Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Rad
Kitabın Âyetleri2
Kitabın Âyetleri
Sûrelerin başındaki hurûf-ı mukattaa hakkında bilgi Bakara sûresinin başında geçmişti. O zaman da ifâde edildiği üzere bu harfle başlayan sûrelerde Kur'an'm zaferine, Allah katından indirildiğinin beyânına, hakkında hiç bir şek ve şüphe olmayan hak olduğuna işaret vardır. Bu sebepledir ki: «Bunlar kitabın âyetleridir.» buyurmuştur. Bunlar kitabın, Kur'an'ın âyetleridir. Buradaki kitabın, Tevrat ve İncil olduğu da söylenmiştir. Bu görüş, Mücâhid ve Katâde'ye âit olup şüphelidir ve hattâ uzaktır. «Bunlar kitabın âyetleridir.» kısmına, sıfatın atfedilmesi suretiyle «Sana Rabbından indirilen; haktır.» kısmı atfedilmiştir. Ey Muhammed, «Sana Rabbından indirilen haktır.» Cümledeki kelimesi, haber olup mübtedâsı hemen önce geçen «Sana Rabbından indirilen» kısmıdır. Mücâhid ve Katâde'nin tefsirlerine uygun gelen ve sahîh olan budur. İbn Cerîr, bu cümlenin başındaki vâv harfinin zâid olduğu veya sıfatı sıfata atfeden bağlaç olduğu görüşünü tercih etmiştir. (...)
Allah Teâlâ'nm : «Ama insanların çoğu inanmazlar.» âyeti, «Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar.» (Yûsuf, 103) âyeti gibidir. Bu açıklama ve apaçıklığa rağmen kendilerindeki (içlerindeki) düşmanlık, muhalefet, inâd ve nifaktan dolayı onların çoğu îmân etmez.1
İzahı2
İzahı
2 — Allah. O'dur ki; gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükseltmiş, sonra Arş'a hükmetmiştir. Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Bunların her biri belli bir süreye kadar hareket edecektir. İşleri yürütür. Rabbınızla karşılaşacağınıza kesin olarak inanmanız için âyetleri uzun uzun açıklar.
Gökleri Direksiz Yükselten. 2
Gökleri Direksiz Yükselten
Allah Teâlâ, kudretinin kemâlini ve hükümranlığının büyüklüğünü haber veriyor : O; izni ve emri ile gökleri direksiz yükseltendir. İzni ve emri, buyruğu altına almasıyla gökleri yeryüzünden öyle bir uzaklıkla yükseltmiştir ki erişilmez ve nihayetine ulaşılamaz. Dünya semâsını yeryüzü ve çevresindeki suyu, havayı her yönden, her tarafından ve her yönde müsâvî şekilde ondan yüksek olmak üzere kuşatmıştır. Her taraftan yeryüzü ile arasındaki uzaklık beş yüz yıllık yoldur. Dünya semasının kendi kalınlığı da beş yüz yıllık yoldur. Sonra ikinci gök, dünya semasım ve onun ihtiva ettiklerini kuşatmıştır. İki gök arasındaki uzaklık beş yüz yıllık yoldur. İkinci semânın kalınlığı da beş yüz yıldır. Sonra üçüncü gök, ikinciyi ve ikinci göktekileri kuşatmıştır. İkisi arasındaki mesafe beş yüz yıl, üçüncü semânın kalınlığı da beş yüz yıldır. Dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci semâlar da böyledir. Nitekim Allah Teâlâ, bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurmaktadır : «Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratmış olandır. Allah'ın- buyruğu bunlar arasında iner durur. Ki, Allah'ın her şeye Kadir olduğunu ve Allah'ın gerçekten her şeyi ilmiyle kuşatmış olduğunu bilesiniz.» (Talâk, 12).
Bir hadiste ise şöyle buyrulur : Yedi kat gök ve ondakilerle ara-larındakiler Kürsî'ye göre çöle atılmış bir halka, arşa göre Kürsî ise o çöldeki halk mesabesindedir. Bir rivayette ise şöyle denilir: Arş'ın miktarını ise, ancak Allah Teâlâ takdir buyurup ölçebilir. Seleften bazısından rivayetle geldiğine göre; Arş ile yer arasındaki uzaklık elli bin senelik yol, Arş'ın iki kutru arasındaki uzaklık ise elli bin senelik yoldur. O, kırmızı yakuttandır.
Allah Teâlâ: «Gördüğünüz gibi direksiz yükseltmiş» buyurur. İbn Abbâs, Mücâhid, Hasan ve Katâde'den rivayete göre; onlar şöyle demişlerdir : Onun direği vardır fakat sen görmezsin. İyâs İbn Muâ-viye der ki: Yeryüzü üzerinde gök, direksiz olarak kubbe gibidir. Katâde'den de böyle rivayet edilmiş olup âyetin akışına ve Allah Teâlâ'-nın : «Buyruğu olmadıkça, göğü düşmemesi için O tutar...» (Hacc,65) âyetinin zahirine uygun olan da budur. Buna göre, «gördüğünüz gibi» kısmı bu olumsuzluğu (direksiz oluşu) kuvvetlendirmek için gelmiştir. Yani sizin de gördüğünüz gibi direksiz olarak O yükseltmiştir. Bu, kudret ve güç yönünden en mükemmel olandır.(...)
Allah Teâlâ : «Sonra Arş'a hükmetmiştir.» buyurur ki buranın tefsiri daha Önce A'râf sûresinde (54 üncü âyet) de geçmiştir. Bunlar geldiği şekil üzere keyfiyeti araştırılmaksızın teşbih, ihmâl ve temsile gidilmeksizin aynen kabul edilir. Allah Teâlâ en yücedir.
«Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Bunların her biri belli bir süreye kaüar hareket edecektir.» Buradan güneş ve ayın kıyametin kopması ile hareketlerinin kesilmesine kadar harekete devam edeceklerinin kasdetiildiği söylenmiştir. Nitekim başka bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Güneş de yörüngesinde yürüyüp gider. Bu, Azîz, Alîm'in ölçüsüdür.» (Yâsîn, 38). Bu âyette geçen karâr yerinden maksadın ne olduğu hakkında şöyle denilmiştir : O, diğer yönden yeryüzünün içini ta'kîb eden Arş'ın altıdır. Güneş ve ay ile diğer yıldızlar, oraya ulaştıkları zaman Arş'tan en uzak noktada olurlar. Delillerinin de getirildiği sahîh görüşe göre o, bu yüzden âlemi ta'kîb eden taraftan bir kubbe olup diğer felekler gibi (âlemi) kuşatmamıştır. Zîrâ onun dayanakları ve onu taşıyan «Hamele Melekleri» vardır. O halde bu, yuvarlak felekler içinde tasavvur olunamaz. Âyetler ve vârid olan sahîh hadîsleri düşünen kimseler için bu açıktır. Hamd ve minnet Allah'adır.
Allah Teâlâ burada güneş ve ayı zikretmiştir. Çünkü sabit yıldızlardan daha şerefli ve büyük olan yedi seyyare yıldızlarının en açık olanları bu ikisidir. Madem ki Allah Teâlâ bunları buyruğu altına almıştır, o halde diğer yıldızların buyruğu altına girmeleri evleviyetle gerekir. Nitekim Allah Teâlâ, başka bir âyette buna şöyle işaret buyurur : «Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer O'na ibâdet etmek isteyen kimselerseniz onları yaratmış olan Allah'a secde ediniz.» (Fussi-let, 37). Bununla birlikte Allah Teâlâ başka bir âyette bunu daha da açık bir şekilde şöyle zikreder : «Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emri ile müsahhar kılınmışlardır. Bilin ki; yaratma da, emir de O'nundur. Âlemlerin Rabbı olan Allah'ın sânı ne yücedir.» (A'râf, 54).
Rabbınızla karşılaşacağınıza kesin olarak inanmanız için O'ndan başka ilâh olmadığına, dilediği zaman yaratmaya nasıl başlamışsa yaratmayı tekrar edeceğine delâlet eden âyetleri, delâletleri uzun uza-dıya açıklar.2
İzahı3
İzahı
Pozitif İlmin Kâinat Anlayışı3
Pozitif İlmin Kâinat Anlayışı
Kâinatın menşe'ini; pozitif ilmin metodlarım ve verilerini kullanarak açıklama tarzına ilmî kâinat anlayışı diyoruz. Aslında bilgi olayının analizi halinde pozitiflik durumunun çok zor olduğu anlaşılır. Pozitif ilimde metod; gözlem, deney ve hipotez safhası olmak üzere üçe ayrılır. Pozitif ilim de hadd-i zâtında din ile ortak noktalara sahip bulunmaktadır. Çünkü pozitif ilim, her konuyu bu üç safhadan geçirme imkânına sahip değildir. Engin kâinatı bütün geniş-liğiyle tecrübe alanı içerisine yerleştirmek şöyle dursun genişliğini tasavvur etmek dahi zordur. Kaldı ki pozitif ilimde de tıpkı din gibi görülmeyen, gözlenemeyen ve denenemeyen unsur önemli bir yer tutmaktadır. Sözgelimi bilimin bugün kendisi için konu aldığı birçok hususu gözlem, deney ve hipotez safhalarından geçirdiği söylenemez. İlimler içinde en gerçek ve yalın olarak kabul edilen matematiğin maddî alana indirgenmesi sayılan geometrinin prensibleri tâm olarak bu safhadan geçmiş değildir. Matematik isbâtm esâsını teşkil eden dedüksiyonun dayandığı prensibler, aksiomlar, tanımlar ve postulatlardır.
1- Aksiomlar (axiome); belirsiz nicelikler arasındaki oranlan göstermeye yarayan, apaçık, zorunlu ve apriori önermelerdir. Buna göre aksiomlar, isbât edilemezler, isbât edilmeksizin kabul edilirler. Çünkü isbâta muhtaç değildirler. Aksiomlar, ancak zihnimizin kendi yapısından kaynaklanan aynilik prensibi ile isbât edilebilirler. Aksiomlar, ayniyet prensibinin matematiğin konusu olan niceliklere uygulanmasından ibarettir, Aksiomlar apaçıktır, zîrâ onlardan şüpheye düşmeksizin olduğu gibi kabul ederiz. Aklın mevcûd yapısı içerisinde aksiomların aksini iddia etmek imkânsızdır. Aksiomların doğrulukları doğuştan (apriori) dır. Deneye tâbi olmaksızın akıl tarafından kabul edilirler. Her türlü deneyden öncedirler ve geneldirler, bütün niceliklere uyarlar. Bazı aksiom örnekleri şunlardır :
a) Bütün; kendisini meydana getiren parçalardan büyüktür.
b) İki şey; ayrı ayrı üçüncü bir şeye eşit olursa; o iki şey de birbirine eşit olur.
c) Eşit niceliklere eşit nicelikler eklenirse; eşitlik bozulmaz.
d) Eşit niceliklerden, eşit nicelikler çıkarılırsa; sonuç aynı kalır.
2- Matematik Tanımlar : Matematik kavramların ve geometrik şekillerin temelli özelliklerini, aralarındaki münâsebeti bildiren, onlarm sınırını çizen önermelerdir. Sayının, birimin, açının, noktanın ve paralelin tanımı gibi. Matematik, aklî bir ilim olduğu için tanımlar; matematik ilimlerin temelini-teşkil ederler. Gerek sayılar, gerekse geometrik şekiller zihnimizin yapısından "kaynaklanan ve zihin tarafından konulmuş olan kurallardır. Tanımlar; her ilimde ayrı ayrı olmak üzere özeldirler (geometrik, mekanik, matematik tanımlar gibi) aprio-ridirler. Deneyden önce zihinde vardırlar. Matematik tanımlar değişmezler. Çünkü tanım, zihin yapısından kaynaklanmaktadır. Dış dünyada müşahhas bir gerçeklikleri, karşılıkları yoktur. Matematik tanımların kaynağının, akıl veya deney olduğu konusu tartışılmıştır.
3- Postulatlar( Postulat); isbât edilmeksizin kabul edilmeleri istenen fakat apaçık ve zorunlu olmayan önermelerdir. Postulatları koyan matematikçidir ve onun aksiomlar gibi isbât edilmeksizin kabulünü ister. Ancak postulatlar apaçık değildir, akıl onu doğrudan doğruya kabul etmez. Geometri ve mekanik gibi bazı bilimlerin postulatı vanjır, dolayısıyla özeldirler. Zihin postulatların aksini düşünebilir, onun için zorunlu değildirler. Postulatlar, deneyden sonra (aposteriori) elde edilirler. Meselâ Euclides (M.Ö. 306-283) geometrisine göre :
a) îki noktadan ancak bir doğru geçer,
b) İki nokta arasındaki en kısa yol doğrudur,
c) Bir doğrunun dışındaki bir noktadan o doğruya yalnız bir paralel çizilebilir. Bunlar postulattırlar. Bu postulatlardan uzayın üç boyutlu olduğu, uzayın düzlem şeklinde olduğu ve uzayın homojen ve izotrop (yani her tarafa doğru ne kadar uzatılırsa uzatılsın, her yönde ve her parçası kendi kendisinin aynı) oluşu gibi postulatlar zımnen mevcûddur. Ancak XIX. yy. da Euclides dışı ve metageometri adı verilen, klasik geometrinin dışında bazı geometriler çıkmıştır. Rus matematikçisi Lobatscbevski ve Macar J. Bolyai, Euclides'in; bir doğrunun dışındaki bir noktadan o doğruya ancak bir paralel çizilir postulatını reddederek, başka düzlemlerde olmak kaydı ile sonsuz paralel çizilebileceğini iddia etmiştir. Uzay da hem içbükey, hem de üç boyutlu değil (n) boyutlu olarak kabul edilmiştir. Bilâhare Alman matematikçisi Riemann, uzayın küre şeklinde (dışbükey) olduğumu belirtmiştir. Bu takdirde, iki nokta arasındaki en kısa yol doğru değil eğri olur. İki noktadan birçok doğrular geçer. Bir doğrunun dışındaki bir noktadan o doğruya hiç bir paralel çizilemez. Einstein da uzayı üç boyutlu kabul etmiş ve-zamanı dördüncü boyut olarak vaz'etmiştir.
Bu geometrilerden her birisi kendi içinde tutarlı ve değerlidir. Ancak basit olduğu için Euclides geometrisi uygulanmaktadır. Uzayı yirmi boyutlu tasavvur etmek bizim için son derece güçtür. Fakat elektron, proton ve elektromagnetizm söz konusu olunca; Euclides geometrisi kâfî gelmemekte, diğer geometrilere baş vurulmaktadır. (Bkz. Henri Poincare, Bilim ve Hipotez; Bilimin Değeri; Bilim ve Metod)
Şu halde ilim, bugün için kesin bir hükme değil, kesin olduğu kabul edilen postulatlara dayanmaktadır. Yani bilinmeyen ve görünmeyene. Görülüyor ki en yakın ve gerçek bilim olarak kabul edilen matematik için dahi tam anlamıyla bir pozitiflik söz konusu edilmemektedir.
Platon'a göre evren, etrafı cehennemlerle çevrili yuvarlak bir masa gibidir. Aristoteles ise, dünyanın küre biçiminde olduğunu ve kâinatın merkezini teşkil ettiğini söylüyordu. Newton, feza içerisinde maddenin eşit olarak yayıldığını kabul ediyordu. Einstein'a göre evren, sonlu ve sınırsızdır. Sözgelimi bir kürenin yüzeyi sonlu olmasına rağmen üzerinde düzensiz hareket eden bir varlık için sınır düşünülemez. Ona göre üç boyutlu uzay, sonlu fakat sınırsızdır. Uzay, maddeden ayrı bir varlık değil maddenin ayrılmaz bir bütünüdür. Üç boyutlu uzay ile zaman dört boyutlu uzayın ayrılmaz boyutlarıdır.
De Sttar'a göre ise evren, sürekli genişleme içerisindedir. Lemaitre (Belçika'lı, 1929) ve Freidman (Rus, 1922) Einstein ile De Sttar'm kâinat anlayışlarının birbirini tamamladığım belirterek, Einstein'ın tasavvur ettiği gibi evren, ebedî değildir ve var olduğu andan beri genişlemektedir.
Eddington'a göre evrenin yarıçapı 1068 milyon ışık yılı (bir ışık yılı, saniyede 300 bin kilometre hızla giden ışığın bir yılda aldığı yoldur ki, yaklaşık, 9.460.800 milyon km. dir.)dır. Genişlemeye devam ederek başlangıcından en az 10 veya 20 defa daha az yoğun hal aldı-ğ'nı belirtir.
Günümüz ilminin evren telâkkileri bundan ibarettir.
Kâinatın menşe'i konusuna gelince; bu hususta Rönesans'tan itibaren antikçağa göre çok farklı teoriler ortaya atılmıştır. Kâinatın menşe'i konusunda ilk pozitif izah denemesini yapan Newton'a göre; güneş, gezegenlere kuvvet tatbik etmektedir. Güneşin gezegenleri çekmesi sonucu gezegenlerin doğrultusu değişmiştir. Gezegenlerin doğuşu ile evren doğmuştur. Newton'un izahı gravitasyon (cazibe) kanunu doğrultusundadır. Buffon (1750) ise bir kuyruklu yıldızın güneşe çarpması sonucu dağılan parçaların sonradan yoğunlaşarak gezegenleri meydana getirdiğini iddia eder.
Kant'a göre; kâinat, ilkin gelişigüzel dağılmış ve çeşitli elementlerden meydana gelmiş bir buluttan ibaretti. Bulutu teşkil eden bu ilk madde bir araya gelerek güneşi oluşturmuştur. Kütle halinde toplanan bu madde yavaş yavaş soğumuş, soğurken büzülmüş ve devir hızı gittikçe artmıştır. Ekvator kısmından fırlayan gaz kütlelerinin soğuması ile önce sıvı, sonra katı olan gezegenler ve dünya meydana gelmiştir.
Laplace da Kant'tan habersiz olarak 1796 yılında, benzer bir teori öne sürmüştür. Ona göre; güneşten kopan parçaların hızının gittikçe artmasıyla dönen kütle, yassılaşmış ve mercek halini almıştır. Bu esnada ekvator kısmından fırlayan parçalardan aralıklı olarak gezegenler, uydular meydana gelmiştir. En sonunda güneş büzülemeyecek bir hal almıştır ve artık yeni gezegenler doğuramaz olmuştur. Clark-Max-wall bu iki bilginin teorisinin matematik gerçeklere uygun olmadığını belirtirler.
Yeni Zelanda'h bir bilgin olan Bickerton'a göre; güneşe bir yıldız çarpmış ve bu çarpmadan üçüncü bir cisim meydana gelmiştir. Daha sonra Sedwig, güneşe bir yıldızın çarpması yerine, gezegenlerin yakınından geçen bir yıldızın uyguladığı med kuvveti ile güneşten koptuğunu belirtmiştir. Aynı teoriyi benimseyen Chamberlain ve Mo-ulton, güneş üzerinde patlamalar olduğunu, eskiden daha fazla olan bu patlamaların yakından geçen bir yıldızın uyguladığı med sonucu, gaz fiskelerinin güneşin atmosferinden uzaklaştığını ve bunların da soğuyarak gezegenleri meydana getirdiğini belirtmiştir. Sir James Je-ans ise güneşin ikinci bir yıldıza uyguladığı med kuvvetinin etkisiyle gezegenlerin teşekkül ettiğini söyler. Ünlü Alman fizik bilgini Weiz-saker ise 1943 yılında Kant-Laplace teorisini reddederek, dünyamızı meydana getiren elementlerin güneşte ve diğer gezegenlerde pek az nis-bette bulunduğunu, ayrıca güneşte büyük nisbette mevcûd olan helyumun ve hidrojenin dünyamızda az bulunduğunu, dolayısıyla güneşten kopma esnasında bu elementlerden çok az kısmının dünyaya geldiğini belirtmektedir. Bunlar güneş üzerinde veya yıldızlar arası alanda kalmış olabilir. Gezegenlerin aslını teşkil eden bu ince tozlar büyük kütleler halinde toplanmıştır. En azından 'ki yüz milyon senede bu toplanma olmuştur. Med teorileri tutarsızdır. Zîrâ kırk milyar yıldızın bulunduğu kabul edilen galakside milyarlarca senede bile çarpışma imkânı yoktur.
Materyalist bir bilgin olan Fred Hoyle'e göre, kâinatın başı veya sonu yoktur. Milyarlarca sene zarfında boşlukta başıboş olarak dönen galaksilerden yenileri doğmuştur. Bu doğuş; çarpma, med veya başka şekilde olabilir. Neticede hidrojen atomlarından madde varolmuştur. Yokolan eski kehkeşânlann yerine yenisi gelecek ve bu devr-i dâim sürüp gidecektir.
Rus asıllı olup Amerika'da yaşayan George Gamow ve arkadaşla-n ise, adına «Bigbang» denilen, «Büyük patlama» teorisini geliştirmişlerdir: Gelişmiş gözlem tekniğiyle isbât edilmeye çalışılan Bingbang teorisine göre; kâinatın bütün madde ve enerjisinin toplamını teşkil eden iptidaî atom veya kozmik bileşik'in dehşetli bir patlama üe genişlemesi sonucunda kâinat meydana gelmiştir. Patlamanın ilk anında sıcaklık trilyonlarca derecede imiş. Bu esnada hâl-i hâzırdaki kâinatı meydana getiren atomlar yaratılmış, Sonra bu parçalarından atomlar, atomlardan gaz ve toz bulutları, bulutlardan da galaksiler teşekkül etmiştir. Bu patlamanın etkisiyle kâinat genişlemektedir. Ancak çekim gücünün karşı koyması sonucu bu genişlemenin etkisi gittikçe zayıflamaktadır. Gamow'a göre bu da yaklaşık on beş milyar sene önce cereyan etmiştir. 3
Şimdi de içinde yaşadığımız kâinatın ömrü konusundaki ilmî faraziyeleri görmeye çalışalım.
Gamoıv'a göre; kâinatın şimdiki hali devamlı bir tekâmülün eseridir. Tekâmül hareketi, birkaç milyar sene evvel mütecanis bir halde bulunan maddede yüksek bir basınçla başlamıştır. Bunu, kâinatın içinden alıp laboratuvarlarda tahlil ettiği muhtelif maddelerin muhtemel yaşlarını inceleyerek isbâtlamaya çalışır. Meselâ Thorion ve âdî Uranyumun period denilen yarı hayat devirlerini inceleyerek yaşlarını tahmin etmek mümkündür. Gamow, bir maddenin kendi aslî miktarının yarısının parçalanması için gerekli zamanı ilmî incelemeler neticesi tahmîn etmektedir ki; bu miktar, Thorion ve âdî Uranyum için dört buçuk milyar senedir. Bu bilindiğine göre, bir maddenin atomlarının şekillenmesi için kaç milyar seneye ihtiyâç olduğunu bulmak zor değildir. U235 ile ifâde edilen bir başka cins uranyumun hayat periodu ise 0,9 milyar senedir. U235, kâinatımızda çok nâdir olarak bulunur. Ve bu duruma gelebilmesi için yedi period devir geçmesi gerekir ki; bu, aşağı yukarı altı milyar senedir. Radyoaktif elemana sahip olan potasyum izotoplarının da, birkaç milyar senelik period içinde bozularak azaldığı ilim erbabınca bilinmektedir. İzotopların tesbîti, çekirdeklerin şekillenmesi (formasyonu) ile mümkün olur. Kâinatta bir milyar seneden daha az yan hayat periodlu bir radyoaktif madde bulmak mümkün değildir. Buradan da atomun teşekkülü için ortalama olarak birkaç milyar seneye ihtiyâç olduğu gerçeği ortaya çıkar4
Bu hususta James Jeans da şöyle diyor: «Bütün teorileri bir tarafa bırakarak müşahedeler ile kâinatın yaşını tesbîte çalıştığımız takdirde, şu neticeleri elde ederiz; Kâinat her yüz milyon ışık senelik uzaklık için saniyede 168 kilometrelik zahirî bir genişleme hızına sâhibtir. Başka bir ifâde ile kâinatın boyutları her 20 milyon senede yüzde bir miktarında artmaktadır. Bu takdirde esâs genişlemenin, son 200 milyon sene içinde vâki' olması gerekir» 5
Kâinatımızda mevcûd olan taşların ve kayaların hayat devrelerini ve teşekküllerini de ilmî bir inceleme ile tahmin etmek mümkündür. Radyoaktif saat metodu ile yapılan bu incelemelerden kâinattaki kayaların ve taşların teşekkülü için ortalama üç buçuk milyar seneye ihtiyâç olduğu ortaya çıkmaktadır.
Okyanusların yaşı da Halley metodu ile tahmin edilmektedir. Nehirlerin getirdikleri tuzların nisbetine göre okyanuslardaki sular da tuzlu olacaktır. Tuzlar, kaya ve toprak yüzeylerini yalayan sular tarafından nehirlere ve oradan da okyanuslara akıtılmaktadır. Buharlaşma neticesi tuzlar gittikçe artmaktadır. Okyanus sularındaki bu tuzluluk oranı asırlara göre taksim edildiği takdirde, bu miktarın her asır için milyonda bir nisbetinde olduğu bulunmaktadır. Bu ölçü sayesinde okyanusların yaşının ortalama üç milyar sene olduğu tahmin edilmektedir.
