aşılayıcı olarak almak, âyetin diğer bölümleri arasında bağlantı kurama-maktan • doğmaktadır. Kur'an'ın rüzgârların bitkileri aşılaması konusuna başka hiç bir âyette temas ettiğini görmüyoruz. Ancak o zaman rüzgârlar vasıtasıyla bitkilerin aşılandığı biliniyordu. Bugün ise bulutların da, rüzgârlar kanalıyla yağmuru taşıdıkları ortaya çıktı. Bu da Kur'an'ın bir i'câzıdır. Kur'an mucizesi belirli bir kültür veya bir çağda kalmaz, her çağa hitâb eder.
İnsan hayatı üzerinde ısıdan sonra en önemli etken, atmosfer olayları arasında yağmurdur. Çünkü yağmur yeryüzündeki tatlı suların kaynağıdır. Bize bol ürünler sağlayan tarım hayatı yağmura dayanır. Bir bölgede yağmur yağmadığı zaman, kuraklık olunca sâdece tarım hayatı ölmekle kalmaz, her türlü organik hayat da mahvolur, îster sulama kanallarıyla, ister doğrudan doğruya yağmur sularıyla sulanmış olsun toprak ve tarım her zaman bol yağmura dayalıdır. Tâ ilk çağlardan beri insanlar yağmurun kendi hayatları ve hayvanların hayatı üzerindeki etkisini görmüşlerdi. Ve yağmur yağmadığı sene bunu büyü ve çeşitli tapınmalarla yağdırmağa çalışmışlardır. Bugün de medenî milletlerin bir çoğu yağmur duasına çıkmaktadırlar. Yağmur duası kitab ve sünnet'le sabittir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de buyrulur ki: «Rabbınıza istiğfar edin, muhakkak ki O, çok bağışlayandır. Size göğü bol bol indirir.» (Hûd, 52) Allah'ın Rasûlü de yağmur duasına çıkmış ve yağmur yağdırmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz etmiştir; hattâ dualarının birisi şöyledir : Allah'ım, bizi yağmurla sula, bizi ümidini kesenlerden eyleme. Allah'ım kulların, şehirlerin uğradıkları zorluktan, açlıktan ve sıkıntıdan dolayı ancak Sana şikâyet ederiz. Allah'ım bize buğday yetiştir, süt gönder. Yeryüzünün bereketlerinden bitir, gökyüzünün bereketlerinden yetiştir. Senden başka kimsenin kaldıramayacağı musibetleri üzerimizden kaldır. Allah'ım senden mağfiret dileriz. Çünkü sen çok bağışlayansın. Bize gökten bol bol yağmur indir.
Kuraklık konusunda gerek ilerlemiş milletler, gerekse geri kalmış milletler Allah'tan yardım istemeyi her zaman için denemişlerdir. Yağmur, orta doğuda mevsimden mevsime belli bölgelerde büyük farklılıklar arzeder. Gökten yağmur yağdırmak ve ceninin cinsiyetini ana karnında iken bilmek gibi bazı konular üzerinde kısaca durmak istiyorum. Lokman sûresinde şöyle buyrulur: «Kıyametin ne vakit kopacağının ilmi Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdınr. Rahimlerde olanı O bilir. Bir kimse yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz ki Allah Alîm'dir, Habîr'dir.» (Lokman, 34). Sun'î yağmurlamaya kısaca temas ettikten sonra bu âyetin açıklamasına tekrar döneceğiz. Yağmur yağdırabilecek bulutların sıkıştırılması yoluyla sun'î yağmurlama yapılmaya çalışılmıştır. Günümüzde sun'î yağmurlama metodları tatbîk edilmektedir. Ancak çok pahalıya mal olmakta hem de büyük tehlikeler arzetmektedir. Pakistan'da, Mısır'da, sun'î yağmurlama çalışmaları yapılmaktadır. Amerika gibi büyük devletler bu işi son derece geliştirmişlerdir. Sun'î yağmurlamada Amerika'nın ta'kîb ettiği metcd, ilmî noktadan pek çok hücumlara ma'rûz kalmıştır. Nitekim 1953 yılında Birleşik Devletler hükümeti bu konuyu danışmak üzere bir komisyon teşkil etmiştir. Sun'î yağmurlama müesseselerinin çalışmalarını incelemiş, salâhiyetlerini takdir etmiş zirâat ve hayvancılık konusunda fayda ve zararlarını araştırmıştır. Bu kurum Amerika'da ve Amerika dışında uygulanan çeşitli metodları uzun uzadıya araştırmış ve birçok istatistikler çıkarmıştır. Ayrıca sun'î yağmurlamayı ilmî yönden tedkîk eden bir başka kurul da çalışmalar yapmış. Varılan netîce, bir bildiri ile umûmî efkâra açıklanmıştır. Bu bildiride sun'î yağmurlama işiyle uğraşan bazı müesseselerin tecrübelerinden ortaya çıkan parlak arzuların kesin neticelere kavuşmayan hayâller olduğu ifâde edilmiştir. 1927 yılında Amerika Astronomi Konseyi geçmiş on yıl içerisinde yapılan suni yağmurlama tecrübelerinin ilmî tecrübe durumundan öteye geçmediğini açıklamıştır. Bugün kullanılan metodların geliştirilmesi gerektiğini ve bu metodların, geliştirilmesinden sonra başarılı olabileceğini açıklamıştır. Bu bildiriye göre, yapılan sun'î yağmurlamanın birtakım ilmî metod-lara dayandırılması gerekir. 1958 yılında yayınlanan Millî İlimler Kurultayının astronomik bildirilerinde de bu konu tartışılmıştır. Ve orada insanoğlunun, atmosfer tabakasına hâkimiyet sağlayabilme imkânlarının araştırıldığı belirtilmiştir. Bu konuda birtakım tecrübelerin yapılması için yetenekli elemanların yetiştirilmesi tavsiye edilmiş, meteoroloji sahasında olduğu gibi, diğer alanlarda da pek çok yetişkin elemanın gereğine işaret olunmuştur. Bilâhare Birleşik Devletler hükümeti tarafından toplanan istişârî kurulun aldığı kararlarla yaptığı tavsiyelerin en önemlileri şunlardır :
a) Geniş çapta meteorolojik gözlemler ve araştırmalar yapılmalıdır. Bu konuda çalışanlar desteklenmelidir.
b) Bu araştırmalarda sağlam ilmî metod uygulanmalı, denetim ve gözetim tatbik olunmalıdır.
c) Bu konuyla ilgili her türlü kolaylıklar sağlanması gerektiği gibi, araç ve gereçler de te'mîn edilmelidir. Bu kurula bildiri sunan bilim adamlarından biri sun'î yağmurlamanın yapılmadığı günle yapıldığı gün arasında % 30 oranında fazla yağış elde edildiğini belirtmiştir. Elbetteki bilginler sun'î yağmurlama konusunda ilerde daha geniş çalışmalar ve daha büyük keşiflerde bulunacaklardır. İstişârî kurula sunulan bildirilerin birisinde özellikle bulutların oluşumu konusunda çalışılması gerektiği ifâde olunmuştur. Ve sun'î yağmurlamanın başarıya kavuşabilmesi için yağmur ve karın oluşumunda tabiatın izlediği yolları iyice tedkîk etmenin ve bu konuda elde edilecek bilgilerin önemine işaret olunmuştur. Bugünkü sun'î yağmurlama metod-larınm karanlığa kurşun sıkmak anlamına geldiği, fakat tamamen ba-şrısiz da olmadığı ifâde olunmaktadır.
1958 yılı şubat ayında toplanan sun'î yağmurlama kongrelerinin birisinde aşağıdaki ihtiyâçlar belirtilmiştir :
a) Yoğunlaşmaların ölçülmesi için çok hassas araçlar.
b) Yağmur damlacıklarının hacminin ölçülmesi için çok hassas âletler.
c) Bulutların taşıdığı toplam yağmur miktarının ölçülmesi için yeni araçların bulunması.
d) Bulutlardaki elektriklenmenin ölçülmesi için yeni araçların keşfi.
Görülüyor ki sun'î yağmurlama alanında yapılan ilmî araştırmaların ağırlığını, bulutlardaki su oranının tesbîti teşkil etmektedir. Ame-rika'lılar Büyük Okyanus kıyılarında meydana gelen fırtınalarla birlikte yağmurun yağış şeklini denemişler ve bu hususta şu gözlemleri yapmışlardır:
a) Yağmurların ihtiva ettiği su oranı.
b) Yoğunlaşma ameliyesinin yığılma derecesi.
c) Basınç, ısı ve 1 cm2 ye düşen yağmur gibi belirli hava ölçüleri. Yeryüzündeki elektrikli alanların değişme oranı. Böylece normal yağışla suni yağmurlama oranlan arasında karşılaştırma imkânı elde edilmiştir.
Ba§ taraftaki âyetin (Lokman, 34) yorumu : Varlığın en son haberi kıyamet gününün bilgisi Allah katındadır. Yağmurun ve ana karnındaki ceninin cinsiyetini O bilir. İnsanlar Allah'ın bilgisini ihata edemezler. Ancak kıyametin bazı alâmetleri vardır ki o alâmetlerle kıyametin ne zaman vuku bulacağını anlarlar. Tıpkı bunun gibi yağmurun ne zaman yağacağına dâir de işaretler vardır. Bilginler bu işaretleri elde ederek çeşitli yollarla yağmurun ne zaman yağacağını bildirecekleri gibi, sun'î yollarla da yağmur yağdırabilirler. Keza çok dar çerçeve içerisinde de olsa ana karnındaki yavrunun cinsiyetini öğrenebilme imkânı doğabilir. Bu demektir ki, bu üç konuyu insan kesin olmamakla beraber dar bir çerçeve içerisinde öğrenebilme imkânına sâhib olabilir. Rızık ile insanın nerede ölebileceği konusunda ise âyet-i celîle bilmenin imkânsız olduğunu serâhatle ifâde etmekte, en küçük bir bilgi elde etmenin mümkün olamayacağını bildirmektedir. Şüphesiz ki en doğruyu bilen Allah'tır.9
«Muhakkak ki bunda tefekkür eden bir topluluk için âyetler vardır.» Yaratıcının varlığına ve hikmetine delâlet eden deliller vardır. Bir tanenin yeryüzüne düşüp içine nemin sızmasıyla üstten yarılıp buradan ağacın gövdesinin çıkması; alttan yarılıp burdan damarların çıkması; sonra bunların gelişip yaprakların, çiçeklerin, başakların, meyvelerin meydana gelmesi ve onlardan her birinin maddeleri bir olmasına rağmen muhtelif şekillere ve tabiatlara sahip cisimleri ihtiva etmeleri ve süflî tabiatların felekî te'sîrlerin hepsine birden münâsebetinin aynı olması gibi hususları düşünen bir kimse; bunların karşıtlarından uzak ve benzerlerinden münezzeh muhtar bir failin fiilinden ibaret olduğunu anlar.10
Bitkiler alemindeki hârikaları Lawrence Cotton Waker; Ormanların Sicil Defterindeki Gerçekler isimli makalesinde şöyle anlatıyor :
Birçok kişi vadilerin dibinden sarp dağların tepelerine bakarlar ve karşılaştıkları azameti Allah'a atfederler. Yahut kasırganın çıkardığı gürültüyü duyarlar, ağaçların dalını kırdığını, bitkilerin boynunu büktüğünü görürler de Allah'ın âyetlerinden birisini görmenin ürpertisiy-le çarpılırlar. Allah'ın kâinattaki azameti karşısında ünlü Süleyman Peygamberin mülkü bile son derece basit ve değersiz kalır.
Bu kâinatın sonsuz güzelliklerinin yücelerin yücesi Yaratıcı tarafından var edildiği bir gerçektir. Fakat insanın bu noktada durup kalması, hayret ve dehşetle onları seyretmesi, usta bir marangozun elinden çıkan hârika bir eserin karşısındaki duruşuna benzer. Bu san'at eserindeki fevkalâde oymalara ve işlemelere dikkat edeceğine onun dış süsüne kaptırır kendisini.
Eğer Allah'ın içinde yaşadığımız kâinata koyduğu nizâmı; sâdece vadilerin tabanına, rüzgâr ve yağmurlarla koparılıp getirilen toprak tabakalarının birikmesi sonucu verimli arazîlerin oluşması gibi tabiî faktörlere münhasır kalsaydı, bu husus bitki fizyolojisi ve jeoloji bilginleri nokta-i nazarından gayet ehemmiyetsiz bir nokta olarak kalırdı. İnsanın bu kâinat hârikasını ve onun Ötesindeki ilâhî kudret ve hikmeti kavrayıp anlayabilmesi için, onu dikkatle inceleyip tarlalarda ve ormanlarda meydana gelen olayları dikkat ve itinâ ile ta'kîb etmesi gerekir. îşte o zaman onlar ki, tabiatın ötesinde insan aklının kavramaktan âciz kaldığı, künhüne vâkıf olamadığı fevkalâde üstünlükler vardır ve bunlar kişiyi Allah'a îmâna, O'nun kudret ve azametini kabule zorlar.
«Hıristiyanlık ve Fizikî İlimler» adlı eserinde Kari Haim der ki:
«Kâinatta karşılaştığımız şaşırtıcı olaylar, bize, sâdece Allah'a inanma fırsatı vermekle kalmaz; aynı zamanda inanmaya da zorlar. Rönesans'tan sonra kâinattan alınan delillerle Allah'ın varlığını isbât metodu yeniden ortaya çıktı. Çünkü daha önceleri kâinattan alınma deliller ile Allah'ın varlığını isbât eden görüşler yok olmuştur. Röne-sansla ile birlikte otomatizmin ve mekanik görüşlerin iflasıyla tekrar zihinlere yerleşmeye başlamıştır.»
Ben bu makaleyi kendi mesleğim açısından kaleme alıyorum, çünkü ben ormanlar üzerinde çalışma yapmış, botanik ilminde ehliyet kazanmış ve bitki fizyolojisi ve kolonileri üzerinde incelemelerde bulunmuş birisiyim. Böylece kendi sahamda gördüğüm, Allah'ın varlığıyla ilgili delilleri ortaya koyacağım.
Adirondac dağlarında kumlar görülür. Ki bu kumların aslı, çok eski jeolojik devirlerde buz nehirleri vasıtasıyla oraya toplanmıştır. Birtakım protein elementlerinin eksikliği yüzünden burada asitli topraklar çok az bulunur. Organik maddelerin analizi sonunda meydana gelmiş olması nedeniyle, suların akıttığı potasyum elementi de çok azdır. Bu elementten sâdece organik maddelerin bileşimine katılan kısmı toprakta kalır. Bu kumluk yamaçlarda çam, spurce, hemlock gibi ağaçlar vardı eskiden. Ancak tabiî durumun rahatlığı ve toprağın ekilebilir hale getirilmesinin kolaylığı yüzünden zamanla bu ağaçlar söküldü ve yerini tarıma elverişli toprak alanları aldı. Yüz yıl sonra topraktaki elementler tükendiğinden toprak son derece verimsiz ve çorak hale geldi. Çünkü bu esnada durmadan ekilmiş ve sürülmüştü. Sonra yeniden çoraklaşan bu topraklarda ağaç dikimine başlandı.
Çam, kestane, köknar, spurce, hemlock gibi ağaçların ekiminden kısa bir süre sonra toprağın potasyum bakımından zayıf olması ağaçlarda etkisini gösterdi. Bu ağaçların ekimi ve yetiştirilmesi üzerine yapılan çalışmalar ve araştırmalar göstermiştir ki, yeri değiştirilmiş olan bazı ince kabuklu ağaçların —ki Birch bunlar arasında yer alır— yaprağında topraktan eksik miktarda bulunan potasyumun etkileri son derece anormal renklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu vâsıtayla o ağacın yetiştiği toprağın sahip bulunduğu birçok özellikleri öğrenmek mümkündür. Böylece o toprağın bulunduğu mıntıkada ne tür ağaç yetiştirilebileceği dahi tesbît edilebilir.
Böylelikle insanların kendi elleriyle sebep oldukları hatâları düzeltmek için, Cenâb-ı Allah bize ne kadar yardımcı ve eşsiz bir avn ü inayet sahibi olduğunu göstermiş oluyor.
Allah, kendi lütuf ve keremiyle bize hemlock, spurce ve çam, köknar gibi ağaçların ekimi için elverişli toprakları bulma imkânını lütfetmiştir. İktisadî önemi pek büyük olan Scotlande çamı gibi ağaçların hangi mıntıkada ne miktarda yetiştirilebileceği imkânını da bahsetmiştir. Ki bunlarda toprağın potasyum bakımından zengin veya fakır olmasının bir etkisi yoktur. Ayrıca bazı ağaçların değişik mıntıkalarda yetiştirilmesi için hangi toprakların elverişli, hangilerinin elverişsiz olduğunu kimyevî olarak tahlil etme imkânını da bize sunmuş bulunuyor. Meselâ köknar, iğneli yapraklarında potasyum oranı % 5'in altına düştüğü zaman potasyum eksikliği kendisini gösteriyor. Biz bu sayede yapraklarda mevcûd olan potasyum oranını bularak ağacın yetiştiği topraktaki potasyum nisbetini anlayabiliyor ve bunun ne kadarının absorbe edilebileceğini öğreniyoruz.
Bu ağaçlarda göze çarpan bir başka mucize daha var. Şöyle ki, Birch her ortamda kolayca yetişebilen bir ağaç türüdür. Daha çok düz alanlarda boy atar ve son derece gelişir. Kökünün yanında ye alt kısmında fidanlar biter ve kısa zamanda yayılır. Denemeler göstermiştir ki Birch'in dibinde yetişen fidanlarda potasyum eksikliğine pek tesadüf edilmemektedir. Hattâ o kısımdaki toprakların tahlilinden anlaşılıyor ki Birch'in bulunduğu topraklarda diğer alanlardan üç kat daha fazla potasyum elementi bulunmaktadır ve emilmesi kabildir. Bu da gösteriyor ki; Birch'in bulunduğu topraklarda, toprağın ihtiva ettiği elementlerin çabucak değiştirilmesiyle verimliliği artmaktadır. Çünkü ekimi esnasında karşılaşılan zorluklar ve tarımı süresince harcanan büyük çabalardan dolayı topraktaki elementlerin karışımı değişmekte ve verimlilik durumu artmaktadır. Şüphesiz ki potasyum, bitkiler için son derece önem ifâde eder. İnsanoğlunun da inorganik maddeleri organik maddeler haline çevirmesi için başvurduğu metodun sol anahtarını teşkil eder.
Concticit vadisinde görülen son derece şaşırtıcı olaylardan birisi de kırmızı sedir ağaçlarının topraktan üreyen bir haşerenin yardımıyla yetiştiği topraktaki kalsiyum miktarını yükseltmesidir. Uzun boylu sedir ağaçlarının yaprakları dibine dökülür. Bunun üzerine topraktan çıkan bir haşere gelir ve bu yaprakları hemencecik yer. Yediği yaprakların kalsiyum ihtiva eden bölümlerini tekrar toprağa bırakır -ve böylece bu kalsiyum miktarı bol .olan gıdalar, ağaç tarafından emilmeye hazır hale gelir.
Kırmızı sedir ağaçlarının faydası sâdece topı-ağın besin miktarını artırmaktan ibaret değildir. Bunun yanısıra toprağın tabiî özelliklerinden bir çoğunu da değiştirir. Kokusunu, içine suyun kolayca sızmasını sağlar. Sonra suyu içinde uzun süre saklamasını te'mîn eder. Bunlar ise su kaynakları bakımından son derece önemlidir. Çünkü artezyen kuyuları böylece meydana gelir.
Bütün bunlardan çok daha farklı ve husûsî olarak şunu belirtebiliriz ki; Cenâb-ı Allah'ın sonsuz inayeti ve lu.tfu, bize toprağı yenilemesinde ve verimini artırmasında göze çarpmaktadır. Balta girmemiş ormanlarda, insan eli değmediği için pek çok ağaçlar ve bitkiler yetişir. Nesiller boyu birbiri ardısıra uzanır gider. Bir bitki topluluğu oluşur. Uzun asırların sonunda bu bitkiler bir hususiyet kesbederler. Netîce-de belirli mıntıkalarda belirli ağaç türleri oluşur. Ama bir ormana insan eli değince, yahut tabiî bir âfet sonucu yangınlar çıkacak olursa veya bir kasırga, bir yıldırım ormanı kül duman edecek olursa, orada yetişen ağaç türlerinde de bir değişiklik olur. Bu tabiî özelliklerini koruyan ormanlığa insan eli girdiğinde onun yetiştirici özelliğini giderir ve tarıma elverişli alanlar haline getirir. O zaman da biz sâdece ağaçlan kaybetmiş olmakla kalmayız, aynı zamanda toprağı da birlikte kaybederiz. Zîrâ erozyonlarla ağaçsız kalmış olan topraklar tükenir gider
İnsanlar, erozyon tehlikesini azaltmak için dayanıklı sedler ve duvarlar inşâ etmek üzere büyük projeler ve yatırımlar yapmaktadırlar. Ne var ki bu sedlerin yapımı, problemi halletmeyecek, sâdece muvakkat bir tedbir olarak kalacaktır. Çünkü erozyonun yıkıcı ve ezici gücü karşısında dayanabilecek hiç bir sed ve engel yoktur. Erozyonun önü-ne yüksek duvarlar yapmakla geçilmez, ancak problemin kaynağına inilerek gerçek bir çözüm mümkün olabilir.
Erozyonun önüne yüksek sedler inşâ edilerek geçilemez, ama erozyona uğrayan arazîye ağaç dikilerek geçmek mümkün olur. Zâten bunu tabiat kendiliğinden yapmaktadır. Zîrâ herhangi bir yer devamlı ekilen arazî parçasında ve ihtiva ettiği elementlerin emilmesi sonucu verimsiz hale gelmiş olan tarlalarda ekim yapılamayarak toprak olduğu gibi bırakılır ve bu bol arazîde yetişen yaygın otlar, bitkiler ve fidanlar arazînin yeniden verimli bir hale dönüşüp canlanmasını sağlar. Birleşik Devletlerin doğusunda yer alan Betmound mıntıkasında toprağın yüzünü örten ve ona yeniden verimlilik veren maddelerin bulunduğu bir tabakanın meydana gelmesi için yirmibeş yıllık bir süre gerekir. Bu mıntıkadan daha soğuk olan ve organik maddelerin çok yavaş çözümlendiği bölgelerde bile böyle bir maddenin bulunduğu tabakanın oluşabilmesi, elli yıldan fazla bir zamana gerek duymaz. Her ne kadar erozyon tehlikesini önlemek bakımından bu şekilde ıslâh edilmiş toprakların eski haline dönmesinin mümkün olmadığı düşünüle-bilirse de; her şeye rağmen ondan önceki durumundan daha güzel bir şekil aldığı muhakkaktır. Bu konuda Coth der ki:
«Doğrusu tabiat israf nedir bilmiyor. Her zaman doğru, her zaman şiddetli ve her zaman azametlidir. Devamlı hedefe isabet ettirmektedir. Hatâ ancak bizim tarafımızdan sâdır olur. Gerçekten de ta-bîat acizliğe karşı savaş açmış bulunuyor. Esrarını ancak güçlü, zekî ve samimî çalışanlara açar, başkalarına değil.»
Endothia hastalığı, yayıldığı sıralarda —ki bu hastalık kestane ağaçlarına çok büyük zararlar verir— bu yüzyılın ilk iki çeyreğinde insanlar ormanlıklarda büyük yarıkların meydana geldiğine şâhid oldular. Ve bu yarıkların bir daha kapanamayacağını düşündüler. Amerika'da yetişen büyük kestane ağaçları, yeryüzündeki diğer kestane türlerinden çok başka bir yapıya sahiptir. Onunla başka yerdeki hiç bir kestane boy Ölçüşemez. Gerek türü, gerekse mukavemeti ve ihtiva ettiği özsuyu itibarıyla diğerlerinden ayrılır. Keza meyvesi, boyu ve çevresine verdiği gölgeleriyle de diğer kestane türlerinden -ayrıdır. Kestane ağaçları dağların toparlakça zayıf yamaçlarında yetiştiği gibi verimli vadilerde de yetişir. 1900 yıllarında Asya'dan gelen Endothia hastalığı yaygınlaşıncaya kadar hiç bir hastalık görülmemişti. Ve bunun için Amerika'daki kestaneler gerçekten ormanların kralı olmaya hak kazanmış idiler. Ama bugün bu ağaçlar yıkıldı, devrildi ve ormanlarda görülemez oldu. Bir zamanlar uzun boy atmış olan bu ağaçlann ancak şurada burada kalmış olan cılız ve kuru kütüklerine, köklerine rastlanır oldu. Ki bu bize yalnız Allah'ın bakî olacağını hatırlatmaktadır. Ağaç ne kadar güçlü olursa olsun; en güçlü kişiler gibi bir gün elbette yıkılacaktır diye haykırmaktadır sanki. Ormanlıklarda meydana gelen ve bu hastalık dolayısıyla devrilmiş olan ağaçların meydana getirdiği boşluklar çok sonra ancak kapatılıp doldurulabildi. Sanki bu yeni yetişen ağaçlar devrilmiş olan kestanelerin üstüne binen mikrobun gelmesini bekliyorlardı ki sabırla yeterince ışık alıp, enerji alıp boy salsınlar. Bu yeni yetişen ağaçlar son derece ışık isteyen ve gölgeliklerde yaşamaya tahammülü olmayan cinstendi. O zamana kadar bu ağaçlar kerestesi bakımından bir değer ifâde etmek imkânından mahrum, cılız ve bodur ağaçlarıydı ormanların. Kerestesinden faydalanılabilecek durumda olanlar ise, çok azdı. Ama bugün kimse Endot-hia hastalığının sirayet etmesiyle kaybedilen kestane ağaçlarının başına gelenlere üzülmüyor. Çünkü onun yerini alan ağaçların koca gövdeleri son derece hızlı olarak gelişmiş yılda bir inç kalınlığında ve altı inç yüksekliğinde bir büyüme hızına erişmiştir. Çabuk büyümesinin yanı sıra son derece üstün bir kereste vermektedir. Acaba tabiat bu akılları durdurucu şartları hazırlayarak plânlıyor ve tanzim mi ediyordu?
Ben, orman bilimleri konusunda mütehassıs olan güvendiğim bir arkadaşımla kestane ağaçlarına sirayet eden Endothia hastalığı hakkında konuşuyordum. O ise ormanla iştigâl edenlere her zaman Allah'ın açık kitabı olan kâinata ve tabiata bakmalarını ve orada her müşküllerini çözecek formüller bulacaklarını öğütlüyordu : Nitekim bu mânâda Isaak Watson der ki:
«Tabiat kendi açık kitabını birlikte taşımaktadır.»
«Tabiat Allah'a hamd ile teşbih etmektedir.»
Ünlü botanik bilgini Asa Giray 1880 yıllarında verdiği konferanslarından birisinde der ki:
«İlimlerin bilinmezlikler dünyasında tabiat âlemine aktardığı şeyler, îmânı zedeleyici veya onunla çelişecek hiç bir şey getirmemektedir. Çünkü ilim, tabiatın yürüdüğü yönde hareket etmektedir. Şu halde ilimlerin görevi; kâinatta cereyan eden hâdiseleri ve onların ilk doğuşunu yüce Allah'ın azamet ve kudretinin delili olarak kabul etmektir.»
Bitkiler muhtelif vazifeler 'icra eden hormonlar ihtiva ederler. Bu hormonlar arasında kimya diliyle 2, 4, 5 adı verilen ve bitki tarafından yapılan bir bileşik, domatesin olgunlaşmasını sağlamakta, toprağa gömülen patatesin çabucak çimlenmesini te'mîn etmektedir. Belki de henüz keşfedememiş olduğumuz daha birçok biyolojik fonksiyonlar icra etmektedir. Bu hormon veya doğru bir deyimle bitkilerin olmasını te'mîn eden bileşik —zâten realitede bu hormon, hormonal fonksiyonlar icra eden ve bitki tarafından i'mâl edilen bir bileşiktir— üzerinde ilim adamları çalışmalarına devam etmektedirler. Bitkinin olmasında ve gelişmesindeki etkisini araştırmaktadırlar.
Bizim şurada göstermek istediğimiz husus, tabiatta bu tür bileşiklerin keşfedilmesinin, yüce Yaratıcının varlığına delâlet etmesidir. Zîrâ insanlar, laboratuarlarda uzun süre düşünerek kafa yorduktan sonra ancak bu tür bileşikleri yapabilmektedirler. Halbuki Allah'ın tabiat âlemine koyduğu fabrika, ince bir nizâm ve ahenk ile çalışmasını sürdürüp gitmektedir.
Burada bizi ilgilendiren bir başka husus da bu bileşiğin işaretlenmiş bir eşinin, ağaçların içinde ta'kîp ettiği yoldur. Yukarıda adını belirttiğimiz bileşiğin bileşimine katılan Cı2 atomunun yerine onun benzeri olarak sun'î şekilde yapılan C» ü koyabiliriz. Laboratuarda işaretlemiş olduğumuz bu karbon atomunun yapraktan itibaren dallara ve köklere doğru ta'kîb ettiği yolu bütün incelikleriyle izlememiz kabildir. Daha da ileri gidebilir ve bitkinin içinde hareket miktarını da anlayabiliriz. Din dışı düşünceye bağlı bulunanlar için bu olay bir tabiat hârikası olarak kabul edilebilir. Bize göre ise bu olay, varlıklar alemindeki her atomun gideceği yolu ve duracağı yeri ta'yîn ve tesbît eden yüce Allah'ın, sonsuz gücünü ve kudretini ifâde eder.
Bu hormonlar üzerinde yapılan etüdlerden ortaya çıkan hayret verici gerçek de, bitkinin içinde değişik reaksiyonlara ma'rûz kalmış olduğu halde özelliğini yitirmeden olduğu gibi kalmasıdır. Yapılan etüdlerden anlaşılmıştır ki, bu hormonların bitki içi reaksiyonlara katılması halinde ancak % 10 nisbetinde bir miktarı kimyasal reaksiyona katılmaktadır. Bundan daha garibi de bu hormonlardan bir bitki yaprağının yüzey kısmına ne kadar konulursa konulsun; o bitki ancak kendisi için lâzım olan miktarı emmektedir. Çünkü bitki, fotosentez ameliyesini gerçekleştirmek için yaptığı faaliyetlerde bu hormonların ancak çok az bir miktarını kullanmaktadır. Bütün bunlar son derece düşünceli bir Yaratıcının ince ve garip nizâmının delili değil midir?
Biz bu bileşiğin bir bitkide olup olmadığını renkli kâğıtlar metodunu kullanarak deneyip anlayabiliriz. Bu ameliyeyi kısaca şöyle anlatabiliriz : Denemek istediğimiz maddeden bir damla, deney kâğıdının veya bir şeridin üzerine damlatırız. Sonra yaprağın bu kısmını boyayı açığa çıkaran ayıracağın yer aldığı kaba daldırırız. Öbür tarafı ise asılı olarak kalır. Bu esnada boyalı kısmı açığa çıkaran maddeyi yaprak emer ve çabucak yüzeysel obsürbasyon yoluyla yaprağın yüzeyine dağılır. Deney yaprağının bir tarafına koyduğumuz maddeyi rengi açığa çıkaran ayıraç temizler. İşte denemek istediğimiz madde budur.
Ayıraçla birlikte bu maddenin reaksiyonundan ortaya çıkan bileşiklerin içindeki organik bileşikler süzülerek renk skalasında belirtildiği şekilde belli bir miktarda deney yaprağının üzerinde belli bir noktada toplanır. Bundan sonra artık yapacağımız şey Geiger sayacı adı verilen âleti deney yaprağının üzerine koyup CM atomunun nerede bulunduğunu anlamaktır. Ve işte böylece Cw atomunun varlığı anlaşılmış olur.
Şüphesiz ki bu ince reaksiyonlar ve muntazam hareketler ile birlikte bunların bağlı bulunduğu değişmez kurallar bize gösteriyor ki, kâinatta son derece üstün ve mükemmel bir nizâm ve intizâm hâkimdir. Buna Hegel, «kâinatın mükemmelliği teorisi» adını verir. Organik bileşiklerdeki C14 karbonunun atomu -ve bundan deney yaprağı üzerine yayılan elektronlar dürüst bir araştıncı için ilimlerin koyduğu pren-siblerle Allah'ın varlığı düşüncesi arasında hiç bir çelişki bulunmadığını ifâde eder. Her şeyi yaratan ve yarattığını en güzel şekilde var eden O'dur. İlmin keşfettiği gerçekler arasında birer birer tecellî etmektedir, O'nun insanlar için koyduğu işaretler. Halbuki size ilimden çok az bir pay verilmiştir. Filozof Paul'ün dediği gibi: «Şüphesiz ki Allah'ın gücü her şeyde tecellî etmektedir. Her şey gücünü O'ndan almaktadır.» Philips ise bu sözü yorumlarken der ki:
«Gerçekten de hak meydana çıkmıştır. Cenâb-ı Allah bu kâinatı meydana getirip var etmiş olduğu andan beri âyetleri tecellî etmekte, insan hissinin ulaştığı ve zekâsının kavradığı her şeyde O'nun sonsuz gücü kendisini göstermektedir.»
Bir gül fidanının anlattığı dersi, Mariette Stanley Congden şöyle dile getiriyor :
Yıllarca önceydi, Pensyllvania'da yol kenarında bitmiş, goncasını açmış bir gül fidanı görmüştüm. Bir süre sonra aynı yere tekrar uğradığımda gül fidanının yakınlarında üstü bitkilerle dolmuş, çör çöp yığınlarıyla kaplanmış yıkık, çökük bir kulübe enkazına rastlamıştım. Bu harab kulübe buraya en yakın bir yerde bulunuyordu. Aşağı yukarı yarım günlük bir mesafede. O zaman bu gül fidanının tesadüfen rüzgârın, suyun veya diğer canlıların attıkları, yahut da tesadüfün buraya fırlattığı bir gül dalının içinden düşen tohumlar vasıtasıyla yetişmiş olması ihtimâli zihnimden çok uzak bir fikir olarak geçti. Ve o zaman bedîhî olarak idrâk ettim ki; bu gül fidanını buraya muhakkak bir insan dikmiştir ki oturduğu o kulübenin yanında ondan faydalanabilsin. Gerçi ben o fidanın dikildiğini görmemiştim. Onun ne zaman dikilmiş olabileceğini de kestiremezdim. Ama bir insan vasıtasıyla buraya bu fidanın dikildiğini kuşkusuz kabul sttim.
İşte bu, bir nevi istidlal (akıl yürütme) yoludur. Gerçi ilmin söz ettiği sahalardan herhangi birinde bu tür düşünce ve mantık yolunu seçmek çok garip bir şey olarak görülür. Ama karşılaşacağımız gerçek bizi buna bir yerde zorlar. Çünkü çok eski zamanlardan beri tabiî ilimler, hep bu tür istidlal metodunu biricik metod olarak kullanmışlardır. Bu ilimlerin başında da astronomi yer alır. Biz fezadaki galaksileri, yıldızları ve gezegenleri incelemek ve tecrübe etmek için yerinden oynatanlayız. Onları tedkîk ederken bu semavî cisimlerle araıeıızı ayıran kâinat boşluğunda yayılmış bulunan ışınların etkisinden de tamamen kurtulamayız. Hattâ bizimle onların arasını ayıran baş döndürücü mesafeler yüzünden, bu cisimlerden yayılan ışık ve ses dalgalarının yansıyışlarını düzeltemeyiz de.
Bununla beraber, biz, hiç bir zaman bu yıldızları ve gezegenleri incelemekten geri durmayız. Yaptığımız tedkîkler sonunda ulaştığımız kanun ve varsayımlardan diğer ilimler sahasında da faydalanmaktan vazgeçmeyiz. Hattâ bu gezegenler ve gök cisimlerinden —onları görmediğimiz halde— âletlerle elde ettiğimiz birçok bilgi ve gerçekleri kabul ederiz. Onları deneyip tecrübe tahtasından geçirmemiz kat'iy-yen mümkün değildir. Hattâ uzaklara gitmemize gerek yok. Biz bugün atomu incelemiş kütlenin sakinimi kanunundan, enerjinin sakımı prensibinden öğrendiğimiz şeyleri kullanmaktayız. Ne var ki, bugüne kadar atomu ve enerjiyi doğrudan doğruya görebilmiş değiliz. Atomla ilgili elde ettiğimiz kanunlar ve varsayımları, onun görülmeyen yapısı ve rolünü atom bombasının kullanılması te'yîd etmiş bulunuyor. İşte biz bu hususta da .sırf mantıkî esâslara dayanarak deliller getirmekteyiz. Bu konuda kullanmakta olduğumuz mantığın aynısını Allah'ın varlığı ve sıfatları konusunda da kullanabiliriz. Bu kâinatın bir yaratanı bulunduğunu ve O'nun, birtakım sıfatlarla muttasıf olduğunu idrâk edebilmek için aynı mantığı kullanabiliriz.
Şüphesiz ki biz Yaratıcıyı tanımak ve sıfatlarını bilmek için birtakım deyimlere ve terimlere muhtaç olacağız ki bunlar maddî âlemde kullandığımız deyimlerden ve terimlerden tamamen ayrı bir hüviyete sahip olacaktır. Bu bilgiyi elde etmemiz için behavioristlerin dayanağı olan maddî ve mekanik izahlar bize kat'iyyen yardımcı olamazlar. Bilhassa içinde yaşadığımız kâinatın sırf maddeden ibaret olmadığı onun yanı sıra hem madde, hem ültra maddeden ibaret olduğu ortaya konulduktan sonra mekanik izahlar kat'iyyen bize yardımcı olamaz. Çünkü biz maddî olmayan şeyleri madde ile izah edemeyiz.
Çoğu kere öğrencilerimden, bana maddî olmayan bir şeyi meselâ «düşünceyi» anlatmalarını, nitelendirmelerini istemişimdir. Düşüncenin kimyevî bileşimi, santimetrik uzunluğunu, gram bakımından ağırlığını, rengini ve basıncını açıklayarak şeklini ve biçimini anlatmalarını söylemişimdir. Ama böyle bir şeyi yapmaktan âciz kalmışlardır. Öyleyse maddî olmayan bir şeyi anlatabilmemiz için maddî olan ilimlerin sahasında kullandığımız terminolojiden tamamen ayn ve başka bir nitelikte terminoloji kullanmamız gereği belirtmeye luzûm kalmayacak kadar açıktır.
Şüphesiz ki biz bu problemi ne istediğimiz yöne götürebiliriz, ne de ondan büsbütün kaçabiliriz. Eğer bu kâinat, düalist bir yapıya sahip olmamış olsaydı; biz düşünceyi sırf maddî tanımlarla tanımlayabilmek durumunda olurduk. Ki ebediyyen böyle birşey vuku bulmamıştır. Demokritos, Hobbes ve behavioristlerin ileri sürdükleri materyalist teoriler keza bu kâinatı sırf ma'nevî izahlarla açıklamaya kalkışan Leibniz, Berkeley ve Hegel gibi idealist filozofların ortaya koydukları teoriler tamamen tahminlere dayanan ve hiç bir tecrübî yönü bulunmayan mücerred varsayımlardan öteye geçemez. Şu halde kâinatı ve tabiatı açıklamaya çalışan her felsefî akımın, bu kâinatın meydana geldiği gerçekleri, faktörleri ve elementleri bütünüyle bilmeye ve açıklamaya da gücü yetebilmelidir.
Her ne kadar ilimler, denenmiş gerçekleri ifâde ederlerse de insan hayâlinin ve düşüncelerinin etkisinden kendilerini kurtaramazlar. Gerek planlamasında, gerek anlatımında, gerekse neticeler elde edilmesinde insanın dikkatlerinin te'sîrinden kurtulamazlar. İşte ilimlerin vardıkları sonuçlar bu noktada ve bu hudut dahilindedir. Böylece ilmîn sahası saymak, nitelemek ve anlatmak noktasına münhasır kalır. Binâenaleyh ilim; ihtimâllerle başlar, ihtimâllerle son buiur. Kesin gerçeği hiç bir zaman ifâde etmez. Keza ilmin vardığı sonuçlar, yaklaşık neticeler olup karşılaştırma ve mukayeseye dayalıdır. Hatâlar ve yanılmalar her zaman mümkündür. Vardığı sonuçlar her zaman değişebilir. Eklemeler veya kısaltmalar yapılabilir. Nihaî sonuçlar değildir. Biz görüyoruz ki bir ilim adamı, bir kanun veya teoriyi ortaya attığı veya elde ettiği zaman der ki; bugüne kadar ulaştığımız sonuç budur. Ve her zaman bu sonucun değişebileceğini belirterek kapıyı ardına kadar açık bırakır.
İlim, her zaman önermelerle işe başlar. Bu önermeler her ne kadar elle dokunulabilecek fizikî bir gerçeğe isnâd etmez ise de, doğruluğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Şu halde ilim aslında bir felsefî esâsa dayanmaktadır. Felsefede ve dinde olduğu gibi ilimde de şahsî tecrübeler bütün gerçeklerin denendiği, en son ölçeklerdir, tlim adamları tarafından denenip araştırılabildiği gibi bizim şahsî algılamalarımız ile, tabiî hâdiseleri idrakimiz de bize has şartlara dayanır ve nisbî bir hüviyet ifâde eder.
Bununla bsraber ilmin bağlı bulunduğu bu kayıdlar ve sınırlar ilmî metodun değerini düşürmez, elde ettiği sonuçların kullanılmasını engellemez. Sâdece çabaları bir yöne sevkederek neticeleri sınırlandırır. Bunun için anlıyoruz ki ilim kemiyet bakımından analiz ve sentezden uzak olan problemleri tâm manâsıyla çözümlemekten uzaktır.
Şu halde şimdi Allah'ın varlığı konusunun, üzerinde dönüp dolaştığı meseleye gelelim. Elbette ki Allah'ın varlığı konusundaki soruların cevabını, belirli sınırların içerisinde mahkûm bulunan ilim bu dar kapasitesi ile cevablandıramaz. Ama ruhî dünyadan maddî dünyaya bir etki söz konusu olduğu zaman, bu etki tabiî ilimlerin sınırlan içerisine girer şüphesiz. Ve bu durumda ortaya çıkacak problemi çözümleyebilmek için, sağlam bir metod kabul etmek gerekir ki işte hâdiseleri benzerleriyle veya eşitlikleriyle açıklama esâsına dayanan ve biraz önce işaret ettiğimiz mantıkî istidlal metodu bunlardan birisidir.
İlim, bu kâinatta cereyan eden pek çok fizikî olayı inceler. İlimler hali hazırda her ne kadar madde üstü bir âlemin varlığını bütünüyle te'yîd etmemekte iseler de, kesin olarak maddî âlemin üstünde madde ötesi âlemin varlığını red edememektedirler de. Biz birer mantık kuralı olan istidlal ve kıyas metodunu kullanarak insanın, aklî olayların dolup taştığı bir dünyada idrâkinin madde üstü bir varlığa ulaşabileceğini söylüyoruz. Bu varlık kâinatı son derece muntazam olarak idare etmektedir. Ayrıca kâinatımızda henüz açıklayamadığımız suyun deveranı, karbondioksit dengesinin korunması, şaşırtıcı genetik faktörleri, güneş enerjisinin canlı varlıkların hayatı için son derece ehemmiyet ifâde eden biriktirilme ameliyesi olan foto sentez olayının izahı konusunda ve daha buna benzer pek çok kâinatın hâdiselerini açıklamak hususunda yardımcı olur. Aksi takdirde biz son derece komple halde bulunan bu ameliyeleri tesadüf esâsına göre nasıl izah edebiliriz? Ve kâinatta mevcûd olan bu düzen, sebsp-sonuç ilişkisini, tekâmülü, belli bir gayeye doğru yönelişi ve muvâzeneyi nasıl açıklayabiliriz? Kaldı ki bütün hâdiseleri, bu izah tarzı neticeye bağlayacaktır. Kâinat, eğer bir yaratıcısı yoksa nasıl çalışmaktadır? Kimdir onu yoktan var edip yönetimini tanzim eden?
Kâinatta bulunan her şey Allah'ın varlığına şahadet ediyor, kudret ve azametine delâlet ediyor.11
12 — Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin buyruğunuza verdi. Yıldızlar da O'nun buyruğu ile müsahhar kılınmıştır. Bunda akleden bir kavim için âyetler vardır.
13 — Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için O, yaratmıştır. Öğüt alan bir kavim için bunda âyetler vardır.
