Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Neml

1 / 12

Apaçık Kitap. 2

Apaçık Kitap

Sûre başlarındaki Huruf-i Mukattaa hakkında Bakara sûresinin başında bilgi geçmişti.

«Bunlar (bu âyetler) Kur'ân'ın ve (her şeyi açıklayan,) apaçık Ki­tabın âyetleridir. Mü'minlere doğruluk rehberi ve müjdedir.» Kur'ân"-dan hidâyet ve müjde; ancak ona îmân eden, ona uyup onu doğrula-1 yan, ondakilerle amel eden, farz namazları kılan, farz olan zekâtı ve­ren, âhiret yurduna, ölümden sonra dirilmeye, hayrı ve şerri ile amel­lerin cezalandırılacağına (karşılıklarının âhiret yurdunda verileceğine), cennet ve cehenneme inananlar için hâsıl olur. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîmelerde: «De ki: Bu, îmân edenlere hidâyet ve şifâdır. İmân etmemiş olanların ise kulaklarında ağırlık vardır. Ve bu; onlara kapalıdır. Sanki bunlara uzak bir mesafeden sesleniliyor da anlamıyor­lar.» (Fussilet, 44), «İşte Biz, bunu (Kur'ân'ı) müttakîlere müjdeleye-sin ve inâdçı bir kavmi uyarasın diye senin dilinle İndirerek kolaylaştır­dık.» (Meryem, 97) buyururken, burada da şöyle buyurmaktadır: «Âhi-rete inanmayanlara (onu yalanlayıp meydana geleceğini uzak görenle­re) gelince, muhakkak ki; onlara yaptıklarını güzel göstermişizdir. (On­lar için, içinde bulundukları durumu güzelleştirmiş; onları azgınlıkları içinde salıvermişizdir de sapıklıkları içinde dolanıp durmaktadırlar.) Bu yüzden şaşırıp kalmaktadırlar.» Bu, onların âhiret yurdunu ya­lanlamış olmalarının bir cezası, bir karşılığıdır. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyruluyor: «Biz onların kalblerirıi ve gözlerini çeviri­riz de ona ilk defa îmân etmedikleri gibi azgınlıkları içinde kor ve şaş­kın bırakırız.» {En'âm, 110).

«Bunlar öyle kimselerdir ki; (dünyada ve âhirette) kötü azâb on­larındır. Ve onlar âhirette de en çok hüsrana uğrayanların kendileri­dir. (Bu yaptıklarıyla mahşer ehlinden kendilerinin dışındakilerin ne­fislerine ve ımallarına herhangi bir eksiklik getirebilecek değildirler.)»

(cMuhakkak ki sen, Kur'ân'ı Alîm ve Hakîm olan Allah katından almaktasın.» Ey Muhammed, şüphesiz sen bu Kur'ân'ı emir ye yasak­larında hikmet sahibi, önemli veya önemsiz olsun bütün işleri en iyi bilen Allah katından almaktasın. O'nun verdiği haber mahzâ doğrudur. O'nun hükmü gerçek adalettir. Nitekim Allah Teâlâ ba§ka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Rabbmm sözü; doğruluk ve adalet yö-> nünden tâm kemâlindedir.» (En'âm, 115).1

7 — Hani Mûsâ, ailesine demişti kii Ben bir ateş gör­düm. Size oradan ya bir haber getireceğim, yahut da ısı-nasınız diye yanan bir ateş koru getireceğim.

8 — Oraya geldiği vakit, kendisine şöyle seslenildi: Ateşin yanında olan ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbı olan Allah, münezzehtir.'

9 — Ey Mûsâ; gerçek şu ki, Ben Hakim ve Aziz olan Allah'ım.

10 — Değneğini at. Onun yılan gibi hareketler yaptığı­nı görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı ve ıgeri dön­medi. Ey Mûsâ, korkma, Benim katımda muhakkak ki peygamberler korkmazlar.

11 — Yalnız zulmeden bunun dışındadır. Sonra kötülüğün ardından iyiliğe çevirirse artık Ben, şüphesiz Gafur ve Rahîm'im.

12 — Ve elini koynuna sok. Firavun ve kavmine gönde­rilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz, bembeyaz çile sın. Şüphesiz ki onlar fâsik bir kavim idiler.

13 — Âyetlerimiz böyle vazıh olarak onlara gelince; bu, apaçık bir büyüdür, dediler.

14 — Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, zulüm ve kibirle bunları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların so­nunun nasıl olduğuna bir bak.

Hz. Mûsâ ve Ailesi2

Hz. Mûsâ ve Ailesi

Allah Teâlâ, Rasûlü (s.a.)ne Hz. Musa'nın durumunu, onu nasıl insanlar arasından seçip husûsî olarak konuştuğunu; ona parlak, bü­yük mucizeler ve kahredici deliller verdiğini, Firavun ve erkânına pey­gamber olarak göndermiş olduğunu zikreder. Onlar, Hz. Musa'nın ge­tirmiş olduğu mucize ve delilleri inkâr edip ona tâbi olarak boyun eğ­mekten büyüklenerek yüz çevirmişlerdi. Allah Teâlâ buyurur ki: «Ha­ni mûsâ, ailesine demişti ki...» Hz. Musa'nın ailesiyle (eşiyle) beraber yürüyüp yolu kaybettiği zamanı an. Bu, karanlık bir gecede olmuştu. Hz. Mûsâ Tûr yönünden tutuşup alevlenen bir ateş görmüştü de aile­sine: «Ben bir ateş gördüm. Size oradan (yol ile ilgili) ya bir haber getireceğim, yahut da ısınasınız diye yanan bir ateş koru getireceğim.» demişti. Nitekim söylediği gibi olmuş ve oradan büyük bir hayırla dön­müş, oradan büyük bir nûr alıp getirmiştir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Oraya geldiği vakit, kendisine şöyle seslenildi: Ateşin yanında olan ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmıştır.» Yani, ulaştığı yerde korkutucu büyük bir manzara görmüştür: Yemye­şil bir ağaçta ateş tutuşmaktadır, ateşin yanması artmaktayken ağa­cın da yeşillik ve güzelliği artmaktadır. Başını kaldırdığı zaman da nurunun gökyüzüyle birleşmiş olduğunu görmüştür, tbn Abbâs ve baş­kaları, onun gördüğünün ateş olmadığını; tutuşup parlayan bir nûr olduğunu söylerler. îbn Abbâs'tan gelen rivayetlerden birinde ise, bu­nun âlemlerin Rabbmın nuru olduğu belirtilir. Gördüğü şeye şaşırarak duran Musa'ya, ateşin yanında olanların mübarek kılındığı nida olun­du, îbn Abbâs, buradaki mübarek kılınmanın, kudsallaştınlma oldu­ğunu söyler, tbn Abbâs, ikrime, Saîd Îbn Cübeyr, Hasan ve Katâde; ateşin çevresinde bulunanların, melekler olduğa açıklamasını getirir­ler, îbn Ebu Hatim der ki: Bize Yûnus tbn Habîb'in... Ebu Mûsâ (el-Eş'arî) —Allah ondan hoşnûd olsun— dan rivayetine göre, Allah Ra-sûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Şüphesiz Allah uyumaz ve uyumak zaten O'na yaraşmaz. Teraziyi alçaltıp yükseltir. Gecenin ameli gündüzden önce; gündüzün ameli de geceden önce O'na yükseltilir. Mes'ûdî, şöyle ilâve ediyor: Onun örtüsü nûr veya ateştir. Şayet onu açmış olaydı, gö­zü ona ulaşan her şeyi yüzünün nuru yakardı. Sonra Ebu Ubeyde: «Ateşin yanında olan ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmıştır.» âyetini okumuştur. Hadîsin asıl kısmı, Müslim'in Sahîh'inde Amr Îbn Mürre kanalıyla tahrîc olunmuştur.

«Âlemlerin Rabbı olan Allah, münezzehtir.» O Allah ki; dilediğini yapar, yaratıklarından hiç bir şeye benzemez, O'nun yaptıklarından hiç bir şey O'nu ihata edemez. O, Aliyy ve Azîm olan'dır. Bütün yara­tıklardan ayrılmış ve onlara benzemeyendir. Yer ve gökler O'nu ihata edemez. Bilakis O, Ehad'dır, Samed'dir, sonradan olanlara benzemek­ten münezzehtir.

«Ey Mûsâ; gerçek şu ki, Ben Hâkim ve Azîz olan Allah'ım.» âyetin­de Allah Teâlâ, Musa'ya hitâb edip, kendisine seslenenin her şeyi hük­mü, kahr u galebesi altına alan; işlerinde ve sözlerinde Hakim olan Rabbı, Allah olduğunu bildirmiştir. Sonra O'nun Fâil-i Muhtar oldu­ğuna, her şeye güç yetirici olduğuna, apaçık bir delil olarak kendisine izhâr etmek üzere değneğini elinden, bırakmasını emretmiştir. Hz. Mûsâ değneğini elinden attığında, o derhâl büyük, korkunç, son derece büyük olmasıyla beraber sür'atli hareket eden bir yılana dönüşmüştür. Bu sebepledir ki: «Onun yılan gibi hareketler yaptığını görünce...» buyur­muştur. Âyetteki kelimesi, yılanların bir çeşidine verilen isimdir ki; yılanların hareket yönüyle en hızlısı ve en fazla kıvrılanıdır. Bir hadîste, evlerdeki küçük yılanların öldürülmesi yasaklanmıştır. İş­te Hz. Mûsâ bunu görünce: «Arkasına bakmadan dönüp kaçtı ve (kor­kusunun şiddetinden^ geri dönmedi, (arkasına bakmadı).»

«Ey Mûsâ, (gördüğünden) korkma, Benim katımda muhakkak ki; peygamberler korkmazlar. (Ben seni elçim olarak insanlar arasından seçmek ve seni katımda değerli bir peygamber kılmak istiyorum.)»

«Yalnız zulmeden bunun dışındadır. Sonra kötülüğün ardından iyiliğe çevirirse, artık Ben, şüphesiz Gafur ve Rahîm'im.» âyetinde is-tisnâ-ı munkatı' vardır. Bunda insanlık için büyük bir müjde vardır. Şüphesiz ki bir kimse herhangi bir durumda olur, sonra bundan ken­dini sıyırıp döner ve Allah'a sığınarak tevbe ederse, Allah Teâlâ onun tevbesini kabul buyuracaktır. Nitekim başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyrulur: «Şüphesiz ki Ben, tevbe edeni, inanarak sâlih amel işleyeni, sonra da doğru yola gireni muhakkak bağışlayanım.» (Tâ-Hâ, 82), «Kim bir kötülük yapar veya kendine zulmeder de sonra Allah'tan mağ­firet dilerse; Allah'ın Gafur ve Bahîm olduğunu görür.» (Nisa, 110). Bu konuda âyetler pek çoktur.

«Ve elini koynuna sok. Kusursuz, bembeyaz çıksın.» Bu da diğer bir mucizedir. Fail-i Muhtar olan Allah'ın kudretine, bu mucizenin ken­disine verildiği kimsenin doğruluğuna parlak bir delildir. Şüphesiz, Allah Teâlâ ona elini gömleğinin cebine sokmasını emretmişti. Elini ce­bine sokup çıkardığında bir ay parçası gibi parlak bembeyaz olarak çık­tı Çakan bir şimşek gibi parıldayan pırıltısı vardı. «Dokuz mucizeden biri olarak.» Ki bu ikisi, seni desteklediğimiz ve Firavunla kavmine se­nin için bir bürhân kıldığımız dokuz mucizeden ikisidir. «Şüphesiz ki onlar, fasık bir kavim idiler.» Bu dokuz mucize Allah Teâlâ'nın: «An-dolsun ki Biz, Musa'ya dokuz tane apaçık âyet verdik.» (tsrâ, 101) âye­tinde beyân buyrulan mucizelerdir. Nitekim orada açıklaması geçmişti. «Âyetlerimiz böylece (apaçık ve) parlak olarak onlara gelince; bu, apa­çık bir büyüdür, dediler.» Ve kendi sihirleri ile ona karşı çıkmak iste­diler. Ancak mağlûbiyyete uğradılar ve küçültülmüş olarak geri dön­düler. «(İçlerinden) gönülleri kesin olarak kabul ettiği, (onun Allah ka­tından bir gerçek olduğunu bildikleri) halde, (onlarda âdeta bir seciyye haline gelen mel'ûn) zulüm ve kibirle (riyle gerçeğe tâbi olmaktan bü-yüklenerek), bunları bile bile inkâr ettiler, (onunla inâdlaştılar.)» Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak.» Ey Muhammed, Allah'ın onları helak buyurmasıyla, bir sabah vaktinde sonuncularına varıncaya kadar onları suda boğmasında, kü­fürlerinin sonucunun nasıl olduğuna bir bak, buyurmuştur.

Özet olarak bu hitâbm anlamı şudur: Ey Muhammed'i yalanlayan, onun, Rabbından getirdiğini inkar edenler; Onların başlarına gelenle-lerin, evleviyyetle sizin de başınıza gelmesinden sakının. Zîrâ Muham­med (s.a.), Hz. Musa'dan daha büyük ve daha şereflidir. Onun bür-hânı Hz. Musa'nın burhanına göre daha güçlü, delâlet yönünden daha kuvvetlidir. Zîrâ"Allah Teâlâ, onun zâtında ve şemailinde kılmış oldu­ğu delâletlere ilâveten başka mucizeler de vermiş, diğer peygamberler onu müjdelemişlerdir. Ayrıca Allah Teâlâ onlardan bu konuda sözler, ahidler de almıştır. Rabbından salât ve selâmın en üstünü onun üzeri­ne olsun.2

15 — Andolsun ki Biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim ver­dik, îkisi de: Bizi mü'min kullarının çoğunda üstün kılan Allah'a hamdolsun, dediler.

16 — Süleyman da Davud'a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi. Ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu; apaçık bir lutufdur.

17 — Süleyman'ın cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı. Hepsi topluca gidiyorlardı.

18 — Nihayet karıncaların bulunduğu vâdîye geldikle­rinde bir karınca dedi ki: Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları farkına varmadan sakın sizi ezmesin.

19 — Onun bu sözü üzerine gülerek tebessüm etti ve de­di ki: Rabbım, bana ve ana babama verdiğin nimete şükür­de ve hoşnûd olacağın şeyi yapmakta beni muvaffak kıl ve rahmetinle beni sââih kullarının arasına kat.

Hz. Dâvûd ve Süleyman. 4

Hz. Dâvûd ve Süleyman

Allah Teâlâ burada, kulu ve peygamberleri olan Hz. Davûd ile oğ­lu Süleyman (a.s.)a vermiş olduğu bol nimetleri, yüce mevhibeleri, gü­zel sıfatlan haber vermektedir. Allah Teâlâ o ikisi için dünya ve âhiret mutluluğunu bir araya getirmiş, onlara dünyada tam bir hükümran­lık bahşetmiş, dinde peygamberlik ve risâlet vermiştir. Bu sebepledir ki: «Andolsun ki Biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik, tkisi de: Bizi mü'min kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun, dediler.» buyurmuştur, tbn Ebu Hâtîm der ki: îbrahîm İbri Yahya tbn Temmim kanalıyla bize anlatıldığına göre, ona babası, ona da dedesi haber ver­mişler ki; Ömer tbn Abdülazîz şöyle yazmış: Allah Teâlâ bir kula bir nimet bahşedip te bu nimet üzerine Allah'a hamdettiğinde, şüphesiz o kulun hamdetmesi, nimetinden daha üstün olmuştur. Şayet bunu bil­memekte isen Allah Rasûlü (s.a.)ne indirilmiş olan Allah'ın Kitabında bulabilirsin. Şöyle buyuruyor : «Andolsun ki Biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi de: Bizi mü'min kullarının çoğundan üstün kılan Al­lah'a hamdolsun, dediler.» Hz. Dâvûd ve Süleyman (a.s.)a verilenden daha üstünü hangi nimettir?

Allah Teâlâ: «Süleyman da Davud'a vâris oldu.» buyurur ki; bura­da kasdedilen, mal varisliği değil de onun hükümranlık ve peygamber­liğine vâris olmasıdır. Şayet böyle olmuş olsaydı Allah Teâlâ, Hz. Dâ-vûd'un diğer çocukları arasında bunu sâdece Hz. Süleyman'a tahsis bu­yurmazdı. Şurası bilinmektedir ki; Hz. Davud'un yüz hanımı vardı. O halde burada verasetten kasdedilen, hükümranlık ve peygamberlik ve­rasetidir. Ayrıca peygamberler mal miras bırakmazlar. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) bunu bir hadîslerinde şöyle haber vermektedirler: Biz peygamberler topluluğu mîrâs bırakmayız. Bizim bıraktığımız, ancak bir sadakadır.

«Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi. Ve bize her şeyden bolca ve­rildi.» âyetinde Hz. Süleyman, kendisi üzerine olan Allah'ın nimetlerini haber veriyor. Allah Teâlâ'dan ona tâm bir hükümranlık öyle büyük bir güç bahşedilmişti ki; insanlar, cinnler ve kuşlar onun buyruğuna ve­rilmişti. O, kuşların ve hayvanların dilini bilirdi. Bildiğimiz ve Allah Teâlâ ile Rasûlünün haber verdiği üzere, beşerden hiç kimseye bunlar verilmemiştir. Bazı bilgisizler ve beyinsizler Hz. Davud'un oğlu Süley­man'dan önce hayvanların âdemoğulları gibi konuştuğunu sanmışlar­dır. Nitekim insanların birçoğu da bunu söylemektedirler. Ancak bu il­me dayanmayan bir sözdür. Şayet durum böyle olsaydı, bunun Hz. Sü­leyman'a tahsisinde hiç bir fayda olmazdı. Zîrâ bu takdirde-herkes, kuş­ların ve hayvanların sözünü işitip söylediklerini anlıyor olurdu. O hal­de durum onlann zannetikleri ve söyledikleri gibi değildir. Aksine, ya­ratıldıkları vakitten zamanımıza kadar hayvanlar, kuşlar ve diğer ya­ratıklar şimdiki oldukları şekil ve minval üzere olagelmişlerdir. Ancak Allah Teâlâ Hz. Süleyman'a, havada kuşların birbirleriyle konuşmala­rını ve değişik sınıflardan hayvanların konuşmalarını anlama gücü ver­mişti. Bu sebepledir ki o: «Bize kuş dili öğretildi ve (hükümranlığın ge­rek duyduğu) her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu; (Allah Teâlâ'nın bize) apaçık bir luftudur.» demiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Kutey-be'nin... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöy­le buyurmuştur: Hz. Dâvûd (a.s.)da şiddetli bir kıskançlık vardı. Evinden çıktığı zaman kapılar kapatılır ve o dönünceye kadar ailesinin, ya­nına hiç kimse girmezdi. Bir gün çıktı, kapılar kapatıldı. Hanımların­dan biri evin içinde dolaşırken birden bire evin ortasında bir adam gör­dü. Evde olan birisine: Ev kapalı, kilitli iken şu adam nereden girdi? Allah'a yemîn olsun ki biz,, Davud'un yanında rüsvây olacağız, dedi. Hz. Dâvûd gelip te adamı evin ortasında durur görünce, ona; Sen kimsin? diye sordu. O: Krallardan korkmayan ve örtülerin kendisini engelleye-mediği kimseyim, dedi. Hz. Dâvûd: Allah'a yemîn olsun ki, o halde sen ölüm meleğisin. Elbette Allah'ın emrinden hoşnuduz, dedi. Hz. Dâvûd olduğu yerde elbisesine büründü de ruhu kabzolundu. Hz. Dâvûd vefat edip güneş doğduğunda, Hz. Süleyman kuşlara; Davud'u gölgeleyin, bu­yurdu. Kuşlar onu gölgelediler. O kadar ki, yeryüzü o ikisinin üzerine karardı. Hz. Süleyman kuşlara: Kanatlarınızı birer birer kapatın, diye emretti. Ebu Hüreyre: Ey Allah'ın elçisi, kuşlar nasıl yapmıştı? diye sor­du da, Allah Rasûlü (s.a.) elini kapattı ve şöyle buyurdu: O gün ona bir kerkes kuşu gâlib gelmişti. Ebu'l-Ferec îbn Cevzî, hadîsin metnin­de geçen kelimesini; kırmızı kerkenes kuşu, akbaba olarak açıklamıştır.

((Süleyman'ın cinnlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplan­dı. Hepsi topluca gidiyorlardı.» Hz. Süleyman'ın cinn, insan ve kuşlar­dan oluşan ordusu toplandı. Hz. Süleyman, insanlar arasında büyük bir ihtişam içinde bulunuyordu. Kendisini ta'kîb edenler; bunlar, yani in­sanlardan oluşan ordusuydu. Derece itibarıyla onlardan sonra gelenler cinnler olup, kuşların yeri ise başının üzerindeydi. Eğer hava sıcak ise kanatlan ile onu gölgelerlerdi.

«Hepsi topluca gidiyorlardı.» Kimse kendisi için ayrılan yerini aş­masın diye öndekiler, arkalarında olanları ilerlemekten engelliyorlardı. Mücâhid der ki: Her bir sınıfın üzerine engelleyiciler, sınır bekçileri ko­nulmuştu. Evvelkiler, yürüyüşte ileri geçmesinler diye arkalarda olan­ları geri çeviriyordu. Nitekim bugün de krallar böyle yapmaktadırlar.