Ayın yaşını tahmin işlemi de oldukça dikkat çekicidir. İlmî ölçülere göre her yıl ay dünyadan 12,7 cm. hızla uzaklaşmaktadır. Bu arada güneşimizin de, bugün içinde bulunduğu yıldızlar kümesinden 0,75 saniyelik bir hızla uzaklaştığını söyleyelim. Dünyamızın güneşten koptuğu ve ayın da dünyadan ayrılmış bir parça olduğu hatırlanınca, ayın ömrünü tesbît etme imkânı kolaylaşacaktır. Ayın bugünkü uzaklığı yukarda verdiğimiz rakamlara bölününce 3,5 milyar sene gibi bir rakamla karşılaşırız.
Kâinatın, tedricî tekâmülün eseri olarak meydana geldiğini isbât için, güneşin yaşını tesbît etme usûlü, de delil olarak gösterilir. Güneşin ömrü, içinde bulunan hidrojenin transformasyonu (dönüşümü) ile ölçülmektedir. Çekirdek transformasyonu denilen bu işlemde bir hidrojen atomundan 2x10^ kalori serbest kalmaktadır. Güneşte her saniyede 5xlO38 atom parçalanmakta ve 800 milyon ton hidrojen yanmaktadır. Güneşin hacminin yüzde ellisini hidrojen teşkil eder (Etrafımızdaki Kâinat, 95). Bu hidrojen miktarının bitip tükenmesi için 5xlO10 sene geçmesi gerekir. Bu tahminlere göre-güneşin yaşının 3 milyar seneye yaklaşık olduğu sanılmaktadır6
Aynı metod ile yıldızların yaşının da 3 milyar sene civarında olduğu tesbît edilmiştir. Kehkeşânların yaşlan da bu miktarın altında değildir 7
Bu izahattan kâinatımızın yaşının 1-10 milyar sene arasında değiştiği sanılmaktadır.
Materyalist bir bilgin olan Fred Hoyle'e göre; kâinatımızın başı veya sonu diye bir şey kabul edilemez. Milyonlarca sene zarfında boşlukta dönmekte, olan galaksiler arasından yenileri meydana gelmiş-tir.Bu teşekkül sonunda madde, hidrojen atomlarından var olmuştur. Uçan eski kehkeşânların yerine yenisi gelip yerleşmektedir. Sonsuza kadar bu devr-i dâim sürecektir. Yok olup giden eski galaksilerin yerine yenisi teşekkül edecektir. Yıldızlar arası sahada bulunan maddeler fasılasız yenilenip tekrar teşekkül etmektedir.
Kâinatın başlangıçta gaz kümelerinden meydana geldiğini bildirmiştik. Ancak o durumdan bugünkü şekle nasıl geçmiştir? Hangi merhaleleri ta'kîb ederek hayata elverişli hale dönüşmüştür?
Yayılmadan önce kâinatımızın esâs maddesini gaz teşkil ediyordu ve bu gaz, bilinen bütün mekânı ihata etmişti. Sıcak gaz, genişleme esnasında hararetini kaybeder. Ve çekim kanunu gereğince gazlı maddeler cazibenin te'sîri ile birbirinden bulutlar halinde aynlıverirler. Bunun neticesi bizim güneş manzumemizin de bir uzvu bulunduğu kehkeşânlar meydana gelir. Semâda halk ta'bîri ile «Samanyolu» adı verilen kehkeşânların sayısı pek çoktur. Kâinatın, başlangıçta bir olan kütlesinden kehkeşânların ayrılışında en büyük rolü cazibe kanunu oynamıştır.
Cazibe kanununu daha iyi anlayabilmek için yeryüzündeki atmosferi inceleyen J. Jeans şöyle diyor :
«Arz atmosferinde 10" molekül var. Neden bunlar mekâna dağıl-mayıp da arza bağlı bir atmosfer teşkil ediyorlar? Bunları böyle tutan nedir? Bu suâlin tabiî cevabı arzın gravitasyonudur. Yeryüzünden saniyede onbir kilometre veya daha yüksek hızla atılan bir mermi uçup mekâna dalar, çünkü arzın çekme kuvveti, bu kadar hızlı bir mermiyi durduramaz. Fakat bundan daha az bir hızla atılan bir mermi arzdan ayrılmaz. Çünkü hızı yer çekiminden kurtulmasına kifayet etmez. Hızları saniyede bir buçuk kilometreden düşük olan molekül mermiler arzdan uzaklaşamazlar. Arzın cazibe kuvveti bunları mütemâdi surette çeker ve bu suretle arzımız, havadan yapılmış bir örtü ile örtülmüş olur.
Nâdir zaman aralığında bir molekül diğer moleküllerle, saniyede onbir kilometre kadar bir hız kazanmak üzere, tesadüfi bir çarpma yapabilir. Atmosferin dışına düşen ve böyle bir hıza sahip olan bir molekül, yıldızlar arasındaki tembel moleküller kalabalığına katılır, böylece atmosferimiz gayet küçük bir kesrini mütemâdi bir surette kaybetmektedir; fakat bu, pek cüz'îdir.
Aynı keyfiyet, güneş için de vâriddir. Güneş ışığı atmosferindeki molekülleri parçalayıp atomlara çevirir. Bunlar, saniyede yaklaşık olarak üç kilometrelik hızla hareket ederler, fakat bir atım merminin güneşten kurtulabilmesi için saniyede altı yüz kilometrelik bir hıza mâlik olması îcâbettiğinden dolayı güneş atomları da atmosfer teşkil etmeye mahkûmdur.
Gezegenlerin atmosferleri, genel olarak, en dıştaki moleküllerin hızlarıyla geri kalan kütlenin bunlara tatbik ettiği çekme kuvveti arasındaki çatışmadan ileri gelmektedir.
Meselâ; ay çekimi, atmosferindeki moleküllere tatbik ettiği çekme kuvvetinin yirmi üçte biri kadar olup, ayda vaktiyle bir atmosfer var idiyse çoktan uçup gitmiştir. Utarid'in çekme kuvveti arzın çekme kuvvetinin onda biri kadar olup, güneşe bakan yüzünün çok sıcak olmasından dolayı atmosferi kaçmıştır. Merih'in çekme kuvveti, arzındakine nazaran beşte bir kadar ise de yüzü daha soğuktur. Hesapla anlaşıldığına göre; su buharı ve diğer ağır moleküller, Merih atmosferinde kalırsa da helyum ve hidrojen gibi hafîf atomlar uçup gitmiş olmalıdırlar.
Newton diyor ki: Bana öyle geliyor ki, büyük nebulaların bu tarzda teşekkülü akla en yakın geldiği gibi, bugünkü nebulaların varolması hakikatini izah için de en uygun gelen faraziye bu olsa gerekir.
Nebulalar bu yolda var olmuşlarsa, molekül hızlarının pek yüksek —saniyede 25.000 metre yahut âdî hava molekülleri hızlarının elli katı mertebesinde— olması îcâbeder. Âdî hava molekülleri böyle bir hızı iktisâb edemez, çünkü bunlar bu hıza varmadan evvel ısı yüzünden atomlarına parçalanır; filhakika bu ısı, değil molekülleri hattâ atomları 'bile bu hızlara varmadan parçalanır ve en dış elektronlardan birkaçını atmış olurdu.
O halde nebulaların bir ilkel kaostaki yoğuşmalarla teşekkül ettiğini farz edecek olsak bu kaos, ne tâm moleküllerden ve ne de tâm atomlardan terekküb edemeyecektir. Bunun birkaç tâm molekül ile, gevşek elektron ve atomlar karışımından mürekkeb olması ihtimâl dahilindedir. Böyle bir ilkel kaosla işe başlayarak nebulaların, New-ton'un tasvir ettiği gibi, gravitasyonel kondansasyonlarla teşekkül etmiş olduğunu kolayca farzedebiliriz. İlkel madde sıcaklığının pek yüksek olmasına luzûm yoktur. Âdî oda sıcaklığında bile elektronların ortalama hızları saniyede 100.000 metre kadar olup, birkaç serbest elektronun varlığı bile karışımın ortalama hızını pek yükseltir ve makul bir karışımda, saniyede 25.000 metrelik istenilen ortalama hız te'mîn edilebilir.
Her molekül, komşularının hepsine bir çekme kuvveti tatbik eder. Tabiî ki molekül fazla olunca, çekme kuvveti, de fazlalaşır. Mekânın herhangi bir yerindeki gaz moleküllerinin sayısı, etrafına nazaran çok olursa; kondansasyon hali (tekasüf) ortaya çıkar. Bu kondansasyon kâfî miktarda olursa, çekim kuvvetinin fazlalığı yayılmanın önüne geçer. Mekânda bir kondansasyon uzadıkça, mütemadiyen büyümesi için normal şartları bulur. James Jeans'ın bildirdiğine göre; 2 milyon km. çapındaki kondansayonun en dışındaki moleküle tatbik ettiği çekme kuvveti, çapı 1 milyon km. olan kondansasyonun en dışındaki moleküllere tatbik ettiği çekme kuvvetinin iki katı ise de, basınç fazlalıkları her iki halde de aynı kalır. O durumda büyük kondansasyon büyümeye daha müsaittir. Büyüğü de daha büyükleri ta'kîbeder 8
Buradan kâinatın istihalesi mevzuuna dönelim ve bu olayın nasıl cereyan ettiğine göz atalım. Kainatınızın cevheri, yapısını meydana getiren ilk maddesi (gaz veya buhar) mekânda üniform olarak yayılmış olsaydı, beher santimetre küpüne 10!B gramlık madde isabet ederdi. Muhayyel olarak kabul ettiğimiz maddeye vereceğimiz yoğunluk da bu cinsten olacaktır. Bu ise aklın alamayacağı kadar düşük bir miktardır. Yoğunluğu, suyunkinin sekiz yüzde biri kadar olan âdı havada iki komşu molekül arasındaki ortalama uzaklık, metrenin milyarda sekizi kadardır. Atmosferimizde bir iğne topuzu hacmini işgal eden hava yoğunluğu bu değere düşürülürse, bir milyar metre küp hacminde yer işgal eder. Bu da bizi mekânın sonsuz boşluğuna iter"9
Kâinatın istihale edişi mevzuunda G. Gamow da «Kainatın Yaratılışı»1 adlı eserinde kısaca şöyle demektedir: «Yeni atom şekillerini ihtiva eden sıcak gaz kümesi, devamlı olarak genişlemekte ve harareti de yavaş yavaş düşmekte idi. Eskiden hararet miktarı birkaç milyon derece iken bu devrede birkaç bin dereceye düşmüş olsa gerekir. Nitekim bu özelliği taşıyan maddeye yıldızlararası sahalarda hâlâ rastlamaktayız. Kâinatın esâs maddesi tedricen parçalar halinde toplanmıştır.
İmkân olsaydı da H. G. Wels'in zaman makinesine sahip olsaydık, geriye doğru giderek kâinatın yaratılmasından sonraki 30.000 seneye varabilseydik, kendimizi —bugün galaksimizdeki yıldızlar arasında nıevcûd olan boşluğa benzeri bir boşluğa benzer bir boşlukta, vakum içinde— yüzer bir vaziyette bulacaktık. Yaratılışın ilk günlerinde mevcûd olan fevkalâde parlaklık halinin genişleme ameliyesi yüzünden, zamanla donuklaşmaya başlaması sebebiyle zifiri karanlık olacaktı.
Kâinatın istihalesini en iyi şekilde anafor hâdisesi anlatır. Bir nehir içindeki anafora dikkatle bakıldığı zaman bunun muntazam olmadığı görülür. Gaz halindeki iptidaî galaksilerin de, böyle gayri muntazam bir hareket ile başlamış olması mümkündür. Ancak gazlardaki anafor hareketi, sıvı maddelerdekinden farklıdır. İşte buna benzer bir termo nükleer reaksiyon ile yıldızlar teşekkül etmeye başlıyor.
Kâinatımızın tarihinde birbirinden farklı iki ameliyenin bulunması lâzım gelmiştir. İptidaî gazın bir tek şekilde genişlemesi anında milyarlarca galaksilere parçalanma muamelesi ve her galaksideki maddenin milyarlarca müstakil yıldızlar halinde tekasüf etme muamelesi. İşte bu iki devrenin sonunda galaksiler teşekkül etmiştir10
Kâinatın Genişliği7
Kâinatın Genişliği
İlim bunca ilerledi, fen bu kadar terakki etti ama, bilinmeyen şeyler bilinene nisbetle eskiye göre daha da arttı. Hızı saatta 40.000 kilometreye yaklaşan Apollo seferleri henüz kâinatımızda en yakın komşumuz olan aya ulaşabilmiştir. Yarın Merih'e de gidebilir insanoğlu, ama 500 milyon ışık senesi mesafede bulunan komşu galaksiye gitmek için bir müddet daha zamanın geçmesi îcâbedecek herhalde. Bakınız astronomi bilgini Pierre Rousseau ne diyor : «İnsan tabiatta nedir? Sonsuza nazaran bir yokluk, yokluğa nazaran bir kül ve yoklukla kül arasında bir mutavassıttır. İnsan; sonsuzdan ve yokluktan ibaret olan iki uçtan sonsuz derecede uzaktır. Ve onun varlığı; içinden çıktığı yokluktan ve içine batmış bulunduğu sonsuzdan aynı derecede farklıdır.»11
Fakat insanoğlunun o yaman azminin elinden kurtulacak hiç birşey yoktur kâinatta. Yarın olmazsa bir gün ta o uzak mekânlara da gideceğinden asla ümidimizi kesmeyelim. Ne der İmâm Ali (k.v.) : «Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir cüsse sanıyorsun ama sende koca bir âlem gizlidir.»
Küçük bir vücûddan ibaret olan insanoğlu, kâinat nizâmında bir zerrecik bile olamazken 500 milyon ışık senesi uzaklığa gömülmüş olan kehkeşânlan, semânın bağrına batırdığı teleskoplar sayesinde gözetlemiş ve terkibini öğrenmiştir. Gözle görülmeyecek derecede küçük olan atomların kalbine dalmış ve gizli bulunan koca bir âlemi gözler önüne sermiştir.
Kâinatın genişliğini anlayabilmek için aşağıdaki vâsıtalardan birisini kullanmak gerekir :
1- Değişen yıldızlar: Yıldızlar umumiyetle kararlı bir seviyede ışık neşrederler. Böylece bir yıldızın mum cinsinden kuvvetini öğrenebilmek için pek zorluk çekmeyiz. Orta dereceli bir yıldız olan güneşimiz 2x23x10" mumluk 12ışık neşreder. Bu arada birtakım yıldızların ışık kuvveti azalıp çoğalır. Ancak bu değişlikliklerde de yine pek kuvvetli bir nizâm hâkimdir. «Biz, her şeyi, bir ölçü içinde yarattık» âyet-i kerîme'si bunun ifâdesi değil midir? Zâten kâinatta nizamsız ne vardır ki? Rabbım her şeyi yerli yerinde bir nizâm ve düzen içinde yerleştirmiştir. Chepid değişenler adı verilen yıldızlar vasıtasıyla kâinat muammasının en derin ve meçhul taraflarını inceleme fırsatını Allah, insanoğluna vermiştir. Bu yıldızlarda, ışığın çabukça bir artış kaydedip, peşinden yavaş yavaş bir azalma kaydettiği görülür. Sonra tekrar bir hızla artar ve eskisi gibi yavaşlar. Bu ışık değişiminin periyodlan, birkaç gün veya saattan başlayarak nâdir hallerde bir aya varır. Umumiyetle 6 ilâ 10 saattir.
2- Uzun periyodlu değişkenler : Bunların parlaklıkları, güneşin parlaklığının on bin katını bulur. Chepidlerin görülmediği derinliklerde ölçü vâsıtamız bunlardır 13
3- Novalar : Yeni yıldızlar demek olan novalar, arasıra gökte âdî bir yıldızın fevkalâde bir parlaklık kaydettiği, lüminosite kabiliyetinin bin kat üstüne çıktığı görülür. Bu arada Dr. Schemid'in 24 Eylül 1876 da rasad ettiği «Novacini» adlı bir novanın; dört gün içinde en son parlaklık noktasına vardığını, iki hafta sonra söndüğünü ve artık ışığının teleskopla görünmez olduğunu zikretmemiz yerinde olacaktır. Schemid'in bildirdiğine göre Novacini'nin hacmi güneşten daha büyüktü. Jeans'ın dediğine göre; «Novalardan çoğu güneş ışığının yirmi beş bin katı eşit maksimum lüminositiye sâhib olurlar.»14 Süper novalar ise, kısa bir müddet içinde güneşin lüminosite kudretinin yüz milyon kat fazlasına ulaşırlar. O yüzden istisnaî durum arzederler. Novalar göğün muhtelif noktalarında, bilhassa akstra galatik nebulalarda görüldüğünden, uzaklık ölçmesinde tahminî ölçek vazifesini görürler.
Ayrıca «mavi yıldızlar» adı verilen ve pek az değişebilen bir tür yıldız daha vardır. Standart ölçüde bunlar da pek faydalı olmaktadırlar.
Buna göre şimdi kâinatımızın genişliğine dalabiliriz. Bu konuda ilim adamlarının durumu, kuyuya düşen körlerden farksızdır. «Ve siz her şeyi bilemezsiniz» hükmü, kâinatın her zerresinde carîdir. Bize en yakın yıldızın ışığının 4. 1/2 ışık yılında geldiğini ve ışığın da saniyede 300.000 kilometre hızla ilerlediğini İkiliyoruz. Güneşin ışığı bize 8 dakika 18 saniyede gelir. Güneşimizin en uzaktaki uydusu olan Plüton'a ise ışığı 5,5 saatta ulaşır. Wolf 424 denilen en yakın yıldızın ışığının bize ulaşması için 4,5 yıl geçmesi gerekir. Vega yıldızının ışığı ise bize sadece 26 senede gelir 15
Globular kümesinden en yakın yıldızın ışığı bize 22.000 ışık senesinde gelir. N.G.C. 7006 no'lu globu kümesinin ışığı bize 186.000 ışık senesinde gelir. Bu kümeden bize gelen ışığın, yeryüzünde Hz. Âdem'in zuhuru sırasından kalmış olup saniyede 300.000 kilometre hızla hareket ederek, insanlığın çocukluğu, gençliği ve ihtiyarlığı devrelerinde tarihin kaydedebildiği bütün zaman şeridi içinden geçerek ancak şimdi bize ulaştığını (P. Rousseau, a.g.e., 67) söylersek, astronomik rakamların dehşeti karşısında başımızın nasıl döndüğünü, aklımızın nasıl yerinden hopladığını anlarız. Bu korkunç rakam, bizi henüz kâinatın sınırlarına yaklaştırmış mıdır? Nerede?... 186.000 ışık yılı bizi sâdece galaktik sınır karakoluna teslim ediyor. Bütün globular kümeleri, merkezi güneşten 50.000 ışık yılı olan ve yan çapı 115.000 ışık yılı kadar tutan bir daire içine düşer. Kehkeşanlar diyânna dalan teleskoplar, cinler ülkesine giren delileri andırırlar. Işık, bir keh-keşâmn ucundan diğer ucuna tâm 50.000 ışık yılında ulaşır. Jeans'a göre; güneşimiz, galaksi (kehkeşân) etrafındaki seyahatim 250 milyon senede ancak tamamlayabilir. Galaksi kümesinin yörüngesinin uzunluğu da 230.000 ışık senesidir. Bu sahadaki yıldızların sayısı da bir milyar beş yüz milyona ulaşır (P. Rousseau, 75). Kehkeşanlar diyârmdaki yıldızlar ormanının tahminî adedi 40 milyar yıldızdan ibarettir (Dilerseniz şimdi nebülozlar ülkesine kısaca dalıp tahminleri serdedelim. Nebülozlar ülkesinin bize en yakın nebulası, Andromedea burcundaki büyük nebula olup 680.000 ışık senesi uzaklıktadır. Nebulaların arasındaki uzaklık ise, ortalama olarak 1.500.000 ışık senesi bir mesafedir. Ülkemizde bazı sönük ne-bulalar vardır ki, tahminî uzaklığı 500 ile 1000 milyon ışık senesidir. Andromedea'daki M 31 nebulasının kütlesi de güneşimizin kütlesinin üç milyar beş yüz milyon katı kadardır. Virgoda N.G.C. 4594 nebulasının kütlesi ise güneşinkinin tâm 35 milyar katıdır. Einstein'ın orijinal kozmolojisine göre, kâinatın mekânda yarı çapı 3.3 milyar ışık senesidir.
İsterseniz verdiğimiz bu rakamları müşahhas haliyle zihnimize yerleştirmek için birer model olarak görelim. Bu arada iki modelden bahsedeceğiz.
James Jeans'ın Kâinat Modeli8
James Jeans'ın Kâinat Modeli
Bize en yakın yıldızın uzaklığı olan dört buçuk ışık senesinin bile kavranmasının zor olduğunu bilirken, bizi görünebilen en uzaktaki nebulalara götüren^ yüz milyonlarca ışık senesini düşünmekten vazgeçmek tavsiye edilebilirse de, münâsib bir eşele göre çizilmiş bir model yardımıyla bu mesafeleri birbiriyle kıyas ederek bu zorluk az çok ortadan kalkar. Tahayyül edilemeyecek derecede büyük olan uzaklıkları, mikyas küçültmek suretiyle, kolay tasavvur edilebilecek şekle sokmuş olabiliriz.
Bir ekspres treninden bin kat hızla koşan arzımız, her sene güneş etrafında 950 milyon kilometre kadar uzaklık kat ediyor. Bu yörüngeyi çapı 1.5 mm. kadar tutan bir iğne topuzuna benzetelim, bu mikyasa göre güneşin çapı 1/136 milimetre kadar olur. Arz ise en kuvvetli mikroskopla görülemeyecek derecede küçülmüş olur. Gökte en yakın yıldız olan Proxinıa Centauri, bu mikyasa göre, 200 metre uzak-^ ta bulunur. Bu modelin, mekânda güneşimize en yakın yüz yıldızı ihtiva edebilmesi için, uzunluğunun 1,6 kilometre, genişliğinin 1,6 km. ve yüksekliğinin 1,6 kilometre olması îcâbeder.
Modeli kurmakta devam edelim. Yıldızlan toz zerreleri gibi kabul edebiliriz. Çünkü bunların büyüklükleri arasındaki fark, toz zerreleri büyüklükleri arasındaki farka benzer. Modelde güneş civarındaki yerlere ortalama 400 metre açıklıkta toz zerreleri koymalıyız. Mekânın diğer mıntıkalarında bunların arası, genel olarak daha açıktır; çünkü «lokal kümeler» in varlığından dolayı güneş civarı, göğün tesadüfen en kalabalık mıntıkasıdır. Modelimizi her doğrultuda yüzlerce kilometre büyütür ve galaktik düzlemden epey açıklara çıkarsak, toz zerreleri seyrekleşmeye başlar; böyle yapmakla galaksi sınırına yaklaşmış oluruz. Galaktik düzlemde en uzaktaki globular kümeye henüz varmadan sekiz bin kilometre gitmiş oluruz; güneşten bu kadar uzaklaştığımız halde galaktik sistemden henüz çıkmış değiliz. Arzın güneş etrafındaki yörüngesi, bir iğne topuzu büyüklüğüne inerse, galaktik sistemin büyüklüğü de Asya kıt'ası büyüklüğüne iner. Zihnimizde kurduğumuz kâinat modelinde daha ileriye gitmezden evvel bir kıt'a ile iğne topuzu büyüklükleri arasındaki farkı bir düşünelim.
Galaktik sistemi bitirdikten sonra, modelimize yeni bir parça eklemeden evvel otuz iki bin kilometre kadar gitmeliyiz. Bundan sonraki yıldız ailesini bu uzaklığa koyacağız. Öyle bir aile ki, bizim galaktik ailemize nazaran daha küçük ve daha iyi istifli olması ihtimâl dâhilinde bulunmakla beraber, büyüklük ve sayı bakımından bizimkiyle kıyâs edilebilir. Bundan sonra modelimizi büyütmeye devam edersek, her elli bin kilometre içine bir milyar yıldızlık bir aile sokmak üzere yürüyeceğiz ve bu ailelerden iki milyonuna yer vereceğiz. Bu modelin her doğrultudaki uzunluğu beş milyon kilometre kadar olacaktır. İşte bu model, şimdi teleskopla göreceğimize göre, mekânımızı gösteriyor; gerçi bu modelin daha büyüyebileceğini düşünebilir-sek de nasıl ve nereye kadar, işte bunu bilmiyoruz. Şimdilik bildiğimiz bir şey varsa, o da kâinatın ancak bir kesrinin modelini yapmış olmaklığımızdır.
Bu modele göre güneş, pek küçük —çapı milimetrenin yüz otuzda biri kadar olan— bir toz zerresi kadar olduğu gibi, diğer yıldızların büyüklüğü de bundan biraz büyük veya biraz küçük toz zerreleriyle gösterilir. Modelimizdeki toz zerrelerinin toplam sayısı, Londra veya Neıvyork gibi büyük şehirlerdeki toz zerreleriyle kıyâs edilebilir. Filhakika beher santimetreküpe 40.000 toz zerresi isabet etmek üzere 12 kilometreküp havadaki toz zerreleri kadardır. Güneşimizi böyle büyük bir şehirdeki bir toz zerresi ve arzımızın da böyle tozlardan birinin milyonda biri kadar bir parçası haline girdiğini bir düşünebilsek mekândaki vatanımızla, kâinatın diğer parçaları arasındaki bağ hakkında bir fikir edinebilmiş oluruz.