Güneş ve Ay. 17
Güneş ve Ay
Allah Teâlâ büyük âyetlerini, büyük nimetlerini kullarının gözleri önüne seriyor. O; peşpeşe gelen gece ve gündüzü, durmadan dönüp duran güneş ve ayı, göklerin derinliklerinde karanlıklarda yol bulmak isteyenlere bir ışık ve nûr kıldığı sabit ve dönen yıldızları insanların emrine vermiştir. Bütün bunlar Allah Teâlâ'nın onları içinde kıldığı Allah'ın felek'inde (göğünde) yürürler. Kendileri için takdir edilmiş bir hareketle yürürler. Takdir edilen hareketin ne üstüne çıkar, ne de ondan eksik hareket ederler. Hepsi Allah'ın kahrı, saltanatı, buyruğu, takdiri ve yürütmesi altındadır. Nitekim başka bir âyette : «Muhakkak ki sizin Rabbımz; gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden Allah'tır. Gündüzü; durmadan kovalayan' gece ile burur. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emri ile müsahhar kılınmışlardır. Bilin ki; yaratma da, emir de O'nundur. Âlemlerin Rabbı olan Allah'ın sânı ne yücedir.» (A'râf, 54) buyururken burada da: Bunda akleden bir kavim için, Allah'ı akleden ve hüccetlerini anlayan bir kavim için Allah'ın parlak kudretine, yüce saltanatına âyetler, delâletler vardır, buyurmuştur. Allah Teâlâ : «Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için O, yaratmıştır.» buyurmak suretiyle Önce göklerdeki işaretlere dikkatleri çektikten sonra yeryüzünde yaratmış olduğu garîb işlere, muhtelif şeylere, renkleri ve şekilleri değişik hayvanlara, madenlere, bitkilere, cansız varlıklara ve onlardaki faydalarla özelliklere dikkatleri çeker ve buyurur ki: «(Muhakkak Allah'ın nimetleri ile) öğüt alan (ve bunlara şükreden) kimseler için bunda âyetler vardır.»12
İzâhı17
İzâhı
Topraktaki hârikalarda Allah'ın azametini görmeye çalışan Will Draper şöyle diyor:
Büyük kentlerde oturanların arabalarına binip kırlarda gezindikleri zaman yolda giderken gördükleri tarımsal ürünlere hayretle baktıklarını görürüz. Onlar, bu mahsûllerin topraktan çıktığını bilmesine bilirler ama, o bitkileri yetiştiren toprağı dikkatle inceledikleri çok az görülmüştür. Bunun tersine tarımla uğraşan çiftçiler, toprağın çeşitlerini ve özelliklerini çok iyi bilirler ve dikkatle incelerler. Onların büyük bir çoğunluğu toprağın ihtiva ettiği maddeleri-, ilmî bir inceleme sonucunda öğrenmiş değillerdir. Hayat seviyelerini elinde tutan ve kazançları kendisine bağlı olan toprağı inceden inceye araştırmalarını da onlardan bekleyemeyiz elbette.
Toprak, gerçekten gariplikler ülkesidir. Onun garipliklerini ancak ilmî araştırmalar ve etüdler ortaya koyabilir ve anlatabilir bize. Bunun için ben kısaca toprağın özelliklerine işaret etmek istiyorum burada. İlmî terimlerini kullanarak izahlara girişecek olsam belki de okuyucularımın bir çoğu beııi rahatlıkla izleyemeyecek ve konunun detaylarını anlayamayacaklardır. Şuna eminim ki ilmî terminolojiden haberi olmayan okuyucularım bile bu yazıdan sonra anlayacaklardır toprağın ne denli hayret verici garipliklerle dolu bir dünya olduğunu. Ve bu dünyaya iç içe sayısız ilişkilerin hükmettiğini ve bunlardan hiçbirisinin plânsız ve projesiz meydana gelmiş olamayacağım. Bunu anladıktan sonra elbetteki okuyucu, büyükler büyüğü Yaratıcıyı düşünmeye başlayacak ve O'nun varlığım kabul edecektir. Şimdi öyle ise toprağın nasıl çıplaklaştığını ve bu çıplaklaştıncı faktörlerden kendisini nasıl kurtardığını görelim. Bu faktörlerin neticesi birkaç bölüme ayrılır. En altta ufalmış alt tabaka, onun üstünde üst tabaka, sonra da toprak dediğimiz tabaka gelir. Toprağın adını saydığımız üç tabakası da, tabiî güçlerin sebep olduğu parçalanma ve kırılma ameliyesi sonucunda meydana gelir. Bizim açımızdan toprağın önemi sonsuzdur. Çünkü bitkilerin gelişmesi esnasında ürettikleri önemli gıda bileşiklerinin ana kaynağı topraktır. Ayrıca yeryüzünün yüzey kısmında bitkilerin yetişip ayakta durabilmesi için de toprağın bulunması zarurîdir.
Soğumuş kaya kitleleri tabiî aşınma yoluyla aşınınca, önce suda eriyebilecek kısımlar dökülür. Meselâ kalsiyum, magnezyum ve potasyum bu ilk aşınma esnasında dökülen maddelerdir. Silisyum oksit artıkları, alüminyum oksit ve demir oksit kısımları ki bunlar toprağın büyük kısmını meydana getirirler, oldukları gibi kalırlar. Bu ameliye esnasında azot nisbetinin yükseldiği görüldüğü halde fosfor nisbetinin büyük bir düşme kaydettiği görülmemiştir.
Aşındırıcı faktörlerin etkisiyle bu temel silikat elementleri eriyerek balçıkları meydana getirir. Soğuk ve orta kuşak iklim bölgelerinde bulunan balçıklar, büyük bir oranda kristalleşmiş silikat bileşikleri ile birlikte çok az bir miktar da diğer bileşikleri ihtiva ederler. Ekvator bölgelerinde ise balçıkların bileşim nisbetinde karbondioksitlerle alüminyum ve hidroksitlerin oranı oldukça yüksektir. Balçıkların çok önemli özelliklerinden birisi de, katyon denilen artı yüklü iyonlarının yer değiştirebilme gücüne sahip olmasıdır. Çünkü bu özelliğiyle erime için ve bitkilerin gelişmesi için gerekli olan temel maddeleri koruyabilir. Bu da toprakta bu ana maddelerin oranının büyük nisbette azalmasına veya tamamen tükenip gitmesine sebep olur. Görüyoruz ki aşınma ameliyesi, bu bir yandan eriyebilen temel maddelerin kaybına sebep olurken bir yandan da bu maddelerin korunup yok olmamasını te'mîn etmektedir.
Buradaki bitkilerin hayatı için gerekli olan diğer besin maddelerini taşıyan elementleri ele almaya yerimiz müsait değil. Şu halde bundan başka bir konuya göz atalım, yüce Yaratıcının eski jeolojik devirlerde bitkilerin meydana gelmesi, canlıların hayatlannı devam ettirmeleri ve soylarını sürdürmeleri için gerekli olan uygun ortamı ne şekilde hazırlamış olduğuna bakalım. Eğer biz, bu eski jeolojik devirlerde yaşamış olan bitkilerin bugünkü bitkilerin muhtaç olduğu besin maddelerinin aynısına muhtaç olduklarını kabul edecek olursak kendiliğinden eritken ve fosforik maddelerin toprakta o günlerde bugünkünden çok daha büyük bir kemiyette bulunmuş olmasını kabul etmek zorunda kalırız.
Azot için ise durum tamamen değişik bir veçhe arzeder. Bitkiler büyük bir miktarda azotlu maddelerle beslenmek zorundadırlar. Ama eski toprakların azotu muhafaza etme gücü çok zayıftı. O zaman ilkel bitkiler azot ihtiyâcını nereden ve ne şekilde karşılamakta idiler?
Bugün eski kayaların aşınma faktörleriyle etkilenmezden önce büyük bir miktarda azot ve amonyak bileşimlerinin ihtiva ettiğini gösteren pekçok deliller vardır elimizde. Olabilir ki ilkel bitkiler bu kaynaktan faydalanmışlardır. Bunun dışında başka kaynaklar da var faydalanmış olabilecekleri. Meselâ bu kaynaklardan birisi şimşektir. Bitkiler, topraktaki nitratları emer ve protein yapmak için kullanırlar. Hayvanlar bitkileri yer ve bitki proteinlerini hayvansal proteine çevirirler. Hayvanlar ve bitkiler ölünce vücutlarındaki proteinler toprak bakterileri ve bazı mikroplar yoluyla yeşil bitkilerin kullanmasına elverişli olan nitratlar haline geçer. Bu değişme dolaşımında başlıca element, azot (nitrojen) olduğundan buna «'Azot dolaşımı» deriz.
Topraktaki azotun başlıca kaynağı, hayvan ve bitki kalıntılarıdır. Dunlar önce amonyum bileşikleri haline geçerler. Nitrat bakterileri bu bileşikleri nitritlere, diğer bir kısmı bakteriler de nitritleri nitrat bileşiklerine çevirirler. Şimşek etkisi altında azot, atmosferin yüksek tabakalarında az miktarda hidrojenle birleşerek amonyak meydana gelir.
Azot, oksijenle de birleşerek nitrik oksitler yapabilirler. Eter halindeki bu amonyak ve nitrik oksitler yağmur sularıyla toprağa geçer ve burada amonyum ve nitrat bileşikleri meydana gelir.
Bazı baklagillerin köklerinde bazı bakterilerin yaşadığı küçük yumrular vardır. Bu bakteriler havadaki azottan faydalanarak nitratları meydana getirirler.
Şimşekli havalarda da toprak biraz azot kazanır.
Nitrifikasyon bakterilerine karşı diğer bazı toprak bakterileri (de-nitrifikasyon bakterileri) nitratları, nitritlere ve amonyumun bileşiklerine çevirirler. Halk genellikle şimşeği yıkıcı ve öldürücü bir şey olarak kabul eder, yararlı yanları olabileceğini hiç düşünmez. Halbuki şimşek çakınca meydana gelen elektrik akımının boşanmasıyla, havada azot oksitlerinin meydana gelmesine sebep olur ve bu azot yağmur veya kar vasıtasıyla toprağa iner. Bunu toprakta yetişen bitkiler, kökleri yoluyla alırlar. Bu yolla toprağın elde ettiği azot nisbeti yıllık olarak yaklaşık 4200 metrekareye 8 kilogramdır ki, bu yaklaşık olarak 210 kg. sodyum nitrata denktir ki, bu da bitkilerin gelişmesi için yeterli miktardır.
Şimşek vesilesiyle ortaya çıkan azot miktarının ekvator bölgelerinde, tropikal bölgelerdeki miktardan daha fazla olacağı düşünülebilir. Burada "toprağa düşen azot miktarı, çöl iklimlerinin hâkim olduğu kuru mıntıkalardan farklı olacaktır.
Biz her şeyi son derece intizamlı olarak idare eden yüce yaratıcıdan söz ederken toprakla bitki arasındaki iç içe ve girift ilişkiden, tabiattaki açık idare ve hedefin varlığından söz edebilir miyiz acaba? Elbette bu konuyu ilmin verileri ışığında ortaya koymadan verebileceğimiz bir cevab yoktur.
Bilginler ilmî metod üzerine tek bir yol belirleme konusunda anlaşabilmiş değillerdir. Ancak bütün bilimlerin, tabiat kanunlarını keşfetmeyi hedef aldığında cümlesi müttefiktir. Müsbet ilimle uğraşan ilim adamı, elbetteki önce tabiat kanunlarının doğruluğunu kabul etmek zorundadır. Tâ ki, kendisiyle çelişkiye düşmüş olmasın. Bir çoklarının çeşitli alanlarda ortaya konulan tabiat kanunlarını inkâr etme gayreti boşunadır. Elbetteki herkes tabiat kanunlarının varlığını kesin olarak kabul ettikten sonra bu kanunlar için var olmuştur sorusunu, soracaktır kendisine. Değişik eşya arasında —ki bu meyânda toprakla bitki ilişkisi de bulunmaktadır— bunca sayısız münâsebet ve ilgiler akılları durduracak şekilde nasıl kurulmuştur? Tabiat kanunları arasındaki bu ahenk nasıl sağlanmıştır?
Tabiatı itibarıyla düşünce ufkumuz bu noktaya kadar ulaşınca biz, ilimlerle felsefe arasındaki ayırıcı çizginin bulunduğu noktaya gelmiş oluyoruz. Kâinata hâkim olan bu sonsuz nizâmı ve ahengi neyle izah edebilir ve nasıl açıklayabiliriz? Bu soru iki yolla cevaplandırılabilir :
a- Ya bu nizâm tesadüfen yoktan varolmuş ve ortaya çıkmıştır. Fakat bu; mantık kaideleri ve tecrübe kuralları ile uyuşmadığı gibi, çağdaş bilginlerin son derece titizlikle üzerinde durduğu termodinamik kanunlarıyla da uyuşmaz.
b- Yahut da bu nizâm iyice düşünüp taşındıktan sonra çok kuvvetli bir zât tarafından konulmuştur ki, bu görüş akıl ve mantık kurallarına da uygun düşer. Buradan hareket ederek diyebiliriz ki, bitki ile toprak arasındaki bu akılları durduran ilişki yüce Yaratıcının büyük san'atını ve eşsiz tedbîr gücünü gösterir.
Ben emmim ki, bu görüşü benimsemekle kâinatta bir hedef bulunduğunu, tabiat kanunlarının ve fenomenlerinin gerisinde plânlı bir maksadın yattığını kabul etmeyen bu görüşün muarızlarını birtakım tenkîdlere sevkedecektir. Bunların başlnda da mekanik teorileri kabul edip kâinatı mekanik verilerle izaha kalkışan ve bu izah tarzlarının dayandığı teorilerin doğrudan doğruya gerçeği temsil ettiğini sananlar yer alır. Fakat bizim ilmî adını verdiğimiz izah ve yorumlann genel bir mâhiyet taşımadığı ve mutlak bir mânâ ifâde etmediği, bunun aksine muvakkat ve şartlara bağlı, yorumlar olduğunu kabule zorlayan birçok nedenler de yok değildir. İşte biz, kâinatın varlığını izah konusunda belirtmiş olduğumuz görüşü kabul ettiğimiz takdirde kâinattaki gaye ve hedefi mekanik verilerle izaha kalkışan muarızlarımızın gücü azalacak ve zayıflayacaktır.
Şurası -muhakkaktır ki, gerek üstümüzdeki muazzam gökyüzünde olsun, gerek —bize göre— altımızdaki yeryüzünde olsun, her şeyde bir plân, maksad ve gaye vardır. Binâenaleyh bu maksadı ve plânı meydana getiren bir kuvvetin ve sonsuz Yaratıcının varlığını inkâra kalkışmak akıl ve mantık kurallarıyla Öylesine çelişir ki, yazın sararmış, boyunlarını bükmüş buğday bacaklarıyla dolup taşan bir buğday denizini andıran tarlayı gördüğümüz halde, onu eken bir çiftçinin bulunduğunu ve onun, tarlanın yakınındaki bir kulübede veya başka bir yerde oturmakta olduğunu inkâr edip kabullenmeyen kişinin düşebileceği çelişkiden hiç de az bir çelişki değildir.
Toprak ve bitkilerdeki fevkalâde dikkat çekici özellikleri dile getiren Lastergon Simurden ise şöyle diyor :
Çoğu kez olur ki, herbirimiz bir filozof kesiliriz kendiliğimizden.
Bir buğday tarlasının civarında gezinirken, bir bahçede dolanırken, bindiğimiz otomobilimizle bir tarladan veya bahçeden taşman çeşitli yeşilliklerle yüklü bir arabayı ta'kîb ederken, bir elma fidanlığını, aşağı doğru sarkmış olgun üzüm salkımlarını incelerken, sonbaharda ormanların aldığı o sapsan renkleri hayretle izlerken, her biri yanan birer alevi andıran ağaçlan görürken hep sorarız kendi kendimize: Nereden gelmiştir bütün bunlar?
îsâ Peygamber bir gün havarilerine der ki:
«Eğer bir buğday tanesi yeryüzüne düşmese ve Ölü toprağa gömül-mese kat'iyyen mahsûl veremez.»
Doğrusu îsâ Peygamber söylediği şeylerin derinliğini çok iyi anlamış olacak ki, tabiattaki gerçeklerden birisini, garip bir olayı son derece basit ve açık bir ifâdeyle dile getirmiştir. Şöyle ki bir buğday tanesi ölümle yüzyüze gelmeden ve kendisini yok etmeden hayat veremez, canlanamaz.
Fakat bir buğday tanesinin hayat verebilmesi için suyun bulunması ve bitkinin yeşerebilmeği için gerekli olan besin maddelerin topraktan emip çekebilmesi gerekir. Bitkilerin topraktan aldıkları ve fotosentez dediğimiz olayla besin maddeleri haline getirdikleri hammaddeler ve kimyevî bileşikler ihtiva eden elementlerin bulunması îcâbe-der. Bunların yanı sıra güneş enerjisinin bulunması gerekir ki, bitkiye gelişmesi için lâzım olan gücü sağlasın ve onun büyümesini te'mîn etsin.
Hayatın var olabilmesi için suya ihtiyâç vardır. Veya Barson'un dediği gibi su, hayatın kanı gibidir. Hayat ve gelişme için gerekli olan kimyevî reaksiyonların başlıcası, ya doğrudan doğruya suya muhtaçtır, yahut da neticede suyun oluşumu ile elde edilebilir. Su pek çok maddeleri eritir. Ve bu eritkenliği sebebiyle bitkilerin iç dünyasında zarurî olan kimyevî reaksiyonların meydana gelmesini te'mîn eder. Bitkinin iç mekanizmasının her tarafında bol miktarda suya rastlanır. Suyun, yeryüzünün ve canlıların hayatındaki rolü ebediyyen sürecek ve hiç bir zaman son bulmayacaktır.
Bütün maddeler kimyasal elementlerden meydana gelir. Bir bitkinin büyüyüp gelişmesi için ana unsur ve elementlerin kaynağı toprak ve havadır. Peki toprak nereden gelmiştir? Ve bir bitki için gerekli olan gıda maddelerini nasıl muhafaza etmektedir?
Verimli bir toprak, birçok madenî maddelerden meydana gelir. Ama madenî maddelerin yanı sıra birçok organik maddeler de bulunur ki; aslı, eski çağlardaki canlıların ve bitkilerin toprak altındaki kalıntıları olan bu organik maddeler, zamanla eriyerek ayrışırlar. Ama bu ayrışma reaksiyonu esnasında birçok bitkiler ve hayvanların doğmasına ve hayat sahibi olmasına sebep olurlar. Bu elementlere ilâve olarak hava ve su İle canlı varlıkların organları içerisindeki canlılık reaksiyonları hiç durmadan sürüp gider.
İnorganik madensel bileşiklere sahip olmayan toprak, çorak bir arazî olur ve bitkilerin gelişmesi için bir beşik rolünü oynayamaz. Çünkü ayrılma ameliyesi esnasındaki reaksiyonlardan mahrumdur. Verimli toprak parçalarına gelince devamlı canlılık kaynağıdır. Sayısız bitki ve hayvan yaşar içerisinde. Verimli bir toprak parçasındaki organik varlıkların nisbeti zaman zaman % 20 ye yaklaşır. Bazı arazîlerde canlı maddeler ihtiva eden toprağın bir gramında milyarlarca canlı organizmanın sayıldığı olur. Şu halde toprak, yeryüzünün katı kısımlarından atmosferin te'sîriyle ve meteorolojik faktörlerin etkisiyle meydana gelir. Bunun yanı sıra uzun asırlar boyu içinde yaşayan canlı varlıklar ve onların ürünleri neticesidir.
Peki bu reaksiyonlar ne zaman ve nasıl başlamıştır?
Işığın, suyun, havanın ve kimyasal maddelerin bulunması bir bitkinin gelişmesi için yeterli nedenler değildir. Bunların yanı sıra hepsinden ayrı olarak tohumun içinde uygun ortamda filizlenivererek son derece karmaşık ve iç içe birçok reaksiyonlar gerçekleştirecek ve her zaman akıllan hayrete düşüren bir ahenkle çalışan bir gücün bulunması zarureti vardır. İki hücrenin birleşmesiyle hayata başlamış olan bir tohum mikroskop altına alındığı zaman her hücresinin içinde çok sayıda elementlerin ve reaksiyonların olduğu görülür. Bu hücrenin bölünmesiyle hayat yolunu aşıp giden yeni bir bitki ferdi doğar. Ve bu doğan ferd kendisini üretmiş olan bitkiye tıpa tıp benzerdir. Öyle ki buğdayın buğdaydan başka bir şey ürettiği görülmemiştir. Bir çınarın da çınardan başka bir şey ürettiği görülmüş değildir. Bitki türleri arasında her ne kadar son derece geniş bir benzerlik bulunmakta ise de, her birisinin kendisine hâs özellikleri ve nitelikleri vardır. Doğruyu söylemek gerekirse her bitkinin sahip bulunduğu üstün nizâm ve eşsiz güzelliğin benzeri yoktur. Sonsuz gariplikler vardır içerisinde. İşte insanoğlunun hangi bitkiye bakarsa baksın karşılaşacağı akıllan durdurucu garipliklerin özeti bunlardır.
Bitkilerin değişip bir başka şekil almasını sağlayan bazı fırsatlar yok değildir. Bugün ekmekte olduğumuz buğday tohumlarının geçmiş nesillerin ürettikleri buğday tohumlarından birçok nitelikleri şekil itibarıyla farklıdır. Demek istiyoruz ki, bitkileri ıslâh etmek veya tohum seçimini tanzim etmek mümkündür. Şekli, rengi ve verdiği mahsûlün miktarını değiştirebilmek, boyunun uzun veya kısa olmasını sağlayabilmek için bitki yetiştiricileri muayyen yollara baş vururlar. Hattâ bir tohumun toprak içerisindeki geçirdiği hayat süresine te'sîr etmek ve yetiştiği mevsimin uzunluğuna ayak uydurmasını sağlamak bugün için mümkündür. Ayrıca insanlar hastalıklara dayanıklı bol verim sağlayan ve diğer birçok nitelikleri itibarıyla kendi ihtiyâç ve gayelerine uygun birçok bitki türü yetiştirebilmişlerdir.
Gelişmiş bitkiler birbirlerinden bazı nitelikleri itibarıyla ayrılmakla beraber hepsinin ortak olduğu birtakım ortak ve genel nitelikler bulmak mümkündür. Meselâ hepsi de fotosentez ameliyesini îfâ ederler. Yani toprakta bulunan gıda maddelerini havanın karbondioksitini emerek ve su sayesinde güneşten aldıkları enerjiyi besin maddeleri haline çevirirler. (İster bitki ister ot olsun her canlı, vücûd yapısında aşınan kısımları yenilemek, çeşitli bütün çalışmaları ve gereken enerjiyi elde etmek için besin almaya mecburdur. En son besin kaynağı, fotosentez adı verilen ve hücrelerinin içindeki kromoplast denen özel nıaddeciklerle klorofil dediğimiz bir renk karışımı bulunan bütün yeşil bitkilerde meydana gelen bir olaydır. İşte üzerinde yaşadığımız gezegendeki bütün hayat için bu olay esâstır.
Fotosentez, güneş ışınlarının enerjisi ile en basit anorganik maddelerin bazılarında kloroplast içinde büyük bir hızla, önce şeker, fakat bazı yüksek enerji taşıyan diğer birtakım besin maddelerini meydana getirmesinden ötürü olağanüstü bir olaydır.
Bu olayda kullanılan maddeler karbondioksit ve su olmakla beraber bir miktar madensel tuzlara da ihtiyâç vardır. Karbondioksit havadan, toprak bitkilerinin topraküstü kısımlarındaki yapraklarıyla, su ve .tuzların en önemli kısmı ise toprak altındaki kökleriyle alınır. Su altında yaşayan bitkiler, karbondioksit de dâhil, bütün maddeleri sudan, erimiş halde elde ederler. Bitkilerin yeşil yaprakları güneş ışınlarından en iyi yararlanabilecek şekilde yapılmıştır.
Fotosentez olayı, hücrelerdeki mayalar tarafından kontrol edilen bir sıra kimyasal reaksiyonlardır. Bu-reaksiyonlardan birinde oksijen sudan ayrılır ve bitki tarafından dışarı atılır. Işıkta meydana gelen bu reaksiyondan elde edilen enerji, bitkilerin muhtaç oldukları besin maddelerini meydana getirmek üzere diğer birçok reaksiyonlardan geçirecek olan kimyasal maddelere verilir.
Fotosentezin nasıl olduğu hâlâ kesin olarak anlaşılamamıştır.)
Bitkilerin bir ortak benzerliği de muhtelif türlerin arasında tohumun, dalların, filizlerin ve çiçeklerin benzer yapılara sahip olmasıdır. Dış etkenlere karşı hepsi de aynı şekilde karşılık verirler. Bütün bitkiler ışığa doğru yönelirler. Işıktan mahrum oldukları veya oksijen alamadıkları zaman ölürler. İşte buna benzer birçok niteliklerde bütün bitki türleri ortaktır.
Öyleyse niteliklerine te'sîr eden, gelişmelerini sağlayan ve ırsî özelliklerini kendisinden sonrakilere nakletmesini te'mîn eden bunca sayısız kanunları hangi güç plânlamış ve yoktan varetmiştir?
Bu soru, bizi ondan çok daha zor, çok daha karmaşık ve çok daha derin bir soruya götürecektir kendiliğinden. O da ilk bitkilerin nereden gelmiş olacağı sorusudur. Veya bir başka deyimle ilk bitki türü nasıl var olmuştur? Biz tabiî zekâmız ve sağlam kurallara dayalı mantığımızla biliyoruz ki; eşya kendi kendisini yoktan varedemez. Veya bütün bu varlıklar tesadüfen meydana gelmiş olamaz. Bunu aklımız kabul etmiyor. Öyleyse yoktan varedici bir Yaratıcının varlığını kabullenmemiz gerekir ki, Yaratıcının varlığını itiraf, aklımızın bizi mecbur ettiği çok bedîhî bir gerçektir.13
14 — Taze et yemeniz, giyineceğiniz süs eşyanızı çıkarmanız ve Allah'ın bol nimetinden istifâde etmeniz için denizi müsahhar kılan O'dur. Gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün, O'nun lutfunu aramanız ve şükretmeniz içindir, belki şükredersiniz artık.
15 — Yeryüzünde sarsılmayasınız diye sabit dağlar, nehirler ve yollar koymuştur ki onunla, doğru yolu bulaşınız.
16 — İşaretler de. Yıldızlarla da, onlar yollarını bulurlar.
17 — Yaratan; yaratmayan gibi midir hiç? Artık öğüt almaz mısınız?
18 — Allah'ın nimetini sayacak olursanız bitiremezsiniz. Muhakkak ki Allah; Gafûr'dur, Rahîm'dir.
Sarsılmaz Dağlar21
Sarsılmaz Dağlar
Allah Teâlâ dalgalan birbirine çarpan denizleri müsahhar kılmış ve onu kullarının emrine vermiştir. Denizleri, üzerinde onların gidebileceği şekilde yaratmış, onda balıklar yaratmış, bunların diri ve Ölülerinin etlerini ihramda olduklarında ve diğer zamanlarda kullarına helâl kılmıştır. Onlarda inciler, değerli cevherler yaratmış ve süsler edinmeleri için onları çıkarmayı kullarına kolaylaştırmıştır. Ayrıca denizi yara yara giden gemileri taşımak üzere Allah Teâlâ denizleri müsahhar kılmıştır. Âyette geçen «Gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün.» kısmında gemilerin, rüzgârları yara yara ilerlediğinin kasde-dildiği de söylenmiştir ki, her iki açıklama da doğrudur. Gemiler önlerinde bulunan hörgüçlü göğüsleriyle hem denizi ve hem de rüzgârları yara yara ilerler. Allah Teâlâ gemileri bu şekilde yapmalarım kullarına işaret buyurmuş bunu babalan Nûh (a.s.) dan mîrâs olarak almışlardır. Gemilere binenlerin ilki Nûh (a.s.) dur. Allah Teâlâ onun nasıl yapılacağını Nûh (a.s.) a öğretmiş; sonra insanlar asır be asır, nesil be nesil bunu Öğrenerek bir ülkeden başka bir ülkeye, bir iklimden başka bir iklime gitmişler buradaki malı oralara, oralardaki malı buralara getirmişlerdir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: Belki Allah'ın nimetlerine ve ihsanına şükredersiniz artık, buyurmuştur. Hafız TCbu Bekr el-Bezzâr Müsned'inde der ki: Kitabımda Muhammed İbn Muâ-viye el-Bağdâdî kanalıyla bulmuş olduğum... Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir haberde o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ şu batı deniziyle ve doğu deniziyle konuştu. Batı denizine : Kullarımdan bazı kullarımı senin üzerinde taşıyacağını. Onlar hakkında nasıl davranacaksın? buyurdu. O : Onları batırırım, dedi. Allah Teâlâ : Senin baskının kenar-larındadır. Onları ben elimle taşırım, buyurdu ve onu süs ve avdan yoksun kıldı. Şu doğu deniziyle konuştu ve : Kullarımdan bazılarını senin üzerinde taşıyacağım. Sen onlara ne yapacaksın? buyurdu. O : Onları ellerim üzerinde, taşıyacağım ve onlar için bir annenin çocuğuna olduğu gibi müşfik olacağım, dedi. Allah Teâlâ da mükâfat olarak ona süs ve av verdi. Sonra Bezzâr der ki: Bu hadîsi Süheyl'den Ab-durrahmân İbn Abdullah fbn Ömer'den başkasının rivayet ettiğini bilmiyoruz. Onun ise hadîsi münkerdir. Hadîsi Süheyl... Abdullah İbn Ömer'den mevkuf olarak da rivayet etmiştir.
Sonra Allah Teâlâ yeryüzünü, yeryüzünde yaşayan canlıların hayatı yeryüzünün sarsılması sebebiyle bozulmasın diye, bir de oranın karâr kılması, sarsılmaması için yüksek, sarsılmaz, sabit dağlan yeryüzünde yarattığını zikreder. Bu sebepledir ki başka bir âyette: «Dağ lan dikmiştik.» (Nâziât, 32) buyurmuştur. Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer... Hasan'dan rivayetle haber verdi ki o, şöyle dermiş : Yeryüzü yaratıldığında sarsılıyordu, (melekler) : Bu, sırtında hiç kimseyi karâr kıldırmayacak, dediler, sabahleyin bir de gördüler ki dağlar yaratılmış. Melekler dağlann niçin yaratıldığını bilmediler. Saîd'in Katâ-de kanalıyla... Kays İbn Ubâd'dan rivayetinde Allah Teâlâ yeryüzünü yarattığı zaman yeryüzü hareket etmeye, sarsılmaya başlamış, melekler : Bu, sırtında hiç kimseyi barındırmayacak (karar kıldırmayacak), demişler, bir de sabah olmuş ki orada yüksek dağlan görmüşler. İbn Cerîr der ki: Bana Müsennâ... Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) den rivayet etti ki o, şöyle demiş : Allah Teâlâ yeryüzünü yarattığında, o sallandı (sarsıldı) ve : Ey Rabbım, benim üzerime Adenıoğlunu koyacaksın da üzerimde hatâlar işleyip benim üzerimde pislikler mi yapacaklar? demiş. Allah Teâlâ orada onlann gördükleri ve görmedikleri dağlan dikmiş. Böylece yeryüzünün sarsılması, etin seyirmesi gibi olmuş.
Allah Teâlâ yeryüzünde nehirler ve yollar koymuştur. Oraya koyduğu nehirler bir yerden başka bir yere kullarına rızık olsun için akar. Bir yerden kaynar ama başka bir yer ahâlîsinin nzkıdır. Bölgeleri, çölleri, kurak yerleri geçer, dağlan ve yüksek yerleri deler ve ahâlîsinin emrine verilmiş olduğu ülkeye ulaşır. Onlar yeryüzünde sağa sola, güneye kuzeye, doğuya batıya doğru akarlar. Küçükleri, büyükleri vardır. Dereler bazan akar, bazan kesilir. İçlerinde Allah'ın muradı ve takdiri ölçüşünce çağlayanları, toplanıp dumlanlan, hızlı ve yavaş akanları vardır. Allah Teâlâ onlan müsahhar kılmış ve kullanna kolaylaştırmıştır. O'ndan başka tanrı, O'nun dışında bir Rab yoktur. Aynı şekilde yeryüzünde, kulların bir ülkeden bir ülkeye gidecekleri yollar yaratmıştır. O kadar ki Allah Teâlâ, aralarında bir geçit ve yol olsun diye dağları yarmıştır. Nitekim bir âyette şöyle buyurur : «Doğru yolda gitsinler diye, geniş yollar açtık.» (Enbiyâ, 31). Allah Teâlâ büyük dağlar, küçük tepelerden işaretler de yaratmıştır. Yolcular karada ve denizde yollarım kaybettikleri zaman onlarla yollarını ta'yîn eder, bulurlar. Gece karanlığında «Yıldızlarla da onlar yollarını bulurlar.» Yıldızlarla yollarını bulacakları açıklaması İbn Abbâs'ındır. Mâ-lik'den «İşaretler de yarattı.» âyeti hakkında rivayete göre. onlar : İşaretler yıldızlardır, öbürleri ise dağlardır, derlermiş.
Sonra Allah Teâlâ azametine dikkati çekerek hiç bir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan Allah dışındaki putlara değil de sâdece zâtına ibâdetin gerekli olduğuna işaret buyurur. «Yaratan; yaratmayan gibi midir hiç? Artık öğüt almaz mısınız?»
Sonra Allah Teâlâ onlara nimetlerinin çokluğuna ve ihsanına işaretle : «Allah'ın nimetini sayacak olursanız bitiremezsiniz. Muhakkak ki Allah; Gafûr'dur, Rahîm'dir.» buyurur. Sizin günâhlarınızı bağışlar. Şayet bütün nimetlerinin şükrü ile sizi yükümlü kılmış olsaydı, bunu yerine getirmekten âciz kalırdınız. Şayet bununla emretmiş olsaydı, zayıf düşer ve bırakırdınız. Şayet size azâb etmiş olsaydı, size zulmetmiş olmaksızın size azâb ederdi. Fakat O Gafûr'dur, Rahîm'dir, çoğunu bağışlar ve ancak az bir kısmı yüzünden sizi cezalandırır.
îbn Cerîr der ki: Allah Teâlâ bu âyette şöyle buyuruyor : Madem ki siz nimetlerin bir kısmının şükrünü edaya güç yetiremiyor, bundan âciz kalıyorsunuz bu durumda tevbe eder, Allah'ın tâatına, O'nun hoş-nûdluğuna tâbi olmaya dönerseniz; muhakkak Allah; Gafûr'dur, O'na dönüp tevbeden sonra size azâb etmeyecek olan Rahîm'dir.14
İzahı22
İzahı
Denizler ve Okyanuslar22
Denizler ve Okyanuslar
Şüphesiz ki insanların sığınağı ilk çağlarda mağaralar idi. Çünkü henüz yapı san'atını bilmemekteydiler. Taş devri öncesi mağarada yaşamış; taş devrinde kar, dolu, fırtına ve yağmur gibi tabiat olaylarından korunmak için taşları yontmuş ve kendini vahşî hayvanların saldırısından mağaralara sığınarak korumuştur. Dağlar, dünyamızın katı kabuğunun ayrılmaz bir parçasıdır. Dünyamızın dış kabuğu sarsıldığı zaman' birlikte dağlar da sarsılır. Dağlarda muhtelif madenler vardır. Demir, bakır, altın vs. gibi. Biz onları durur gibi görüyoruz ama onlar fezada kurşun gibi hızla hareket etmektedirler. Çünkü yeryüzü hareket etmektedir. Dağların en önemli rollerinden birisi de, dünyamızın kabuk tabakasının birbiriyle tutunmasını sağlamasıdır. Bir direğin cadın tuttuğu gibi dağlar da dünyamızı tutmaktadır. Dağların tabiî fonksiyonlarından bir diğeri de yeryüzünün kabuk dengesini korumaktır. Değişik tabiat olaylarının aşındırması neticesinde dünyamızın kara kabuğu sürekli değişimlere uğramaktadır. Bu değişme, kabuğun yüksek' kısımlanyla alçak kısımları arasında sürekli devam edip gitmektedir. İşte bütün bu hususlara temas eden Kur'an-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır :
1- «Onlar dağlardan evler oyarak kendilerini emin kılarlardı.» (Hıcr, 82)
2- «Allah yarattığı şeylerden size gölgelikler yaydı. Dağlardan mağaralar yaptı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve harbde sizi muhafaza edecek elbiseler yarattı. O'na teslimiyetle itaat etmeniz için size böylece nimetini tamamlıyor» (Nahl, 81)
3- Nuh'un oğlu: «Beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım,» dedi. Nuh da: «Bugün Allah'ın emrinden koruyacak yoktur. Ancak Allah'ın rahmet ettiği kurtulur, dedi. O sırada aralarına bir dalga girdi, o da boğulanlardan oldu.» (Hûd, 43)
4- «Arz ve dağların sarsıldığı günde, dağlar akıp dağılan kum gibi olurlar.» (Müzzemmil, 14)
5- Allah'ın; gökten su indirip, kendisiyle çeşit çeşit meyvalar çıkardığımızı görmedin mi? Keza dağlardan, renkleri muhtelif beyaz, kırmızı ve gayet siyah yollar peyda eyledik. (Fâtır, 27)
6- «Sen dağları görür, onları hareketsiz ve sabit sanırsın. Halbuki onlar bulutların geçişi gibi geçerler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz o, işlediğiniz şeylerden haberdârdır.» (Nemi, 88)
7- «biz yeri beşik kılmadık mı? Dağları kazıklar yapmadık mı?» (Nebe, 6-7)
8- «O, sizi çalkalamasın diye yeryüzüne büyük dağlar, yolunuzu bulmanız için de yollar ve nehirler koydu.» (Nahl, 15)
9- «Yeryüzünde insanları çalkalamamak için sabit dağlar yarattık. İnsanlar diledikleri yere gidebilsinler diye yeryüzünde geniş yollar açtık.» (Enbiyâ, 31)
10- «Ve göğü korunmuş bir tavan kıldık. Halbuki müşrikler bunun (gökyüzünün) alâmetlerinden yüz çeviricidirler.» (Enbiyâ, 32)
11- «Allah, arz üzerinde sabit dağlar yarattı. Onu bereketli kıldı. Yiyecek ve içeceklerini takdir etmek, sorup suâl edenler için bunların yaratılması dört günde tamamlandı.» (Fussilet, 10)
Şimdi yeryüzünün kabuğunda bir gezinti yapalım. Oradaki dağlan, denizleri, ırmakları, vadileri ve çölleri görmeye çalışalım. Dünyamız ilk elbiselini giydiği günden beri bu tabiat parçaları acaba olduğu gibi duruyor mu? Dünyamızın ilk yaratıldığı gündeki görünümü bugünkünün aynı mıydı, yoksa değişikliğe uğramış mıdır? İçinizden dünyanın hiç değişikliğe uğramadığım söyleyecek birisi çıkabilir. Nitekim bizim gördüğümüz tabiat manzaraları, tarihin muhtelif çağlarında yaşamış olan cedlerimizin görmüş olduğunun hemen hemen aynıdır. Dün cedlerimiz nasıl Nil vadisinde yerleşmişse bugün de biz yerleşiyoruz. Dün nasıl onların çevresinde çöller yer alıyorduysa bugün de bizim çevremizde çöller yer almaktadır. Ama gerçek hiç de böyle değildir. Şüphesiz ki dünyamızda her an renkli değişimler olmakta, ancak bu değişimler pek yavaş yürümektedir. Binlerce yılda ancak farkediIİr. Dünyamızın yaşına ve jeolojik olaylara göre, Firavunların Nil vâdîsine yerleştiği günden bizim yaşadığımız güne pek fazla zaman geçmiş değildir. Yalnızca tabiat mı değişiyor? Hayır, tabiattaki tüm canlılar değişiyor. İlk doğuşundan beri sürekli bir değişme ve gelişme var. Dünya üzerindeki çok yavaş yürüyen değişme, tabiat ve atmosfer olaylarının neticesinde meydana gelmektedir. Yeryüzündeki bu tabii değişimlerin eskiden beri en büyük etkeni ısı derecesinin değişikliğidir. Gece ve gündüz, yaz ve kış değişen hava sıcaklığı en büyük tabiî aşınmanın sebebidir. Bu değişmeler, kayalann parçalanıp dağılmasına sebep olmaktadır. Meselâ bir parça kayayı ısıtsak sonra soğut-sak ve bu ameliyeyi uzun zaman devam ettirsek bir müddet sonra taşın parçalandığını görürüz. Yalnız hava sıcaklığı değil, rüzgârlar, yağmurlar, seller ve dalgalar da büyük tabiî aşınmanın sebebleridir. Hepsi de kayalara çarpar, onları parçalar, bu parçalanan bölümleri, vadilere ve deniz kıyılarına taşırlar. Orada üst üste yığılan bu parçalar tabakalar halinde birleşir, yan yana gelir ve yığma kayaları oluştururlar. Tabiattaki değişikliklerin en önemli âmillerinden birisi de deniz kıyılarıdır. Denizin dibinde kalan kısımlar, zamanla kalkerli taşların oluşumuna sebep olurlar. Aşınma ameliyesi adı verilen bu ameliye, aynı zamanda hem yapma hem de yıkma ameliyesidir. Tıpkı büyük bir kayayı kırıp taşlarından istifâde ederek caddeleri döşeyen veya binaları yapan kimsenin durumu gibi. Yeryüzünde oluşum şekline göre çeşitli kayalara rastlanır.
Vadilerin yamaçlanna, deniz kıyısındaki dikliklere, yapı için kazılan temellere, açılan kuyulardan çıkan maddelere bakarsak yer kabuğunun bazan yumuşak, bazan sert, türlü renk ve görünüşte kayalardan yapıldığını anlarız. Kayalar (kütleler) tek bir maddeden yapılmış değildir. Ayrı ayrı bileşimlerde, renklerde sert veya yumuşak elemanların bir araya gelmesiyle teşekkül etmişlerdir. Bir kayayı teşkil eden bu çeşit elemanların her birine mineral denir. Meselâ granit adı verilen kaya, üç mineralin bir araya gelmesiyle teşekkül etmiştir. Bunlar feldspat, kuvars ve mika'dır. Kayalar üzerinde görülen yüzey şekillerin şu veya bu biçime girmesinde kayaların büyük rolü vardır. İşte coğrafyanın kayalar ve onların özellikleri ile ilgilenmesi bilhassa bu sebeptendir. Bu te'sîrleri iyice kavrayabilmek için, önce kayalar hakkında bilgi edinmek lâzımdır.
Yerkabuğunu meydana getiren kayalar üç farklı takıma ayrılır:
a) Katılaşım kayaları: Bunlar, dünyanın iç kısımlarında bulunan ve magma denilen erimiş ve kızgın maddelerin taşküre içine sokularak ya da kırıklardan, volkanlardan yeryüzüne çıkarak soğuması ve katılaşması ile meydana gelmişlerdir. Bu kayalar tabakalaşma göstermezler. Bazıları İri taneli, bazıları çok küçük taneli olur; bazılarında ise iri taneler adeta hamur içine serpilmiş gibidir. Bu durum, o kayayı meydana getiren magmanın, yavaş ya da hızlı soğumasına bağlıdır. Yeryüzüne kadar çıkan magma çabuk soğur. Bu yüzden kaya, küçük taneli ya da cam gibi olur. Yerkabuğunun derinliklerinde ise, magma yavaş yavaş soğuduğu için buralarda iri kristalli kayalar meydana gelir. Memleketimizde en çok rastlanan katılaşım kayalar; granit, bazalt ve andezitlerdir. Bunlardan granit, iri kristallidir.
b) Tortul kayalar : Dış kuvvetlerle kayalardan koparılıp çukur yerlere, göl ve deniz diplerine taşınıp yığılan ve zamanla kaim tabakalar teşkil eden tortulara bu ad verilir. Bunların yığılmaları çeşitli şekillerde olur.
Tortulaşma, kimyasal yollarla olabilir. İçlerinde erimiş bir halde kalsiyum karbonat taşıyan karbon dioksitli sular, bazı hallerde karbon dioksitin uçması yüzünden içindeki kalsiyum karbonatı tortu halinde bırakır. Yeraltı mağaralarında görülen sarkıt ve dikitler, kalkerli arazîlerde kaynakların ağız kısımlarında görülen traverten denilen (Denizli yakınında Pamukkale'de ve Antalya'da görüldüğü gibi) tortular böyle meydana gelirler.
Bazan tortulaşma, organik yollarla olur. Denizlerde yaşayan ve kalkerli ya da silisli kavkılara sâhib olan küçük canlılar, öldükten sonra deniz diplerine yığılarak, zamanla kalın tabakalar meydana getirirler. En çok rastlanan diğer tortulaşma şekli de; akarsuların, buzulların, rüzgârların, deniz kıyılarında dalgaların ve akıntıların daha önce mev-cûd olan kayaları aşındırıp, küçük parçalara ayırmaları ve bunları sürükleyip çukur yerlere yığmaları ile meydana gelir. Kum, kum taşları, killer, çakıl ve konglomeralar bu şekilde meydana gelirler.
Bütün bu tortular, eğer sonradan iç kuvvetlerle bozulmamış, alt üst olmamışlarsa meydana gelişi sırasına göre birbiri üzerine yığılır ve yatay tabakalar meydana getirirler. Bu tortulaşma, uzun jeoloji devirleri boyunca bazan yüzlerce hattâ binlerce metre kalınlığa erişebilir. Bu tabakaların içinde, onların teşekkül ettikleri jeoloji devrinde yaşayan hayvan ve bitkilerin kalıntılarına, izlerine rastlanır. Bunlara «fosil» adı verilir Fosiller, yerkabuğunu teşkil eden bu tortul kayaların ve tabakaların birbirine nazaran yaşlarım tâyîn etmeye yararlar.
c) Başkalaşmış kayalar: Bunlar tortul kayaların arasına sonradan kızgın magmanın girmesi ya da iç etkenlerin etkisi altında bu kayaların yüksek basınçlara ve yüksek sıcaklıklara mâruz kalmaları sonucunda meydana gelmişlerdir. Bu olaylar tortul kayaların özelliklerini değiştirir. Eskiden kristalli olmayanlar yüksek sıcaklık ve basınç altında eriyip yeniden katılaşan kristalli bir hal alırlar. Yüksek basınçlar bunlara, birbirine sıkı bir şekilde yapışmış ince levhacıklı bir görünüş verir. Gene sıcaklık ve basınç altında meydana gelen kimyasal olaylar neticesinde bileşimleri de değişebilir.