«Nihayet karıncaların bulunduğu vâdîye geldiklerinde...» Hz. Sü­leyman, yanındaki ordusuyla beraber yola çıkıp karıncaların vadisine geldiğinde, «Bir karınca dedi ki: Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Sü­leyman ve orduları farkına varmadan sakın sizi ezmesin.» tbn Asâkir'-in, İshâk îbn Bişr kanalıyla Hasan'dan rivayetle serdettiğine göre, bu karıncanın ismi Hares imiş ve kendilerine Benû'ş-Şeysân denilen bir ka-bîledenmiş.O topal olup bir kurt büyüklüğündeymlş. Yani bu karınca, atların tırnaklarıyla karıncaları çiğnemelerinden korkmuş ve yuvaları­na girmelerini emretmiş. Onun söylediklerini anlayan Hz. Süleyman (a.s.): «Gülerek tebessüm etti ve dedi ki: Rabbım, bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde ve hoşnûd olacağın şeyi yapmakta beni mu­vaffak kıl.» Rabbım; kuşların ve hayvanların dilini bana öğretmek sûretiyle bahşetmiş olduğun nimete, ana-babama bahşetmiş olduğun İs­lâm ve îmân nimetine şükretmemi bana ilham buyur. Sevip hoşnûd olacağın şeyi yapmakta beni muvaffak kıl. Ve öldüğüm zaman beni sâ-lih kullarının arasına, Senin dostlarından Refîk'-ı A'lâ'ya ilet, ilhak et. Müfessirlerden bazılarının söylediği, bu vadinin Şam ülkesinde veya bir başka yerde olduğu, bu karıncanın, sinek gibi iki kanatlı olduğu ve ben­zeri sözlerin gerçekle bir ilgisi yoktur. Nevf el-Bekâlî'den rivayete göre o: Süleyman'ın karıncası kurtlar gibiydi, demiştir. En doğrusunu Allah bilir. Burada kasdedilen, ancak Hz. Süleyman (a.s.)m o karıncanın sö­zünü anlamış olması ve buna gülerek tebessüm etmiş olmasıdır. Bu da gerçekten büyük bir durumdur. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ebu's-Sıddîk en-Nâcî'den rivayetine göre o, şöyle demiştir: Hz. Süley­man (a.s) yağmur duasına çıkmıştı. Sırtı üzerinde uzanmış, ayaklarını göğe kaldırmış bir karınca gördü. Karınca: Ey Allah'ım, biz Senin ya­ratıklarından bir yaratığız. Senin sulamandan asla müstağni değiliz. Eğer bizi sulamayacak olursan bizi helak edersin, diyormuş. Hz. Süley­man (a.s.): Dönünüz, şüphesiz, sizden bir başkasının duâsıyla size yağ­mur verildi, demiş. Müslim'in Abdürrezzâk kanalıyla... Ebu Hüreyre'-den, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den naklettiği sahih bir hadîste şöyle haber veriliyor: Peygamberlerden birisini bir karınca ısırmış da, karıncaların köyünün yakılmasını emretmiş ve yakılmış. Allah Teâlâ ona şöyle vahyetmiş: Seni bir karınca ısırdı diye mi tesbîh eden bir üm­meti yok ettin? Bir tek karıncayı helak etseydin olmaz mıydı?3

Îzâhı5

Îzâhı

20 — Kuşları araştırarak dedi ki: Hüdhüti'ü niçin göre­miyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu?

21 — Ya bana apaçık bir burhan getirecektir, ya da onu şiddetli bir azaba uğratırım veya keserim.

Kuş Dili5

Kuş Dili

îbn Abbâs ve başkalarından rivayetle Mücâhid ve Said îbn Cü-beyr der ki: Hüdhüd mühendis idi. Hz. Süleyman'a suyu gösterirdi. Hz. Süleyman çöl bir arazîde bulundukları zaman Hüdhüd'ü çağırır, o da insanın yeryüzünde açıkça görülen bir şeyi gördüğü gibi yeraltındaki suyu görürdü. Ayrıca yeryüzüne olan uzaklığının ne kadar olduğunu da bilirdi. Hüdhüd onlara suyu gösterdiği zaman Hz. Süleyman (a.s.) Cinnlere emredel* ve onlar da o yeri kazarak, suyu bulunduğu yerden çıkarırlardı. (Bir keresinde) Hz. Süleyman çöl bir arazîye inip konak­lamış, Hüdhüd'ü görmek üzere kuşları araştırdığında onu göremeyerek: «Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu?» demişti. Yukarıda anlatılanın bir benzerini bir gün Abdullah tbn Abbâs naklet-mişti. Kavim içinde Haricîlerden kendisine Nafî' îbn Ezrak denilen bi­risi de vardı. îbn Abbâs'a çokça karşı çıkardı. Bu sefer de ona: Dur ey îbn Abbâs, işte bugün mağlûb oldun, dedi. îbn Abbâs'ın, niçin? sorusu­na şöyle cevab verdi: Sen, Hüdhüd'ün yeraltındaki suyu gördüğünü ha­ber veriyorsun. Bununla beraber bir çocuk Hüdhüd İçin tuzağa taneler koyar, tuzağın üzerine toprak serper, Hüdhüd o taneleri almak için geldiğinde tuzağa düşer ve çocuk onu avlar, dedi. İbn Abbâs buna karşılık şöyle konuştu: Şayet şu gidip te; îbn Abbâs'a cevab verdim (ve o be­nim cevabım karşısında sustu) demeyecek olsaydı, ben ona cevab ver­mezdim. Ve şöyle ilâve etti: Yazıklar olsun sana; kader geldiğinde göz kör olur ve sakınma gider. Nâfi', îbn Abbâs'a dedi ki: Allah'a yemîn olsun ki, bundan böyle Kur'ân'daki hiç bir şey hakkında seninle tartış­mayacağım.

Dünaşk bölgesindeki Berze ahâlîsinden Ebu Abdullah el-Berzî diye birisi vardı. Salih bir kişi ohıp pazartesi ve perşembe günleri oruç tu­tardı. Seksen yaşma ulaşmıştı ve tek gözlü idi. İşte bu zâtın hâl terce-mesinde, Hafız îbn Asâkir'in Ebu Süleyman îbn Zeyd'e varan isnadı ile rivayetine göre; o, bu zâta bunun sebebini sormuş da o, cevâb ver­mekten kaçınmış. Tâm bir ay bu soruda ısrar etmiş. O, şöyle anlatmış: Horasan ahâlîsinden iki kişi, Berze denilen köyde bir cum'a günü onun yanında müsâfir olmuşlar. Oradaki bir vadiyi sormuşlar ve o da vâdîyi kendilerine göstermiş. Orada buhurdanlıklar çıkarmışlar ve buhurdan­lıklar içinde o kadar çok buhur yakmışlar ki, vâdî dumanla dolmuş. Üfü­rükçü duaları okumaya başlamışlar. Bu arada her yerden kendilerine doğru yılanlar gelmeye başlamış. Onlardan hiç birine dönüp bakmamış­lar bile. Sonunda bir kulaç kadar uzunlukta bir yılan onlara doğru gel­miş. Altun para misâli gözleri yanıyormuş. Onun gelmesine son derece sevinmişler ve: Bir senelik yolculuğumuzda bizi kayba uğratmayan Al­lah'a hamdolsun, demişler, buhurdanlıkları kırıp o yılanı tutmuşlar, yı­lanın gözlerine bir mil sokup bu mil ile kendi gözlerini sürmelemişler. Ebu Abdullah el-Berzî anlatmaya şöyle devam ediyor: Benim de gözle­rime sürme çekmelerini istedim, kabul etmediler. Israr edip: Mutlaka bunu yapacaksınız, dedim ve onları tehdîd ettim. Sağ gözümü sürmele-diler. Sürme gözüme değer değmez altımda bulunan- yere bir baktım ki ayna gibi oldu. Yeryüzünün altındakilere aynada görüyormuş gibi bakıyordum. Sora bana: Bizimle biraz yürü, dediler. Onlarla beraber yü­rüdüm. Onlar (kendi aralarında) konuşuyorlardı. Nihayet köyden biraz uzaklaştığım zaman beni yakalayıp bağladılar, birisi elini gözüme so­kup çıkardı, sonra tutup attı, yürüyüp gittiler. Ben bağlı, yere atılmış vaziyette dururken nihayet bir grup bana uğrayıp bağımı çözdüler. İşte gözümün basma gelenlerin hikâyesi budur.

îbn Ebu Hatim'in Ali îbn Hüseyn kanalıyla... Hasan (el-Basrî)dan rivayetine göre; o, Hz. Süleyman (a.s.)ın Hüdhüd'ünün isminin Anber olduğunu söylemiş. Muhammed îbn îshâk der ki: Hz. Süleyman (a.s.) oturmakta olduğu meclisine geldiği zaman kuşları araştırmış. Anlattık­larına göre her bir sınıf kuştan her gün bir kuş temsilci olarak ona ge­lirmiş. Bir gün bakıp orada hazır bulunan kuş cinslerinin Hüdhüd dı­şında hazır bulunduğunu görmüş ve: «Hüdhüd'ü niçin göremiyorum?

(Kuşlar içinde gözüm mü farketmedi) yoksa (gelmeyip) kayıplardan mı oldu?» demiş.

«Muhakkak onu şiddetli bir azaba uğratırım.» âyeti hakkında A'meş'in Minhâl îbn Amr'dan, onun Saîd'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre, onun tüylerinin yolunması kasdedilmektedir. Yani Hz. Süleyman onu tüylerini yolmakla tehdîd etmiştir. Abdullah Ibn Şeddâd der ki: Tüylerini yolma ve güneş altında bırakmakla tehdîd etmiştir. Seleften birçoğu da bu tehdidin, tüylerinin yolunarak karıncaların ye­mesi için atılıp terkedilmesi oldluğunu söylemişlerdir. «Veya keserim.» âyetinde ise, onun öldürülmesi kasdedilmektedir. Hz. Süleyman şöyle demişti: «Ya bana apaçık bir burhan, (apaçık bir özür) getirip beyân edecektir.» Süfyân îbn Uyeyne ve Abdullah İbn Şeddâd derler ki: Hüd-hüd geldiğinde kuşlar ona: Seni geri bırakan nedir? Şüphesiz Süleyman, senin kanını (dökme) adağında bulunmuştur, dediler. Hüdhüd: Hiç is­tisnada bulundu mu? diye sordu, onlar: Evet, «Ya bana apaçık bir bur­han getirecektir, ya da onu şiddetli bir azaba uğratırım veya keserim.» dedi, dediler. Hüdhüd: O halde kurtuldum, dedi. Mücâhid der ki: Hüd-hüd'ü geri bırakan ancak onun annesine olan iyiliğidir, (veya Hüdhüd'-ün cezaya çarptırılmasını ancak annesine olan iyiliği engellemiştir.)4

22 — Çok geçmeden o geldi ve dedi ki: Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe'den gerçek bir haber ger tirdim.

23 — Ora halkına hükmeden, her şeyden kendisine bolca verilmiş olan ve büyük bir tahta sahip bir kadın bul­dum.

24 — Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytân onların yaptıklarını güzel

göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar.

25 — Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesin­ler diye.

26 — Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Yüce Arş'm sahibi ancak ve ancak O'dur.

Allah Teâlâ buyurur ki: Kısa bir süre kaybolan Hüdhüd çok geç­meden geldi ve Hz. Süleyman (a.s.)a dedi ki: «Senin (ve ordunun) bil­mediği, (muttali' olmadığı) bir şeyi öğrendim ve sana Sebe' (ülkesin) den gerçek, (doğru) bir haber getirdim.» Sebe'; Himyer olup, Yemen krallarıdır.

«Ora halkına hükmeden bir kadın buldum.» Hasan el-Basrî der ki: O, Sebe' kraliçesi Şerâhîl Bint Belkîs'tır. Katâde şöyle diyor: Annesi cinnlerden bir kadındı. İki ayağının arkası hayvan tırnağı gibiydi ve o ülke ailelerinden birisindendi. Züheyr tbn Muhammed ise şöyle diyor: O; Reyyân'ın oğlu Malik'in oğlu, Şerâhîl'in kızı Belkîs'tır. Annesi Farla, cinnlerdendir. tbn Cüreyc ise: O, Zû Şerh'in ( rj*1)'*) kızı Belkîs'tır. Annesi Belteka'dır demiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn'-in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Süleyman'ın Belkîs'ın yanında şerefli, ulu bin kişi vardı. Her bir ulu kişinin emri al­tında da yüz bin kişi. Mücâhid'den rivayetle A'meş şöyle diyor: Sebe' kraliçesinin emri altında on iki bin soylu kişi, bunlardan her birinin em­ri altında da yüz bin savaşçı yardı. Abdürrezzâk'm Ma'mer'den, onun da Katade'den rivayetine göre; o, «Ora -halkına hükmeden bir kadın buldum.» âyeti hakkında şöyle diyor: O, hükümdar ailelerinden biri­sindendi. Onunla meşverette bulunan erkeklerin sayısı üç yüz on-iki idi. Onlardan her bireri oh hin kişiye hükmederdi. O kadın Me'rab denilen bir yerde idi ki; burası, San'â'ya üç mil mesafededir. Bu, doğruya en yakm olan açıklamadır...? En doğrusunu Allah bilir.

«Her şeyden (güçlü bir kralın ihtiyâç duyacağı dünya mallarından) kendisine bolca verilmiş olan ve büyük bir tahta sahip bir kadın bul­dum...» Yani öyle bir taht üzerinde oturuyordu ki; bu taht büyük, aza­metli, altunla, çeşitli cevher ve incilerle süslenmişti. Züheyr îbn Mu­hammed şöyle diyor: Onun tahtı yâkût ve zebercedle işlenmiş, iki yanı altundandı. Uzunluğu seksen kulaç, genişliği ise kırk kulaçtı. Muham­med İbn İshâk der ki: Onun tahtı yâkût, zeberced ve inci ile süslennâş altundandı. Ona sâdece kadınlar hizmet ederdi ki; hizmetini yüklenen kadınların sayısı altı yüz idi. Tarih bilginleri der ki: Bu taht büyük, muhteşem, yüksek bir köşkte idi (sarayda idi). Bu sarayın doğu tara­fında üç yüz altmış, batı tarafında da aynı sayıda kemerli penceresi vardı. Öyle bir şekilde inşâ olunmuştu ki; her gün güneş bir penceresin­den girer, o pencerenin karşısındaki birinden batar, onlar da sabah ak­şam güneşe secde ederlerdi. Bu sebepledir ki: «Onun ve kavminin, Al­lah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytân onların yap­tıklarını güzel göstermiş, ve onları doğru yoldan, (hak yoldan) alıkoy­muştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar.» demiştir.

«Allah'a secde etmesinler diye...» kısmı söyle açıklanabilir: «Şey­tân onların yaptıklarını güzel göstermiş ve onlan doğru yoldan alıkoy­muştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar. (Gerçek yolu bilemez­ler; ki gerçek yol, secdeyi Allah'ın yaratmış olduğu yıldızlar ve başka­ları yerine, yegâne Allah'a tahsîs etmektir.)» Nitekim Allah Teâlâ baş­ka bir âyet-fr kerîme'de şöyle buyurur: «Gece ve gündüz, güneş ve ay Al­lah'ın âyetlerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer O'na ibâdet etmek isteyen kimselerseniz, onları yaratmış olan Allah'a secde etsin.» (Fussilet, 37). (...)

«Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan...» tbn Abbâs'tan ri­vayetle Ali İbn Ebu Talha der ki: Gökte ve yerde gizli olan her şeyi bi­len Allah'a secde etmesinler diye. tkrime, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr. Katâde ve birçokları da bu açıklamayı yapmıştır. Saîd tbn Müseyyeb, âyetteki kelimesini, su ile açıklamışlardır. Abdurrahmân İbn Zeyd, İbn Eşlem de şöyle diyor: Göklerin ve yerin gizlilikleri; oralarda yaratılan rızıklardır. Gökten olanı yağmur, yerden olanı ise bitkilerdir.

îbn Abbâs ve başkalarınca zikredildiğine göre, bu sözlerin, Allah'ın yeryüzünün içlerinde ve altında akan suları görme özelliği bahşetmiş olduğu Hüdhüd'ün sözlerinden olması son derece uygundur.

«Gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler di­ye...» O Allah ki; kulların gizlemiş olduğu veya alenen yapmış olduğu işlerle sözleri en iyi bilendir. Bu, Allah Teâlâ'mn şu kavli gibidir: «Ara­nızdan birisi ister sözü gizlesin, ister açığa vursun, ister geceye bürünerek gizlensin, ister gündüzün ortaya çıksın; hiç fark yoktur.» (Ra'd, 10).

«Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Yüce Arş'ın sahibi an­cak ve ancak O'dur.» O, Allah ismiyle kendisine duâ edilip çağrılandır. O, kendisinden başka ilâh olmayandır. O, yüce Arş'ın sahibidir. Yara­tıklar içinde ondan daha büyüğü yoktur.

Hüdhüd; hayra, yegâne Allah'a ibadete ve O'na secde etmeye ça­ğırdığı için, onun öldürülmesi yasaklanmıştır. Nitekim İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd ve tbn Mace'nin JSbu Hüreyre {r.a.)den rivayetlerine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) şu dört hayvanın öldürülmesini yasakladı: Karınca, bal ansı, Hüdhüd ve arkası yeşil karnı beyaz bir kuş 5Bu haberin isnadı sahihtir.6

27 — Süleyman da dedi ki: Bakalım, doğru mu söyle­din, yoksa yalancılardan mı oldun?

28 — Şu yazımı götür, kendilerine bırak. Sonra bu­yana çekil, bak; neye dönecekler.

29 — Dedi ki: Ey ileri gelenler, gerçekten bana çok şe­refli bir mektup bırakıldı.

30 — Gerçekten o Süleyman'dandır ve gerçekten o, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıylatiır.

31 — Bana karşı başkaldırmayın ve müslüman olarak gelin, diye yazılıdır.

Allah Teâlâ burada Hüdhüd'ün, Sebe' halkı ile kraliçelerinden ha­ber verdiği zamanda Hz. Süleyman'ın Hüdhüd'e olan sözlerini haber ve­riyor: «Süleyman da dedi ki: Bakalım, (verdiğin bu habere) doğru mu söyledin, yoksa (benim tehdidimden kurtulmak için) yalancılardan mı oldun? Şu yazımı götür, kendilerine bırak. Sonra bir yana çekil, bak; neye dönecekler.» HzaŞüleymân (a.s.), Belkîs ve kavmine bir mektup yazıp bunu Hüdhüd'e verdi. Hüdhüd'ün, bu mektubu kuşların âdeti üzere kanadında taşıdığı da, gagasında taşıdığı da söylenmiştir. Onla­rın ülkesine gidip Belkîs'm sarayında Belkîs'm yalnız kaldığı halvet ye­rine geldi. Belkîs'm önünde oracıktaki bir oyuktan mektubu ona attı, sonra edeble bir kenara çekildi. Belkîs gördüğü durumdan hayrete dü­şüp ürktü. Sonra mektuba yönelip onu aldı, mühürünü açıp okudu. On­da şöyle yazılıydı: Gerçekten o, Süleyman'dandır ve gerçekten o, Ranmân ve Rahim olan Allah'ın a&ıyladır. «Bana karşı başkaldırmayın ve müslünıan olarak gelin.» Bunun üzerine Belkîs emirlerini, vezirlerini, devletin ve ülkesinin büyüklerini toplayıp onlara: «Ey ileri gelenler, ger­çekten bana çok şerefli bir mektup bırakıldı.» dedi. Belkîs'ın çok şerefli bir mektubu zikretmesi, onun görmüş olduğu garîb duruma işaret etme­sidir. Bu mektubu kendisine bir kuş getirmiş, mektubu kendisine atmış, sonra da edeble geri dönmüştü. Bu; krallardan hiç birinin güç yetirebi-leceği, ulaşabileceği bir şey değildi. Sonra mektubu onlara okudu. Mek­tupta: Gerçekten o, Süleyman'dandır ve gerçekten o, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyladır. «Bana karşı başkaldırmayın ve müslüman olarak gelin.» diye yazılıydı. Böylece onlar mektubun, Allah'ın peygamberi Sü­leyman'dan olduğunu, ona güç yetiremeyeceklerini anladılar. Mektup son derece belîğ, vecîz ve fasîn idi. En kısa ve en güzel ifâdeyle mânâyı ifâde edivermişti. Alimler der ki: Hz. Süleyman (a.s.)dan önce hiç kimse «Rah­man ve Rahîm olan Allah'ın adıyla» yazmamıştır, tbn Efbu Hatîm, tefsi­rinde bu konuda bir de hadîs rivayet eder ve der ki: Bize babamın... İbn Büreyde'den, onun da babasından rivayetinde şöyle anlatmış: Allah Ra-sûlü (s.a.) ile beraber yürüyordum. Davud'un oğlu Süleyman'dan sonra, benden önce hiç bir peygambere indirilmemiş bir âyeti biliyorum, buyur­du. Ben: Ey Allah'ın elçisi, hangi âyet? diye sordum; mescidden çık­mazdan önce onu sana öğreteceğim, buyurdu. Kapıya ulaşıp iki ayağın­dan birini dışarı atmıştı ki ben, unuttu diye düşündüm. Sonra bana döndü ve: «Gerçekten o, Süleyman'dandır ve gerçekten o, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyladır.» buyurdu. Bu, ğarîb bir hadîs olup zâ­ten isnadı da zayıftır. Meymûn İbn Mihrân der ki: Allah Rasülü (s.a.) bu âyet nazil oluncaya kadar: «Senin adınla ey Allah'ım.» diye yazardı. Bu âyetin nüzulünden sonra ise: «Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıy­la.» diye yazmıştır.