Londra'daki bütün tozlan, mekândaki muhtelif yıldızlan göstermek üzere tâm uzaklıklanna yaymak suretiyle diğer bir model yapabiliriz. Londra'daki toz zerreleri arasındaki ortalama uzaklığı, bir santimetrenin küçük bir kesri olarak alalım : Modelimizi doğru mikyasta yapabilmek için, mekânın güneş etrafındaki kalabalık parçasını kurabilmek için bile, bu uzaklık dört yüz metreye çıkarılmalıdır. Modelimizi bu yolda kurabilirsek, mekânın boşluğunu daha canlı bir surette gösteren bir model yapabilmiş oluruz. Eğer bomboş Waterlo istasyonunda, sâdece altı toz bulundursak burasını mekândaki yıldızlara nazaran daha kalabalık bir halde bulundurmuş oluruz. Bu keyfiyet, ga-laktik sistem içindeki nisbeten en kalabalık oları mıntıka için bile vâ-riddir. Bir yıldız sistemiyle diğeri arasındaki müdhiş boşluğu bu bile anlatamıyor. Bütün model içinde ortalama işine devam edersek, bir tozla en yakınındaki toz arasındaki ortalama uzaklığın yüz otuz kilometre kadar olacağını buluruz. Bu halde kâinat yıldızlarla dolu değil, belki sâdece büyük bir boşluktan ibarettir, akla sığmayacak derecede büyük ve öylesine bir çöl mekân ki, içinde bir yıldıza nadiren tesadüf edilir.
Bu hesaplara göre önümüzden bu hızla bir yıldız geçti mi, diğer ylıdızm geçmesi için milyon, milyon, milyon sene beklemek îcâbeder. Bunu diğer bir şekilde ifâde etmek istersek, bir yıldızın ikinci bir yıldıza çarpabilmesi için milyon, milyon, milyon senelik bir zamanın geçmesi lâzımdır. Yıldızlar mekânda körükörüne hareket ediyorlar; yıldızların bu körebe oyunlanna iştirak eden oyuncu sayısı o kadar az ve aralan o kadar açık ki, bir yıldızın diğer birine rastlamak şansı ihmâl edilecek derecede küçüktür. Bu hesâb yıldızların direk çarpmaları için değil, aynı zamanda yıldızların birbirine yakın gelmeleri olayı için de doğrudur; bu hesaba göre bir yıldızın mekânda diğer bir yıldıza, çapının on katını bulan, bir mesafeye yaklaşması için yüz milyon kere milyon kere milyon yıl geçecektir 16
Pierre Rousseau'nun Kâinat Modeli9
Pierre Rousseau'nun Kâinat Modeli
Pierre Rousseau'nun modeli de James Jeans'inkinden az hayret verici değil.
Bu ışık senelerinin sizlere büyük bir şey ifâde etmesinden korkuyorum; bu sebepten bir mukayeseye başvuracağım: Güneşimizi 11 santimetre çaplı bir portakal olarak tasavvur ediniz ve bu portakalın herhangi bir yere konulduğunu farzediniz. Aynı mikyasla dünya 11,7 metre uzağa konmuş 1 milimetre çaplı bir kum taneciği ve güneş sisteminin ardıcı olan Plüton 1000 metre ötede bir toz tanesidir.
En yakın komşumuz Wolf 424'ü nereye koymak lâzım gelir biliyor musunuz? 27.000 kilometre uzağa, Vega'yı da 19.000 kilometre uzağa! 380.000 kilometreden daha uzak bir yere konulması îcâbedecek Rigel'den hiç bahsetmeyelim! Kehkeşânlarla yapacağımız mukayesede, dünya-güneş mesâfesini 11,7 metre olarak gösteremeyiz. Bu mesafeyi sadece 1 milimetreye indireceğiz. O takdirde güneş ve dünya hiç fark edilmeyen iki toz zerresi olur. Dünya, iki milimetre çaplı bir daire içinde bulunur : Demek ki bu daire, bütün güneş sistemini ihtiva eder. En yakın yıldız, Wolf 424, 250 metre uzaklıkta olacak ve bu mikyasta, fezadaki bütün yıldızlar arasında 250 ilâ 300 metreye kadar değişen birer mesafe ile dağılmış olacaklardır. Kehkeşânın merkezi 1.270 kilometre uzakta ve en yakın kenarı da 1.900 kilometrede bulunacaktır. Bütün yıldızlar ormanı, merkezi Viyana olan ve Tahran, Basra, Tomboktu, Reykjavik'den geçen bir daire içinde kalır. Buna göre en yakın taneli yıldız kümesi Roma'da, en uzaktaki de Afrika'nın güneyindeki Ümit Burnu'nun 2.000 kilometre güneyindedir.
Eğer mekânı kısalttığımız nisbette zamanı da kısaltırsak, hesap gösteriyor ki; güneş, Kehkeşan'ın merkezi etrafındaki devrini 55 saniyede tamâmlar, 7.890 km. uzunluğundaki mahrekini yalnız 40 milyar yıldız, aynen bohr atomundaki çekirdek etrafında çılgın hızlarla dönen elektronlar gibi delicesine bir girdap hareketi yaparlar. Burada, atomdaki hareketle seyyarelerin ve nihayet yıldızların hareketi arasında garip bir benzerlik birdenbire göze çarpmaktadır. Her zaman sonsuz büyük âlem, sonsuz küçük âlemi birbirine yaklaştıran şâirlerin sezişlerinde, muhayyelenin doğurduğu bir hayâlden veya herhangi bir filozofun aslı olmayan bir düşüncesinden belki daha fazla bir şey mevcûd olduğunu hissediyoruz ve şu hakikati da aşağı yukarı görüyor gibi oluyoruz: Muayyen bir mekân mikyasında ve muayyen bir zaman mikyasında göz önüne alındığı vakit, kehkeşânımız, belki netice itibarıyla, bir gaz bulutu teşkil eden birkaç molekül yğınından, hafif, bir nefes dumandan başka bir şey değildir...
Nebülozlar okyanusuna göre modelimizi düzenleyecek olursak, daha dehşetli ve korkunç uçurumlara sürükleniriz. Kehkeşânımızdan görülebilen en son nebülozlar 300.000 kilometre Ötede bulunurlar. Mikyasımızı daha fazla küçültelim ve kehkeşânımız ancak bir futbol topu kadar olsun. Andromedea nebülozu, iki metreden biraz daha uzakta bulunan diğer bir toptur. Ve bütün mevziî grup, üç metre çaplı ktire-vî bir hacim içinde kalacaktır. Umûmî sahanın nebülozları ise, birbirinden 15 metre kadar uzakta bulunan tenis toplan kadardır. Ölçü sahamızın hududu olan beş yüz milyon ışık senesi ise; kehkeşân bir futbol topuna irca1 edilmekle güneş ve dünyamız gözden kaybolur. Ehemmiyetsiz toz zerresi gibi kalır.17
Şimdi kâinatın sonuna doğru yaklaşmış bulunuyoruz. Bu söz gerçekten doğru mu? Ne gezer... Yine gördüğümüz hayalî bir serâbtan başka nedir ki? «Sonsuzluk Kervanının» yolcularından başka kim anlayabilmiş ki orasını?... Her şeyde bir bilinmezlik var. Zerreden tutun da en büyük küreye kadar. «İlim bu kadar ilerledi, teknik bu kadar gelişti artık. Allah mefhûmu kadar gülünçlük olur mu?» diyenlerin yüzüne Rabbım ne müdhiş tokatlar indiriyor değil mi? Artık ilim, sonsuzluğu aramaktan vaz geçmiştir. Her şey «Allah bilir fakat siz bilemezsiniz» emr-i hakiminin ışığı altında tecellî ediyor. Kâinatın sınırı var mıdır? Astronomi bilginlerinin pek çoğu kâinatı daha fazla mâhiyetini bilmediğimiz bir vasat içinde tecrîd edilmiş bir küre, bir kabarcık olarak kabul ediyorlar. Bu kürenin yan çapı ne kadardır bilinmez. Belki de 2 ilâ 10 milyar ışık senesi arasındadır. İnsanoğlu daha kendisini bile bilmemektedir ki bu korkunç esrarı çözebilsin. Rousseau diyor ki: «Manzaradan almanızı tavsiye ettiğim son intiba; mâhiyetinin ne olduğunu bilmediğiniz bir çölde kaybolmuş bir bulut parçası intibâıdır. Öyle bir bulut parçasıdır ki, yüzlerce milyar ışık senesi boyundaki, bir mahlûk, bir mikroskop yardımıyla bu bulut içinde son derece küçük mikroplar gibi yüzen kehkeşânlan güçlükle tefrik ediyor...»18
Güneş Manzumesi10
Güneş Manzumesi
Sonsuzluğun başlangıcına gelmek ve oradan kâinatı seyre dalmak, buna rağmen de yüce yaratanın huzurunda diz çökmemek ne büyük küstahlıktır. Ne acı bedbahtlıktır?... Ve insanoğlu bütün bunlara rağmen hâlâ câhiliyyet nizâmının, hâlâ cehalet ve dalâlet şebekesinin uğursuz ağlan arasında mahkûm mu kalacaktır? İnsan, hâlâ o ebedî kaynaktan mahrum mu yaşayacaktır? Bir takım sahtekârlar hâlâ karanlık yollarında beşeriyyeti bataklıklara yuvarlamaya devam edecek midir? İnsanlığın çektiği bunca ezâ ve cefâ yetmiyor mu?... Bu uyku, bu gaflet daha ne zamana kadar devam edecek?... Kâinatta her şey bir ilâhî kanuna bağlı. Tabiat kanunlarıyla beşeriyyet kanunları arasındaki münâsebet girift bir örgü halinde. İnsanlık beşerî kanunlarla, tabiî kanunları uyuşturmadıkça, bütün hayat düstûrunu Allah'ın sisteminden almadıkça selâmet sahiline asla ulaşamayacaktır!...
Şimdi kendi âlemimize, yani güneş manzumesine dalabiliriz. Bu dalışta rehberimiz nedir önce onu görelim.
Pratik hayatta mesafe ve arazî ölçümüzde, üçgenlerin kenar uzunluklarından faydalanılır. Biz de mekânın derinliklerine dalarken şüphesiz ki, aynı metoda baş vurabiliriz. Uzaklığını ta'yîn etmek istediğimiz cismi, son derece uzun olan üçgenimizin bir köşesine hayalî olarak yerleştiririz. Üçgenin tabanı ile tabanına bitişik bir açı ölçülür. Bundan sonra yapılacak küçük bir hesapla cismin uzaklığını ölçebiliriz. Tabiî bu ölçme işlemi pek de basit olmayacaktır. Zîrâ uçsuz bucaksız mekânda ölçülmesi gereken cismi, bir köşesine oturtacağımız üçgenin tabanını yerleştireceğimiz bir yer bulmak pek zordur. Dünyamızın yan çapı 6.300 kilometredir. Bu yarı çapa, ancak 384.000 kilometre uzaklıktaki ayı ölçmek için kullanacağımız üçgenin tabanı yerleşebilir. İlim, elbette olmazlan oldurmaya çalışacaktır. Bu dünyada imkânsızdır diye bir şey yok. Ancak bunu kavrayalı çeyrek asırdan fazla bir zaman olmamıştır. Amerikan atasözü pek meşhurdur. «Bir şeyin imkânsız olduğunu-söyleyerek uykuya dalan bir kimse, yanında bu şeyi yapmakta olan komşusunun gürültüsüyle uyanacaktır.» İlim bunun da imkânını buldu. Bu ölçüde dünyanın mahreki yani ta'kîb ettiği yörünge, üçgene taban olarak alınır. Dünya, altı ayda yörüngesinde karşı karşıya olan iki noktadan geçer, Bu iki noktadan açıları ölçmek mümkündür. Bununla birlikte bize en yakın yıldız üzerinde olup bu yörüngeye baksaydık, saniyede 30 kilometre hızla yani bir ekspres hızının bin misli sür'atle (Etrafımızdaki Kâinat, 34) dönen dünyanın altı aylık mahrekinin uzunluğunu ancak 27 metre ötedeki bir saçın kalınlığı kadar görecektik. Altair yıldızından bakıldığında; bu uzaklık, 100 metre uzaktan bir saçın genişliği kadar görünür.19
İkinci bir metod da ışık tayfının analiziyle elde edilir.
Güneş sistemimizin üyeleri iki kısma ayrılırlar :
1- İç gezegenler.
2- Dış gezegenler.
Yeryüzüyle güneş arasında bulunan Merkür (Utârid) ve Venüs (Zühre) e iç gezegenler denir. Dünyamızdan güneşe daha uzak olanlara da dış gezegenler denir.
Güneşin yere olan uzaklığı, Eros dünya paralaksı metoduyla ölçülür. Bu ölçü sonunda, yer ile güneş arasındaki mesafenin 149,5x10 649.550.000 km. olduğu bulunur. Işığın, saniyede 300.000 km. hızla hareket ettiğini biliyoruz. Bu hızla giden ışık huzmeleri bize 8,17 saniyede gelir. Sakın bu mesafenin uzaklığı karşısında hayrete düşmeyelim. Zîrâ kâinat okyanusundaki yıldızlar âlemine dalınca basitliğini göreceğiz. Şayet güneş bir helvacı kabağı kadar olsa bile bir bezelye, ay ufak gelincik çiçeği tohumu ve New York'taki yüz bir katlı Empir-re Stade binası da mikroskopla ancak görülebilecek bir bakteri kadar olurdu. (G. Gamow, 1., 2, 3... sonsuz 232)
Güneşin çapı, dünyamızın çapının 108 mislidir. Alam da dünya-mızınkinin 11.880 katıdır. Hacmi, yer hacminin 1.297.000 katıdır. Kütlesi ise dünyamızın 332.000 katıdır. Güneşin çekim gücü, yer çekiminin 27 katıdır. Saatta 100 kilometre hızla giden bir tren ancak 5 yılda güneşin çevresini dolaşabilir (Sezai Hazer, Astronomi, 65).
Güneş alev halinde patlayan gaz kümelerinden meydana gelmiş olup, küre şeklindedir. Çapı 1,3 milyon kilometredir. Yüzeyindeki sıcaklık derecesi 5500 santigrattır. Güneşin yüzeyindeki patlamalarda meydana gelen lavların yüksekliği 5000 metreye ulaşır. Fezada meydana gelen bu lav kümelerinin enerji miktarı, metrekareye 167x400 beygir gücünde bir kuvvet saçmaktadır. Bu ısıdan, yeryüzüne ancak 2 milyonda biri ulaşır. Güneşin fezamızda dolaşan yıldızlardan birisi olduğu kabul edilmektedir. Fezamızda güneşten kat kat daha büyük yıldızlar mevcûddur. Güneşin yüzeyinde, şiddetli kasırgaların ve fırtınaların bulunduğu sanılmaktadır, İlim adamlarını hayrete düşüren problemlerden biri de, milyonlarca seneden beri bu kadar enerji sar-feden ve ısı veren güneşin ısısının henüz bitmemiş olmasıdır. Şayet bilginlerin dediği gibi güneşin harareti, içinde meydana gelen yanmaların neticesi ise, asırlardan beri yanan güneş neden yakıcı maddesini tüketememiştir? Şüphesiz ki; güneşte cereyan eden yanma şekli, bizim bildiğimiz ve alışageldiğimiz yanmalara benzemez. Yoksa, ilim otoritelerinin de kabul ettiği gibi (60.000 seneden beri) var olan güneşin yanıp bitmesi ve sönmesi gerekirdi. Bazı bilginlere göre; fezadaki ateş verici cisimlerin, güneş yüzeyine çarparak alev vermesi neticesinde yeniden yanmalar meydana gelmektedir. İşte ışık saçarak kaybettiği yanma enerjisini böylece te'mîn etmektedir. Griniç rasathanesi müdürü Thomas Golt diyor ki; «23 Şubat 1956 da güneşte meydana gelen patlama, 1 milyon hidrojen bombasının patlamasından doğacak bir enerjiye denkti. Bu patlama sonucu fırlayan parçalar, şualar yoluyla tâ dünyamıza kadar ulaşmıştır.» Thomas Golt devam ediyor : «Güneşten yeryüzüne gelen şualarda meydana gelen büyük artış, Griniç saatıyla iki saat boyu devam etmişti. Yeryüzüne ulaşan bu çok fazla ışık artışı, tarihte meydana gelen en büyük kev-nî şuaların birisi olarak kabul edilmektedir.» Doktorun anlattığına göre; patlamaların meydana geldiği mıntıkanın yüzölçümü, yeryüzünden birkaç kat fazlalıktadır. Patlamalar esnasında meydana gelen enerjinin şiddeti, insan aklının alamayacağı derecede fazla idi. Rasathanenin mekanik âletleri sayesinde kaydedebildiği bu kevnî şuaların artışı esnasında yeryüzündeki, bütün varlıkların hissettiği de bir vakıadır.
Bu patlamalar esnasında meydana gelen ışıklar, gayet uzun ve yüksek derecede idi. Hertz şualarından daha fazla olduğu apaşikâr görülüyordu. Şuaların uzunluğu bir santimetre ile bir metre arasında değişmekteydi. Bu patlamlardan sonra güneşten kopan parçaların etrafa fırladığı da görülmüştü. Güneşte meydana gelen patlamadan tam yirmi saat sonra yeryüzünde en büyük magnetik sarsıntı oldu.
1956 yılının 13 Martında Amerikan Hava Kuvvetleri Araştırma Merkezi'ne bağlı rasathaneden yapılan yayınlara göre, bu tarihte güneşin dış yüzeyinde büyük bir patlama meydana gelmiştir. (Alagnog-raf, güneşin dış yüzeyinde meydana gelen ısı ve ateş şulelerini kaydetmeye yarayan bir cihazdır.) Alagnograf filmlerinden anlaşıldığına göre; o gün meydana gelen patlamanın kuvveti, bir anda yüz milyon hidrojen bombasının patlatılması esnasında saçacağı enerjiye sahipti. Tokyo'da elli astronomi bilgini ve jeoloji âlimi, güneşin saçtığı kevnî şualar mevzuunda birifing yaparak bazı incelemeleri efkâr-ı umûmi-yeye açıklamışlardır.» (Allah ve Modern İlim, 40)
İşte henüz esrarı bilinmeyen ve sâdece tahminlerle sözü edilen şu güneş, hâlen bugün bile Hindistan'da Mecûsîlerin ilâh olarak kabul ettiği güneş, sâdece ışık ve ısımızın kaynağı olarak değil, hayatımızın ve kâinat nizâmının mihveri durumunda bulunan güneş, her gün meydana gelen ilmî incelemeler sayesinde zihinleri biraz daha hayrete sevkeden güneş, zirvesine ulaşan ilmin atom çağında bile künhüne vâkıf olmadığı güneş, normal yanması esnasında ağırlığından saatte beş milyon ton kaybeden ve her an yeniden aynı ağırlığı te'mîn edip enerji saçan güneş, Allah'ın Varlığına bir delil değil de nedir? Evet bütün bunlar, semâmızda seyreden milyonlarca yıldızlar arasında bir seyyare olan güneşi yoktan var edici bir zâtın varlığına delâlet etmez mi? Daha fezada hacmi güneşten kat kat büyük, sür'ati ondan çok daha fazla ve ışığı çok daha parlak olan yıldızlar bulunmaktadır. Bütün bunlar, Allah'ın varlığına şehâdet etmez mi?
Güneşin yüzeyi çok parlak olduğundan bir fikir serdedebilmek için çok zahmet çekeriz. Buna sebep de başta etrafını bizim atmosfer tabakamıza benzer şeylerin sarmış olmasıdır. Bunlar dört tabakaya ayrılır.
a) Işıktan küre: Parlaklığını anladığımız güneş kursu bu kısımdır. Güneş lekesi denilen siyah noktalar da bu kısımda bulunur. Lekeleri biz, güneşe nisbetle siyah görüyoruz. Hadd-i zâtında lekelerin bile parlaklığı dolunaydan 4.000 defa fazladır. Bu lekelerin göründükten birkaç gün sonra kaybolanları bulunduğu gibi, uzun müddet devam edenleri de vardır.
b) Tersine çeviren tabaka : Işıktan kürenin üstünde sekiz yüz kilometrelik kısmı işgal eder. Işıktan küre kısmından gelen ışık huzmeleri bu kısımda kırılır. Güneşin bu tabakasında, gaz ve buhar halinde sodyum, magnezyum, alüminyum, demir, nikel, bakır gibi metallerle oksijen gibi ametaller bulunduğu spektroskoplarla anlaşılmıştır.
c) Renk küre : 15.000 kilometrelik yer tutan bu kısmının en büyük özelliği görülen patlamalardır.
d) Taç tabaka : Güneş etrafında bir hâle gibidir. Belirli bir sının yoktur. Güneş de dünyamız gibi kendi ekseni etrafında döner ve bu dönüşü 25,5 günde tamâmlar (J. Gamow, Kâinatın Yaratılışı, 305). Bakınız Rabbımın azametine ki, güneşteki lekelerin yeryüzündeki hayata ne büyük te'sîrleri oluyor. Güneş lekelerinin elektrikî te'sîriyle yer atmosferinde iyonize tabaka meydana gelir. Bu tabaka, radyo dalgalarının aksetmesini ve dünyanın her tarafına yayılmasını te'nıîn eder. Güneşimizin yüzeyinden bir dakikada çıkan enerji miktarı, astronomi ilminin verileriyle şu şekilde hesaplanmıştır. 4x(149,5xlO2)x 10ıox 1,94 : 0,7xl025 kalori bundan sonra güneşin 1 santimetre karelik yüzeyinden fışkıran enerji miktarı 90.000 kaloridir. Güneş enerjisinin kaynağı hakkında G. Gamow diyor ki:
«Bugünkü bilgimize göre güneş, radyasyonu için lâzım gelen enerjiyi cevherlerinin atomik tertip tarzlarını değiştirmesiyle te'mîn etmekte olup, hafîf elemanlar birleşmekle ağırlığını hâsıl ediyor. Ve bu suretle büyük kütlesinde esaslı bir değişiklik olmaksızın, kimyasal terkibi mütemâdi surette değişmiş oluyor. Kütleleri, güneş kütlesinin aynı olan ana serî yıldızların hepsinin güneş kadar radyasyon neşrettiklerini biliyoruz. Bu da bize güneş kütlesindeki bir yıldızın radyasyon miktarını öbür ana-serî yıldızı halinde kaldıkça pek az değiştirebileceğini gösteriyor. Eğer böyle ise gezegenlerin sıcaklıkları da pek az değişikliğe ma'rûz kalıyor demektir. Merih, güneşten aldığı ısıyla ısındığı pek eski devirlerden beri bugünkü düşük sıcaklığını muhafaza ettiği gibi, Zühre de güneşimiz hafif elemanlar deposu tükenip büzülerek daha küçük «beyaz cüce» haline geçinceye kadar bugünkü ısısını muhafaza edecektir. Eğer bu böyle ise hayatın gezegen serîsi boyunca ilerlemesi bir hayâlden ibaret olur. Arz, bir hayat gezegenidir. Çünkü güneşe nazaran en uygun uzaklıktadır; o halde yeryüzünde bildiğimiz neviden hayatın —tekâmülü için yüz milyonlarca yıla lu-zûm gösteren hayatın— Merih için geçmiş olmasını ve Zühre'de istikbâlde türeyeceğini düşünmemize sebep kalmaz, çünkü bu gezegenler güneşe nazaran hayat bakımından uygun olmayan uzaklıklarda bulunmaktadırlar.»
Sir James Jeans ise diyor ki;
«Dahası var; biraz sonra göreceğimiz genel astronomik mu'tâlara göre güneş 3.000 milyon seneden, yani, arzın doğum tarihinden beri aynı hızla radyasyon neşretmektedir.
Güneş radyasyonu; güneş için enerji kaybı olduğu aşikâr olmasına ve enerjinin korunma prensibinin de enerjinin yoktan var olamayacağını kabul etmesine göre, bu kadar uzun zamandan beri müthiş bir enerji sarfı için elbette bir kaynak aramak îcâbeder. Böyle bir kaynak nerededir?
Güneşin bugünkü radyasyonuna bakarak diyebiliriz ki; bu enerji, güneş dışında bir istasyondan te'mîn edilse bu istasyonun saniyede bin milyon, milyon tonlarla ifâde edilen bir miktarda kömür yakması îcâbederdi. Tabiî böyle bir istasyon mevcûd değildir. Boş bir okyanustaki bL gemi gibi seyreden güneş, sarfettiği enerji için kendi yağıyla kavurulmaya mecburdur. Güneşi, kömürünü kendi taşıyan bir cisim ve sarfettiği ışık ve ısı enerjisinin bu kömürden hasıl olduğunu farz etmiş olsak, bu kömürün birkaç bin senede kül ve cürufa intalâb etmesi îcâbederdi.