Başkalaşmış kayalar, kristalli oluşlarıyla katılaşım kayalarına yakınlık gösterirler. Fakat bir yandan da tabakalar halinde bulundukları için tortul kayalara benzerler. Bunların en yaygın örnekleri gnasylar, şistler ve mermerlerdir. Gnaysın bileşimi granitin aynıdır; onun gibi kristallidir. Fakat kristalleri tabaka tabaka ezilmiş olduğu için kolayca granitten ayrılır. Şistler çok çeşitli olurlar; bazıları kristalli, bazıları kristalsizdir. Bunlar yaprak yaprak oluşlarıyla tanınırlar. Mermerler, kalkerlerin değişikliğe uğraması ve tamamıyla kristalli bir hal alması ile meydana gelmişlerdir.
Yukarıda açıkladığımız kayalann her birinin ayrı bir yapısı vardır. Bu sebeple bunlar aşındırıcı dış etkenlere karşı aynı derecede dayanamazlar ve bu yüzden de üzerlerinde aynı şekiller meydana gelemez. Demek ki yeryüzü üzerinde gördüğümüz çeşitli arazî şekilleri, sadece iç ve dış kuvvetlerin işi değildir. Bu şekillerin şu ya da bu görünüşte olmaları, onları meydana getiren kayaların özellikleri ile de ilgilidir. Bu durum aynı zamanda bitki örtüsü ve insan hayatı için de önemlidir.
Granit gibi iri taneli katılaşım kayaları üzerinde, günlük sıcaklık farklarının şiddetli olduğu yüksek dağlarda sivri uçlu tepeler meydana gelir. Buna karşılık aşınımın çok ilerlemiş olduğu eski dağlarda ve nemli iklimlerde, granitler kubbe şeklinde yuvarlak tepeler meydana getirirler. Granit farklı minarellerden yapıldığı için kolayca dağılır ve ufalanır. Neticede killi ve kumlu bir toprak teşekkül eder. Bu topraklar bitek değildir.
Kum taşlan, genellikle sarp diklikler meydana getirir. Bu dikliğin üst kısmında az ya da çok geniş düzlükler görülür. Bazı kum taşlarının içinde kolayca aşınan maddeler bulunur. Bu dirençsiz maddeler daha çabuk aşınır ve neticede harabelere benzeyen garip yer şekilleri meydana gelir.
Killer ve şistler, geçirimsiz kayalardır. Aşımma karşı dirençleri azdır. Bu sebepten yüksek tepeler teşkil ettikleri nadiren görülür. Bunların üzerinde şekiller basık, yamaçlar az eğilimli ve vadiler sıktır. Killerden meydana gelen ve bitki örtüsü tarafından korunmayan bazı yamaçlar, sel yarıntıları ile geçilemeyecek kadar parçalanmıştır.
Kalkerler ve bazaltlar çok defa sarp dikliklerle kuşatılan düzlükler meydana getirirler. Çok çatlaklıdırlar. Bu yüzden sular derinlere sızar; yüzeyleri kurudur. Ayrıca kalkerler suda erirler. Bunun sonucunda kalkerler üzerinde bazı özel erime şekilleri (karst şekilleri) meydana gelir.
Gnayslar da sebep oldukları şekiller bakımından az çok granitlere benzer. Bunlar yüksek dağlar üzerinde testere dişlerine benzeyen tepeler meydana getirirler. Buna karşılık çok aşınmış yerlerde üzerlerinde kubbemsi şekiller görülür.
Bilindiği gibi dünyamız hiç bir zaman olduğu şekilde kalmamıştır. Nitekim güneşin, gezegenimize her sabah yeniden doğduğu ve her sabah yeni bir dünya ile karşılaştığı söylenegelmiştir. Aşınma ameliyesinin sonucunda zamanla dağlar kaybolur. Denizlerin dibine dökülen kayalardan okyanusların ağzını dolduran akıntılardan yeni birikimler meydana gelir. Ve yerkabuğunun hareketinden uzun jeolojik zamanlar boyunca yeni dağlar ve denizler oluşur. Bu şekilde meydana gelen en son silsile Alpler ve Himalayalardır. Alplerde ve Himalayalarda yıkılma ve yok olma ameliyesi teşekkül etmemiştir. Bu dağlar 4. Jeolojik devrede meydana, gelmiştir.
Yeryüzünün kabuğu çok hassas Ölçülere dayanmaktadır. Yeryüzünün kabuğundaki her yer diğerini dengeleyen bir terazinin iki kefesi gibidir. Hassas bir terazinin iki kefesi birbirini tam dengeler. Bu denge öbür kefeye bir ağırlık konuncaya kadar devam eder. Ama kefelerden birisinin ağırlığı değişince denge bozulur ve öbür kefe kalkar. Ancak iki kefedeki ağırlık eşitleşince, terazi dengesini tekrar sağlar. îşte dağlar, dünyamız üzerinde böylesine bir denge rolü oynamaktadır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm buna işaretle şöyle buyurmaktadır :
1- «Yeryüzünde sarsılmayasıniz diye sabit dağlar, nehirler ve yollar koymuştur ki onunla, doğru yolu bulaşınız.»
2- «Yeryüzünde insanları çalkalamamak için sabit dağlar yarattık. İnsanlar diledikleri yere gidebilsinler diye yeryüzünde geniş yollar açtık.» (Enbiyâ, 31)
Dünyamızın dış kabuğu Öyle bir denge rolü oynarken merkezdeki iç şartlar bu dengenin rahat ve sürekliliğini bozar. Yerin merkezindeki yüksek basınçlar; merkez ve kabuk arasındaki sıvı kısımda -ki bu kısım henüz donanmıştır- şiddetli yayılan sarsıntılara, bu ise yeryüzünün kabuğunun yükselip alçalmasına sebep olur. Alçalan kısımlara sular dolar ve büyük denizler teşekkül eder. Bu durum, jeolojik devrelerde vâriddir. Karaların ortasını dolduran bu yığınları içerisinde büyük ağırlıklar mesâbesindeki tortular teşekkül eder. Tortulan aşınma ameliyesi dağlardan ve platolardan taşır. Denizlerdeki tortular çoğaldıkça yığılan bu tortular şiddetli basınç neticesinde gelecekteki dağların kökünü teşkil eder. Basınç neticesinde bu kısımlar yükselir ve buranın yükselmeşinden sonra meydana gelen alçak bölümler sularla dolar. İşte jeolojik devreler, uzun yıllar sonunda böyle meydana gelir. Yeryüzünde tabiî dengeyi, yeryüzünün şeklini bozan en büyük sarsıntı; bugünkü jeolojik devrin ortalarına rastlayan ve kırk milyon sene içerisinde teşekkül etmiş olduğu sanılan Alp silsilelerinin oluşmasıdır. Hindistan'ın kuzeyinden Amerika kıyılarına kadar uzandığı tahmin edilen Orta Akdeniz tortularından bugünkü Himalayalar ve Alpler teşekkül etmiştir. Tabiatı itibânyla bu oluşum çok yavaş cereyan etmektedir. Bugün de aynı oluşum sürmektedir. Yerkabuğundaki bu değişikliklerle beraber pek çok volkanlar fışkırmıştır. Kuzey Hindistan'da Dekkan platosunda meşhur bazalt tabakaları bu zamanda teşekkül etmiştir. Bizim memleketimizde (Mısır) Ebu Züber'de Süveyş yolunda ve Peyum civarındaki bazalt tabakalar da bu jeolojik devreye aittir. Yeryüzündeki bu volkanik patlamalar büyük ölçüde azalmış, günümüzde ancak üç yüze yakın volkanik saha kalmıştır. Bunlardan çoğunluğu zaman zaman durur, zaman zaman fışkırır. Bu volkanlar yeryüzünün bazı bölgelerinin çökmesine, bazı bölgelerin de yükselmesine sebep olur.15
19 — Allah; gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bilir.
20 — Allah'tan başka taptıkları; hiç bir şey yaratmazlar. Çünkü onların kendileri yaratılmıştır.
21 — Onlar; diri değil, ölüdürler. Ne zaman dirileceklerini de fark edemezler.
Allah'tan Başka Taptıkları25
Allah'tan Başka Taptıkları
Allah Teâlâ açık olan şeyleri bildiği gibi gizlilikleri ve gönüllerde olam da bildiğini haber veriyor. O, kıyamet günü her amel işleyeni ameli ile cezalandıracaktır: Eğer ameli hayır ise hayırla, şer ise şerle karşılığını verecektir. Sonra Allah Teâlâ, Allah'ın dışında ibâdet edegeldikleri putların hiç bir şey yaratamayacaklarım, aksine onların yaratılmış olduklarını haber verir. Nitekim İbrâhîm Halîl de şöyle demişti : «Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.» (Sâffât, 95-96).
«Onlar diri değil, ölüdürler.» buyurulur ki; onlar cansızdırlar, onlarda rûh yoktur. İşitemezler, göremezler ve akledemezler. «Ne zaman dirileceklerini de fark edemezler.» Kıyametin ne zaman kopacağını bilmezler. O halde onların katında menfaat veya sevâb veya bir ceza nasıl umulabilir? Bunlar ancak her şeyi bilen (Allah) tan umulabilir ki. O her şeyin yaratıcısıdır.16
22 — Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Âhirete inanmayanların kalbleri inkâr edicidir ve onlar büyüklük tasla-yanlardır.
23 — Şüphesiz Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. Ve O, büyüklük taslayanları sevmez.
Tek Bir İlâh. 25
Tek Bir İlâh
Allah Teâlâ Vâhid, Ahad, Ferd ve Samed olan zâtından başka tanrı olmadığına, kâfirlerin kalblerinin bunu inkâr ettiğini haber verir. Nitekim onların şaşkınlık içinde şöyle dediklerini de haber veriyor : «Tanrıları bir tek tanrı mı kıldı? Doğrusu bu, çok tuhaf bir şeydir.» (Sâd, 5). Başka bir âyette de şöyle buyurur: «Allah tek olarak anıldığı zaman âhirete inanmayanların kalbleri tiksinir. Ama Allah'tan başkaları anıldığı vakit hemen yüzleri güler.» (Zümer, 45).
«Kalblerinin Allah'ı birlemeyi inkâr etmesiyle birlikte onlar Allah'ın ibâdetinden de büyüklük taslarlar.» Başka bir âyette: «Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler hor ve hakîr olarak cehenneme gireceklerdir.» (Gâfir, 60) buyrulurken burada da: «Şüphesiz (gerçekten) Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir (ve bunlar karşılığında onları tâm bir ceza ile cezalandıracaktır.) Ve O, büyüklük taslayanları sevmez.» buyurur.17
24 — Onlara: Size Rabbımz ne indirdi? denildiği zaman; geçmişlerin masallarını, derler.
25 — Bununla onlar, kıyamet günü kendilerinin bütün yüklerini taşıdıktan başka, bilgisizlikle baştan çıkardıklarının yüklerinden bir kısmını da sırtlarlar. Dikkat edin; yüklendikleri yük, ne kötüdür.
Allah Teâlâ bu âyetlerde buyurur ki: O, yalanlayanlara : Size Rabbımz ne indirdi? denildiği zaman; onlar cevabtan yüz çevirerek : Geçmişlerin masallarını. O, hiç bir şey indirmemiştir. Bize okunan şey geçmişlerin masallarından başka bir şey değildir. Eskilerin kitab-lanndan alınmadır, derler. Allah Teâlâ başka bir âyette : «Öncekilerin masallarıdır. Başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır, dediler.» (Furkân, 5) buyurur ki; onlar peygambere iftira ediyor, bütünüyle bâtıl olan birbirine zıd muhtelif sözler söylüyorlardı. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur : «Bir bak; sana nasıl misâller getirdiler? Onlar sapmışlardır, bir daha yol bulamazlar.» (Furkân, 9). Bu böyledir; zîrâ kim haktan çıkmışsa; ne söylerse söylesin hatâ etmiştir. Onlar : «O, sihirbazdır, şâirdir, kâhindir, delidir.» diyorlardı. Sonunda biricik şeyhleri Velîd İbn Muğîre el-Mahzûmî'nin onlar için uydurmuş olduğu sözde karâr kıldılar. Onun hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Doğrusu o, düşündü ve ölçüp biçti. Canı çıkası nasıl da ölçüp biçti. Sonra yine canı çıkası nasıl da ölçüp biçti. Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da arkasını dönüp büyüklük tasladı. Ve dedi ki: Bu, sâdece öğretilegelen bir büyüdür.» (Müddes-sir, 18-24). İşte onun bu sözü nakledildi, hikâye edildi ve onun söz ve görüşünden kaynaklanarak yayıldı. Allah hepsim çirkin kılsın.
Allah Teâlâ buyurur ki: «Bununla onlar; kıyamet günü kendilerinin bütün yüklerini taşıdıktan başka, bilgisizlikle baştan çıkardıklarının yüklerini de sırtlarlar.» Onların böyle söylemelerini takdir buyurduk ki; böylece bütün yüklerini taşısınlar, onlara tâbi olan, onlara muvafık hareket edenlerin de yüklerini sırtlasınlar. Böylece kendi sapıklıklarının suçu, günâhı üstlerinde kaldığı gibi başkalarını yoldan çıkarmalan ve onların da kendilerine uymaları suçu da onların üzerinde kalsın. Nitekim bir hadîste şöyle buyrulur: Kim bir hidâyete çağırırsa ona uyanların mükâfatlarının bir benzeri ona da olur. Ona uyanların mükâfatlarından bu hiç bir şey" eksiltmez. Kim de bir sapıklığa çağırırsa; ona uyanların günâhlarının bir misli o çağıranın da üzerine olur. Bu ona uyanların günâhlarından hiç bir şey eksiltmez. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Gerçekten onlar, hem kendi yüklerini ve hem de kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri yüklenecekler ve uydurup durdukları şeylerden dolayı kıyamet günü sorguya çekileceklerdir.» (Ankebût, 13). Avfî'nin İbn Abbâs'tan «Bununla onlar; kıyamet günü kendilerinin bütün yüklerini taşıdıktan başka, bilgisizlikle baştan çıkardıklarının yüklerini de sırtlarlar.» âyeti hakkında rivayet ettiğine göre; bu âyet, Allah Teâlâ'nın: «Bununla onlar kıyamet günü kendilerinin bütün yüklerini taşıdıktan başka bilgisizlikle baştan çıkardıklarının yüklerinden bir kısmını da sırtlarlar.» (Nahl, 25) âyeti gibidir. Mücahid der ki: Onlar kendi yüklerini taşıyacaklar, kendi günâhlarını ve onlara itaat edenlerin günâhlarını da taşıyacaklardır. Onlara tâbi olanların (itaat edenlerin) azabından hiç bir şey hafîfletilmeyecektir.18
26 — Kendilerinden öncekiler de düzen kurmuşlardı. Bunun üzerine Allah; binalarını temellerinden çökertti de üstlerindeki tavanları başlarına yıkıldı. Hem bu azâb, onlara hissedemeyecekleri taraftan gelmişti.
27 — Sonra da kıyamet gününde onları rezîl eder ve der ki: Haklarında tartıştığınız Benim (ortaklarım) nerede? Kendilerine bilgi verilmiş olanlar derler ki: Doğrusu bugün, rezillik ve zillet kâfirleredir
Düzen Kuranlar26
Düzen Kuranlar
İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî'nin «Kendilerinden öncekiler de düzen kurmuşlardı.» âyeti hakkında söylediğine göre o (düzen kuran), yüksek bir kule inşâ ettiren Nemrud'dur. İbn Ebu Hâtim'in ifâdesine nazaran bu görüşün benzeri Mücâhid'den de rivayet edilmiştir. Abdür-rezâk'ın Ma'mer'den, onun da Zeyd İbn Eslem'den rivayetine göre, yeryüzündeki zâlimlerin ilki Nemrud'dur. Allah Teâlâ onun üzerine bir sivrisinek göndermiş sinek onun burun deliğine girmiş ve orada dört yüz sene kalmış. Bu sırada onun başına tokmaklarla vurulurmuş. İnsanların ona en acıyanı ellerini birleştirir ve ikisiyle birden onun başına vururmuş. Zîrâ o, tâm dört yüz sene zalimane yaşamış. Allah Teâlâ da onun hükümranlığı miktarınca ona dört yüz sene azâb etmiş. Sonra da öldürmüştür. İşte göğe doğru yüksek bir kule inşâ etmiş olan budur. Allah Teâlâ'nın hakkında : «Bunun üzerine Allah; binalarını temellerinden çökertti.» buyurduğu kişi de budur. Başkaları : Bilakis, o Buhtunnasr'dır, demişler ve Allah Teâlâ'nın burada hikâye etmiş olduğu hileyi (düzeni) anlatmışlardır. Nitekim Allah Teâlâ İbrahim sûresinde şöyle buyurur : «Halbuki dağları oynatacak güçte olsa bile, onların bu düzenleri Allah'ın elindeydi.» (İbrahim, 46). Bir başkaları da bunun Allah'ı inkâr eden, O'na ibâdette bankalarını ortak koşan kimselerin yaptıklarını ibtâl için bir misâl kabilinden olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Nûh (a.s.) da şöyle demişti: «Büyük büyük düzenler kurdular.» (Nûh, 22). Onlar her vesile ile insanları şirklerine meylettirmek ve insanları saptırmak için her türlü hileyi, düzeni kurmuşlardır. Bu sebeple kıyamet günü onlara tâbi olanlar kendilerine şöyle diyeceklerdir: «Hayır, gece ve gündüz işiniz hilekârlıktı. Hani siz, bizim Allah'a küfretmemizi ve O'na eşler koşmamızı emrediyordunuz.» (Sebe, 33).
«Bunun üzerine Allah; binalarını temellerinden çökertti.» Onu kökünden söküp attı, amellerini yok etti, kazıdı. Başka âyetlerde şöyle buyrulur: «Savaş için ateşi ne zaman körükleseler; Allah onu söndürür.» (Mâide, 64). «Fakat Allah'ın azabı, onlara, hesaplamadıkları yerden geldi. Ve kalblerine korku saldı. Kendi elleriyle ve inananların elleriyle evlerini yıkıyorlardı. Ey basiret sahipleri, ibret alın.» (Haşr, 2). Burada ise şöyle buyurulmaktadır: ((Bunun üzerine Allah; binalarını temellerinden çökertti de tavanları başlarına yıkıldı. Hem bu azâb; onlara hissedemeyecekleri taraftan gelmişti. Sonra da kıyamet günü onları rezîl eder.» Rtisvâylıklannı, kalblerinin gizlediklerini açığa çıkarır, alenî kılar. Başka bir âyette de şöyle buyrulur: «O günde ki sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır.» (Tank, 9). Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Kıyamet günü her bir zâlim için oturak yerinin yanına zulmü ölçüşünce bir bayrak dikilir ve : Bu filân oğlu filânın zulmüdür, denilir. Böylece onların gizlemiş oldukları hîle, insanlara açıklanır ve Allah Teâlâ bütün yaratıkların gözleri önünde onları rüsvây eder. Rab Teâlâ, onları -azarlama sadedinde şöyle buyurur : «"Haklarında tartıştığımız Benim eşlerim nerede? Onların yolunda savaştığınız, düşmanlık ettiğiniz ortaklar nerede? Onlar nerede; size yardım etmeleri, burada sizi kurtarmaları nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?» (Şuarâ, 93). (cArtık onun gücü de, yardımcısı da yoktur.» (Tank, 10). Hüccetler onların aleyhine yönelip aleyhlerinde delil ortaya konup ta (azâb) kelimesi onlar hakkında gerçekleşince ve kaçılamayacak bir zamanda, özür dileyemeyecek bir duruma düşürüldüklerinde, susturulduklarında; dünya ve âhirette efendi olan ve kendilerine bilgi verilmiş olanlar, dünyada ve âhirette hakkı aramış olanlar işte o zaman derler ki: Doğrusu bugün; rezillik, zillet, rüsvâylık, azâb Allah'ı inkâr etmiş, hiçbir fayda ve zarar veremeyecek biriyle Allah'a ortak koşmuş olan kâfirleredir, onları kuşatmıştır, derler.19
28 — Melekler; kendilerine zulmetmiş olanların canını alırken: Biz, hiç bir kötülük yapmıyorduk, diyerek teslim olurlar. Hayır, Allah sizin neler yaptığınızı bilir.
29 — Haydi cehennemin kapılarından girin. Orada temelli kalacaksınız. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür.
Haydin Cehenneme. 27
Haydin Cehenneme
Allah Teâlâ, kendilerine zulmetmiş müşriklerin ruhlarını teslim etme anındaki durumlarım ve ruhlarını almak üzere onlara meleklerin gelişini haber verir. Onlar, «Biz, hiç bir kötülük yapmıyorduk, diyerek (işitme, itaat ve boyun eğme izhâr ederek) teslîm olurlar.» Nitekim onlar Allah'a dönüş gününde (âhirette) şöyle diyeceklerdir: «Andolsun Allah'a ki, ey Rabbımız; biz müşriklerden değildik» (En'âm, 23). «Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, size yemîn ettikleri gibi O'na da yemin ederler.» (Mücâdile, 18). Allah Teâlâ onların bu sözlerini yalanlayarak şöyle buyurur : Hayır, Allah sizin neler yaptığınızı bilir. Haydi cehennemin kapılarından girin. Orada temelli kalacaksınız. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür. Allah'ın âyetlerine karşı ve Allah'ın elçilerine tâbi olmaktan büyüklenen kimseler için ne kötü kalacak yer ve ne kadar aşağılatılmış (alçaltılmış) bir yurttur orası.
Onların ruhları cehenneme, öldükleri günden itibaren girecek, ka-birlerindeki cesedlerine cehennemin sıcaklığı ve sıcak yeli gelecektir. Kıyamet günü olduğunda, ruhları cesedlerine girecek ve cehennem ateşinde ebediyyen kalacaktır. «Aleyhlerine hüküm verilmez ki ölsünler. Onlardan cehennemin azabı da eksiltilmez.» (Fâtır, 36). «Sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün; Firavun'un adamlarını azabın en şiddetlisine sokun, denir.» (Ğâfir, 46).20
30 — Müttakîlere: Rabbınız ne indirdi? denildiği vakit : Hayır indirdi, derler. Bu dünyada ihsan edenlere iyilik vardır, âhiret yurdu ise daha hayırlıdır. Müttakîlerin yurdu ne de güzeldir.
31 — Adn cennetlerine girerler. Onların altlarından ırmaklar akar. Orada diledikleri kendilerinindir. Ve işte Allah, müttakîleri böyle mükâfatlandırır.
32 — Onlar; meleklerin, güzel güzel canlarını alacakları kimselerdir. Selâm size, yaptıklarınıza karşılık haydi girin cennete, derler.
Ve Müttakiler27
Ve Müttakiler
Bu, âyet biraz Önce mutsuzlar hakkında verilen haberin hilâfına mutlular hakkında verilen bir haberdir. Mutsuzlar kendilerine: «Rab- biniz ne indirdi.» denildiği zaman cevaptan yüz çevirerek: «Hiç bir şey indirmedi. Bu ancak geçmişlerin masallarından ibarettir.» demişlerdi. Bunlar ise : Hayır indirdi, ona tâbi olan ve îmân edenler için rahmet, bereket ve güzellik indirdi, derler. Sonra bunlara (mutlu kişiler) Allah'ın peygamberlerine indirdikleri içinde Allah'ın, kullarına neler va'detmiş olduğu şöyle haber verilir: «Bu dünyada ihsan edenlere iyilik vardır. Âhiret yurdu ise. daha hayırlıdır.» Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur: «Kadın olsun, erkek olsun; her kim inanmış olarak iyi amel işlerse; ona hoş bir hayat yaşatacağız. Mükâfatlarını yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.» (Nahl, 97). Kimin dünyada ameli güzel olursa; Allah Teâlâ dünyada ve âhirette ihsanda bulunur. Sonra da onlara âhiret yurdunun dünya hayatından daha hayırlı olduğu, oradaki mükâfatın dünyadaki mükâfattan daha mükemmel olacağı haber verilmektedir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde : «Kendilerine bilgi verilmiş olanlar da şöyle demişti: Yazıklar olsun size. Allah'ın mükâfatı iman ve iyi amel eden kimseler "için daha hayırlıdır.» (Kasas, 80). «Allah katında olanlar; kendileri için daha hayırlıdır.» (Âl-i İmrân, 198). «Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha bakîdir.» (A'lâ, 17) buyururken Rasûlü (s.a.) ne de şöyle buyurur: «Elbette âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.» (Duhâ, 4). Daha" sonra onlar, âhiret yurdunu vasfeder ve: «Müttakîlerin yurdu ne de güzeldir!» derler.
âyeti bir önceki âyette bulunan kısmından bedeldir. Yani âhirette onlar için And cennetleri; girecekleri, ebediyyen ikâmet edecekleri cennetler Vardır. Onların altlarından ırmak lar akar. Bu cennetlerin ağaçları ve köşkleri arasında ırmaklar akar. Orada diledikleri kendilerinindir. Allah Teâlâ, «Canların istediği ve gözlerin hoşlandığı her şey oradadır. Ve siz orada ebediyyen kalacaksınız.» (Zuhruf, 71) buyururken bir hadîste de şöyle haber verilmektedir: Muhakkak bir bulut, içeceklerinin başında oturmuş cennet ehlinden bir gruba uğrar. Onlardan birisi bir şeyi arzular arzulamaz hemen onların üzerine yağdınverir. O kadar ki onlardan birisi: Bize genç huriler yağdır, ûese bu hemen oluverir. «Ve işte Allah müttakîleri, (zâtına îmân eden,,.O'ndan sakınan ve âmelini güzel yapan herkesi) böyle mükâfatlandırır.»
Sonra Allah Teâlâ onların, ruhlarım teslîm etme anındadaki durumlarını haber verir. Onlar şirkten, kirden ve her türlü kötülükten tertemizdirler. Melekler onlara selâm verecek ve onları cennetle müjdeleyecektir. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur: <(Muhakkak ki, Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin Üzerlerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size va'dolunan cennetle sevinin, derler. Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostlannizız. Burada canlarınızın çektiği şeyler sizindir. Ve burada size, umduğunuz her şey var. Gafur, Rahîm olanın ikramı olarak.» (Fussilet, 30-32). Mü'minin ve kâfirin ruhlarının kateolunması hakkındaki vârid olmuş hadîsleri, «Allah inananları, dünya hayatında ve âhirette sağlam bir söz üzerinde tutar. Zâlimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar.» (İbrahim, 27) âyetinin tefsirinde vermiştik.21
33 ~ Onlar, kendilerine meleklerin veya senin Rab-bmın emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.
34 — Bunun için işledikleri kötülüklere uğradılar ve alay ettikleri şey onları kuşattı.
Allah Teâlâ müşriklerin bâtılda ısrar ve devam etmeleri ve dünya ile aldanmaları karşısında onları tehdîdle : Bunlar meleklerin canlarını almaya gelmesini mi bekliyorlar? buyurur. Bu açıklama Katâ-de'nindir. «Veya senin Rabbının emrinin gelmesini mi bekliyorlar?» âyetinde kıyamet günü ve orada görecekleri korkular kasdedilmek-tedir
Onlardan öncekiler de, onların benzerleri olan geçmiş müşrikler de şirklerinde böyjece devam etmişler ve nihayet Allah'ın baskınını tatmışlar, içinde bulundukları azâb ve cezaya dûçâr kalmışlardır, Allah onlara zulmetmemiştir. Zîrâ Allah Teâlâ onlara elçilerini göndermek ve kitablarmı indirmek suretiyle hüccetlerini onların aleyhine dikmiş ve onlardan özür beyan etmek hakkını kaldırmıştır. Ancak onlar elçilere muhalefet etmek ve onların getirdiklerini yalanlamak suretiyle kendilerine zulmetmişlerdir. Bu sebepledir ki bu fiillerine karşı-Üİ Allah'ın azabına dûçâr kalmışlar ve alay etmiş oldukları elem verici azâb onları kuşatıvermiştir. Peygamberler onları Allah'ın cezalandırması İle tehdîd ettiğinde; onlar, peygamberlerle alay etmişlerdi. Bunun içindir ki kıyamet günü onlara : «Yalanlayıp durduğunuz ateş işte budur.» (Tür, 14) denilecektir.22
35 — Şirk koşanlar dediler ki: Allah dileseydi; ne biz, ne de babalarımız O'ndan başka bir şeye tapınırdık. O'nun emri dışında hiç bir şeyi haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygambere; apaçık tebliğden başka ne düşer?
36 — Andolsun ki her ümmete: Allah'a ibâdet edin ve putlardan kaçının, diye peygamberler göndermişizdir. Allah, içlerinden kimini hidâyete erdirdi. Kimi de sapıklığı hak etti. Şimdi yeryüzünde gezin de; peygamberleri yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün.
37 — Onların hidâyeti bulmalarına ne kadar hırs göstersen muhakkak ki Allah dalâlete sapanı hidâyete erdirmez ve onların yardımcıları da yoktur.
Müşriklerin Boş İddiaları28
Müşriklerin Boş İddiaları
Allah Teâlâ müşriklerin içinde bulundukları şirkde aldanmada olduklarını ve kaderi delil getirerek Özür beyân etmeye kalkıştıklarını haber verir. Onlar bunu şu sözleriyle ifâde ederler: Allah dileseydi; ne biz, ne de babalarımız O'ndan başka bir şeye tapınırdık. O'nun emri dışında beş kere doğuran ve beşincisi dişi olan develeri, putlara adanan ve serbest bırakılan develeri, altı batın çifter çifter doğuran koyunları ve benzerlerini haram kılmazdık. Halbuki onlar, Allah kendilerine bu hususta bir hüküm indirmemişken; bunları kendiliklerinden ileri sürüp uydurmuşlardır. Onlar bu sözleri ile şöyle demek İstiyorlar : Şayet Allah Teâlâ bizim yaptıklarımızdan hoşlanmamış olsaydı, bunu bizim üzerimize indireceği bir ceza ile belli eder ve bunları yapmamıza fırsat vermezdi. Allah Teâlâ onlann bu şüphelerine bir reddiye olmak üzere şöyle buyurur: «Peygambere; apaçık tebliğden başka ne düşer?)) "İ'ani durum onlann sandığı gibi değildir. Alİah Teâlâ onları kınamamış, yermemiş değildir. Bilakis onları şiddetle yermiş ve en kuvvetli yasaklama ile onlara bu yaptıklarını yasaklamış, her ümmete peygamber göndermiştir. İnsanlardan her nesle ve gruba peygamber göndermiştir ki; bu peygamberlerin hepsi de, Allah'a ibâdete çağırmış ve Allah'ın dışındaki şeylere ibâdeti yasaklamıştır. Peygamberler, «Allah'a ibâdet edin ve putlardan kaçının.» emrini onlara iletmişlerdir. Allah Teâlâ Âdem oğullarından yeryüzü halkına Allah'ın göndermiş olduğu ilk peygamber olan Nûh (a.s.) un gönderilmiş olduğu Nûh kavmi içinde Allah'a ortak koşmanın meydana gelmesinden bu yana daveti doğu ve batılarda bütün insan ve cinleri kapsayan Muhammed (s.a.) ile tamamlayıncaya kadar insanlara peygamberler göndermeye devam etmiştir. Bütün peygamberler Allah Teâlâ'nın şu âyetlerinde belirtilen niteliklere sahiptir: «Senden Önce gönderdiğimiz her peygambere : Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk edin, diye vahyetmişizdir.» (Enbiyâ, 25). «Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor. Biz, Rahmân'dan başka ibâdet edilecek tanrıları meşru kılmış mıyız?» (Zuhruf, 45). Bu âyet-i kerîme'de de Allah Teâlâ «Andolsun ki, her ümmete : Allah'a ibâdet edin ve putlardan kaçınızı, diye peygamberler göndermişizdir.)) buyurur ki; bundan sonra hangi müşrik, «Allah dileseydi; ne biz, ne de babalarımız O'ndan başka bir şeye tapınırdık.» diyebilir ki? Allah Teâlâ'nın şer'î dilemesi, bunu onlar için muhal kılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ onları, peygamberlerinin dili ile bundan men'etmiştir. Kevnî dilemesine gelince; Allah'ın kevnî dilemesi, Allah'ın bir takdiri olarak onlara bu imkânı vermesidir. Onların bu hususta Allah Teâlâ'ya karşı bir hüccetleri yoktur. Çünkü Allah Teâlâ cehennemi ve şeytânlarla kâfirlerden oluşan oranın ehlini yaratmıştır. O kullan için küfre asla razı olmaz. Bu hususta en yüce hüccet ve kesin hikmet O'nundur.
Allah Teâlâ onları yerdiğini, peygamberlerin uyarmasından sonra onları dünyada azâbla tehdîd buyurduğunu haber veriyor. Bu sebepledir ki: «İçlerinden kimini Allah hidâyete erdirdi. Kimi de sapıklığı haketti. Şimdi yeryüzünde gezin de, peygamberleri yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün.» Peygamberlere zıd giden ve gerçeği yalanlayanların durumu ne olmuştur bir sorun. «Allah onlan yere batırmıştır ve kâfirlere de bunun benzerleri vardır.» (Muhammed, 10).
«Andolsun ki, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Ama Benim inkârım nice oldu?» (Mülk, 18). Daha sonra Allah Teâlâ, Rasûlü (s.a.) nün onların hidâyete ermelerine olan hırsının eğer Allah Teâlâ onları saptırmayı murâd buyurmuşsa hiç bir fayda vermeyeceğini haber verir. Nitekim başka. bir âyette: Allah kimin de fitneye düşmesini isterse; onun için senin Allah'a karşı hiç bir şeye gücün yetmez.» (Maîde, 41) buyururken Nûh (a.s.) da kavmine : «Allah sizi azdırmak isterse; ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz.» (Hûd," 34) demiştir. Bu âyet-i kerîme'de ise : «Onların hidâyeti bulmalarına ne.kadar hırs göstersen muhakak ki, Allah dalâlete sapam hidâyete erdirmez.» buy-rulurken Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur: «Kimi Allah saptınrsa; onu doğru yola götürecek yoktur. O, bunları taşkınlıkları içinde serseri bir halde bırakır.» (A'râf, 186), «Doğrusu, üzerlerine Rab-bınm sözü hak olanlar inanmazlar. Onlara her türlü âyet gelse bile. Elem verici azabı görünceye kadar.» (Yûnus, 96-97).
«Muhakkak ki Allah'ın şâm ve durumu şudur ki; O'nun dilediği olur, O'nun dilemediği olmaz.» Bu sebepledir ki şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki Allah, dalâlete sapanı hidâyete erdirmez. Allah'ın saptırdığını Allah'tan sonra hidâyete erdirecek kimdir? Hiç kimse yoktur ve onları Allah'ın azabından kurtaracak yardımcıları da yoktur. «Bilin ki; yaratma da, emir de O'nundur. Âlemlerin Rabbı olan Allah'ın şâm ne yücedir.» (A'râf, 54).23
38 — Onlar: Ölen kimseyi Allah diriltmez, diye olanca güçleriyle yemîn ettiler. Hayır, Öyle değil. Bu, O'nun dosdoğru bir va'didir. Ancak insanların bir çoğu bilmezler.
39 — Üzerinde ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklasın ve küfredenler gerçekten yalancı olduklarını bilsinler diye, diriltecektir.
40 — Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona, sözümüz sâdece; ol, demektir ve o, hemen oluverir.
«Ol» Emri29
«Ol» Emri
Allah Teâlâ müşriklerden haber veriyor ki; onlar, Allah'ın ölenleri diriltmesini uzak görerek peygamberlerin bu hususta vermiş oldukları haberleri yalanlayarak, peygamberlerin verdiği haberlerin zıddına yemîn ederek, kuvvetli en ağır yeminlere kendilerini zorlayarak: «Ölen kimseyi Allah diriltmez.» demişlerdir. Allah Teâlâ onları yalanlama ve onlara bir cevab olarak : ((Hayır öyle değil, (aksine bu mutlaka olacaktır.) Bu; O'nun dosdoğru, (mutlak ve kesin) bir va'didir. Ancak insanların bir çoğu bilmezler.» Bilgisizliklerinden ötürü peygamberlere muhalefet eder ve küfre düşerler.
Daha sonra Allah Teâlâ, Allah'a dönüşün ve kıyamet günü cesed-lerin diriltilmesinin hikmetini beyânla şöyle buyurur: «Üzerinde ihtilâfa düştükleri (her) şeyi onlara (insanlara) açıklasın... diye dirilte-cektir.» «Kötülük edenlere yaptıklarının karşılığını vermesi, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir.» (Necm, 31). «Küfredenler (Allah'ın ölen kimseyi diriltmeyeceğine dâir yaptıkları yeminlerinde) gerçekten yalancı olduklarını bilsinler diye.» Bu sebepledir ki onlar, kıyamet günü cehennem ateşine atılacaklar ve zebaniler kendilerine şöyle diyeceklerdir: «Yalanlayıp durduğunuz ateş işte budur. Bu bir büyü müdür, yoksa siz görmüyor musunuz? Girin oraya. Sabretseniz de, sabretmeseniz de artık birdir. Çünkü siz, ancak işlediklerinizin karşılığına çarptırılıyorsunuz.» (Tür, 14-16).
Daha sonra Allah Teâlâ dilediğine güç yetireceğini, yeryüzünde ve gökte hiç bir şeyin O'nu âciz bırakamayacağını, bir şeyi murâd buyurduğu zaman ona emrinin «ol» demesi olacağını, onun da hemen olu-vereceğini, varlıkları yeniden diriltmesinin bu cümleden olduğunu, onların olmasını murâd buyurduğu zaman buna emrinin bir defa olacağını ve onların da dilediği şekilde hemen meydana gelivereceğini haber verir. Başka âyetlerde : «Ve Bizim emrimiz birdir, bir göz kırpması gibidir.» (Kamer, 50), «Sizin yaratılmanız da, yeniden diriltilmeniz de bir tek kişininki gibidir.» (Lokman, 28) buyururken, bu âyet-i ke-rime'de de şöyle denilmektedir: «Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman; ona, sözümüz sâdece; ol, demektir. (O'na bir kere emretmektir) ve (bir de bakarsın ki) o, hemen oluvermiştir. (...) Allah Teâlâ'nın emrettiğini te'kîde ihtiyâcı yoktur. Zîrâ Allah Teâlâ'ya karşı durulamaz ve O'na muhalefet edilemez. Muhakkak Vâhid, Kahhâr, Azîm O'dur. Saltanatı, ceberûtu ve izzeti her şeyi hükmü altına almıştır, O'ndan başka tanrı, O'nun dışında Rab yoktur.
İbn Ebu Hatim der ki: Hasan İbn Muhammed îbn Sabâh'm zikrettiğine göre... Ebu Hüreyye şöyle dermiş: «Allah Teâlâ buyurur ki: Âdemoğlu, Bana sövmesi yaraşmazken sövmüştür. Beni yalanlaması yaraşmazken beni yalanlamıştır. Beni yalanlamasına gelince: «Ölen kimseyi Allah diriltmez, diye olanca güçleriyle yemîn ettiler.» Ben büyürdüm ki: «Hayır, öyle değil. Bu, O'nun dosdoğru bir va'didir. Ancak insanların bir çoğu bilmezler.» Bana sövmesine gelince o : «Muhakkak Allah üçün üçüncüsüdür.» demiştir. Ben de büyürdüm ki: «De ki: O Allah bir tektir. Allah'tır, Samed'dir. Doğurmamış ve doğu-rulmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir.» (İhlâs, 1-3). Hadîs İbn Ebu Hatim tarafından mevkuf olarak zikredilmiştir. Buhârî ve Müslim'in Sajıîh'lerinde merfû olarak ve başka lâfızlarla mevcûddur.24
41 — Zulmedildikten sonra, Allah yolunda hicret eden kimseleri, andolsun ki dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Şayet bilselerdi.
42 — Onlar sabreden ve yalnız Rablarına tevekkül edenlerdir.
Allah Teâlâ, Allah'ın sevabını ve mükâfatını umarak ülkelerinden, kardeşlerinden ve dostlarından ayrılan, Allah'ın hoşnûdluğunu dileyerek Allah yolunda hicret edenlere vereceği mükâfatı haber veriyor. Bu âyet-i kerîme'nin nüzul sebebinin, Mekke'de kavimlerince şiddetli eziyete dûçâr. bırakılan ve Habeşistan'a hicret edenler hakkında olması muhtemeldir. Onlar, kavimlerinin kendilerine eziyeti ağır-laşınca; Rablarına ibâdet imkânı bulmak üzere onların aralarından ayrılıp Habeş ülkesine hicret etmişlerdir. Osman İbn Affân ve hanımı Allah Rasûlü (s.a.) nün kızı Rukıyye, Allah Rasûlü'nün amcası oğlu Ca'fer îbn Ebu Tâlib, Ebu Seleme İbn Abdülesed bunların eşrafından olup kadınlı erkekli sıddîk ve sıddîkalardan müteşekkil yaklaşık seksen kişilik bir grup idiler. Allah Teâlâ. onlardan hoşnûd olsun ve onları hoşnûd kılsın. Nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında böylece yapmış, dünya ve âhirette güzel karşılık ve mükâfatı onlara va'-detmiş, dünyada onları güzel bir yere yerleştirmiştir. îbn Abbâs, Şa'bî ve Katâde, «Dünyada güzel bir yere yerleştiririz.» âyetinde Medine'nin kasdedildiğini söylerler. Bunun «Temiz rızık» olduğu da söylenmiştir ki, bu görüş Mücâhid'e aittir. Ancak bu iki görüş arasında bir zıdlık yoktur. Muhakkak ki onlar; evlerini, mallarını bırakmışlar. Allah Teâlâ da dünyada buna mukabil onlara daha hayırlısını bahsetmiştir. Kim ki Allah için bir şeyi bırakırsa; Allah Teâlâ onun yerine kendisine daha hayırlısını verir. Onlar hakkında da böyle olmuştur. Allah onları ülkelere yerleştirmiş, kullarının idaresini onlara vermiş, emirler, hâkimler olmuşlar, onlardan her bireri müttakîlere imâm, önder olmuştur. Allah Teâlâ, muhacirler için âhiret yurdunda hazırlamış olduğu sevabın onlara dünyada iken vermiş olduğundan daha büyük olduğunu haber verir ve : «Âhiret mükâfatı ise (dünyada onlara verdiğimizden) daha büyüktür. Şayet bilselerdi.» Onlarla beraber hicret etmeyip de geri kalanlar, Allah'ın kendisine itaat edenlerle Rasûlüne tâbi olanlar için hazırlayıp biriktirmiş olduğu şeyleri bir bilseler! Bu sebebledir ki Hüşeym'in Avvâm'dan, onun da birisinden rivayetine göre; Ömer İbn Hattâb (r.a.),muhacirlerden birine bir şey (hediyye) verdiği zaman : Al, Allah bunu senin için bereketlendirsin (mübarek kılsın). Bu, Allah'ın sana dünyada iken va'detmiş olduğudur. Âhirette senin için biriktirdiği ise daha üstündür, der sonra: «Andolsun ki, dünyada onları güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Şayet bilselerdi.» âyetini okurmuş. Allah Teâlâ daha sonra onların niteliklerini beyânla şöyle buyurur : «Onlar (kavimlerinden kendilerine eziyet edenlere) sabreden ve yalnız (dünyada ve âhirette güzel akıbeti onlara bahşeden) Rablarına tevekkül edenlerdir.»25
43 — Senden önce de ancak kendilerine vahyeder olduğumuz adamlar gönderdik. Öyleyse bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.
44 — Kitablar ve apaçık delillerle Sana da insanlara indirileni açıklayasm diye bu zikri indirdik. Belki düşünürler.
İbn Abbâs'tan rivayetle Dahhâk der ki: Allah Teâlâ Muhammed (s.a.) i peygamber olarak gönderdiğinde, araplar veya araplardan inkâr edenler bunu kabullenmediler ve : Allah, bir beşeri elçi olarak göndermeyecek kadar büyüktür, dediler de Allah Teâlâ : «İçlerinden bir adama... vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti?» (Yûnus, 2) ve: «Senden önce de ancak kendilerine vahyeder olduğumuz adamlar gönderdik. Öyleyse bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.» âyetlerini indirdi. Burada geçmiş kitâblar ehli kasdedilmektedir. Onlara sorun ki: Size gelmiş olan elçiler beşer miydiler, yoksa melekler miydiler? Eğer melekler idiyseler inkâr edin, ama beşer idiyseler Muhammed (s.a.) in peygamber oluşunu inkâr etmeyin. Allah Teâlâ başka bir âyette: «Senden önce gönderdiğimiz elçiler de ancak kasabalar halkından, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerdi.» (Yûsuf, 109) buyurur ki; onlar, sizin söylediğiniz gibi gök ehlinden değildiler. Burada «Zikir ehli» nden maksadın, ehli kitâb olduğu Mücâhid kanalıyla İbn Abbâs'tan da rivayet edilmiştir. Bu açıklama Mücâhid ve A'meş'indir. Abdur-rahmân İbn Zeyd'in : Zikirden maksad, Kur'an'dır, demesi ve buna: «Muhakkak ki Kur'an'ı, Biz indirdik Biz. Onun koruyucusu da elbette Biziz.» (Hıcr, 9) âyetini delil getirmesi doğrudur. Ancak burada maksad, bu değildir. Zîrâ muhalif olan kişi, onu inkârından sonra kabule (bununla) dönmez. Aynı şekilde Ebu Cafer el-Bâkır'ın : Biz, zikir ehliyiz, demesi ve bununla bu ümmetin zikir ehli olduğunu kasdedmiş olması da doğrudur. Muhakkak ki bu ümmet, geçmiş bütün ümmetlerden daha iyi bilen bir ümmettir. Dosdoğru sünnet üzere oldukları takdirde Rasûlullah'm Ehl-i beyt'inin âlimleri de, âlimlerin en hayırlıla-rmdandır. Hz. Ali, İbn Abbâs, Hz. Ali'nin oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn Hanefiyye, Ali İbn Hüseyn Zeynelâbidin, Ali İbn Abdullah İbn Abbâs, Ebu Ca'fer el-Bâkır ki bu zât Muhammed İbn Ali İbn Hüseyn'dir— oğlu Ca'fer ve emsali ile benzerleri bunlardandır. Bunlar Allah'ın sapasağlam ipine, dosdoğru yoluna sarılmış, her hak sahibinin hakkını tanımış, onlardan her bireri Allah ve Rasûlünün kendilerine vermiş olduğu mertebelere çıkarılmış, Allah'ın bütün inanan kalbleri onların sevgisinde toplanmıştır.