Katâde «Bana karşı başkaldırmayın ve müslüman olarak gelin.» âyetini şöyle anlıyor: Bana karşı büyüklük taslamayın ve bana müslü­man olarak geliA. Abdurrahmân tbn Zeyd İbn Eşlem de burayı şöyle anlıyor: Bana karşı durmayın ve bana karşı büyüklenmeyin.

«Ve bana müslüman olarak gelin.» âyetindeki kelime­sini İbn Abbâs muvahhidler olarak, bir başkası ihlâs sanipleri olarak, Süfyân İbn Uyeyne de itaat ediciler olarak açıklamıştır.7

32 — Dedi ki: Ey ileri gelenler, vereceğim emir hak­kında bana görüşünüzü söyleyin. Siz benim yanımda bu­lunmadıkça bir iş hakkında kesin bir hüküm veremem.

33 — Dediler ki: Biz, güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız.. Emirse senindir, sen emretmene bak.

34 — Dedi ki: Doğrusu hükümdarlar, bir şehre girdik­leri zaman, orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanlarını aşağılık yaparlar ve işte böyle davranırlar.

35 — Ben, onlara bir hediyye göndereyim de elçilerin ne ile döneceklerine bakayım.

Kraliçe onlara Hz. Süleyman'ın mektubunu okuduğunda vereceği emir ve başına gelenler hakkında onlarla istişare etmiş ve şöyle demiş­ti: «Ey ileri gelenler, vereceğim emir hakkında bana görüşünüzü söyle­yin. Siz benim yanımda bulunmadıkça (ve sizler bir görüşe işaret etme­dikçe bir iş hakkında elbette ben) kesin bir hüküm veremem.» Onlar da dediler ki: «Biz, güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız.» Böylece on­lar sayılan, hazırlıkları ve güçleri ile ona ümit verdiler. Bundan sonra ise emri ona havale ederek; «Emirse senindir, sen emretmene bak. (El­bette biz geri denecek değiliz. Bizim bu konuda (emir verme hususunda) bir gücümüz yok. Şayet ona yönelip onunla savaşmayı diliyorsan, biz bundan geri duracak değiliz. Bundan sonra emir senindir. Kendi görü­şünle emret, biz emrine uyup itaat edeceğiz.)» dediler. Hasan el-Basrî —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Onlar işlerini .göğüsleri titreyip sallanan dinsiz bir kadına havale ettiler. Ona bu sözlerini söylediklerin­de o kadın görüş itibarıyla onlann en akıllı olanı, Hz. Süleyman'ın du­rumunu en iyi bilenleri olmuştur. O biliyordu ki Hz. Süleyman'ın ordu­larıyla boy ölçüşebilecek durumda değildir ve yine biliyordu ki cinnler, insanlar ve kuşlar onun buyruğuna verilmiştir. Hüdhüd'ün mektubu getirmesi mes'elesinde gerçekten ğarîb ve şaşırtıcı bir duruma şahid ol­muştu. Onlara demişti ki: Onun arzusunu geri çevirip onunla savaşma­mızdan ve onun da ordularıyla üzerimize gelip yanındakilerle bizi yok etmesinden, bir başkasını değil de beni ve sizi helak etmesinden, yok etmesinden korkarım. Bu sebepledir ki kraliçe: «Doğrusu hü­kümdarlar, bir şehre girdikleri zaman, orasını perişan ederler.» demistir. îbn Abbâs burayı şöyle anlatıyor: Doğrusu hükümdarlar bir şeh-şerefli olanlarını aşağılık yaparlar. Oradakilerden idareciler ve savaşçı­lara yönelip onları ya öldürmek veya esîr etmek suretiyle son derece hor ve hakir kılarlar.

tbn Abbâsder ki: Belkîs : «Doğrusu hükümdarlar, bir şehre girdik­leri zaman, orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanlarını aşağı­lık yaparlar.» demişti. Rab Teâlâ da: «Ve işte böyle davranırlar.» buyur­du. Sonra Belkîs sulha, anlaşmaya, hîle ve yapmacık yoluna dönüp: «Ben, onlara bir hediyye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım.» Ona yaraşacak bir hediyye gönderip bundan sonra cevabının ne olacağını bekleyeyim. Belki bunu kabul edip bizden geri durur veya her sene kendisine götüreceğimiz bir haraca bağlar. Biz de bunu kabul eder, yerine getiririz, o da bizimle savaşı bırakır, dedi. Katade der ki: Allah ona (Belkîs'a) rahmet eyleyip ondan hoşnûd olsun. Müslüman olmasında da şirk koşmasında da ne kadar akıllıymış. Hediyye'nin, in­sanlar nazarında nasıl bir mevkisi olduğunu bilmişti. Îbn Abbas ve baş­kalarının söylediğine göre Belkîs, kavmine şöyle demiş: Şayet o (Hz. Süleyman), hediyyeyi kabul ederse; bilin ki o kraldır, onunla savaşın. Eğer hediyyeyi kabul etmezse, bilin ki o bir peygamberdir, ona tabi olun.8

36 — Elçiler Süleyman'a geldiklerinde dedi ki: Bana mal ile mi yardım etmek istiyorsunuz? Halbuki Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Belki siz, hediyyenizle ^sevinirsiniz.

37 — Geri götür onlara. Andolsun ki; güç yetiremeye-cekleri bir ordu ile gelir onları orasdan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkartırım.

Seleften ve başkalarından birçok müfessirin anlattığına göre Bel­kîs Hz. Süleyman'a altun, cevher, inci ve başka çeşitlerden muazzam hediyyeler göndermişti. Bazıları da: Belkîs Hz. Süleyman'a altun bir kerpiç gönderdi, demişlerdir. Sahîh olanı ise onun altımdan bir' kap gönderdiğidir. Mücâhid, Saîd îbn Cübeyr ve başkaları der ki: Belkîs er­kek kılığında cariyeler, câriye kılığında erkek köleler göndermiş ve:

Eğer bunları birbirinden ayırabilirse o peygamberdir, demişti. Anlattık­larına göre Hz. Süleyman (a.s.), onlara abdest almalarını emretmiş de câriye eline su dökmeye, erkek köle de avuçlamaya başlamış, Hz. Süley­man onları bununla ayırmış. Cariyenin, elinin üstünden önce içini yıka­maya başladığı, erkek kölenin ise bunun tersini yaptığı da söylenmiştir. Başka bir açıklama şöyledir: Aksine cariyeler ellerinden dirseklerine doğru, erkek köleler de dirseklerinden ellerine doğru yıkamaya başla­mışlardı. Bütün bunlar arasında herhangi bir tezâd yoktur ki en doğ­rusunu Allah bilir. Bazıları şöyle anlatıyor: Belkîs Hz. Süleyman'a gök­te ve yerde olmayan tatlı bir suyla doldurması için bir kadeh gönder­mişti. Hz. Süleyman atları koşturdu da onlar terlediler. Kadehi bun­dan (atların terinden) doldurdu. Ayrıca bir boncuk ve bir ip gönderdi ki ipi boncuğa geçirecekti. Hz. Süleyman bunu da yaptı. Gönderilenin bunlar olup olmadığını Allah bilir. Zâten birçoğu Isrâiliyyât'tan alın­mıştır. Zahir olan odur ki, Hz. Süleyman (a.s.) onların getirdiklerine hiç bir şekilde bakmamış, ilgilenmemiş, yüz çevirmiş, inkârla onlara: «Bana mal ile mi yardım etmek istiyorsunuz? (Sizi şirkiniz ve hüküm­ranlığınız üzere bırakmanı için bana malla mı dost gibi davranıyorsu­nuz?) Halbuki Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. (Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. (Allah'ın bana vermiş olduğu hükümdarlık, mal ve ordular sizin içinde olduğunuz du­rumdan daha hayırlıdır.) Belki siz hediyyenizle sevinirsiniz. (Hediyye-lere boyun eğen sizlersiniz. Ben ise sizden sâdece müslüman olmanızı kabul ederim değilse (karâr verecek olan) kılıçtır.)» demiştir.

A'meş'in Minhâl İbn Amr'dan, onun Saîd İbn Cübeyr'den, onun da İbn Abbâs (r.a.)tan rivayetine göre, Hz. Süleyman şeytânlara emret­miş de onlar Hz. Süleyman'ın altun ve gümüşten bin köşkü var gibi göstermişler. Belkîs'm elçileri bunu görünce: Bu adam bizim hediyye-mizi ne yapsın ki, demişler. Bu, kralların elçiler ve kendilerine gelen­ler için hazırlanmalarının ve zînetlerini, süslerini izhâr etmelerinin caiz olduğuna delâlet eder.

«(Hediyyelerinİ) geri götür onlara. Andolsun ki; savaşmaya güç yetiremeyecekleri bir ordu ile gelir, onları oradan (ülkelerinden) alçal-tılmış, küçük düşmüş olarak çıkartırım.»

Belkîs'ın elçileri onun göndermiş olduğu hediyyeleri ve Hz. Süley-mânın sözlerini getirip haber verdiklerinde; Belkîs ve kavmi itaat et­mişler, Belkîs, ordusu içinde boyun eğmiş olarak Hz. Süleyman'a ta'-zîmde bulunmak, İslâm'da kendisine tâbi olduğunu- bildirmek üzere yola çıkmıştı. Hz. Süleyman, onların kendisine gelmekte olduklarını ke­sin olarak anlayınca, buna son derece sevinmişti.9

38 — Dedi ki: Ey ileri gelenler, kendileri bana müslü-man olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?

39 — Cinnlerden bir ifrit dedi ki: Sen, yerinden kalk­madan, onu sana getiririm, eminim ki buna gücüm yeter.

40 — Nezdinde^kitâbdan bir bilgi bulunan da dedi ki: Gözünü açıp kapamadan ben, onu sana getiririm. Sü­leyman, tahtı yanma yerleşivermiş görünce dedi ki: Bu, Rabbımm lutfundandır. Şükür mü yoksa küfür mü edece­ğim diye beni sınamak içindir. Kim şükrederse; ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de küfrederse; muhakkak ki Rabbım; Ganî'dir, Kerîm'dir.

Yezîd İbn Rûmân'dan rivayetle Muhammed tbn îshak şöyle anlatı­yor: Elçiler Belkîs'a Hz. Süleyman'ın cevabını getirdiklerinde, o: Allah'a yemîn olsun ki ben, onun bir kral olmadığını, bizim ona karşı gücümü­zün yetmeyeceğini kesin olarak bildim. Onun satveti ve gücü karşısın­da bizim yapabileceğimiz hiç bir şey yok deyip Hz. Süleyman'a: Kavmi­min büyükleriyle birlikte emrini ve bizi çağırmış olduğun dinini görmek üzere gelmekteyim, diye haber göndermiş, sonra üzerinde oturmakta olduğu ve yâkût, zeberced ve inciyle işlenmiş, altımdan olan hüküm­darlık tahtının birbiri içinde, iç içe yedi evin ortasına konulmasını, ka­pılarının kilitlenmesini emretmiş. Sonra hükümdarlığına vekîl olarak bıraktığı kişiye: Yanında bulunan şeyleri ve hükümdarlık tahtımı iyi koru. Allah'ın kullarından hiç birisi ona ulaşamasın ve ben gelinceye kadar onu hiç kimse görmesin, demiş. Sonra da her birerinin emri al­tında binlerce kişi bulunan Yemen krallarından on iki bin ulu kişi ara­sında Hz. Süleyman'a gitmek üzere yola çıkmış. Hz. Süleyman her gün ve gecede onların yürüyüşlerine dâir haber almak üzere bir cinnî gön­dermeye başlamış. Belkîs yaklaştığı zaman, emri altındaki cinn ve in­sanları toplayıp: «Ey ileri gelenler, kendileri bana müslüman olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?» diye sormuş. Katâde der ki: Belkîs'ın gelmekte olduğu haberi Hz. Süleyman'a ulaş­tığında —ki Belkîs'ın bir tahtı olduğu ona anlatılmış ve taht onun çok hoşuna gitmişti. Bu taht altundan olup ayaklan inci ve cevherden imiş, üzerinde saf ipekten bir örtü varmış. Bu tahtın üzerinde dokuz kilit bu­lunuyormuş.— Hz. Süleyman onlar müslüman olduktan sonra bunu al­mayı kerih görmüş. Allah'ın peygamberi biliyormuş ki; onlar müslü­man olduklarında, kanları ile beraber malları da haram olacaktır. Bu­nun üzerine« Ey ileri gelenler, kendileri bana müslüman olarak gelmez­den Önce hanginiz onun tahtım bana getirebilir?» demiş. Ata el-Hora-.. sanı, Süddî ve Züheyr tbn Muhammed de «Onlar bana müslüman ola­rak gelmezden önce...» âyeti hakkında onların müslüman olmalarıyla mallarının haram olacağı açıklamasını getirmişlerdir. Mücâhid, «Cinn-lerden bir ifrît dedi ki...» âyetindeki ifriti; güçlü kuvvetli bir cinn ile tefsir eder. Şuayb el-Cübbâî bu cirminin adının ( OjjS* ) (?) oldu­ğunu söyler. Yezîd tbn Rûmân'dan rivayetle Muhammed îbn îshâk ile Vehb îbn Münebbih de böyle söylemiştir. Ebu Salih onun, dağ gibi (iri) olduğunu söyler.

îbn Abbâs, «Sen, yerinden kalkmadan onu sana getiririm.» âyetini: Sen, meclisinden kalkmazdan önce, şeklinde açıklar. Mücâhid ise: Sen, oturduğun yerden kalkmazdan önce, açıklamasını getirir. Süddî ve bir başkası ise şöyle diyor: Hz. Süleyman insanlar için günün başlangıcın­dan güneşin zevaline kadar hüküm, hasımlaşmalar ve yemek için otu­rurdu.

îbn Abbâs, «Eminim ki buna gücüm yeter.» âyetini şöyle açıklıyor: Ben onu yüklenecek kadar güçlü, ondaki cevherleri koruyacak emîn bi­risiyim.

Hz. Süleyman (a.sj:, Ben bundan da acele olmasını istiyorum, de­mişti. Buradan anlaşılıyor ki Allah'ın peygamberi Hz. Süleyman bu tahtın yanında hazır edilmesiyle Allah'ın kendisine bahşetmiş oldğu hükümdarlığın, kendisinden önce kimseye verilmemiş, kendisinden sonra hiç kimseye müyesser olmayacak, buyruğuna verilmiş ordunun büyüklüğünü izhâr etmek, Belkîs ve kavmine karşı peygamberliğine bir delil edinmek istemişti. Zîrâ onlar kendisinin yanma gelmezden önce ülkesinden tahtını olduğu şekilde getirmek harikulade büyük bir şey­dir. Ayrıca Belkîs bu tahtı kilitler, muhafızlarla emniyet altına almıştı. Hz. Süleyman: Bundan daha da çabuk olmasını istiyorum, dediğinde «Nezdinde kitâbdan bir ilim bulunan biri de dedi ki...» îbn Abbâs bu kimsenin, Hz. Süleyman'ın kâtibi Âsaf oldğunu söyler. Muhammed îbn İshâk'm YezSd tbn Rûmân'dan rivayetine göre; bu, Âsaf tbn Berhiyâ'-dır. Sıddîk birisi olup tsm-t A'zam'ı bilirmiş. Katâde der ki: Mü'min bir insan olup, adı Âsaf idi. Ebu Salih, Dahhâk ve Katâde de onun in­sanlardan olduğunu söylerken, Katâde ayrıca onun tsrâiloğullanndan olduğu fazlalığını getirir. Mücâhid, onun isminin Ustum olduğunu söy­ler. Kendisinden gelen rivayetlerden birinde Katâde, onun adının, Be-lîha olduğunu söylemiştir. Züheyr tbn Muhammed ise onun, Zünnur adında Endülüslü biri olduğunu söylüyor. Abdullah tbn Lehîa, onun Hı­zır olduğunu sanmıştır. Ancak bu, gerçekten garîbdir.

«Gözünü açıp kapamadan ben, onu sana getiririm. (Gözünü kal­dır ve güç yetirebildiğin kadarıyla gözünün uzanabildiği yere kadar bak. Sen gözünü daha kendine çevirmeden tahtı yanında hazır bulacak­sın.)» Vehb îbn Münebbih burayı şöyle açıklıyor: Gözünü açıp uzak­lara bak. Gözlerin, ulaşabileceği en uzak yere ulaşmadan ben onu sana getireceğim. Anlattıklarına göre; o kişi Hz. Süleyman'a, istenilen tah­tın bulunduğu Yemen tarafına bakmasını söylemiş, sonra kalkıp abdest alarak Allah Teâlâ'ya duâ etmiş. Mücâhid, onun duasında; ey Celâl ve İkram sahibi (olan Allah), dediğini nakleder. Zührî'nin naklettiğine göre ise: Ey ilâhımız, ey her şeyin tek olan ilâhı. Senden başka ilâh yok. Onun tahtını bana getir demiş, taht hemen önünde belirivermiş.

Mücâhid, Saîd tbn Cübeyr, Muhammed İbn tshâk, Züheyr îbn Mu­hammed ve başkaları şöyle diyor: O, Allah Teâlâ'ya duâ edip Belkîsîın tahtını getirmesini istediğinde, —ki taht Yemen'de, Hz. Süleyman ise Beyt-i Makdis'te idiler— taht kaybolup yere batmış, sonra Hz. Süley­man (a.s.)ın önünde ortaya çıkıvermiştir. Abdurrahmân tbn Zeyd tbn Eşlem der ki: Hz. Süleyman nasıl taşındığını anlayamadan Belkîs'm tah­tının taşınıp önüne getiriliverdiğini görmüştür. Tahtı getiren deniz kul-larındana birisiydi. Hz. Süleyman ve çevresindeki ileri gelenler bunu mü-şâhade edip tahtı Hz. Süleyman'ın yanına konulmuş gördüklerinde, Hz. Süleyman şöyle^demiş: «Bu, Rabbımın lutfundan (bana olan nimetle-rin)dendir. Şükür mü yoksa küfür mü edeceğim diye beni sınamak, (denemek) içindir. Kim şükrederse; ancak kendisi için şükretmiş olur.» Bu, Allah Teâlâ'nm şu âyetleri gibidir: «Kim sâlih amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir.» (Fussilet, 46), «Kim de sâlüı amel işlerse kendisi için rahat bir yer hazırlamış olur.» (Rûm, 44).

«Kim de küfrederse; muhakkak ki Rabbım; (kullarından ve onla­rın ibâdetlerinden müstağnidir) Ganî'dir, (hiç kimse O'na tapınmasa bile zâtma) Kerîm'dir. (O'nun azameti hiç kimseye muhtaç değildir).» Bu, Musa'nın söylemiş olduğu şu sözler gibidir: «Siz ve yeryüzünde bu­lunanların hepsi nankörlük etseniz muhakkak ki Allah, hepinizden müstağni ve hamde lâyık olandır.» (tbrâhîm, 8). Müslim'in Sahîh'indeki bir hadîste belirtildiğine göre Allah Teâlâ şöyle buyurur: Ey kul­larım, ilkleriniz, sonuncularınız, insanlarınız ve cinnleriniz sizden en müttakî kişinin kalbi üzere olsalar bu, benim hükümranlığımda hiç bir fazlalık meydana getirmez. Ey kullarım; ilkleriniz, sonuncularınız, in­san ve cinnleriniz sizden en günahkâr kişinin kalbi üzere olsalar bu, benim mülkümden hiç bir şey eksiltmez. Ey kullarım; işte sizin işleri­nizi sizin için saymaktayım, sonra onları size tam olarak vereceğim. Kim hayır bulursa; Allah'a hamdetsin, kim de bundan başkasını bulur­sa; ancak kendisini ayıplasın.10

41 — Dedi ki: Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir ba­kalım hidâyeti bulabilecek mi, yoksa bulamayanlardan mı olacak?

42 — Böylece geldiğinde: Senin tahtın böyle miydi? de­nildi. O da: Sanki bu, odur. Ondan önce de 'bize bilgi veril­mişti ve biz mıislüman olmuştuk, dedi.

43 — Onun Allah'ı bırakıp ta tapmaya devam ettiği şey, kendisine mâni olmuştu. Ve gerçekten o, küfreden bir ka­vimdendi.

44 — Ona: Köşke gir, dendi. Onu görünce; derin bir su sandı ve iki ayağını açtı. (Süleyman'da:) Doğrusu bu, cam­dan yapılmış düzeltilmiş mücellâ bir açıklıktır, dedi. O: Rabbım, şüphesiz ben kendime zulmetmiştim. Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbı olan Allah'a teslim oldum, dedi.