İlim tarihinde, güneş enerjisine dışarda bir kaynak arayan, bir tek düşünce görüyoruz. Hızı birdenbire kesilen bir mermi kinetik enerjisinin, ısı enerjisine inkılâb ettiğini biliyoruz. Astronomide buna benzer bir misâl ararsak o da şahaplardır; şahaplar da dışarıdan arz atmosferine düşen ve mermilere benzeyen cisimlerdir.
Mekân içinde seyreden böyle bir cisim, arza yaklaşırken hızı gittikçe artmakta ise de arz atmosferine girince, hava direnci yüzünden hızı kesileceğinden dolayı hareket enerjisi yavaş yavaş ısı enerjisine inkılâb eder.
Şahap, ısına ısına sonunda enkondesan hale girerek ışık neşreder. Bundan sonra kendi ısısıyla buhar haline geçerek gözden kaybolup geride parlak bir gaz izinden başka bir hatıra "bırakmaz. Şahap enerjisinin orijinal hareket enerjisi ışık ve ısıya, kalbedilmiş olur. Biz onu bu ışıkla görürüz, o da bu ısı ile buhar haline geçer.
1849 yılında Bobert Mayer, güneşin radyasyon yoluyla neşretmekte olduğu enerjisinin, ona mütemâdi surette düşmekte olan şahaplar veya benzer cisimlerle te'mîn edilmiş olması ihtimâlini bildirmişti. Bunlar güneş atmosferine girerken hızlan kesiliyor ve hareket enerjileri ısıya inkılâb ediyor. Gerçi şahaplar ve benzer cisimlerin güneşe mütemâdi bir surette düştükleri tabiî iseler de bunların verebilecekleri enerji, güneşin neşrettiği enerji karşısında, ihmâl edilecek derecede küçüktür; böylece cisimlerin ağırlıklar toplamı arz ağırlığına eşit olduğu takdirde bile, bunun güneş radyasyonunun ancak bir asırlık miktarına kâfî gelebileceği basit bir hesapla anlaşılabilir. Bu hipotez kabul edildiği takdirde güneş ağırlığının, 30 milyon senelik radyasyonu te'mîn eden şahaplar yüzünden iki katma çıkması îcâbeder.
50 beygir gücündeki bir projektörün neşrettiği radyasyon, evvelce hesâbettiğimiz gibi, bir asırda 1,5 gram kadar bir kütle taşır. Güneşin her santimetre karesi 8,10 beygir gücüyle çalışan bir projektöre benzetilirse, güneşin her santimetre karesinde bir asırda 1/4 gram kadar maddenin eksileceğini hesaplayabiliriz. Gerçi bu kadar ağırlık kaybı, bir bakışta az görünürse de bunu güneşin bütün yüzüyle çarpmakla büyük bir miktara varırız. Bu hesaba göre güneş, her saniye 4 milyon ton, yahut dakikada 250 milyon ton kadar kaybetmektedir. Kıyâsla söylemek istersek Niyagara şelâlesinin taşıdığı su miktarının 650 katı kadardır. Eğer güneş 3000 milyon seneden, yahut arzın var olduğu tarihten beri bu hızda radyasyon neşrediyorsa bu müddet zarfında kaybetmiş olduğu kütle 400.000 milyon, milyon, milyon ton olacak ki, bu da toplam kütlesinin beş binde biri kadardır.
Radyoaktif atomların kendi kendine parçalanmaları esnasında, maddenin radyasyona inkılâb ettiğini biliyoruz. Bu olayın yeryüzünde gördüğümüz en canlı misâli, uranyumun kurşuna dönüşmesidir; burada toplam kütlenin dört binde bir kadarı radyasyona inkılâb etmektedir. Bu halde güneş, aslında uranyumdan yaratılmış olsaydı, maddesinin bu kadar kesrini radyasyon şeklinde neşredecek ve bu da, bugünkü şiddetinde, güneş radyasyonu ancak 4.000 milyon sene idâme edecekti. Gerçi kendi kendine radyoaktif parçalanma, güneşin yaydığı enerjinin epey bir kısmını hâsıl ederse de bunu güneş enerjisinin bilfiil kaynağı olarak düşünmeye sebep yoktur. Böyle olsaydı, bugünkü güneşin, uranyum parçalanma mahsûllerinden ibaret olması îcâ-bederdi; halbuki bunun Tx>yle olmadığına eminiz. Kaldı ki, güneşin radyasyon problemi tecrîd edilmiş bir problem olmayıp, belki yıldızlar radyasyonuna âit olan geniş ve genel bir problemin küçük bir parçasıdır. Yıldızların çoğu güneşe nazaran daha yüksek enerji neşrederler; o halde güneş için kâfi bir enerji kaynağı olan bir şey, yıldızlar için kifâyetli olmayabilir. Biraz sonra göreceğimiz veçhile radyoaktivite, yıldız enerji kaynağı için tâm bir çözüm veremez.
Işığın muhtelif dalga uzunlukları, yatay eksen üzerindeki noktalarla gösterilir. Bu dalga uzunlukları, santimetrenin yüz milyonda birine eşit olan ve bir Angstrom adı verilen bir birimle ölçülür. Eğrinin yükseldiği de bu noktaya, yani bu dalga uzunluğuna karşılık radyasyon bolluğunu verir.
Yıldızların sıcaklığını ta'yîn için kullanılan iki metod, bu eğrileri gözden geçirmekle kolayca anlaşılabilir. 6000 dereceye âit olan eğrinin en yüksek noktası 4800 Angstromluk dalga uzunluğuna karşı gelmekte olduğuna göre, 4800 Angstrom dalga uzunluğundaki ışık herhangi bir yıldız tayfında en çok bulunuyorsa yıldız yüzeyinin sıcaklığı 6000 derecedir.
Bu metodlardan herhangi biri, güneş yüzü sıcaklığının 6000 mutlak derece civarında veya biraz daha aşağı olduğunu gösteriyorsa da yine ark lâmbasına nazaran 2000 derece sıcaktır. Arza güneşten gelen ışık ve ısının toplam miktarı güneş radyasyonunun, tâm değilse de pek yaklaşık olarak bu sıcaklıktaki tâm radyatörün neşrettiği radyasyona benzer (James Jeans, a.g.e., 174).
Materyal kâinatın solit cevherini mütemâdi surette inhilâl ederek elle tutulamayan radyasyona inkılâb ettiğini görürüz. Güneş dün, bugüne nazaran üç yüz milyar ton daha ağırdı; 24 saatlik bu ağırlık farkı mekân içinde radyasyon halinde intişâr ediyor. Ve radyasyonun mekân içindeki seyahati zaman sonuna kadar devam edecektir. Bu radyasyonun bir gramından az miktarı, büyük bir gemiyi Atlas Okyanusunu geçirmeye kâfi geleceği gibi yarım kilosu bütün İngiltere halkının on beş günlük —ısınma, aydınlanma, fabrika, tren, vapurlar vesaire için lâzım gelen— enerjisini te'mîn edebilir.20
Dünyamız. 13
Dünyamız
Bizim en fazla tanıdığımız ve üzerinde en çok laf ettiğimiz bir seyyare olan dünyamız, güneşten koptuktan sonra bir takım gazlardan müteşekkil bir tabakanın sardığı seyyâl bir küre biçiminde tekasüf etmiş, bir mihver etrafında toplanmıştır. Bu toplanma esnasında madenler; granitler ve oksit bileşikleri gibi hafîf maddeler üst kısma çıkmış, demir ve benzeri ağır madde bileşimleri ise merkeze doğru alt kısımlarda toplanmıştır. En üst kısımda da, taşların ayrışmasından meydana gelen toprak tabakası yer almıştır. Bu tekasüf devresini soğuma merhalesi ta'kîbeder. Yüzeyde ısı miktarı 1200 santigrat dereceye düşünce kayaların oluşumu başlar. Bu miktar, kayaların oluşumu için en az derecedir. Artık yeryüzünün kabuk kısmı da yavaş yavaş donmaya başlar. Kabuk kısmının üstünde su kabarcıkları toplanmıştı. Onun da üstünde atmosferi teşkil edecek olan gaz kütleleri bulunuyordu.
Daha sonra iç tabakalardaki çöküntüler ve hareket, yerin yüzeyindeki yükseltileri (dağları), çöküntüler gölleri, denizleri, okyanusları meydana getirdi.
Yapılan araştırmalardan yerin dibine, merkezine doğru gidildikçe her kilometrede 30 C° lik bir ısı artışının bulunduğu görüldü. Yani dünyamızdan üç buçuk kilometrelik derinliğe ulaştığımızda suyun kaynama noktasına varmış oluruz.
50 kilometrelik derinliğe indiğinizde bütün kayaların erime noktasına ulaşırsınız. Netice-i kelâm : Dünyamızın kütlesi; kurak bir kabuğun üst kısmını sardığı ateş denizlerinden, lavlardan meydana gelmiştir. Bu ateş denizi, üstündeki yüksek basınçlı kayalardan dolayı yüz kısmına doğru akmamaktadır. Zîrâ yüzeyden dibe doğru 15 millik bir derinliğe inildiğinde bu basınç, bütün kayaları ezmeye kâfî gelecek miktardadır. Yerin yüzeyinde ufak bir yarık oluverse, basınç olT madığmdan buharlar dışarıya doğru fırlarlar. İşte bundan volkanlar, fışkıran yanar dağlar meydan gelir.
Arzın yaşı :13
Arzın yaşı :
Arzın yaşını tahmin hususunda ilk ilmî adım 1715 yılında mâruf astronom Halley tarafından atılmıştır. Her gün nehirler denizlere belirli miktarda su taşırken bu eriyikte bulunan az miktardaki tuzu da birlikte taşırlar. Gerçi buharlaşan su, tekrar nehirlere iade edilirse de tuz tebahhur edemez. Bunun neticesi olarak okyanuslardaki tuz miktarı gittikçe artar; deniz suyunun bugünkü tuz yüzdesi evvelki gün-dekinden biraz fazladır. Şu halde, okyanusların bugünkü tuzluluğunun tuzun birikmesi için geçen zamanın tahmini hususunda iyi bir âlet olabileceğini düşünen Halley, biraz da iyimser bir iddia ile «Bu suretle bütün şeylerin müddetini tahmin için bir argüman elde etmiş oluyoruz», demişti.
Jeolojik saat. — Yağmurların sürüklemiş olduğu birikintiler bize daha değerli bilgiler verir. Seneler geçtikçe arzın yüzü tesviye edilmektedir. Geçen sene tepelerde ve dağ tepelerinde yer almış olan toprak, şimdi yağmurlarla çamurlu nehirlerin diplerine taşınmış olup buralardan da denizlere taşınmaktadır. Acaba İngiltere buna ne kadar müddet için dayanabilir ve bu işlem ne zamandan beri devam edegel-mefctedir? Hepimiz, ömrümüz içinde deniz kıyılarının bir kısmının denize sürüklendiğini, bazı kısımlarının denize doğru yürüdüğünü biliriz. Needle'lar gibi göze batan kara parçalan, Wight adasının güney kıyısının büyük bir parçasının gözlerimiz önünde göçmekte olduğunu bildirir. Jeologlar bu gibi işlemlerin hızlarına bakarak birikintilerin jeolojik tabakalarda müşahede edilen kalınlığı hâsıl etmek üzere geçireceği zaman aralığını tahmin edebilirler.
Bu kalınlıklar pek büyüktür. Prof. Arthur Holmes müşahede edilen maksimum kalınlıkları şu suretle veriyor :
Kainozik devir (Modern hayat) 21-.950 metre
Mesozoik devir (Orta hayat) 23.300 »
Paleozik devir (Eski hayat) 55.500 » Pre-kampriyum devir (Daha evvelki
hayat, ilk hayat, hayatın fecri) 54.000 »
Toplam 154.750 »
Jeolojik zamanı tahmin hususunda kullanılan bu metoda ((Jeolojik kum saati» adı verilmektedir. Şimdiye kadar ne kadar kum akmış olduğunu ve kumun ne hızla aktığını görerek, saattaki kumun ne zamandan beri akmakta olduğunu hesâbedebiliyoruz. Kum saatlarının başlıca kusuru olan kumun sabit hızla akmaması keyfiyeti, bu metodun büyük kusurudur. Jeolojik metodlar, arz yaşının yüz milyonlarca senelerle ifâde edilebileceğini göstermeye kâfî olup bu yaş hakkında daha ciddî ve belirli tahminler için fizik ve astronominin te'mîn edeceği daha ciddî metodlara baş vurmak îcâbeder. Radyoaktif atomlar da, mükemmel kum saatlan yerine geçmektedir. Çünkü bunların hızları, bugünkü bilgimize göre devirden devire kıl kadar dahi inhiraf etmemektedir.
Radyoaktif Saat14
Radyoaktif Saat
1 gramlık uranyum parçalanarak, uzun bir müddet sonra, 0,865 gram kurşun ve 0,135 gram helyuma inkılâb eder.
Şu halde arzın yaşını bulmak için azıcık uranyum, mükemmel bir saat gibi kullanılabilir. Teşekkül etmiş kurşun miktarıyla el'ân mev-cûd olan uranyum miktarını ölçmekle mesele halledilmiş olur. Arz ka-tılaştığı zaman birçok uranyum parçaları kayalarda hapsedilmişti, bu parçalar şimdi arzın yaşını bulmak hususunda kullanılabiliyor. Uranyumla birlikte rastlanan kurşunun hepsine radyoaktif parçalanma yüzünden teşekkül etmiş olan kurşun gibi bakmaya da hakkımız yok. Fakat' bereket versin ki, uranyumun parçalanmasıyla teşekkül etmiş plan kurşun, âdî kurşundan biraz farklıdır; âdî kurşunun atom ağırlığı 207 olduğu halde, bu kurşunun atom ağırlığı 206 dır. Binâenaleyh bir radyoaktif mineral numunesi üzerinde yapılan kimyasal analiz, bunda ne kadar âdî kurşun ve ne kadar da radyoaktif artığı kurşun bulunduğunu bize bildirebilir. Bu nevi kurşun miktarıyla mevcûd olan uranyum miktarı arasındaki orantı, bizi parçalanma işleminin başlangıcına kadar götürebilir.
Genel olarak aynı jeolojik tabakalardan alınan kaya numuneleri, aynı hikâyeyi söylemekte olup, bu tabakaların birikmesinden beri geçen sene sayısını bize verebilir. Radyoaktif saata göre arzın yaşı şöyledir :
1- Radyoaktif kayalardaki kurşun - Uranyum oranından (1.750 milyon seneden fazla).
2- Uranyum ve aktino - Uranyumun izafî bolluğundan (3.400 milyon seneden az).
3- Kurşun izotopları izafî bolluğundan (5.300 milyon seneden az).
4- igneous kayaların kurşun mevcudundan (300 milyon seneden az).
Güneş sisteminin yaşı ise şöyledir :
1- Utâridin yörüngesinden bin ile on bin milyon sene.
2- Ayın yörüngesinden takriben 4000 milyon sene.
Meteorik taşların radyoaktiviteleri de "bizim için bir saat te'mîn edebilir. Birçok taşlar üzerinde kimyasal ve radyoaktif analizleri yapan Paneth ve arkadaşları, 110 milyon seneyle 7000 milyon sene arasında yaş tahmininde bulunmuşlardır. Bu son sınıfa giren meteoritlerin güneş sistemi içinde hâsıl olduklarına emîn olsaydık, güneş sistemini teşkil eden madde için en aşağı 7000 milyon seneyi kabule mecbur olurduk. 'Bu muhtelif rakamlar bir gezegen olarak arzın ve yeryüzündeki maddenin yaşlarını tâm olarak tahmine yaramazsa da bunların bin milyon senelerle ölçülebileceğini göstermektedir. Fikirlerimizi yuvarlak bir rakam üzerinde tesbît etmek istersek arz için yaş olarak üç bin milyon serieyi seçmek T^elki doğru Qİur; arza âit maddenin, arzın teşekkülünden daha evvel var olduğu tabiîdir.
Arzın Şekli14
Arzın Şekli
Dünya yuvarlaktır, ancak tam küre biçiminde değil, elips şeklindedir. Ekvator bölgesi şişkince, kutuplar ise basıktır. Bu basıklık oranı 1/297 dir. Yer kürenin boyutları aşağıdaki şekildedir.
Ekvator çevresi Meridyen çevresi Ekvator yarı çapı Kutuplar yarı çapı Yerin yüzölçümü Yerin hacmi
40.076.594 metre 40.009.152 » 6.378.388 » 6.356.912 ». 51.011.000 km2 1.083.320.000 m3
Dünyamız iki çeşit hareket eder :
a) Kendi mihveri etrafında 24 saatte bir dönüş yapar. Gece ile gündüz, bu hareketin neticesidir. Böylece dünyamız saatta 1666 kilometre hızla dönerek kendi mihveri etrafında günde 40.000 kilometrelik yol alır. Yerin bu dönüşü Jiroskobun icadıyla kat'iyyet halini almıştır.
b) Güneşin etrafındaki hareketini ise bir senede tamâmlar. Arzımız, güneş etrafında dönerken tâm yuvarlak değil elips şeklinde bir yörünge ta'kîp eder ve bu esnadaki ortalama hızı saniyede 30 kilometredir. Bunun sonucu olarak yeryüzünün muhtelif noktalarında gece ile gündüz uzunluğu değişir ve mevsimler meydana gelir. Dünyanın, ekvator düzlemi ile güneşin etrafındaki hareketinde ta'kîb ettiği yörünge düzlemi arasında 23 derece 27 dakikalık bir fark vardır. Aynı zamanda yerin ekseni de dik değil, 66 derece 33 dakika eğiktir. Arzın kütlesi 6 milyar milyon, milyon tondur.
'Bunun rakamla ifâdesi şöyledir. 6 x 1021 ton. (James Jeans, Etrafımızdaki Kâinat, 46). Bu sayı 6 rakamının önüne 21 tane sıfır koymakla değerlendirilir.
Şimdi düşünün şu Yaratıcının azametini ki, bu 6 milyar, milyon, milyon ton ağırlığındaki bize göre müthiş bir rakamı, kâinatın genişliğine göre ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçücük bir değer ifâde eden dünyamızı bunca dağlan, taşlan, dereleri, tepeleriyle saniyede 30 kilometre gibi baş döndürücü bir hızla döndürüyor. Şimdi hesaba koyulsun bakalım matematikçiler bu kocaman küreyi değil döndürmek yerinden kımıldatmak için ne kadar enerji gerekir? Kaç ton kömür yakmalıyız?.. Güneş, dünyamızdan 1.4004)00 defa daha büyük. Ağırlığına ne dersiniz? Tâm 332.000 dünya ağırlığında, kısaca 2x10^ ton. Andromedea M 31 nebulasının ağırlığı ise, sâdece 3,5 milyar güneş kütlesi kadardır. Buyurun varlığına delil. Hâlâ mı inkâr? Hâlâ mı ilhâd?... Şimdi bir de Allah'ın Kelâmı'ndan okuyalım dünyayı:
«Gece de onlar için bir âyettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de bakarlar ki karanlığa girmişlerdir onlar.» (Yâsîn, 37)
«O geceyi gündüzün üstüne bürüyüp örtüyor. Gündüzü de gecenin üstüne getirip sarıyor.» (Zümer, 5)
Bu iki âyet bize açıkça dünyanm yuvarlaklığını ifâde .etmektedir. Ancak bu ifâde gayet i'câzlıdır. Birinci âyetteki «sıyırıp çıkarmak» ifâdesi, Arap dilinde yuvarlak bir şeyden çıkarmak mânâsına' gelen «selh» kelimesiyle anlatılmıştır. İkinci âyetteki «tekvîr» kelimesi ise, sarahaten bu mânâyı ifâde eder. Bir de efendimizin şu hadîsini sadet hârici olarak zikredelim. «İhtilâf-i metali dolayısıyla dünyada ezansız bir an yoktur.» Şimdi düşünün her an ezan okunulan bir dünyayı.
«Sen dağlan görür, onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar bulut geçer gibi geçer gider. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın san'atıdır.» (Nemi, 88)
Buyurun, saniyede 30 kilometrelik baş. döndürücü hızla koşan dünyamızın dönüşünün ilâhî kelâmla tasdikini görün.
Bir de atmosferimizin durumunu öğrenelim gerçek hayat kitabından.
«Allah; kimi hidâyete erdirmek isterse; onun kalbini İslam'a açar. Kimi de saptırmak isterse; onu da göğe yükseliyormuş gibi kalbini daraltır, sıkar. Allah; îmân etmeyenlerin üstüne, işte böylece murdarlık çökertir.» (En'âm, 125)
Bilindiği gibi yer çekiminin te'sîriyle hava küresi, dünyanın üstünde bir basınç yapar, havanın basıncı yaklaşık olarak 6 000 000 000 000 000 tonduıv Deniz yüzeyinde hava basıncı 1033 gramdır. Solunumun hayatımız bakımından ne kadar önem taşıdığı bilinmektedir. '
Dünyamızın tâm küre biçiminde olmayıp kutupların biraz basık, ekvatorun da geniş olduğunu biliyoruz. Daha önce öğrendiğimiz gibi kendi mihveri etrafında dönen cismin basıklığı gittikçe artar. İşte ki-tab-ı mübînin açıklaması: «Göremediler mi biz arza geliyor, onu etrafından eksiltip duruyoruz.» (Ra'd, 41)
«Bundan sonra da yeri yayıp döşedi.» (Nâziât, 30) Bu âyette «yayıp döşedi» ifadesi, kelimesiyle belirtilmiştir. Arap dilinde «deve kuşu yumurtasına» denir. Bilindiği gibi dünyamız da tâm küre biçiminde değil, yumurta şeklinde, ekvator şişkince kutuplar basıkçadır. Daha açık şekilde çevirecek olursak şöyle dememiz gerekir : Bundan sonra da yeri bir deve kuşu yumurtası haline getirdi. Aynı kelimeyi bir Türk âlimi olan Mustafa bin Şemseddîn Karahisarî şöyle açıklıyor : Dahy: Bir nesneyi yayıp döşemektir. Âyet de aynı mânâdadır. Deve kuşunun yumurtladığı yere de madhaa denirdi. (Hasan Basri Çantay, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 1143), 21
Yıldızlar Âlemi15
Yıldızlar Âlemi
Işık, dünyamızın çevresini bir saniye zarfında 7,5 defa dönebilecek hıza sâhibtir. Işık, saniyede 300.000 km. hızla hareket ettiğine göre 1 dakika 60 saniye, 1 saat 60 dakika, 1 gün 24 saat, 30 gün 1 ay, 12 ay 1 sene olduğuna göre, ışığın bir senede alacağı yolu bulmak mümkündür. Işığın 1 yıl içerisinde aldığı yol aşağı yukarı 9.460.800.000.000 km. dir.22
Şimdi Hz. Ömer'in Kudüs'ü fethettiği sıralarda ana kaynağından çıkıp da bize henüz ışığı ulaşamamış olan yıldızların mevcudiyetini söylersek birçok kişi bize inanmayacaktır. Ama biz de onlara, kâinatımızda beş yüz milyon ışık senesi uzaklardaki cisimlerin varlığını hatırlatmak isteriz.
Yıldızların uzaklığı hususunda bize rehber yine parallaks metodudur. Ancak daha önce gördüğümüz taban artık bu uzaklıklar karşısında kâfi gelmeyecektir. Zîrâ arzın güneş etrafındaki yörüngesinin bütün çapı olan üç yüz milyon kilometrelik mesafe şimdi yetişmez. Artık karşı karşıya bulunduğumuz uzaklığı tasavvur etmeniz bilmem mümkün oluyor mu? Dünyamıza en yakın yıldızdan kalkan ışık bize ancak 4,5 İşık senesinde ulaşıyor. En yakını bu olursa uzağını varın siz tahmin edin. Hadd-i zâtında ışık da, telsiz telgraf dalgaları gibi elektromanyetik dalgalardan ibarettir. Bir teoriye göre de kâinatımızda bulunan her şey, titreşimlerin muhtelif şekillerinden ibaret sayılmaktadır. Saniyede 1-16 titreşim yapan maddeyi insanoğlunun organları kavrayamaz. 16-40.000 arasındaki titreşimleri ses olarak alırız. 40.000 -1.000.000 arasındaki titreşimleri insanoğlunun vücûdunda hissedecek bir organ mevcûd değildir. Saniyede 1 milyon ile 3 milyar arasındaki titreşimler elektrik şeklinde ortaya çıkar. 3 milyardan yukarı titreşimler ise ışık halinde beliriyor. Bunun üzerindeki titreşimler de ısı şeklinde telâkki ediliyor.23
Uzaklık ölçmede ışık tayflarından chepid (değişken) yıldızlardan faydalamldığını daha önce söylemiştik. Bu hususu Sir James Jeans şöyle anlatıyor :
Göğün başka başka parçalarındaki A ve B chepidleri ışıklarının eşit hızlarla değiştiği görülüyorsa, bunların mum kuvvetleri aynı olmalıdır. Bu halde bunların zahirî parlaklığındaki herhanjgi bir fark bizden olan uzaklıklarındaki farkla ilgili olmalıdır. A yıldızı B den yüz defa daha parlak görünüyorsa, B yıldızının uzaklığı A nın uzaklığının on katı olmalıdır. Aynı suretle, üçüncü bir C chepid'inin uzaklığı A nın uzaklığının on katı olabilir. Bu halde C yıldızı A ya nazaran yüz defa uzaktadır. C ye nazaran on defa uzakta olan D de A ya nazaran bin defa uzaktadır. Ölçü çubuğunu bu yolda devam ederek uzatabiliriz. Bunun için, pek uzaklara varasıya kadar bir sınır yoktur; öyle bir uzaklık ki orada, fevkalâde parlak yıldızlar olan, chepid değişkenler görünmez olurlar. Şimdiye kadar sâdece chepid'lerin mukayeseli uzaklıklarım gözden geçirdik. Maamafih, en yakın chepid'lerden çoğunun mutlak uzaklıkları yukarda izah edilmiş olan parallaktik metodla, yani arzın güneş, etrafındaki hareketinden dolayı bunların gökteki zahirî hareketlerini ölçmekle ta'yîn edilmiştir; Bu yıldızlardan herhangi birini esâs olarak ve bir chepid'i diğerine katlamak yoluyla gökteki bütün chepid değişkenlerin mutlak uzaklıklarını hesâbedebiliriz. Bu yoldan giderek chepid değişkenlerin ışık değişim periyodu ile parlaklığı arasında müşahede edilen bağ, yani «periyod lüminosite» bizim için bir mikyas olabilir. Bir chepid'in mutlak lüminositesi yahut mum kuvveti, ışık değişimlerinin müşahede edilen periyodundan, bu mikyas vasıtasıyla doğrudan doğruya okunabilir. Bu halde değişkenler, kâinatın pek uzak yerlerine dikilmiş fener kuleleri gibi addedilebilir. Nasıl gemici fenerleri neşrettikleri ışık keyfiyetiyle tanınırsa, biz de bunları neşrettikleri ışık kaliteleriyle tanırız. Nasıl bir gemici sahil fenerinin mum kuvvetini bir deniz haritasından çıkarıyorsa; biz de chepid'lerin mum kuvvetlerini, müşahede edilen ışık değişimleri peri-yodlarmdan bulabiliriz.