Bu âyetten maksad şudur ki; âyette, Muhammed (s.a.) den önce geçen peygamberler, Hz. Muhammed (s.a.) in de olduğu gibi beşer idiler. Nitekim buna şu âyetlerde de işaret edilmektedir : «De ki: Tenzih ederim Rabbımı. Ben, peygamber olarak gönderilmiş bir beşerden başkası değilim. Onlara hidâyet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan sâdece: Allah, peygamber olarak bir beşer mi göndermiştir? demeleridir.» (îsrâ, 93-94), «Senden Önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, sokaklarda gezinirlerdi.» (Furkan, 20), «Biz onları yemek yemez bir cesed kılmadık ve onlar dünyada ebedî de değillerdir.» (Enbiyâ, 8), «De ki: Ben, peygamberlerin ilki değilim.» (Ahkâf, 9), «De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Yalnız bana vahyediliyor.» (Kehf, 110).
Sonra Allah Teâlâ peygamberlerin beşer olması'hususunda şüphesi olanlara, geçmiş kitâb sahiplerinden geçen peygamberlerin beşer mi yoksa melekler mi olduklarını sormalarını öğütlüyor. Ve onları; kitâblar, deliller ve hüccetlerle gönderdiğini beyân buyuruyor. Âyette geçen kelimesi, kitâblar anlammadır. Bu açıklama İbn Ab-bâs, Mücâhid, Dahhâk ve başkalarına aittir. Âyetteki bu kelime, kelimesinin çoğuludur. Araplar «yazdım» diyecekleri zaman bu anlamda olmak üzere v derler. Şu âyetlerde de bu kelime aynı anlamda kullanılmıştır : «Yaptıkları her şey kitablar-da kayıdlıdır.» (Kamer, 52), «Andolsun ki Tevrât'dan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak sâlih kullarımın mîrâscı olduğunu yazmıştık.» (Enbiyâ, 105).
Allah Teâlâ buyurur ki: «Sana da insanlara (Rablarmdan) indirileni açıklayasın diye bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik.» Senin sana indirileni bilmem, ona arzulu, istekli olman, ona tâbi olup uyman sebebiyle bir de Biz senin yaratıkların en üstünü, Âdemoğlunun efendisi olduğunu bilmemizle sana bu zikri; Kur'ân'ı indirdik. Sen ondan mücmel kalanı onlara açıklarsın, müşkil olanlarını da beyân edersin. «Belki düşünürler.» Kendi nefislerine bakarlar, hidâyete ererler, böylece dünya ve âhirette kurtuluşu kazanırlar.26
45 — Kötü işler düzenleyenler, Allah'ın kendilerini yere batırmasından, yahut haberleri yokken üzerlerine ansızın azâb gelmesinden emîn mi bulunuyorlar?
46 — Yahut onlar dönüp dolaşırken kendilerini yakalamasından mı? Allah'ı âciz bırakacak değillerdir.
47 — Yahut yok olmak endîşesindeyken yakalamasından mı? Muhakkak ki Rabbın, Rauf'tur, Rahîm'dir.
Allah Teâlâ halım olduğunu ve âsîlere mühlet verdiğini haber veriyor. O âsîler ki; kötülükleri işlerler, insanları kötülüklere çağırırlar, insanlara karşı kötü işler düzenlerler, insanları kötülüklere çağırır, kötülüklere sürüklerler Allah Teâlâ onları yere batırmaya kadir olmakla ve azâbdan haberleri yokken, azabın kendilerine nereden geleceğini bilmezlerken üzerlerine ansızın azabı göndermeye kadir olmakla birlikte onlara mühlet vermektedir. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurmaktadır : «Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden emîn mi oldunuz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır. Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından emîn mi oldunuz? Benim tehdidimin nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.» (Mülk, 16-17).
«Yahut onlar dönüp dolaşırlarken, (yolculuk ve benzeri oyalayıcı meşguliyetler içinde geçimleri için dönüp dolaşır, bunlarla meşgul olurlarken azabın) kendilerini yakalamasından emîn mi oldular?» Katâ-de, ve Süddî, âyetteki kelimesini; yolculukları, şeklinde açıklamışlardır. Mücâhid ve Dahhâk ise bu kelimeyi; gece ve gündüz, şeklinde açıklar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Kasabaların halkı; kendileri geceleyin uyurlarken, azabımızın onlara gelip çatmasından emîn mi oldular? Yoksa kasabaların halkı; kendileri, güpegündüz oynarlarken azabımızın onlara gelip çatmasından emîn mi oldular?» (A'râf, 97-98) «(Muhakkak ki onlar, hangi halde olurlarsa olsunlar) Allah'ı âciz bırakacak değillerdir.»
Allah Teâlâ : «Yahut yok olmak endîşesindeyken yakalamasından mı?» buyurur ki; onlar, Allah'ın kendilerini yakalayıvermesinden korkmaları halinde Allah'ın yakalamasından emîn mi oldular? Muhakkak ki bu, yakalama hallerinin en şiddetlisidir. Zîrâ korku ile meydana gelmesi beklenenin husulü elbette daha şiddetlidir. Bu sebepledir ki İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî onun «Yahut yok olmak endîşesindeyken yakalamasından mı?» âyeti hakkında şöyle demiştir: Allah Teâlâ buyurur ki: Dilersem onu arkadaşının ölümünün peşinden ve bundan korkması hali üzere iken yakalayıveririm. Mücâhid, Dahhâk, Katâde ve başkalarından da bu açıklama rivayet edilmiştir.
Sonra Allah Teâlâ: «Muhakkak ki Rabbm, Rauf'tur, Rahîm'dir.» buyurur ki, size azabı hemen göndermez. Nitekim Öuhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde mevcûd bir hadîste Allah Rasûlü : Muhakkak Allah zâlime mühlet verir de sonunda öyle bir yakalar ki o, asla kurtulamaz, buyurmuş sonra: «îşte böyledir Rabbmın yakalayışı, kasabaların zâlim halkım yakaladığı zaman. Çünkü O'nun yakalaması hem şiddetli, hem de acıklıdır.» (Hûd, 102) âyetini okumuştur. Allah Teâlâ da başka bir âyette şöyle buyurmuştur : «Nice kasabalar vardır ki, zâlim olduğu halde halkına mühlet vermiştim. Sonunda onları yakalayıverdim ve dönüş yalnız Bana'dır.» (Hacc, 48).27
48 — Allah'ın yarattığı şeylerin gölgelerinin sağa sola vurarak boyun eğip Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?
49 — Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler, büyüklük taslamaksızın Allah'a secde ederler.
50 — Üstlerinden, Rablarından korkarlar ve emro-lundukları şeyleri yaparlar.
Gölgelerdeki Hikmet32
Gölgelerdeki Hikmet
Allah Teâlâ cansızı ile, hayvanları ile, mükellef olan insan, cin ve melekleri ile bütün yaratıkların, her şeyin boyun eğdiği kibriyâ, celâl ve azametinden haber veriyor. Allah Teâlâ haber verir ki, gölgesi olan her şeyin gölgesi sağa ve sola doğru meyleder. Gölgesi olan her şey sabah ve akşam gölgesi ile Allah'a secde etmektedir. Mücâhid der ki: Güneş, zeval vaktinden kayınca her şey Allah'a secde eder. Ka-tâde, Dahhâk ve başkaları da böyle söylemişlerdir. Hem de onlar, «Boyun eğerek, (küçülerek) Allah'a secde etmektedirler.» Yine Mücâhid der ki: Her şeyin secdesi bundadır. Dağlar zikrolundu da o: Onların secdeleri de bundadır, dedi. Ebu Ğâlib eş-Şeybânî: Denizin dalgalan, onun namazıdır (duâsıdır) demiştir. Bu âyette Allah Teâlâ bütün bunları (gölgesi olan her şeyi) onlara secdeyi isnâd etmek suretiyle aklı erenler derecesinde tutmuştur-.
Allah Teâlâ burada : «Göklerde ve yerde bulunan canlılar Allah'a secde ederler.» buyururken, başka bir âyette de: «Göklerde ve yerdeki kimseler de, gölgeleri de sabah-akşam ister İstemez Allah'a secde ederler.» (Ra'd, 15) buyurmuştur. «Ve melekler, Allah'ın ibâdetine karşı büyüklük taslamaksızm Allah'a secde ederler. Üstlerinden, Rab-lanndan korkar (ak O'na secde eder) lar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.» Allah'a itâata, emirlerine uymaya, yasaklarını terketmeye devam ederler.28
51 — Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir tek ilâh'tır. Yalnız Benden korkun.
52 — Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Din de sürekli olarak O'nundur. Yoksa Allah'tan başkasından mı sakınıyorsunuz?
53 — Sizdeki her nimet, Allah'tandır. Sonra bir sıkıntıya uğradığınızda yalnız O'na sığınırsınız.
54 — Sonra sıkıntınızı giderince de içinizden bir grup; Rablanna şirk koşarlar.
55 — Kendilerine verdiğimize nankörlük etmeleri için. Geçinin bakalım, yakında bileceksiniz.
Göklerin ve Yerlerin İzahı32
Göklerin ve Yerlerin İzahı
Allah Teâlâ zâtından başka tanrı bulunmadığını, ibâdetin tek ve ortağı olmaksızın sâdece zâtına yaraşacağını, her şeyin mâliki, yaratıcısı ve Rabbı olduğunu gönüllere yerleştiriyor. «Din de sürekli olarak O'nundur.» İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Meymûn İbn Mihrân, Süddî, Katâde ve bir çokları âyetteki kelimesini; sürekli olarak, şeklinde açıklamışlardır. Kelimenin «vâcib» anlamında olduğu da îbn Abbâs'tan rivayet edilir. Mücâhid kelimeyi; hâlis olarak, şeklinde açıklar ki göklerde ve yerde olan her şeyin ibâdeti sâdece O'na hâstır. Bu anlamda olmak üzere Allah Teâlâ : «Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O'na teslîm olmuştur.» (ÂI-i İmrân, 83) buyurmuştur. îbn Ab-bâs ve İkrime'nin açıklamalarına göre; âyetteki ifâde, haber kabîlin-dendir. Mücâhid'in açıklamasına göre ise taleb (emir) ifâde etmektedir. Buna göre anlam şöyle oluyor : Bana herhangi bir şeyle ortak koşmaktan korkun ve istemeyi sâdece Bana hâs kılın. Şu âyet te böyledir : «İyi bil ki, hâlis din Allah'ındır.» (Zümer, 3).
Sonra Allah Teâlâ, fayda ve zararın mâliki olduğunu,. kulun n-zık, nimet, afiyet ve kula yardımın Allah tarafından onun üzerine bir ihsanı ve fazlı olduğunu haber verip buyurur ki: «Sonra bir sıkıntıya uğradığınızda (bunu gidermeye ancak O'nun güç yetireceğini bildiğinizden) yalnız O'na sığınırsınız.» Zaruretler anında O'na iltica edersiniz, O'ndan istersiniz ve imdâd dileyerek O'ndan istemeye ısrarla devam edersiniz. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur: «Denizde size bir sıkıntı dokununca, yaşardıklarınızın hepsi kaybolur. Ancak Allah kalır. Ama O, sizi karaya çıkarıp kurtarınca; yüz çevirirsiniz; Ve insan zâten pek nankördür.» (tsrâ, 67) Burada da şöyle buyurur : «Sonra sıkıntınızı giderince de içinizden bir grup; Rablanna şirk koşarlar. Kendilerine verdiğimize nankörlük etmek için.» Âyetteki nankörlük etme anlamındaki fiilin başında bulunan lâm harfinin lâmu'l-âkıbe olduğu söylenmiştir. Bu lamın ta'lîl bildiren lâm olduğu da söylenir ki buna göre anlam şöyle oluyor : Nankörlük etsinler, Allah'ın kendilerine olan nimetlerini gizleyip inkâr etsinler, Allah'ın kendilerine nimetler veren, kendilerinden musibetleri gideren olduğunu inkâr etsinler için onlar hakkında böylece hükmettik.
Daha sonra onları tehdîdle buyurur ki'. «Geçinin bakalım.» Dilediğinizi yapın ve içinde olduğunuz durumdan birazcık faydalanın. «Yakında (bunun akıbetini görecek) bileceksiniz.»29
56 — Kendilerine verdiğimiz nzıktan, bilmediklerine pay ayırırlar. Allah'a andolsun ki, uydurup durduğunuz şeylerden muhakkak sorguya çekileceksiniz.
57 — Onlar Allah'a kızlar isnâd ederler. O'nun şanı yücedir. Hoşlandıkları da kendilerinindir.
58 — Onlardan birine bir kızı olduğu müjdelenirse; içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilir.
59 — Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Utana utana onu tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Bakın ne kötü hükmediyorlar.
60 — Âhirete inanmayanlar kötülük örneğidirler. En yüce örnek ise Allah'ındır. O; Azîz'dir, Hakîm'dir.
Allah'a Kızlar İsnâd Edenler33
Allah'a Kızlar İsnâd Edenler
Allah Teâlâ, Allah ile beraber O'nun dışındaki putlara, denk ve eş koştukları şeylere tapınan, putlar için Allah'ın kendilerine rızık ola-da, Allah'a âit olanlar ortaklarına giderdi. Ne kötüdür hükmedegel-veriyor. Onlar şöyle demişlerdi : «Bu, Allah'ındır, bu da koştuğumuz ortaklar ımızındır, dediler. Ortaklarına âit olanlar Allah'a ulaşmazdı dikleri şeyler.» (En'âm, 136). Allah ile beraber tanrılarına hisse ayır-rak verdiklerinden pay ayıran müşriklerin çirkin hareketlerini haber mışlar, onları Allah'a tercihle üstün tutmuşlardır. Allah Teâlâ yüce zâtına yeminle bildiriyor ki, bu iftiralarından ve uydurmalarından onlara mutlaka soracaktır. Bu yüzden cehennem ateşinden onlara en uygun ve tâm cezayı verecek, onlara bunun karşılığını gösterecektir ki, «Allah'a andolsun ki, uydurup durduğunuz şeylerden muhakkak sorguya çekileceksiniz.» buyurmuştur.
Sonra Allah Teâlâ, müşriklerin Allah'ın kullan olan melekleri dişiler olarak tasvir ettiklerini, Allah'ın kızları saydıklarını ve Allah ile beraber onlara tapındıklarını haber verir. Onlar, bu üç konuda da büyük bir hatâ içindedirler. Allah'ın çocuğu olmadığı halde, önce O'na çocuk nisbet etmişler, sonra kendileri için hoşnûd olmadıkları çocukların en değersizi olarak gördükleri kızları Allah'a vermişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette : «Demek erkekler sizin de, dişiler O'nun mu? Öyleyse bu insafsız bir paylaşma.» (Necm, 21-22) buyururken burada İse şöyle buyurmuştur: «Onlar Allah'a kızlar isnâd ederler. O'nun şanı (onların bu sözlerinden ve iftiralarından münezzehtir) yücedir.» «İyi bilin ki gerçekten onlar uydurmalarından şöyle söylüyorlar: Allah doğurdu. Hiç şüphesiz onlar yalancılardır. Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size, nasıl hüküm veriyorsunuz?» (Sâffât, 151-154).
Allah Teâlâ: «Hoşlandıkları da kendilerinindir.» buyurur ki; onlar, kendileri için erkek çocukları seçerler ve Allah'a nisbet etmiş oldukları kız çocuklarını ise kendilerine kabul etmezler. Allah Teâlâ onların bu sözlerinden yücedir. «Onlardan birine bir kızı olduğu müjde-lenirse; (üzüntüden mahzun bir halde) yüzü simsiyah kesilir.» İçinde olduğu şiddetli üzüntüden sus pus olur. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır, İnsanların kendisini görmesinden hoşlanmaz. «Utana utana onu tutsun mu?» Şayet onu bırakacak olursa kız çocuğunu hor, hakîr bir halde bırakır, ona mîrâs bırakmaz, onunla ilgilenmez, erkek çocuklarını ondan üstün tutar. «Yoksa toprağa mı gömsün?)) Câhiliye devrinde yaptıkları gibi diri diri defnetsin, gömsün mü? İşte kendileri için bu şekilde hoşlanmadıklarını ve kendisi için kabulden yüz çevirdiklerini Allah için mi kılıyorlar? «Bakın, ne kötü hükmediyorlar.» Ne kötü söylüyorlar, ne kötü taksim ediyorlar, Allah'a nisbet ettikleri ne kötüdür. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette : «Ama onlardan birisi Rahmân'a isnâd edilen kız evlâdla müjdelenince, yüzü kapkara kesilir de öfkesinden yutkunur durur.» (Zuhruf, 17) buyururken burada da şöyle buyurur : Âhirete inanmayanlar kötülük örneğidirler. Noksanlık (eksiklik) ancak onlara nisbet edilebilir. En yüce örnek ise Allah'ındır. Her yönden mutlak kemâl Alah'mdır. Bunlar ancak Allah'a nisbet edilirler. Ve O; Azîz'dir, Hakîm'dir.30
61 — Şayet Allah, zulümlerinden dolayı insanları yakalayacak olsaydı; yeryüzünde bir tek canlı bırakmazdı. Fakat onları belli bir müddete kadar te'hir eder. Müddetleri dolunca onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.
62 — Beğenmediklerini Allah'a mal ederler. Dilleri de güzel şeylerin kendilerinde olduğunu yalan yere söyler durur. Şüphesiz cehennem onlarındır. Ve onlar, gerçekten aşırı gidenlerdir.
Allah Teâlâ, zulümlerine rağmen yaratıklarına hilmi ile muamele buyurduğunu haber verir. Şayet O, kazandıkları mukabilinde onları yakalayıvermiş olsaydı; yeryüzü üstünde hiç bir canlıyı bırakmazdı. Âdemoğullarının helak olunmasına tâbi olarak yeryüzü canlılarının tamâmını da helak buyururdu. Fakat Rab celle ve alâ hilim sahibidir, onların günâhlannı örter ve onları belli bir müddete kadar te'hîr eder. Onlara azabı hemen vermez. Şayet onlar hakkında böyle yapimş olsaydı, hiç kimseyi bırakmazdı. Süfyân es-Sevrî'nin Ebu İshâk'dan, onun da Ebu'l-Ahvas'dan rivayetinde o : Âdemoğullarının günâhı ile az kaldı pislik böceğine bile azâb dokunayazdı, der ve : «Şayet Allah zulümlerinden dolayı insanları yakalayacak olsaydı; yeryüzünde bir tek canlı bırakmazdı.» âyetini okurmuş. A'meş'in Ebu İshâk'dan, onun Ebu Ubeyde'den rivayetine göre Abdullah İbn Mes'ûd şöyle dermiş: Âdemoğullarınm hatâsı ile neredeyse yuvasmdaki pislik böceği bile helak olunacaktı. İbn Cerîr der ki: Bana Muhammed İbn Müsennâ'nm... Ebu Seleme'den rivayetine göre Ebu Hüreyre birisinin: Zâlim ancak kendisine zarar verir, dediğini işitmiş. Ona dönmüş ve şöyle demiş : Hayır, Allah'a yemîn olsun ki zâlimin zulmü ile toy kuşuna varıncaya kadar bütün hayvanlar arıklayıp (zayıflayıp) yuvalarında ölürler.
İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Ebu Derdâ (r.a.) dan rivayet etti ki o, şöyle anlatmış : Allah Rasûlü (s.a.) nün yanında konuşuyorduk. Şöyle buyurdu : Bir şeyin eceli geldiği zaman, Allah onu hiç bir şeyle geciktirmez. Ömrün fazlalığı, ancak Allah'ın kula bahşetmiş olduğu sâlih nesildir. Kendisinden sonra ona dua ederler de onların duaları kabrinde iken ona kavuşur. İşte ömrün fazlalığı budur.
Allah'ın kulları olan kızları ve edindikleri ortaklarım beğenmezler de Allah'a mal ederler. Halbuki onlar kendilerinden birinin, yanında ortak olmasını asla kabul etmezler. Allah Teâlâ'nm: «Güzel şeylerin ise kendilerinde olduğunu dilleri yalan yere söyler durur.» kavli onların bu iddialarını red makâmmdadır. Onlar dünyada güzel şeylerin kendilerine âit olduğu iddiasındadırlar. Şayet ortada bir de âhiret ve dönüş varsa; iddialarına göre güzellikler, orada da kendilerinindir. Allah Teâlâ'nın bu sözü, onlardan böyle söyleyenler olduğunu haber vermektedir. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyrultu*: «Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırır, sonra da o nimeti geri alırsak; andol-sun ki o, pek ümitsiz, pek nankör olur. Şayet başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırırsak: Kötülükler başımdan gitti, der, şımarır ve öğünür.» (Hûd, 9-10), «Başına gelen sıkıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet tattı rırsak mutlaka : Elbette bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmıyorum. Rabbıma döndürülür-sem muhakkak ki O'nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım, der. An-dolsun ki Biz, muhakkak küfredenlere yaptıklarını bildireceğiz. Ve andolsun ki Biz, onlara ağır bir azabı tattıracağız.» (Fussilet, 50), «Âyetlerimizi inkâr eden : Bana elbette mal ve çocuk verilecektir, diyeni gördün mü?» (Meryem, 77). Allah Teâlâ misâl olarak verdiği iki kişiden birisinin durumunu şöyle .haber verir: «O, nefsine böylece zulmederek bahçesine girerken dedi ki: Bu bahçenin batacağını hiç sanmam. Kıyametin kopacağını da tahmin etmiyorum. Eğer Rabbıma döndürülürsem andolsun ki, bundan daha iyisini bulurum.» (Kehf, 35-36). Böyleleri kötü amel ile, bu ameli mukabili güzellikle mukabele göreceği bâtıl temennisini bir araya getirmiştir. Yaptıklarına karşılık güzellikle mükâfâtlandırılması ise mümkün değildir. Nitekim İbn İshâk anlatır ki; yenilemek üzere Kâ'be'nin temelini açtıkları zaman üzerinde hikmetli sözler ve öğütler yazılı olan bir taş bulunmuş. Onda yazılı olanlar içinde şöyle deniyormuş : «Kötülükleri işliyorsunuz da, karşılığında iyilikler bulacağınızı mı sanıyorsunuz? Evet, dikenden üzüm toplandığı gibi. (Dikenden nasıl üzüm toplanmaz ise siz de işlediğiniz kötülükler karşılığında iyilikler bulamayacaksınız).» Mücâ-hid ve Katâde «Güzel şeylerin ise kendilerinde olduğunu dilleri yalan yere söyler durur.» âyetinde (âhiret yurdunda ve cennetteki) ğılmân-ların kasdedildiğini söylerler. İbn Cerîr, «Güzel şeylerin ise kendilerinde olduğunu...» âyetinde, daha önce de açıkladığımız üzere kıyamet gününün kasdedildiğini söyler. Doğru olan da budur. Hamd Allah'adır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, onlann bu temennilerine bir reddiye olarak : «Şüphesiz kıyamet günü cehennem onlarındır. Ve onlar, gerçekten aşın gidenlerdir.» buyurmuştur. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Katâde ve başkaları: Orada unutulmuşlar ve zayi' olunmuşlardır, derler. Bu Allah Teâlâ'nın : «İşte onlar; bu günlerine kavuşmayı nasıl unutmuşlar idiyse, Biz de bugün onları öylece unuturuz.» (A'râf, 51) âyeti gibidir. Yine Katâde'den rivayete göre âyetteki «Aşırı gidenlerdir.» kısmı: Sür'atle ateşe sürüleceklerdir, anlamında olmak üzere kelimesinden türetilmiştir ve bu kelime : Suya koşan, sulama yerine doğru yanşan, anlamındadır. Bu açıklamalar arasında herhangi bir zıdlık yoktur. Zîrâ onlar; kıyamet günü sür'atle ateşe sürülecekler, orada unutulacaklar yani ebediyyen kalacaklardır.31
63 — Allah'a andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Şeytân, onlara yaptıklarını güzel gösterdi. Bugün de onların dostu odur. Ve onlar için elîm bir azâb vardır.
64 — Sana kitabi; sırf ihtilâfa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve inananlar topluluğuna hidâyet ve rahmet olmak üzere indirdik.
65 — Allah; gökten su indirir de onunla yeryüzünü öldükten sonra tekrar diriltir. Muhakkak ki bunda, dinleyen topluluklar için âyet vardır.
Allah Teâlâ geçmiş ümmetlere peygamberler gönderdiğini ve peygamberlerin yalanlandığını zikrediyor. Ey Muhammed, senin peygamber kardeşlerinde senin için güzel bir örnek vardır. Kavminin seni yalanlaması seni üzmesin. Peygamberleri yalanlamış olan müşriklere gelince; onları bu işlere sürükleyen, yaptıklarını şeytânın süslemesi, güzel göstermesidir. «Bugün de onların dostu odur.» Onlar (bugün) azâb ve cezalandırma altındadırlar. Şeytân da onların dostudur. Ancak onlar için herhangi bir kurtuluşa (onları kurtarmaya) mâlik değildir. Onların imdadına yetişecek kimse yoktur. Ve onlar için elîm bir azâb vardır. Sonra Allah Teâlâ, Rasûlüne hitaben şöyle buyurur : Allah Teâlâ sana bu kitabı ancak hakkında ihtilâfa düştükleri şeyleri insanlara beyân edesin, açıklayasm diye indirmiştir. Kur'an; hakkında çekiştikleri her şeyde insanlar arasını ayırıcıdır. Bu Kur'an inananlar topluluğuna, onların kalbleri için bir hidâyet ve ona sarılanlar için de bir rahmettir. Allah Teâlâ nasıl ki Kur'an'ı küfürle ölmüş kalbler için bir hayat kılmışsa aynı şekilde gökten üzerine su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeryüzünü de diriltir. Muhakkak ki bunda söz dinleyen, sözü .ve anlamını anlayan topluluklar için âyet vardır.32
66 — Sizin için hayvanlarda da ibret vardır. Onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından; size içenlerin boğazından kolaylıkla geçen dupduru bir süt içiririz.
67 — Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden; şerbet, şıra ve güzel rızık elde edersiniz. Akleden bir kavim için bunda bir âyet vardır.
Allah Teâlâ buyurur ki: Ey insanlar sizin için hayvanlarda —develer, inekler ve koyunlarda— âyetler, yaratıcısının kudretine, hikmetine, lutfuna ve rahmetine delâletler vardır. «Size onlann karınların dâki fışkı ile kan arasından dupduru süt içiririz.» âyetteki kelimesinin sonunda bulunan zamîr, «nimetler» anlamında olmak üzere ve bu mânâya râcî olacak şekilde tekil olarak getirilmiştir. Veya bu zamîr hayvana dönmektedir. Zîrâ âyette geçen kelimesi; hayvanlar, anlamındadır. Buna göre anlam şöyle oluyor : Size bu hayvanın (canlının) karnındaki fışkı ile kan arasından dupduru süt içiririz. Başka bir âyette ise bu zamîr dişil (müennes) olarak getirilmiştir. (Aynı sûrenin 69 ncu âyetinde) Gramer bakımından bunların her ikisi de caizdir. Nitekim şu âyetlerde de durum böyledir: «Hayır, muhakkak ki bu (Kur'an) bir öğüttür. Kim isterse ondan öğüt alır.» (Müddesir, 54-55), ((Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım. O (mal) Süleyman'a geldiğinde...» (Nemi, 35-36). Burada gelmek fiilinin öznesi tekil, eril zamirdir ve «mal» olarak takdir edilir.
Allah Teâlâ: «Fışkı Üe kan arasından; size içenlerin boğazından kolaylıkla geçen dupduru süt.» buyurur ki; hayvanın karnından fışkı ile kan arasından beyazlığı, kokusu ve tatlılığı ile süt ayrılır. Her biri yerine süzülüp gider. Gıda hayvanın midesinde olgunlaştığı zaman ondan (meydana gelen) kan damarlara, süt memelere, sidik mesaneye, fışkı da fışkının çıkış yerine gider. Bunlardan hiç biri diğerinden ayrıldıktan sonra artık birbirine kanşmaz ve değişmez. Allah Teâlâ: «Size içenlerin boğazından kolaylıkla geçen dupduru süt.» buyurur ki; bu, hiç kimsenin boğazına durmaz.
Allah Teâlâ sütü insanlar için boğazlarından kolaylıkla geçen bir içecek kıldığını zikrettikten sonra ikinci olarak; insanların, hurma ve üzüm meyvelerinden edinmiş oldukları içecekleri ve haram kılınmazdan önce yapmakta oldukları sarhoşluk verici şırayı zikreder. Bununla onlara nimet vermiş olduğunu beyânla: «Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerinden; şerbet, şıra elde edersiniz.» buyurur ki; bu, haram kılınmasından önce şer'an bunların mübâh olduğuna delâlet eder. Ayrıca burada üzümden elde edilen şıra ile, hurmadan elde edilen şıranın hükümde müsâvî olduğuna delâlet vardır. Nitekim îmâm Mâlik, Şâfü, Ahmed îbn Hanbel ile âlimlerin cumhurunun mezhebi budur. Buğday ,arpa, darı ve baldan elde edilen diğer içeceklerin de hükmü böyledir. Nitekim Sünnet bunu etraflıca açıklamıştır ve burası elbette ki bu konunun genişçe anlatılacağı yer değildir. Nitekim Îbn Ab-bâs, «Şıra ve güzeî rızık elde edersiniz.» âyeti hakkında şöyle demiştir : onların (hurma ağaçlarının meyveleri ve üzümlerin) meyvelerinden haram olanlardır. Güzel rızık ise; bunların meyvelerinden helâl kılınmış olanlardır. Yine İbn Abbâs'tan gelen bir rivayette ise bunların haram olanı, güzel rızık ise helâl olanıdır. Yani hurma meyveleri ve üzümlerden kurutulmuş elan hurma ve kuru üzüm, bunlardan yapılan pekmez, sirke ve şıra helâl olup mayalan-mazdan önce içilebilir. Nitekim bu, sünnette belirtilmiştir.
Allah Teâlâ : «Akleden bir kavım için bunda âyet vardır.» buyurur ki; burada aklın zikredilmesi son derece münâsibtir. Zîrâ insanda olanların en şereflisi; akıldır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, akıllarını korumak üzere sarhoşluk veren içecekleri bu ümmete haram kılmıştır. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Ve orada hurmadan, üzümlerden bahçeler var ettik. Orada pınarlar fışkırttık. Tâ ki Allah'ın ürününden ve ellerinin emeğiyle yetiştirdiklerinden yesinler. Hâlâ şükretmezler mi? Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratanı tenzih ederiz.» (Yâsîn, 34-36).33
İzahı35
İzahı
68 — Ve Rabbın bal arısına vahyetti ki: Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış koyanlarda yuva edin.
69 — Sonra her tür üründen ye. Sonra da Rabbının işlemen için gösterdiği yoldan yürü. Karınlarından insanlara şifâ olan renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar. Bunda düşünen bir kavîm için şüphesiz âyet vardır.
Arıdaki İlâhi Mucize. 35
Arıdaki İlâhi Mucize
Burada vahiyden maksad bal ansına olan ilham, ve ona dağlardan, ağaçlardan ve hazırlanmış kovanlardan evler edinmesine bir ir-şâd, bir yol göstermedir. Sonra o, aralarında açıklık olmaması hasebiyle yapıştırılmış ve altıgen yapısıyla son derece sağlamdır. Sonra Allah Teâlâ bal ansına her tür meyveden yemesine, Allah Teâlâ'nın kendisine kolay kılmış olduğu her yola girmesine takdirî ve onu müsah-har kılacak bir izinle izin vermiştir. Bal anlan bu uçsuz bucaksız fezada, geniş sahralarda, vadilerde, yüksek dağlarda dilediği yer ve şekilde dolaşır. Sonra her bireri yerine, evine döner. Sağa ve sola meyletmez, aksine evine, evindeki yavrularına ve balına döner. Kanatlarından balmumu yapar, ağızdan bal çıkanr, yavrular yumurtlar. Sonra tekrar otlaklarına gider. Katâde ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem âyetteki kelimesini; itaat edici olarak, anlamına almışlardır. İbn Zeyd bu âyetin : «Ve onları kendilerinin buyruğuna verdik. Onlardan kimisi bineceklerdir, kimisinden de yerler.» (Yâsîn, 72) âyeti gibi olduğunu söyleyip, şöyle devam eder: «Onların (insanların) bal arılarını evlerinden bir ülkeden başka bir ülkeya beraberlerinde naklettiklerini görmez misin?» Ancak bunlardan birinci görüş daha kuvvetli olup buna göre; kelimesi, âyetteki kelimesinden haldir. Yani anlam: Senin için kolay, sana müsahhar kılınmış yollardan yürü, şeklindedir. Mücâhid bunu açıkça belirtmiş ve İbn Cerîr her iki görüşün de sahîh olduğunu söylemiştir. Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki: Bize Şeybân İbn Ferrûh... Enes'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Sineğin ömrü kırk gündür. Bal arısı dışında bütün sinekler ateştedir.
Allah Teâlâ : «Karınlarından muhtelif renklerde bal çıkar.» buyurur ki; o, yayıldığı yer ve yediklerinin çeşitliliğine göre san, beyaz, kırmızı ve diğer güzel renklerdedir. «Onlarda insanlar için şifâ vardır.» Balda insanlara arız olan hastalıklara karşı şifâ bulunmaktadır. Tıbb-ı Nebevi konusunda konuşan bazı kimseler derler ki: Şayet burada : denilmiş olsaydı; bal, her hastalığa ilâç olurdu. Fakat böyle buyrulmamış ve âyetteki şifâ kelimesi belirsiz olarak getirilmiştir. Yani bal, herkes için soğuk hastalıklara karşı tedâvî edicidir. Zîrâ o sıcaktır ve hastalık zıddı ile tedâvî edilir.
Mücâhid İbn Cebr «Onda insanlara şifâ vardır.)) âyetinde, Kur'-an'ın kasdedildiğini söyler. Hadd-i zâtında bu, doğru bir sözdür. Yani Kur'an insanlar için bir şifâdır. Fakat bu anlam burada âyetin akışında açık değildir. Zîrâ âyette sâdece bal zikredilmektedir. Zâten Mü-câhid'in bu kavline burada uyan olmamıştır. Mücâhid'in bu sözünü başkaları, «Kur'an'da mü'minler için rahmet ve şifâ olanı indiririz.» (İsrâ, 82) âyeti ile «Ey insanlar, size Rabbınızdan bir öğüt, göğüslerde olanlara bir şifâ, mü'minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.» (Yûnus, 57) âyetinin tefsiri sadedinde zikretmişlerdir.
«Onda insanlara şifâ vardır.» âyetinden maksadın, bal olduğuna Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde Katâde kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) den rivayet etmiş oldukları şu hadîs de delâlet etmektedir :
Bir adam Allah Rasûlü (s.a.) ne geldi ve : Kardeşim ishal oldu, ne yapalım? dedi. Allah Rasûlü: Ona bal içir, buyurdu. Adam kardeşine bal içirdi sonra geldi ve : Ey Allah'ın elçisi, kardeşime bal içirdim, ishalini arttırmaktan başka bir şeye yaramadı, dedi. Hz. Peygamber: Git ve ona bal içir, buyurdu. Adam gitti, ona bal içirdi, sonra geldi ve: Ey Allah'ın elçisi, ishalini arttırmaktan başka bir işe yaramadı, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : Allah mutlaka doğru söylemiş, senin kardeşinin karnı ise yalan söylemiştir. Git ve ona bal içir, buyurdu. Adam gitti, ona bal içirdi de iyileşti.
Tıp âlimlerinden bazıları derler ki: O adamın «fadalât» hastalığı varmış. Ona bal içirince -ki bal sıcaktır- çözülmüş ve süratle yerinden ayrılmıştır. Böylece onun ishali artmıştır. Bedevi, bunun kardeşine zarar verdiğine inanmış, halbuki o kardeşi için uygun, iyileştirici bir ilâçtır. Sonra yine ona bal içirdiğinde, çözülme ve defetme, boşalma olmuş, bedene zarar veren bozuk maddeler tamamen çıktıktan sonra karnı düzelmiş, mizacı iyileşmiş ve Allah Rasûlü (s.a.) nün Rabbından alarak işaret buyurmuş olduğu tedavinin bereketi ile hastalıkları ve acıları bütünüyle sona ermiştir.
Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Hişâm İbn Urve kanalıyla... Hz. Âişe (r.a.) den rivayet edilen bir hadîste, Allah Rasûlü (s.a.) nün tatlı ve baldan hoşlandığı belirtilmektedir. Hadîsin lafzı Buhârî 'nindir. Yine Buhârî'nin Sahîh'inde Salim el-Aftas kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Şifâ; üç şeydedir: Hacamat yapılan neşter, veya bal içme, veya ateşle dağlama. Ümmetimi ateşle dağlamaktan men'ederim. Buhârî der ki: Bize Ebu Nuaym'ın... Câbir İbn Abdullah'tan rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Eğer sizin ilâçlarınızdan birinde hayır var ise; hacamat yapılan neşterde, veya bal içmede, veya hastalığa uygun düşecek ateşle dağlamadadır. Ateşle dağlanmamı sevmem. Hadîsi Müslim de Âsim İbn Ömer İbn Katâde'den, o ise Câbir'den rivayet etmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Ali İbn İshâk... Ukbe İbn Âmir el-Cühenî'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Eğer bir şeyde şifâ var ise şu üçündedir: Hacamat yapılan neşter, bal içme, veya acı veren ateşle dağlama. Ben ateşle dağlamadan hoşlanmam ve onu sevmem. Hadisi Taberânî de Hârûn îbn Melûl el-Mısrî kanalıyla... Abdullah İbn Velîd'den rivayet etmiş olup onun lafzı: Eğer bir şeyde şifâ varsa; hacamat yapılan neşter... şeklindedir. Taberânî, hadîsi bu şekliyle zikretmiştir ki; hadîsin isnadı sahihtir, diğer hadîs imamları tahrîc etmemişlerdir.
İmâm Ebu Abdullah Muhammed İbn Zeyd İbn Mâce el-Kazvînî Süneu'inde der ki : Bize Ali İbn Seleme'nin... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetinde Allah Rasûlü (s,a.) şöyle buyurmuştur : İki şifâya yapışın : Bal \e Kur'an. Bu hadîsin isnadı ceyyid olup merfû olarak sâdece îbn Mâce tahrîc etmiştir. İbn Cerîr de Süfân İbn Vekî kanalıyla... Süfyân es-Sevrî'den hadîsi mevkuf olarak rivayet etmiş olup, bu doğruya daha yakındır.
Bize mü'minlerin emiri Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) den rivayet edildiğine göre; o, şöyle demiştir: Sizden birisi şifâ arzuladığı zaman Allah'ın kitabından bir âyeti bir sayfaya yazsın, o sayfayı yağmur suyu ile yıkasın, karısından onun gönül hoşnûdluğu ile bir dirhem alsın, bu dirhem ile bal satın alıp o suyla birlikte o balı içsin. Muhakkak o, şifâdır. Gerçekten bunun şifâ olması bir çok yöndendir. Allah Teâlâ : «Kur'ân'da mü'minler için şifâ olanı indiririz.» (îsrâ, 82), «Gökten bereketli busu indirdik.)) (Kâf, 9), «Şayet ondan bir kısmım gönül hoşluğu ile size bağışlar iseler, onu afiyetle yeyin.» (Nisa, 4) buyurmuştur. Bal hakkında ise Allah Teâlâ : «Onda insanlara şifâ vardır.» buyurmuştur. Yine İbn Mâce der ki: Bize Mahmûd İbn Hıdâş... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Her kim, her ayda üç sabah bir kaşık bal yerse; ona belânın büyüğü isabet etmez. Hadîsin isnadında bulunan râvîlerden Zübsyr İbn Saîd metruktür. Yine îbn Mâce der ki: Bize İbrâhîm îbn Muhammed îbn Yûsuf îbn Serh'in... Ebu Übeyy İbn Ümmü Haram -ki bu zât iki kıbleye doğru da namaz kılmıştır- dan rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş; Sinameki bitkisi ve dere otuna yapışın. Muhakkak bu ikisinde sâm hastalığı dışında her hastalığa şifâ vardır. Ey Allah'ın elçisi, sâm nedir? denildi de : Ölümdür, buyurdu. Amr, İbn Ebu Able'nin şöyle dediğini nakleder: bir çeşit köksüz bitkidir. Diğerleri İse; bu kelimenin, yağ tulumlarında olan bal anlamına geldiğini söylerler. (...)