Hz. Süleyman, Belkîs gelmezden önce onun tahtı getirildiğinde; Belkîs'ın tahtını tanıyıp tanıyamayacağını, onu gördüğü zaman tesbît edip edemeyeceğini denemek üzere bazı niteliklerinin değiştirilmesini emretti. Acaba onun kendi tahtı olduğunu söyleyebilecek mi, yoksa ken­di tahtı olmadığını mı söyleyecekti? Hz. Süleyman şöyle demişti: «Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım hidâyeti bulabilecek mi, yoksa bulamayanlardan mı olacak?» tbn Abbâs der ki: Tahttan onun işleme­leri ve ekleri çıkarıldı. Mücâhid der ki: Hz. Süleyman'ın emri Üzerine tahtaki kırmızılar sarıya, sanlar kırmızıya, yeşiller kırmızıya çevrildi ve her bir şey eski durumunda bırakılmayıp değiştirildi. îkrime ise şöyle diyor: Onda İlâveler ve eksiltmeler yaptılar. Katâde ise şu açıklamayı getirir: Altı üstü, önü arkası yapıldı. Onda ilâveler ve eksiltmeler yap­tılar.

«Böylece (Melike) geldiğinde: Senin tahtın böyle miydi? denildi.» Tahtı ona değiştirilmiş ve tanınmayacak hale getirilmiş, ilâveler ve ek­siltmeler yapılmış haliyle arzolundu. Kadın gerçekten sebat, akıl ve zekâ sahibiydi. Her ne kadar değiştirilmiş ve tanınmayacak hale geti­rilmişse bile tahtında gördüğü izler ve niteliklerden dolayı aradaki me­safenin uzaklığını da göz önüne alarak o- veya bir başkası olduğuna dâir kesin bir şey söylemeyip: «Sanki bu, odur. (Ona benziyor ve ona yakındır.)» dedi. Bu, gerçekten onun zekâ ve aklının üstünlüğüne delâ­let eder.

Mücâhid'in söylediğine göre; «Ondan önce de bize bilgi verilmişti ve biz müslüman olmuştuk.» sözü, Hz. Süleyman'a aittir. «Onun Allah'ı bırakıp ta tapmaya devam ettiği şey, kendisine mâni olmuştu ve ger­çekten o, küfreden bir kavimdendi.» sözü de Hz. Süleyman'ın sözünün devamıdır. Bu açıklamayı Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr —Allah ikisine rahmet eylesin— yapmışlardır. Hz. Süleyman: (Ondan önce de bize bil­gi verilmişti ve biz müslüman olmuştuk.» demişti. Halbuki Melîke'nin «Allah'ı bırakıp ta tapmaya devam ettiği şey, kendisine (yegâne Allah'a ibâdet etmesine) mâni olmuştu. Ve gerçekten o, küfreden bir kavim­dendi.» Bu açıklama Mücâhid, Sâid ve Hasan'indir, tbn Cerîr de böyle söylemiştir. Sonra tbn Cerîr buranın şu anlama gelebileceğini de İlâve eder: Hz. Süleyman —veya Allah Teâlâ— onu Allah'tan bir başkasına ibâdetten men'etmişti. Zîrâ o, gerçekten küfreden bir kavimdendi. İle­ride geleceği üzere kraliçenin, köşke girmesinden sonra müslüman ol­duğunu izhâr etmiş olması, Mücâhid'in yukarıdaki açıklamasını te'yîd etmektedir.

«Ona: Köşke gir, dendi. Onu görünce; derin bir su sandı ve iki aya­ğını açtı.» Hz. Süleyman (a.s.)ın emri üzerine şeytânlar, ona camdan büyük bir köşk inşâ ettiler. Hz Süleyman köşkün altından su akıttı. Bu durumu bilmeyen onu su sanırdı. Halbuki cam, su ile yürüyenin arasın­da bir engel teşkil etmekteydi. Hz. Süleyman'ın bu köşkü edinmesinin sebebinde ihtilâf edilmiştir. Anlatıldığına göre Hz. Süleyman, kendisi­ne güzelliği anlatılan Belkîs ile evlenmeye niyetlenmişti. Fakat anlat­tıklarına göre, onun baldırında uzun kıllar varmış ve ayaklarının ar­kası da hayvan arkası gibiymiş. İşte Hz. Süleyman bundan hoşlanma­mış da, bu anlatılanların doğruluğunu anlamak için bu köşkü edinmiş. Bu açıklama Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ve bir başkasına aittir. Belkîs köşke girip te baldırlarını açınca, Hz. Süleyman onun ayakları­nın insan ayağının en güzeli olduğunu görmüş. Fakat ayakları üzerin­de kıllar olduğunu da görmüş. Zîrâ o bir kraliçe olduğundan kocası yok­muş. Hz. Süleyman, ondaki bu kılların giderilmesini istemiş. Belkîs'a: Ustura kullanabilir misin? denildiğinde o; hayır, bunu yapamam de­miş. Zâten Hz. Süleyman, da bundan hoşlanmamış da cinnlere: Bu kıl­ları gidermek üzere usturadan başka bir şey yapınız, diye emretmiş. On­lar da kendisine kıl döken bir ilâç yapmışlar. Böylece kıl dökücü ilâç edinenlerin ilki, o olmuş. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Mu­hammed tbn Kâ'b el Kurazî, Süddî, tbn Cüreyc ve başkalarına aittir. Yezîd îbn Rûmân'dan rivayetle Muhammed tbn İshâk şöyle anla­tıyor: Sonra Hz. Süleyman Belkîs'a onun hükümdarlığından daha güç­lü, saltanatından daha büyük bir saltanat ve hükümdarlık göstermek üzere: Köşke gir, demiş. Belkîs köşkü görünce, onu su sanıp baldırlarını açmış. Suya girmekte olduğundan şüphe dahi etmemiş. Ona: Muhak­kak ki bu camdan cilalanmış bir köşktür, denilmiş. Hz. Süleyman, hu­zurunda durduğunda onu Allah'a ibâdete çağırıp Allah'ı bırakıp ta gü neşe tapınmasından dolayı azarlamış. Hasan el-Basrî der ki: O kâfir ka­dın köşkü gördüğünde, Allah'a yemîn olsun ki kendi hükümdarlığın­dan daha ulu bir hükümdarlık karşısında olduğunu anlamış.

Muhammed îbn İshâk'm ilim erbabından birisinden, onun da Vehb İbn Münebbih'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Hz. Süleyman, köşk yapılmasını emretti. Şeytânlar Hz. Süleyman için köşkü camdan inşa ettiler. Bembeyaz su gibiydi. Sonra altına su salındı, daha sonra da köşkün içine Hz. Süleyman'ın tahtı konuldu ve Hz. Süleyman-onun üzerine oturdu. Kuşlar, cinler ve insanlar etrafında saf tuttular. Son­ra Hz. Süleyman Belkîs'a onun hükümdarlığından daha güçlü bir hü­kümdarlık, onun saltanatından daha ulu bir saltanat göstermek üzere: Köşke gir, diye emretti. Salonu görünce onu derin bir su sandı. Suya girmekte olduğundan şüphe dahi etmemişti. Ona: «Doğrusu bu, cam­dan yapılmış düzeltilmiş mücellâ bir açıklıktır.» denildi. Huzurunda durduğu zaman Hz. Süleyman onu Allah'a ibâdete çağırıp Allah'tan gayrı güneşe tapınmasından dolayı onu azarladı. Belkîs dinsizlerin söy­leyebileceği bir söz söyledi de, onun söylediğinin büyüklüğünden (söylediği sözü çok büyük görerek) secde etti. Onunla beraber insanlar da secde ettiler. Hz. Süleyman'ın yaptığını gördüğü sırada Belkîs'ın elin­de olanlar (toplamış olduğu eteği) düştü. Hz. Süleyman başını secde­den kaldırdığında: Yazıklar olsun sana, ne söyledin, dedi. Belkîs'a söy­lediği unutturulmuştu da: «Rabbım, şüphesiz ben kendime zulmetmiş­tim. Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbı olan Allah'a teslim oldum.» dedi ve müslüman oldu. Bundan sonra İslâm'ı güzel oldu.

Bu konuda İmâm Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe, tbn Abbâs'tan garîb bir haber nakleder ki priun Hüseyn İbn Ali kanalıyla... îbn Abbas'tan rivayetinde o, şöyle anlatmış: Hz. Süleyman (a.s.) tahtında oturur, çev­resine sandalyeler konulup bunların üzerine önce insanlar, sonra cin­ler, sonra şeytânlar otururdu. Daha sonra rüzgâr gelir onları yükseltir, sonra da kuşlar onları gölgelerdi. Daha sonra bir binitlinin bir ayda gi­dip gelebileceği kadar giderlerdi. Hz. Süleyman, bu yolculuklarından bi­rinde bir gün kuşları araştırıp Hüdhüd'ü göremedi de: «Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Ya bana apaçık bir burhan getirecektir, ya da onu şiddetli bir azaba uğratırım veya keserim.» dedi. Onun Hüdhüd'e azabı, onun tüylerini yolması, sonra da yeryü­zü haşerâtı ve karıncalara karşı duramayacak bir halde yeryü­züne atmasıydı. —Atâ, burada Saîd İbn Cübeyr'in de İbn Abbas'tan Mücâhid'in hadîsi gibi bir hadîs zikrettiğini söyler— çok geçmeden Hüdhüd geldi. —Râvî «Bakalım, doğru mu- söyledin, yoksa yalancılar­dan mı oldun? Şu yazımı götür...» kısmına kadar okudu.— Hz. Süley­man şöyle yazdı: Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Belkîs'a: Ba­na karşı başkaldırmayın ve müslüman olarak gelin. Hüdhüd mektubu Belkîs'a bıraktığında, Belkîs onun şerefli bir mektup olup Hz. Süley­man'dan olduğunu anladı. Onda: Bana karşı başkaldırmayın ve bana müslüman olarak gelin, yazılı idi. Etrafındaki ileri gelenler: Biz, güç kuvvet sahibiyiz dediler. Kraliçe: Doğrusu krallar, bir kasabaya girdik­leri zaman orayı harâb ederler. Ben, ona bir hediyye göndereceğim, de­di. Hediyye Hz. Süleyman'a geldiğinde: Bana mal ile mi yardım etmek istiyorsunuz? G6ri götür onlara, dedi. (elçler gerisin geriye yola çıktı­lar) ve Hz. Süleyman onların çıkarmış olduğu toza baktı. —İbn Abbâs, bize haber verip dedi ki: Hz. Süleyman onların çıkardıkları toza baktı­ğı sırada onunla Sebe' kraliçesi ve kraliçenin yanında olanlarla arasın­daki mesafe, bizimle Hîre ülkesi arasındaki mesafe kadardı. Atâ. der ki: Mücâhid, o sırada Ezd kabilesi içindeydi— İşte Hz. Süleyman onların çıkardıkları toza baktığında: Kraliçenin tahtını bana hanginiz getirir? diye sordu. Hz. Süleyman'ın toza baktığı sırada kraliçenin tahtı ile Sü­leyman arasındaki mesafe iki aylık yoldu. «Cinnlerden bir ifrît dedi ki: Sen, yerinden kalkmadan onu, sana getiririm.» Emirlerin oturduğu gibi Hz. Süleyman'ın da insanların işleri ile meşgul olmak üzere oturacağı bir meclisi vardı, sonra kalktı, tfrît: «Sen, yerinden kalkmadan onu sana getiririm.» dedi. Hz. Süleyman: Bundan daha çabuk olmasını istiyorum, dedi. «Nezdinde kitâbdan bir bilgi bulunan biri de dedi ki: (Ben Rabbımın kitabına bakayım, sonra onu sana) gözünü açıp kapa­madan getiririm.» Hz. Süleyman ona baktı, sözünü kesince Hz. Süley­man gözünü geri çevirdi, hemen o anda Belkîs'm tahtı Hz. Süleyman'ın ayağı altından, onun ayaklarını koymuş olduğu kürsünün altından be-liriverdi, sonra tahtına kadar yükseldi. Hz. Süleyman Belkîs'ın tahtını görünce: «Bu, Rabbımın lutfundandır.» deyip «Onun tahtını değişik­liğe uğratın.» diye emretti. Belkîs gelince ona: Senin tahtın böyle miy­di? denildi de o: Sanki bu, odur, dedi. Râvî anlatmaya şöyle devam edi­yor: Belkîs Hz. Süleyman'a geldiği zaman ondan iki şey istedi. İlk ola­rak Hz. Süleyman'a: Ne gökten ne de yerden olmayan bir su istiyorum, dedi. Hz. Süleyman'dan bir şey istenildiği zaman önce insanlara, sonra cinnlere, sonra da şeytânlara sorardı. Şeytânlar: Bu kolay bir şey. At­ları koştur, sonra terlerini al, daha sonra da ondan kaplan doldur, dedi­ler. Hz. Süleyman'ın emri üzerine atlar koşturuldu sonra terleri alınıp bununla kaplar dolduruldu. Belkîs ikinci olarak, Hz. Süleyman'a Al­lah'ın rengini sordu. Hz. Süleyman, tahtından sıçrayıp secdeye kapan­dı ve: Rabbım, benden öyle bir şey sordu ki Sana anmak dahi kalbim­de büyüyor, dedi. Allah Teâlâ: Geri dön, onun için Biz sana yeteriz, bu­yurdu. Hz. Süleyman tahtına döndü ve: Ne sormuştun? dedi. Belkîs: Sana sudan başka bir şey sormadım, dedi. Hz. Süleyman ordularına: Ne sormuştu? dedi de, onlar: Sana sâdece suyu sordu, dediler. Hepsi de onun ikinci sorusunu unutmuşları. Şeytânlar Hz. Süleyman'a: Onu kendine eş edinmek istiyorsun. Şayet onu kendine eş edinir de ikiniz­den bir çocuk doğarsa, biz onun kulluğundan ayrılamayız, dediler. Hz. Süleyman'a içinde balıklar olan cilalanmış camdan bir köşk yaptılar. Belkîs'a: «Köşke gir,» denildi. Onu görünce derin bir su sanıp baldırları­nı sıvadı. Bir. de baktılar ki baldırları kıllıdır. Hz. Süleyman: Bu çirkin­dir, bunu ne giderir? diye sordu. Onlar: Usturalar giderir? dediler. Hz. Süleyman: Ama usturanın izi de çirkindir, dedi. Bunun üzerine şeytân­lar, kıl dökücü bir ilâç yaptılar. İşte kendisine kıl dökücü ilâç yapılan­ların ilki odur. Ebu Bekr İbn Şeybe, bunun bir hadîs olduğunu zannet­mediğini söyler. Ben de derim ki: Hadîs olmadığı kanaatına ilâveten bu, hem münker ve hem de gerçekten ğarîbdir. Herhalde Atâ İbn Saîd'-in İbn Abbâs'a atfettiği vehimlerinden olsa gerektir. En doğrusunu Al­lah bilir. Bu gibi ifâdeler hakkında doğru olan; bunların, kitâb ehlinin sayfalarında mevcûd bulunanlardan alınmış olmalarıdır. Nitekim Kâ'b ve Vehb'in, israiloğuUarı haberlerinden bu ümmete naklettikleri ara­sında böyleleri vardır ki; bunlar meydana gelmiş veya gelmemiş şey­lerden tahrife, tebdîle ve neshe uğramış şaşılacak ğarîb haberlerdir. Allah Teâlâ daha açık seçik, daha faydalı ve daha beliğ olanı ile bunlar­dan bizi müstağni kılmıştır. Hamd ve minnet Allah'dır.

Âyette geçen kelimesi, arap dilinde köşk anlamınadır ve her bir yüksek binaya ad olarak verilir. Nitekim Allah Teâlâ Fira-vun'un —Allah ona la'net eylesin— veziri Hâmân'a şöyle dediğini ha­ber verir: «Bana bir kule yap. Belki onunla yol bulurum. Göklerin yol­larına, Musa'nın tanrısını görürüm.» (Ğâfir, 36-37). Aynca sarh; Ye­men "de yüksek yapılmış bir köşktür. kelimesi ise; düzlenip cilalanmış, sağlam inşâ edilmiş, anlamınadır. (...) Bu kökten gelen mârid kelimesi Dûmetü'l-Cenderde bir kalenin adıdır.

Netice olarak söylemek gerekirse; Hz. Süleyman, bu kraliçeye sal­tanatının ve gücünün büyüklüğünü göstermek üzere camdan muazzam bir köşk edinmiştir. Kraliçe Allah Teâlâ'nin Hz. Süleyman'a verdiklerini ve içinde bulunduğu durumun yüceliğini görüp durumunu açıkça kav­radığında Allah'ın emrine boyun eğmiş, Hz. Süleyman'ın şerefli bir peygamber, büyük bir hükümdar olduğunu anlamış, bunun üzerine Al­lah'a teslîm olmuş ve: «Rabbım, (geçmiş küfür, şirk ve kavmimle be­raber Allah'tan gayrı güneşe tapınmamdan dolayı) şüphesiz ben ken­dime zulmetmişim. (Tek ve ortağı olmayan, her şeyi yaratıp takdir bu­yuran Allah'a ibâdetimde Süleyman'ın dinine uyarak) Süleyman'la be­raber âlemlerin Rabbı olan Allah'a teslim oldum.» demiştir.11

45 — Andolsunki Semûd'a da kardeşleri Salih'i; Allah'a ibâdet edin, diye gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki grup oluverdiler.

46 — Salih dedi ki: Ey kavmim, niçin iyilikten önce çar­çabuk kötülük istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah'tan mağfiret dileseniz olmaz mı?

47 — Dediler ki: Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık. O da: Uğursuzluğunuz Allah fcatın-dandır. Belki siz, imtihana çekilen bir kavimsiniz, dedi.

Semûd Kavmi ve Salih Peygamber13

Semûd Kavmi ve Salih Peygamber

Allah Teâlâ Hz. Salih (a.s.)i, tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdete çağırması için Semûd kavmine göndermişti. Burada Semûd kavminin, peygamberleri Salih (a.s.) ile olan durumlarım haber verir ve: «Hemen birbiriyle çekişen iki grup oluverdiler.» buyurur. Mücâhid buradaki iki gurubun, mü'minler ve kafirler gurubu olduğunu söyler. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyrülur: «Onun kavminden büyüklük tasla­yan ileri gelenleri kendilerine hor görülenlere; içlerinden îmân eden­lere; siz; Salih'in gerçekten Rabbı tarafından gönderilmiş olduğuna inanıyor musunuz? dediler. Onlar da, dediler ki: Doğrusu biz, onunla gönderilene inanıyoruz. Büyüklük taslayanlar dediler ki: Biz, doğrusu sizin îmân ettiğinizi inkâr edenleriz.» (A'râf, 75-76).

«Salih dedi ki: Ey kavmim, niçin iyilikten önce çarçabuk kötülük istiyorsunuz? (Niçin Allah'tan rahmetini istemiyorsunuz da azabının hemen gelmesini istiyorsunuz?)» Bu sebebledir ki Hz. Salih: «Merha­met olunmanız için Allah'tan mağfiret dileseniz olmaz mı?» demiştir. Onlar da dediler ki: «Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuz­luğa uğradık. (Senin ve sana tâbi olanların yüzünde biz hiç bir hayır görmedik.)» Zîrâ onlardan birine bir kötülük isabet ettiği zaman mut­suzlukları yüzünden onlar: Bu, mutlaka Salih ve ashabı yüzündendir, derlerdi. Mücâhid der ki: Onlan uğursuzluklarının sebebi olarak gör­düler. Bu, Allah Teâlâ'nın Firavun kavminden haber verdiği şu kavli gibidir: «Onlara bir iyilik geldiğinde: Bu, bizim içindir, dediler. Şayet kendilerine bir kötülük gelirse; Mûsâ ile beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi. Dikkat edin, onların uğursuzluğu ancak Allah katındandır, fakat çoğu bilmezleri».. (A'râf, 131). Başka âyet-i kerîmelerde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «imân etmeyenlere bir iyilik gelirse: Bu, Allah'tandır. Bir kötülük erişirse de: Bu senin yüzündendir, derler. De ki: Hepsi Allah tarafındandır.» (Nisa, 78). Bunlar Allah'ın kazâa ve takdîri iledir. Kendilerine elçilerin geldiği kasaba ahâlîsinden haber ve­rerek Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Dediler ki: Doğrusu sizin yüzünüz­den uğursuzluğa uğradık. Vazgeçmezseniz sizi andolsun ki taşlayaca­ğız ve bizden size elîm bir azâb dokunacaktır. Onlar da dediler ki: Uğur­suzluğunuz kendinizdendir.» (Yâ-Sîn, 18-19). Bunlar (yani Semûd kav­mi) da şöyle demişlerdi: «Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğur­suzluğa uğradık.» O da şöyle demişti: «Uğursuzluğunuz Allah katın­dandır (ve bu yüzden Allah sizi cezalandıracaktır.) Belki siz, İmtihana çekilen bir kavimsi?niz.» Katâde der ki: İtaat ve ma'siyetle imtihana çe­kilmektesiniz. Burada imtihana çekilme kavliyle kasbedilen, onların içinde bulundukları sapıklıkta kendilerine mühlet verilmesidir.12

48 — O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan ve ıs­lâh için uğraşmayan dokuz kişi vardı.

49 — Aralarında Allah'a yemîn ederek: Gece biz ona ve ailesine baskın verelim. Sonra da onun dostuna; ailesinin yok edilişinde bulunmadığımızı, şüphesiz doğru söylediği­mizi bildirelim, dediler.

50 — Onlar bir düzen kurdular. Biz de farkettirmeden düzenlerini bozduk.

51 — Düzenlerinin sonunun nice olduğuna bir bak. Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik.