Meselâ, ışıklan kırk saatlik periyodla değişen chepid'lerin lümino-siteleri güneşinkinin, yaklaşık olarak, 200 katı olup 6.46x10/29 kuv-vetindedir; on günlük periyoda karşı lüminosite ise güneşinkinin 1600 katı yahut 5x17x10/30 un kuvvetidir. Pek uzakta olan bir yıldızın müşahede edilen ışık değişim periyodu on gün ise ve değişimin kalitesi bunun bir chepid değişken olduğunu gösteriyorsa, bilfiil mum kuvvetinin 5x17x10/30 olması lâzım geldiğini anlarız. Bunun zahirî parlaklığı, bilfarz 16 ncı kairden bir yıldız parlaklığına eşit olur ve bundan bize gelen ışık 900 km. uzaktaki bir mumdan gelen ışığın aynıdır diyebiliriz. Binâenaleyh bir mum ile 5x17x10/30 mum arasındaki fark 900 km. ile yıldızın bizden olan uzaklığı arasındaki farka denk gelir.
Işığın, uzaklığın karesiyle azalması kanununu tatbik edersek, cismin bizden olan uzaklığı 220.000 ışık senesi kadardır.
Fakat böyle bir hesaba, mekândaki ışığı azaltan hâilelerin söndürme payını da sokmak lâzımdır.
Bize en yakın olan yıldızların bir kısmını şöylece sıralayabiliriz :
Kantores burcundaki Alfa yıldızı 4,5 ışık senesi
Sirius burcundaki yıldız 10 » »
Vega yıldızı 26,5 » »
Kutub yıldızı 76 » »
Betelgeuse 200 » »
Rigel 466 » »
Bunlardan sâdece birkaçını buraya dercettik. J. Jeans diyor ki:
«En yakın Centauri kümesi 22.000 ışık senesi uzakta olduğu gibi yakınlık bakımından bundan sonra gelen Toucani 47 kümesi yüzde üç kadar uzaktır. Fakat bilinen en uzaktaki N.G.C. 7006 işaretli küme, bizden 186.000 ışık senesi uzaktadır.
Böyle uzaklıkların ölçüsünde parallaktik metoddan medet umula-nıaz. Bizden uzaklığı 186.000 ışık senesi olan bir yıldız yörüngesinin parallaktiği, Atlas Okyanusu'nun öbür tarafından tutulan" bir iğne topuzunun Avrupa'daki birine nazaran büyüklüğü kadardır, değil bu kadar uzaktaki hattâ biraz daha yakındaki yörüngeyi bile takdîr edecek bir teleskopumuz yoktur. 186.000 ışık senesinin sâdece rakamı bile pek uzaktaki bu yıldız kümelerinin bizden olan uzaklığını kavramak hususunda pek az yardım eder. Fakat biz, bunlardan bize bugün gelen ışığın oralardan ilk insanın yeryüzündeki zuhuru sıralarında kalmış olduğunu düşünmekle uzaklığın derecesini daha iyi. kavrayabiliriz. Bu ışık insan neslinin çocukluğu, gençliği ve yaşlılığı içinden, medeniyetin pek geç doğan fecri içinden, tarihin kaydedebildiği "bütün zaman şeridi içinden, hükümdarlık ve imparatorlukların çöküp batması içinden saniyede 300.000 km. hızla muntazam surette akmış ve ancak şimdi bize varabilmiştir. Bu korkunç mekân uzunluğu, bizi kâinatın sınırlarına götürmez; şimdi anladığımıza ve bütün ihtimâllere göre bunlar bizi, ancak galaktik sistem sınırlarına götürüyor. Globular kümenin tâm sisteminin haritasını yapmaya muvaffak olan Sehapley bunların, Samanyolu düzleminin her iki tarafında yatan bir uzun ob-long şeklindeki mıntıkayı işgal ettiklerini iki büyük çapının bu düzlemde bulunduğunu ve bunlara dik çapın nisbeten kısa olduğunu bulmuştur.
Maamafih bu müthiş mekân şeridi de, bizi kâinatın sınırına getiremez; belki galaktik sistem sınırına ancak götürebilir.
Globular kümeler tâm sisteminin haritasını yapmış olan Shaplay, bunların Samanyolu düzleminin iki tarafında yatan uzun bir mıntıka işgal ettiğini, iki büyük çapının bir düzlemde bulunduğu ve bunlara dik çapının ise nisbeten kısa olduğunu bulmuştur. Mekânda galaktik düzleme dik doğrultuda baktığı farzolunan bir şahıs globular kümeler sistemini bu diyagramdaki gibi görecektir. N.G.C. 7006 istisna edilirse bütün globular kümeler merkezi güneşten 50.000 ışık senesi kadar uzakta bulunan ve yarıçapı 115.000 ışık senesi kadar tutan bir daire içine düşer.»24
Diğer Gezegenler17
Diğer Gezegenler
1- Utârid (Merkür)
Merkür'ün dünyamızdan uzaklığı 91.170.000 km. dir. Güneşe olan uzaklığı 57.830.000 km. dir. Güneşin etrafındaki bir devreyi 88 günde tamâmlar. Ne gariptir, Allah'ın her yerde, her şeyden ayrı bir tecellîsi. Bu takdirde Utârid gezegeninin bir tarafında hep gündüz olur. Bunun neticesi güneşe dönük tarafındaki sıcaklık kurşunu eritir. Güneş görmeyen yüzü ise dünyamızdaki hava gazım bile dondurur. Ve hayatın izine rastlanmaz Utârid'de. Utarid'in yörüngesi çok yassıdır. Güneşe bazan çok yaklaşır, bazan çok uzaklaşır. Ve yörüngesinde her zaman aynı hızla hareket etmez. Çekim hızı da dünyadakinden azdır. Sir James Jeans diyor ki:
«Gezegenler arasında güneşe yakın ve binâenaleyh en sıcak olanı «Utârid» dir. Nasıl ay dâima aynı yüzünü Arz'a çeviriyorsa, Utârid de dâima aynı yüzünü güneşe gösterir. Bu halde Utarid'in bir yan küresinde daimî —ve fevkalâde sıcak— bir gündüz ve diğer yarı küresinde dâima öğle vaktinde bulunan bu noktadaki sıcaklık derecesi «345°» kadardır; bu sıcaklıkta kurşun ve kalay likit halindedir. Eğer Utârid'-te insanlar yaşıyorsa , bunların güneşe bakan yüzde bulunmayacakları şüphesizdir. Eğer böyle mahlûklar varsa bunlar ancak güneşten 90° kadar uzakta, fecir ve şafak mıntıkasında, yaşayabilirler ki, bu mıntıkada güneş dâima ufka yakın olduğu halde sıcaklık yine epey miktardadır. Maamafih buradaki mahlûkların da yeryüzündeki evlerde yaşamalarına imkân yoktur; çünkü güneş, kendine bakan her duvarı 345° sıcaklığa çıkarır ki, bu sıcaklıkta mahlûklar fınnda kebâb olma durumuna düşerler. Bu halde bu insanların Utârid yüzünde açılmış hendek ve sokaklarda yaşadığım ve buradan yüze çıkarılan demir borularla aldıkları ısı ile sularını kaynattıklarını ve makinelerini çalıştırdıklarını farz edebiliriz. Maamafih astronomi, Utârid yüzünde herhangi bir neviden hayatın mevcûd olduğuna dâir bir delil izi bulamamıştır.
Utarid'in bir atmosferinin bulunup bulunmadığı konusu üzerinde hâlâ münâkaşa cereyan etmektedir. Gezegenlerin en hafifi olan Utâ-rid, kütlesinin Arz' kütlesinin yirmide birinden az olmasından dolayı, bir atmosfer tutma kabiliyetini hâiz değildir. Gerçi bugünkü şartlar altında oksijen ve daha ağır gazları yüzünde tutabilecek kabiliyette ise de eski zamanlarda, bugüne nazaran pek sıcak olduğu devirlerde, pek ağır mekâna gitmişlerdir.»
2- Zühre (Venüs)
Dünyamızdan 41.000.000 kilometre uzak olan Zühre, güneş etrafındaki seyrini 224 günde tamâmlar. Bize pek açık görünmeyen Züh-re'nin etrafını gaz kümeleri sarmıştır. Ve biz, meçhullere bürünen bu dünyadan pek az şeyler bilebiliyoruz. Zühre'den gelen ışık tayfının analizinden oksijen emaresine rastlanmadığı halde, CO2 (karbondioksit) bol miktarda mevcûddur.
Sir James Jeans diyor ki:
Utârid'den sonra Arz'm ikiz kardeşi olan Zühre gezegeni gelir. İki gezegen birbirine tıpatıp benzemez, Arz'ın çapı Zühre çapından % 3 kadar büyük ve kütlesi ise onunkinden % 23 kadar büyüktür. Bu küçük farklar, iki gezegenin atmosfer tutma kabiliyetinde mühim bir fark hâsıl etmeyeceğine göre; Zühre gezegeni, arzımız gibi hidrojen de dâhil olmak üzere gazlan tutabilen bir atmosfere mâliktir.
Problemi sâdece gezegenlerin bugünkü hali yönünden mütalaa edersek, Zühre'nin de biraz küçük miktarda olsa bile Arz'mkine benzeyen atmosferlerle mücehhez olması neticesine varmak îcâbecler. Fakat hakikatte iki atmosfer birbirinden çok farklıdır. Zühre'nin genel görünüşü bu farkın bir kısmım ihtar ediyor. Arz'a, Zühre'den baktığı farzedilen bir astronom yeryüzünün yarısını kaplayan parlak beyaz bulutlar görecektir. Bulutlardaki boşluklar deniz, çöl ve münbit arazîye ebedî vasıflarını verecektir. Fakat Arz'dan Zühre'ye bakan bir astronom böyle değişmez vasıfları görmeyip sâdece buluta benzeyen yüz görmektedir.
Zühre atmosferinin üst kısımlarının Arz'dan etüdü burada ne oksijen ve ne de su buharı mevcûd olmadığını ve belki fazla miktarda karbondioksit gazının bulunduğunu gösteriyor. Şpektroskopik muayenenin kat'î surette hassas olmamasına göre, bu da orada oksijen ve su buharının kati olarak mevcûd olmaması demek değil ise de oksijen ve su buharı miktarlarının muayyen sınırın altında bulunması dmektir. Arz atmosferindeki oksijenin hepsi atmosfer basıncı altında bir tabaka halinde yayılmış olsaydı, bu tabakanın kalınlığı birbuçuk kilometre olurdu; eğer oksijen yerine karbondioksit gazı aynı muameleye tâbi tutulsaydı bu tabakanın kalınlığı ancak birkaç metre olurdu. Zühre atmosferinin üst tabakalarındaki mütenazır kalınlıkları oksijen için bir metreden az ve karbondioksit için yedi, sekiz yüz metre tutardı. Kısaca, Arz'dan Zühre'ye geçmekle karbondioksit ve oksijen yerlerini değiştiriyor. St. John'un buluşuna göre Zühre'nin üst atmosferindeki su buharının toplam miktarı arz üzerindeki en yüksek bu-lutlardakinden azdır; eğer bunların hepsi yağmur halinde yağmış olsa bile milimetre kalınlığında yağmur tabakası teşkil edemez.
3- Merîh (Mars)
Güneşe uzaklığı 227.000.000 km. olan Merîh, güneş etrafındaki do-lanımını 686 günde tamâmlar, kendisinin etrafında da iki uydusu vardır. Eskiden her ne kadar Merih'te hayat olduğu sanılmakta ve orada da canlıların yaşadığı kabul edilmekteyse de, son ilmî araştırmalar ve bilhassa Amerikan Feza Merkezi N.A.S.A.'nın gönderdiği peyklerden gelen sinyallere göre hayat olmadığı anlaşılmıştır. Merîh de kendi mihveri etrafındaki dönüşünü 24 saat 37 dakikada bitirir. Çapı 6.784 km. dir. Uyduları Phobos ve Deimos'tur. Sir James Jeans diyor ki:
Güneşten uzaklaştıkça Zühre'den sonra Arz'a ve sonra da Merih'e varılır. Bunun güneşten aldığı radyasyon ortalama sıcaklığı Arz sıcaklığının 0.81 katı yahut, yaklaşık olarak —40° kılar. Bilfiil müşahede edilen sıcaklık dereceleri bu ortalamanın iki tarafında geniş bir aralık teşkil etmekte olup Merîh, yaz günlerinde ekvatordaki sıcaklık derecesi 10° ile, Merîh kışının ortalarında kutupların sıcaklık derecesi olan —70° arasında değişmektedir.
Eğer Merîh esaslı bir atmosferle çevrilmemiş olsaydı, bu yayılma daha geniş mikyasta olacaktır; müşahedeler böyle bir atmosferin varlığını te'yîd ediyor.
Merih'in iki kutbu, (kutub buz tepeleri) diye anılan, beyaz alanlarla çevrilmiş olup, bunlar sıcak havalarda küçülmekte ve yaz aylarında tamamıyla ortadan kalkmaktadır. Gerçi bu isim, arz üzerindeki tepelerine benzetilmek üzere verilmişse de Merih'te buz varsa, bu buzun pek ince olması îcâbeder: Çünkü orada pek kuvvetli olmayan güneş işim, kaim buz tabakasını eritmeye müsait değildir. Merîh yüzünde buz varsa, kutba yalan yerleri istisna edilmek üzere bu buz tabakası kalınlığı, hesaba göre birkaç santimetreyi geçemez.
4 - Müşteri (Jüpiter)
Güneşe uzaklığı 777.270.000 km. olan Müşteri'nin dokuz tane uydusu olup, güneş etrafındaki seyrini İ 2 senede tamâmlar. Müşteri'nin yüzeyinde sühunet, sıfırın altında —127 dereceyi bulur. Bol miktarda metan gazına rastlanır. O yüzden canlı organizmanın yaşaması imkân dışındadır, gezegenlerin en büyüğüdür. Çapı 147.700 km. dir. Kütlesi 318.3 dünya kadardır. Müşteri'nin kütlesi, öbür gezegenlerin kütlesinin toplamının üç katma yakındır. Dünyamıza çok uzak olduğundan parlak ve küçük kurs halinde görülür. Kendi ekseni etrafındaki seyrini 9 saat 50 dakikada tamâmlar. Atmosferinde metandan ayrı olarak amonyak gazına da rastlanır. Uyduları Müşteri'nin etrafında 12 saatla 745 gün arasında değişen bir müddet içinde seyreder. Bu uydular çeşitli büyüklüktedir. En büyüğünün yarı çapı 5.600 km., en kü-çüğününki ise 16 km. dir. Gneymand adı verileri 5.600 km. yançapm-daki uydusu aydan iki kere daha büyüktür. Müşteri'deki atmosfer basıncı yeryüzünden tâm 700.000 kere fazladır. Çekim kuvveti de yeryüzünden 1.000.000 kere fazladır. Müşteri'nin bir yılı, dünyamızın 4380 günü kadardır. Demek ki Müşteri, dünya etrafında bir kere dönünce-ye kadar dünyamız güneşin çevresinde tâm on üç defa tur yapmaktadır. Müşteri'nin çapı güneşinkinin onda biri kadardır.
5- Zühal (Satürn)
Güneşten uzaklığı 1.425.000.000 km. olup on tane peyki vardır. Güneş etrafındaki seyrini 29.5 senede tamâmlar. Zühal'in atmosferinde de. metan ve amonyak gazı vardır. Zühal gezegeninin etrafındaki peykler halka biçimindedir. Çapı yaklaşık olarak 75.000 mildir. Yüzeyi sert değil bilakis hafîf gaz gibi bir maddeden yapılmıştır. Kendi ekseni etrafındaki seyrini 10.5 saatta tamâmlar. Zühal ile güneşin arası hemen hemen dünya ile güneşin on mislidir. Zühal'de insan yaşamış olsaydı ne acâyibtir ki; dokuz yaşına basınca bizim dünyamızın pîr-i fânileri kadar yani seksen sekiz sene yaşamış olacaktı. Zühal, bizim dünyamızdan yedi yüz otuz üç defa daha büyüktür. Zühal'in yüzeyindeki atmosfer basıncı dünyamızdakinin 1.000.000 katıdır. Zühâlde de amonyak ve metan gazına rastlanır. Yüzeydeki ısı —158 C° dir.
6- Uranüs
Güneşten 28.866.000.000 km. uzaklıkta dönen Uranüs, seyrini seksen dört senede bitirir. Peyki dört tanedir. Çapı 32.000 mildir. Atmosferi, zehirli metan gazıyla doludur. Sıcaklık miktarı —183 dereceden daha azdır. Yüzeyindeki (Sir James Jeans, Etrafımızdaki Kâinat, 290)
buz kalınlığı 10.000 km. kadardır. Bunun da üzerindeki atmosfer 5.000 km. dir. Fazla soğuk yüzünden amonyak gazı da donmuş haldedir (Fen Ansiklopedisi, 617). Uranüs'ün bir yılı dünyanın seksen dört yılı kadardır. Bu gezegeni insanlık tanıyalıdan beri henüz güneş etrafında iki defa seyrini tamamlamıştır.
7- Neptün
Güneşten 4.490.000.000 km. uzaklıkta bulunup, yüz altmış beş senede güneş etrafında bir kez seyir yapmaktadır. Bir tane uydusu vardır. Neptün'ün atmosferinde de zehirli metan gazı bulunduğu tayfların analizinden anlaşılıyor. Sıcaklık derecesi ise —210 C° dir. Üzerindeki buz kalınlığı Uranus'ta olduğu gibi 10.000 kilometre kadardır. Atmosfer derinliği ise 3.000 kilometredir.
8- Plüton
Güneşe dünyadan kırk defa daha uzakta altı trilyon dört yüz milyar kilometre mesafede olan Plüton, güneş etrafındaki seyrini iki yüz kırk sekiz senede tamâmlar. Plüton, Amerika'lı Lovel tarafından bulunmuşsa da tâm keşfi 1930 "yılma rastlar. Plüton'un çapı 5.500 kilometredir. Plüton hakkında henüz pek fazla şeyler bilmiyoruz.
Şu anda gezegenler sistemindeki seyahatimizi da bitirmiş oluyoruz. Gezegenler sistemi kâinatın genişliği, yıldızların acâyibliği, keh-keşânlann dehşeti, nebülozlann azameti karşısında bir zerre kadar. Daha önceki sayfalarda kâinat modellerini gördünüz. Bunca âlemler neden böyle bomboş, hiç birinde hayat yok mu? İlmin şimdilik verdiği tek cevab «henüz bilemiyoruz.» Bu arada ilimden pek az nasîb alan câhiller de yirminci asırda pek az değil.
Bunca hakikatleri gördükten sonra hâlâ Allah'ı inkâra yeltenecek bir kimse çıkar mı bilmem. Milimetrenin milyarda bir küçüklüğünde 50.000 kilometrelik hızla dolaşan elektronlardan tutun da, sonsuz âlemde aynı hızla dolaşan milyarlarca ton ağırlığındaki maddeden müteşekkil cisimleri, seyyareleri, yıldızlan, kehkeşânları, nebülozlan bir topaç gibi oynatan Allah'ın hikmeti önünde başımızı önümüze eğerek «henüz bilmiyoruz» demekten başka ne gelir elimizden? Bunu demeyenler nankör değil midir? «Ve hepsi felek içre yüzerler».25
3 — O'dur yeri düzleyen ve orada dağlar, nehirler var eden, her türlü mahsûlden çift çift yetiştiren ve gündüzü geceyle bürüyen. Muhakkak ki bunda düşünen bir kavim için âyetler vardır.
4 — Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçaları, üzüm bağları, ekinler ve çatallı çatalsız hurma ağaçları vardır. Hepsi de aynı su ile sulanır. Ama lezzetçe onları birbirinden ayrı kılmışızdır. Şüphesiz ki bunlarda, akle-den bir kavim için âyetler vardır.
Yeri Düzleyen. 19
Yeri Düzleyen
Allah Teâlâ, ulvî âlemi zikrettikten sonra süflî âlem hakkındaki kudretini, hikmetini ve onu nasıl sağlamlaştırdığını zikretmeye başlayıp şöyle-buyurur: «O'dur yeri düzleyen...» onu uzunluk ve en bakımından geniş kılmıştır. Yüksek, sarsılmaz dağlarla onu tesbît etmiştir. Onda her bir şekil ve cinsten çift çift kokularında, tatlarında, şekil ve renklerinde birbirinden .farklı olan meyvelerin sulanması için orada nehirler, ırmaklar ve kaynaklar akıtmıştır.
«Ve gündüzü gece ile bürür.» Onlardan her birini, biri ötekini sür'atle ta'kîb eder, peşinden gider kılmıştır. Biri gidince diğeri onu bürür. Biri sona erince hemen öteki gelir. Mekân ve mekânda olanlarda tasarrufta bulunduğu gibi zaman üzerinde de tasarrufta bulunur. Muhakkak ki bunda Allah'ın nimetleri, hikmet ve delilleri üzerinde düşünenler için âyetler, ibretler vardır.
«Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçalan vardır.» biri diğerine mücavir arazîler vardır. Bununla birlikte birisi temiz, hoş olup insanların faydalanacakları şeyleri bitirir. Öteki çorak, tuzlu olup hiç bir şey bitirmez. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Zübeyr, Dahhâk ve başkalarından rivayet edilmiştir. Aynı şekilde yeryüzü parçalarının değişik renklerde olması da bu âyete girer. Bir.toprak kırmızı, biri beyaz, biri san, biri siyah, biri taşlık, diğeri ova, biri kumsal, biri katı ve yoğun, diğeri yumuşaktır. Hepsi de birbirine komşudur. Birinin vasıflan böyle iken, diğerinin Özellikleri daha başkadır. İşte bütün bunlar, bir Fâil-i Muhtâr'a delâlet eden şeylerdendir. O'n-dan başka İlâh ve O'nun dışında Rab yoktur.
«Üzüm bağlan, ekinler ve hurma ağaçlan vardır.» Âyetteki kısmının başındaki vav harfinin bunları kelimesi üzerine atfeden bağlaç olması muhtemeldir. Buna göre bu iki kelime nıerfû* okunurlar. Buna göre mânâ : tjzüm bağlan, ekinler ve çatallı çatalsiz hurma ağaçlan vardır, şeklindedir. Bu kelimelerin kelimesi üzerinde atfedilmiş olması da muhtemel olup buna göre mecrûr olacaktır. Buna göre ise anlam şöyle olur : Üzüm, ekin, çatallı ve çatalsız hurma bahçeleri (bağları) vardır. İmamlardan bir grup âyetleri her iki kırâetle de okumuşlardır. Allah Teâlâ : «Çatallı ve çatalsız hurma ağaçları vardır.» buyurur ki âyetteki kelimesi; bir bitkideki toplanmış kökler, anlamındadır. Nar, incir ve hurma ağaçlarının bir kısmı ile benzeri ağaçlar böyledir., kelimesi ise, diğer ağaçlarda olduğu gibi tek kökü olanlardır. Buradan hareketle kişinin amcasına da «Babasının çatalı» denilmiştir. Nitekim sahîh bir hadîste rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) Ömer'e : Kişinin amcasının, babasının çatalı olduğunu hissetmedin mi (Her ikisinin de aynı soydan olduklarını hissetmedin mi?) buyurmuştur. Süfyân es-Sevrî ve Şu'be'nin Ebu İshâk'dan, onun da Berâ (r.a.) dan rivayetine göre; bir kökte olan hurma ağaçları ise dağınık hurma ağaçlandır. Bu açıklama İbn Abbâs, KEücâhid, Dahhâk, Katâde ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'indir.