Düşünen, bunları yaratanın, takdir buyuranın, müsahhar kılanın, kolaylaştıranın azametini düşünen, bununla onun Kadir, Hakîm, Alîm, Kerîm ve Rahim olduğunu bilen topluluklar için Allah'ın bu zayıf ve fakat uzak yerlere gitmeye, muhtelif meyveleri balmumu ve bal yapmak için toplamaya -ki o bal içeceklerin en hoşudur- uygun yaradılışlı hayvancıklara Allah'ın ilhamında âyetler, deliller vardır.34
İzahı37
İzahı
«Karınlarından insanlara şifâ olan muhtelif renklerde bir içecek çıkar.» Yâni bal. Çünkü bal da içilecek şeylerdendir. Bu ifâdeye dayanarak bazıları; arının çiçekleri, kokulu yapraklan yeyip bunları karnında bala dönüştürdükten sonra kusmasının kış için bir depolama olduğunu öne sürmüşlerdir. Arının iğnesiyle yapraklar ve çiçekler üzerinde serpiştirilmiş olan küçük tatlı zerrelerini bulup toplayarak peteğine götürdüğünü ve petekte bunlardan büyük bir kısmını birleştirince bal olduğunu iddia edenler de; «karınları» kelimesini ağızları diye tefsir etmişlerdir. Arının yaşma ve döneminin farkına göre, renkleri de beyaz, san, kırmızı ve siyah olur. Onda insanlar için şifâ vardır. Balgam ve hastalıklarda olduğu gibi, ya bal doğrudan doğruya şifâdır veya diğer hastalıklarda olduğu gibi, başka yiyeceklerle birlikte şifâdır. Çünkü içinde bal bulunmayan macun çok azdır. «Şifâdır,» derken kelimenin nekre olarak kullanılması, bir kısmının böyle olduğunu iş'âr etmektedir. Ta'zîm için olması da caizdir. Nitekim Katâde der ki: Adamın biri Hz. Peygambere geldi ve dedi ki: Kardeşim karnının ağrıdığından dertleniyor, Hz. Peygamber; ona bal içir, dedi. Adam gitti, sonra döndü ve dedi ki: Bal içirdim ama yaramadı. Hz. Peygamber; git ve ona bal içir, dedi. Çünkü Allah doğru söyler, senin kardeşinin karnı yalan söyler. Adam gitti, bal içirdi ve Allah şifâsını verdi de adam iyileşti. Sanki bir bağdan kurtulmuş gibi oldu. Denilir ki: «Onda» deki zamir Kur'an'a gitmektedir. Veya Allah'ın arının durumlarıyla ilgili açıklamalarına gitmektedir. «Muhakkak ki bunda düşünen bir kavim için bir âyet vardır.» Çünkü arının o derin bilgileri ve hayret verici işleri, nasıl güzel bir biçimde yaptığım iyice düşünen kişi kesin olarak bilir ki; mutlaka ona bunu ilham eden ve buna sev-keden hikmetli kudretli bir zât vardır.35
Balansı eksiksiz cihazlarla donatılmış, 1,5 cm. civarında bir vücûd yapısına sahiptir. Bu vücûdun içerisinde tıpkı diğer yaratıklarda olduğu gibi; tükürük bezlerinden sindirim sistemine, akkan ile sağlanan dolaşım sisteminden kalbe kadar ve nihayet çok iyi gören gözlerden koku almaya yarayan duyarlı vâsıtalara kadar mükemmel biçimde bütün uzuvlar bulunmaktadır. Arının vücûdu öylesine kusursuzdur ki; gözleri çok uzaklarda bulunan cisimleri altmış defa büyütülmüş olarak görür. Balansi 1 km. ötedeki bir çiçeğin kokusunu alır ve kendi duyu vâsıtalanna gelen diğer kokulara kanştırmadan mükemmel bir şekilde ayırarak düzene koyar. Nokta büyüklüğünde olan sinir düğümleri sayesinde hangi çiçeğin daha çok bal özü verdiğini ve hangi çiçek tozlarının toplanmaya hazır vaziyette beklediğini hatasız olarak ayır-deder. Kanatlan yaklaşık saniyede beş yüz defa hareket eder. Ve çiçeğe yaklaşır yaklaşmaz, ondaki balozunu çok usta bir cerrahın vücûdun bir parçasını koparıp alması gibi kısa bir sürsde alıverir. Tükürük bezleri, koku neşreden bezlerle karışmaz. Kursağında meydana gelen bal, hemen yanı başında yer alan ve bazı kerreler öldürücü nitelikte olan zehirle asla karıştırılmaz. Arı, aynı zamanda bir bal mumu fabrikası gibi çalışır. Vücûdundan plakalar halinde çıkan balmumları, gecenin karanlığında hiç eksik yanı bulunmayan altıgen biçiminde örülür. Ve onları dolduran bal özlerini insanların önüne koyar. Arının yaptığı petek, 70 derece 32 dakikalık dar açısı olan eşkenar dörtgen biçimindedir ve kendi içinde mi'marî bir şaheseri andırır. Çok az bir malzeme kullanılarak geniş bir mekân sağlanmaya çalışılır. Bala gelince; canlıların temel yapı maddelerinden glikozu ihtiva eder. Ancak bu maddeyi ihtiva etmekle beraber bal, içinde, mikrop taşımayan tek yiyecektir. Suda eriyen bütün vitaminleri taşır. B13) Bı4, B12 vitaminlerine balda çok rastlanır. Ve DNA moleküllerinin meydana gelmesinde esrarengiz bir görev icra eder, Biyolojik maddeler içinde esrarlı bir yapıya sahip olan ve çok özel bir büyütme hormonu ihtiva eden arı sütü, baldan elde edilir. Bal; şifâ değeri büyük olan değişik bitki ve ;içeklerden toplanmış esrarengiz bir mahsûldür. Karaciğer hastalıklarından bronşite, gastritten romatizmaya, mide ve 12 parmak bağırsağı ülserinden, deri hastalıklarına, kansızlıktan zayıflığa kadar sayısız organların şifâ menbaı olduğu gibi, kalb kasları ile de kalbe ait sinir sisteminin hayatiyet veren besin kaynağıdır. Beyni besleyen akıl almaz özelliklere sahiptir. Arı balı kendisi için yapmaz, çünkü bir kovandaki balın yüzde biri dahi kendsi için yeterlidir. Arının yayılımı da değşik bir maceradır. Çok hassas ve kendine özgü ses dalgalarıyla, bunların yansıması arının yayılmamı sağlayan önemli unsurlardır. Ve arı, bu ses dalgalarıyla bunların akislerinden kovanını bulur. Yukarıda bahsi geçen Riboz, kapalı bir şeker halkası türüdür, Canlının temel yapı maddelerinden biri, belki de en önermişidir. İşte bütün besinler içinde yalnız balda Riboz maddesi bulunur. Vücûd bilhassa iyi hücreler yapmak zorunda olduğu zaman hastalıklardan sonra, yetişme çağında ve kan yapımı esnasında Riboz çok büyük bir değer ifâde eder. Balda suda eriyen tüm vitaminler. vardır. Ayrıca başka cisimlerde bulunmayan ve canlılarda karaciğerde var olduğu sanılan Bı3, Bı4, B, T vitaminleri vardır. Ve bu vitaminler, hücre içerisinde DNA maddesinin imâlinde görev alırlar. Ayrıca balda fosfor enzimleri, asitforik gibi hayati maddeler de vardır. Halkın arısütü dediği ve husûsî bir büyütme ve sentez hormonu ihtiva eden baldır. Bu hormon kraliçe arı için hazırlanır, bunu yiyen kraliçe arı bir kaç kat büyür. Fakat bu hormonun salgıladığı salgı, kraliçenin birkaç yüz katıdır ve ayrıca kraliçe arı dışındaki arıların bu hormonu, yemeleri yasaktır. Devam eden ve kronik sayılan hastalık özellikle kronik romatizma, kansızlık, genel zayıflık, karaciğer hastalıklarının hepsi, eskimiş deri hastalıkları, nekâhat döneminde balın insan organizması için büyük yararları vardır. Çam ormanlarında yayılıma bırakılmış arı, ürettiği bala sinir sistemini yatıştırıcı maddeler eklenmektedir. Bazı bölgelerdeki arıların balı ise, kalb için takviye edici özellik taşır. Fakat balın normal olarak taşıdığı B grubu vitaminleri ile Riboz ve Glikoz şekerleri, kalb adalesinin hayatî gıda maddesidir. Kalbteki sinir sistemi bilhassa balın B vitamini grubu ile fosforundan çok olumlu biçimde yararlanır. Keza balda bulunan fosfor, Riboz, asitforik, B grubu vitaminleri akıl almaz biçimde besleyici unsurlar taşır.
Arının topladığı çiçek tozlarına tıp dilinde «polen» adı verilir. Polen, bitkinin erkek hücre taşıyan yapısıdır ve her biri mikronla ölçülecek kadar küçük görünüme sahiptirler. Arılar ve böcekler çiçeklerden çiçeğe taşıyarak hem bitkinin döllenmesini sağlar ve hemde yavrularını beslemek için kovana polen götürürler. Ve arıyı rahatsız etmeksizin kovandaki polenlerin 1/10 unu almak bugün teknik olarak mümkün hale gelmiştir. Bu polenlerin özelliğine şöyle bir göz atalım. Polen; metabolizmamız için çok değerli temel maddeleri ihtiva eder. Vücûdumuzu zinde tutmak ve dengeli beslenmek için muhtaç olduğu eksik maddeleri tamâmlar. Ve vücûdun korunmasında hayatî önem taşır. Polenlerin renk, şekil ve yapı bakımından büyük farklılık arzet-tikleri görülür. Ancak % 80 inin rengi sarıdır. Bunun dışında siyah, kırmızı, mor, pembe, eflâtun renklerde polene rastlamak da mümkündür. Polene bu renkleri veren renk maddeleridir. Renk maddelerinden Karotenoidler başlıca Alfa karoten, Beta karoten Lycopin, Sanr tophyl ve Zeaksantihinden ibarettir. Polende yaklaşık % 25 oranında protein vardır. Ancak her polene göre protein miktarı da farklılık ar-zeder. Polende Cystin, Histidin, Tryptophan, Methionin, Phenylalanin, Thersonin, Arginin, İzoleicin, Leodin, Lysin, Valin gibi amino asitler bulunmaktadır. Ayrıca Pantothenic, Linoleik, Ascorbik ve Arachidonik gibi asitler de bulunmaktadır. Diğer taraftan demir, bakır, kalsiyum, sodyum, magnezyum, silisyum gibi çeşitli elementlerin polende bulunduğu son zamanlarda tesbît edilmiştir. Alüminyum, Nikel, Titanium ve Çinko gibi az elementler de bulunmaktadır.
Polende ayrıca Bj, B2, B3j B5, BB, C, A, E gibi vitaminlerin bulunduğu da tesbît edilmiştir. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda H vitamininin de bulunduğu açıklanmıştır. Bu vitamin vücûdun gelişmesini kolaylaştırır, deri ve göz kapağı iltihâblanm önlemede önemli bir rol oynar. Polende ayrıca rutin olduğu tesbît edilmiştir. Rutin kılcal damarları etkileyerek fazla kanamaya engel olur ve kalb kasının çalışmasını kuvvetlendirir. Son zamanlarda yine polende antibiyotikler bulunduğu da ortaya konmuştur. Ayrıca Staphylococcus Sal-monella, Bacillus Antharcise gibi mikroplara engel olduğu da tesbît edilmiştir. Hattâ bazı tıp otoritelerine göre; bağırsak iltihabının bile polen kürü adı verilen bir usûlle iyileştirildiği görülmüştür. Çünkü polenler, bağırsak bakteri ve fermentleri üzerinde olumlu etki yaparlar. Bu sebeple polenlerin bağırsakların polisi diye adlandınldığı ifâde edilmektedir. Bu ifâdeler çiçek tozlarının, gıda maddesi bakımından ne kadar zengin bir özelliğe sâhib olduğunu ve terkibinin insan hayatı bakımından nasıl önemli olduğunu göstermektedir. Nitekim zayıf düşmüş bünyelerin polen yoluyla iştah açıcı özelliğinden istifâde edilerek şişmanlatıldığı, kabızlık ve bağırsaktaki tıkanmaların ortadan kaldırıldığı, ishalleri önlediği, bağırsak mikroplarını temizlediği, sinir sistemini rahatlatdığı düşünme yeteneğini artırdığı tecrübe edilmiştir. Alyuvarların sayısını % 25-30, hemoglobini % 25 civarında yükselttiği ve ihtiva ettiği Riboflowin sayesinde görmeye te'sîr ettiği, görme yeteneğinin artmasını sağladığı yine polende mevcûd olan amino asitlerden Cystin (kükürt ihtiva eden bir amino asittir) saçın gelişmesinde önemli rol oynadığı ve saç dökülmesini önlediği tıp otoriteleri tarafından tesbît edilmiştir. Keza prostat hastalıklarında iyileştirici fonksiyon icra ettiği, cilde parlaklık ve zindelik kazandırdığı bildirilmektedir. Yapılan araştırmalara göre 20.000 civarındaki arı türü içerisinde yalnızca % 15'inin toplumsal biçimde yaşadığı, diğer büyük ekseriyetinin ise münferid yaşadığı anlaşılmıştır. Fakat münferid yaşayan anlar, bal yapmamakta bunun yerine bazı bitkilerin tozlaşmasında önemli vazifeler îfâ etmektedirler.
Arılardaki disiplin de son derece dikkat çekicidir. Arılardaki zaman ayarlaması ise başından beri araştırıcıları hayretten hayrete düşürmüştür. Nitekim bu konuda uzun __ ve dikkatli tecrübeler yapmış olan Karlvou Frich diyor ki:
Herkeste, kendi tecrübelerinden elde ettiği bir zaman hissi vardır. Bu his az veya çok doğru olabilir. Fakat hiç kimsede tamamen noksan olamaz. Meselâ sabahleyin bir yürüyüşe çıksak ve saatimizi de evde unutmuş olsak öğle zamanı birimiz saatin on bir buçuk veya yarım olduğundan şüphe eder, diğerimiz on bir veya on iki olduğunu söyler, fakat hiç kimse sabahın sekizi veya akşamın yedisi olduğunu hatırına getirmez. Çünkü evvelâ açlık derecemiz veya güneşin vaziyeti bizi bu gibi hatâlardan korur. Fakat bu cümleyi yazmam için yarım dakikadan daha fazla ve on dakikadan daha az, yani iki dakikadan beri düşündüğümü bilirsem bunun ne açlığımla, ne de güneşin vaziyetiyle bir ilgisi vardır. Bu, zamanın akışını bildiren muayyen bir hissin tezahürüdür. Temelleri bazan dahilî, bazan haricî hâdiselerde bulunabilen bu his hakkında fazla bir şey bilinmemektedir.
Hayvanlarda da bir zaman hissi vardır. Mesela Saizburg'un Alp çayırlarında inek ve öküz sürülerinin, çobanların müdâhalesi olmadan öğleden evvel on bire doğru dağ kulübelerinin önünde toplandıkları görülür. Çünkü bunlar bu saatte ahıra girmektedirler. Hayvanlarla ilgisi olan kimseler buna benzer daha birçok müşahedeler yapmışlardır. Fakat bu hayvanlar, daha ziyâde yapıları insanlardan, böcekler kadar çok farklı olmayan kedi, köpek, at veya diğer memeli hayvanlardır.
Böceklerde de bizdeki zaman hissiyle mukayese edilebilecek bir hissin mevcudiyeti hakkında hiç kimse kat'î bir şey söyleyemez. Bu suâlin, biraz sonra da anlayacağınız gibi arılarla husûsî bir 'ilgisi vardır. Fakat bunu kat'î olarak bilmediğimiz için araştırmamız lâzımdır. Bu araştımalar ise arılarda pek kolaylıkla yapılır.
Açık havada bir masa üstüne arıları cezbetmek ve saat cammdaki şekerli su ile beslemek suretiyle onlara yeniden sun'î bir besin mahalli arasında şekerli su verelim. Bu zamandan evvelce de kullandığımız metodla birer birer işâretliyelim. Fakat arılara bütün gün değil, günün yalnız muayyen saatlerinde, meselâ öğleden sonra 4-6 arasında şekerli su verelim. Bu zamandan evvel ve sonraları saat camını boş bırakalım. Bu hali birkaç gün devam ettirelim. Bizim numaraladığımız arılardan yalnız bir tanesi gözcü olarak dörtten evvel veya altıdan sonra gelir. Fakat henüz bir şey hazırlanmadığını görerek geri döner. Dörtten sonra gelen ise, saat camını dolu bulur. Bunun üzerine numaralı bütün ânlar şekerli suya üşüşürler ve danslarım yaparak bunu büyük bir gayretle toplarlar. İlk zamanlarda bundan iyi netice acınacağından biraz tereddüt edildiği için tecrübelere üç hafta devam .edilmiştir. Bu müddet zarfında hergün müsait oldukça 4 ile 6 arası arılara şekerli su verildikten sonra nhâyet bir kontrol tecrübesi yapılır ve 4 ile 6 arasında da saat camı boş bırakılır. Sabahın altısından akşamın sekizine kadar da bir kişi devamlı bir surette masa başında oturarak saat camına gelen arılan gözetler. Bu, çok sıkıcı bir iştir. Çünkü bir gün evvel şekerli suya gelen ve böylece işaretlenmiş olan altı andan bu uzun zamanda, yani sabahın altısından öğleden sonra dört buçuğa kadar yalnız 11 numaralı bir arı bir kontrol uçuşu yapar. Bu arı sabahın 7 ile 7.30 arası bir defa, biraz sonra bir ikinci defa daha gelir. Bundan sonra besin mahallinde kat'î bir sükûnet hüküm sürer. Fakat her zamanki yem saati yaklaşınca yani 4 ile 6 arasında saat camı, numaralanmış olan 6 arıdan 5 tanesi tarafından otuz sekiz defa ziyaret edilir. Boşuna gelmiş olmalarına rağmen, kısa bir zaman sonra tekrar geri dönerler ve yarım saat içinde on defa boş saat camına konarlar. Burada sanki muhakkak bir şey bulacaklarını biliyorlarmış gibi inâdla aranırlar. Normal yem saati geçince, yani altıdan sonra gidiş gelişler azalır ve nihayet yeniden bir sükûnet başlar. Bu suretle tecrübeden ümidin fevkinde iyi bir netice alınmış olur.
Bu tecrübe diğer arılarla birçok defalar ve günün her saatinde tekrarlanabilir. Kontrol tecrübesiyle de isbât edildiği gibi arılar her yem saatini birkaç gün içinde hayret edilecek bir şekilde öğrenmektedirler:
Bu muvaffakiyetli netice bizi, arılardaki zaman hafızasını daha zor tecrübelerle kontrol etmeğe sevkeder. Bunun için arılara bu defa günün iki ayrı zamanında, sabahleyin 5.45 ile 9.45 ve akşam 6.30'dan karanlığa kadar şekerli su verilir ve yine numaralar konur. Bu vaziyete bir halta devam edilir. Bundan sonra yine bütün bir gün saat camları boş bırakılmak üzere bir kontrol tecrübesi yapılır ve birisi tecrübe masası başında arıları müşahede eder. İşaretlenmiş olan 15 arıdan 14 tanesi yem saatlerinde boş saat camına ısrarla konarlar. Bu tecrübe de bu suretle iyi bir şekilde neticelenmiş olur.
Arıları günün üç ayrı yem saatına dahi alıştırmak kabildir. Yalnız bu defa arılar saat camına yem saatından biraz daha evvel gelirler. Bu da hiç fena değildir. Çünkü tabiat aç hayvanlarla doludur ve biri diğerinin yemini daha evvel gelerek alabilir. Bunun için geç gelip bir şey bulamamaktansa, vaktinden evvel gelmek daha iyidir. Bu sebepten arıların şekerli suya biraz erken gelmelerini hoş görmeliyiz.
Bu tecrübelerden sonra ilk akla gelen suâl şudur : Acaba anların saati nereîerindedir? Muayyen yem saatları yaklaşınca onları kovandan dışarıya, şekerli suya gönderen saatları gidelerinde midir? Böyle bir şey olamaz. Çünkü bizim seçtiğimiz yem saatları arıların hakîkî yem saatları değildir. Anlar karınlarını doyurmak için değil, bilakis kovandaki bal depolarını fazlalaştırmak maksadıyla şekerli suya uçarlar. Bundan başka bunlar bütün günlerini bal dolu peteklerin üzerlerinde geçirirler. Acıktıkları zaman ise bu peteklere hortumlarını uzatmaları kâfidir. Veyahut yürüyüş yapan bir insan gibi güneşin vaziyetine mi bakarlar? Arıların bazan güneşin vaziyetine dikkat ettiğini işitsek dahi buna yine inanamayız. Bunun için yeni bir tecrübe daha yapmamız lâzımdır.
Bir arı cemiyetini, her tarafı kapalı karanlık bir odaya getirmek suretiyle arıların uçuş sahalarını haftalar ve aylarca dört duvar arasında tahdîd edelim. Şüphesiz karanlıkta hiç bir arı uçmayacaktır.
Fakat kuvvetli bir elektrik ampulünü mütemadiyen yakmak suretiyle, gece ve gündüz mefhûmunu ortadan kaldıralım. Bu vaziyette arı, zamanını tâyîn etmek için güneşin vaziyetinden veya aydınlık derecesinden faydalanamayacaktır. Bütün bunlara rağmen anlar, yine muayyen zamanlarda şekerli suyu bulmağa muvaffak olurlar. Bu sun'î ışık altında yem saatini gecenin herhangi bir saatma koymuş olsak dahi, yine gündüzki gibi aynı muvaffakiyetli neticeyi alırız.
Şu halde arılarda; açlık, saat ve güneşle ilgisi olmayan bir zaman hafızası vardır. Fakat acaba arıların zaman hafızası, insanın zaman hafızası ile mukayese edilebilir mi? Ben bunu pek zannetmiyorum. Çünkü arılar, gece ile gündüz aynı kalan bu karanlık odada kısa zamanları değil, bilakis günlerin muayyen saatlarını tanımaktadırlar.
Bu vaziyette iki ihtimâl mevcuddur : Ya arılar iki yem saati arasında geçen zamanı doğru olarak tahmin ediyorlar ve bu zamanı hafızalarında tutuyorlar, veyahut harice karşı tamamen kapalı olan bu yerde günün muhtelif saatlarını tanıyorlar ve buna dikkat ediyorlar. Bunların ikincisi doğrudur. Hakîkaten haftalarca devam eden dresaj tecrübeleri bize arıların, yem zamanları her defasında günün bir başka saatına rasladığı takdirde muayyen bir zamana alışamadıklarını isbât etmiştir. Meselâ, arıları karanlık odada 19 eaatta, bir ve iki saat müddetle şekerli su ile besleyelim. Birinci şekerli suyu verdikten 19 saat sonra ikinci şekerli suyu, ikinciyi verdikten 19 saat sonra üçüncü şekerli suyu verelim. Bir müddet sonra bir kontrol yapmak istesek son şekerli suyu verdikten 19 saat sonra arıları yem mahallinde boşuna bekleriz ve bu suretle tecrübemizde muvaffakiyetli bir netice almamış oluruz. Eğer şekerli suyu günün aynı saatlarmda verecek olursak, anlar bunu öğrenirler ve biz de ancak o zaman müsbet bir netice alabiliriz. Şu halde arılardaki zaman hafızasının bizim kendi hayatımızdan bildiğimiz kısa zaman fâsüalannın tahmini ile ilgisi yoktur. Arılardaki bu mühim kabiliyetin mâhiyeti şimdilik bilinmemektedir.
Eğer hayvanlarda herhangi bir kabiliyet çok fazla inkişâf etmişse bunun mutlaka biyolojik bir kıymeti olduğu tahmin edilir. Meselâ anları sun'î olarak beslemek için saat camını istediğimiz herhangi bir saatta şekerli su ile dolduruyoruz. Bu halin, bize tabiattaki vaziyetlerle pek ilgisi yokmuş gibi görünür. Fakat bu, göründüğü kadar gayri tabiî değildir. Tabiat da anlar için masasını muayyen saatlarda hazırlar. Anların dâima bir cins çiçeğe konduklarını ve bütün gün yalnız bu muayyen çiçek cinsine uçuştuklarım hatırlamalıyız. Çiçeklerin pek azı sabahtan akşama kadar nektar ifraz eder. Bunların bir kısmı çiçeklerini akşamdan, birçokları öğleden evvel veya öğleden sonra kapatır ve günün diğer saatlannda kapalı olarak kalır. Bir kısmı ise çiçeklerini sabahleyin erkenden, bazıları da daha sonra açar. Her çiçek nev'inin muyyen bir zamanı vardır. Bu sebepten gözcü arılann günün muhtelif saatlarmda hangi cins bitkilerin çiçek açtığını bilmesi lâzımdır. Bakkal dükkanlan düşünülecek olursa bunlar da günün muayyen saatlarmda dükkânlannı açık tutarlar veya kapatırlar. Kapandıktan sonra bunlardan artık bir şey almak kabil olmaz. İşte çiçekler de nektarlarını böyle günün muayyen saatlannda hazırlarlar. Meselâ, arılann kendilerinden geçerek uçtukları esmer buğday, sabahleyin 9-11 arasında nektar ifraz eder. Polen toplayan arılann da buna dikkat etmeleri lâzımdır. Çünkü çiçeklerin polenini de günün herhangi bir saatında bulmak kabil değildir.
Demek oluyor ki, besin maddeleri tabiatta da devamlı bir surette bulunmaz. Şu halde arılar çok eski zamanlardan beri ve dünyanın her tarafında günün muayyen saatlannda yem bulmağa alışmışlardır. Bunu öğrenmeleri ve buna göre hareket etmeleri kendi menfaatları icâbıdır. Çünkü arılar kovanın dışında her zaman için ölüm tehlikesiyle karşılaşabilirler ve eğer haberci arılar çiçeklerde polen veya nektar bulunmadığı zamanları bilir ve ona göre hareket ederlerse birçok arılann da hayatı böylece kurtulmuş olur.
Bütün bu nizâm ve ahenk bize büyük Yaratıcının gücünü göstermiyor mu? 36
70 — Allah, sizi yaratmıştır, sonra da öldürecektir. İçinizden bir kısmı ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki bilirken bilmez olur. Muhakkak Allah Alîm'dir, Kadîr'dir.
Ömrün En Kötü Çağı40
Ömrün En Kötü Çağı
Allah Teâlâ kullan hakkındaki tasarrufunu, onlan yoktan vare-den olduğunu, bundan sonra onları öldüreceğini haber verir. Onlardan kimini bırakacak ki, sonunda yaradılışı zayıflığına, ihtiyarlığa ulaşsınlar. Başka bir âyette şöyle buyurur : «Allah O'dur ki, sizi güçsüz olarak yaratmıştır. Güçsüzlükten sonra kuvvetli kılmış, sonra da kuvvet-liliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapmıştır. O, dilediğini yaratır. O, Alîm'dir, Kadîr'dir.» (Rûm, 54). Hz. Ali (r.a.) den «Ömrün en fena zamanı -ki buna erzel-i ömür denilir-» âyeti hakkında rivayete göre bu, yetmiş beş senedir. Bu yaşta kişiye kuvvet ve akıl zayıflığı, hafıza zafiyeti ve bilgi azlığı ânz olur. Bu sebepledir ki: «Bilirken bilmez olur.» buyrulmuştur. Bilgili olduktan sonra, söyleyecek sözü bilemez olur. Bu sebepledir ki Buhârî bu âyetin tefsirinde şöyle der : Bize Mûsâ İbn İsmâîl... Enes İbn Mâlik'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle dua edermiş : Cimrilik, tembellik, ihtiyarlık, erzel-i ömr, kabir azabı, Deccâl'in fitnesi, hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım. Hadîsi Müslim de Harun el-A'ver kanalıyla rivayet etmiştir.
Züheyr İbn Elpu Sülmâ da meşhur muallakasmda şöyle diyor :
Hayatın yüklerinden usandım.
Kim seksen sene yaşarsa elbette uzanır.
Gördüm ki ölümler kör deve yürüyüşü gibi yürüyor.
Kime isabet ederse öldürüyor.
Kimi şaşırırsa uzun yaşayıp bunuyor.37
71 — Allah, rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, buyrukları altında bulunanların rızıklarmı vermezler. Halbuki bunda hepsi eşittir. Yoksa Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?
Rızıktaki Farklılıklar40
Rızıktaki Farklılıklar
Allah Teâlâ, müşriklerin Allah'a koştukları ortakların Allah'ın kullan olduklarını bile bile, itiraf ettikleri halde Allah'ın ortaklan olduğunu sanmalarındaki küfür ve bilgisizliklerini açıklıyor. Nitekim müşrikler haclarındaki telbiyelerinde şöyle derlerdi: Lebbeyk, senin hiç bir ortağın yok. Ancak senin olan ortak müstesna. Sen ona ve onun sahip olduklarına mâliksin. îşte Allah Teâlâ onlara red makamında buyurur ki: Size rızık olarak verdiklerimizde kullarınızın (kölelerinizin) sizinle eşit olmasına razı olmuyorsunuz. Nasıl olur da Allah Teâlâ kendi kullarının tanrılık ve tâzîm göstermede zâtına eşit tutulmasına razı olur? Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmaktadır : «O, size kendinizden bir örnek verdi: Size verdiğimiz rızıklarda, emriniz altında bulunan kölelerinizin de eşit olarak hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirinizi saydığınız gibi bunları da sayar mısınız?» (Rûm, 28). Avfî, İbn Abbâs'tan rivayetle bu âyet hakkında şöyle der : Allah Teâlâ buyurur ki: Onlar mallarında ve kadınlarında kölelerini (kendilerine) ortak kılıyor değiller. Nasıl olur da kullarımı saltanatımda Bana ortak koşarlar? İşte Allah Teâlâ'nm : «Yoksa Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?» kavli budur. Yine İbn Abbâs'tan gelen başka bir rivayette o şöyle demiştir : Kendileri için razı olmadıkları bir şeye benim için nasıl razı oluyorlar? Mü-câhid, bu âyet hakkında der ki: Bu, bâtıl tanrılar için bir misâldir. Katâde şöyle diyor : Bu, Allah'ın vermiş olduğu bir misâldir. Sizden herhangi birisi, kölesini karısı ve yatağı konusunda kendine ortak eder mi ki Allah'ı yaratıklarına ve kullarına denk sayıyorsunuz? Şayet sen kendin için bunu kabul etmiyorsan elbette Allah Teâlâ bundan münezzeh olmaya senden daha lâyıktır.
Allah Teâlâ : «Yoksa Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?» buyurur ki; onlar, Allah'ın yaratmış olduğu bitki ve hayvanlardan Allah için bir pay ayırıyorlar, sonra O'nun nimetini inkâr edip O'ndan başkasını O'na ortak koşuyorlar. Hasan el-Basrî'den rivayette o, şöyle demiş : Ömer İbn Hattâb (r.a.) Ebu Mûsâ el-Eş'ârî'ye şu mektubu yazdı: Dünyadan olan rızkına kanâat et. Muhakkak Rahman, rızık konusunda kullarından bir kısmım diğerlerine üstün kılmıştır. Bilakis bununla hepsini imtihan etmektedir. Rızkı genişçe verdiğini imtihan eder ki; Allah'a şükrü, kendisine rızık olarak verip mal mülk sahibi kıldığı şeylerde onun üzerine farz kıldığı hakkı yerine getirmesi nasıldır? Hasan el-Basrî'nin bu sözünü İbn Hatim rivayet eder.38
72 — Allah, sizin için kendinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için oğullar, torunlar var etti. Temiz şeylerden size rızık verdi. Böyleyken bâtıla inanıyorlar da Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?
Allah Teâlâ kullarına olan nimetlerini anıyor. Onlar için kendilerinden, kendi cinslerinden ve şekillerinde eşler yaratmıştır. Şayet eşleri başka bir cinsten yaratmış olsaydı; ülfet, sevgi ve rahmet meydana gelmezdi. Fakat Allah Teâlâ rahmetinden olarak Âdemoğullarm-dan erkekler ve dişiler yaratmış, dişileri erkeklere eşler kılmıştır. Sonra Allah Teâlâ, eşlerden oğullar ve torunlar yarattığını zikreder. Âyette geçen kelimesi; oğulların çocuklarıdır. Bu açıklama İbn Abbâs, İkrime, Hasan, Dahhâk ve İbn Zeyd'indir. Şu'be'nin Ebu Bişr'den, onun Saîd İbn Cübeyr'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre; âyette geçen kelimeleri, oğul ve oğlun oğludur.
Süneyd der ki: Bize Haccâc... îbn Abbâs'tan rivayet etti ki o, şöyle demiş: Sana hizmet ettikleri ve sana yardımcı oldukları zamanda oğullarındır. (...)
Mücâhid âyetin bu kısmını: Oğlu ve hizmetçisi, şeklinde anlamıştır. Ondan gelen bir başka rivayette ise kelimesi; yardımcılar ve hizmetçiler, olarak belirtilmiştir. Tâvûs, bu kelimenin; hizmetçiler olduğunu söyler. Katâde, Ebu Mâlik ve Hasan el-Basrî de böyle söylemişlerdir. Abdürrezzâk'ın Ma'mer kanalıyla... İkrime'den rivayetinde o, bu kelime hakkında şöyle der : Hafede; oğullarından ve oğullarının oğullarından sana hizmet edenlerdir. Dahhâk der ki: Araplara sâdece oğulları hizmet ederdi. Avfî'nin İbn Abbâs'tan rivayetinde o, «Eşlerinizden de sizin için oğullar, torunlar var etti.» âyeti hakkında şöyle dermiş : Kişinin kendi çocukları değil de karısının çocuklarıdır. Kişinin yanında çalışana denilir. Bu anlamda olmak üzere Arapçada denilir. Bazıları hafede'nin; kişinin hısımları (karısının babası, kardeşi ve benzeri gibi karısı tarafından olan akrabaları) olduğunu sanmışlardır. İbn Abbâs'ın görüşlerinden biraz önce zikrettiğimizi İbn Mes'ûd, Mesrûk, Ebu Duhâ, İbrahim en-Ne-haî, Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid ve Kurazî de söylemişlerdir. Bu açıklamayı İkrime, İbn Abbâs'tan rivayet eder. Ali İbn Ebu Talha'nın İbn Abbâs'tan rivayetle söylediğine göre; bunlar, kadın tarafından olan akrabalardır. İbn Cerîr der ki: Bütün bu sözler, kelimesinin anlamına girer. Zîrâ bu kelime, hizmet.etmek anlamınadır. Nitekim kunut duasında: Sana koşar, sana hizmet ederiz, denilir. Madem ki hizmet çocuklardan, hısımlardan ve hizmetçilerden olmaktadır, o halde nimet bütün bunlarla meydana gelmektedir. Bu sebebledir ki Allah Teâlâ: «Eşlerinizden de sizin için oğullar, torunlar var etti.» buyurmuştur.
Ben de derim ki: Şayet âyetteki kelimesi, kelimesine atfedilirse; burada maksadın çocuklar, çocukların çocukları, dâmâd ve enişteler olması gerekir. Zîrâ onlar, kızların eşleri ve eşin çocuklarıdır. Nitekim Şa'bî ve Dahhâk da böyle söylemişlerdir. Bunlar çoğunlukla kişinin koruması altında, evinde ve hizmetinde olurlar. Allah Rasûlü (s.a.) nün Busrâ İbn Eksem hadîsindeki: Çocuk, senin için bir köledir, sözünden de maksad herhalde bu olmalıdır. Bu hadîsi Ebu Dâvûd rivayet etmiştir. Ancak şayet bu kelime, ayetteki kısmına atfedilmiş olursa —ki bu durumda kelime hizmet edenler anlammadır— âyeti şöyle anlamak gerekecektir : Sizin için eşlsr ve çocuklar yarattı.
«(Yiyecek ve içeceklerden) temiz şeylerden size rızık verdi.» Sonra Allah Teâlâ, nimet veren Allah'a ibâdette O'na bir başkasını ortak koşanlara reddiye olarak şöyle buyurur : «Böyleyken bâtıla -putlara ve eşlere- inanıyorlar da Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?» Allah'ın onlara olan nimetlerini gizleyip bunları Allah'tan bir başkasına mı izafe ediyorlar? Sahîh bir hadîste şöyle buyrulmuştur : Allah Teâlâ kıyamet günü kula, minnette bulunarak şöyle buyuracaktır : Seni çiftlemedim mi? (Sana eş yaratmadım mı?) Sana ikramda bulunmadım mı? Atları ve develeri senin emrine vermedim mi? Seni reîs olmaya ve rahat içinde yaşamaya bırakmadım mı?39
73 — Onlar; Allah'ı bırakarak, göklerden ve yerden kendilerine verecek rızıkları olmayan, olsa bile veremeyen şeylere mi tapmıyorlar?
74 — Allah'a benzerler koşmaya kalkmayın. Şüphesiz Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Allah Teâlâ, Allah ile beraber O'ndan bir başkasına tapman müşriklerden haber veriycr. Bununla birlikte O, nimet veren, ihsanda bulunan, yaratan, rızık veren, tek ve ortağı olmayandır. Bütün bunlara rağmen onlar, göklerden ve yerden kendilerine rızıkları olmayan, yağmur indiremeyen, ekinler ve ağaçlar bitiremeyen, bunların hiç birine mâlik olmayan, isteseler dahi bunlara güç yetiremeyen Allah'tan başka putlara, ortaklara ve eşlere tapınıyorlar. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : Allah'ı bir şeye benzetmeye kalkmayın. O'na eşler, benzerler kılmayın. Şüphesiz Allah bilir, siz bilmezsiniz, buyurmuştur. Muhakkak O bilir ve şehâdet eder ki, Allah'tan başka tanrı yoktur. Sizler bilgisizliğinizle O'na bir başkasını ortak koşuyorsunuz.40
75 — Allah, size bir misâl verir : Başkasının malı olan ve hiç bir şeye gücü yetmeyen bir köle ile tarafımızdan güzel bir rızka nail olup gizli veya açık infâk eden hiç bir olur mu? Hamd, Allah'a mahsûstur. Fakat onların çoğu bilmezler.
Allah'ın Verdiği Örnek. 42
Allah'ın Verdiği Örnek
İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî, bunun Allah'ın kâfir ve mü'min için verdiği bir misâl olduğunu söyler. Katâde de böyle söylemiş ve İbn Cerîr bu görüşü tercih etmiştir. Başkasının malı olan ve hiç bir şeye gücü yetmeyen köle, kâfirin misâlidir. Kendisine temiz bir rızık verilmiş, bu rızıktan gizli ve açık sarfeden ise mü'mindir. Mücâhid'den rivayetle İbn Ebu Necîh şöyle der : Bu; put ve Hak Teâlâ için verilmiş bir misâldir; hiç bu ve öteki eşit olur mu? İkisi arasındaki fark, sâdece aptalların bilemeyeceği kadar açık olduğundan Allah Teâlâ : «Hamd, Allah'a mahsûstur. Fakat çokları bilmezler.» buyurur.41
76 — Allah, iki kişiyi de misâl veriyor: Biri hiç bir şeye gücü yetmez bir dilsizdir ki, efendisine yüktür. Nereye gönderse bir hayır getirmez. Bununla; doğru yolda olup adaletle emreden bir olur mu hiç?
Mücâhid der ki: Bununla da put ve Hak Teâlâ kasdedilmektedir. Yani put dilsizdir, konuşamaz, ne hayır, ne de başka bir şey söyleyemez, bütünüyle hiç bir şeye güç yetiremez. Konuşması ve çalışması yoktur. Bunlara ilâveten o, efendisine bir yük, bir külfettir. Nereye gönderse bir hayır çıkmaz, uğraşmasında başarıya ulaşamaz. Nitelikleri böyle olan biriyle doğru yolda olup adaletle emereden, sözü hak, işi dosdoğru olan kimse bir olur mu hiç? Süddî, Katâde ve Atâ el-Hora-sânî de âyeti böyle açıklamışlardır. İbn Cerîr, bu açıklamayı tercih eder. İbn Abbâs'tan rivayetle daha önce geçen görüşe muvafık olarak Avfî bunun yine kâfir ile mü'min için verilmiş bir misâl olduğunu söyler.
İbn Cerîr der ki: Hasan İbn Sabah el-Bezzâr'ın... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Allah, size bir misâl verir : Başkasının malı olan ve hiç bir şeye gücü yetmeyen bir köle ile...» âyeti hakkında şöyle demiştir : Kureyş'ten birisi ile, onun kölesi hakkında nazil oldu. «Bununla; doğru yolda olup adaletle emreden bir olur mu hiç?» kısmına kadar «Allah; iki adamı misâl veriyor: Biri dilsizdir...» âyeti hakkında da şöyle der : O, Affân oğlu Osman'dır. Efendisi nereye gönderse bir hayır getirmeyen dilsiz ise, Affân oğlu Osman'ın bir kölesidir. Hz. Osman onun nafakasını üstlenir ve gıdasını temîn ederdi. Diğeri ise buna karşılık İslâm'dan hoşlanmaz, İslâm'ı kabul etmez, Hz. Osman'ı sadaka ve iyilikten alıkordu. İşte bu, ikisi hakkında nazil olmuştur.42
77 — Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Saat (kıyamet) hâdisesi ise ancak bir göz kırpma gibi veya daha yakındır. Şüphesiz ki Allah, her şeye Kâdir'dir.
78 — Sizi, annelerinizin karnmdan Allah çıkardı. Hiç bir şey bilmezdiniz. Ve size kulaklar, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz.
79 — Göğün boşluğunda; Allah'ın buyruğuna boyun eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları Allah'tan başka kimse tutmaz. İnanan bir kavim için muhakkak ki bunda da, âyetler vardır.
Göklerin Ve Yerin Gaybı42
Göklerin Ve Yerin Gaybı
Allah Teâlâ her şeye güç yetirici olduğunu, kemalini, göklerin ve yerin bilinmezliklerini bildiğini haber verir. Bu sâdece O'na mahsûstur. Dilediklerini muttali' kılması dışında hiç kimse, göklerin ve yerin bilinmezliklerine muttali' değildir. Bütün bunlar muhalefet edilemeyen ve engel olunamayan (karşı durulamayan) tâm gücü içindedir. Bir şeyi murâd buyurduğu zaman ona sadece; ol, der, o da hemen oluverir. Nitekim bir âyette şöyle buyurmaktadır : «Ve Bizim emrimiz birdir, bir göz kırpması gibidir.» (Kamer, 50). O'nun murâd buyurduğu, göz açıp kapama gibi oluverir. Burada ise şöyle buyurmaktadır : «Saat hâdisesi ise ancak bir göz kırpma gibi veya daha yakındır. Şüphesiz ki Allah, her şeye Kâdir'dir.» Başka bir âyette şöyle buyurulur : «Sizin yaratılmanız da, yeniden diriltilmeniz de bir tek kişininki gibidir.» (Lokman, 28).
Allah Teâlâ kullarına olan nimetini burada anmaktadır. Onları annelerinin karınlarından hiç bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Bundan sonra onlara sesleri idrâk edebilecekleri kulak, görünenleri hissedebilecekleri gözler, akıllar bahsetmiştir. Aklın, merkezi, sahîh olan görüşe göre kalbdir. Aklın merkezinin dimağ olduğu da söylenmiştir. Eşyanın zararlı ve faydalısı ancak akılla temyiz edilip ayrılabilir. Bütün bu kuvvetler ve hisler insanda tedricî olarak, azar azar meydana gelir. Büyüdüğü ölçüde işitmesi ve görmesi geliştirilir, rüşdüne erinceye kadar aklı kuvvetlenir. Allah Teâlâ bunları insanda, Rabbına ibâdete imkân bulsun diye yaratmıştır. însan Mevlâsına itaat için her bir uzvundan ve kuvvetinden yardım alır. Nitekim Buhârî'nin Sa-hîh'inde Ebu Hüreyre'den, onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet ettiği bir hadîste o, şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ buyurur ki: Kim Benim bir dostuma düşmanlık ederse; muhakkak Bana harb ilân etmiştir. Kulum ona farz kıldığımı yerine getirmenin bir benzeriyle bana yaklaşmış değildir. (Kulumu bana yaklaştıran şeylerin en hayırlısı, ona farz kıldıklarımı yerine getirmesidir). Kulum nafile (ibâdetler) ile Bana yaklaşmaya devam eder de sonunda onu severim. Ben onu sevdiğim zaman işiteceği kulağı, göreceği gözü, tutacağı eli, yürüyeceği ayağı olurum. Şayet Benden bir şey isterse ona veririm. Şayet Bana duâ ederse, duasına icabet ederim. Bana sığınırsa onu sığındırırım. İnanan kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm gibi yaptığım bir işte tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmıyor, Ben onun üzülmesinden hoşlanmıyorum, ölüme karşı onun hiç bir çâresi yoktur. Hadîsin mânâsı şudur : Kul ibâdeti sâdece Allah için yaptığı zaman, bütün işleri Allah için olur : Sâdece Allah için görür. Yani Allah'ın kendisine meşru' kıldıklarını görür. Ancak Allah'a itaat olan şeye yürür, Allah'a itaat olan şeyi tutar. Bütün bunlarda Allah'tan yardım diler. Hadîsin Buhârî dışındaki rivayetlerinin birinde : Yürüyen ayağı olurum, kısmından sonra şöyle denilmektedir : Benimle işitir, Benimle görür, Benimle tutar, Benimle yürür. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ burada : «Ve size kulaklar, gözler ve gönüller verdi ki, şükredesiniz diye.» buyururken başka bir âyette şöyle buyurur : «De ki; Sizi yaratan ve sizin için kulaklar, gözler ve kalbler vareden O'dur. Ne de az şükrediyorsunuz. De ki: Sizi yeryüzünde yaratıp yayan O'dur. Ve O'na toplanıp götürüleceksiniz.» (Mülk, 23-24).
Sonra Allah Teâlâ, gökle yer arasında Allah'ın buyruğuna boyun eğen kuşlara bakmalarını emreder, Allah onu nasıl yaratmış ki iki kanadıyla gökle yer arasında, gökyüzünde uçuyor. Onu orada ancak kudreti ile Allah Teâlâ tutmaktadır. O Allah ki; orada bunları yapan güçler yaratmıştır. Havayı kuşları taşımaya müsahhar kılmıştır ki kuş cnunla uçmaktadır. Nitekim Mülk Süresindeki bir âyette : «Onlar, üzerlerinde kanat çırpan sıra sıra kuşları görmezler mi? Onlan havada Rahmân'dan başkası tutmuyor. Muhakkak ki O, her şeyi görendir.» (Mülk, 19) buyururken burada da : «İnanan bir kavim için muhakkak ki bunda da âyetler vardır.» buyurmuştur.43
İzahı43
İzahı
İnsan Denen Varlık. 43
İnsan Denen Varlık
En son ilmî inkişâfların isbât ettiğine göre, insan denilen şu muamma, hadd-i zâtında bir tek hücreden meydana gelmiştir. Bu hücrenin bir parçası kemikten ve bir kısmı da kıkırdaktan, etten meydana gelmiştir. Hücre, kandan ve dokudan aldığı besinlerle gelişerek insanın deri kısmını bilhassa alt deriyi ve göz kapaklarını teşekkül ettirir.
İşte gözler, kulaklar ve kalp bu bir tek hücreden neş'et eder. İnsan vücûdunda bulunan kısa uzun, büyük küçük her şey bu bir hücreden meydana gelmiştir. Bir hayat muamması olan bu biricik hücrenin yapısını, bileşimlerini inceleyip, gelişmesini, büyüyerek parçalanmasını araştırmak imkânı bugün ilim erbabınca mevcûddur. Fakat içinde gizlenmiş bulunan hayat esrarına gelince işte bu noktada ilim de, ilim erbabı da duraklamakta ve Allah Zülcelâl'in kudretini itiraf etmekten başka bir şey yapamamaktadır...
1946 yılında, hücrenin bileşiminde bulunup da o zamana kadar bilinmemiş olan yabancı maddelerin yer alışı ve bu maddeler sayesinde hücrenin kendiliğinden muzır şeyleri yok etmesi ve böylece kendi hayatını koruyabilmesi hususu keşfedilince, bütün biyoloji âlemi yaratıcı kudretin azametini ikrar etmişti. Nasıl oluyor bu ameliye?.. Bir hücre nasıl yapıyor bu işlemi?.. Bir tek Allah'tan başka kim bilir onun orasını?..
Ana karnına düşmüş olan cenîn, o daracık yerde kendi gıdasını nasıl temîn ediyor? Nasıl teneffüs imkânı bulabiliyor oracıkta? Bütün canlılık ihtiyâçlarını ne şekilde gideriyor? Bütün uzuvları, o dar imkânlar ve şartlar altında nasıl teşekkül ediyor? Nasıl bir yerdir ana rahmi ki, cenîn incecik bir ip gibi bağ ile oraya bağlanıyor da sonra bütün gıdasını bu ip sayesinde te'mîn ediyor ve annenin bütün uzuvları ile temas kurabiliyor. İnsanları vareden Yaratıcı, ceninin teşekkül ettiği yeri o kadar muntazam düzenlemiş ki, yavrunun gelişmesi için lüzumlu olan hiç bir şeyi eksik kılmamış orada. Anne tarafından alınan gıdanın, asit haline inkılâb edip de yavruya zarar vermemesi için Hak Teâlâ cenini anneye bağlayan incecik bağı son derece intizamlı halk etmiş. Ve çok kerre ana karnındaki yavruya eziyet verip, zorluk çıkarması muhtemel olan gıdaların ulaşmasını engelleyici kasılmalar tamamen bertaraf edilmiş.