52 — İşte zulmetmelerinden dolayı çökmüş, ıpıssız kal­mış evleri. Muhakkak ki bunda, bilen bir kavim için âyet vardır.

53 — îmân edip takva sahibi olanları da kurtardık.

Allah Tealâ, Semûd kavminin kavimlerini sapıklığa,,küfre, Hz. Sa­lih'i yalanlamaya çağıran Semûd. kavminin ileri gelen azgınlarından haber veriyor. Durumları onları sonunda deveyi boğazlamaya götür­müştür. Bununla beraber bir de, Hz. Salih'i geceleyin ailesi içinde iken ansızın baskın vererek öldürmeye kalkıştılar. Böylece bir baskınla onu öldürecekler .sonra akrabalarından onun dostlarına kendilerinin Hz. Salih'in durumuyla ilgili hiç bir şey bilmediklerini, verdikleri haberde doğru olduklarını, Hz. Salih'in ölümüne şâhid olmadıklarını söyleyecek­lerdi. Allah Teâlâ buyurur ki: «o şehir (Semûd)de, yeryüzünde boz­gunculuk yapan ve ıslâh için uğraşmayan dokuz kişi vardı.» Bunlar, Semûd kavminin işlerine hâkim olan kimselerdi. Zîrâ onlar kavimleri içinde büyükler ve reisler durumundaydılar. İbn Abbas'tan rivayetle Avfî; deveyi boğazlayanların, bunlar olduğunu söyler. Yani devenin Öl­dürülmesi fikri, onların görüş ve meşveretlerinden sâdır olmuştur. Al­lah onları çirkinleştirip la'netlesin, ki zâten öyle olmuştur. Süddî'nin Ebu Mâlik'den, onun da îbn Abbas'tan rivayetine göre, bu dokuz kişi­nin isimleri şöyledir: Da'mâ, Daîm, Hermâ, Herim; Dâb, Savâb, Reyâb {?), Mista' ve Kudâr tbn Sâlif. Deveyi bizzat eliyle öldüren, bunların içinden Kudâr tbn Sâliftir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Arkadaşla­rına çağırdılar, o da kılıcını çekerek kesti (boğazladı).» (Kamer, 29), «En azgınları ileri atıldığında...» (Şems, 12). Abdürrezzâk der ki: Bize Yahya tbn Rabîa es-San'ânî'nin haber verdiğine göre; o, Atâ îbn Ebu Rebâh'ın «O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan ve ıslâl^ için uğ­raşmayan dokuz kişi vardı.» âyeti hakkında şöyle dediğini işitıniş: On­lar dirhemleri kırpar, yani dirhemleri kırpar ve onların bir kısmını alır-ladı. Onlar (Semûd kavmi) arapların da yaptığı gibi alış-verişlerinde dirhemlerin sayısını esâs alırlarmış. îmâm Mâlik'in Yahya îbn Saîd'-den, onun da Saîd îbn Müseyyeb'den rivayetinde şöyle demiş: Altun ve gümüş parayı kesmek (kenarından kırpmak) yeryüzünde bozgunculuk: tandır. Ebu Dâvûd ve başkalarının rivayet ettikleri bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.); müslümanların arasında tedavül etmekte olan müslü-manlann basılı altun ve gümüş paralarının, ancak zor durumda kalın­ması dışında kırılmasiBi: yasaklamıştır. Netice olarak bu günahkâr kâ­firlerin niteliklerinden biri der güç yetirebildikleri her bir yolla yeryü­zünde bozgunculuk yapmalarıdır. Yukarıdaki imamların ve başkalarının zikretmiş oldukları, onlann bu bozgunculukları cümlesindendir.

«Aralarında Allah'a yemîn ederek: Gece biz ona ve ailesine baskın verelim dediler.» Allah'ın peygamberi Hz. Salih (a.s.)i öldürmek üzere aralarında yemînleşip anlaştılar. Kim ona geceleyin rastlarsa ansızın öldürecekti. Ama Allah Teâlâ onlann düzenlerini tersine çevirip musi­beti onların üzerine kılmıştır. Mücâhid der ki: Hz. Salih'in yok edilme­sine dâir aralarında yeminler ederek anlaştılar. Ama Hz. Salih'e ula­şamadan hem onlar ve hem de kavimleri toptan helak oldu. Katâde şöyle diyor: Geceleyin Hz. Salih'i yakalayıp öldürmek üzere anlaştılar. Bize anlatıldığına göre onlar, Hz. Salih'i öldürmek üzere ona doğru sür'atle giderlerken, Allah Teâlâ birden onların üzerine bir kaya gön­derdi de onları helak etti. îbn Abbâs'tan rivayetle Avfî der ki: Bunlar deveyi boğazlayanlardır. Onu boğazladıkları sırada şöyle demişlerdi: Salih ve kavmine (ailesine) geceleyin baskın verip onlan öldürelim. Sonra Salih'in dostlarına: Biz bundan hiç bir şeye şâhid olmadık. Bizim bu konuda bilgimiz de yoktur, diyelim. Allah Teâlâ da hepsini helak et­miştir.

Muhammed tbn îshâk şöyle anlatıyor: Bu dokuz kişi deveyi boğaz­ladıktan sonra: Gelin, Salih'i de Öldürelim. Eğer o sâdık birisi ise, şüp­hesiz bizden önce davranacaktır. Eğer yalancı ise onu da devesine ka­vuşturmuş oluruz, dediler. Ailesi içinde onu bir gece baskınıyla öldürmek üzere geldiklerinde, melekler onların başlarım taş ile parçaladılar. Dö­nüşleri gecikince arkadaşları Hz. Salih'in evine gelip onları başları taşla parçalanmış olarak buldular ve Hz. Salih'e: Onlan sen öldürdün, diye­rek hücuma yeltendiler. Hz. Salih'in aşireti, önüne dikilerek silâhlarını kuşandılar ve onlara: Allah'a yemin ederiz ki onu asla öldüremeyecek-siniz. Üç gün içinde size azâbm ineceğini söylemişti. Şayet o gerçekten doğru ise sizin yaptığınız Rabbınızın üzerine olan öfkesini artırmaktan başka bir işe yaramaz. Eğer yalancılardan idiyse bundan sonra siz dile­diğinizi yaparsınız, dediler. O gece onlar ayrılıp gittiler.

Abdurrahmân Îbn Ebu Hatim der ki: Deveyi boğazlayıp ta Hz. Sa­lih onlara: «Yurdumuzda üç gün daha kalın. Bu; yalanlanmayacak bir sözdür.» (Hûd, 65) dediğinde onlar: Salih üç güne kadar bizden kurtu­lacağını sanıyor. Üç günden önce biz onun ve ailesinin işini bitirelim, dediler. Oradaki bir vâdînin yanındaki Hicr'de Hz. Salih'in bir mescidi vardı, orada namaz kılardı. Geceleyin oradaki bir mağaraya çıktılar ve: Namaz kılmaya geldiği zaman onu öldürürüz, onun işini bitirdiğimiz zaman ailesine döneriz ve onlann da işini bitiririz, dediler; Allah Teâlâ tepeden onlann önlerine bir kaya gönderdi de, kayanın kendilerini ez­mesinden korkup koşarak mağaraya girdiler, onlar mağarada iken o kaya gelip üzerlerine kapandı. Kavimlerinin nerede olduğunu ve ka­vimlerine ne yapıldığını bilmezlerken Allah Teâlâ onlara orada, diğer­lerine ise yerlerindelerken azabını gönderip Hz. Salih ile beraberindeki­leri kurtardı. Sonra îbn Ebu Hatim şu âyetleri okumuştur: «Onlar bir düzen kurdular. Biz de fark ettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenleri­nin sonunun nice olduğuna bir bak. Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. İşte zulmetmelerinden dolayı çökmüş, ıpıssız kalmış ev­leri. Muhakkak ki bunda, bilen bir kavim için âyet vardır, imân edip takva sahibi olanları da kurtardık.»13

54 — Lût da. Hani kavmine demişti ki: Göz göre göre bir hayâsızlık mı yapıyorsunuz?

55 — Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşı­yorsunuz? Hayır siz, câhil bir kavimsiniz.

56 — Kavminin cevâbı; Lût'un ailesini kasabanızdan çıkarın. Çünkü onlar, temiz kalmaya çalışan insanlardır, demekten başka bir şey olmadı.

57 — Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız karısının geride kalanlardan olmasını takdir ettik.

58 — Onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, ne kötü idi uyarılanların yağmuru.

Lût Kavmi14

Lût Kavmi

Allah Teâlâ kulu'Hz. Lût (a.s.)dan haber veriyor ki o, kendilerin­den Önce Âdemoğlundan hiç Kimsenin yapmamış olduğu bir hayasızlığı yapmalarından dolayı kavmini Allah'ın azabı ve İntikamı ile uyarmıştı. Onlar kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorlardı. Şüphesiz bu büyük bir hayâsızlıktır. Erkek erkekle, kadın da kadınla kendini tatmin ediyordu. Şöyle demişti: «Göz göre göre (o pis toplantı yerlerinize gelip birbirinizi görüp dururken) bir hayasızlık mı yapıyorsunuz? Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır siz, (ne şer'an ne de tabiî olarak hiç bir şey bilmeyen) câhil bir kavimsiniz.» Nitekim o, başka bir âyet-1 kerîme'de haber verildiği üzere şöyle demişti: «İnsan­lar arasında erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Ve Rabbınızın sizin için yarattığı eşleri bırakıyor musunuz? Hayır, siz azmış bir kavimsiniz.» (Şu-arâ, 165-166).

«Kavminin cevabı: Lût'un ailesini kasabanızdan çıkarın. Çünkü onlar, temiz kalmaya çalışan (sizin yaptığınızı kabullenemeyen ve sizin yaptıklarınızı yapmaktan sakınan) insanlardır, (onları aranızdan çıka­rın. Zîrâ onlar, ülkenizde size komşu olmaya lâyık insanlar değillerdir,) demekten başka bir şey olmadı.» Gerçekten buna azmettiler de, Allah Teâlâ onların kökünü kazıdı, kâfirler için de bunun bir benzeri vardır. Allah Teâlâ buyurur ki: «Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yal­nız karısının geride kalanlardan olmasını (ve kavmiyle beraber yok olan­lardan kılınmasını) takdir ettik.» Zîrâ onların dini üzere onlara yar­dımcıydı. Onların yaptıkları çirkin işlerinde, onlardan hoşnûd idi. Hz. Lût'un müsâfirlerine gelmeleri için kavmine delâlette bulunurdu. Kendi şerefinden değil ama Hz. Peygamber (s.a.)e hürmeten (ve onun nese­bini hayâsızlıktan korumak için) bizzat kendisi o hayâsızlığı yapma­maktaydı.

«Onların üzerine (Rabbının katında nişanlanmış, sıkıştırılarak pi­şirilmiş taştan) öyle bir yağmur yağdırdık ki, (—bu zâlimlere hiç de uzak değildir— aleyhlerine hüccet konulan, kendilerine) uyan ulaşan (Allah'ın Rasûlünü yalanlayıp ona muhalefetle aralarında çıkarmaya çalışan) ların yağmuru ne kötü idi.»14

59 — De ki: Hamdolsun Allah'a, selâm olsun O'nun be­ğenip seçtiği îciıllarına. Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları! ortaklar mı?

60 — Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su in­dirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah yanında başka bir ilâh mı? Hayır, onlar sapıklıkta ısrar eden bir güruhtur.

Hamdolsun Allah'a. 15

Hamdolsun Allah'a

Allah Teâlâ, Rasûlü (s.a.)ne şöyle demesini emrediyor: «(Sayılamayacak kadar çok nimetlerinden kullarına olan nimetlerine, yüce sı­fatlar ve Esma-i Hüsnâ ile muttasıf olmasına binaen) hamdolsun Al­lah'a.» Allah Teâlâ Rasûlüne, Allah'ın seçkin kulları olan şerefli pey­gamberlere —Allah'ın salât ve selâmı onlar üzerine olsun— selâm ver­mesini de emretmektedir. Abdurrahmân tbn Zeyd İbn Eşlem ve bir başkasının da söylediği üzere, Allah'ın seçkin kulları peygamberlerdir. Böylece burası Allah Teâlâ'mn şu kavli gibi olmaktadır: «Senin izzet sahibi olan Rabbın onların tavsiflerinden münezzehtir. Ve peygamber­lere selâm olsun. Hamd âlemlerin Rabtat olan Allah'a mahsûstur.» (Sâf-fât, 180-182). Sevrî ve Süddî ise bunların (Allah'ın beğenip seçtiği seç­kin kullarının), Hz. Muhammed (s.a.)in ashabı olduğunu söylerler. Al­lah cümlesinden hoşnûd olsun. Bu açıklamanın bir benzeri İbn Abbâs'tan da rivayet edilir. Bu iki açıklama arasında bir zıdlık yoktur. Zîrâ Hz. Muhammed (s.a.)in ashabı, Allah'ın beğenip seçtiği kullar olursa, pey­gamberler evleviyyetle Allah'ın seçkin kulları olacaklardır. Netice ola­rak Allah Teâlâ, Rasûlüne, ona tabi olanlara ve Allah'ın dostlarına yar­dımını, desteklemişini ve onları kurtarmasını, düşmanlarına rüsvâylık, ceza ve kahrın göndermesini zikrettikten sonra; onların bütün işleri üzerine Allah'a hamdetmelerini, Allah'ın seçkin, hayırlı kullarına selâm vermelerini emretmiştir. Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Muhammed İbn îmâre İbn Sabîh'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Selâm ol­sun O'nun beğenip seçtiği kullarına.» âyeti hakkında şöyle diyor: On­lar, Hz. Muhammed (s.a)in ashabıdır Allah Teâlâ onları peygamberi için seçmiştir. Allah onlardan hoşnûd olsun.

«Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları ortaklar mı?» âyetin-deki soru, Allah ile beraber başka tanrılara tapınmalarından ötürü müşriklere karşı bir istifhâm-ı inkârîdir. Sonra Allah Teâlâ yaratmada, rızık vermede ve âlemleri idare.etmede yegâne olduğunu beyân etmeye başlayarak şöyle buyurur: «Yoksa gökleri ve yeri yaratan mı? Allah ya­nında başka bir ilâh mı?» Yüksekliği ve berraklığı ile şu gökleri, ondaki parlak yıldızları, dönen felekleri, alçak oluşu ve kesafeti ile yeryüzünü, ondaki dağlan, kayalıkları, ovaları, çölleri, çeşitli sınıf, şekil ve renkler­deki hayvanları, denizleri, meyveleri, ekinleri ve ağaçları, bunların dı­şındaki şeyleri yaratan mı? «Kullarına bir rızık olarak gökten size su indirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler meydana getiren mi? Yoksa Allah'ın yanında başka bir ilâh mı?» El­bette sizler, onun bir ağacını dahi bitirmeye güç yetiremezsiniz. Bun­lara güç yetiren; ancak yaratan, rızık veren, bu hususlarda yegâne ve müstakil olandır. Değilse şu müşriklerin de itiraf ettikleri gibi Allah'ın dışındaki putlar ve Allah'a denk koşulan şeyler değildir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurur: «Andolsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: Allah, diyeceklerdir.» (Zuhruf, 87),

«Andolsun ki onlara: Gökten su indirip onunla ölümünden scnra yeri dirilten kimdir? diye sorarsan, şüphesiz; Allah'tır, diyecekler.» (Anke-bût, 63). Onlar Allah'ın bütün bunları tek ve ortağı olmaksızın, yapan, yaratan olduğunu hem itiraf etmektedirler hem de yaratmadıklarını ve rızık vermediklerini itiraf ettikleri bir başkalarına Allah ile beraber ta­pınmaktadırlar. Halbuki yaratma ve rızık vermede yegâne olan, ancak ve ancak tek basma tapınılmaya müstehak olandır. Bu sebepledir ki Al­lah Teâlâ: ((Allah yanında başka bir ilâh mı?» buyuruyor. Yani Allah ile beraber tapınılan başka bir ilâh mı var? Halbuki hem size ve hem de Allah'ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu itiraf eden her akıl sahibi­ne bunlar apaçık belli olmuştur.

Müfessirlerden kimisi «Allah'ın yanında başka bir ilâh mı?» âye­tini, bunları Allah'ın yanmda başka bir ilâh m; yapmıştır? şeklinde an­lamışlardır ki bu birinci manâya dönmektedir. Çünkü cevabın takdirin­de onlar şöyle diyorlar: Ortada onunla beraber bunları yapan bir baş­kası yoktur. Aksine o bütün bunlarda yegâne ve tektir. Bu cevaptan son­ra şöyle denilmektedir: O halde, madem ki yaratma ve idare etmede tek ve müstakil olan Allah'tır; onunla beraber bir başkasına nasıl tapını­yorsunuz? Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyur­maktadır: «Yaratan yaratmayan gibi midir hiç?» (Nahl, 17).

Bu âyetlerdeki «Yoksa gökleri ve yeri yaratan mı...» kısmı şöyle açıklanabilir: Bunları yapan, bunlardan hiç birisine güç yetiremeyen gibi midir? Her ne kadar diğeri amlmamışsa da âyetin akışının anlamı budur. Zîrâ sözün kuvveti buna işaret ve delâlet etmektedir. Nitekim bunlardan biraz önce Allah Teâlâ: «Allah mı daha iyidir, yoksa ona koş­tukları ortaklar mı?» buyurmuştur. Âyetin sonunda ise şöyle buyrulur: «Hayır, onlar sapıklıkta ısrar eden, Allah'a denkler ve benzerler koşan bir güruhtur.» Başka bir âyet-i kerîme'de: «Yoksa o, geceleyin secde ederek, kıyamda durarak itaat eden, âhîretten korkan ve Rabbının rah­metini dileyen-kimse gibi midir?» (Zümer, 9). Bu durumda olan bu sı­fatlarla muttasıf olmayan gibi midir? buyururken, başka âyet-i kerîme'-lerde de şöyle buyurur: «De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu hiç? Doğrusu, ancak akıl sahipleri hakkıyla düşünür.» (Zümer, 9), «Allah'ın; gönlünü İslâm'a açtığı kimse, (evet) o Rabbı katından gelen bir nûr üzeredir. Allah'ı anmak hususunda kalbleri katılaşmış olanların vay ha­line. İşte onlar, apaçık dalâlettedirler.» (Zümer, 22), «Herkesin yaptı­ğını gözeten Allah, böyle olmayanla bir olur mu hiç?» (Ra'd, 33). Kulların gerek hareket ve gerekse sükûn hallerindeki İşlerine sahici olan, Önemli ve önemsizi ile gaybı bilen; onların tapınmakta oldukları bilmeyen, İşitmeyen ve görmeyen şu putlar gibi midir? Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Oysa onlar, Allah'a ortak koştular. De ki: Onlara bir ad bulun bakalım.» (Ra'd, 33) buyurmuştur. Bütün bu âyet-i kerîmeler de böyledir.15

61 — Yoksa, yeri yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar akıtan, yeryüzüne sabit dağ­lar yerleştiren ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı? Hayır, onların çoğu bilmezler.

Allah Teâlâ buyurur ki: Yoksa yeryüzünü sakin, sabit, ahâlîsini sarsmaz bir halde yaratıklarının oturmasına elverişli kılan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı? Şayet yeryüzü bu durumda olmasaydı el­bette onun üzerinde yaşantı ve hayat hoş olmazdı. Aksine Allah Teâlâ fazlı ve rahmeti ile onu, hareket edip sarsılmayan sabit, yayılmış bir döşek kılmıştır. Nitekim başka bir âyet-i kerime'de şöyle buyrulur: «Al­lah; sizin için yeri bir kafârgâh, göğü bir bina yapandır.» (Ğafir, 64).

«Ve aralarında ırmaklar akıtan mı?» Ki Allah Teâlâ orada arazi­lerin arasında yeryüzünü yaran hoş, tatlı nehirler yaratmış, büyüğü ve küçüğü ile nehirleri doğuya, batıya, güneye veya kuzeye kullarının muh­telif iklimlerde ve ülkelerdeki ihtiyâçlarına göre dolandırmıştır. Zîrâ kullarını yeryüzünün muhtelif bölgelerinde yaratmıştır. İşte onların ihtiyâçları ölçüşünce rızıklarmı da onlar için yürütüp (ayaklarına ge­tirmektedir). «Yeryüzüne, (sizi sarsmasın ve yeryüzünü) sabit (leştir-sin diye ulu) dağlar yerleştiren ve iki denizin arasına bir engel koyan mı?» O Allah ki tatlı ve tuzlu suların arasına, biri diğeri ile bozulmasın diye karışmalarını engelleyen bir engel koymuştur. Zîrâ ilâhî hikmet, bunlardan her birerinin kendileriyle kasdedilip arzulanan nitelik üzere kalmalarını gerektirmektedir. Tatlı denizler, insanlar arasında akan şu nehirlerdir. Onlardan beklenilen; tatlı olmaları, hayvan, bitki ve mey­velerin onlardan sulanmasıdır. Tuzlu denizler ise yeryüzünün muhtelif yerlerini ve ülkelerini her yönden çeviren denizlerdir. Onlardan bekle­nilen, havanın kokusu ile bozulmaması için suyunun tuzlu olmasıdır. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de: «Birinin suyu tatlı ve serinletici, ötekinin ki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip de aralarına karışma­larını önleyen bir sınır koyan O'dur.» (Purkân, 53) buyurulurken, burada da: «Allah'ın yanında başka bir ilâh mı?» buyurmuştur. Yani bun­ları yapan, Allah'ın yanında başka bir ilâh mıdır? Âyet, «Allah'ın yanın­da tapınılan başka bir ilâh mı vardır?» şeklinde de anlaşılabilir. Ancak her iki mânâ da doğru olup, biri diğerinin lâzımıdır. «Hayır, onların ço­ğu (Allah'tan bir başkasına tapınmalarında bilmemektedirler, câhildir­ler.) bilmezler.»16

62 — Yoksa, kendisine yakardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren; sizi yeryüzü­nün halîfeleri kılan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı? Ne de kıt düşünüyorsunuz.