Allah Teâlâ : «Hepsi de aynı su ile sulanır. Ama lezzetçe onlan birbirinden ayn kılmışızdır.» buyurur. A'meş'in Ebu Salih'ten, onun Ebu Hüreyre (r.a.) den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre; o, «Ama lezzetçe onları birbirinden ayn kılmışızdır.» âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: Bozuk, kuru hurma, başka bir çeşit hurma, tatlı ve ekşi hurmadır. Hadîsi rivayet eden Tirmizî hasen, garîb olduğunu söylemiştir. Şekilleri, renkleri, tadlan, kokulan,, yapraklan ve çiçeklerinde meyve ve ekin cinsleri arasında farklılıklar vardır. Şu gayet tatlıdır. Öteki gayet ekşidir. Şu gayet acıdır, şu acı, diğeri tatlıdır. Birisi hem onu hem diğerini kendinde toplamış, sonra Allah'ın izniyle başka bir tada dönüşmüştür. Şu sandır, bu kırmızıdır, diğeri beyaz, öteki siyah, beriki mavidir. Çiçekler de böyledir. Bununla birlikte hepsi de bir tek tabiattan —ki o da sudur— beslenmektedirler. Bununla birlikte aralarında sayılamayacak kadar çok farklılıklar vardır. İşte bütün bunlar anlayan kimseler için alâmetlerdir. Gücüyle eşyayı birbirine üstün kılan, eşyayı dilediği gibi yaratan bir Fâil-i Muhtâr"a en büyük delillerdendir bunlar. Bu sebebledir ki Allah Teâlâ: «Şüphesiz ki bunlarda, akleden bir kavim için ibretler vardır.» buyurmuştur.26
İzahı20
İzahı
5 — Şaşacaksan, onların: Biz toprak olunca yeniden mi yaratılacağız? demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar, Rablarını inkâr edenlerdir. îşte onlar, boyunlarına demir halkalar vurulanlardır. Ve işte onlar; cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
Asıl Şaşılacak Olan. 20
Asıl Şaşılacak Olan
Allah Teâlâ elçisi Muhammed (s.a.) e şöyle buyurur : Bu müşriklerin âhireti (yeniden diriltilmeyi ve Alah'a döndürülmeyi) yalanlamalarına şaşacaksan onların... demelerine şaşmak gerekir. Bununla birlikte onlar Allah'ın dilediğine güç yetirici olduğuna delâlet eden yaratmasındaki âyetlerini müşâhade etmektedirler. Onlar aynı zamanda Allah'ın eşyayı yaratmaya başladığını, anılmış bir şey olmadıktan sonra onları yarattığını itiraf etmektedirler. ' Bütün bunlardan sonra onun âlemleri yeni bir yaratılışla iade edeceği (onları tekrar yaratacağı) haberini yalanlamaktadırlar. Halbuki onlar yalanladıklarından daha şaşırtıcı olanını müşâhade etmiş ve itiraf etmişlerdir. İşte sen şaşacaksan, onların şu sözlerine sağmalısın : «Biz toprak olunca yeniden mi yaratılacağız?» Her bilgili ve akıllı kişi bilir ki gökleri ve yerleri yaratmak insanları yaratmaktan daha büyüktür. Yaratmaya başlayana onu tekrar etme daha kolaydır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet O, muhakkak herşeye kâdir'dir.» (Ahkâf, 33). Sonra Allah Teâlâ, yalanlayanları şöyle niteler : «İşte onlar, Rablarını inkâr edenlerdir. İşte onlar, boyunlarına demir halkalar vurulup bunlarla ateşe sürüklenenlerdir. Ve işte onlar; cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır, (orada ebedî olarak kalacaklar, başka bir yere dönüp geçemeyecekler ve orada son bulmayacaklardır.)»27
6 — iyilikten önce kötülük isterler çabucak senden. Oysa onlardan önce nice örnekler geçmiştir. Doğrusu insanların zulmetlerine rağmen, Rabbın mağfiret sahibidir. Şüphesiz ki Rabbmın cezalandırması, şiddetlidir.
Allah Teâlâ buyurur ki: Bu yalanlayanlar iyilikten önce kötülük, azâb isterler senden. Allah Teâlâ başka âyetlerde onlardan haber vererek şöyle buyurur : «Dediler ki: Ey kendisine kitab indirilen kişi, sen mutlaka delisin. Doğru söyleyenlerdensen bize melekleri getirmeli değil misin? Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman da kendilerine mühlet verilmez.» (Hicr, 6-8), «Senden azabı çarçabuk isterler. Eğer belirtilmiş bir süre olmasaydı, azâb onlara hemen gelirdi. Ama yine de onlar farkına varmadan başlarına ansızın gelecektir. Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Doğrusu cehennem (yakında) kâfirleri kuşatacak-tır.» (Ankebût, 53-54), «İsteyen birisi inecek azabı istedi.» (Me'âric, 1), «Ona inanmayanlar çabuk gelmesini istediler. îmân edenler ise, ondan korku ile titrediler. Ve onun hak olduğunu bilirler.» (Şûra, 18), «Ve dediler ki: Rabbımız, hesap gününden önce bizim payımızı çabuk ver.» (Sâd, 16), «Hani demişlerdi ki : Ey Allahımız; eğer bu, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır, yahut acıklı bir azâb getir.» (Enfâl, 32). Onlar, Allanın elçisinden Allah'ın azabını başlarına getirmesini istiyorlardı. Bu onların yalanlama, küfür ve inâdlan-mn şiddetindendir.
Allah Teâlâ buyurur ki : «Oysa onlardan Önce ibret alınacak nice örnekler geçmiştir. Geçmiş ümmetlerin üzerine intikamımızı gönderdik ve onları onlardan ibret alacaklar için bir örnek, ibret ve nasihat kıldık.» Sonra Allah Teâlâ, şayet ilmi ve affı olmasaydı, onlara azabını hemen göndermiş olacağını haber verir. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurmaktadır : «Şayet Allah insanları kazandıkları ile müzâkere etmiş olsaydı; onun üstünde bir canlı bırakmazdı.» (Fâtır, 45). Bu âyet-i kerîme'de ise: «Doğrusu insanların zulmetmelerine rağmen, Rabbm mağfiret sahibidir.» buyurur ki zulmetmelerine, gece gündüz hatâ etmelerine rağmen insanlar için af, bağışlama ve onların hatâlarını örtme sahibidir. Daha sonra onlarda, hem ümit ve hem de korkunun birlikte olması için bunun peşinden cezalandırmasının şiddetli olduğunu bildirir. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Seni yalanlarlarsa; de ki: Rabbınız geniş rahmet sahibidir. O'nun gücü günahkârlar güruhundan döndürülemez.» (En'âm, 147), «Şüphesiz ki Rab-bın; cezayı çabuk verendir. Ve muhakkak ki O, Gafûr'dur, Rahîm'dir.» (A'râf, 167), «Kullanma bildir ki: Muhakkak Ben Gafur, Rahîm olanım. Ve muhakkak ki azabım da elem verici bir azâbdır.» (Hicr, 49-50). Bu ve benzeri birçok âyette korku ve ümit birlikte zikredilmiştir.
İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Saîd İbn Müseyyeb'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir. «Doğrusu insanların zulmetmelerine rağmen Rabbın mağfiret sahibidir. Şüphesiz ki Rabbmm cezalandırması, şiddetlidir.» âyeti nazil olduğunda Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Şayet Allah'ın affı ve (günâhlardan) vazgeçmesi olmasaydı hiç kimseye hayat tatlı olmazdı. Şayet O'nun tehdidi ve cezalandırması da olmasaydı o zaman herkes (varlığına, hayata, ameline) güvenir, dayanırdı. Hafız İbn Asâkir, Hasan İbn Osman Ebu Hassan ez-Zi-yâdî'nin hâl tercümesinde rivayet eder ki o, Rab Teâlâ'yı uykuda (rü'~ yasında) görmüş Allah Rasûlü (s.a.) de onun Önünde durmuş ümmetinden birine şefaat ediyormuş. Ona şöyle buyurmuş : Sana Ra'd sûresinden : «Doğrusu insanların zulmetmelerine rağmen, Rabbın mağfiret sahibidir.» âyetini indirmiş olmam sana yetmiyor mu? ve sonra Ebu Hassan ez-Ziyâdî uykusundan uyanmış.28
7 — Küfredenler derler ki: Ona Rabbmdan bir âyet indirilmeli değil miydi? Sen, ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardır.
Allah Teâlâ müşriklerin küfür ve inâdlarından şöyle diyeceklerini haber verir : «Daha öncekilere gönderildiği gibi ona Rabbından bir âyet indirilmeli değil miydi?» Nitekim onlar Allah Rasûlü (s.a.) nden Safa tepesini kendileri için altın yapmasını, kendilerinden dağları izale edip onların yerine otlaklar ve nehirler koymasını teklif etmiştiler. Allah Teâlâ buyurur ki: ((Bizi âyetlerle göndermekten alıkoyan şey; ancak öncekilerin onlan yalanlamış olmalarıdır. Semûd'a da gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik. Ona zulmetmişlerdi. Halbuki Biz, âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.» (İsrâ, 59). Allah Teâlâ buyurur ki: «Sen, ancak bir uyarıcısın» Senin vazifen, sâdece Allah Teâlâ'nın sana emretmiş olduğu Allah'ın risâletini tebliğ etmektir. «Onlan hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir.» (Bakara, 272).
Allah Teâlâ'nın : «Her kavmin bir yol göstericisi vardır.» âyeti hakkında İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha: Her kavmin bir davetçisi vardır, demiştir. Bu âyetin tefsirinde yine İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî der ki: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ey Muhammed sen bir uyarıcısın. Her kavme yol gösterici olan benîm. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr ve Dahhâk da böyle söylemişlerdir. Mücâhid'den rivayete göre; âyette geçen «Yol gösterici» den maksad, Peygamberdir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Hiç bir ümmmet yoktur ki, ona uyarıcı gelmiş olmasın.» (Fâtır, 24) Katâde ve Abdurrahmân İbn Zeyd de böyle söyler. Âyetteki «Yol gösterici» yi, Ebu Salih ve Yahya İbn Râfi', kumandan olarak anlamışlardır. Ebu'l-Âliye der ki : Yol gösterici; kumandandır. Kumandan, başkandır, başkan ise ameldir. İkrime ve Ebu Duhâ'dan rivayet edildiğine göre âyetteki yol gösterici Muhammed (s.a.) dir. Mâlik ise «Her kavmin bir yol göstericisi vardır.» âyetinde der ki: Onları Allah'a çağıran (davet eden) kimsedir. Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bana Ahmed İbn Yahya es-£ûfî'nin... İbn Abtoâs (r.a.) tan rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor : «Sen, ancak bir uyarıcısın. Ve kavmin bir yol göstericisi vardır.» âyeti nazil olduğu zaman, Allah Rasûlü (s.a.) elini göğsüne koyup : Ben uyarıcıyım. Ve her kavmin bir yol göstericisi vardır, buyurup eliyle Ali'nin omuzuna işaretle şöyle buyurdu : Ey Ali, yol gösterici sensin. Benden sonra hidâyete erenler seninle hidâyete ulaşacaktır. Bu hadîste şiddetli bir ne-kâret vardır. (Bu hadîs münkerdir). İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn'in... Ali'den rivayetinde, «Ve her kavmin bir yol göstericisi vardır.» âyeti hakkında o, şöyle demiştir: Yol gösterici, Hâşim Oğullarından birisidir. Cüneyd : O, Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) dir, der. İbn Ebu Hatim der ki: Kendisinden gelen rivayetlerden birinde İbn Abbâs'tan ve Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali'den de bu görüşün bir benzeri rivayet edilmiştir.29
8 — Allah; her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir. O'nun katında her şey bir ölçüye göredir.
9 — Görüleni de görülmeyeni de bilir. Yücelerin yücesidir O.
Görülenin ve Görülmeyenin Bilgisi21
Görülenin ve Görülmeyenin Bilgisi
Allah Teâlâ haber veriyor ki; tâm ve kâmil ilmine hiç bir şey gizli kalmaz. Canlıların bütün dişilerinden hâmile olanların neye hâmile olduklarını ilmi ihata etmektedir. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurur : «Ve rahimlerde olanı O bilire (Lokman, 34) Yani hâmile olduğu şey erkek mi dişi mi, güzel mi çirkin mi, mutlu mu, mutsuz mu, uzun ömürlü mü yoksa kısa ömürlü mü? Nitekim Allah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: «Sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz analarınızın karınlarında döller halinde iken sizi en iyi bilen O'dur. Kendinizi temize çıkarmayın. O, kötülükten sakınanları en iyi bilendir.» (Necm, 32), «Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışa geçirerek yaratmaktadır.» (Zümer, 6), «Andolsun ki Biz, insanı çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık. Bir çiğnemlik etten kemikler yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Ve sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir.» (Mü'mi-nûn, 12-14). Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur :
Muhakkak ki sizden birinin yaratılışı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra aynı sürede bir kan pıhtısı, sonra aynı sürede bir çiğnem et olur. Sonra ona bir melek gönderilir de ona ruh üfürür ve dört kelime emrolunur. Rızkını, ömrünü, amelini, mutlu mu mutsuz mu olduğunun yazılmasıyla emrolunur. Başka bir hadîste de şöyle buyrulur : Melek der ki: Ey Rabbım, erkek mi dişi mi? Ey Rabbım, mutsuz mu mutlu mu? rızkı nedir? eceli nedir? Allah Teâlâ söyler, melek yazar.
Allah Teâlâ : «Ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir.» buyurur ki Buhârî şöyle diyor : Bize İbrâhîm İbn Münzir'in... İbn Ömer'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur :
Gaybın anahtarları beş olup onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez : Yarın ne olacağını ancak Allah bilir. Rahimlerin neyi eksilttiğini ancak Allah bilir. Yağmurun ne zaman geleceğini Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Bir nefis nerede öleceğini bilmez. Allah'tan başka hiç kimse kıyametin ne zaman kopacağını bilemez.
İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî: «Rahimlerin neyi eksilttiğini bilir.» âyetinde, düşüğün kasdedildiğini söyler. «Neyi artırdığını bilir.» âyeti hakkında ise şöyle der : Rahim hamilelikte eksilttiğinin üzerine artırır da sonunda tamâm olarak doğurur. Kadınlardan kiminin hamileliği on ay, kiminin dokuz ay olup kimininki bundan fazla, kimininki de eksiktir. İşte Allah Teâlâ'nın zikretmiş olduğu eksiltme ve artırma budur. Bütün bunlar Allah Teâlâ'nın ilmi iledir. Dahhâk, «Rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir.» âyeti hakkında İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : Dokuz aydan eksiği ve onun üzerine artanı. Yine Dahhâk der ki: Annem beni iki sene karnında taşıdıktan sonra doğurmuş. Beni ön dişlerim çıkmış halde doğurmuş. İbn Cüreyc'in Ce-mîle bint Sa'd'dan, onun da Hz. Âişe'den rivayetinde o, şöyle demiştir : Hamilelik bir iğin gölgesinin hareket edeceği miktarda dahi iki seneden fazla olmaz. Mücâhid, «Rahimlerin neyi eksiltip artırdığım bilir» âyetinde şöyle demiştir : Kadının hamileliğinde görmüş olduğu kandır. Artırdığı ise, dokuz ay üzerine olandır. Atıyye el-Avfî, Katâde, Hasan el-Basrî ve Dahhâk da böyle söylemişlerdir. Yine Mücâhid şöyle diyor : Kadın dokuz ay içinde kan görürse, dokuz aydan (hamileliği) fazla olur. Aynen hayız günlerinde olduğu gibi. İkrime, Saîd İbn Cübeyr ve İbn Zeyd de böyle söylemişlerdir. Yine Mücâhid şöyle diyor : Rahimlerin eksilttiği, kadının kan dökmesi (âdet görmesi) dir. Nihayet çocuk eksik (zayıf) olur. Rahimlerin artırdığı ise; şayet kadın kan dökmez (âdet görmez) ise çocuk tâm ve büyük olur.
Mekhûl der ki: Cenîn annesinin karnında (bir şey) istemez. Mahzun ve kederli olmaz. Onun rızkı annesinin karnında hayız kanından gelir. İşte bu sebepledir ki hâmile kadın, hayız görmez. Yere düştüğü zaman bağırır. Onun bağırması yerini yadırgamasındandır. Göbeği kesildiği zaman Allah Teâlâ, onun rızkını annesinin memesine çevirir de çocuk yine bir şey istemez, mahzun ve kederli olmaz. Sonra bir şeyleri eliyle alıp yiyecek çocuk olur. Bir de bakmışsın ki o baliğ olmuş : Ya açlıktan öleceğim, ya da öldürüleceğim. Rızık bana nereden gelecek? diyor. Mekhûl der ki: Yazıklar olsun sana; sen annenin karnında iken, sen küçük bir çocuk iken Allah seni besledi. Nihayet güçlenip aklın erer olduğu zaman : Ya açlıktan öleceğim, ya da öldürüleceğim. Rızık bana nereden gelecek? dedin. Sonra Mekhûl şu âyeti okumuş : «Allah her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir. O'nun katında her şey bir ölçüye göredir.»
Katâde, «O'nun katında her şey bir ölçüye göredir.» âyetinde ecelin, yaratıkların nzıklarınm, ecellerinin kasdedildiğini, bütün bunlar için belli bir ecel konulduğunu söyler. Sahîh bir hadîste rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a.) in kızlarından birisi- ona : Bir oğlunun ölüm halinde olduğu ve yanında hazır bulunmasını istediği haberini göndermişti. Allah Rasûlü (s.a.) ona haber gönderip şöyle buyurdu : Muhakkak ki veren de alan da Allah'tır. O'nun katında her şeyin belirli bir süresi vardır. Ona emrediniz de sabretsin ve sevabını Allah'tan beklesin. Râvî hadîsin tamâmım zikretmiştir.
Allah Teâlâ: «Görüleni de, görülmeyeni de bilir.» buyurur ki kulların müşâhade ettiği ve onlara gizli kalan her şeyi bilir. Hiç bir şey ona gizli kalmaz. Her şeyden büyük ve yücedir, en yücedir O. İlmi her şeyi kuşatmıştır. Her şey kahr u galabesi altındadır. Boyunlar O'na eğilmiş, isteseler de istemeseler de kullar O'na boyun eğmişlerdir.30
10 — Aranızdan birisi ister sözü gizlesin, ister açığa vursun, ister geceye bürünerek gizlensin, ister gündüzün ortaya çıksın; hiç fark yoktur.
11 — Ardından ve önünden ta'kîb edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavmin fenalığını dileyince; artık onun Önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.
Bir Toplum Kendini Değiştirmedikçe Allah O Toplumu Değiştirmez. 22
Bir Toplum Kendini Değiştirmedikçe Allah O Toplumu Değiştirmez
Allah Teâlâ, ilminin bütün yaratıklarını ihata ettiğini haber veriyor. Onlardan sözünü gizleyen veya açıklayan O'nun için müsavidir, onu mutlaka işitir. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Spzü açığa vursan da (vurmasan da) şüphesiz ki O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.» (Tâhâ, 7), «Gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye...» (Nemi, 25)
Hz. Âişe (r.a.) der ki: İşitmesi bütün sesleri ihata eden Allah'ı tesbîh, tenzih ederim. Allah'a yemin olsun ki kocasını Allah Rasûlü (s.a.) ne şikâyet etmek üzere gelen ve onunla tartışan kadın geldiğinde, ben evin bir köşesindeydim. Allah Rasûlü (s.a.) kadının bazı sözlerini bana gizlemişti de Allah Teâlâ : «Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a da şikâyette bulunan (kadın) in sözünü Allah işit-mistir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Muhakkak ki Allah, Semî'dir, Basîr'dir.» (Mücâdile, 1) âyetini indirdi.
Allah Teâlâ buyurur ki: İster gecenin karanlığı içinde evinin derinliklerinde bürünüp gizlensin, ister gündüzün beyazlık ve ışığında yürür, açık halde ortaya çıksın her ikisi de müsâvî olarak Allah'ın il-mindedir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Elbiselerine büründükleri zaman da dikkat edin. Allah, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir.» (Hûd, 5), «Ne işte bulunsan, Kur'-an'dan ne okusan oku ve siz (insanlar) ne iş yaparsanız; yaptıklarınıza daldığınızda mutlaka Biz üzerinizde şahidiz. Yerde ve gökte hiç bir zerre Rabbından gizli değildir. Bundan daha küçüğü de, daha büyüğü de şüphesiz apaçık kitabdadır.» (Yûnus, 61).
«Ardından ve önünden onu ta'kîb edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler.» Kul için onu nöbetleşe gözeten melekler; gece koruyucular ve gündüz koruyucular vardır. Onu kötülüklerden ve musibetlerden korurlar. Ayrıca hayır olsun şer olsun onun amellerini muhafaza ile kaydeden başka melekler de vardır. Bunlar da, gece melekleri ve gündüz melekleri olarak iki kısımdır. Sağ ve solunda olmak üzere iki melek olup bunlar amellerini yazarlar. Sağındaki melek iyilikleri, solundaki de kötülükleri yazar. Ayrıca birisi arkasından, diğeri önünden olmak üzere onu muhafaza edip koruyan diğer iki melek daha vardır. Kul gündüz dört, gece de dört meleğin arasındadır. Bunlardan ikisi koruyucu ikisi de yazıcı meleklerdir. Nitekim sahih bir hadîste şöyle buyrulur : Gece melekleri ile gündüz melekleri sizin başınızda nöbetleşe dururlar. Sabah ve ikindi namazında bir araya gelirler. Sizinle gecelemiş olanlar (Allah'a) yükselirler de sizi en iyi bilen olduğu halde onlara sorar : Kullarımı ne halde bıraktınız? Onlar : Onlara vardık namaz kılıyorlardı, onları bıraktık yine namaz kılıyorlardı, derler. Başka bir hadîste ise şöyle buyrulur : Muhakkak ki sizinle beraber sâdece helada ve cima' halinde iken sizden ayrılanlar vardrr. Onlardan utanın ve hoşlanılmayacak şeyler yapmamak suretiyle onlara ikramda, ta'zîmde bulunun.
İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Talha der ki: «Ardından ve önünden onu ta'kîb edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler.» Ardından ve önünden Allah'ın emri ile ta'kîb edenler, meleklerdir. îbn Abbâs'tan rivayetle İkrime de : «Allah'ın emri ile onu gözetirler.» âyeti hakkında şöyle der : Onu önünden ve ardından muhafaza eden, meleklerdir. Allah'ın kaderi geldiği zaman ondan ayrılır, onu yalnız bırakırlar. Mücâhid der ki: Hiç bir kul yoktur ki uykusunda, uyanıklığında onu cinlerden, insanlardan ve haşarattan korumakla görevlendirilmiş bir melek olmasın. Onlardan birisi kulu kasdederek geldiği zaman melek : Arkana dikkat et, der. Ancak Allah'ın izin verdikleri müstesna. İşte onlar kula isabet eder. Sevrî'nin Habîb İbn Ebu Saîd kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, «Ardından ve önünden ta'kîb edenler vardır.» âyeti hakkında : O, dünya krallarından bir kraldır ki onun çok çok koruyucuları vardır, demiştir. İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî, «Ardından ve önünden ta'kîb edenler vardır.» âyetinde şeytânın dostu kasdedilmektedir, ona karşı koruyucu olurlar, der. Bu âyetin tefsirinde İkrime der ki: Onlar; emirler (başkanlar) dir, önünde ve ardında askerleri bulunur. Dahhâk da, «Ardından ve önünden ta'kîb edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler.» âyeti hakkında şöyle der : O, Allah'ın emriyle korunan; sultandır ve onlar şirk ehlidir. En doğrusunu Allah bilir ama burada açık olan şudur : İbn Abbâs, İkrime ve Dahhâk'ın bu sözlerinden maksad, meleklerin kulları korumasının; insanların, kral ve başkanlarını korumasına ben-zetilmesidir.
İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr gerçekten garîb bir hadîs rivayet eder ve der ki: Bana Müsennâ'nın... Kinâne el-Adevî'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Osman İbn Affân, Allah Rasûlü (s.a.) nün yanma girdi ve : Ey Allah'ın elçisi, kul ile beraber kaç melek vardır bana haber ver, dedi. Allah Rasûlü şöyle buyurdu : Sağında iyiliklerini muhafaza ile görevli bir melek, o solunda görevli olanın âmiridir. Sen bir iyilik yaptığın zaman o, on iyilik olarak yazılır. Bir kötülük işlediğinde solunda görevli olan sağında görevli olana : Yazayım mı? diye sorar da o : Hayır, belki o, Allah'tan mağfiret diler de tevbe eder, der. Üç defa söylediği zaman : Evet, yaz. Allah bizi ondan rahata erdirsin, ne kötü arkadaştır. Allah'ın hukukunu gözetmesi ne kadar az ve bizden utanması ne kadar az, der. Allah Teâlâ : «O bir söz atmaya dursun, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.»