Bize basit gibi gelen bu hususları dikkatle düşündüğümüz takdirde kudret sahibi Yaratıcının lutf-u Rabbâniyesini itiraf etmemek elden gelmez. Bugün ilim, ana rahmine düşen yavrunun hayat seyrini merhale merhale bize anlatabilmektedir. Ve bu anlatılanlar, Kur*an-ı Azîm'in anlattıkları ile hiç de çelişki halinde değildir. Şimdi her ikisini de görmeye çalışalım :
Hamilelik müddeti artık son anlarına yaklaştığı vakit kadının guddeleri bir takım ifrazatta bulunur ki, bu ifrazların pek çok özellikleri vardır. Bir kısmı ana rahminin büzülüp kasılmasını te'mîn eder. Bir kısmı ceninin bulunduğu mahalden sıyrılmasını te'mîn eder. Bir kısmı da, çocuğun tabiî şekli üzerine doğmasına yardımcı olur. Meme de bir gudde olduğuna göre, o da hamileliğin son anları ile doğumun başlangıcında birtakım beyaz, sarımsı akıntılar salgılar ki; ilâhı tecellînin eseri olarak bu salgılar, çocuğu muhtelif hastalık mikroplarından muhafaza edecek kimyevî maddeler ihtiva etmektedir. Doğumu müteakiben ikinci gün annenin memelerinden süt gelmeye başlar. Yine en büyük tedbîr sahibi Allah Teâlâ'nın hikmetinin eseri olarak anne memesinden gelen süt miktarı gün be gün artar. Bir yıl sonra bu miktar, günde iki buçuk litreye baliğ olur. Halbuki ilk günlerde bu miktar birkaç yüz gramı geçmez. Buradaki hayreti mûcib hal, sâdece sütün artışı ile kalmaz, çocuğun yaş durumuna göre sütün ihtiva ettiği kimyevî maddelerin bileşim oranının da değişmesidir. Başlangıçta anne sütündeki kimyevî maddelerin bileşiminde su içerisinde az miktarda şeker ve besin maddelerinin nisbeti artar. Bu değişiklikte bir gün diğer bir günü tutmaz. Bu artış çocuğun devamlı olarak gelişmesine .organlarının deşekkülüne, dokuların kuvvetlenmesine uygun şekilde olur. Anne memesinde sütün teşekkül ameliyesi de, gayet dikkat çekici bir haldir ki bu, kudret sahibi Hallâk-ı Azîm'in varlığından başka bir şey ile ifâde edilemez.
Meme, çok sayıda ince damarcıklardan meydana gelmiştir. Memeyi meydana getiren damarlar, diğerlerinden kan deveranının fazlalığı ile ayırdedilir. Haddinden fazla kan deveranı vardır memelerde. Bu damarların içi süt yapan hücrelerden müteşekkil gözenekler ile doludur. Bunlar damarlarda deveran eden kan içinde mevcûd olan bileşikleri süzerek süt yaparlar. Tahminen dört yüz gram kandan on gram süt meydana gelir. Bu gözeneklerde teşekkül eden süt, sayısı yirmiyi veya yirmibeşi bulan kanalcıklar sayesinde memenin uç kısmına gelir. Memenin yüzeyinden uca doğru geldikçe bu kanalcıklar da daralır. Nihayet memenin başında aynı miktarda küçük delikler halinde kalır. Böylece süt, gayet uygun şekilde memenin her tarafından çekilmiş olur ve çocuğun emmesi de kolaylaşır. Biraz Önce de bildirdiğimiz gibi meme emen yavru, bütün gıdasını zaman zaman bileşimi değişen sütten te'mîn eder. Ve yavrunun gelişimine uygun şekilde sütün bileşimi de fazlalaşır. Tabiî ki, buna uygun şekilde de dişler teşekkül eder. Çocuğun kendi gıdasını yiyecek şeylerden almasına muvafık olarak gelişir. Hadd-i zâtında dişlerin teşekkülü bile Allah'ın varlığına en büyük delil sayılacak niteliktedir. Ağzın ön cephesinde kesici dişler yer alır. Bunlar sayesinde en katı yiyecekler bile ufalanır. Bunun yanında yardımcı rolü oynayan köpek dişleri yer alır.
Daha sonra küçük azılar ve büyük azılar yer alır ki, bunlarla yiyecekler parçalanır ve boğazdan aşacak şekilde öğütülür. Diş tababeti ile uğraşan bilginler takma diş yaparken bu sırayı bozup daha başka bir dizi kurmak istemişlerse de bir türlü aynı vazifeyi görecek şekilde yeni bir şekil verememişler ve kudret sahibi Yaratıcının azameti karşısında apışıp kalmışlardır. Diş manzumesi için bulunacak en iyi ve en ideal şeklin bugünkü yaratılış şekli olduğunu kabul etmişler ve ona göre takma dişleri de aynı nizâm içinde yapmışlardır. Yeri, sırası ve şekli itibarıyla en ufacık bir değişiklik yapmamışlardır...
Çocuk memeden kesilip de yavaş yavaş yemek yemeye başlayınca; yine bir iâhî ihsan ile karşılaşıyor, Allah'ın varlığının alâmetlerini müşâhade ediyoruz... Hem de insanı yaratan Rabbı Zülcelâl'in müdebbir san'atma delil sayılacak şekilde, insanoğlunu nasıl halk ettiğini ve onun hayatını nasıl idâme ettirdiğini gözlerimizle görüyoruz. Ağızdan buruna östaki borusu adı verilen bir kanal gider. Ondan sonra nefes borusu yer alır. Daha sonra da yutak gelir ki, sindirim sistemi buradan başlar. Bugün ilim bize diyor ki; ne zaman bir toz zerresi, yolunu şaşırıp da nefes borusuna kadar ilerleyecek olursa hemen kapı dışarı edilir. Çok kimsede müşahede ettiğimiz öksürükler, nefes borusuna kadar gelmiş olan toz zerreciklerini geri kovalamak için yapılan çırpınıştan başka bir şey değildir. Nefes borusundan ileri geçecek olan toz zerreleri, insanın hayatını mahvedebilecek kadar tehlikelidir. Böyle elmasına rağmen yenen lokmalar, nasıl oluyor da nefes borusuna geçmiyor ve doğrudan doğruya yemek borusundan aşağı iniyor. Halbuki iki delik yanyana. Yutma anında bademcikler yukarı kalkıyor, küçük dil teneffüs borucunu tıkıyor, böylece lokmalar yemek borusuna gidiyor. Küçük dilin kendi vazifesini şaşırdığı görülmüş değildir. Tıpkı meçhul bir asker gibi vazifesini devamlı yerine getirmektedir. Düşünün bir kerre yeryüzünde ne kadar insan ağzı var, her saniye kaç muhafız bekliyor yemek borusunun, ağzını da yemeklerin nefes borusuna gitmesini engelliyor. Ve her saniye kaç kerre açılıp kapanıyor çeneler de Allah'ın varlığını insanoğluna İsbât ediyor. Biz de yemek borusundaki ilâhî kudretin azametini ikrar eden bir bilginin dediği gibi: Burada Allah'ın varlığının delillerini görüyoruz, demekten başka bir şey yapmayacağız.
Yemek borusundan inen yemekler, sert ve katı maddeler halindedir. Bunun yumuşak ve akıcı maddeler haline gelmesi için gayet ince ve hayretâmiz işlemlerden geçmesi gerekir. Bunun da Allah'ın varlığına bir delil olduğunu söylemek herhalde tuhaf olmasa gerektir. İnsanlar tarafından yenilen katı, sıvı, sert, yumuşak, acı ve tatlı, ağır ve hafîf, sıcak, soğuk, et ve ekmek, sebze ve meyve, sun'î ve tabiî yağlar gibi bütün yiyecek ve içecekler pişmiş veya pişmemiş hepsi de aynı muameleye tâbi tutulmakta ve hepsi de aynı şekilde hazmedilmektedir. İnsan vücûdu tarafından alınan muhtelif yapıya ve bileşiklere sahip maddeler aynı metodlar ile sindirilir. Yeryüzünün en' ince ve en basit kimya laboratuvarı faaliyete geçer. Hepsi de aynı yerde toplanır ve midenin içinde bulunan guddeler vâsıtası ile üzerine asit ifrazatı başlar. Mide tarafından belirli bir miktar dâhilinde öz sular serpilir. Bu miktar Öyle bir nizâm içinde ayarlanmıştır ki, şayet az olsa yemeklerin hazmı imkansızlaşır. Aksine bu asit miktarı ve öz suların ölçüsü normalden fazla olursa her şeyi yakıp mahveder. Hamdolsun Ulu Yaradanımıza ki, bu nizâmı vermiş bize...
Ağza giren her lokmanın başından sindirim işleminin ilk merhalesi geçer. Önce ağzın iki tarafında yerleşmiş olan ve ağırlıkları 25 gramı geçmeyen tükürük bezleri tarafından tükürükler salıverilir yenilen maddenin üzerine. Tükürük, bileşimindeki kimyevî maddeler sayesinde gelen yemekleri yapışkan maddeler halinde yoğurur. Yemeklerin içine saldığı öz sular ile yoğurarak normal bir seviyeye getirir. Şâ^et sıcak ise soğutur. Soğuksa mideye gidecek şekilde soğukluğunu giderir. Tükürük, ayrıca acı ve yakıcı bileşikler ihtiva eden maddelerin şiddetini hafifletici özelliklere sahiptir. Bundan sonra çiğnenmiş olan lokma, tükürükle karışmış halde boğaza gelir. Mide tarafından salgılanan ve özel olarak hazırlanmış olan binde dört veya beş nisbetindeki hidroklorik asit ile karışarak mide içinde bekletilir. Şayet hidroklorik asidin miktarı bu nisbetten biraz daha fazla olsa, midenin içindeki dokuların hepsini yakar. Sonra bağırsaklarda daha bir yığın kimyevî maddelerin tahlilinden geçerek içindeki vücûd için lâzım olan besinler emilir. Safra kesesinde veya pankreas bezinde ayrı ayrı özsularla karıştırılır. Hazım cihazının uzunluğu dokuz metreyi bulur. Sindirim sistemi boyunca ifraz edilen maddelerin bütünü, alınan gıdanın durumuna uygun biçimdedir. İnsan organlarında yer »lan birtakım guddelerin faaliyet durumu ancak yirmi yıldan beri an-laşılabilmektedir. İnsan vücûdunun her tarafında bulunan bu gudde-lerdeki kimyevî terkîbleri meydana getiren o hayretâmiz kimyasal muameleler, insanı dehşetten dehşete sevketmektedir. Her bezin salgısı, bir diğerini tamamlayıcı mâhiyettedir. Bu ifrazatın nasıl meydana geldiği ise ayrı bir problemdir. Girift bir örgü gibidir. Ve bu if-râzâtın muayyen miktarı aşması ise insan vücûdunda onulmayacak telefata sebep olur.
Balgam teşekkülüne yarayan guddeler ile, böbreklerin üzerinde bulunan kapsüllerin ihtiyâç halinde faaliyet icra eden birer enerji depoları mâhiyetinde olduğu da ancak son zamanlarda anlaşılmıştır. Diğer zamanlarda çalışmayıp boş durdukları halde, dar zamanlarda enerji depoları vazifesini görmektedirler. Bu guddelerin esâs vazîfe-si, vücûdun kimyevî ve enerjik muvâzenesini sağlamaktır. Ancak insan, soğuk bir muhît ile karşılaşınca; bu guddeler bir takım ifrazat salıverir ve kan damarlarına baskı yapar. Böylece kanın basıncı artar. Bunun üzerine kan basıncının fazlalaşmasından meydana gelen vücûd içindeki sıcaklık sayesinde çevrenin soğuk şartlarına karşı konulur.
Tehlikeli yaralanmalar esnasında da bu guddelerin faaliyet sahası tersine döner. Bu sefer de kandaki basıncı azaltıcı rol oynar. Ve çabucak kan kaybını önler... Yine bu guddeler asabî gerginlikler ve psikolojik buhranlarda da kan basıncını azaltıcı te'sîrler icra eder.
Bugün modern ilim, uzunluğu 6,5 metreyi bulan ince barsakla-rın kendiliklerinden yaptıkları iki çeşit refleks hareketi karşısında hayrete düşmüştür. İnce barsaklar refleks yoluyla önce ince barsağa kadar gelmiş olan yiyecekleri bağırsak öz sulan ile sindirilmesi kolay olacak şekilde karıştırır. İkinci olarak da sindirilecek duruma gelmiş elan yiyecak maddelerini bağırsak içinde imkân dâhilinde olan en geniş bir mesafe sathına iterek bütün yüzeyde bulunan emici tümörler sayesinde gıdaya müsait elan en yüksek miktarı emer. Bundan sonra kaim bağırsakların devri başlar. Kaim bağırsaklar ise, ince bağırsaklarda emildikten sonra arta kalan fazla maddeleri sindirecek öz sular salıverir. Böylece insan midesine girmiş olan gıdalardan ancak faydalanma imkânı olmayan maddeler dışarı atılır. Kalın bağırsaklar ayrıca bu fazla maddeleri vücudun dışına atacak birtakım sümüksü akıntılar ifraz ederler.
Bunca kimyevî muamelelere ve esrarengiz işlemlere ilâveten insan vücûdunda birtakım mikroplar ve bakteriler yer alır ki, bunların herhangi birisinin miktarı gerekli olan miktarı aşarsa veya ondan az olursa, yahut herhangi bir sebeple bazı değişikliklere ma'rûz kalırsa korkunç bir boğuşma başlar.
Tıb bilginleri ve biyoloji âlimleri diyorlar ki; insan vücûdu öyle faaliyetler icra ediyor ki, bunun karşısında Allah'ın azametini ve kudretini itiraf etmemek imkânsızdır. İnsan vücûdunda bulunan her şey, bir ölçü içerisinde yaratılmıştır ve tesadüfün imkânı yoktur. Buna Örnek olarak sâdece vücûd içinde yıpranan ve eskiyen kısımların yenilenmesi ameliyesini gösteriyorlar. Müşahede ve deneyler ile isbât-lanmıştır ki, vücûdun herhangi bir kısmı yıpranırsa veya bezlerden bir tanesi eskiyecek olursa; diğer bsz hemen Öbürünün yaptığı işleri de yüklenir ve faaliyetini iki misline çıkarır. İnsan buna hiç bir müdâhale yapamaz. Yine kalbin içinde bir arıza meydana gelecek olsa kalbin iç cidarının kalınlığının fazlalaşması için bir hareket başlar ve dokular kuvvetlendirilir. Kalbin kendisini iyileştirmek için yaptığı faaliyetler esnasında hacmi haddinden fazla genişler. Bu konuda Russel Reks ve Richard Kapott müştereken yazdıkları bir eserde şöyle derler : «İnsan vücûdunda bütün uzuvların depolama faaliyetleri vardır. İhtiyâç zamanında bunları kullanır. Akciğer veremine tutulmuş olan bir kimse, akciğerinin bir kısmı olmadan da yaşayabilir. Doktor Trau-deau akciğerinden birisi olmadan kırk yıl yaşayabilmiştir.»
Tecrübeler isbât ediyor ki: «İnsan vücûdunda uzuvlardan birisi telef olursa, ihtiyatî olarak diğerinin idare edeceği kısımlar mevcûd-dur. Bir insan, bir metre bağırsağı kesilmiş olarak yaşayabilir de yokluğunu hiç hissetmez. Hattâ insan hayatı üzerinde hiç bir te'sîri müşahede edilmeden uzuvlarının birisinin kökten yok olması ile yaşadığı görülmüştür. Bu konuda vuku bulmuş en garip bir misâli 1966 yılında Moskova'da toplanan beynelmilel psikoloji bilginleri kongresine doktor Aron Smith tarafından sunulmuştur. Doktor Smith sunduğu raporunda, beyninin yarısı ameliyat esnasında alınan bir Amerikah'-mn hâlâ yaşadığını, müzik dinleyip gezdiğini hattâ ameliyattan önce olduğu gibi bürosunun muhasebe işlerini de idare ettiğini belirtmiştir.
İnsan bünyesinde, değişen durumlara göre intibâk'ı sağlayabilme kabiliyeti de mevcûddur. Bir kadın hamileliğin son anlanna geldiği vakit muhtelif organlar tarafından mihbilin ağzına doğru salgılar akı-tılmaya başlar. Böylece mihbilin ağzındaki dokular yumuşar ve bu akıntılar sayesinde esnek bir hal alır. Ve çocuğun kolayca doğması, rahimden çabucak nüzulü kolaylaşır. Halbuki doğumun yaklaşması olduğu devrelerden önce böyle salgılara rastlanmaz. Şu halde nereden geliyor bu salgılar? Ve neden daha önceden akmıyor? Burada artık tesadüfün imkânı var mı? Neden öyleyse daha önce tesadüfen vuku bulmuyordu bu?.. Hayır hayır, bütün bunlar kudret sahibi Yüce Yaratıcının varlığının ifâdesi ve delili...
İnsan vücûdunun içindeki esrarı örten, sağlam ve güzel bir perde vardır. Bu perde deridir. Deri, Allah'ın güzel san'atına delâlet eden en ince ve akıllara durgunluk verecek âyetlerindendir.
Cild; vücûdun içindeki fazla suyu dışarıya veren, fakat içeriye suyun girmesine mâni olan gözeneklerinin bulunmasına rağmen su ve gazlan geçirmez. Deri, her zaman havada dolaşan mikrop ve bakterilerin hücumuna ma'rûzdur. Bundan dolayı, mikrop öldürücü nitelikte bir sıvı salgılar. Mikroplar galip gelip, derinin sınırına tecâvüz ettiğinde ise; aklın, azametini idrâkten âciz kaldığı düzenli bir savaş ameliyesi başlar. Bir düşmanın girdiğini haber vererek bütün vücûd organlarını uyarmak için alarma geçer. Bu alarmın zilleri, vücûdun hissettiği ağrılardır. Bunun üzerine sının bekleyen muhafız grubu harekete geçer, düşmanla amansız bir mücâdeleye girişir. Ya düşmanım mağlûb edip kapıdan dışarı atar, yahut da mağlûb olarak ölür. İkinci ve üçüncü gruplar ölenlerin yerini alır ve böylece savaş devam eder gider...
Bu muhafızlar, sayıları otuz milyar civarında olan akyuvarlardan başka bir şey değildir. Cild üzerinde, içinde irin bulunan kırmızı bir sivilce görüldüğünde, bilinmelidir ki burada vazifesi uğruna ölen birçok muhafız bulunmaktadır. Cild üzerindeki kızarmalarda da, mütecaviz bir düşmanla çarpışan akyuvarlar bulunur.
Cildin en mühim vazifelerinden birisi de, vücûdun hararetini muayyen bir derecede tutmasıdır. Zîrâ ciltteki kan damarları, hava ısındığında, ısıyı yayabilmek için açılır. Ter bezleri fazla olan suyu dışarıya atar. Böylece vücûda temas eden havanın ısı derecesi düşer. Havanın ısısı düşünce kılcal damarlar büzüşür, hararetini korur ve terde azalma olur.
İşte bu acâib cihaz, inâyet-i ilâhiyye ile vücûdun hararetini devamlı olarak 37 °C tutmak için kurulmuş bulunmaktadır.
Dr. Richard Kaputt'un bu husustaki beyânı şöyledir :
«Allah, vücûdumuza, sıhhatmııza yardımcı olması için, şifâ verici ve göz kamaştırıcı büyük bir kudret bahşetmiş bulunmaktadır. Doktorlar bu durumu önce teşhis için incelemekte, sonra da tedâvî için deneyler yapmaktadırlar. Bu akıl durdurucu üstün kudret, hastalıkların tedavisinde devamlı olarak mücâdelemize katılmaktadır.»
İnsanın cildi kendisine özgüdür. Hiç bir insanın cildi diğerine benzemez. Ayrıca durmadan yenilenmektedir. Şu andaki cildiniz geçen seneki cildinizin aynısı değildir.
Derinin yenilenmesi, cildin bulunduğu tabakalardaki hücrelerin gelişmesine paralel olarak devam eder. Hücrelerin her yeni tabakası, derinin yüzeyini oluşturur.
İlmin bu kadar ilerlemesine, insan vücûdunda ulaştığı garip hakikatlere rağmen, insanı hayrette bırakan ve zarurî olarak Allah'ın varlığına, kudret ve azametini kabule götüren, keşfe muhtaç birçok esrar henüz çözülebilmiş değildir.
İşitme duyusu, dış kulak ile başlar. Fakat nerede bittiğini sâdece Allah bilir. îlim isbât ediyor ki; sesin havada meydana getirdiği titreşimler, dış kulak kepçesine, buradan da iç kulak boşluğuna geçer.
Korty denilen iç kulak dünyası, insanı hayretten hayrete sevket-mektedir.
Kcrty, iç kulak bahsinde çok garip ma'lûmât veriyor :
İç kulakta burgu ile yarım dâire arasında birçok kanal bulunuyor. Sâdece burguya mahsûs, beyindeki işitme sinirlerine bağlı dört bin küçük yay vardır. Bu yayların uzunluğu ve hacmi ne kadardır? Sayıları binlere ulaşan ve her birinin husûsî bir terkibi bulunan bu yaylar nasıl terekküb etmiştir? Konuldukları yer nedir? İnsanı hayrette bırakacak ve başka bir şeye müracaat etmeye mahal bırakmayacak elan bu incelikler, görülmeyen iç kulak boşluğundadır.
Kulakta yüz bin işitme hücresi bulunur. Sinirler, insan aklının alamayacağı, incelik ve azamet dolu sinirciklerle sona erer.
Görme duyusunun merkezi, içinde görme sinirlerinin uçlarından teşekkül eden yüz 'otuz milyon ışık alıcı proses bulunan gözdür. Gözleri, gece gündüz kirpiklerin bağlı bulunduğu göz kapaklan korur. Bunların hareketleri irâde dışıdır. Gözü her türlü toz ve yabancı, zararlı zerreciklerden .korurlar. Fazla ışığa karşı gözleri muhafaza ederler. Gözyaşı olarak isimlendirdiğimiz sıvı ise, en kuvvetli bir temizleyicidir. Bu vaziyette göz, kendisini koruyan ve temizleyen tâm bir cihaz ile çevrilmiş bulunuyor.
Göz, sert tabaka, damar tabaka ve ağ tabakadan teşekkül etmektedir. Bunların her biri ise, korkunç sayıda damar ve sinirden meydana gelir.
Mucize olarak şu hususu bilmemiz kâfidir :
Göz ekranı üzerinde cismin görüntüsünü dâima ters olarak teşekkül eder. Görme sinirleri bu ters görüntüyü olduğu gibi beyine nakleder. Beyin bunu doğrultarak tekrar göze gönderir. Cisme bakan şahıs da böylece onu doğru olarak görür. Beşeriyyet tarihinde, bir tek insanın dahi bir şeyi ters gördüğü vâki' midir? Böyle bir şey vâki' olmayınca —ki asla vâki' olmayacaktır da— artık tesadüfe mahal kalır mı? Allah'ın varlığına bundan daha belîğ olarak delâlet eden bir alâmet mevcûd mudur?
Koklama, duyusu, cidden acâib bir manzara arzeder. BU duyunun merkezi, koku alma merkezi diye adlandırılan ve burun içinde bulunan sümüksel bîr zarla kaplanmış bulunmaktadır. Sinir bulundurmayan bu bölgede uzunca, kuvvetli birçok koku alma hücresi mevcûd-dur. Kokuyu bunlar beyine nakleder. Bunlar insan hayatının dayandığı teneffüs cihazının başlangıcında bulunan burnun içindedir. Hava, burun deliklerinden içeri girdiğinde havayı temizleme vazîfesl gören kıllarla karşılaşır. Hava buradan geçerken ısınır, içeriye girmeden evvel münâsib bir dereceye ulaşır.
Hepimiz ağızdan nefes almanın zararlarını biliriz. Burundan geçip ısınmadığı için anjin yapar, akciğer iltihaplanmasına sebep olur.
timin izahından âciz kaldığı bir husus da burnun yanlarında, kafa kemiğinin içinde bulunan içi hava dolu keselerdir.
Belki de ilâhî geometriye uygun onun kudreti önünde eğilen en bariz numune insan vücûdunun kemikleridir. İnsan vücûdunda sayıları iki yüz altıya varan kemik bulunur. Bu kemikler yekdiğerine mafsallarla bağlı olup, hareketlerini kaslar te'mîn eder.
İskeletin parça parça kemiklerden teşekkül etmesinin hikmeti ise gayet açıktır. Böylece her. parça, kolaylıkla ve rahatça hareket etme imkânını elde eder. İlim bugün isbât etmiştir ki; omurgada bulunan omurlar, insanın rahatça eğilebilmesini mümkün kılacak bir hacimdedir. Aynı zamanda bunların içinde ilik bulunmaktadır. İskelet; ifâ ettiği vazifeleri, çalışması, muhtelif parçalarının şekillenmesindeki hikmeti, tekevvün yollarının farklılığı ile, Allah'ın yaratma kudretinin en vazıh alâmetlerinden sayılır. Zîrâ bu kemikler, kandaki alyuvarları ve akyuvarları meydana getirmekle vücûdda hayatın bizzat yapıcısı durumundadırlar.
Bu hususun ehemmiyetini iyi kavramak için, bu yuvarların bizatihi hayatın esâsı olduğunu, insan hayatının her dakikasında en az yüz seksen milyon alyuvarın, vücûdu dışarıdan giren mikroplara karşı savunurken çok sayıda akyuvarın öldüğünü, bunları i'mâl ederken yorulmak suretiyle, hayat için çok tehlikeli olan aşırı kan artışını ayarladığını bilmek lâzımdır.
Kemikler, bu alyuvarlar ve akyuvarlar vasıtasıyla vücûdda hayatın yapıcısı olduğu gibi, vücûdun ihtiyâç fazlası gıdaların saklandığı bir depo vazifesi de görmektedir. Meselâ yağlı maddeleri içinde, kireçli maddeleri de dışında saklar.
Kemiklerin,- yapacağı vazifelere uygun bir durum alması ise, gerçekten hârika bir şeydir. Meselâ beyni muhafaza eden kafatası kemiğini, daha çok tehlikeye ma'rûz yerlerde oldukça sağlam ve kuvvetli görmekteyiz. Her ne kadar ince ve nâzik bir dokunun muhafazası bahis konusu olsa, kemik o nisbette metîn ve dokuyu tâm manâsıyla muhafaza edecek sağlamlıkta bulunur.
Kemik; dışındaki sert bir tabaka ile, içindeki yumuşak bir tabakadan teşekkül eder ki, içinde muhafaza ettiği dokuyu incelikle koruyabilsin. Sırt omurları, çarpma esnasında kırılmaması için kıkırdakla örtülmüştür. Vuruşlardan korunmak için arkasında bir çıkıntısı, yan-, larmdan korunması için de yandan iki kanadı mevcûddur. Bütün omurlar; birbirine sinirsel bağlarla kenetlenmiş, tek bir parça haline gelmiştir. İki kemik karşılaştığında ise, her yönüyle serbest hareket edebilecek tarzda eklemlerle yekdiğerine uygun hale gelmiştir. Meselâ, ucu oyukla nihâyetlenen bir kemiğe, ucu tümsek bir kemik tekabül ediyor ve birbirine her yönüyle mütenâsib bir vaziyet arzediyorlar.
Beden üzerinde tam bir hâkimiyeti bulunan bu cihaz, bütün vücûdu dolaşan incecik sinirlerden teşekkül eder ki, bunlar daha büyüklerine, onlar da vücûddaki sinir sistemi merkezine bağlıdır. Cismin herhangi bir parçası dışarıdan bir te'sir aldığında —etrafındaki hararet derecesinin değişikliği de olabilir— sinirler bunu vücûddaki sinir merkezlerine, orası da hareket tarzını tesbît edebilen beyne iletir. Sinirlerdeki bir uyarma ve işaretin sür'ati saniyede yüz metreyi bulmaktadır.
Akıl da insanın tesadüf edebileceği en garip ve enteresan bir mekanizmadır.
Mark Twain diyor ki: «İnsan aklı, eşi bulunmayan bir makine özelliğine sahiptir. Bu makinenin faaliyet şekli apayrı bir tarzdadır. Çalışması isteğe bağlı değildir. Akü, kendi üzerinde bir hâkimiyete sahip olmadığı gibi, sahibi de onu istediği şeylerin te'sîrine mahkûm edemez.»
Gerçekten akıl, devamlı bir faaliyet içerisindedir. Uyanık bulunduğumuz dakikaların her anında durmadan dinlenmeden aklınız çalışmakta ve enerji sarf etmektedir. Bir gecenizi uykusuz geçirdiğinizi düşünün. Yatağınızda kıvranıp dururken birtakım emirler verir, ricalarda bulunursunuz. Sonra aklınızdan her şeyi çıkararak çalışmamasını ve uyumayı arzu edersiniz. Aklınızı kendi hizmetinizde kullandığınızı, dilediğiniz hususta emrinize âmâde olduğunu, istediğiniz hususta düşüneceğini kabul ediyordunuz değil mi? Şayet beşer aklı çalışmak isterse, kâinatta onu bir an durduracak hiç bir kuvvet mevcûd değildir.
Şayet akıl insanın müsâadesine muhtaç bulunsaydı, sabahleyin uyanırken, ona çalışmak için bir mevzu takdim edinceye kadar beklerdi. Şu halde akla ilham veren ve onu kontrol eden nedir?
Ayrıca, insanın iradî olmayan bir sinir sistemi mevcûddur. Ve her ferde hükmetmektedir. Meselâ yüzde, utanmadan dolayı meydana gelen kızarma, korku esnasında etrafımız] saran serinlik bunun eseridir. Yine bu sistem, ferdin te'sîr etmesine ve mâni olmasına imkân olmayan kalb atışlarım hızlandırır. Bütün bunları harekete geçiren ve idare eden nedir?
tnsan neslini muhafaza eden bu sistem, bütün insanlarda birbirine uyar ve karışık bir yolla çalışır. Menideki insan tohumunu hareket ettiren canlı hücreler olduğu 1768 yılma kadar bilinmiyordu. Bu hücreler hareketlerinde sülüklere benzemekte, genişçe başları, kısa boynu ve uzun kuyrukları bulunmaktadır. Kuyruklarının yardımıyla hareket etmektedirler.
Bugün ilim, Allah Teâlâ'nın, bu hücrelere beşer nev'ini muhafaza edecek bir kuvvet bağışladığım isbât etmiştir. Hücreler; gayr-i münâ-sib bir vasatta hayatm özelliklerini muhafaza etmekte, dış gelişimini kaybetmektedir. Böylece kadının tenasül organının ifraz ettiği hormonlarla birleşip nesli meydana getirmek için bir müddet hayatiyetini muhafaza ederek beklerler. Bütün bunlar »sâdece ilâhî kudretle meydana gelmektedir. Çünkü erkek hormonlarının, dişi hormonlarına yönelmesinde hiç bir bünyevî veya fizyolojik kuvvetin müdâhalesi mev-cûd değildir.
Dolaşım sistemi; 25-30 trilyon alyuvarlar ile, 50 milyar kadar akyuvarlardan meydana gelen kanı ihtiva etmektedir. Bütün bunlar yapışkan maddeler, asitler, şekerler, yağlar ile hastalık anında ortaya çıkan mikrop öldürücü maddelerden meydana gelen bir sıvının içinde bulunmaktadır. Dolaşım sistemini idare eden kalb, kastan yapılmış bir organdır. İrâdenin onun üzerine hiç bir hükmü yoktur. Kendisine hâs bir intizâmla açılır, kapanır. Kalb, dört odacıktan meydana gelmiştir. Ortasından bir perde ile iki bölüme ayrılır. Yukarıda kalan iki odacığına kulakçık, aşağıdakilerine de karıncık denir. Karıncıkları ku-Jakçıklardan, kapakçıklar ayırır.
Hacmi bir yumruğu geçmemekle beraber, yirmi dört saatte sarfet-tiği enerji normal bir adamı yüz yirmi beş metre havaya kaldıracak güçte bir enerjidir. Bir senede normal atışla 80 milyon galon kan vermektedir. Bu atışlar 36.792.000 kereye baliğ olmaktadır.
Dolaşım sisteminin geri kalan kısmını damarlar teşkil eder. Bunlar sağlam ve esnek kanallardır. Vazifeleri temiz kanı kalbten vücûda, kirli kanı da ciğerlere taşımaktır. Atardamarlar temiz kanı vücûda dağıtır; toplardamarlar tekrar kalbe dönen kanı akciğere göndererek tasfiye eder. Oradan da vücûda pompalamak üzere temizlenmiş kan tekrar yüreğe gelir.
Dolaşım sisteminin bu ameliyesi, insan hayatının esâsını v teşkil eder. Kirli kan, bir toplardamar ile sağ kulakçığa döner. Kulakçık dolduğunda yürek kapanır, kan sağ karıncığa geçer. Karıncığın kapanmasıyla da kan akciğer atardamarları ile ciğere taşınır. Orada oksijen alarak ve karbondioksit vererek temizlenen kan, akciğer toplardamarı ile yüreğin sol kulakçığına döner, oradan karıncığa ve bütün vücûda geçer. Bütün bunlardan daha garibi tüm damarlann, kan vücûd-dan kalbe doğru sıkılırken geri inmesine mâni olmalarıdır. Kalbe bağlı olan damarların da kapakları, insanın durumu ne olursa olsun, bunun gidiş yolundan aksi istikâmete dönmesini engeller.
Ayrıca bu cihazın zikre şayan en tuhaf tarafı şurasıdır: Şayet dolaşıma mahsûs damarlar, ayrılıp uç uca getirilmiş olsa uzunluğu 100.000 mili bulurdu.
Hayat maddesi de dediğimiz lenf boğumları; kan plazmasına benzeyen bir sıvıdan ibarettir. Ancak kandaki proteinleri ihtiva etmez ve hücreleri de renksizdir. Lenf boğumları şeffaf ve ince damarlar olup, derinin içinde ve altında bulunur. Vücûdun çeşitli yerleri çoğunlukla boyun, bağırsaklar ve kalçalar lenf boğumlarının bulunduğu yerlerdir.
Bu cihaz; bedenin hayatiyetini ve emniyetini korumak için garip bünyevî ameliyelerde bulunur. Vücûda tecâvüz eden mikroplarla savaşmak için akyuvarları hazırlar. Mikroplar bunlara galip gelip, durum tehlike arzedince, lenf bağının mikropları çok sayıda akyuvarın bulunduğu bir düğüme çeker. Buradan akyuvarlar mikropların üzerine hücum ederler. Böylece mikropların kesin hezimeti kaçınılmaz bir son olur. Çoğu zaman vücûdda bir yara veya çıban bulunduğu vakit, insan o sızısının hemen lenfatik bir düğüme sirayet ettiğini hisseder. Artık orada mücâdele başlamıştır. Bundan dolayı âlimler lenfe «hayat sıvısı» adını vermişlerdir.
Bir başka cihetten de lenf boğumları mühim bir vazife görür: Akyuvarlar, mikrop mücâdelesinde ölen mikrop ve hücreleri alıkor. Çünkü bunlar ahkonmayıp kana karışır, oradan da yüreğe girerse, zehirlenmelere sebep olur. Bu ikinci vazifesine denk olarak lenf düğümlerine âlimler «hayatı koruma kutuları» adını vermişlerdir.
Kasları Araştırma Enstitüsü Müdürü olup, Nobel mükâfatı kazanan Dr. Albert Georgy şöyle diyor :
«Kaslardaki bu esrarengiz perdeyi sıyırıp hakikatim öğrenmemiz, başta gelen meselelerdendir.»
Başka bir âlim de şöyle diyor :
«Hayatın, acâibliklerle dolu pazarında arzettiği şeylerin en mühimi kaslardır.»
Adeleler, insan vücûdunun yarısından fazlasını kaplar. Gıdaları ağızdan yemek borusuna aktaran, ciğerlere havayı çeken kaslardır. Yine besinleri harekete, yani kimyasal enerjiyi mekanik enerjiye çeviren de kaslardır.
Kaslar, hayatın başlamasını sağlar. Ceninin ana rahminden çıkmasını te'mîn eder. Hayat boyunca insanı korur. Nihayet kalb adele-lerinin durmasıyla hayat da durur.
Kaşları her zaman ilâhî esrar arasında saymışlardır. Nitekim ilim, bu cihazı kontrol eden kuvvetin üzerinden esrar perdesini henüz sı-yırmamıştır. Âlimlerin iştirak ettiği husus, diğer sistemler gibi bu sistemin de hayatın esrarını teşkil etmesidir. En basit bir adalevî hareketin hattâ burun temizlememiz esnasında bile meydana gelen fizyolojik ameliyenin, bir hidrojen bombasının terkip ve çalışmasından daha ince ve daha karışık olduğu ilim erbabınca belirtilmektedir.
«Allah'ın nimetlerini birer birer saysanız (bu ne mümkün? Onu) icmal suretiyle bile sayamazsınız. Şüphesiz Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.»
İnsan vücûdu; muhtelif gaye ve vazifeleri bulunan, daha çeşitli birtakım cihazlara mâliktir. Bunların her biri onu yaratan Allah'ın kudretini şüphe götürmez bir tarzda isbât etmektedir :
Vücûdu asitlerden ve bazı zararlı tuzlardan tasfiye eden idrar cihazı böbreklerden meydana gelir. Böbreğin çalışması, idrar bileşimlerini kandan ayıracak tarzdadır. Böbrek hücreleri, tasavvuru imkânsız bir hassasiyet derecesine mâliktir. Bu hücreler, kandaki muhtelif nis-bet ve yoğunluktaki en küçük değişmeleri bile telâfi eder.
Meselâ kandaki su oranı fazlalaşmca, hücrelerin faaliyetleri artar ve bununla kanın su nisbetinin normale dönmesi için idrar fazlalaşır. Aynı şekilde böbrekler, kandaki bütün zararlı ve zehirli maddeleri ayırırlar.
Böbreklerde idrarı mesaneye nakleden iki kanal mevcûddur. İlâhî san'atın cilvelerinden biri de, insanın duruşu nasıl olursa olsun, bu ka-nallardaki idrarın aksi istikâmete geri dönmeyişidir. İdrar cihazının sonu, bevlin dışarı çıktığı mesanedir.
İnsanda tad alma cihazı dildir. Çalışması sümüksel yapıdaki tad alma hücrelerinde toplanmıştır. Bu kabarcıklar iplik, mantar ve mer-ceksel gibi çeşitli şekiller gösterir. Bu kabarcıkları dilin yutak kısmında bulunan bazı sinirler beslemektedir. Tad alma sinirleri, yemek esnasında tadı alarak beyne iletir.
Tad alma cihazı ağzın bidayetinde bulunur. İnsan diliyle tad aldığı gibi konuşur da. Bir şeyin acı veya tatlı, ekşi veya tuzlu olduğunu dilimizle anlayabiliriz.
Dilde dokuz bin adet tad alan hücre vardır. Bunların her biri birçok sinirlerle beyine bağlanır. Bu durumda sinirlerin sayılan ve hacmi ne olur?
Ayrıca bunların her birinin münferiden beyine bildirdiği şeyleri, beyin nasıl bir bütün halinde hissediyor ve hemen cevabını gönderiyor?
Hiç bir gün elinizi düşündünüz mü? Nasıl çalışıyor ve vazifesi nedir?
İngiliz İlimler Ansiklopedisi'nde deniliyor ki:
«İnsan eli, vücûdun tabiî acâiblikleri arasında başta gelir. Gerçekten insan eli gibi, rahatlıkla çalışan ve çok çabuk maharetlerle hareket eden bir âlet meydana getirmek son derece güç ve hattâ imkânsızdır.»
En basiti elinize aldığınız bir kitabı çevirir, okumaya müsait bir şekilde durdurursunuz. Tabiî hareketle düzen verirsiniz. Kitabın sa-hîfelerini de aynı rahatlıkla açar, kapatır, değişik vaziyete sokarsınız.
Kalemi elinizle tutar, yazınızı onunla yazarsınız.
Çataldan bıçağa ve yazı âletlerine kadar insan için lüzumlu olan her şeyde onu kullanırsınız. Pencereyi açar, kapatır, istediğinizi ellerinizle taşırsınız. Ellerin toplam olarak yirmi yedi kemiği vardır. Her kemiğinde on dokuz kası bulunur.
Kaliforniya Üniversitesi Profesörü Dr. Gordon Haine şöyle diyor :
«Hekim, elindeki belirtilerden cismin dahilî durumunu öğrenir. Meselâ normalden daha büyük bir el, balgam guddelerinin normal çalışmadığını gösterir. Elin kuruluğu, soğukluğu ve üst derisinin renk değişimi, deri altı guddesinin noksan ifrazına delâlet eder. Sıcak, titrek ve fazla terleyen eller ise bu guddelerin fazla ifrazatına delâlet eder.
El üzerinde siyah beneklerin teşekkülü, böbrek üstü bezlerinin hastalığını gösterir.
Muayyen bir koku salarak el ayasının sararması ise, tifo hastalığına işarettir.»
Meşhur bir kalb doktoru şöyle diyor :
«Elin terleme ve titreme derecesi, sahibinin kalb rahatlığının durumunu ta'yîn eder.»
Tırnaklar da, insanda bulunan en mühim âletlerdendir. Halbuki onlara çok az kimse önem verir. Hattâ bunların ne faydası var diyenler bile vardır. Halbuki iki bin senedir tıb ve hikmette kendisine müracaat edilen Hipokrat şöyle diyor :
«Tırnaklar, ayna gibi insanların sıhhat durumunu gösterir.» Bugün dahi bu söz, değerinden bir şey kaybetmemiştir. Nice doktorlar vardır ki; bir hastalığa teşhis koyamayınca, hastanın tırnaklarından tutup hastalığın nev'ini teşhis imkânı bulur.
Morarmış tırnaklar, kan azlığına, maviye çalanlar kalb rahatsızlığına, tırnakta siyah noktaların teşekkülü ise, kan dolaşımının bozuk olduğuna işaret sayılmaktadır.
İş bu kadarıyla da bitmiyor. İlim, tırnakların kendilerine hâs vazifeleri bulunduğunu da gösteriyor. Nitekim tırnaklar parmak uçlarını korurlar. Zîrâ oralar tehlikeye en yakın noktalarıdır. Aynı şekilde parmak uçları çok hassastır. Tırnaklar olmaksızın ufak şeyleri derlemeye, hattâ cildi kaşımaya imkân yoktur.
İnsan vücûdu üzerinde araştırma yapıldığında, pek çok husus müşahede edilir. İnsanın şeklen ve ahlaken bütün hususiyetleri, ferd-lerin irsen aldığı kromozomlar taşır.
Bunlar, o kadar küçük cisimciklerdir ki; şayet bütün insanların kromozonları bir araya toplansa, bir avuçtan fazla yer işgal etmez. Bu bir avuçluk kromozönlar; milyonlarca insanın şekil, renk, özellik ve ahlâklarındaki farklılığı meydana getirir.
Garip değil midir ki; yüzeyi birkaç cm2 yi aşmayan insan yüzü üzerinde aynı tertib üzere bir baş iki göz, burun, ağız ve iki kulak bulunmasına rağmen dünya yaratılan beri bugüne kadar, ikisinin kesinlikle aynı şekil üzere bulunduğu duyulmamıştır. Yine garib değil midir ki, hayatı boyunca her şahsın parmak izleri diğerlerinkinden ayrıdır. İşte ince ve nâzik bir nokta. Bütün bunlar tesadüf eseri midir? İnsan vücûdunda; müdebbir, hikmetli ve ulvî bir kuvvetin tevcih ve ilhamı olmaksızın çalışan bir şey var mıdır?
Bundan sonra tesadüfün yeri kalıyor mu hayatta?...
Evet, her organ hattâ her adele, her hücre, hattâ hücreyi meydana getiren her parça, Yaratıcının azametini haykırıyor ve O'nu tes-bîh ediyor. Bundan sonra tereddüdünüz var mı artık?..44
80 — Allah; evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı ve size hayvan derilerinden; gerek göç gününüzde gerek konduğunuz günde hafifçe taşıyacağınız evler, yünlerinden, yapağılarından, kıllarından bir zamana kadar giyimlik, döşemelik ve ticâret kumaşı verdi.
81 — Allah; yaratıklarından sizin için gölgeler yapmış, dağlarda sığınacağınız barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, harbde muhafaza edecek zırhlar vermiştir. Müslüman olasınız diye, size olan nimetini işte böylece tamamlamıştır.
82 — Eğer yüz çevirirlerse; sana düşen, ancak açıkça tebliğdir.
83 — Allah'ın nimetini hem bilirler, hem de inkâr ederler. Zâten onların çoğu kâfirdirler.
Allah Teâlâ kulları üzerine nimetlerini tamamladığını zikreder. Onlar için bir sükûn yeri olan, sığınacakları, gizlenecekleri, çeşitli fay-dalanma yollarıyla istifâde edecekleri evler yaratmış, onlar için hayvan derilerinden evler vermiştir. Bu evleri seferlerinde kolaylıkla taşırlar, yolculukta ve ikâmette kolaylıkla kurarlar. Koyunların yünlerinden, develerin ve keçilerin kıllarından döşemelikler vermiştir. Âyette geçen kelimesi mal anlamındadır. Bu kelimenin eşya, elbise olduğu da söylenilmiştir. Sahîh olan ise bu kelimenin bütün bunlardan daha şümullü ve geniş olduğudur. Zîrâ ondan; döşemelik, elbise ve başka şeyler, mal edinilir ve onunla ticâret yapılır.
îbn Abbâs bu kelimenin eşya anlamında olduğunu söyler. Mücâ-hid, îkrime, Saîd İbn' Cübeyr, Hakem, Atiyye el-Avfî, Atâ el-Horasânî, Bahhâk ve Katâds de böyle söylemiştir.