Allah Teâlâ, zorluklar sırasında kendisine dua edilen, musibetler anında kendisinden umulan olduğuna işaret etmektedir. Nitekim başka âyet-i kerîmelerde: «Denizde size bir sıkıntı dokununca; yalvardıkla-rınızın hepsi kaybolur.» (İsrâ, 67), «Sonra bir sıkıntıya uğradığınızda yalnız O'na sığınırsınız.» (Nahl, 53) buyururken, burada da şöyle de­mektedir: «Yoksa, kendisine yakardığı zaman bunalmışa, karşılık ve-, ren mi?» Allah'ın dışında, bunalmış kimsenin kendisine iltica edebi­leceği, sıkıntıda kalanın sıkıntısını giderebilecek olan kimdir? İmâm Ah-med der ki: Bize Affân'ın... Ebu Temime el-Hüceymî'den, onun da Hü-ceym oğulları kabilesinden birisinden rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Ben: Ey Allah'ın elçisi, kime duâ ediyorsun? diye sordum, şöyle buyur­du: Ben O tek Allah'a duâ ediyorum ki, sana bir zarar dokunduğun­da O'na duâ edersen, senden bu zararı savıp giderir. Sen,.çöl bir arazî­de yolunu kaybedip te O'na duâ ettiğinde, yolunu sana gösterir. Sana bir kuraklık isabet ettiğinde O'na duâ edersen, sana bitki bitirir. Ben: Bana vasiyette bulun, dedim, şöyle buyurdu: Kimseye sövme. Kardeşini güler yüzle karşılaman veya su isteyen birinin kabına kovandan su bo­şaltman kadar küçük bile olsa hiç bir iyilikten uzak durma. Baldırla­rının yansına kadar elbiseni uzat. Biraz daha uzun olsun dersen, to­puklarına kadar uzat. Elbiseni yerde sürümekten sakın. Zîrâ elbiseyi yerde sürümek kibir ve kendisini beğenmektendir. Allah Teâlâ hiç bir zaman kibir ve kendini beğenmeyi sevmez.

İmâm Ahmed, hadîsi başka bir kanaldan rivayetle bu rivayetinde Hz. Peygambere soran sahâbînin de ismini vermektedir. Bu rivayet şöyledir: Bize Affân'ın... Câbir îbn Süleym el-Hüceymî'den rivayetinde o; şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) dizlerini büküp elleriyle dizlerini tu­tarak elbisesine bürünmüş ve elbisesinin fazlalığı ayaklan üzerine düş­müş haldeyken ona geldim ve: Hanginiz Muhammed'dir —veya hangi­niz Allah'ın elçisidir.— dedim. Eliyle kendisine işaret etti, ben: Ey Al­lah'ın elçisi, ben çöl ahâlîsindenim. Bende onların kabalık ve katılığı var. Bana tavsiyede bulun, dedim. Şöyle buyurdu: Hiç bir iyiliği küçük görme. Bu iyilik, kardeşini güleryüzle karşılaman veya kovandan su is­teyen birinin kabına su boşaltman bile olsa. Sende bildiği bir huydan dolayı seni ayıplayan bir kişiyi onda olduğunu bildiğin bir şeyle ayıpla­yıp ona sövme. Şüphesiz bunda senin için bir ecir, onun için bir günâh vardır. Elbiseni yerde sürümekten sakın. Zîrâ elbiseyi yerde sürümek, kendini beğenmektendir. Allah Teâlâ ise, hiç bir zaman kendini beğen­meyi sevmez. Hiç kimseye asla sövme. O günden sonra ne bir koyuna, ne bir deveye ne de başka herhangi birisine sövmedim. Ebu Dâvûd ve Ne-seî bu hadîsi muhtelif kanallardan olmak üzere rivayet etmişlerdir ki bunların rivayetlerinde hadîsin sahîh olan yerleri vardır.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ubeydullah İbn Ebu Sâlih'-den rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Tavus bana geçmiş olsun dilemek üzere yanıma girdi. Ona: Ey Ebu Abdurrahnıân, benim için Allah'a duâ et, dedim. Kendin için duâ et. Şüphesiz Allah bunalmış olan kimse zâtı­na duâ ettiğinde, onun duasına icabet eder, dedi. Vehb îbn Münebbih der ki: Birinci kitabda Allah Teâlâ'nm şöyle buyurduğunu okudum: İz­zetim hakkı için kim Bana sığınırsa göklerle göklerdekiler, yeryüzü ile yeryüzündekiler ona düşman bile olsa, bunların arasından onun için bir çıkış yolu yaratırım. Kim de Bana sığınmazsa, ayaklarının altından yer­yüzünü yere batırırım da, onu havada bırakırım ve onu nefsinin eline terk ederim.

Hafız îbn Asâkir, birisinin hâl tercemesinde —ki ona Ebu Bekr Muhammed îbn Davûd el-Dîneverî anlatmış— anlatır ki o adam şöyle demiş: Dimaşk'dan Zebedânî 17 ülkesine katırımla ücretli yolcu taşı­yordum. Bir keresinde bir adam katırıma bindi. Yolun bir kısmında gi­rilmeyen bir yola uğradık. Bana: Şu yolu tut, orası en yakın yoldur, de­di. Ben: O yolu bilmiyorum, dediysem de; hayır, aksine en yakın yol odur, dedi. O yola girdik. Taşlık bir yere, derin bir vâdîye ulaştık. Ora-, da bir sürü öldürülmüş kimse vardı. Bana: Katırın başını tut ki ineyim dedi. îndi, ayaklarını sıvadı, elbisesini toparladı ve yanındaki bıçağı çe­kerek üzerime yürüdü. Önünden kaçtım, peşime düştü. Allah aşkına deyip: Katın ve üzerindekileri al, dedim. O zâten benimdir, benim mak­sadım seni öldürmekktir, dedi. Onu, Allah ile ve Allah'ın çarptıracağı ceza ile korkutmak istedim, kulak asmadı. Önünde teslimiyet gösterdim ve: Beni bıraksan da iki rek'at namaz kılsam dedim. Acele et, dedi. Na­maz kılmak üzere kalktım fakat Kur'an okumada nutkum tutuldu, on­dan bir harf bile hatırıma gelmiyordu. Şaşkın bir halde dikilip kaldım. O ise: Haydi, bitir, diyordu. Allah Teâlâ benim dilimden «Yoksa, bu­nalmışa kendisine yakardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkın­tıyı gideren mi?...» âyetlerini akıtıverdi. Bir de gördüm ki elinde harbe olan bir atlı vâdînin girişinden çıkıverdi. Harbeyi o adam fırlattı da tam kalbine isabet ettirdi ve adam yıkılarak düştü. Atüya asılıp iliştim ve: Allah için sen kimsin? diye sordum. Kendisine yakardığı zaman bu­nalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı giderenin elçisiyim, dedi. Yükü ile beraber katın aldım ve salimen döndüm. Yine İbn Asâkir, Ah-med el-Aceliyye'nin annesi Fâtıma Bint Hasan'm hâl tercemesinde an­latır ki o, şöyle demiş: Bir savaşta bir gün kâfirler müslümanlan boz­guna uğratmıştı. Soylu bir at, sahibi üzerindeyken durdu. O adam, zen­ginlerden ve sâlih kişilerdendi. Atma: Sana ne oluyor? Yazıklar olsun sana. Ben seni, ancak bu günler için hazırlamıştım, dedi. Atı ona: Sana karşı niçin böyle davranmayacak mışım? Sen benim yemlenmemi seyise bırakıyordun da, onlar bana haksızlık edip çok az yediriyorlardı, dedi. Adam: Allah adına sana ahid veririm ki; bugünden sonra seni kuca­ğımda ben besleyip yem vereceğim, dedi. îşte o zaman soylu at koşup sahibini kurtardı. Bundan sonra adam, atını kendisi beslemeye baş­ladı. Durumu insanlar arasında yayılıp şöhret buldu. Bu hikâyeyi ken­disinden dinlemek üzere insanlar ona gelmeye başladılar. Onun duru­mu Rum kralına ulaştı ve: Bu adamın bulunduğu bir ülke elde edile­mez, deyip onu ülkesine kazandırmak için çâre aradı. Yanındaki mür-tedlerden birisini ona gönderdi. Gönderilen onun yanına vardığında, ona karşı îslâm ve müslümanlara hüsnüniyyet sahibi olduğunu izhâr etti ve onun güvenini kazandı. Sonra bir gün çıkıp sahile doğru yürü­düler. Adam Rum kralı tarafından kendisine o sâlih kişiyi esîr etmede yardımcı olacak birisiyle sözleşmişti. Onu yakalamak üzere etrafını ku­şattıklarında gözlerini göğe kaldınp; Ey Allah'ım, muhakkak ki şu adam beni Senin adınla aldatmıştır. Dilediğin şekilde beni onlardan koru, diye duâ etti. îki tane yırtıcı hayvan belirip o ikisine doğru yürüdü, iki­sini yakaladı ve adam salimen geri döndü.

«Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan mı?» Bir nesli kendilerinden ön­ceki nesle halîfeler kılan, halefi selefin yerine geçiren mi? Nitekim baş­ka âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor: «İsterse sizi giderir ve arkanız­dan yerinize dilediğini getirir. Nitekim sizi de başka bir kavmin soyun­dan getirmiştir.» (En'âm, 133), «Sizi, yeryüzünün halîfeleri yapan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan; O'dur.» (En'âm, 165), «Hani Rabbm meleklere: Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, demişti.» (Bakara, 30). «Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan mı?» âyeti de böyledir. Yani bir ümmetten sonra başka bir ümmet, bir nesilden sonra başka bir nesil ve bir kavimden sonra başka bir kavim olarak sizi yeryüzünün halîfeleri kılan mı? Şayet dilemiş olsaydı, hepsini bir vakitte yaratır; bazısını diğer bir kısmının zürriyyeti kılmazdı. Hattâ dileseydi, Hz. Âdem'i topraktan yarattığı gibi hepsini toptan yaratırdı. Dileseydi on­ları birbirlerinin zürriyyetinden yaratmazdı. Hattâ dileseydi; kimseyi öldürmezdi de, sonunda hepsinin ölümü bir tek vakitte olur ve böylece yeryüzü, kazanç ve geçimleri onlara daralır, birbirlerini zarara uğratır, sıkıntıya sokarlardı. Ama Allah'ın hikmeti ve kudreti onları bir tek ne­fisten yaratmasını, sonra onları son derecede çoğaltmasını, yeryüzünde dağıtmasını, asırlardan sonra asırlar ve nesiller, ümmetlerden sonra ümmetler kılmasını gerektirmiştir. Bu, Allah Teâlâ'mn takdir ettiği şekilde ve onlar için takdir buyurduğu süre sona erip bütün yaratık­ları yaratmayı sona erdirmesine kadar devam edecektir. Sonra kıyameti koparacak ve Allah'ın koymuş olduğu kitâb (söz) sonuna ulaştığı za­man, her bir amel edene amelinin karşılığını tâm olarak verecektir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Yoksa, bunalmışa kendisine ya-kardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren; sizi yeryü­zünün halîfeleri kılan mı? (Bunlara güç yetirecek olan) Allah'ın ya­nında başka bir ilâh mı (var) ? (Yoksa Allah'ın yanında tapınılan baş­ka bir ilâh mı var? Bilinmektedir ki bunları yapmada Allah Teâlâ tek­tir.) Ne de kıt düşünüyorsunuz. (Sizi hakka irşâd etmesi ve dosdoğru yola iletmesi yanında sizin düşünmeniz ne kadar da kıttır).»18

63 — Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı? Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir.

Allah Teâlâ burada: «Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında, (gökte ve yerde yaratmış olduğu işaret ve delillerle) size yol bulduran mı..) buyururken başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurmaktadır: «İşa­retler de (yarattı). Yıldızlarla da onlar yollarım bulurlar.» (Nahl, 16), «O'dur yıldızları yaratmış olan, karanın ve denizin karanlıklarında on­larla yol bulaşınız diye.» (En'âm, 97).

«Ve rahmetinin önünde, {yağmur yüklü bulutların önünde) rüz­gârları müjdeci ola^k gönderen (kuraklığa, dara düşüp ümit kesmiş kullarını onunla sulayan) mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı? Al­lah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir.»19

64 — Yoksa, önce yaratan, sonra da yaratmayı tekrar edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Al­lah'ın yanında başka bir ilâh mı? De ki: Şayet doğru sözlü iseniz delilinizi

Başka âyet-i kerîmelerde: «Doğrusu Rabbının yakalayışı amansız-dır. Önce yaratıp sonra tekrarlayan-Odur, O.» (Bürûc, 12-13), «Önce yaratan, sonra onu tekrar eden Odur. Bu, O'nun için daha kolaydır.» (Rûm, 27) buyrulduğu üzere, kudret ve saltanatı ile yaratmaya başla­yan sonra yaratmayı tekrar eden O'dur. «Ve sizi gökten (indirdiği yağ­murla) ve yerden (yeryüzü bereketlerinden bitirdikleri ile) rızıklandı­ran mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı?» Başka âyet-i kerîme'ler­de şöyle buyrulur: «Andolsun o dönüş yeri olan göğe, Ve yarılan yere." (Târik, 11-12), «Yere gireni ve cndan çıkanı, gökten ineni ve oraya yük­seleni bilir.» (Hadîd, 4). Allah Teâlâ gökten bereketli su indirip bunu yerde durdurur, -sonra çeşitli ekinler, meyveler, çiçekler ve muhtelif şeyler çıkarır. «Hem siz, yeyin, hem hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz ki bunlarda akıl sahipleri için âyetler vardır.» (Tâ-Hâ, 54). Bunun içindir ki: «Allah'ın yanında başka bir ilâh mı (bunları yapmıştır)?» buyurur. Diğer bir açıklamaya göre: Allah'ın yanında tapınılan başka bir ilah mı vardır? «De ki: Şayet doğru sözlü iseniz (başka ilâhlara tapmmanızdaki iddianızın doğruluğuna) delilinizi getirin.» Açıkça bilinmektedir ki; on­ların bu konuda ne bir hüccetleri, ne de bir delilleri vardır. Nitekim Al­lah Teâlâ şöyle buyurur: «Kim, —hiç bir delili olmaksızın— Allah ile birlikte başka bir tanrıya taparsa; onun hesabı Rabbının katmdadır. Gerçek şu ki, kâfirler felah bulmazlar.» (Mü'minûn, 117).20

65 — De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.

66 — Hayır, âhiret ile ilgili bilgileri de yetersizdir. Ha­yır, ondan şüphe etmektedirler. Hayır, ona karşı kördürler.

Allah Teâlâ, Rasûlü {s.a.) ne bütün yaratıklara şöyle bildirmesini emrediyor: Gökler ve yer halkından hiç kimse gaybı bilmez. Âyetin; «Al­lah'tan başka kimse bilmez.» kısmındaki istisna, istisnâ-ı munkatîdir. Yani bunu Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse bilemez. Bunu bilmede Al­lah Teâlâ yegâne, tek olup O'nun bir ortağı yoktur. Nitekim başka âyet-i kerîme'lerde de: «Gaybın anahtarları O'nun katandadır. O'ndan başka kimse bilmez.» (En'âm, 59), «Kıyamet saatinin bilgisi şüphesiz ki, Allah katındadır. Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse ya­rın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç bir nefis nerede öleceğini de bilmez Şüphesiz ki Allah Alîm'dir, Habîr'dir.» (Lokman, 34) buyurur ki, bu hu­susta âyetler çoktur.

«Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.» Göklerde ve yerde sakin olan yaratıklar kıyamet vaktini bilemezler. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyrulur: «Onun ağırlığını gökler de yer de kaldıra­maz. O size ansızın gelir.» (A'râf, 187). Yani kıyamet saatim bilmek, gökler ve yer ahâlîsine ağır gelmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize ba­bamın... Hz. Âişe (r.a.)den rivayetinde o, şöyle demiştir: Kim onun —Hz. Peygamber (s.a.)i kasdediyor— yarın ne olacağını bildiğini sanı­yorsa, şüphesiz Allah'a en büyük iftirayı atmış olur. Zîrâ Allah Teâlâ: «Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez.» buyur­maktadır. Katâde der ki: Allah Teâlâ, şu yıldızlan üç haslet için koymuştur: Onları göğün süsü kılmıştır. Kendileriyle yol bulunan şeyler olarak yaratmıştır. Onları (gayba kulak vererek kulak hırsız­lığı yapanların taşlandığı) taşlar kılmıştır. Kim bundan başka bir şey söylerse şüphesiz kendi fikriyle söylemiş ve hatâ edip nasibini kaybet­miş, ilmi olmayan bir konuda kendini zorlamış olur. Allah'ın emrini bilmeyen birtakım bilgisiz kimseler, bu yıldızlardan birtakım kehânet­ler çıkanp ihdas etmişler. Şöyle ki: Kim filân ve filân yıldız üe konak­lar {veya zifafa girerse) şöyle şöyle olur. Kim filân ve filân yıldızla yola çıkarsa şöyle şöyle olur. Kimin filân ve falan yıldızla çocuğu olursa fi­lân filân şekilde olur, demişlerdir. Yemin ederim ki kendisiyle kırmızı, kara, kısa, uzun, güzel ve çirkin bir çocuğun doğmadığı bir yıldız yok­tur. Bu yıldızların, şu hayvan ve kuşların bilgisinin gayb ile herhangi bir ilgisi yoktur. Allah Teâlâ, Allah'ın dışında gökler ve yerde olanların, gaybı bilmemesine hükmetmiştir. «Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.» Katâde'nin bu sözünü aynen bu lafızlarla tbn Ebu Hatim ondan rivayet etmektedir ki bu; sağlam sıhhatli, büyük bir sözdür.

«Hayır, âhiret ile ilgili bilgileri de yetersizdir. Hayır, ondan şüphe etmektedirler.» Onların bilgisi sona ermiş ve kıyametin vaktini bilmek­ten âciz kalmışlardır. Diğer bazıları âyeti: Bu konuda onların bilgileri birbirine eşittir, anlamında olmak üzere Şeklinde okumuşlardır. Nitekim Müslim'in Sahıhi'ndeKi bir hadîs'te, kendisine kıyametin vaktini sormuş olan Cibril'e Allah Rasûlü (s.a.): Onun vak­tinden kendisine sorulan kişi sorandan daha bilgili değildir, demiştir. Yani onun bilgisine ulaşmaktan âciz olmakta sorulan ile soranın bilgi­si eşittir. îbn Abbas'tan rivayetle Ali tbn Ebu Talha, âyetteki kelimesini; kaybolmuştur, sekinde açıklar. Katâde ise «Hayır, âhiret ile ilgili bilgileri de yetersizdir.» âyetini şöyle açıklar: Rablan onları bu ko­nuda bilgisiz kılmıştır. Onların âhirete nüfuz eden, bilgileri yoktur. Bu, açıklamalardan birisidir. Ibn Cüreyc'in Atâ el-Horasânî'den, onun da Îbn Abbâs'tan rivayetine göre; onların âhiret hakkında bilgileri, onlara bilginin fayda vermeyeceği bir zamanda olacaktır. Atâ el-Horasânî ve Süddî'nin de söylediği üzere; onların ilimleri, kendilerine fayda verme­yeceği kıyamet günü tamamlanıp kemâle erecektir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyrulur: «Bize geldikleri gün; neler görüp neler işitecekler. Ne var ki zâlimler bugün apaçık bir sapıklık içindedirler.» (Meryem, 38). Süfyân'ın Amr Îbn Ubeyd'den, onun da Hasan'dan riva­yetine göre o, bu âyeti: Onların dünyadaki bilgileri, âhireti müşâhade ettikleri sırada mahvolup (yok olup) gidecektir, anlamına gelecek şek­linde okurmuş.

«Hayır, ondan şüphe etmektedirler.» âyeti, her ne kadar cinse de­lâlet etmekteyse. burada kasdedilen kâfirlerdir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de: «Saflar halinde Rabbına sunulduklarında on­lara: Andolsun ki sizi ilk kez yarattığımız gibi Bize geldiniz. Sizi top­lamak için bir söz vermediğimizi iddia etmiştiniz değil mi?» (Kehf, 48) buyururken, burada da aynı şekilde:« Hayır, ondan, (mevcûdiyyetinden ve meydana geleceğinden) şüphe etmektedirler. Hayır, ona karşı kör­dürler. (Onun durumu hakkında derin bir bilgisizlik ve körlük içinde­dirler.)» buyurmaktadır.21

67 — O küfredenler dediler ki: Biz ve babalarımız birer toprak olduktan sonra mı, doğrusu biz mi tekrar çıkarıla­cağız?