İmâm Ahmed —Allah ona. rahmet eylesin— der ki: Bize Esved İbn Âmir'in... Abdullah'tan rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Sizden hiç kimse yoktur ki; cinlerden bir arkadaşı ve meleklerden bir arkadaşı onunla görevli bulunmasın. Onlar: Senin için de mi ey Allah'ın elçisi? dediler de şöyle buyurdu : Evet bana da. Fakat ona karşı Allah Teâlâ bana yardım eder de bana sâdece hayrı emreder. Hadîsi sâdece Müslim tahrîc etmiştir.
Allah Teâlâ : «Allah'ın emri ile onu gözetirler.» buyurur ki .burada maksadın, meleklerin kulu Allah'ın emri ile korumaları olduğu söylenmiştir. Bu görüşü Ali İbn Ebu Talha ve başkaları îbn Abbâs'tan rivayet etmişlerdir. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İbrahim en-Nehaî ve başkaları da bu görüşe zâhibdirler.(...)
Kâ'b el-Ahbâr der ki: Âdemoğlu için her ova, ve dağ tecellî etmiş olsaydı, bunlardan her şeyde şeytânları görürdü. Şayet Allah Teâlâ sizin için yiyeceğinizde, içeceğinizde ve avret yerlerinizde sizi koruyan melekler görevlendirmiş olmasaydı; mutlaka kapılırdınız (şey-tânlarca) elde edilirdiniz. Ebu Ümâme der ki: Hiç bir Âdemoğlu yoktur ki; onunla birlikte onu koruyan bir melek olmasın. Tâ ki kendisi için takdir olunana onu teslim edinceye kadar. Ebu Miclez der ki: Murâd (kabilesinden) birisi Hz. Ali ir.a.) namaz kılarken ona gelip : Korun, muhakkak ki Murâd'dan bir kısım insanlar seni öldürmek istiyorlar, demişti. Hz. Ali şöyle dedi: Muhakkak ki herkesin beraberinde, onu kendisi için takdir olunmamış şeylerden koruyan iki melek vardır. Kader gelince, kaderle onu başbaşa bırakırlar. Muhakkak ki ecel sağlam bir kalkandır.
Bazıları âyetini: Allah'ın emriyle onu korurlar, şeklinde anlamışlardır. Nitekim bir hadîste varid olduğuna göre onlar: Ey Allah'ın elçisi, kendisiyle korunulacak muskalar hakkında ne dersin? Allah'ın kaderinden herhangi bir şeyi engeller mi? demişler de şöyle buyurmuş : Onlar da Allah'ın kaderindendir.
İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc'in... İbrahim'den rivayetinde o, şöyle demiştir: «Allah Teâlâ İsrâiloğulları peygamberlerinden birisine vahyetti ki kavmine şöyle söyle : Bir kasaba ve bir ev ahâlîsi Allah'a itaat üzere olup ta bu durumdan Allah'a isyan olan bir hale döndükleri zaman; Allah Teâlâ onlar için onların sevdiğinden onların sevmediğine döner. İbrahim sonra şöyle demiştir : Bunun, Allah'ın kitabından doğruluğuna delil: «Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez.» âyetidir. Bu, merfû' bir hadîste de vârid olmuştur. Hafız Muhammed İbn Osman Ibn Ebu Şeybe, «Sıfat'ül-Arş» adlı kitabında der ki: Bize Hasan İbn Ali'nin... Umeyr İbn Abdülmelik'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Ali İbn Ebu Tâlib, Küfe minberinde bize hutbe okudu ve şöyle dedi: Ben Allah Rasûlü (s.a.) nün yanında sustuğum zaman o, benimle söze (konuşmaya) başlardı, ona bir haber sorduğum zaman haber verirdi. Muhakkak ki o, Rabbından bana rivayet etti ve şöyle dedi: Rab buyurur ki": tzzetim, Celâlim ve Arş üzerine yücelmem hakkı için; bir kasaba ve bir aile halkı bana isyan olan, hoşlanmadığım bir halde olur da sonra bu durumdan benim sevdiğim itâatıma dönerlerse; muhakkak Ben, onlar için onların hoşlanmadığı azabımı, sevdikleri rahmetime çeviririm. Bu, garîb bir hadîs olup isnadında tanımadığım bir kimse vardır.31
12 — O'dur size korku ve ümide düşürmek için şimşeği gösteren ve yağmur yüklü bulutları meydana getiren.
13 — Gök gürültüsü; hamd ile, melekler de korku ile O'nu teşbih eder. O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Halbuki onlar, Allah hakkında tartışıyorlardı. O, kudretinde pek çetin olandır.
Şimşek ve Bulutlar24
Şimşek ve Bulutlar
Allah Teâlâ, şimşeğe hükmedenin kendisi olduğunu haber verir. Şimşek; bulutlar arasında görülen parlak nûr, ışıktır. İbn Cerîr'in rivâyetine göre; İbn Abbâs, Ebu el-Celd'e yazıp ona kelimesini sormuştu da o, şöyle demişti : sudur.
«Korku ve ümide düşürmek için...» âyeti hakkında Katâde der ki: Yolcu için korku olarak. Zîrâ o, şimşeğin eziyet ve meşakkatinden korkar. Mukîm halde olan da ümîde düşer. Zîrâ o onun bereketini, faydasını umar, Allah'ın rızkını ister. Allah Teâlâ : «Yağmur yüklü bulutları meydana getiren.» buyurur ki; onları yeni bir yaratılışla yaratır. Onlar, suyunun çokluğu sebebiyle ağır ve yeryüzüne yakındırlar. Mücâhid âyetteki kelimelerini, içinde su olan
bulutlar, şeklinde açıklar. Allah Teâlâ : «Gök gürültüsü; hamd ile, O'-nu tesbîh eder.» buyurur ki başka bir âyette şöyle buyurmuştur: «O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur.» (İsrâ, 44).
İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in İbrahim İbn Sa'd'dan, onun da babasından rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Mescidde Humeyd İbn Abdurrahmân'ın yanında oturuyordum. Gıfâr oğullarından bir ihtiyar uğradı. Humeyd onu yanına davet etti. Geldiği zaman : Ey kardeşim oğlu, aramızda ona yer ver (otursun). Muhakkak ki o Allah Ra-sûlü (s.a.) ile beraber olmuştur, dedi. İhtiyar geldi ve benimle onun arasına oturdu. Humeyd ona : Bana Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet etmiş olduğun hadîs ne idi? diye sordu da ihtiyar şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işittim: Muhakkak Allah, bulutları meydana getirir de onlar en güzel şekilde konuşur, en güzel şekilde güler. En doğrusunu Allah bilir ama konuşmasından maksad yıldırım, gülmesinden maksad ise şimşektir. Mûsâ İbn Ubeyde, Sa'd İbn İbrahim'in şöyle dediğini nakleder : Allah Teâlâ yağmuru gönderir. Gülmesinde ondan daha güzeli ve konuşmasında ondan daha uysal ve ünsiyyet kesbedilmişi yoktur. Onun gülmesi şimşek, konuşması da yıldırımdır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Muhammed İbn Müslim'den rivayetinde o, şöyle demiştir : Bize ulaştığına göre şimşek, dört yüzü olan bir melektir : İnsan, öküz, akbaba ve arslan yüzü. Kuyruğuyla vurduğu zaman işte o şimşektir.
İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Sâlim'den onun da babasından rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şimşek ve yıldırımı işittiği, zaman şöyle dermiş; Ey Allah'ım bizi öfkenle öldürme, bizi azabınla helak buyurma ve ondan önce bize afiyet ver. Hadîsi Tirmizî, Kitâb'ül-Edeb'de Buhârî, el-Yevm ve el-Leyle'de Neseî, Müstedrek'inde Hâkim, Haccâc İbn Artât kanalıyla Ebu Matar'dan rivayet etmişler; Hâkim, Ebu Matar'ın ismini vermemiştir. Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bize Ahmed İbn İshâk'ın... Ebu Hüreyre'den —Ebu Hüreyre hadîsi merfû' olarak rivayet etmiştir— rivayetinde, Allah Rasûlü gök gürlemesini işittiği zaman : Gök gürlemesinin, hamd ile tesbîh ettiğini tesbîh ederim, dermiş. Hz. Ali (r.a.) den rivayet edildiğine göre; o, gök gürieme-si sesini işittiği zaman : Senin tesbîh ettiğini tesbîh ederim, dermiş. İbn Abbâs, Esved İbn Yezîd ve Tâvûs'dan rivayete göre onlar da, böyle söyler imişler. Evzaî der ki: İbn Ebu Zekeriyya şöyle derdi: Kim gök gürlemesini işittiği zaman; Allah'ı tesbîh eder ve O'na hamd ederim, derse; ona yıldırım isabet etmez. Abdullah İbn Zübeyr'den rivayete göre; o, gök gürlemesini işittiği zaman konuşmayı bırakır ve : Gök gürlemesinin; hamd ile, ve meleklerin O'nun korkusuyla tesbîh ettiklerini tesbîh ederim, der ve şöyle eklermiş : Muhakkak ki bu, yeryüzü halkı için şiddetli bir tehdîddir. Abdullah İbn Zübeyr'in bu sözünü Mâlik Muvatta'da, Buhârî de Kitâb'ül-Edeb'de rivayet etmiştir.
İmâm Ahmed der ki: Bize Süleyman İbn Dâvûd et-Tayâlisî'nin... Ebu Hüreyre'den rivayetinde, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Rabbınız buyurur ki: Şayet kullarım, Bana itaat etselerdi; Ben onlara yağmuru geceleyin gönderir, gündüzün onlara güneşi doğdurur ve onlara gök gürlemesinin sesini işittirmezdim. Taberânî der ki: Bize Zekeriyya İbn Yahya es-Sâcî'nin.., İbn Abbâs'tan rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Gök gürlemesini işittiğiniz zaman Allah'ı anınız, muhakkak ki zikreden birine o isabet etmez.
Allah Teâlâ : «O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.» buyurur ki; O, dilediklerinden intikam almak üzere bir musibet olarak yıldırımları gönderir. Bu sebepledir ki âhir zamanda çoğalacaktır. Nitekim İmâm Ahmed şöyle der : Bize Muhammed İbn Mus'ab'-in... Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) den rivayetinde, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Kıyamet yaklaştığında yıldırımlar çoğalır, o kadar ki birisi kavme gelir ve : Bu sabah kimi yıldırım çarptı? der de onlar, filân, filân ve filânı yıldırım çarptı, derler.
Bu âyetin nüzul sebebi hususunda Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî şu hadîsi rivayet ediyor : Bize İshâk'ın... Enes'ten rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) bir keresinde Arap firavunlarından birine bir adam gönderip : Git, onu bana çağır, buyurmuştu. O kişi gitti ve : Seni Allah Rasûlü çağırıyor, dedi. Bu arap firavunu gönderilen elçiye : Allah'ın elçisi de kim? Allah nedir? O altından mı, gümüşten mi, yoksa bakırdan mı? dedi. Elçi, Allah Rasûlü (s.a.) ne dönüp durumu haber verdi ve : Ey Allah'ın elçisi, işte sana onun kabul etmediğini haber verdim. Bana şöyle şöyle, dedi, dedi. Allah Rasûlü : İkinci defa olarak ona dön, git, buyurdu. Adam gitti ve bir evvelki cevabın benzerini alarak Allah Rasûlü (s.a.) ne döndü ve : Ey Allah'ın elçisi, onun kabul etmediğini sana haber verdim, dedi. Allah Rasûlü : Ona dön ve onu çağır, buyurdu da üçüncü defa dönüp ona gitti ve o da aynı sözü tekrarladı. O, bu sözleri söylediği esnada Allah Teâlâ tepesi üstüne birden bir bulut gönderdi, bulutta şimşekler çaktı ve ondan bir yıldırım düşerek adamın beynini aldı götürdü. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Halbuki onlar, Allah hakkında tartışıyorlardı. O, kudretinde pek çetin olandır.» âyetini indirdi. Hadîsi İbn Cerîr de Ali İbn Ebu Sârra kanalıyla rivayet etmiştir. Aynı şekilde Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr da hadîsi Abde İbn Abdullah kanalıyla... Enes'den rivayetle yukarıdakine benzer şekilde zikretmiştir. İbn Cerîr der ki: Bize Hasan İbn Muhammed'in... Abdurrahmân İbn Sahâr el-Abdî'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.) onu, çağırmak üzere bir zâlime göndermiş, o kişi: Rabbınızı gördünüz mü? O altın mı, gümüş mü, yoksa inci mi? demiş. O, kendileri ile bu şekilde tartışırken; Allah Teâlâ bir bulut göndermiş de, bulutda şimşekler çakmış ve onun üzerine bir yıldırım göndermiş. Yıldırım adamın beynini alıp götürmüş ve bu âyet nazil olmuş. Ebu Bekr İbn Ayyâş'ın Leys İbn Ebu Süleym kanalıyla Mücâhid'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Bir yahûdî gelmiş ve: Ey Muhammed bana Rabbmdan haber ver, O nedendir? Bakırdan mı, inciden mi, yoksa yakuttan mı? demiş. Bir yıldırım gelip onu çarpmış ve Allah Teâlâ : «O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.» âyetini indirmiş. Katâde der ki": Bize anlatıldığına göre; bir adam, Kur'an'ı inkâr edip Hz. Peygamber (s.a.) i yalanlamış. Allah Teâlâ bir yıldırım gönderip onu helak etmiş ve : «O yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar...» âyetini indirmiş. Bu âyetin nüzul sebebi hususunda Âmir İbn Tufeyl ve Erbed İbn Rabîa olayını şöyle anlatırlar : Bu ikisi Medine'ye Allah Rasûlü (s.a.) ne geldiklerinde, işin (hükümranlığın) yarısını kendilerine vermesini istemişler. Allah Rasûlü (s.a.) bunu kabul buyurnıadı. Âmir İbn Tufeyl —Allah ona la'net etsin— Allah Rasûlü (s.a.) ne şöyle dedi: Allah'a yemîn olsun ki, burayı sana karşı güçlü kuvvetli atlar ve genç cengâverlerle dolduracağım. Allah Rasûlü (s.a.) : Allah Teâlâ ve Kay-le oğullan (Kayle, Evs ve Hazrec kabilelerinin nisbet edildikleri kadının ismidir) senin için buna fırsat vermeyecektir, buyurdu. Allah Rasûlü (s.a.), Kayle oğulları ile Ansâr'ı kasdediyordu. Sonra o ikisi, Hz. Peygamber (s.a.) i öldürmeyi düşündüler. Onlardan birisi Allah Rasûlü (s.a.) ile konuşmaya başladı, diğeri arkasından hücum edip Allah Rasûlü (s.a.) nü Öldürmek üzere kılıcını çekti. Allah Teâlâ onlardan Hz. Peygamber (s.a.) i himaye edip korudu. İkisi de Medine'den çıkıp Hz. Peygamber (s.a.) ile savaşmak üzere insanlar toplamak için arap kabilelerine gittiler. Allah Teâlâ Erbed'in üzerine bir bulut gönderdi. Bulutda bir yıldırım vardı ve onu yaktı. Âmir İbn Tufeyl'e gelince : Allah Teâlâ ona da taunu gönderdi. Onda büyük bir çıban çıkti da şöyle demeye başladı: Ey Âmir oğullan, deve yavrusu çıbanı gibi bir çıban ve Selûliyye'nin evinde bir Ölüm mü? 32 Nihayet her ikisi de —Allah ikisine birden la'net etsin— öldüler ve Allah Teâlâ, onların benzerleri hakkında : «O yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.» âyetini indirdi.(...)
Hafız Ebu Kasım et-Taberânî der ki: Bize. Mes'ade İbn Saîd el-Attâr'ın... İbn Abbâs'tan rivayetine göre Erbed İbn Kays İbn Cez' İbn Celîd İbn Ca'fer İbn Kilâb ile Âmir İbn Tufeyl İbn Mâlik Medine'ye Allah Rasûlü (s.a.) ne gelmişler ve o otururken yanına varıp önüne oturmuşlar. Amir İbn Tufeyl: Ey Muhammed, eğer ben müslüman olursam bana ne vereceksin? demiş. Allah Rasûlü (s.a.) : Müslümanların lehine olan senin de lehine, onların aleyhine olan senin de aleyhine, buyurmuş. Âmir İbn Tufeyl: Eğer müslüman olursam senden sonra emri (hükümranlığı) bana verir misin? diye sormuş. Allah Rasûlü (s.a.) : Bu ne sana, ne de kavminedir. Fakat atların dizginleri senindir, buyurmuş. O: Şimdi zâten Necd atlarının dizginleri benim elimdedir. Çöller benim, kasabalar senin olsun, demiş. Allah Rasûlü; hayır, buyurmuş. Yanından ayrıldıkları zaman Amir : Allah'a yemîn olsun ki, burayı sana karşı atlılar ve insanlarla mutlaka dolduracağım, demiş. Allah Rasûlü (s.a.) ona : Allah sana engel olur, buyurmuş. Erbed ve Âmir çıktıklarında Âmir : Ey Erbed, ben Muhammed'i sözle oyalayayım, sen ona kılıçla vur. Sen Muhammed'i öldürdüğün zaman, insanlar diyete razı olmaktan başka bir şey yapamaz, harbden kaçınırlar. Biz de onlara diyeti veririz, demiş. Erbed : Yap, demiş. Dönüp Allah Rasûlü (s.a.) ne gelmişler. Âmir : Ey Muhammed, benimle beraber kalk, seninle konuşayım, demiş. Allah Rasûlü (s.a.) onunla birlikte kalkmış ve o ikisi bir duvarın yanma oturmuşlar. Allah Rasûlü (s.a.) Âmir'le konuşmak üzere onunla birlikte durmuş. Erbed kılıcını sıyırmış. Elini kılıca koyduğu anda eli kılıcının kabzası üzerinde kurumuş ve kılıcını çekememiş. Böylece Âmir Allah Rasûlü (s.a.) nü sözle oyalarken, Erbed vurmakta gecikmiş ve Allah Rasûlü (s.a.) dönüp Erbed'i ve ne yaptığını görerek onlardan ayrılmış. Âmir ve Erbed, Allah Rasûlü (s.a.) nün yanından çıktıklarında, Harretü Vâkım denilen Medine yakınlarındaki bir tepeye gelmişler ve oraya inip konaklamışlar. Sa'd İbn Muâz ve Üseyd İbn Hudayr 33 yanlarına çıkıp : Ey Allah'ın düşmanları, Allah ikinize de la'net etsin, çıkın gidin, demişler. Âmir : Ey Sa'd kim bu? diye sormuş da o : Bu, Üseyd İbn Hudayr el-Ketâib'dir, demiş. Âmir ve Erbed çıkmışlar ve nihayet ikisi, Rakam denilen yerde iken Allah Teâlâ, Erbed'in üzerine bir yıldırım göndermiş ve yıldırım onu öldürmüş. Âmir çıkmış ve Harîm denilen yere ulaştığı zaman Allah Teâlâ ona da bir çıban göndermiş ve çıban onu yakalamış. Geceleyin Selûl oğullarından bir kadının evine ulaşmış. Boynundaki çıbanı sıvazlayıp şöyle diyormuş : Evinde ölmeni isteyen Selûl oğullarından bir kadının evinde deve çıbanı gibi bir çıban! Sonra kısrağına binmiş, onu (sürmeye) hazırlanmış ki ölü olarak düşmüş. Allah Teâlâ o ikisi hakkında : «Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.» âyetine kadar, «Allah her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir...» âyetlerini indirmiş. Râvî : Ardından ve önünden onu ta'kîb edenler, Allah'ın emri ile Mu-hammed (s.a.) i gözetip korurlar, demiş, sonra Erbed'i ve onu neyin öldürdüğünü zikretmiştir. Allah Teâlâ : «O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.» buyurmuştur.
Allah Teâlâ : «Halbuki onlar, Allah hakkında tartışıyorlardı.» buyurur ki; onlar, Allah'ın azameti ve O'ndan başka ilâh olmadığı konusunda şüphe içindedirler. Halbuki: «O, kudretinde pek çetindir.» İbn Cerîr der ki: O, kendisine isyan edenlere baş kaldırıp, küfürde ısrar edenlere karşı azabı şiddetli olandır. Bu âyet, Allah Teâlâ'nm şu sözüne benzemektedir : «Onlar bir düzen kurdular. Biz de farkettir-meden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin sonunun nice olduğuna bir bak. Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik.» (Nemi, 50-51). Hz. Ali (r.a.) den rivayete göre; «O, kudretinde pek çetindir.» yani O'nun yakalaması çetindir; Mücâhid de : Kudret ve kuvvetinde çetindir, demiştir.34
14 — Gerçek dua ancak O'nadır. O'ndan başka taptıkları kendilerine bir cevâb veremezler. Durumları; suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış kimsenin durumu gibidir. Oysa o, hiç bir zaman suya kavuşamaz. İşte kâfirlerin yalvarışı da böyle boşunadır.
Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) der ki: «Gerçek duâ ancak O'nadır.» Bu, tevhîd'dir. Hz. Ali'nin bu sözünü İbn Cerîr rivayet eder. İbn Abbâs, Katâde ve Mâlik, Muhammed İbn el-Münkedir'den rivayetle «Gerçek duâ ancak O'nadır.» âyetinde lâ ilahe illallah sözünün kasdedildiğini söylerler.
«Allah'tan başka taptıkları ilahlar kendilerine bir cevab veremezler. Durumları; suyun, ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış kimsenin durumu gibidir.» Ali İbn Ebu Tâlib der ki: Onların durumları; kuyunun bir ucundan eliyle suyu almaya çalışanın durumu gibidir. Su hiç bir zaman eline ulaşamaz. Ağzına nasıl ulaşsın ki? Mücâhid, «Avuçlarını suya açmış kimsenin durumu gibidir.» âyeti hakkında der ki: Diliyle suyu istiyor ve eliyle ona işaret ediyor. Su hiç bir zaman ona gelmez. (...)
Sözün anlamı şöyle oluyor : Nasıl ki elini suya doğru ister onu avuçlayarak ve ister uzaktan onu alarak yayan (açan) kimse su içme yeri olan ağzına ulaşmayacak bir sudan menfaat görmüyorsa; işte Allah ile beraber O'nun dışında bir ilâha tapan müşrikler de böyledir. Ne dünyada ve ne de âhirette hiç bir şekilde onlardan bir fayda göremeyeceklerdir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «İşte kâfirlerin yalvarışı da böyle boşunadır.» buyurmuştui.35
15 — Göklerde ve yerdeki kimseler de, gölgeleri de sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler.
Allah Teâlâ, her şeyin boyun eğdiği ve her şeye güç yetirip kahru galebesi altına alan azamet ve hükümranlığını haber verir. Bunun içindir ki her şey ona secde eder. İnananlar isteyerek, müşrikler de istemeyerek. «Gölgeleri de sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler.» Nitekim Allah Teâlâ, başka bir âyette şöyle buyurur : «Allah'ın yarattığı şeylerin gölgelerinin sağa sola vurarak, boyun eğip Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?» (Nahl, 48).36
16 — De ki : Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nu bırakıp kendilerine bir fayda ve zararı olmayan velîler mi edindiniz? de. De ki : Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki : Her şeyi yaratan Allah'tır. Ve O, Vâhid ve Kahhâr'dır.
Göklerin ve Yerin Rabbı Kimdir?. 27
Göklerin ve Yerin Rabbı Kimdir?
Allah Teâlâ kendisinden ba^ka ilâh olmadığını anlatıyor. Zîrâ onlar, gökleri ve yeri yaratanın; bunların Rabbı ve idare edicisi olduğunu itiraf etmektedirler. Bununla birlikte onlar, Allah'ın dışında tapındıkları velîler edinmişlerdir. Halbuki o ilâhlar, kendileri için herhangi bir şeye sahip değildirler. O halde kendilerine tapmanlar için evle-viyetle hiç bir şeye mâlik değildirler. Hiç bir fayda hâsıl edemez ve hiç bir zararı def edemezler. Allah ile beraber bu ilâhlara tapmanla Rab-bından bir nûr üzere olan, tek ve ortağı olmayan Allah'a tapınan hiç eşit olur mu? Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler?» buyurur. Bu müşrikler Allah ile beraber Rabba benzettikleri, yaratmada O'na benzer kıldıkları ilâhlar mı uydurdular da, o ilâhlar Allah'ın yaratması gibi yarattı ve yaratma onlara karışık (birbirine benzer) gibi geldi? Böylece onlar, başka bir yaratık tarafından yaratılmış olduğunu mu bilemediler? Durum böyle değildir. Hiç bir şey O'na benzemez, O'nun benzerî, dengi, veziri, çocuğu ve arkadaşı yoktur. Allah, bütün bunlardan münezzeh ve yücedir. Bu müşrikler Allah ile beraber ilâhlara tapınıyorlar. Ancak onların Allah tarafından yaratıldığını ve O'nun kulları olduğunu itiraf da ediyorlar. Nitekim onlar telbiye-lerinde şöyle diyorlarmış : Buyur (Rabbımız) senin ortağın yok, senin için olan bir ortak müstesna. Sen ona ve onun sahip olduklarına mâliksin. Nitekim Allah Teâlâ onların : «Onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.» (Zümer, 3) dediklerini haber verip, onların bu sözlerini reddeder. Zîrâ onlar buna inanmışlardır. Halbuki Allah Teâlâ yücedir ve O'nun katında O'nun izin verdikleri dışında hiç kimse şefâatta bulunamayacaktır. «Allah'ın katında, kendisine izin verdiğinden başkası şefaat edemez.» (Sebe', 23), «Göklerde nice melek vardır ki, Allah dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiç bir şeye yaramaz.» (Necm, 26), «Çünkü göklerde ve yerde olan her şey, Rahmân'a mutlaka kul olarak gelecektir. Andolsun ki ilmi, onları kuşatmış ve teker teker saymıştır. Kıyamet günü hepsi O'na tek olarak gelecektir.» (Meryem, 93-95). Mademki her şey O'nun kuludur. O halde niçin bir delil ve bürhân olmaksızın mücerred kendi görüş ve uydurmaları ile birbirlerine tapınmaktadırlar. Sonra Allah Teâlâ, ilklerinden sonuncularına kadar onlardan peygamberler göndermiş, peygamberler onları bundan alıkoymuş ve Allah'ın dışındaki şeylere ibâdetten onları men'etmişlerdir. Ancak onlar, bu peygamberleri yalanlamış ve onlara zıd gitmişler de Allah'ın kaçınılmaz azâb kelimesi onlar hakkında hak olmuştur. «Ve Rabbın kimseye asla zulmetmez.» (Kehf, 49).37
17 — Gökten su indirir de dereler onunla dolar taşar. Üste çıkan köpüğü sel alır götürür. Süslenmek veya yararlanmak için ateşte erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Böyle misâl verir Allah hak ile bâtıl için. Köpük uçar gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. îşte böyle, Allah daha nice misâller verir.