Belli, muayyen bir süreye, bilinen bir vakte kadar... Katâde, «Allah; yarattıklarından sizin için gölgeler yapmış.» âyetinde, ağaçların kasdedildiğini söyler. Allah dağlarda sığınacağınız sığınaklar, kaleler var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak pamuk, keten ve yün elbiseler, harb-de sizi muhafaza edecek yassı demirden ve başka şeylerden zırhlar vermiştir. Selâmette olasınız (kurtulasmız) diye, size olan nimetini işte böylece, işlerinizde size yardımcı olacak şeyleri, ihtiyâç duyduğunuz şeyleri vermek suretiyle tamamlamıştır. Bütün bunlar ona itaat ve ibâdetinizde size yardımcı olsun diye verilmiştir. Âyetteki kelimesini Cumhur : Selâmette olasınız, kurtulasınız, şeklinde tefsir etmiştir. Bu kelimenin lâm harfini: Müslüman olasınız diye, anlamında olmak üzere kesreli olarak okuyanlar da vardır. Katâde «İşte size olan nimetini böylece tamamlamıştır.» âyeti hakkında der ki: Bu sûreye «Sûret'ün-Niâm» adı'verilir. Abdullah İbn Mübarek ve Abbâd tbn Avvâm'ın Hanzala es-Sedûsî kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetlerine göre o, kelimesini: Yaralanmaktan kurtulasınız diye, anlamında olmak üzere lamın fethası ile okurmuş. İbn Ab-bâs'ın bu kırâetini Ebu Ubeyd el-Kâsım İbn Sellâm, Abbâd'dan rivâ yet etmiştir. İbn Cerîr bu rivayeti iki kanaldan tahrîc etmiş ve bu kı-râeti reddetmiştir.
Ata el-Horasânî der ki: Kur'an ancak araplarm bilgisi ölçüsünde indirilmiştir. Allah Teâlâ'nm : «Allah; yarattıklarından sizin için gölgeler yapmış, dağlarda sığınacağınız barınaklar var etmiş.» kavlini görmez misin? Halbuki ovalardan yaratılanlar daha büyük ve daha çoktur. Ancak onlar dağ ahâlîsi idiler. Allah Teâlâ'nın : «Yünlerinden, yapağılarından, kıllarından bir zamana kadar giyimlik, döşemelik ve ticâret kumaşı verdi.» kavlini görmez misin? Halbuki sizin için bunun dışında yaratmış oldukları daha büyük ve daha çoktur. Ancak onlar kıl ve yapağılara sahiptiler. Allah Teâlâ'nm : «Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir.» (Nûr, 43) sözünü görmez misin. Onlar elbette bundan hoşlanıyorlardı. Halbuki kar ile indirilen daha büyük ve daha çoktur. Ancak onlar bunu bilmiyorlardı. Allah Teâlâ'nın : «Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler vermiştir.» kavlini görmez misin? Soğuktan koruyan daha büyük ve daha çoktur, ama onlar sıcak ülkenin ahâlîsi idiler.
Eğer bu beyân ve bu nimetlerden sonra yüz çevirirlerse; onların yaptıklarından sana herhangi bir vebal yoktur. Sana düşen, ancak açıkça tebliğdir ki sen de onlara karşı bunu yerine getirdin. Allah'ın nimetini bilirler. Bunları kendilerine ihsan edenin Allah olduğunu, bunları kendilerine bağışlayanın O olduğunu hem bilirler, hem de inkâr eder ve O'nunla birlikte bir başkasına ibâdet eder, yardım ve nzki O'nun gayrısma isnâd ederler. Zâten onların çoğu kâfirdirler. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nın... Mücâhid'den rivayetinde bir bedevi Allah Rasûlü (s.a.) ne geldi ve ona sordu. Allah Rasûlü (s.a.) ona: «Allah; evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı.» âyetini okudu. Bedevi; evet, dedi. Hz. Peygamber : «Size hayvan derilerinden; konduğunuz zaman hafifçe taşıyacağınız evler verdi.» buyurdu. Bedevi evet, dedi. Sonra ona yine okudu. Bütün bunlarda bedevi evet, diyordu. Nihayet, «Müslüman olasınız diye, size olan nimetini işte böylece tamamlamıştır.» âyetine gelince, bedevi arkasını dönüp gitti ve Allah Teâlâ : «Allah'ın nimetim hem bilirler, hem de inkâr ederler. Zâten onların çoğu kâfirdirler.» âyetini indirdi.45
84 — Bir gün;.her ümmetten birer şâhid getiririz. İnkâr edenlere itiraz için izin verilmez, özürleri de dinlenmez.
85 — O zâlimler azabı görünce; ne hafifletilir, ne de mühlet verilir.
86 — Allah'a şirk koşanlar; şirk koştuklarını gördüklerinde derler ki: Rıbbımız, işte şunlar Seni bırakıp da kendilerine yalvardığımız şerîklerimizdir. Bunlar da onlara : Doğrusu siz yalancılarsınız, diyerek söz atarlar.
87 — O gün Allah'a arz-ı teslimiyet ederler. Uydurdukları şeyler onlardan uzaklaşıp gitmiştir.
88 — Küfredip te Allah yolundan alıkoyanlara; bozgunculuk yaptıklarından dolayı azâb üstüne azâb artırdık.
O Zâlimler Azabı Görünce. 51
O Zâlimler Azabı Görünce
Allah Teâlâ müşriklerin âhiret yurdunda Allah'a döndükleri gündeki durumunu haber veriyor. O, her ümmetten bir şâhid gönderecektir ki; bu şâhid, onların peygamberi olup Allah'tan alıp tebliğ ettiklerine karşılık olarak vermiş oldukları cevaba şâhidlik edecektir. İnkâr edenlere itiraz ve özür beyân etmeleri için izin verilmez. Zîrâ onlar, yaptıklarının bâtıl ve yalan olduğunu bilmektedirler. Başka bir âyette : «Bu, onların konuşamayacakları gündür. Onlara izin de verilmez ki özür dilesinler.» (Mürselât, 35-36) buyurulurken, burada şöyle buyurulur: Özürleri de dinlenmez. O şirk koşmak suretiyle zulmedenler azabı görünce ne hafifletilir, onlardan ne bir an kesilir, ne de onlara mühlet verilip azâb onlardan geciktirilir. Bilakis toplanma yerinden onları hesâbsız olarak sür'atlice yakalayıverir. Cehennem yetmiş bin bağla çekilerek getirildiği zaman —ki her bir bağ ile beraber yetmiş bin melek vardır— cehennemin bir parçası yaratıkların karşısına çıkar, öyle bir soluk verir ki dizleri üstü çökmeyen hiç kimse kalmaz. Cehennem : Muhakkak ben, Allah ile beraber başka ilâh edinen her bir inâdçı zâlim için görevlendirildim... der ve insanlardan çeşitli sınıfları zikreder. Nitekim bu, bir hadîste belirtilmiştir. Sonra onların üzerine kapanır ve toplanma yerinden onları kuşun taneyi topladığı gibi toplar. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur: «Bu kendilerine uzak bir yerden gözükünce onun kaynayışını ve uğultusunu duyacaklardır. Elleri boyunlarma bağlı olarak dar bir yerden atıldıkları zaman orada yok olup gitmeyi isterler. Bugün bir kere yok olmayı değil, birçok kereler yok olmayı isteyin.» (Furkân, 12-14), «Suçlular ateşi görünce, ona düşeceklerini anlarlar ama ondan kaçacak yer bulamazlar.» (Kehf, 53), «O küfredenler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelleyemeyecekleri ve yardım göremeyecekleri zamanı keşke bilselerdi. Doğrusu o aniden gelecek ve onları şaşırtacaktır. Bir daha onu geri çeviremeyeceklerdir. Ve onlara mühlet de tanınmayacaktır.» (Enbiyâ, 39-40).
Sonra Allah Teâlâ en muhtaç oldukları bir anda tanrılarının onlardan ayrılacağını haber vererek buyurur ki: «Allah'a şirk koşanlar, dünyada iken ibâdet edegeldiklerini, şirk koştuklarını gördüklerinde derler ki: Rabbımız, işte şunlar Seni bırakıp ta kendilerine yalvardığımız şerîklerimizdir.» Dünyada iken tapmakta oldukları tanrılar da onlara : Doğrusu siz yalancılarsınız. Bize ibâdet etmenizi size biz öğretmedik, diyerek söz atarlar. Allah Teâlâ başka âyetlerde : «Allah'ı bırakıp da kıyamet gününe ka"dar cevab veremeyecek olana, kendilerine yapılan dualardan habersiz bulunan şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? İnsanlar bir araya getirildikleri zaman bunlar onlara düşman kesilirler ve onların tapınmalarını inkâr ederler.» (Ahkâf, 5-6), «Onlar kendilerine güç kazandırsın diye Allah'ı bırakarak ilâhlar edindiler. Hayır, onlar (putlar) kendilerinin ibâdetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine döneceklerdir.» (Meryem, 82-83) buyururken, İbrahim Halîl (a.s.) şöyle demiştir: «Sonra da kıyamet gününde birbirinize küfreder ve karşılıklı la'net okursunuz. Varacağınız yer ateştir, yardımcılarınız da yoktur.» (Ankebut, 25). Allah Teâlâ başka bir âyette : «O gün ki, Bana ortak kabul ettiklerinize seslenin, der. Onları çağırırlar ama hiç birisi cevab veremez. Aralarına bir uçurum koyarız.» (Kehf, 52) buyurmaktadır ki bu hususta âyetler çoktur.
«O gün Allah'a arz-ı teslimiyet ederler.» âyeti hakkında Katâde ve Ikrime der ki: O gün alçalır ve arz-ı teslimiyet gösterirler. Hepsi Allah'a arz-ı teslimiyet eder. İşitip itaat etmeyen hiç kimse yoktur. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: «Bize geldikleri gün; neler görüp işitecekler!» (Meryem, 38), «Suçluları Rab-larının huzurunda başlan öne eğilmiş olarak : Rabbımız, gördük ve dinledik. Artık bizi dünyaya geri çevir de sâlih amel işleyelim. Gerçekten biz, kesin olarak inandık, derlerken bir görsen.» (Secde, 12), «Ve bütün yüzler Diri ve her şeye Hâkim olan Allah'a baş eğmiştir.» (Tâ-hâ, 111) Yani yüzler alçalır, boyun eğer, Allah'a döner ve arz-ı teslî-miyyet eder.
«O gün Allah'a arz-ı teslimiyet ederler. Allah'a bir iftira olarak ta-pmagelmekte oldukları şeyler onlardan uzaklaşıp, yok olup gitmiştir. Onlara yardım edecek ve onları kurtaracak hiç kimse yoktur. Küfredip te Allah yolundan alıkoyanlara; bozgunculuk yaptıklarından dolayı azâb üstüne azâb artırdık.» Bir azâb küfürlerinden dolayı, bir azâb da insanları Hakk'a tâbi olmaktan alıkoydukları içindir. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Onlar hem bundan (Kur'an'a tâbi olmaktan) vazgeçirmeye çalışırlar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Onlar sâdece kendilerini helake sürüklerler de farkına varamazlar.» (En'âm, 26). Bu, kâfirlerin azâblarında değişik derecelerde olduğuna delildir. Nitekim mü'minler de cennetteki evlerinde ve derecelerinde değişik birbirinden farklı mertebelerdedir. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Buyurur ki : Hepiniz için katmerlidir. Ne var ki bilmezsiniz.» (A'râf, 38).
Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Süreye İbn Yûnus'un... Abdullah (İbn Mes'ûd) dan rivayetinde o, «Onlara azâb üstüne azâb artırırız.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Köpek dişleri uzun hurmalar gibi olan akrepler (onlar için) artırılır. Yine Hafız Ebu Ya'lâ'nın Süreye İbn Yûnus kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Onlara azâb üstüne azâb artırırız.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Bu, Arş'ın üzerinde ateşten beş nehirdir. Onun bir kısmıyla gece, bir diğer kısmıyla gündüz azâb olunurlar.46
89 — O gün; her ümmetten bir kişiyi aleyhlerine şâ-hid tutarız. Seni de onların üzerine tastamam şâhid olarak getirdik. Sana; her şeyi açıklayan, hidâyet ve rahmet, müslümanlara da bir müjde olan kitabı indirdik.
Allah Teâlâ kulu ve elçisi Muhammed (s.a.) e hitaben buyurur ki: «O gün; her ümmetten bir kişiyi aleyhlerine şâhid tutarız. Seni de ümmetin üzerine tastamam şâhid olarak getirdik.» Ey Muhammed, o günü an. O günün korkusunu, Allah'ın o günde sana vereceği yüce şeref ve yüce makamı an. Bu âyet, Abdullah İbn Mes'ûd'un Allah Ra-sûlü (s.a.) ne Nisa sûresinin baş kısmını okuduğu zaman ulaşmış olduğu âyete benzemektedir. İbn Mes'ûd, «Her ümmetten bir şâhid kıldığımız ve onlara da seni şâhid getirdiğimiz zaman (bakalım) nice olacak?» (Nisa, 41) âyetine ulaştığında Allah Rasûlü (s.a.) : Bu sana yeter, buyurmuştur. İbn Mes'ûd (r.a.) der ki: Döndüm bir de ne göreyim (Allah Rasûlü'nün) gözlerinden yaş boşanmış.
«Sana her şeyi açıklayan kitabı indirdik.» âyeti hakkında İbn Mes'ûd : Şu Kur'an'da bizim için her ilim ve her şey açıklanmıştır, derken Mücâhid : Her helâl ve haram açıklanmıştır, der. İon Mes'ûd'un sözü, daha genel ve daha şümullüdür. Zîrâ Kur'an geçmişlerin haberlerinden faydalı her ilmi, geleceklerin ilmini, her helâl ve haramın hükmünü, din, dünya, yaşama ve âhiretlerine dâir işlerde insanların muhtâç oldukları her şeyi içine almaktadır. Kalbler için bir hidâyet ve rahmet, müslümanlara da bir müjdedir bu kitab. Evzaî der ki: «Sana her şeyi açıklayan kitabı indirdik.» âyetiyle ifade edilen açıklama sünnet iledir.
((Sana; kitabı indirdik.» âyeti ile «Seni de onların üzerine tastamam şâhid olarak getirdik.» kavlinin beraber getirilmiş olmasının hikmetine gelince; en doğrusunu Allah bilir ama buradan maksad şudur : Sana indirmiş olduğu kitabın tebliğini sana farz kılmış olan (Allah) kıyamet günü bunu sana soracaktır, «Andolsun ki; kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da soracağız, peygamber olarak gönderilenlere de.» (A'râf, 6), «Rabbına andolsun ki, onların topuna soracağız; yapmakta oldukları şeyleri.» (Hıcr, 92-93), «Allah, peygamberleri topladığı gün şöyle buyurur: Size ne cevab verildi? Onlar da: Bizim bir bildiğimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen, derler.» (Mâ-ide, 109), «Kur'an'ı (okuyup ona uymayı) sana farz kılan Allah elbette seni döneceğin yere döndürecektir.» (Kasas, 85). Sana, Kur'an'ı tebliği vâcib kılan elbette kıyamet günü seni kendine döndürecek, senin üzerine farz kılmış olduğunu yerine getirip getirmediğini sana soracaktır. Bu; âyetin açıklamasındaki kavillerden biridir ve güzel bir açıklamadır.47
90 — Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve taşkınlığı ise yasaklar. İyice dinleyip tutasınız diye öğüt verir.
Adalet ve İhsan. 52
Adalet ve İhsan
Allah Teâlâ kullarına; müsavat, eşitlik ve adaleti emrettiğini, iyiliğe çağırdığını haber verir. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurmuştur : «Ceza verecek olursanız, size nasıl ceza verildi ise siz de öylece ceza verin. Sabrederseniz elbette bu, sabredenler için daha iyidir.» (Nahl, 126),-«Bir kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür. Kim de bağışlar ve barışı sağlarsa, ecri Allah'a aittir.» (Şûra, 40), «Yaralamalara kısas vardır. Kim de, hakkından vazgeçerse; o kendisi için bir kefarettir.» (Mâide, 45). Adaletin meşruiyetine ve ihsana çağırmaya delâlet eden bu ve benzeri âyetler çoktur. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, âyetteki adaletin; Allah'tan başka tanrı olmadığına şehâdet etmek, olduğunu söyler. Süfyân İbn Uyeyne der ki: Burada adalet; Allah için amel işleyen herkesin gizli ve açık amellerinin eşitliğidir. İhsan ise; gizlide işlediğinin, açığından daha güzel olmasıdır. Hayâsızlık ve fenalıklarda ise açık işlerinin gizlisinden daha güzel olmasıdır.
«Yakınlara vermeyi emreder.» âyetinde Allah Teâlâ, sıla-i rahm ile emretmektedir. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur: «Yakınlara hakkını ver. Miskine, yolcuya da. Ama saçıp savurma.» (İsrâ, 26). Allah Teâlâ: «Hayâsızlığı, fenalığı yasaklar.» buyurur ki; âyetteki kelimesi, haram kılınan şeylerdir. ise; haram kılınan du şeyleri yapanlardan zahir olan, ortaya çıkanlardır. Bu sebepledir ki başka bir yerde şöyle buyrulmuştur : «De ki: Rabbım, açığıyla gizlisiyle tüm hayâsızlıkları haram kılmıştır.» (A'râf, 33) âyetteki kelimesine gelince : Bu; insanlara zulmetmek, haksızlık etmektir. Bir hadîste şöyle buyrulur: Âhirette sahibi için biriktirilen ceza ile beraber dünyada Allah'ın cezasını çabuklaştırmasına zulüm ve sıla-ı rahm'i terketmekten daha lâyık başka bir günâh daha yoktur.
Allah Teâlâ size emretmiş olduğu hayırları ve size yasaklamış olduğu kötülükleri iyice dinleyip tutasınız diye öğüt vermektedir. Şa'bî'-nin Şüteyr İbn Şekel'den rivayetle söylediğine göre; o, İbn Mes'ûd'un şöyle dediğini duymuş ; Kur'an'daki en cami âyet, Nahl süresindeki «Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı... emreder.» âyetidir. İbn Mes'ûd'un bu sözünü İbn Cerîr rivayet eder. «Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı emreder...» âyeti hakkında Katâde'den rivayetle Saîd şöyle diyor : Câhiliyye halkının yapıp güzel gördüğü hiç bir güzel huy yoktur ki; Allah onu emretmiş olmasın. Yine onların aralannda birbirlerini ayıplayageldikleri hiç bir kötü huy yoktur ki; Allah onu yasaklamış olmasın. Allah Teâlâ ancak ahlâkın adîsini ve yerilmiş olanlarını yasaklamıştır. Ben de derim ki: Bu sebeple bir hadîste : Muhakkak Allah üstün ahlâkı sever ve adîsinden hoşlanmaz, buyrulmuştur.
Hafız Ebu Nuaym, «Ma'rifetu's-Sahâbe» adlı kitabında der ki: Bize Ebu Bekr Muhammed İbn Feth el4îanbelî'nin... Abdullah îbn Umeyr'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor : Eksem îbn Sayfî'ye Hz. Peygamber (s.a.) in çıktığı (peygamber olduğu) haberi ulaştı ve Ek-sem Hz. Peygamberin yanına gitmek istedi. Kavmi onü gitmeye bırakmadı ve : Sen bizim büyüğümüzsün, elbette ona gidecek değilsin, dediler. Eksem : Benden ona, ondan da bana tebliğ edecek (haber ulaştıracak) birisi gitsin, dedi. İki kişi seçildi de Hz. Peygamber (s.a.) e vardılar. Biz Eksem İbn Sayfî'nin elçileriyiz. O sana : Sen kimsin, sen nesin? diye soruyor, dediler. Hz. Peygamber (s.a.) : Benim kim olduğuma gelince; Ben Abdullah oğlu Muhammed'im. Ne olduğuma gelince; ben Allah'ın kulu ve elçisiyim, buyurup onlara : «Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve taşkınlığı ise yasaklar. İyice dinleyip tutasınız diye öğüt verir.» âyetini okudu. Onlar : Bu sözü bize tekrarla, dediler. Hz. Peygamber bunu onlara tekrarladı ve nihayet ezberleyip Eksem'e vardılar ve : Nesebini yükseltmek istemedi. Biz nesebini araştırdık ve onun temiz ne-sebli, Mudar içinde şerefli olduğunu gördük. Bize bir takım kelimeler söyledi ve biz bu kelimeleri işittik, dediler. Eksem bu kelimeleri işittiğinde : Muhakkak ben onun mekârim-i ahlâk ile emrettiğini, ahlâkın ayıplananlarını yasakladığını görüyorum, inanıyorum. Siz bu işte başlar (ilk, önde gidenler) olunuz, kuyruklar olmayınız, dedi.
Bu âyet-i kerîme'nin nûzülü hakkında hasen bir hadîs vârid olmuştur. Bu hadîsi İmâm Ahmed şöyle rivayet eder: Bize Ebu Nadr... Abdullah İbn Abbâs'tan rivayet etti ki o, şöyle anlatıyor : Allah Rasû-lü (s.a.) evinin avlusunda otururken Osman İbn Maz'ûn ona uğradı ve Allah Rasûlü (s.a.) ne tebessüm etti. Allah Rasûlü (s.a.) ona : Oturmaz mısın? buyurdu. O; evet, otururum, dedi. Allah Raslûlü (s.a.) onun karşısına oturdu. Onunla konuşurken Allah Rasûlü (s.a.) birden gözünü göğe kaldırdı. Bir süre göğe baktı. Sonra gözünü indirmeye başladı ve sağında bir yere indirdi. Allah Rasûlü (s.a.) beraber oturduğu Osman'ın yanından ayrılıp gözünü indirdiği yere gitti. Söyleneni anlamak istermiş gibi başını sallamaya başladı. İbn Maz'ûn, ona bakıyordu. Hz. Peygamber ihtiyâcını giderip söyleneni anladıktan sonra Allah Rasûlü (s.a.) birinci kere yaptığı gibi gözünü yine göğe kaldırdı. Ta'kîb ettiği gökte kayboluncaya kadar gözüyle ta'kîb etti. İlk oturduğu yerde duran Osman'a yöneldi. Osman İbn Maz'ûn : Ey Mu-hammed, seninle niçin beraber oturuyordum? Bugünkü yaptığın gibisini daha önce görmemiştim, dedi. Hz. Peygamber: Beni ne yaparken gördün? diye sordu. îbn Maz'ûn : Gördüm ki gözünü göğe diktin. Sonra indirdin, sağ tarafında bir yere çevirdin. Ona doğru ayrılıp gittin ve beni terk ettin. Sana söylenen bir şeyi iyice anlamak istermiş gibi başını sallamaya başladın, dedi. Hz. Peygamber: Bunu sezdin mi? diye sordu. Osman evet, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Biraz önce sen otururken bana Allah'ın elçisi geldi. Osman : Allah'ın elçisi mi? diye sordu da, o evet, buyurdu. İbn Maz'ûn: Sana ne dedi? diye sordu. Hz. Peygamber: «Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve taşkınlığı ise yasaklar. İyice dinleyip tutasınız diye öğüt verir.» buyurdu. Osman İbn Maz'ûn der ki: İşte o zaman îmân kalbime yerleşti ve Muhammed (s.a.) i sevdim. Bu hadîsin isnadı ceyyid, muttasıl ve hasen'dir. İsnâdda muttasıl bir semâ' (işitme) beyân edilmiştir. Hadîsi İbn Ebu Hatim de Ab-dülhamîd İbn Behrâm kanalıyla kısa olarak rivayet etmiştir. Bu konuda Osman İbn Ebu'l-Âs es-Sekafî'den başka bir hadîs daha rivayet edilmiştir ki İmâm Ahmed bu hadîsi Esved İbn Âmir kanalıyla... Osman İbn Ebu'l-Âs'dan rivayet eder. Bu hadîste İbn Ebu'I-Âs şöyle anlatıyor : Allah Rasûlü (s.a.) nün yanında oturuyordum. Birden gözünü dikti (gözü sâbitleşti) ve şöyle buyurdu : Bana Cibril geldi ve şu âyeti şu sûrede şuraya koymamı emretti... «Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder...» bu hadîsin isnadının zararı yoktur. Herhalde râvîlerden Şehr İbn Havşeb'in yanında iki şekli ile mevcûd olsa gerekir. En doğrusunu Allah bilir.48
İzahı53
İzahı
91 — Ahidleştiğiniz zaman; Allah'ın ahdini yerine getirin. Pekiştirdiğiniz yeminleri bozmaym. Çünkü Allah'ı üzerinize kefil yapmışsınızdır. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızı bilir.
92 — İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra, söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aranızda aldatma vâsıtası yapıyorsunuz. Allah onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette size beyân edecektir.
İpliğini Büktükten Sonra Söküp Bozan Kadın. 53
İpliğini Büktükten Sonra Söküp Bozan Kadın
Allah Teâlâ'nın emrettiklerinden birisi de ahidlere, anlaşmalara vefa göstermek, pekiştirilmiş yeminleri muhafaza etmektir. Bu sebepledir ki: ((Pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın.» buyurmuştur.
Allah Teâlâ : «Yeminlerinizde; Allah'ı iyilik etmenize, fenalıktan sakınmanıza engel yapmayın.» (Bakara, 224), «İşte bu, yemîn ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffâretidir. Yeminlerinizi tutun.» (Mâide, 89) buyurmuş; Buhârî ile Müslim'in Sahîh'lerinde mevcûd bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) : Allah'a yemîn olsun ki ben, Allah dilerse yemîn eder ve bir başkasını ondan daha hayırlı görürsem hayırlı olanı yapar ve yemini bozarım, buyurmuştur. Başka bir rivayette : Yeminimin keffâretini veririm, buyrulmuştur. Bu âyetler ve hadîs ile, buradaki «Pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın.» âyeti arasında bir çatışma söz konusu değildir. Zîrâ kasdedilen yeminler bir şeye teşvik veya bir şeyden men'etmeye dâir vârid olmuş yeminler olmayıp ahidlere, anlaşmalara dâhil olan yeminlerdir. Bu sebepledir ki «Pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın.» âyeti hakkında Mücâhid şöyle demektedir: Burada dostluğu bozmamaya dâir edilen yeminler kasdedilmektedir ki bu, câhiliyet âdetidir. İmâm Ahmed'in rivayet etmiş olduğu şu hadîs de bunu destekler mâhiyettedir: Bize Abdullah İbn Muhammed —Bu, İbn Ebu Şeybe'dir— ...Cübeyr İbn Mut'im'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: İslâm'da dostluğu bozmamaya dâir yemîn yoktur. Câhiliye devrinde olan hangi bir yemîn varsa; İslâm ancak onun kuvvetini artırır. Hadîsi Müslim, îbn Ebu Şeybe'den bu şekilde rivayet etmiştir. Bunun mânâsı şudur: Câhiliye halkının yapa-gelmekte olduğu bu tür yeminlere İslâm'ın gelmesiyle artık ihtiyâç kalmamıştır. İslâm'a sarılmak onların bütün yapagelmekte olduklarına yeterlidir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Âsim el-Ahvel'den, onun da Enes (r.a.) den rivayet ettiği ve : Allah Rasûlü bizim evimizde muhacirler ve ansâr arasında dostluk yemîni ettirdi, şeklindeki hadîse gelince; bunun mânâsı Allah Rasûlü'nün onlar arasında kardeşlik bağı kurmuş olmasıdır. Allah Teâlâ kaldırmcaya (neshedinceye) kadar onlar bu kardeşlik ile birbirlerine mîrâsçı olurlardı. En doğrusunu Allah bilir.
İbn Cerir der ki: Bana Muhammed İbn Umâre el-Esedî'nin... Me-zîde'den rivayetine göre; o, «Ahidleştiğiniz zaman; Allah'ın ahdini yerine getirin.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu âyet Hz. Peygamber (s.a.) e bîat hakkında nazil olmuştur. Müslüman olan kişi Hz. Peygamber (s.a.) e İslâm üzere bîat ederdi. Buyurdu ki: «Ahidleştiğiniz zaman; Allah'ın ahdini yerine getirin.» İslâm üzere yapmış olduğunuz bu bîata uyun. «Pekiştirdiğiniz yemînleri (bîatı) bozmayın.» Muhammed ve ashabının azlığı, müşriklerin çokluğu İslâm üzere yapmış olduğunuz bu bîatı bozmaya sizi sürüklemesin.
İmâm Ahmed .der ki: Bize İsmail... Nâfi'den rivayet etti ki, o şöyle anlatmış : İnsanlar Yezîd İbn Muâviye'yi hal' ettiği (halifelikten azlettiği) zaman İbn Ömer ailesini topladı, kelime-i şehâdet getirdi, sonra şöyle dedi: Muhakkak biz şu adama Allah'ın ve Rasûlü-nün bîatı ile bîat etmiştik. Ben, Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğunu işittim : Kıyamet günü zâlim için bir sancak dikilir ve : Bu filancanın zulmüdür, denilir. Allah'a şirk koşmuş olma dışında kişinin, birine Allah ve Rasûlü'nün bîatı ile bîat edip, sonra da bîatın-dan dönmesi (bîatını bozması) zulümlerin en büyüklerindendir. Sizden hiç kimse Yezîd'den asla ayrılmasın ve bu konuda sizden hiç kimse ileri gitmesin. Değilse benimle onun arasında bir kesiklik ve kopukluk meydana gelecektir. Hadisin merfû' olan kısmı (Hz. Peygam-ber'den rivayet edilen kısmı) Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde mev-cûddur.
İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Huzeyfe'den rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Kim kardeşi için, uymak istemediği bir şart koşarsa o, komşusunu korumaksı-zın bir şeye sevkeden kimse gibidir.
Allah Teâlâ'nın«Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızı bilir.» kavli pekiştirildikten sonra yemînleri bozanlara bir tehdîd ve vaîddir.
Allah Teâlâ : «İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra, söküp bozan kadın gibi olmayın.» buyurur ki, Abdullah İbn Kesir ve Süddî şöyle derler; O, Mekke'de olan ahmak bir kadındır. Her ne eğirip bükse kuvvetle büktükten sonra onu bozarmış. Mücâhid, Katâde ve İbn Zeyd: Bu, pekiştirildikten sonra ahdini bozan kimse için bir misâldir, derler. Bu söz Mekke'de, eğirip büktüğü ipi söküp bozan bir kadın olsun veya olmasın tercihe daha şâyân ve daha kuvvetlidir.
Âyetteki kelimesinin cümlede mef'ûl-ü mutlak olması muhtemeldir. Buna göre anlam: İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın şeklindedir. Ancak bu kelimenin, cümlenin başındaki fiilinden haber olması da muhtemeldir. Buna göre anlam: İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi siz de pekiştirmiş olduğunuz yeminleri bozmayın, şeklindedir. Bu sebepledir ki bundan sonra: «Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aldatma (hile, hud'a) vasıtası yapıyorsunuz.» buyurmuştur. Yani siz, size inansınlar için insanlar sizden çok oldukları zaman onlarla dost oluyorsunuz, dost olduğunuza dâir yeminler ediyorsunuz. Onlara zulmetme imkânı bulduğunuz anda ise onlara gadrediyorsunuz. İşte Allah Teâlâ bunu yasaklamıştır. Allah Teâlâ burada daha aşağı olan bir şeyle daha yükseğine işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Bu durumda şayet Allah zulmü yasaklamışsa, güç yetirme ve imkân bulma halinde elbette ve ev-leviyyetle yasaklamıştır.
Hz. Muâviye'nin kıssasını Enfâl sûresinde daha önce vermiştik. —Hamd Allah'a mahsûstur— Hz. Muâviye ile Rum kralı arasında bir süreli anlaşma vardı. Sürenin sonuna doğru Muâviye onlara doğru yürüdü. Sürenin bitiminde onların ülkelerine yakın olacak ve onlar gafil iken, hissetmeksizin onlara hücum edecekti. Amr îbn Abese ona dedi ki: Alahu Ekber Allahu Ekber, ey Muâviye, vefakarlık var zulüm yok. Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğunu işittim: Kimin bir kavim ile arasında bir süre (anlaşma süresi) varsa süre bitinceye kadar bağı asla çözmesin. Muâviye orduyu geri çevirdi ve onu hoşnûd etti. İbn Abbâs, «Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü.» âyetindeki kelimesini; daha çok, şeklinde açıklamıştır. Mücâhid der ki: Bazı kimselerle dostluk anlaşması yaparlar, başkalarım onlardan daha çok ve daha güçlü gördüklerinde onlarla dostluğu bozar ve daha çok, daha güçlü olanlarla dostluk anlaşması yaparlardı. İşte bu, onlara yasaklandı. Dahhâk, Katâde ve İbn Zeyd de bunun bir benzerini söylemişlerdir. Saîd İbn Cübeyr, «Allah onunla sizi imtihan eder.» âyetinden çokluğun kasdedildiğini söyler. İbn Cübeyr'in bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir. îbn Cerîr ise: Ahde vefa göstermeyi size emretmesiyle sizi imtihan eder, demiştir. Kıyamet günü ihtilâf ettiğiniz şeyleri elbette beyân edecek, her bir amel edenin amelinin karşılığım hayır olsun şer olsun mutlaka verecektir.49
93 — Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet yapardı. Ama O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola iletir. İşlediklerinizden muhakkak sorumlu tutulacaksınız.
94 — Yeminlerinizi aranızda hîle ve bozgun vesilesi yapmayın. Çünkü bu yüzden sağlamca yere basmakta olan ayak, kayabilir. Allah yolundan alıkoyduğunuz için kötü bir azâb tadarsınız. Ve sizin için büyük bir azâb vardır.
95 — Allah'ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin. Eğer bilirseniz, Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.
96 — Sizin yanınızdaki tükenir. Allah'ın katında olanlar ise sonsuzdur. Sabredenlere mükafatlarını, yaptıklarının daha güzeli ile ödeyeceğiz.
Allah'ın Ahdi55
Allah'ın Ahdi
Aİlah Teâlâ : «Ey insanlar, Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı.» buyurur ki, başka bir âyette şöyle buyurmuştur: «Eğer Rab-bın dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi îmân ederdi.» (Yûnus, 99). Aranızı düzeltir ve aranıza ihtilâflar, zıdlaşmalar, kin ve düşmanlık koymazdı. «Rabbın dileseydi; bütün insanları, tek bir ümmet yapardı. Onlar ise hâlâ ayrılıktadırlar. Esasen onları bunun için yaratmıştır. Rabbmın rahmet ettikleri müstesnadır.» (Hûd, 118-119) Böylece burada da şöyle buyurmaktadır: ((Ama O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola iletir.» Sonra kıyamet günü amellerinizin hepsinden sizi sorumlu tutar. Bir hurma çekirdeğinin yangı, tane üzerindeki bir nokta ve hurma çekirdeğinin zarı kadar yapmış olduklarınızla sizi cezalandırır.
Sonra Allah Teâlâ kullarını, yeminleri hîle hud'a vesilesi edinmekten sakındırır. «Çünkü bu yüzden sağlamca yere basmakta olan ayak, sürçebilir.» âyeti önce istikâmet üzere olan, Allah yolundan çevirmeyi de içeren bozulmuş yeminler sebebiyle hidâyet yolundan ayağı kayan, ayrılan kimse için bir misâldir. Zîrâ kâfir, mü'minin önce ahid-leşip sonra ahdini bozduğunu gördüğü zaman artık onun dinine güveni kalmaz. Onun yüzünden İslâm'a girmekten geri durur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Allah yolundan alıkoyduğunuz için kötü bir azâb tadarsınız. Ve sizin için büyük bir azâb vardır.» buyurmuştur. Sonra şöyle buyurur: «Allah'ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin.» Allah adına yaptığınız yeminleri dünya hayatının varlığı ve süsü ile değişmeyin. Zîrâ onlar azdır. Bütünü ile dünya Âdemoğluna verilse, râm olsa bile Allah katında olanlar onun için yine de en hayırlı olandır. Allah'ın sevabı, mükâfatı onu uman, Allah'a îmân eden, Allah'tan isteyen, va'dini umarak Allah'ın ahdini koruyan için elbette en hayırlı olandır. Bu sebepledir ki: «Eğer bilirseniz, Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır. Sizin yanınızdaki tükenir,» boşalır, sona erer. Zîrâ onlar sayılı bir süreye kadardır, kısıtlıdır» belli bir ölçüde verilmiştir ve sonludur. «Allah'ın katında olanlar sonsuzdur.» Sizin için cennetteki sevâb sonsuzdur, kesilmeyecektir, tükenmeyecektir, devamlıdır, ondan çevrilme ve onun sona ermesi yoktur. Allah Teâlâ'-nın: «Sabredenlere mükâfatlarını yaptıklarının daha güzeli ile ödeyeceğiz» kavli Rab Teâlâ'dan bir yemindir ki başında te'kîd için bir de lâm harfi getirilmiştir. Muhakkak Allah sabredenleri güzel amelleri sebebiyle mükâfatlandıracak ve amellerinin kötü olanlarından vazgeçecektir.50
97 — Kadın olsun, erkek olsun; her kim inanmış olarak iyi amel işlerse; ona hoş bir hayat yaşatacağız. Mükâfatlarını yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.
Bu, güzel amel işleyenlere Allah'ın bir va'didir. Salih amel; kadın olsun erkek olsun kalbi Allah'a ve Rasûlüne îmân etmiş, âdemoğulla-rmdan sâdır olan, Allah'ın kitabına ve peygamberinin sünnetine uygun düşen ameldir. Bu amel; emrolunmuş, Allah katından meşru' kilınmış bir ameldir. İşte Allah Teâlâ bu güzel amelleri işleyenlere dünyada iken hoş bir hayat yaşatacağını, âhiret yurdunda iken işlemiş olduklarından daha güzeli ile onları mükâfatlandıracağını va'dediyor. Hoş bir hayat hangi yönden olursa olsun her türlü rahat ve huzuru içine almaktadır. İbn Abbâs ve bir cemaattan rivayet edildiğine göre; onlar, hoş hayatı helâl ve temiz nzıkla tefsir etmişlerdir. Ali îbn Ebu Tâlib (r.a.) den rivayet edildiğine göre ise, o hoş hayatı kanâatla açıklamıştır. İbn Abbâs, İkrime ve Vehb İbn Münebbih de böyle söylemiştir, îbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha ise bunun mutluluk olduğunu söyler. Hasan, Mücâhid ve Katâde cennet dışındaki hayatın hiç kimseye hoş olmayacağını söylerler. Dahhâk: O, dünyada helâl n-zık ve ibâdettir, demiştir. Yine Dahhâk : O, Allah'a itaat olan şeyi yapmak ve bununla ferahlık duymaktır, demiştir. Sahih olan ise; hoş hayatın bütün bunları içine aldığıdır. Nitekim İmâm Ahmed'in Abdullah îbn Yezîd kanalıyla... Abdullah îbn Amr'dan rivayet ettiği bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Müslüman olan, kendine yetecek kadar rızıklandırılan, Allah'ın verdikleri ile kendini kanaatkar kıldığı kimse kurtuluşa ermiştir, buyurmuştur. Hadîsi Müslim de Abdullah İbn Yezîd el- Mukrî'den rivayet etmiştir. Tirmizî ve Neseî'-nin Ebu Hânî kanalıyla... Fudâle İbn Ubeyd'den rivayetlerinde o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş: İslâm'a eriştirilen, maişeti kendine yetecek kadar olan ve bununla kanâat eden kurtuluşa ermiştir. Tirmizî hadîsin sahîh olduğunu söyler. İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Enes İbn Mâlik'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki Allah, mü'mins dünyada iken verilen bir iyiliği âhirette eksiltmez. Âhirette bunun üzerine ona ayrıca sevâb verilir. Kâfire gelince; Allah iyiliklerini ona dünyada iken verir. Âhirete sevk edildiği zaman ise karşılığında kendisine hayır verilecek hiç bir iyiliği olmaz. Bu hadîsi sâdece Müslim tahrîc etmiştir.51
98 — Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytândan Allah'a sığın.
99 — Doğrusu, inananlar ve yalnız Rablarma güvenenler üzerinde onun bir nüfuzu yoktur.
100 — Onun nüfuzu; sâdece onu dost edinenler ve Allah'a şirk koşanlar üzerindedir.
Kur'an Okuyacağın Zaman. 56
Kur'an Okuyacağın Zaman
Bu, Allah Teâlâ'nın Peygamberi (s.a.) diliyle kullarına olan emridir. Onlar, Kur'an okumak istedikleri zaman kovulmuş şeytândan Allah'a sığınmakla emrolunmuşlardır. Bu, vâcib anlamında değil men-dûb anlamda bir emirdir. İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr ve başka imamlar bu hususta icmâ' bulunduğunu naklederler. Eûzu besmele hakkında vârid olan hadîsleri daha önce tefsirin başında genişçe vermiştik. Hamd ve Minnet Allah'adır. Okumanın başında Allah'a sığınmaktaki mânâ; Kur'an'ı okuyanın Kur'an'ın kırâetini karıştırmaması ve düşünmeden onu alıkoymaması içindir. Cumhurun görüşüne göre; Eûzü ancak Kur'an okumadan öncedir. Hanıza ve Ebu Hatim es-Sİcistânî'den nakledildiğine göre Eûzü, Kur'an okumadan sonra olur. Bunlar bu görüşlerine yukardaki âyeti delil getirmektedirler. Nevevî de, el^Mühez-zeb şerhinde benzer bir görüşü Ebu Hüreyre, Muhammed îbn Sirîn ve İbrâhîm en-Nehaî'den nakletmektedir. Sahîh olan ise, daha önce geçen ye Eûzü'nün Kur'an okumadan önce olduğuna delâlet eden hadîsler ışığında birinci görüştür. En doğrusunu Allah bilir.
«Doğrusu, inananlar ve yalnız Rablarına güvenenler üzerinde onun bir nüfuzu yoktur.» âyeti hakkında Sevrî der ki: Şeytânın, onları tevbe etmeyecekleri bir günâha düşürme gücü yoktur. Başkaları : Bunun mânâsı; şeytânın onlar aleyhine bir hücceti olmamasıdır, derlerken diğer bazıları bu âyetin : «Ancak içlerinden ihlâs verilen kullarım müstesna.» (Hıcr, 40) âyeti gibi olduğunu söylemişlerdir. Mücâ-hid, «Onun nüfuzu; sâdece onu dost edinenler üzerindedir.» âyetinde-ki kelimesini; ona itaat edenler, şeklinde açıklar. Başkaları ise : Allah'ın dışında dost edinenler, şeklinde anlamışlardır. «Onun nüfuzu; sâdece onu dost edinenler ve Allah'a (ibâdette onu) ortak kılanlar üzerindedir.» Bu âyetteki Bâ harfi cerrinin, sebep mânâsına olması da muhtemeldir. Buna göre anlam şöyle olacaktır : Şeytâna itaat etmeleri sebebiyle Allah'a şirk koşanlar olmuşlardır. Başkaları ise şöyle diyor: Buranın anlamı: Şeytân onlara mal ve çocuklarında ortak olmuştur, şeklindedir.52
101 — Biz, bir âyetin yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman, Allah ne indirdiğini gayet iyi bilirken, onlar: Sen sâdece uyduruyorsun, derler. Hayır, onların çoğu bunu bilmezler.
102 — De ki: Onu Ruh el-Kudüs, mü'minlerin îmânını pekiştirmek, müslümanlara hidâyet ve müjde olmak üzere Rabbm katından hak ile indirmiştir.
Allah Teâlâ müşriklerin akıllarının zayıflığını, sebat ve inançlarının azlığını, üzerlerine mutsuzluk yazılmışken onların îmân etmelerinin tasavvur dahi olunamayacağını haber vermektedir. Zîrâ onlar hükümlerin nâsihleri ile mensûhlarınm değiştirildiğini gördükleri zaman Rasûl için : Sen sâdece uyduruyorsun, yalancısın, derler. Halbuki Rab Teâlâ dilediğini yapan, dilediği hükmü verendir. Mücâhid, «Bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimiz zaman.» âyeti hakkında der ki: Kaldırdığımız ve yerine onun bir başkasını koyduğumuz zaman. Katâde bu âyetin: «Biz, bir âyeti nesheder veya unutturursak ondan daha hayırlısını yahut da dengini getiririz...» (Bakara, 106) âyeti gibi plduğunu söyler.
Allah Teâlâ onlara cevaben şöyle buyurmaktadır: «De ki: Onu Ruh el-Kudüs (Cibril) mü'minlerin îmânını pekiştirmek, (onların birinci ve ikinci olarak nazil olanı tasdik etmeleri, kalblerinin Allah'a bağlanması için Allah'a ve elçilerine inanmış) müslümanlara hidâyet ve müjde olmak üzere Rabbın katından hak, (doğruluk ve adalet) ile indirmiştir.»53
103 — Andolsun ki; ona mutlaka bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz. Kasdettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık arapçadır
Allah Teâlâ, müşriklerin söylemekte oldukları yalan ve iftiraları haber veriyor. Onlar: Onun bize okumakta olduğu Kur'an'ı Muham-med'e ancak bir insan öğretmektedir, diyor ve aralarında Kureyş boylarından birisinin kölesi olan dili yabancı birine işaret ediyorlardı.. Bu bir köle satıcısı olup Safa yanında mal satardı. Bazan olurdu ki Allah Rasûlü (s.a.) onun yanında oturur, onunla bazı şeyler konuşurdu. Onun dili yabancı olup arapça bilmezdi veya kendisine hitâb edilen şeylere cevap verebilecek kadar az bir miktar bilirdi ki bunu elbette bilmesi gerekirdi. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, onların bu iftiralarına cevap olarak şöyle buyurur: «Kasdettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık arapçadır.» Fesahati, Belagatı ve gönderilmiş her bir peygambere indirilen her bir kitabın mânâsından daha mükemmel, şümullü, kâmil mânâlan ile bu Kur'an'ı getiren nasıl olur da dili yabancı bir adamdan öğrenir? Azıcık bir akıl kalıntısı olan dahi bu sözü söylemez.