68 — Andolsun ki, bununla biz ve daha önce babaları­mız tehdîd edilmişlerdi. Bu, öncekilerin masallarından baş­ka bir şey değildir.

69 — De ki: Yeryüzünde gezinin de suçluların sonunun nasıl olduğunu görün.

70 — Üzülme onlara. Düzenlerinden dolayı da sıkılma.

Allah Teâlâ, müşriklerden yeniden dirilmeyi inkâr edenlerin; cesed-lerin kemik, un-uf ak ve toprak olmalarından sonra yeniden diriltilme-lerini uzak gördüklerini haber verip sonra şöyle buyurur: «Andolsun ki, bununla biz ve daha önce babalarımız tehdîd edilmişlerdi. (Bunu biz ve babalarımız işitegelmekteyiz. Ancak onun ne hakikatini ve ne de mey­dana gelişini görmüyoruz, derler.)» Onlar; «Bu, öncekilerin masalların­dan başka bir şey değildir.» sözleriyle şöyle demek istiyorlar: Bedenlerin tekrar diriltilecekleri tehdidi, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir. Bunu bir kavim kendilerinden öncekilerden, onlardan öncekileri de birbirlerinden almışlardır. Yoksa bunun bir hakikati yoktur. Allah Teâlâ da onların, yeniden dirütilmenin olmayacağına ve küfürlerine dair zannlarına bir cevab olarak şöyle buyurur: «(Ey Muhammed, onlara) de ki: Yeryüzünde gezinin de suçluların, (peygamberleri ve onların getir­miş olduğu âhiretin durumuna dâir ve başka konulardaki haberlerini yalanlayanların) sonunun nasıl olduğunu görün.» Allah'ın intikamı, azabı ve cezalandırması nasıl onların basma gelmiş ve Allah Teâlâ on­ların arasından şerefli elçilerini, ona tâbi olan inananları nasıl kurtar­mış? Bütün bunlar, elçilerin getirdiklerinin doğruluğuna ve sıhhatına delâlet eder.

Sonra Allah Teâlâ, Peygamberi —Allah'ın salât ve selâmı onun üze­rine olsun— ni teselli ederek şöyle buyurur: Senin getirdiklerini yalanla­yanlara üzülerek kendini harâb etme. Sana tuzak kurmalarından ve se­nin getirdiklerini kabul etmemeleriden, düzenlerinden dolayı da sıkıl­ma. Şüphesiz Allah seni destekleyecek, sana yardım edecek, dünyanın doğu ve batılarında sana muhalefetle seninle inâdlaşanlara karşı senin dinini Üstün kılacaktır.22

71 — Onlar: Doğru söylüyorsanız; bu 'sözünüzün ne zaman yerine geleceğini bildirin, derler.

72 - De ki: Çabucak istemekte olduğunuzun bir kısmı ensenize inmek üzeredir.

73 — Doğrusu, Rabbın insanlara karşı lütuf sahibidir. Ama onların çoğu şükretmezler.

74 - Şüphesiz ki Rabbın, onların göğüslerinin gizle­diklerini de, açığa vurduklarını da bilir.

75 Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın.

Allah Teâlâ, müşriklerin kıyamet gününü sorduklarını ve onun meydana geleceğini uzak gördüklerini haber vererek şöyle buyurur: «Onlar: Doğru söylüyorsanız; bu sözünüzün ne zaman yerine geleceği­ni bildirin, derler.» Allah Teâlâ onlara cevaben buyurur ki: «(Ey Mu-hammed,) de ki: Çabucak (gelmesini) istemekte olduğunuzun bir kıs­mı ensenize inmek üzeredir.» îbn Abbâs burayı şöyle açıklıyor: Sizin ça­bucak gelmesini istemekte olduğunuzun bir kısmı size yaklaşmıştır. Mücâhid, Dahhâk, Atâ el-Horasânî, Katâde ve Süddî de böyle söylemiş­tir. Allah Teâlâ'nm: «Ne zaman o? diyecekler. De ki: Yakın olması umu­lur.» (tsrâ, 51) âyetinde kasdedilen de budur. Başka bir âyette ise şöy­le buyurur: «Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Doğrusu, cehennem kâ­firleri kuşatacaktır.» (Ankebût, 54). (...)

«Doğrusu, Rabbın (kendilerine zulmetmelerine rağmen) insanlara (bol bol nimet vermesiyle onlara) karşı lütuf sahibidir. Ama (çok azı­nın dışında) onların çoğu (buna) şükretmezler. Şüphesiz ki Rabbm, (açık olan şeyleri bildiği gibi) onların göğüslerinin gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir.» «Aranızdan birisi ister sözü gizlesin, ister açığa vursun; hiç fark yoktur.» (Ra'd, 10). «Şüphesiz ki O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.» (Tâ-Hâ, 7). «Elbiselerine büründükleri zaman da dikkat edin. Allah, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.» (Hûd, 5).

Sonra Allah Teâlâ göklerin ve yerin bilinmezliklerini, görülen ve görülmeyeni —kulların gördüklerini ve görmediklerini— bilen olduğunu haber verip: «Gökte, ve yerde gizli hiç bir şey yoktur ki apaçık bir ki­tapta olmasın.» buyurur ki; bu, Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir: «Bilmez misin ki Allah, gökte ve yerde olanı bilir. Hiç şüphesiz ki bunlar Kitâb'-dadır. Doğrusu bunlar Allah için pek kolaydır.» (Hacc, 70).23

76 — Gerçekten bu Kur'ân, îsrâiloğullarma ayrılığa düştükleri şeyin çoğunu açıklamaktadır.

77 — Gerçekten o, mutlak bir hidâyettir ve mü'minler için de bir rahmettir.

78 — Muhakkak ki Rabbın onların arasında hükmü­nü verecektir. Ve O, Aziz'dir, Alîm'dir.

79 — Öyle ise sen, Allah'a tevekkül et. Şüphesi? ki sen, apaçık bir hak üzerindesin.

80 — Elbette sen, ölülere işittiremezsin, dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.

81 — Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara duyu­rabilirsin. Ve onlar müslümanlardır.

Allah Teâlâ, aziz kitabı ile onun içerdiği hidâyet ve deliller ile Fur-kân'dan haber vererek, Tevrat ve İncil'i yüklenmiş olan Isrâiloğullarına, onların ayrılığa düştükleri şeyin çoğunu açıklamakta olduğunu bildirir. Meselâ, onlar Hz. îsâ hakkında ayrılığa ve ihtilâfa düşmüşlerdir. Yahû-dîler ona iftira etmişler, Hıristiyanlar da ileri gitmişlerdir. Kur'ân ise orta ve hak sözü getirmiştir ki, o (Hz. Isâ); Allah'ın kullarından, pey­gamberlerinden ve şerefli elçilerindendir. Nitekim başka bir âyet-i ke-rîme'de şöyle buyrulur: «İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem Oğ­lu Isâ, hak söze göre budur.» (Meryem, 34).

«Gerçekten o, (inananların kalbleri için) mutlak bir hidâyettir ve mü'minler için de (amelî konularda) bir rahmettir. Muhakkak ki Rab-bın kıyamet günü onların arasında hükmünü verecektir. Ve O, (intika­mında) Azîz'dir, (kullarının işlerini ve sözlerini en iyi bilen) Alîm'dir. Öyle ise sen, (işlerinde) Allah'a tevekkül et. (Rabbının risâletini tebliğ et.) Şüphesiz, ki sen, apaçık bir hak üzerindesin. (Haklarında mutsuzluk yazılan ve Rabbınm kelimesi aleyhlerinde hak olan muhaliflerin ise kendilerine her bir âyeti getirsen bile inanmayacaklardır.)» Bu sebep­ledir ki Allah Teâlâ: «Elbette sen, ölülere işittiremezsin. (Onlara fayda verecek bir şeyi onlara işittirebilecek değilsin.)» buyurmuştur. İşte şu kalblerinde perde ve kulaklarında küfürden doğan bir sağırlık olanlar da bu durumdadır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vaz-geçirip doğru yola döndüremezsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin. Ve onlar müslümanlardır.» Sana ancak işiten, basiret sahipleri icabet eder. Kalbdeki fayda veren işitme, görme ve basiret, Al­lah'a ve rasûllerin lisanıyla O'ndan gelenlere boyun eğenleridir.24

82 — Kendilerine söylenmiş olan, başlarına geldiği za­man; yerden bir canlı çıkarılır ki insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyleyerek konuşur.

Söylenenler Başlarına Gelince. 21

Söylenenler Başlarına Gelince

Bu canlı, âhir zamanda insanların fesadı ve Allah'ın emirlerini terk-ederek gerçek dini değiştirdikleri sırada çıkacaktır. Allah Teâlâ, onlar için yeryüzünden bir canlı çıkaracaktır. Bu canlının Mekke'den çıkacağı da, Mekke'den başka bir yerden çıkacağı da söylenmiştir ki ileride açıklanması gelecektir. Bu canlı (insanların durumu hakkında) insan­larla konuşacaktır. İbn Abbâs, Hasan ve Katâde, —Hz. Ali'den de ri­vayet edilmiştir— derler ki: İnsanlarla konuşacak yani onlara hitâb edecektir. Ata el-Horasânî de der ki: İnsanlarla konuşacak ve onlara: Şüphesiz insanlar bizim âyetlerimize kesin olarak inanmamaktadırlar, diyecektir. Bu açıklama Hz. Ali'den de rivayet edilmiş olup, îbn Cerîr bu açıklamayı tercih eder. Ancak bu açıkça şüphelidir. En doğrusunu Allah bilir. Kendisinden gelen bir rivayette İbn Abbâs: İnsanları yara­layacaktır, demiş; kendinden gelen başka bir rivayette ise: Hem onu, hem bunu (yani insanlarla konuşmayı ve insanları yaralamayı) yapa­caktır, demiştir. Bu Hasan'm da kavli olup aralarında bir tezad bulun­mamaktadır. En doğrusunu Allah bilir. Bu canlının zikredildiği birçok hadîs ve haber vârid olmuştur ki bunlardan elde edebildiklerimizi zikre­delim. Yardım dilenilecek olan ancak Allah'tır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Süfyân'ın... Huzeyfe îbn Üseyd (veya Esîd) el-Ğıfarî'den rivayetinde o, şöyle demiştir: Biz kıyametin durumu­nu aramızda tartışırken Allah Rasûlü (s.a.) odadan yanımıza çıktı ve şöyle buyurdu: Siz on alâmeti görmedikçe kıyamet kopmayacaktır: Gü* nesin batıdan doğması, duman, Dâbbe, Ye'cûc ve Me'cûc'un çıkışı, Mer­yem Cğlu İsa'nın çıkışı, Deccâl, üç yer batması: Biri batıda, biri doğu­da, biri de Arap Yarımadasındaki yer batması, Aden çukurundan çıka­cak bir ateşin insanları sürmesi —veya toplaması— onlar nerede gece­lerse orada gecelemesi, nerede öğle uykusuna yatarlarsa orada öğle uy­kusunda kalması. Müslim ve Sünen sahipleri, muhtelif kanallardan ol­mak üzere hadîsi Fürât el-Kazzâz kanalıyla... Huzeyfe'den mevkuf ola­rak rivayet etmişlerdir. Tirmizî hadîsin hasen, sahîh olduğunu söyler. Yine Müslim hadîsi Abdülazîz îbn Refî' kanalıyla Ebu Tufeyl'den mer-fû' olarak rivayet etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Hadîsin başka bir kanaldan rivayeti şöyledir: Eıbu Dâvûd Tayâlisî'^ nin Talha İbn Amr kanalıyla... Huzeyfe İbn Üseyd el-Ğıfârî Ebu Serî-ha'dan; Cerîr îbn Hâzim kanalıyla... Abdullah îbn Mes'ûd ailesinden birisinden —Talha'nm hadîsi daha tamâm ve daha güzeldir— rivayeti­ne göre şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Dâbbe'yi anıp şöyle buyur­du: Onun, zaman itibarıyla üç çıkışı vardır: Bir keresinde en uzak çöl^ den çıkacak ve onun anısı kasabaya —Mekke'yi kasdediyor— girmeye­cektir. Sonra uzun bir zaman geçecek ve bir Önceki çıkışından başka bir kere daha çıkacak. Onun anısı çöl ahâlîsini kaplayacak ve anısı kasa­baya —Mekke'yi kasdediyor— girecektir. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle de­vam etti: însanlar, harâmlığı ve şerefiyle Allah katında mescidlerin en büyüğü olan Mescid-i Harâm'da iken bu onları korkutmayacak. Şu ka­dar var ki Dâbbe, Rükün ile Makam arasında bağırıp başından aşağı toprak serperken insanlar grup grup ve tek tek dağılacaklar, inanan­lardan bir grup yerinde kalacak. Onlar iyi bilirler ki elbette Allah'ı âciz bırakacak değillerdir. Dâbbe işe onlarla başlayıp onların yüzlerini par­latacak. O kadar ki onların yüzlerini parlak yıldız gibi yapacak, yeryü­zünde dönüp gidecek, onu tutmak isteyen kendisine yetişemeyecek, on­dan kaçan kurtulamayacak. Hattâ kişi namazla ondan kurtulmak iste­yecek de onun arkasından gelerek: Ey filânca, şimdi mi namaz kılıyor­sun? diyecek, namaz kılan kişinin ona dönmesiyle yüzüne damgasını vuracak, sonra gidip mallarında insanlara ortak olacak, şehirlerde on­larla beraber olacak. Mü'min ile kâfir ayırdedilebilecek. O kadar ki mü'-min: Ey kâfir, hakkımı yerine getir, diyecek. Hattâ kâfir: Ey mü'min hakkımı yerine getir, diyecek. İbn Cerîr, hadîsi iki kanaldan olmak üze­re Huzeyfe îbn Üseyd'den mevkuf olarak rivayet etmiştir. En doğrusu­nu Allah bilir. Ayrıca îbn Cerîr, hadîsi Huzeyfe İbn Yemmân rivâyetiy-le merfû' olarak da kaydeder. Bu rivayette Dâbbe'nin Meryem Oğlu Isâ zamanında ve Kâ'be'yi tavaf ederken çıkacağı kısmı da vardır. Ancak bu rivayetin isnadı sıhhatli değildir.

Müslim tbn Haccâc der ki: Bize Ebu Bekr îbn Ebu Şeybe'nin... Ab­dullah îbn Ömer'den rivayetinde o, şöyle demiş:

Allah Rasûlü (s.a.)nden öyle bir hadîs ezberledim ki bir daha onu hiç unutmadım. Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işittim: (kıya­met) Alâmetlerinin çıkış itibarıyla ilki, güneşin batıdan doğması ve bir kuşluk vakti Dâbbe'nin insanlara çıkışıdır. Bunlardan hangisi arkada­şından önce olmuşsa diğeri önce olanın peşinden son derece yakındır.

Müslim Sahîh'inde, A'lâ îbn Abdurrahmân îbn Ya'kûb kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayet ediyor ki; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyur­muştur:

Şu altı şeyden önce amellerde acele ediniz: Güneşin batıdan doğ­ması, veya duman, veya Deccâl, veya Dâbbe veya birinizin ölümü veya herkesin (her şeyin) Ölümü. Yine Müslim'in Katâde kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.)den, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayetine göre o, şöyle buyurmuş: Şu altı şeyden önce amellerde acele ediniz: Deccâl, du­man, Dabbetü'1-Arz, güneşin batıdan doğması, her şeyin Ölmesi ve biri­nizin ölmesi.

İbn Mâce'nin Harmele İbn Yahya kanalıyla... Enes îbn Mâlik (r.a.) den, onun da Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayetinde şöyle buyurmuş: Şu altı şeyden önce amellerde aeele ediniz: Güneşin batıdan doğması, du­man, Dabbetü'1-Arz, Deccâl, birinizin ölümü ve her şeyin ölümü. Hadîsi, sâdece ibn Mâce rivayet etmiştir. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî'nin Hammâd îbn Seleme kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Dâbbetü 1-Arz çıktığında, yanında Hz. Musa'­nın asası ve Hz. Süleyman (a.s.)ın yüzüğü olacak; kâfirin burnuna âsâ ile vuracak, mü'minin yüzünü yüzükle parlatacaktır. Sonunda insanlar bir sofranın çevresinde toplanacak ve mü'min kâfirden ayırdedilip bili­necektir. Hadîsi İmâm Ahmed de Behz, Affân ve Yezîü îbn Harun'dan, bu üçü ise Hammâd tbn Seleme'den rivayet etmişlerdir. Bu rivayette şu fazlalık vardır: Dâbbetü'1-Arz, kâfirin burnuna yüzükle vuracak, mü'-minin yüzünü âsâ ile parlatacaktır. Sonunda bir tepsi ahâlîsi (bir sofra­dan yemek yiyenler) bir araya gelecekler de birisi: Ey mü'min, bir baş­kası: Ey kâfir, diyecektir. îbn Mâce de hadîsi Ebu Bekr îbn Ebu Şeybe kanalıyla... Hammâd İbn Seleme'den rivayet etmiştir.

îbn Mâce der ki: Bize Ebu Gassân Muhammed İbn Amr'ın... Abdul­lah îbn Büreyde'den, onun da babasından rivayetinde o, şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) beni Mekke yakınlarında çölde bir yere götürdü. Bir de baktım çevresi kumluk kuru bir yerdeyiz. Allah Rasûlü (s.a.): İşte Dâbbetü'1-Arz şu yerden çıkacak, buyurdu. Baktım orası bir kanşa göre baş parmakla işaret parmağı arası kadar bir yerdi. İbn Büreyde der ki: Birkaç sene sonra hacca gittim. Bana kendisine âit bir âsâyı gösterdi. Baktım benim şu âsâma göre şu şu kadardı. Abdürrezzâk'ın Ma'mer'-den, onun da Katâde'den rivayetinde îbn Abbâs şöyîe demiş: O, öyle bir hayvandır ki; onun sarı.tüyleri, dört ayağı vardır. Tihame vadilerinden birisinden çıkacaktır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Babamın Abdullah (îbn Mes'ûd)dan rivayetinde o, şöyle diyor: Dâbbetü'1-Arz, riau'daki bir yarıktan kısrağın koşması gibi çıkacak. Üç günde henüz üçte biri bile çıkmış olmayacak. 25 Muhammed İbn İshâk'ın Ebân'İbn Sâlih'den ri­vayetinde o, şöyle diyor: Abduljah İbn Amr'a Dâbbetü'1-Arz sorulmuştu, şeyle anlattı: Dâbbetü'1-Arz, Mekke'de Sâfâ'dan sonra gelen îyâd deni­len yerdeki bir kayanın altından çıkacaktır. Allah'a yemin ederim ki şa­yet onlarla beraber olaydım Dâbbetü'l*Arz'm altından çıkacağı kayayı asamla gösterirdim. Ey Abdullah îbn Amr, o (çıktığı zaman) ne yapa­cak? diye sordular, doğuya dönüp öyle bir bağıracak ki bağırışı yeryü­zünün doğusuna ulaşacak, sonra Şam tarafına dönüp bir bağıracak, se­si oraya ulaşacak. Sonra batıya dönüp bağıracak, sesi batıya ulaşacak. Sonra Yemen tarafına dönüp tekrar bağıracak da sesini oraya ulaştıra­cak. Mekke'den yola çıkıp Usfân'a ulaşacak, dedi. Sonra ne olacak? de­nildi de Abdullah: Bilmiyorum, diye cevabladı. Abdullah İbn Ömer'den rivayete göre; o, Dâbbetü'l-Arz'ın (Hacc'da) Müzdelife'den Minâ'ya doğ­ru yola çıkılacağı gece çıkacağını söylemiştir. îbn Ömer'in bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiş olup isnadında İbn el-Beylemân vardır.