Muhammed İbn İshâk îbn Yessâr, «es-Sîre» adlı eserinde der ki: Bana ulaştığına göre Allah Rasûlü (s.a.) Merve yanında bir hıristi-yan olan ve kendisine Cebr adı verilen Hadram oğullarından birine âit bir kölenin sattığı şeylerin yanında çokça otururdu. Onlar : Allah'a yemîn olsun ki getirdiklerinin bir çoğunu, Muhammed'e ancak Hadram oğullan kölesi hıristiyan Cebr öğretiyor, demekteydiler ki; bunun üzerine Allah Teâlâ : «Andolsun ki; ona elbette bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz. Kasdettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık arapçadır.» âyetini indirdi. Abdullah İbn Kesîr de böyle söylemiştir. îkrime ve Katâde'den rivayete göre ise bu kölenin ismi Yaîş idi. İbn Cerîr der ki: Bana Ahmed İbn Muhammed et-Tûsî-nin... îbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'de bir köle tanıyordu. Bu kölenin ismi Bel'âm olup dili yabancıydı. Müşrikler, Allah Rasûlü (s.a.) nün onun yanına girip çıktığını görürler ve : Muhakkak ona Bel'âm öğretiyor, derlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Andolsun ki; ona elbette bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz. Kasdettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık arapçadır.» âyetini indirdi.
Dahhak îbn Müzâhim.: O, Selmân el-Pârisî'dir, demişse de bu görüş zayıftır. ZIrâ bu âyet Mekke'de nazil olmuştur. Selmân ise ancak Medîne'de müslüman olmuştur. Ubeydullah İbn Müslim der ki: Bizim iki rûm kölemiz vardı. Kendilerine ait bir kitabı kendi dillerinde okurlardı. Hz. Peygamber (s.a.) onlara uğrar, onlann başında durur ve dinlerdi. Müşrikler: O ikisinden öğreniyor, dediler de, Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Saîd îbn Müseyyeb'den rivayetle Zührî şöyle diyor: Müşriklerden onu söyleyen kişi, Allah Rasûlü (s.a.) ne vahiy yazan bir adam idi. Daha sonra İslâm'dan döndü de, bu iftirayı attı. Allah onu kahretsin.54
104 — Muhakkak ki Allah'ın âyetlerine inanmayanları Allah, doğru yola eriştirmez. Onlara elîm bir azâb vardır.
105 — Allah'ın âyetlerine inanmayanlar; sâdece yalan uydururlar. Ve işte onlar yalancıların tâ kendileridir.
Allah Teâlâ zikrinden yüz çeviren, Rasûlüne indirmiş olduklarından gafil olan (bilmezmiş gibi davranan), onun Allah katından getirmiş olduklarına îmân niyeti olmayan kimseleri; hidâyete erdirmeye-ceğini haber veriyor. Allah Teâlâ insanlardan bu kısmı, âyetlerine ve dünyada elçilerine gönderdiklerine îmâna eriştirmeyecektir. Âhirette onlar için can yakıcı, elîm bir azâb vardır. Sonra Allah Teâlâ, elçisinin ne bir müfteri ve ne de bir yalancı olmadığını haber verir. Zîrâ Allah ve Rasûlüne karşı yalan uyduranlar; ancak insanların en şerlileridir ki bunlar, insanlar katında yalan ile tanınmış Allah'ın âyetlerine inanmayan kâfirlerdir. Allah Rasûlü Muhammed (s.a.) ise insanların en doğrusu, en ihsan edicisi, amel, îmân, yakîn ve ilim bakımından en mükemmelidir. Kavmi içinde doğruluğu ile bilinmiştir. Onlardan hiç kimse bu hususta asla şüphe etmemiştir ki, onların arasında dMuhammed el-Emîn» diye çağırılırdı. Bu sebepledir ki Rûm kralı Hirakl, Ebu Süfyân'a Hz. Peygamber (s.a.) in sıfatlarına dâir sormuş olduğu meseleler içinde ona : Bu söylediklerini söylemezden önce onu yalanla itham eder miydiniz? diye sormuş ve o hayır, demiş bunun üzerine Hirakl: İnsanlara yalan söylemeyi bırakıp da gidip Allah'a mı yalan söyleyecek! deyivermişti.55
106 — Kalbi îmanla dolu olduğu halde zorlananların dışında, her kim; îmânından sonra Allah'ı tanımayıp küfre göğüs açarsa; işte Allah'ın gazabı o gibilerin basınadır. Ve onlar için büyük bir azâb vardır.
107 — Bu, dünya hayatını âhirete tercih etmeleri ve Allah'ın da kâfirler topluluğunu hidâyete eriştirmemesinden ötürü, böyledir.
108 — Onlar öyle kimselerdir ki Allah'ın kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler. Ve gafiller de işte bunlardır.
109 — Şüphesiz ki âhiret gününde hüsrana uğrayacaklar da, bunlardır.
Allah Teâlâ, îmândan ve basiretten sonra Allah'ı inkâr eden, göğsünü küfre açan ve küfürde karâr kılanlara gazab edeceğini haber vermektedir. Zîrâ onlar; önce îmânı tanımışlar, sonra ondan dönmüşlerdir. Muhakkak ki âhiret yurdunda onlar için büyük bir azâb vardır. Çünkü onlar; dünya hayatını âhirete tercih etmişler, dünya sebebiyle dinden dönmeye atılmışlardır. İşte Allah Teâlâ onların kalblerine hidâyet bahşetmeyecek, hak dini üzerinde sabit kadem kılmayacaktır. Onların kalblerini mühürlemiştir. Kalbleri ile kendilerine fayda veren hiç bir şeyi akledemezler. Kulakları ve gözlerine mühür vurmuştur ki bunlardan faydalanamazlar. Bunlardan hiç birisi onlara fayda vermez. Onlar başlarına gelecek şeylerden gafildirler.
Şüphesiz ki âhiret gününde ailelerini ve kendi nefislerini kaybedecek, hüsrana uğrayacak olanlar; sıfatları böyle olan kimselerdir.
Allah Teâlâ'nm : «Kalbi îmânla dolu olduğu halde zorlananların dışında...» kavli; dili ile küfreden, dûçâr kaldığı dövme ve eziyet sebebiyle kalbi söylediğini kabul etmez, aksine Allah'a ve Rasûlüne îmân ile dolu olduğu halde, istemeyerek ve zorlanarak sözü ile müşriklere muvafakat edenleri diğerlerinden istisna etmektedir. Avfî İbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki bu âyet, Ammâr İbn Yâsir hakkında nazil olmuştur. Muhammed (s.a.) i inkâr etsin diye müşrikler kendisine işkence ettiklerinde zorlanarak onların bu isteklerine muvafakat etmiştir. Daha sonra özür dileyerek Hz. Peygamber (s.a.) e geldi de Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Şa'bî, Ebu Mâlik ve Katâde de böyle söylemiştir. İbn Cerîr der ki: Bize Abd'ül-A'lâ'nın... Ebu Ubeyde tbn Muhammed İbn Ammâr İbn Yâsir'den rivayetinde o, şöyle demiştir : Müşrikler Ammâr îbn Yâsir'i yakaladılar ve ona işkence ettiler de, sonunda onların istediklerinden bazısını yapmak zorunda kaldı. Daha sonra' Ammâr, Hz. Peygamber (s.a.) e gelip bundan şikâyet etti de Hz. Peygamber (s.a.) : Kalbini nasıl buluyorsun? diye sordu. Ammâr : îmânla dopdolu, diye cevab verdi. Hz. Peygamber (s.a.) : Onlar işkencelerine dönerlerse; sen de bu sözüne dön, buyurdu. Hadîsi Beyhakî burada-kinden daha geniş olarak rivayet etmiştir. Bu rivayette Ammâr'ın, Hz. Peygamber (s.a.) e sövdüğü ve onların ilâhlarını hayırla andığı da kaydedilmiştir. Bu rivayette Ammâr şöyle demiştir : Ey Allah'ın elçisi, sana sövmedikçe ve tanrılarını hayırla anmadıkça beni bırakmadılar. Hz. Peygamber : Kalbini nasıl buluyorsun? diye sordu da Ammâr : îmânla dopdolu, dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü : Onlar eğer işkencelerine dönerlerse; sen de bu söze dön, buyurdu ve bu hususta Allah Teâlâ: «Kalbi îmânla dolu olduğu halde zorlananların dışında...» âyetini indirdi.
Bu sebeple âlimler küfre zorlanan kimsenin hayatını devam ettirmek için, zorlandığı şeyi yapar görünmesinin de, ölüm pahasına yolunda ısrar etmesinin de caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Hz. Bilâl (r.a.) bütün yapılanlara rağmen onların söylediklerini kabule yanaşmamıştı. O kadar ki onlar şiddetli sıcakta göğsüne büyük kayalar koyuyorlar ve Allah'a şirk koşmasını emrediyorlardı. O ise onların bu isteklerini reddediyor ve : Birdir, O birdir, diyor ve şöyle ekliyordu : Allah'a yemîn olsun ki sizi bundan daha fazla kızdıracak bir kelime bilmiş olsaydım onu mutlaka söylerdim. Allah ondan hoşnûd olsun ve onu hoşnûd kılsın. Hubeyb İbn Zeyd el-Ansârî de böyle yapmıştı. Müseylime el-Kezzâb ona : Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet eder misin? dediğinde; o, evet demiş, Müseylime : Benim Allah'ın elçisi olduğuma şehâdet eder misin? dediğinde ise; dinlemem, demişti. Müseylime onun organlarını birer birer keserken o sözünde sabit kalmıştı.
tmâm Ahmed'in İsmâîl kanalıyla... İkrime'den rivayetine göre Hz. Ali, İslâm'dan dönen bazı kimseleri ateşte yakmıştı. Bu, İbn Ab-bâs'a ulaşınca : Ben, onları ateşte yakacak değildim. Muhakkak ki Allah Rasûlü (s.a.) : Allah'ın azabı ile azâblandırmayın, buyurmuştur. Ben Allah Rasûlü (s.a.) nü:: Kim dinini değiştirirse onu öldürün, sözü ile onları öldürdüm, dedi. İbn Abbâs'ın bu sözü Hz. Ali'ye ulaştığı zaman: Yazık İbn Abbâs'ın annesine, dedi. Bu haberi Buhârî rivayet etmiştir.
Yine İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Ebu Bürde'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Ebu Mûsâ Yemen'de Muâz îbn Cebel'ln yanına geldi. Bir de baktı ki onun yanında birisi var. Bu kim? diye sordu. Muâz : Önce yahûdî idi, sonra müslüman oldu, sonra tekrar yahûdîliğe döndü. Biz de —öyle sanıyorum ki— iki aydan beri onu İslâm'a zorluyoruz, dedi. Ebu Mûsâ : Allah'a yemîn olsun ki, siz onun boynunu vurmadıkça oturmayacağım, dedi ve boynu vuruldu. Ebu Mûsâ dedi ki: Allah ve Rasûlü, dininden dönenin öldürülmesine hükmetti. Veya şöyle demiştir: Kim dinini değiştirirse onu öldürün. Bu kıssa Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde başka lafızlarla geçmektedir.
Bu durumların en faziletli ve üstün olanı ise, katledilmesine sebep olsa dahi müslümanın, dini üzere sebat etmesidir. Nitekim Hafız İbn Asâkir Sahâbe'den birisi olan Abdullah İbn Huzâfe es-Sehmî'nin hal tercümesinde şöyle anlatıyor : Onu rûmlar esir etmiş ve krallarına getirmişlerdi. Kralları ona : Hıristiyan ol ki seni hükümranlığıma ortak edeyim, seni kızımla evlendireyim, dedi. İbn Huzâfe : Sâhib olduklarının hepsini, arabın sâhib olduklarının tamâmını göz açıp kapayacak kadar bir süre Muhammed'in dininden dönmem şartıyla bana vermiş olsaydın dahi bunu yapmazdım, dedi. Kral: O halde seni öldürürüm, dedi. İbn Huzâfe : İşte sen, işte yapacağın şey! dedi. Kralın emri üzerine haça gerildi. Okçulara el ve ayaklarının çok yakınından geçmek üzere ok yağdırmalarını emretti. Bir yandan ona Hıristiyanlık dini arzolunuyor, o ise kabul etmemekte direniyordu. Sonra emretti ve haçtan indirildi. Sonra bakır bir kazan getirilmesini emretti, kızdırıldı, müslümanlardan bir esiri getirip onun içine attılar. İbn Huzâfe bakıyordu. Bir de ne görsün o parlak kemiklerden ibaret kalıverdi. Bunları gören-İbn Huzâfe'ye Hıristiyanlık tekrar teklif edildi yine kabul etmedi. Bunun üzerine kral, bakır kazana atılmasını emretti. Onun içine atılmak üzere bir çıkrığın üstüne çıkarıldı da ağladı. Onun ağladığını gören kral ümitlendi, onu çağırttı. İbn Huzâfe ona: Ben ağladım; çünkü benim nefsim bir tek nefistir ve Allah yolunda bu saat kazana atılacak. İsterdim ki cesedimdeki her bir kıl sayısınca nefsim olsun ve Allah yolunda bu işkence ile bana işkence olunsun. Bazı rivayetlere göre; kral onu hapsetmiş, günlerce yiyecek ve içeceği yasaklamış sonra ona içki ve domuz eti göndermiş. İbn Huzâfe bunlara yaklaşmamış bile. Sonra kral kendisini çağırtıp: Seni yemekten alıkoyan nedir? diye sormuş ve o, şöyle demiş : Muhakkak ki o bana helâl olmuştur. Fakat ben, hakkımda seni ümidlendirecek değilim. Bunun üzerine kral ona : Benim başımı öp seni serbest bırakayım, demiş. îbn Huzâfe : Benimle birlikte bütün müslüman esirleri serbest bırakacak mısın? diye sormuş; onun evet, cevabı üzerine başını öpmüş ve kral da hem onu hem de yanındaki bütün müslüman esirleri serbest bırakmış. İbn Huzâfe döndüğü zaman Ömer İbn Hattâb: Abdullah İbn Huzâfe'-nin başını öpmek her müslümana hak olmuştur. İşte ben başlıyorum, demiş, kalkıp İbn Huzâfe'nin başını öpmüş.56
110 — Hem Rabbm; işkenceye uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah yolunda savaşan ve sabredenlerle birliktedir. Muhakkak ki Rabbın, bundan sonra da Ga-fûr'dur, Rahîm'dir.
111 — O gün herkes öz nefsi için uğraşacaktır. Herkes ne yaptıysa kendisine eksiksiz olarak verilecek, onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklardır.
Hicret, Savaş ve Sabır59
Hicret, Savaş ve Sabır
Bunlar Mekke'de kavimleri içinde zayıf ve hakir görülen, kavimleri içinde fitne üzere onlara boyun eğen diğer bir sınıftır. Sonra onlar hicret ile kurtuluş imkânı bulmuşlar, Allah'ın hoşnûdluğunu ve bağışlamasını dileyerek ülkelerini, ailelerini ve mallarını bırakmışlar, mü'minlerin yoluna girmişler, onlarla birlikte kâfirlerle cihâd etmişler, sabretmişlerdir. Allah Teâlâ burada haber veriyor ki; onların bu işlerinden, fitneye icabet etmelerinden sonra Allah'a döndükleri günde onlar için Gafûr'dur, Rahîm'dir.
«O gün herkes öz nefsi için uğraşacaktır.» Kişi için orada uğraşacak hiç kimse yoktur. Ne babası, ne oğlu, ne kardeşi ve ne de eşi. «Herkes (hayır veya şer) ne yaptıysa kendisine eksiksiz olarak verilecek, onlar asla haksızlığa uğratmayacaklardır.» Haynn sevabı eksiltilmeyecek, kötülüğün karşılığı artırılmayacak ve zerre miktar haksızlığa uğ-ratılmayacaklardır.57
112 — Allah size huzur ve güven içinde olan bir kasabayı misâl olarak verir. Her yandan oraya bol bol rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetine nankörlük ettiler de yaptıklarından dolayı Allah onlara açlık ve korku belâsını tattırdı.
113 — Andolsun ki onlara; kendilerinden bir peygamber gelmişti de onu yalanlamışlardı. Zulüm ederlerken kendilerini azâb y akalayı vermişti.
Bu, Mekke ahâlîsinin kasdedildiği bir misâldir. Mekke emîn huzur ve sükûn yeri idi. Çevresinden insanlar öldürülmeye veya esîr edilmeye dûçâr iken oraya kim girerse emniyyette olur, korkmazdı. Nitekim başka bir âyette Allah Teâlâ: «Dediler ki: Seninle beraber doğru yolda gidersek yerimizden oluruz. Katımızdan bir rızık olarak onları, her şeyin mahsûlünün toplandığı korkusuz bir haremde yerleştirmedik mi?» (Kasas, 57) buyururken; burada şöyle buyurmaktadır: «Her yandan oraya bol bol, (kolayca) rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetine küfrettiler.» Allah'ın nimetlerini inkâr ettiler. Bundan daha ağın olarak Muhammed (s.a.) in onlara peygamber olarak gönderildiğini inkâr ettiler. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur: «Allah'ın verdiği, nimeti küfre çevirip değiştirenleri ve milletlerini helak olacakları yere götürenleri görmüyor musun? Yaslanacakları cehennem ki hepsi oraya atılacaklar o^ ne kötü bir karargâhtır.» (İbrâhîm, 28-29) Bu sebeple Allah Teâlâ, onlar n ilk iki halini tersine çevirmiştir. Şöyle buyurur : «Yaptıklarından dolayı Allah onlara açlık ve korku belâsını tattırdı.» Her şeyin meyveleri onlar için toplanıp geliyor, her yerden rızkı bolca geliyor iken bundan sonra Allah onlara açlığı tattırdı. Zîrâ onlar Allah Rasûlü (s.a.) ne karşı gelmişler, ona zıd gitmekte diretmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Yûsuf'a verilen yedi kıtlık senesi gibi yedi sene ile onlara beddua etmiş, onlara öyle bir sene isabet etmiştir ki sâhib oldukları her şeyi gidermiş, boğazladıkları zaman kanına bulaştırmış oldukları deve yününü yemek zorunda kalmışlardı.
«Allah onlara korku belâsını tattırdı.» Allah Rasûlü (s.a.) ve ashabı Medine'ye hicret ettiklerinde; onların bu emniyetleri, Hz. Peygamberin seriyye ve ordularının satvetinden dolayı korkuya dönüştü. Müslümanlar onların olan her şeyi sefalete ve yok olmaya mahkûm etti. Sonunda da Allah Teâlâ inananlara oranın fethini nasîb buyurdu. Bu, Allah'ın onlara kendi içlerinden göndermiş olduğu Rasûlünü yalanlamaları, haddi aşmaları sebebiyle olmuştur. Allah Teâlâ : «An-dolsun ki, Allah müzminlere büyük bir lutufda bulunmuştur. Zîrâ onlara kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.») (Âl-i İmrân, 164) âyetinde, onları minnet altında bırakıyor. Başka âyetlerde ise şöyle buyurmaktadır : «Ey îmân eden akıl sâhibleri Allah'tan korkun, Allah size gerçek bir zikir indirmiştir.» (Talâk, 10), «Nitekim size içinizden; âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden, kitabı ve hikmeti öğreten ve bilmediğiniz şeyleri bildiren bir peygamber gönderdik... Bir de Bana şükredin, nankörlük etmeyin.» (Bakara, 151-152).
Nasıl ki kâfirlerin durumları tersine dönmüş, emniyyetten sonra korkuya düşmüşler, bolluktan sonra açlığa dûçâr kalmışlarsa; Allah Teâlâ mü'minlerin korkularından sonra onların bu korkularını em-niyyete, yoksulluktan sonra yoksulluklarını rızka dönüştürmüş, onları insanların emirleri, hâkimleri, efendileri, kumandanları ve imamları kılmıştır. Bu misâlin Mekke için verildiğine dâir vermiş olduğumuz tevcih, Avfî tarafından İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir. Mücâhid, Ka-tâde ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de bu görüştedirler. Mâlik, bu açıklamayı Zührfden nakleder ki Allah cümlesine rahmet eylesin.
İbn Cerîr'in îbn Abdurrahîm el-Berkî kanalıyla... Selîm İbn Itr'-dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) in hanımı Hafsa ile beraber hacdan dönüyorduk. Hz. Osman (r.a.) Medine'de muhasara altında idi. Hafsa Hz. Osman'ın ne yaptığını soruyordu. Nihâyet iki binitli gördü ve sormak üzere onlara birini gönderdi. Onlar: O
114 — Artık Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin. Eğer O'na kulluk edecekseniz, Allah'ın nimetine şükredin.
115 — O; size ancak ölüyü, kanı, dcmuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesilmiş olanı haram kıldı. Mecbur olan; saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla bunun dışındadır. Şüphesiz Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.
116 — Diliniz yalan yere vasıflandırageldiği için her şeye: Şu helâl; bu, haramdır, demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz ki Allah'a karşı yalan uyduranlar; asla felah bulmazlar.
117 — Az bir geçim ve ardından onlara elîm bir azâb vardır.
Allah'ın Haram Kıldıkları60
Allah'ın Haram Kıldıkları
Allah Teâlâ inanan kullarına helâl, temiz rızkından yemeyi bu rızıklardan dolayı kendisine şükretmelerini emrediyor. Muhakkak ki başlangıçta onlara nimet veren, fazl u keremiyle onlara muamele eden, tek ve ortağı olmaksızın ibâdete hak kazanan O'dur. Sonra onların hem dinlerine ve hem de dünyalarına zararlı olan ölü, kan ve domuz etini haram kıldığını zikreder, «Bir de Allah'tan başkasının ismi üzere kesilmiş olanı haram kılmıştır. Bununla birlikte mecbur olan, darda kalan saldırmamak, haddi aşmamak ve başkasının hakkına tecâvüz etmemek şartıyla bunun dışındadır. Şüphesiz ki Allah Gafûr'dur, Ra-hîm'dir.» Bu âyetin benzeri hakkındaki bilgi daha önce Bakara sûresinin 173. âyetinde geçmişti ki burada tekrarına gerek görmüyoruz. Hamd, Allah'ındır. Daha sonra Allah Teâlâ mücerred kendi uydurmaları, kendi görüşleri ve isim koymaları ile helâl ve haram kılan müşriklerin yoluna girmeyi yasaklıyor. Onlar câhiliyye dönemlerinde uydurmuş oldukları ve kendilerine meşru' gördükleri beş kere doğuran ve beşincisi dişi olan deveyi, putlara adanan ve serbest bırakılan develeri, erkekli dişili olmak üzere ikiz doğuran koyun veya develeri, on nesli dölleyen erkek deveyi bu şekilde haram sayarlardı. Allah Teâlâ buyurur ki: «Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeyi; Şu helâl; bu haramdır, demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz.» Şer'î bir dayanağı olmayan her bir bid'ati uyduran, veya Allah'ın haram kıldıklarından bir şeyi helâl kılan veya mücerred kendi görüşü ve arzusuyla Allah'ın mübâh kıldıklarından bir şeyi haram kılan bu hükmün altına girer.
Daha sonra Allah Teâlâ bu yüzden onları tehdîdle buyurur ki: «Şüphesiz ki Allah'a karşı yalan uyduranlar ne dünyada, ne de âhi-rette asla felah bulmazlar.» Dünyada onlar için az bir geçimlik vardır. Âhirette ise onlara elîm bir azâb vardır. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Onları az bir süre geçindirir sonra da ağır bir azaba sürükleriz.» (Lokman, 24), «Allah hakkında yalan uyduranlar hiç şüphesiz felah bulmayacaklardır. Dünyada biraz fayda-lanma vardır. Sonunda dönüşleri Bizedir. Sonra Biz de küfreder olmalarından dolayı onlara şiddetli azabı tattıracağız.» (Yûnus, 69-70).59
118 — Sana anlattıklarımızı; daha evvel yahûdî olanlara da haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmemiştik, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi.
119 — Hem Rabbın, bilmeyerek kötülük işleyip te tevbe eden ve ıslâh olanlardan yanadır. Bundan sonra da Rabbın muhakkak Gafûr'dur, Rahimdir.
Allah Teâlâ bundan önce bizim üzerimize kanı, ölüyü, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilmiş olanı haram kıldığını, zaruret halinde de bunlarda bu ümmete ruhsat verdiğini zikretmişti. Muhakkak ki zaruret halindeki ruhsatta, bu ümmet için bir kolaylık vardır. Allah Teâlâ bu ümmet için kolaylığı murâd eder, zorluğu murâd etmez. Bundan sonra Allah Teâlâ, neshetmezden önceki şeriatlarında yahûdîlere haram kıldıklarını zikreder. Onların içinde bulundukları yükleri, bağlan, zorluk ve darlığı beyân eder de şöyle buyurur : «Sana anlattıklarımızı; daha evvel yahûdî olanlara da haram kılmıştık.» Burada, En'âm süresindeki: «Yahûdî olanlara da bütün tırnaklıları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunlardan sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan ve kemiğe karışan müstesnadır... Biz, elbette sâdıklarızdir.» (En'âm, 146) âyetinde zikredilenler kasdedilmektedir. Âyetin devamında da şöyle buyuruyor : «Biz onlara işleri daraltmakla zulmetmemiştik, fakat onlar kendilerine zulmetmişler ve bunu haketmişlerdi.» Nitekim başka bir âyette şöyle buyurur : «Yahudilerin zulümleri ve birçok kimseleri Allah yolundan çevirmelerinden dolayı; kendilerine helâl kılınmış şeyi yasakladık.» (Nisa, 160).
Daha sonra Allah Teâlâ, âsî mü'minler hakkındaki ikram ve nimetini haber verir ki, onlardan kim Allah'a tevbe ederse; tevbesini kabul edecektir. Şöyle buyurur: «Hem Rabbın, bilmeyerek kötülük işleyip te tevbe edenlerden yanadır.» Selef den birisi: Allah'a isyan eden herkes bilgisizdir, demiştir. «Hem Rabbın, bilmeyerek kötülük işleyip te tevbe eden ve ıslâh olanlardan, içinde bulunduğu günâhlardan kendini sıyıran, Allah'a itaat olan işlere yönelenlerden yanadır. Bu hatâ ve işlenenlerden sonra da Rabbın muhakkak Gafûr'dur, Rahîm'dir.»60
120 — Muhakkak ki İbrahim başlıbaşma bir ümmetti. Allah'a itaat ederdi ve bir muvahhid idi. Hiç bir zaman için müşriklerden olmamıştır.
121 — Rabbının nimetlerine şükrederdi. Onu beğenip seçmiş, kendisini doğru bir yola iletmişti.
122 — Dünyada ona iyilik verdik. Doğrusu o, âhiret-te de iyilerdendir.
123 — Sonra sana: Muvahhid olarak İbrahim'in dinine uy; o, hiç bir zaman müşriklerden olmadı, diye vah-yettik.
İbrahim'in Ümmeti61
İbrahim'in Ümmeti
Allah Teâlâ kulu, elçisi, halîli, muvahhidlerin Önderi, peygamberler babası İbrahim'i över ve onun müşriklerden, Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan uzak, beri olduğunu haber verir ve : «Muhakkak ki İbrahim başlı başına bir ümmetti. Allah'a itaat ederdi ve bir muvahhid idi.» buyurur. Âyette geçen kelimesi kendisine uyulan imâm, başkandır. ise itaat eden, boyun eğendir. ( Oud-I ) ise şirkden tevhide dönen kimsedir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Hiç bir zaman için müşriklerden olmamıştır.» buyurur. Süfyân es-Sevrî'nin Seleme İbn Küheyl'den, onun Müslim el-Batîn'den, onun da Ebu Ubey-deyn'den rivayetine göre; o, Abdullah İbn Mes'ûd'a (bu âyette geçen) ümmet ve kânit kelimelerini sormuş da o, şöyle cevablamış : Ümmet; hayır öğretendir. Kânit ise Allah ve Rasûlüne itaat edendir. Mâlik'ten rivayete göre İbn Ömer : Ümmet; insanlara dinlerini öğretendir, demiştir. A'meş'in Hakem kanalıyla... Ebu Ubeydeyn'den rivayetine göre; o, Abdullah (İbn Mes'ûd) a gelmiş ve : Eğer sana sormaz isek kime sorarız? demiş. İbn Mes'ûd ona yumuşak davranmış da ; Bize ümmeti haber ver, demiş, İbn Mes'ûd : O, insanlara hayrı öğretendir, demiş. Şa'bî'nin Ferve İbn Nevfel el-Eşcaî'den rivayetine göre İbn Mes'ûd : Muhakkak Muâz başlı başına bir ümmet idi, Allah'a itaat ederdi ve bir muvahhiddi, demişti. Ben kendi kendime : Ebu Abdurrahmân hatâ ediyor. Allah Teâlâ ancak : «Muhakkak ki İbrahim, başlı başına bir ümmetti.» buyurmuştur, dedim. İbn Mes'ûd : Ümmet nedir, kânit nedir bilir misiniz? diye sordu ben : Allah en iyi bilendir, dedim. Şöyle dedi: Ümmet; hayrı öğreten, kânit ise Allah'a ve Rasûlüne itaat edendir. Bu haber İbn Cerîr'in kaydettiğine göre İbn Mes'ûd'dan başka bir şekliyle de rivayet edilmiştir. Mücâhid, âyetteki ümmet kelimesini : Tek başına, başlı başına bir ümmettir, şeklinde; kânit'i ise : İtaat eden, diye açıklamıştır. Yine Mücâhid der ki: İbrâhîm yalnız başına bir ümmet, bir mü'min idi. O zamanda bütün insanlar kâfirlerdi. Katâde ümmet kelimesini: O hidâyet rehberiydi, kâniti ise : Allah'a itaat edendi, şeklinde açıklar. Allah Teâlâ : «Rabbının nimetlerine şükrederdi.» buyurur ki; o, Allah'ın kendisi üzerine olan nimetlerinin şükrünü yerine getirirdi. Nitekim başka bir âyette şöyle buyrulur ; «Ve sözünü yerine getiren İbrâhîm'inkinde de.» (Necm, 37) Yani Allah Te-âlâ'nın kendisine emretmiş olduğu her şeyi yerine getirirdi. Allah Teâlâ burada : «Rabbın onu beğenip seçmiştir.» buyururken başka bir âyette şöyle buyurur : «Andolsun ki, daha önce İbrahim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini verdik ve Biz onu biliyorduk.» (Enbiyâ, 51). Sonra : «Kendisini doğru bir yola iletmişti.» buyurur ki bu yol; Allah'ın hoşnûd olacağı br şeriat üzere tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdettir. «Dünyada ona iyilik verdik.» Mü'minin hayatını hoşça ikmâl etmesinde ihtiyâç duyduğu şeylerin tamâmı olan dünya hayırlarını onun için topladık. «Doğrusu o, âhirette de iyilerdendir.» Mücâhid, «Dünyada ona iyilik verdik.» âyetinde, doğru söyleyen dilin kasdedil-diğini söyler.
Allah Teâlâ buyurur ki: «Sonra sana : Muvahhid olarak îbrâhîm'-in dinine uy, diye vahyettik.» Onun kemâli, büyüklüğü Allah'ı birlemesinin ve yolunun sıhhatından olarak ey Rasûllerin sonuncusu ve peygamberler efendisi sana : «Muvahhid olarak İbrahim'in dinine uy; o, hiç bir zaman müşriklerden olmadı, diye vahyettik.» Nitekim Allah Teâlâ En'âm sûresinde şöyle buyurur : «De ki: Şüphesiz Rabbım, beni dosdoğru yola iletti. Hâlis muvahhid olan İbrahim'in dinine. îbrâ-hîm müşriklerden olmadı.» (En'âm, 161). Allah Teâlâ yahûdîleri inkârla ve devamla şöyle buyurur : «Cumartesi (çalışmamak) ancak o gün üzerinde ihtilâfa düşenlere farz kılındı,..»61
124 — Cumartesi ancak o gün üzerinde ihtilâfa düşenlere farz kılındı. Şüphesiz Rabbm, onların ihtilâf ede-geldikleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.
Şüphesiz Allah, her millete ibâdet için toplanacakları haftada bir günü meşru' kılmıştır. Allah Teâlâ bu ümmet için Cum'a gününü koymuştur. Zîrâ Cum'a günü, Allah'ın yaratıkları ikmâl ettiği, yaratıkların kendisinde toplandığı ve Allah'ın kulları üzerine nimetinin tamamlandığı altıncı gündür. Allah Teâlâ'nın bu günü Hz. Musa'nın dilinden İsrâiloğullanna meşru' kıldığı, onların bundan ayrılarak cumartesi gününü seçtikleri söylenir. Zîrâ Rab Teâlâ o günde cum'a günü yaratılışları kemâle eren yaratıklardan herhangi bir şey yaratmamıştır. Allah Teâlâ bu günü, Tevrat şeriatında onlara farz kılmış onlara bu farza sarılmalarını ve onu muhafaza etmelerini tavsiye etmiştir. Ayrıca onlara Peygamber olarak gönderdiği zaman Muhammed (s.a.) e uymalarını emretmiş, Hz. Musa'ya bu hususta onlardan söz ve ahid almasını emretmiştir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Cumartesi (çalışmamak) ancak o gün üzerinde ihtilâfa düşenlere farz kılındı.» buyurmuştur. Mücâhid: Onlar cumartesiye uydular ve cum'ayı terkettiler, demiştir. Sonra yahûdîler Meryem Oğlu îsâ gönderilinceye kadar cumartesi yasağına uymuşlardır. Hz. îsâ'nın, onların bu gününü pazar gününe çevirdiği söylenir. Hz. îsâ'nın, kaldırılan bazı hükümleri dışında Tevrat şeriatını terketmemiş olduğu, kaldırılıncaya kadar cumartesiyi muhafaza ettiği, hıristiyanların Hz. İsa'dan sonra Kons-tantin zamanında pazar gününe, yahûdîlere muhalefet etmiş olmak için çevirdikleri, namazlarını da sahradan doğuya döndürdükleri söylenir. En doğrusunu Allah bilir.
Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde Abdürrezzâk kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetle sabit olduğuna göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş :
Biz (yaradılışta) sonuncular, kıyamet günü ise ilkleriz. Şu kadar varki onlara kitâb bizden önce verilmiştir. Sonra onlar (Allah'ın), kendileri üzerine farz kılmış olduğu günlerinde ayrılığa düşmüşler ve Allah Teâlâ o güne bizi hidâyet buyurmuştur. İnsanlar bu hususta bize tabidirler. Yahudiler yarın, hıristiyanlar yarından sonradır. Hadîsin lafzı Buhârî'nindir. Ebu Hüreyre ve Huzeyfe (r.a.) den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur :
Allah Teâlâ bizden öncekilere cum'ayı kaybettirmiştir. Cumartesi günü yahûdîler için, pazar günü de hıristiyanlar içindi. Allah Teâlâ bizi getirdi ve bizi cum'a gününe eriştirdi. Böylece cum'a, cumartesi ve pazarı farz kılmış oldu. Onlar burada olduğu gibi kıyamet günü de bize tabidirler. Dünya halkından sonuncular biziz, kıyamet günü ise ilkleriz. (Bütün) yaratıklardan Önce haklarında hüküm verilecek olanlar da biziz. Hadîsi Müslim rivayet etmiştir.62
125 — Rabbmın yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde tartış. Muhakkak ki Rab-bin, yolundan sapanları en iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.
Hikmet ve Güzel Öğütle Davet62
Hikmet ve Güzel Öğütle Davet
Allah Teâlâ elçisi Muhammed (s.a.) e yaratıkları, Allah'a hikmetle çağırmasını emreder. îbn Cerîr der ki: O, Allah'ın ona indirmiş olduğu kitab ve sünnet'tir. «Rabbmın yoluna güzel öğütle davet et.» buyurur Allah Teâlâ. Yani Allah'ın baskınından sakınmaları için onlara insanların başına gelen felâket ve musibetleri hatırlat.
Allah Teâlâ: «Onlarla en güze! şekilde tartış.» buyurur. Onlardan münazara ve mücâdeleye ihtiyâç duyan olursa; bu, güzel bir şekilde, nfk ile yumuşaklıkla ve güzel bir hitâb ile olsun. Nitekim Allah Teâlâ : «İçlerinde zulmedenler bir yana, ehl-i kitab ile en güzel şekilde mücâdele edin.» (Ankebût, 46) âyetinde yumuşak davranmakla emretmiştir. Ayrıca Firavuna gönderdiğinde Mûsâ ve Hârûn (a.s.) a şöyle emretmişti : «Ve ona yumuşak sözle söyleyin. Belki nasihat dinler veya Allah'tan korkar.» (Tâhâ, 44).
Allah Teâlâ : «Muhakkak ki Rabbm, yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.» buyurur ki onlardan kimin mutlu, kimin mutsuz olduğunu en iyi bilendir ve bunu yazmış, bitirmiştir. Onları Allah'a davet et. Onlardan sapanlara karşı sapmalarından ötürü kendini helak edercesine üzme. Zîrâ onlara hidâyet vermek, senin üzerine vazife değildir. Sen ancak bir uyarıcısın. Sana tebliğ etmek düşer. (Onların) hesabı ise Bize aittir. «Muhakkak ki sen her sevdfğini hidâyete erdiremezsin.» (Kasas, 56), «Onları hidâyete erdirmek sana düşmez.» (Bakara, 272).63
İzahı62
İzahı
«Onlarla en güzel şekilde tartış.» Tartışmanın en güzel yolu olan yumuşaklık ve rıfk ile tartış. Katı ve sert olma. Denildi ki; insanlar birbirinden farklı üç kısma ayrılırlar. Birinci kısım kâmil bilginler ve sağlam akıl sahipleriyle keskin basiret sahipleridir. Onlar, eşyayı gerçek şekilde oldukları gibi tanımak isterler. İşte âyet-i kerîme'de; «Rab-bının yoluna hikmetle davet et» kavlinde işaret edilenler bunlardır. Yani kesin ve yakînî delillerle onları çağır ki eşyayı gerçekte oldukları gibi bilsinler ve böylece ondan yararlanıp insanları da yararlandırsınlar. Bunlar Sahâbe'den bilginlerin havâssı ve diğerleridir. İkinci kısım ise selim fıtrat sahibi, sağlam ahlâka mâlik kimselerdir ki bunlar, henüz kemâl derecesinin sonuna ulaşmamışlardır ancak eksikliğin de alt noktasına düşmemişlerdir. Bunlar insanların çoğunluğudur, ortada yer alırlar ve «güzel öğüt» kavliyle işaret edilenler bunlardır. Yani bunları güzel öğütle çağır denmiştir. Üçüncü kısım ise mücâdele eden, tartışan çekişen ve direnen insanlardır. İşte «onlarla en güzel şekilde tartış» kavliyle işaret edilenler bunlardır. Onlar, ancak bu tartışmayla hakka boyun eğer ve hakikate dönerler. Denildi ki: Hikmetten mu-râd nübüvvettir. Yani onlan nübüvvet ve risâletle çağır, demektir. Güzel öğütten maksad ise, yumuşaklık ve davet esnasında rahat davranmadır. «Onlarla en güzel şekilde tartış» kavlinden maksad, onların eziyyetlerine bakma, risâleti tebliğde ve hakka davette kusur etme, demektir. Bunun İçin bazı tefsir bilginleri, bu âyetin kılıç emrini bildiren âyetle neshedildiğihi söylemişlerdir.64
126 — Eğer ceza verecek olursanız, ancak size reva görülen ukubetin misillemesiyle ceza verin. Sabrederseniz elbette bu, sabredenler için daha iyidir.
127 — Sabret; senin sabrın ancak Allah içindir. Üzülme onlara. Kurdukları düzenlerden dolayı da endîşe etme.
128 — Şüphesiz ki Allah, müttakîler ve ihsan edenlerle beraberdir.
Allah Teâlâ kısası uygulamada ve hak almada benzerliğe riâyetle, adaletle emrediyor. Nitekim Abdürrezzâk'ın Sevrî kanalıyla... İbn Sîrîn'den rivayetine göre o, «Ceza verecek olursanız, size nasıl ceza verildi ise siz de Öylece ceza verin.» âyeti hakkında : Eğer birisi senden bir şey almışsa sen de ondan bunun benzerini, mislini al, demiştir. Mücâhid, İbrahim, Hasan el-Basrî ve başkaları da böyle söylemiş ve tbn Cerîr bu açıklamayı tercih etmiştir. İbn Zeyd der ki: Onlar müşrikleri bağışlamakla emrolunmuşlardı. Güç, kuvvet sahibi kişiler müs-lüman olduklarında: Ey Allah'ın elçisi, keşke Allah bize izin vermiş olsaydı da, şu köpeklerden intikam alsaydık, dediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu, sonra Allah Teâlâ bunu da cihâd ile kaldırdı.
Muhammed İbn İshâk'ın arkadaşlarının birinden, onun da Ata İbn Yessâr'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatmıştır: Nahl sûresi bütünüyle Mekke'de nazil olmuştur. Sûre mekkîdir. Ancak sonundan üç âyet Medine'de tfhud Savaşından sonra nazil olmuştur. Orada Hamza (r.a.) öldürülmüş ve ona işkence edilmişti. Allah Rasûlü (s.a.) : Şayet biz onlara galip gelirsek mutlaka onlardan otuz kişiye işkence edeceğiz, buyurmuştu, Müslümanlar Allah Rasûlünün bu sözünü işittiklerinde: Allah'a yemin olsun ki eğer biz onlara galip gelirsek onlara öyle bir işkence edeceğiz ki; araplardan hiç kimse, kimseye böyle bir işkence yapmamıştır, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ sûrenin sonuna kadar: «Ceza verecek olursanız, size nasıl ceza verildi ise siz de öylece ceza verin...» âyetlerini indirdi. Bu hadîs mürseldir. İsnadında ismi belirtilmemiş mübhem bir râvî vardır. Hadîs başka bir kanaldan muttasıl olarak şöyle rivayet edilir ; Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Hasan İbn Yahya'nın... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şehit olunduğunda, Hanaza İbn Abdülmuttalib (r.a.) in başucunda durdu, öyle bir manzaraya baktı ki kalbi daha çok acıtacak başka bir şeye bakmış değildi. Ona baktı ki, işkence edilmişti. Şöyle buyurdu: Allah sana rahmet eylesin. Bildiğime göre muhakkak sen akrabalarına gider gelir, (süa-ı rahme dikkat eder), çokça hayır işlerdin. Allah'a yemîn olsun ki senden sonra sana olan hüznümüz clmamış olsaydı yırtıcı hayvanların karınlarından Allah'ın seni hasretmesine kadar seni bu halde bırakmam beni sevindirirdi. —Veya Allah Rasûlü buna benzer bir kelime söylemiştir— Allah'a yemîn olsun ki bu yüzden onların sana işkence ettikleri gibi yetmişine mutlaka işkence edeceğim. Bunun üzerine Cibril Muhammed (s.a.) e bu sûreyi indirdi ve âyetin sonuna kadar olmak üzere «Ceza verecek olursanız, size nasıl ceza verildi ise siz de öylece ceza verin...» âyetini okudu. Allah Rasûlü
«Şüphesiz ki Allah, (kendilerine yardımı, te'yîdi ile) müttakîler ve ihsan edenlerle beraberdir.» Bu, «Hani Rabbın meleklere : Ben si-zinleyim, haydi îmân edenlere sebat verin, diye vahyetmişti.» (Enfâl, 12) âyetinde, Mûsâ ve Harun'a hitaben buyurduğu : «Korkmayın, Ben sizinle beraberim, hem görür hem de işitirim.» (Tâhâ, 46) âyetinde de olduğu gibi özel bir beraberliktir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.) mağarada iken Sıddîk'a : «Üzülme, muhakkak Allah bizimle beraberdir.» (Tevbe, 40) buyurmuştu. Genel olan beraberliğe gelince; bu işitme, görme ve ilim iledir. Bu, Allah Teâlâ'nın şu âyetlerindeki gibidir: «Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir ve Allah yaptıklarınızı görmektedir.» (Hadîd, 4), «Bilmez misin ki Allah; göklerde olanları da, yerde olanları da bilir. Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncı mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsunlar ve nerede (bulunurlarsa) bulunsunlar mutlaka onlarla beraberdir.» (Mücâdile, 7), «Ne işte bulunsan, Kur'-an'dan ne okusan ve siz ne iş yaparsanız; yaptıklarınıza daldığınızda mutlaka Biz üzerinizde şahidiz.» (Yûnus, 61).
Âyetteki «Müttakîler» haramları bırakanlar, «ihsan edenler» ise Allah'a itaat olan işleri yapanlardır. İşte Allah bunları muhafaza edecek, koruyacak, onlara yardım edecek, onları destekleyecek, düşmanlarına ve muhaliflerine karşı onları zafere, erdirecektir.
îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam'ın... Muhammed İbn Hâtıb'dan rivayetinde ot şöyle demiştir : ûsmân (r.a.) îmân eden, muttaki ve ihsan edenlerdendi.
Nahl sûresi tefsirinin sonudur. Bütün hamd ve nimet Allah'ındır. O'ndan yardım dilenir. O bize yeter ve O, ne güzel Vekîl'dir.65