Vehb İbn Münebbih'ten rivayete göre o, Hz. Üzeyr (a.s.)in söyle söylediğini nakletmiş: Sedom'un altından Dâbbetü'1-Arz çıkacak, insan-* larla konuşacak, herkes onu işitecek de hâmile kadınlar günleri dolma­dan önce doğuracak, tatlı sular tuzlu sulara dönüşecek, dostlar birbi­rine düşman olacak, hikmet yakılacak ve ilim kaldırılacak. Yeryüzü ken­disini takîb eden şeyle konuşacak, İşte o zamanda insanlar, erişemeye­cekleri şeyleri umup nail olamayacakları şeyleri isteyecekler ve yiyeme­yecekleri şeylerde çalışacaklar. Vehb'in bu sözünü ondan îbn Ebu Ha­tim rivayet etmiştir. Yine İbn Ebu Hatim'in babası kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetine göre; o, şöyle demiş: Şüphesiz ki Dâbbetü'l-Arz'da her çeşit renkten vardır. İki boynuzunun arası bir binitli için bir fersahlık yoldur. îbn Abbâs, onun boynuzunun büyük bir harbe gibi ol­duğunu söyler. Mü'minlerin emîri Hz. Ali îbn Ebu Talib (r.a.)den riva­yete göre; o, şöyle demiş: O, öyle bir canlıdır ki; onun tavuk telekleri gibi telekleri, san tüyleri, tırnağı, kuyruğu ve sakalı vardır. Soylu bir atm (kısrağın) koşması gibi üç gün çıkmaya devam edecek de, henüz üçte biri bile çıkmış olmayacak. Hz. Ali'nin bu sözünü de tbn Ebu Ha­tim rivayet ediyor. İbn Cüreyc'in îbn Zübeyr'den naklettiğine göre; o, Dâbbetü'1-Arz'ı niteleyip şöyle demiş: Onun başı öküz başı, gözü domuz gözü, kulağı fil kulağı, boynuzu dağ keçisi boynuzu, boynu deve kuşu boynu, göğsü arslan göğsü, rengi kaplan rengi, böğrü kedi böğrü, kuy­ruğu koç kuyruğu, ayakları deve ayakları gibidir. Her iki mafsalı arası iki kulaçtır. Onunla beraber Hz. Musa'nın asası ve Hz. Süleyman'ın yü­züğü de çıkacaktır. Hiç bir mü'min kalmayıp yüzlerine Hz. Musa'nın âsâsıyla vuracak da onların yüzlerinde beyaz bir nokta oluşacak, bu nok­ta yayılıp sonunda bütün yüzü bembeyaz olacak. Hiç bir kâfir bırakma­yıp yüzüne Hz. Süleyman'ın mührü ile vuracak da siyah bir nokta olu­şacak, bu nokta yayılıp bütün yüzünü simsiyah edecek. O kadar ki İn­sanlar çarşılarda: Ey mü'min şu kaça, ey kâfir şu kaça? diye alış-veriş edecekler. Hattâ bir aile, sofraları basma oturduklarında, içlerinden ki­min mü'min, kimin kâfir olduğunu bilip tanıyacak. Sonra Dâbbetü'l-Arz onlara: Ey filânca, müjdeler olsun, sen cennet ehlindensin; ey filân, sen de cehennem ehlindensin, diyecek. tşte Allah Teâlâ'mn: «Ken­dilerine söylenmiş olan, başlarına geldiği zaman; yerden bir canlı çıka­rılır ki insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyleyerek konuşur.» kavli budur.26

83 — Ve o gün her ümmetten, âyetlerimizi yalanlayan­ları toplarız. Onlar bir arada tutulurlar.

84 — Nihayet geldikleri zaman; buyurur ki: Siz, Benim âyetlerimi anlamadığınız halde mi yalanladınız? Yoksa yaptığınız neydi?

85 — Zulümleri yüzünden, söylenilen söz başlarına gel­di. Artık konuşamaz olurlar.

86 — Görmediler mi ki; Biz, dinlenesiniz diye size ge­ceyi karanlık, çalışasınız diye de gündüzü aydınlık olarak yarattık. Doğrusu bunda inanan bir kavim için âyetler vardır.

O Gün. 23

O Gün

Allah Teâlâ haber veriyor ki kıyamet günü Allah'ın âyetlerini ve Allah'ın elçilerini yalanlayan zâlimleri dünya yurdunda yapmış olduk­larını kendilerine sormak üzere onları azarlayarak, suçlayarak, küçül­tüp tahkîr ederek Allah'ın huzurunda toplayacaktır. Buyurur ki: «Ve o gün her ümmetten, (her kavimden, her nesilden) âyetlerimizi yalanla­yanları toplarız.» Nitekim başka âyetlerde de şöyle buyrulmaktadır: «Zulmetmiş olanları ve onların eşlerini toplayınız.» (Saffât, 22), «Hûh-lar çiftleştirildiği zaman...» (Tekvîr, 7). İbn Abbâs (r.a.), «Onlar bir arada tutulurlar.» âyetindeki fiilini; sürülürler, şeklinde an­lamıştır. Katâde der ki: Onların ilklerini sonuncuların üzerine sürüp götüren men'edicüer vardır. Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem de bu fiili; terkedilirler, şeklinde anlamıştır.

Hesâb yerinde ve Allah'ın huzurunda durduruldukları zaman, Al­lah buyurur ki: «Siz. Benim âyetlerimi anlamadığınız halde mi yalanla­dınız? Yoksa o yaptığınız neydi?» Yani onlara inançları, amelleri ve ni­çin mutluluk ehlinden olmayıp ta Allah Teâlâ'nın buyurduğu veçhile niçin «tasdik etmemiş ve namaz kılmamış.» (Kıyâme, 31) oldukları so­rulacaktır. İşte o zaman aleyhlerine hüccet konulacak, onların sarılabi-lecekleri bir özürleri kalmayacaktır. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de: «Bu, onların konuşamayacakları gündür. Onlara izin verilmez ki özür dilesinler. Yalanlayanların o gün vay haline.>» (Mürselât, 35-37) Duyuru­lurken Allah Teâlâ burada da şöyle buyurmaktadır: «Zulümleri yüzün­den, söylenilen söz başlarına geldi. Artık konuşamaz olurlar.» Şaşırıp kalır, cevab veremezler. Zîrâ onlar, dünya yurdunda kendilerine hak­sızlık eden kimselerdi. Şimdi ise gizliyi ve açık olanı bilen, hiç bir gizli­nin kendisine gizli kalmadığı Allah'a döndürülmüşlerdir.

Allah Teâlâ tâm kudretine, yüce saltanatına, itaatin ve emirlerine boyun eğmenin vâcib olduğu yüce şanına, getirmiş oldukları sapılamaya-cak, ayrılmamayacak gerçekte peygamberlerinin tasdikine ve doğrulan­masına işaretle şöyle buyurur: «Görmediler mi ki; Biz, dinlenesiniz di­ye size geceyi karanlık olarak yarattık.» Onda karanlık vardır ki o se­beple onların hareketleri ve nefesleri durgunlaşır, sakinleşir, gündüzle-rindeki yorgunluktan istirahat edip dinlenirler. «Çalışasımz diye de gündüzü aydınlık olarak yarattık.» Bu sebeple onlar maişet, kazanç, yolculuk, ticâret ve ihtiyâç duydukları diğer işlerini yaparlar. «Doğrusu bunda, inanan bir kavim için âyetler vardır.»27

87 - Sûr'a üfürüleceği gün; Allah'ın dilediklerinden başka göklerde olanlar da, yerde olanlar da korku içinde

kalırlar. Ve hepsi boyunları bükülmüş olarak O'na gelirler.

88 — Sen, dağları görür ve yerinde durur sanırsın. Oy­sa onlar bulut geçer gibi geçip giderler. Bu, her şeyi sapa­sağlam yapan Allah'ın san'atıdır. Muhakkak ki O, yaptık­larınızdan haberdârdır.

89 — Kim, bir iyilikle gelirse; ona daha iyisi vardır. On­lar, o günün korkusundan emindirler.

90 — Kim de, bir kötülükle gelirse; yüzleri ateşte sürtü­lür. Ya siz, yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandı­rılacaksınız?

Sûra Üfürüldügünde. 23

Sûra Üfürüldügünde

Allah Teâlâ, Sûr'a, korku üfürmesi gününün korkusunu haber ve­riyor. Sûr, bir hadîste de belirtildiği üzere kendisine üfürülecek olan bir boynuzdur. Sûr hadîsinde ona Allah'ın emri ile İsrafil'in üfüreceği be­lirtilmektedir. İsrâfîl önce korku üfürmesini üfürecek ve bu üfürmeyi uzun yapacaktır. Bu, dünya ömrünün sonunda kıyametin dirilerden in­sanların en kötüleri üzerine kopacağı sıradadır. İşte o zaman «Allah'ın dilediklerinden başka —ki bunlar şehîdler olup Rabları katında diridir­ler ve rızıklandırılmaktadırlar— Göklerde olanlar da, yerde olanlar da korku içinde kalırlar.» îmâm Müslim İbn Haccâc der ki: Bize Ubeydul-lah îbn Muâz el-Anberi'nin... Abdullah İbn Arnr (r.a.)dan rivayetine göre ona birisi gelip: Senin kıyamet şöyle şöyle kopacaktır, diye naklet­mekte clduğun hadîs de nedir? demişti. Abdullah; sübhânallah veya La İlahe İllallah —ve buna benzer başka bir kelime daha— deyip şöyle de­vam etti: Bir daha hiç kimseye asla hiç bir şey rivayet etmemeye azmet-mişimdir. Ben şöyle dedim: Şüphesiz siz, az zaman sonra evleri harâb edecek büyük bir şey göreceksiniz, şöyle şöyle olacak. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Deccâl, ümmetim içinde çıkıp kırk -—kırk gün mü, yoksa kırk ay mı, yoksa kırk sene mi bilmiyorum— kalacak. Allah Teâlâ Mer­yem Oğlu îsâ'yı gönderecek. O, Urve îbn Mes'ûd gibidir. Deccâl'in peşine düşüp onu helak edecek. Sonra insanlar yedi sene kalacaklar ki bu sı­rada iki kişi arasında düşmanlık olmayacak. Daha sonra Allah Teâlâ Şam tarafından soğuk bir rüzgâr gönderecek. Yeryüzünde kalbinde zer­re miktar hayır veya îmân olan hiç kimse kalmayıp rüzgâr onun ruhunu kabzedecek. O kadar ki onlardan birisi bir dağın kovuğuna girmiş dahi olsa rüzgâr orada onun üzerine girip ruhunu kebzedecek. Abdullah îbn Amr şöyle devam ediyor: Bunları Allah Rasûlü (s.a.inden işittim. Buyurdu ki: Şehvetlerini giderme, kötülük ve fesada koşmada kuşların uç­ması kadar hızlı, birbirlerine düşmanlık ve zulümde yırtıcı hayvanlar gibi olan insanların en kötüleri kalacak. Bunlar hiç bir iyiliği tanıma­yıp hiç bir kötülüğü hoş görmemezlik etmeyecekler. Şeytân onlara te-messül edip: İcabet etmiyor musunuz? diyecek de onlar: Bize ne emre­dersin? diyecekler. Şeytân onlara putlara tapınmalarını emredecek. On­lar bu zamanda bol rızık ve güzel bir yaşantı içinde olacaklar. Sonra sûr'a üfürülecek. Onu işiten hiç kimse kalmayıp boynunu uzatarak ku­lak kesilecek. Onu işiteceklerin ilki, develerinin havuzunu ta'mîr edip sıvayan bir adam olacaktır. O yıkılacak, bütün insanlar yıkılacaklar. Sonra Allah Teâlâ hafif bir yağmur —veya bir gölge demiştir— gönde­recek —veya indirecek, demiştir ve bu şüphe râvî Nu'mân'dandır— bu­nunla insanların cesedleri bitki bitirilir gibi bitirilecek. Sonra Sûr'a bir kere daha üfürülecek, bir de göreceksin ki onlar kalkmışlar bakmıyor­lar. Sonra: Ey insanlar, Rabbmıza gelin. Durdurun onları, çünkü soru­lacaklar, denilecek. Daha sonra: Cehenneme gönderilecekleri çıkarın, denilecek. Kaç kişiden kaçı? diye sorulacak da, her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz, denilecek, tşte o gün, çocuklar ihtiyarlayıp saçlan be-yâzlaşacak ve o gün baldırlar sıvanacak.

(...)

îşte bu, korku üfürmesidir. Bundan sonra yıkılma üfürmesi yani ölüm üfürmesi olacaktır. Bundan sonra da âlemlerin Rabbına kalkış üfürmesi gelir. Bütün yaratıkların kabirlerinden çıkışı bununladır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Ve hepsi boyunları bükülmüş olarak O'na gelirler.» buyurmuştur. Onlar alçaltılmış ve boyun eğmiş olarak gele­ceklerdir. Hiç kimse O'nun emrinden geri kalamayacaktır. Nitekim baş­ka âyet>i kerîmelerde şöyle buyrulur: «O, sizi çağırdığı gün; hamdede-rek davetine uyarsınız.» (îsrâ, 52), «Sonra sizi bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz.» (Rûm, 25). Sûr hadîsinde şöyle denilmektedir: Üçüncü üfürmede Allah Teâlâ 'mn emriyle ruhlar sûrun bir deliğine ko­nulacak, İsrâfîl^Sûr'u cesedler kabirlerinde ve yerlerinde -bitirildikten sonra üfürecek. Sûr'a üfürüldüğü zaman ruhlar uçacaklar. İnananların ruhları nurdan parıl parıl parıldarken, kâfirlerin ruhları kapkaranlık ola­cak. Allah Tealâ buyuracak ki: İzzetim ve celâlim hakkı için her bir ruh kendi cesedine dönecektir. Böylece ruhlar cesedlerine dönecekler, zehirli bir hayvan tarafından sokulan kimsede zehirin sirayet ettiği gibi ruh­lar cesedlerine girip sirayet edecekler. Sonra kabirlerinden doğrulup üzelerinden toprağı silkeleyecekler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: «O gün onlar, dikili taşlara doğru koşuyorlarmış gibi kabirlerinden çabuk çabuk çıkarlar.» (Meâric, 43).

«Sen, dağlan görür ve onları gerinde durur (sabit) sanırsın. Oysa onlar (yerlerinden ayrılıp) bulut geçer gibi geçip giderler.» Başka âyet-i kerîmelerde Allah Teâlâ şöyle buyurur: «O gün gök sarsıldıkça sarsılır. Dağlar yürüdükçe yürür.» (Tur, 9-10), «Ve sana dağlardan sorarlar. De ki: Rabbım, onları ufalayıp savuracak. Yerlerini düz kuru bir toprak haline getirecek. Orada ne çukur, ne de bir tümsek göreceksin.» (Ta-Hâ, 105-107), «Bir gün dağlan yürütürüz de, yeri dümdüz görürsün.» (Kehf, 47).

«Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın san'at id ir.» Bunları Allah Teâlâ en yüce kudretiyle yapmıştır, ki O yarattığı her şeyi mükemmel yapmış olup bunda hikmet sahibidir. «Muhakkak ki O, yaptıklarınızdan haberdârdır.» Kullannuı işlemiş olduğu hayrı ve şerri en iyi bilendir ve bu yüzden onları cezalandıracaktır.

Daha sonra Allah Teâlâ, o günde mutlu ve mutsuzların durumunu beyân edip şöyle buyurur: «Kim, bir iyilikle gelirse; ona daha iyisi var­dır.» Katâde, âyetteki iyiliğin; ihlâs olduğunu söylerken, Zeynel Âbidîn de bunun; Lâ İlahe îllallah sözü olduğunu söyler. Başka bir yerde (En'-âm, 160) âyetinde belirtiktiği üzere onun için bunun (iyiliğinin) on misli vardır. «Ve onlar o günün korkusundan emindirler.» Nitekim baş­ka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: «O en büyük korku bile onlan tasalandırmaz.» (Enbiyâ, 103), «Kıyamet gününde ateşe atılan mı, yok­sa güven içinde olan mı daha iyidir?» (Fussilet, 40), «Ve onlar yüksek dereceler içinde emindirler.» (Sebe\ 37).

«Kim de, bir kötülükle gelirse; yüzleri ateşte sürtülür.» Kim ki Al­lah Teâlâ'ya hiç bir iyiliği olmaksızın kötülük sahibi olarak kavuşursa veya kötülükleri iyiliklerinden ağır basarsa hepsi yaptıkları ölçüşünce cezaya çarptırılacaktır. Bu sebepledir ki: «Ya siz, yaptıklarınızdan baş­ka bir şeyle mi cezalandırılacaksınız?» buyurmuştur. Ibn Mes'ûd, Ebu Hüreyre, Ibn Abbâs —Allah onlardan razı olsun— Enes tbn Mâlik, Atâ, Saîd tbn Cübeyr, İkrime, Mücâhid, tbrâhîm en-Nehaî, Ebu Vâil, Ebu Salih, Muhammed İbn Kâ'b, Zeyd îbn Eşlem, Zührî, Süddî, Dahhâk, Hasan (el-Basrî), Kat&de ve îbn Zeyd, «Kim de, bir kötülükle gelirse...» âyetinde şirk (Allah'a ortak koşma) in kastedildiğini söylemişlerdir.28

91 — Ben, ancak bu şehrin Rabbına kulluk etmekle emrolundum. O, burayı saygıdeğer kılmıştır ve her şey O'nundur. Ben, müslümanlardan olmakla emrolundum.

92 — Ve Kur'ân okumakla da. Kim hidâyete ererse;

yalnız kendisi için ermiş olur. Kim de sapıtırsa; de ki: Ben, sâdece uyaranlardanım.

93 — De ki: Hamdolsun Allah'a. O, size âyetlerini gös­terecektir. Siz de onları tanıyacaksınız. Ve Rabbın yaptık­larınızdan habersiz değildir.

Allah Teâlâ burada Rasûlüne: «Ben, ancak bu şehrin Rabbına kul­luk etmekle emrolundum. O, burayı saygıdeğer kılmıştır ve her şey O'nundur.» demesini emrederken başka bir âyet-i kerîmede şöyle buyu­rur; «De ki: Ey insanlar, benim dinimden şüphede iseniz, ben Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam. Ancak, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim.» (Yûnus, 104). Burada Rablığm o şehre nisbet edilmesi oraya şeref, değer verme ve onunla ilgilenme kabilindendir. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurur; «Bu evin Rabbına ibâdet etsinler. Ki O, kendile­rini açlıktan kurtarmış ve korkudan emin kılmıştır.» (Kureyş,3- 4).

«O, burayı saygıdeğer kılmıştır.» Oranın haram olması; kader ve şeriat yönünden Allah'ın orayı haram, saygıdeğer kılmasıyla olmuştur. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde İbn Abbâs'tan rivayetle sa­bit olduğuna göre, Allah Rasûlü (s.a.) Mekke fethi günü şöyle buyur­muştur: Şüphesiz ki bu şehri, Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı gün­de haram (saygıdeğer) kılmıştır. Burası Allah Teâlâ'nın haram kılma­sıyla kıyamet gününe kadar muhteremdir. Dikeni kopanlmaz, avı ür­kütülmez, ilân etmek isteyenin dışında düşürülmüş eşyası (Lukata) alın-nıaz, yeşil otlan biçilmez... Ve Râvî, hadîsin tamâmını rivayet etmiştir. Ayrıca bu sahîh, hasen ve müsned hadîslerde kesinlik ifâde eden bir cemaatın kanallarından rivayetle sabittir. Nitekim ahkâm kitablarınm İlgili yerlerinde açıklanmıştır. Hamd Allah'adır.

«Ve her şey O'nundur.» kısmı, daha genel olanın daha özel olana at­fı kabîlindendir. O, bu şehrin Rabbı ve her şeyin Rabbı, sahibidir. «Ben, müslümanlardan olmakla, (Allah'ı birleyen, ihlâs sahibi ve Allah'ın em­rine boyun eğip itaat edenlerden) olmakla emrolundum. Ve Kur'ân oku­makla; (Kur'ân'ı insanlara okuyarak onlara ulaştırmakla) da emrolun­dum.» Nitekim başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyruluyor: «îşte bunla­rı sana; âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân'dan okuyoruz.» (Âl-i İmrân, 58), «Sana Mûsâ ile Firavun'un haberinden inanacak bir kavim için doğru olarak anlatacağız.» (Kasas, 3). Şüphesiz ben ,bir tebliğ edici ve uyarıcıyım. «Kim hidâyete ererse; yalnız kendisi için ermiş olur. Kim de sapıtırsa; de ki: Ben, sâdece uyaranlardanım.» Ben, kavimleri­ni uyaran peygamberlerin durumundayım. Onlar üzerlerindeki risaleti kavimlerine teblîğ etme görevini yerine getirmiş, uhdesinden kurtulmuş­lar ve artık ümmetlerinin hesabı Allah'a kalmıştır. Nitekim Allah Te-âlâ, başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurur: «Senin vazifen, sadece teb­liğ etmektir. Hesap görmekse Bize düşer.» (Ra'd, 40), «Sen, ancak bir uyarıcısın. Ve Allah, her şeye Vekll'dir.» (Hûd, 12).

«De ki: Hamdolsun Allah'a. O, size âyetlerini gösterecektir. Siz de onları tanıyacaksınız.» Hamdolsun O Allah'a ki, aleyhine hüccet koy­madan ve hakkındaki özrü kaldırmadan hiç kimseye azâb etmez. Bu se­bepledir ki Allah Teâlâ: «O size âyetlerini gösterecektir; Siz de onları' tanıyacaksınız.» buyurmuştur. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmaktadır: «Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar âyetle­rimizi onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde göstereceğiz.» (Fussilet, 53).

«Ve Rabbm yaptıklarınızdan habersiz değildir. (Aksine O, her şeye şâhiddir).» tbn Bbu Hatim der ki: Ebu Ömer kanalıyla... Ebu Hüreyre'-den nakledildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Ey in­sanlar, sizden hiç kimse Allah'tan gafil olmasın. Şüphesiz ki Allah Te­âlâ şayet herhangi bir şeyden habersiz olaydı sivrisinek, hardal ve zer­reden habersiz olurdu. Yine tbn Ebu Hâtim'in Muhammed îbn Yahya kanalıyla... Ömer tbn Abdülazîz'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Şayet Allah Teâlâ herhangi bir şeyden habersiz olmuş olaydı, rüzgârla­rın silmiş olduğu insanoğlunun ayak izinden habersiz olurdu. İmâm Ahmed —Allah ona rahmet eylesin—den naklen anlatıldığına göre o, kendisinin veya bir başkasının olsun şu iki beyti okurmuş:

«Herhangi bir gün yalnız kaldığın takdirde yalnız kaldım deme. Fakat benim üzerimde bir gözetici var de.

Bir an için. olsun Allah'ın gafil olduğunu ve O'na gizli kalacak bir şeyin ğâib olduğunu sanma.»29