Allah Gökten Su İndirir27
Allah Gökten Su İndirir
Bu âyet-i kerîme, sebat ve kalıcı olmasında hak için, mahvolması ve sona ermesinde bâtıl için iki misâli içermektedir. Allah Teâlâ buyurur ki: «Gökten yağmur indirir de dereler onunla dolar taşar.» Her vâdî, kendince o yağmur suyunu alır. Birisi büyüktür çok su alır, di-
geri küçüktür miktarınca suyu taşır. İşte bu, kalblere ve onların birbirlerinden farklı olduğuna işarettir. Onlardan kimisi vardır çok ilim alır. Kimisi de vardır ki çok ilim almaz, ona dar gelir. «Üste çıkan köpüğü sel alır götürür.» Bu vadilerde akan suyun yüzünde üste çıkan köpük vardır. İşte bu bir misâldir. Allah Teâlâ'nın : «Ateşte erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır...» sözü de ikinci misâldir. Eşya yapmak, demir veya kurşunu süslemek üzere ateşte eritilip kalıba dökülen altın veya gümüş üzerinde de aynen vâdîde akan suda olduğu gibi köpük vardır ve bu köpük üste çıkar. «İşte böyle misâl verir Allah hak ile bâtıl için.» Nasıl ki köpük; su, altın ve benzerlerinden ateşte eritilenle beraber sebat edip kalmıyor, gidip mahvolu-yorsa; hak ile bâtıl bir araya geldiği zamanda bâtıl için sebat ve devam yoktur. Bu sebepledir ki Allah Tealâ : «Köpük uçar gider.)» buyurmuştur. Ondan istifâde edilmez, ayrılır, parçalanır ve vâdînin iki tarafına gider, ağaçlara takılır ve rüzgârlar onları alıp gider, altın, gümüş, demir ve bakırın kiri de aynı şekilde gider ve ondan hiç bir fayda olmaz. Sâdece su kalır. Altın ve benzerleri de böyledir ki, işte sâdece onlardan istifâde edilir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ ; «İnsanlara fayda veren ise yerde kalır. İşte böyle, Allah daha nice misâller verir.» buyurmuştur. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurur : «İçte misâller. Biz onları, insanlara anlatıyoruz. Onları ancak bilenler anlar.» (Ankebut, 43).
Seleften birisi der ki: Kur'an'dan bir misâl okuyup da onu anlamadığım zaman kendime acımış, ağlamışımdır. Zîrâ Allah Teâlâ : «Onu ancak bilginler akledebilir.» buyurmuştur. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, «Gökten su indirir de, dereler onunla dolar taşar.» âyeti hakkında şöyle der : Bu, Allah'ın vermiş olduğu bir misâldir. Kalbler ondan yakın ve şüpheleri ölçüşünce yüklenirler. Şüpheye gelince; onunla birlikte amelin bir faydası yoktur. Yakîn ise: Allah Teâlâ yakîn sahiplerini onunla birlikte faydalandıracaktır. Allah Teâlâ : «Köpük uçar gider.» buyurur ki bu şüphedir. «İnsanlara fayda veren ise yerde kalır.» Bu ise yakındır. Nasıl ki süs, ziynet eşyası ateşe konulur, hâlis temiz olanı alınıp kiri ateşte bırakılırsa; Allah Teâlâ da yakîni kabul buyurup şüpheyi bırakır.
Avfî, İbn Abbâs'ın «Gökten su indirir de, dereler onunla dolar, taşar. Üste çıkan köpüğü sel alır götürür.» âyeti hakkında şöyle dediğini nakleder : Sel, vadideki dallan ve çöpleri alır götürür. «Ateşte erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır.» Bunlar; altın, gümüş, süs ve zînet eşyası, bakır ve demirdir. Bakır ve demirin kiri vardır. Allah Teâlâ bunların kirini, su köpüğü gibi kılmıştır. İnsanların faydalandıkları ise, altın ve gümüştür. Yere fayda veren, onun sudan emdiği kısımdır ki, bununla bitki bitirir. Allah Teâlâ bunu da sâlih amel için misâl getirmiştir ki; bu, sahipleri için kalıcıdır. Kötü âmel ise; köpüğün gittiği gibi sahibini terkedip gider. Aynı şekilde hidâyet ve hak, Allah katından gelmişlerdir. Kim hak ile amel ederse; o lehine olur ve yeryüzünde insanlara fayda verenin kaldığı gibi kalır. Demir de böyledir. Ateşe sokulup ateş onun kirini izâle edip hâlis olanı çıkmadıkça; ondan faydalanılmaz ve bıçak, kılıç gibi şeyler yapılamaz. Aynı şekilde bâtıl da, kıyamet günü gelip insanlar kabirlerinden kaldırıldıklarında, ameller arz olunduğu zaman bâtıl şaşıp kalacak ve helak olacaktır. Hak ehli ise, hak ile faydalandırıiacak-tır.
Bu âyetin tefsirinde Mücâhid, Hasan el-Basrî, Atâ, Katâde ile Selef ve Haleften bir çoklarından bu şekilde rivayet edilmiştir.
Allah Teâlâ Bakara Sûresinin başında, münafıklar için biri ateşle diğeri su ile olmak üzere iki misâl verir. Bunlar Allah Teâlâ'nın : «Onların misâli; ateş yakan kimsenin misâli gibidir ki, ateş çevresindekileri aydınlatınca, Allah onların ışığını giderdi...» (Bakara, 17), «Yahut gökten inen sağnağa tutulmuş gibidir ki; onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek vardır...» (Bakara, 19) âyetleridir.
Aynı şekilde Nûr Sûresinde de kâfirler için iki misâl vermiştir. Bunlardan birisi: «O küfredenlere gelince; onların amelleri, engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su sanır.» (Nûr, 39) âyetidir. Serab ancak şiddetli sıcakta olur. Bu sebepledir ki Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde rivayet edilen bir hadîste şöyle buyrulur : Kıyamet günü yahûdîlere ne istiyorsunuz denilecek de onlar : Ey Rab-bımız, biz susadık bizi sula, diyecekler. Gitmez misiniz? denilecek de ateşe gidecekler. Bir de görecekler ki serâb gibi (alevleri) birbirlerini yutmaktadır. Allah Teâlâ diğer misâlde de şöyle buyurur : «Veya (kâfirlerin ameli) engin denizin karanlıklarına benzer. Onu üst üste dalgalar bürür ve dalgaların üstünde de bulutlar örter...» (Nûr, 40). Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den rivayete göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur :
Allah'ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilmin misâli, yere isabet eden yağmurun misâli gibidir. Yeryüzünde tertemiz bir yer vardır ki suyu kabul eder, birçok otlar bitirir. Yeryüzünden çorak bir yer vardır ki suyu tutar ve Allah Teâlâ onunla insanları faydalandırır; ondan içerler, (hayvanlarını) sularlar, (arazîlerini) sular ve zirâat yaparlar. Yağmur yeryüzünden başka bir yere de isabet eder ki orası düz ve kaygan bir yer olup suyu tutmaz ve ot da bitirmez.. İşte Allah'ın dininde bilgin olup Allah'ın benimle göndermiş olduğuyla faydalandırdığı, bilen ve öğreten kimse ile buna başını kaldırıp ilgilenmeyen, benimle gönderilen Allah'ın hidâyetini kabul etmeyenin mi-sâlî budur. Bu; su ile verilmiş bir misâldir. îmâm Ahmed'in Abdür-rezzâk kanalıyla... Ebu Hüreyre'den onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet ettiği diğer bir hadîste o, şöyle buyurmuştur : Benim ve sizin misâliniz ateş yakan birisinin misâli gibidir. Ateş çevresini aydınlattığında, kelebekler —Bunlar ateşe düşen hayvancıklardır— ateşe düşmeye başlarlar. Adam onları engellemeye başlar da ona üstün gelip •ateşe atılır, ateşe girerler. İşte benim ve sizin misâliniz budur. Ben sizin ateşe girmemeniz için eteklerinizden (veya bellerinizden) tutmuş : Ateşten bana gelin, ateşten bana gelin, gelin, diyorum; siz bana üstün gelip ateşe giriyorsunuz. Hadîsi Buhârî ve Müslim de Sahîh'lerinde tahrîc etmişlerdir. İşte bu da, ateş ile verilmiş bir misâldir.38
18 — Rablarına icabet edenlere en güzel karşılık vardır. O'na icabet etmeyenler ise, şayet yeryüzünde bulunan her şey ve bir katı daha onların olsa, kurtulmak için onu fidye verirlerdi. Hesabın kötüsü, onlar içindir. Varacakları yer cehennemdir ve o, ne kötü konaktır.
Allah Teâlâ mutlu ve mutsuz kişilerin varacakları yeri haber verir : Rablannın emrine icabet eden, Allah'a ve Rasûlüne itaat eden, emirlerine boyun eğen, geçmiş ve gelecekle ilgili haberlerini doğrulayan kimselere en güzel karşılık vardır. Nitekim Allah Teâlâ Zülkar-neyn'den haber vererek şöyle buyurur: «Kim zulmederse; ona azâb edeceğiz. Rabbma döndürülür ve onu Rabbı görülmemiş bir azaba uğratır. Fakat kim de îmân eder ve sâlih ameller işlerse; ona mükâfat olarak güzel şeyler vardır. Ona emrimizden kolayını da söyleyeceğiz.') (Kehf, 87-88). Başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır : «Güzel davrananlara, daha güzeli ve fazlası var.» (Yûnus, 26) O'na icabet etmeyenler, Allah'a İtaat etmeyenler ise âhiret yurdunda şayet yeryüzünde bulunan altın ve benzeri şeylerden yeryüzü dolusu ve bir katı daha onların olsaydı da, kurtulmak için onu fidye olarak verme imkânları olsaydı; bunları fidye olarak verirlerdi. Fakat bu, onlardan kabul edilmeyecektir. Zîrâ Allah Teâlâ, kıyamet günü onlardan (yeryüzüne) geri çevrilmeyi de, fidyeyi de kabul buyurmayacaktır. «(Âhiret yurdunda) hesabın kötüsü onlar içindir.» Bir naftîr ve kıtmîra (Çekirdeğin, hurmanın zarına ve hurma çekirdeğindeki bir noktaya), büyük ve küçük her şeye varıncaya kadar hesaba çekileceklerdir. Kam de hesabı tâm olarak görülmüşse —şayet Allah'ın ihsanı imdadma yetişmemiş-se— azâb olunacaktır. Bu sebepledir ki: «Varacaklan yer cehennemdir ve o, ne kötü konaktır.» buyurmuştur.39
19 — Şimdi Rabbından sana indirilenin gerçek olduğunu bilen, hiç kör gibi midir? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.
Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muhammed, insanlardan Rabbından sana indirilenin gerçek olduğunu bilen ile kör müsâvî değildir. Sana indirilen gerçekte hiç bir şek, şüphe, kapalılık ve zıdlık yoktur. Onun tamâmı gerçektir. Bir kısmı diğer bir kısmını doğrular, ondan hiç bir-şey diğer bir kısmına zıd değildir. Bütün haberleri gerçektir, emirleri ve yasakları mahz-ı adalettir. Allah Teâlâ, başka bir âyette şöyle buyurur : «Rabbınm sözü; doğruluk ve adalet yönünden tâm kemâlin-dedir.» (En'âm, 115). Haber vermesinde doğru, istemesinde adaletlidir. İşte ey Muhammed; senin getirdiklerinin doğruluğunu kesinlikle bilen ile, hayra ulaşamayan ve onu anlamayan kör eşit değildir. Şayet anlasaydı bile ona boyun eğmez, onu doğrulamaz ve ona tâbi olmazdı. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette: «Cehennem ashabı ile cennet ashabı bir değildir. Cennet ashabı; işte onlardır kurtuluşa erenler.» (Haşr, 20) buyururken bu âyet-i kerîme'de de şöyle buyurur: «Şimdi Rabbından sana indirilenin gerçek olduğunu bilen, hiç kör gibi midir?» Bu, diğeri gibi midir? Aralannda hiç bir eşitlik yoktur. An- cak sıhhatli, selîm akıl sahipleri anlar, ibret alır, nasihati kabul ederler. Allah Teâlâ bizleri de onlardan kılsın.40
20 — Onlar ki; Allah'ın ahdini yerine getirirler ve anlaşmayı bozmazlar.
21 — Ve onlar ki; Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler, Rablarmdan korkarlar ve kötü hesâbdan ürkerler.
22 — Ve onlar ki; Rablarmın rızâsını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça infâk ederler. Kötülüğü, iyilik yaparak ortadan kaldırırlar. İşte onlara bu dünyanın karşılığı;
23 — Adn cennetleridir; oraya girerler. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına gelir.
24 — Sabrettiğiniz için selâm size. Burası dünyanın ne güzel karşılığıdır, derler.
Allah'ın Ahdini Yerine Getirenler29
Allah'ın Ahdini Yerine Getirenler
Allah Teâlâ, bu güzel sıfatlarla nitelenmiş olanlardan haber vererek; bu dünyanın karşılığı olarak, dünyada ve âhirette yardımın ve güzel akıbetin onlara hâs olduğunu belirtir. «Onlar ki; Allah'ın ahdini yerine getirirler ve anlaşmayı bozmazlar.» Onlar; içlerinden biri anlaşma yaptığında haksızlık eden, hasımlaştığı zaman günahkâr olan, bir söz söylediğinde yalan söyleyen, kendisine bir emânet verildiğinde ihanet eden münafıklar gibi değildirler.
Ve onlar ki; Allah'ın riâyet edilmesini emrettiği sıla-i rahm'e, akrabalara, fakirlere, ihtiyâç sahihlerine ihsanda bulunmaya ve çok iyilik yapmaya riâyet ederler. Yaptıkları ve yapmadıkları amellerde Rab-larından korkarlar, bu hususlarda Allah'ın hukukuna riâyet ederler ve âhiret yurdunda kötü hesâbtan ürkerler. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, onlara bütün davranışlarında, kusurlu ve haddi aşan bütün durumlannda doğruluk ve istikâmet üzere olmalarını emretmiştir. Ve onlar ki; Rablarının rızâsını, bol sevabını dileyerek haramlara ve günâhlara karşı sabreder, Allah için bunlardan nefislerini uzaklaştırırlar. Hoşnûd olunacak, şer'î usûllere uygun şekilde huşu' ile secdelerine, rükûlarına, vakitlerine ve farzlarına riâyetle namazı kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça, gece ve gündüz jnfâk edilmeleri gereken hanımlarına, akrabalarına, yabancı fakır, ihtiyâç-lı ve yoksullara infâk ederler. Bir durumda infâkta bulunmuş olmaları, diğer durumlarda infâkta bulunmalarını engellemez. Kötülüğü, iyilik yaparak ortadan kaldırırlar. Birisi onlara eziyet verdiği zaman; ona sabırla, tahammülle bağışlama ve af ile iyilik yaparak mukabelede bulunurlar. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Sen fenalığı en iyi şekilde sav. O zaman göreceksin ki; seninle arasında düşmanlık bulunan kişi, yakın bir dost gibi oluvermiştir. Bu; ancak sabredenlere vergidir. Ve bu, ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir.» (Fussilet, 34-35). Allah Teâlâ bu dünyanın karşılığının, bu güzel sıfatlarla vasıflandırılan mutlu kişilere âit olduğunu haber verir ve sonra bu karşılığı «Adn cennetleridir...» şeklinde açıklar. Âyetteki ( iD-uJi ) kelimesi; ikâmet etme, kalma anlamındadır. Yani onlara bu dünyanın karşılığı; içinde ebedî kalacakları, ikâmet edecekleri cennetlerdir. Abdullah İbn Amr'dan rivayete göre o, şöyle demiştir : Cennette bir köşk vardır ki, ona Adn denilir. Çevresi burçlar ve mer'alardır Onda beş bin kapı, her kapının üzerinde beş bin (çizgili, yollu) kumaş vardır. Oraya ancak ya bir peygamber ya bir sıddîk veya bir şe-hîd girecektir. «Adn cennetleridir.» âyeti hakkında Dahhâk der ki: Cennetin şehridir. Orada Rasûller, nebiler, şehîdler ve hidâyet önderleri olacaktır. İnsanlar, onlann etrafından uzaktırlar ve cennetler o şehrin çevresindedir. Abdullah İbn Amr ve Dahhâk'ın sözlerini İbn Cerîr rivayet etmiştir.
Allah Teâlâ : «Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler.» buyurur ki; Allah Teâlâ onlarla babalarından, ailelerinden, çocuklarından inanıp da cennete girmeye lâyık olan dostlarını onlarla gözleri aydın olması için bir araya getirir. O kadar ki Allah'tan bir nimet ve ihsan olarak yüce olanın derecesini eksiltmeksizin aşağı derecede olanı üstün bir dereceye yükseltir. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «îmân edip de soyları da îmânda kendilerine tâbi olanlar, onlara soylarım da kattık. Ve onların işlediklerinden hiç bir şey eksiltmedik. Herkes kazandığı ile bağlıdır.» (Tur, 21).
Allah Teâlâ : «Melekler de her kapıdan yanlarına gelir. Sabrettiğiniz için selâm size. Burası dünyanın ne güzel karşılığıdır, derler.» buyurur ki; melekler oradan, buradan cennete girmeleri sebebiyle onları tebrik etmek için yanlarına girerler. Onlar cennete girdikleri sırada melekler yanlarına hey'et olarak gelir, onlara selâm verir, şerefli rasûl, peygamberler ile sıddîklann komşusu olarak selâmet yurdunda ikâmet ve Allah Teâlâ'nın onları kendine yaklaştırması ve nimetleri sebebiyle tebrik ederler. İmâm Ahmed —Allah ona rahmet eylesin—• der ki: Bize Ebu Abdurrahmân'ın... Abdullah îbn Amr îbn el-Âs (r.a.) dan onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetine göre o : Allah'ın yaratıklarından cennete girenlerin ilki kimdir bilir misiniz? buyurmuştu. Onlar : Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dediler. Şöyle buyurdu : Allah'ın yaratıklarından cennete gireceklerin ilki, gediklerin kendileriyle kapandığı, kötülüklerden kendileriyle sakınılan fakır muhacirlerdir. Onlardan birisi ölür de yerine getirmeye güç yetiremediği bir ihtiyâcı içinde bir ukde olarak kalmış olurdu. Allah Teâlâ, meleklerinden dilediğine şöyle buyurur : Onlara gidin ve onları selâmlayın, melekler : Biz, Senin semânın sakinleriyiz, yaratıklarından seçtikleriniz. Şunlara gitmemizi ve onlara selâm vermemizi mi bize emrediyorsun? derler de şöyle buyurur : Onlar öyle kullar idiler ki; Bana ibâdet eder, Bana hiçbir şeyle şirk koşmazlardı. Onlarla gedikler kapanır, onlarla hoşlanılmayan şeylerden sakındırdı. Onlardan birisi ölürdü de, yerine getiremediği ihtiyâcı içinde bir ukde olarak kalmış olurdu. İşte o zaman melekler onlara gelir, her kapıdan yanlarına girer ve : «Sabrettiğiniz için selâm size. Burası dünyanın ne güzel karşılığıdır, derler. <>
Ebu Kasım et-Taberânî'nin Ahmed İbn Ruşdeyn kanalıyla... Abdullah îbn Amr'dan onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde o, şöyle buyurmuştur: Cennete girecek toplulukların ilki, fakîr muhacirlerdir. Hoşlanılmayan şeylerden onlarla sakınılır. Bir şeyle emrolun-dukları zaman dinlerler ve itaat ederler. Onlardan birinin bir sultana ihtiyâcı olsa, o göğsünde olarak ölünceye kadar bu ihtiyâcı yerine getirilmezdi. Muhakkak ki Allah Teâlâ kıyamet günü cenneti çağıracak da o, süs ve zîneti ile gelecek. Allah Teâlâ : Benim yolumda vuruşan, Benim yolumda eziyete uğrayan ve Benim yolumda cihâd eden kullarım nerede? Azâbsız ve hesâbsız olarak girin cennete, buyuracak. Melekler gelip secdeye kapanacak ve şöyle diyecekler : Ey Rabbımız, biz Seni gece gündüz tesbîh eder, takdis ederiz. Bize tercih buyurmuş olduğun bunlar da kim? Rab Teâlâ buyuracak ki: Bunlar Benim yolumda cihâd eden, Benim yolumda eziyete uğrayan kullanmdır. Melekler her kapıdan yanlarına girecek ve : «Sabrettiğiniz için selâm size. Burası dünyanın ne güzel karşılığıdır.» diyecekler.
Abdullah İbn Mübârek'in Bakiyye İbn Velıd'den, onun Artât İbn Münzir'den rivayetine göre; o, Ebu Haccâc denilen ordu vaizlerinden birisinin şöyle dediğini işitmiş : Ebu Ümâme'nin yanına oturdum. Dedi ki: Mü'min, cennete girdiği zaman koltuğuna yaslandığında, yanında iki saf halinde hizmetçiler olacak. İki safın öbür ucunda kapalı (kapıcı bulunan) bir kapı olacak. Melek gelip izin isteyecek de hizmetçilerin en sonda olanı yanındakine: Bir melek, izin istiyor, diyecek. O, kendisini ta'kîb edene : Bir melek, izin istiyor, diyecek. Nihayet bu, mü'min kişiye ulaşacak da : İzin veriniz, diyecek. Hizmetçilerin mti'-mine en yakın olanı : İzin veriniz, diyecek. Onun yanındaki kendinden sonra gelene : İzin veriniz, diyecek. Nihayet kapının yanında olan en sonuncularına ulaşacak da kapıyı meleğe açacak ve o da girip selâm verecek sonra ayrılıp gidecek. Ebu Ümâme'nin bu sözünü, İbn Cerîr rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim de, İsmâîl İbn Ayyaş kanalıyla... Ebu Haccâc Yûsuf el-Elhânî'den rivayetle onun Ebu Ümâme'den bunları işittiğini kaydeder ve yukarıdakine benzer şekilde onun sözlerini zikreder.
Bir hadîste rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) her sene başında şehîdlerin kabirlerini ziyaret eder ve onlara : «Sabrettiğiniz için selâm size. Burası dünyanın en güzel karşılığıdır.» derdi. Ebube-kir, Ömer ve Osman da böyle yapmışlardır.41
25 — Pekiştirdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde 'bozgunculuk yapanlar; işte la'net onlaradır. Yurtların en kötüsü de onlarındır.
Allah'ın Ahdini Bozanlar31
Allah'ın Ahdini Bozanlar
Bu, bedbahtların durumları ve sıfatlarıdır. Nasıl ki onlar dünyada mü'minlerin sıfatlarının aksi ile nitelenmişlerse; âhiret yurdunda da onların durumları ve varacakları yer, mü'minlerin durumları ile varacakları yerin aksidir. Mü'minler; Allah'ın ahdini yerine getirir, Allah'ın riâyet edilmesini emrettiği şeye de riâyet ederlerdi. Bunlar ise, anlaştıktan sonra Allah'ın ahdini bozar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiğini ayırır ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlardı. Nitekim bir hadîste belirtildiği üzere : Münafığın alâmeti üçtür : Konuştuğu zaman yalan söyler, va'd ettiği zaman va'dinden döner, kendisine bir şey emânet edildiğinde ihanet eder, Bir rivayette ise şöyle buyurulmuştur : Anlaştığı zaman ahdini bozar, hasımlaştığı zaman günahkâr olur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «İşte la'net, (rahmetten uzaklaştırılma) onlarındır. Yurtların (akıbetin) en kötüsü de onlarındır.» Varacakları yer cehennemdir ve orası ne kötü duraktır. Ebu'l-Âliye, «Pekiştirdikten sonra, Allah'ın ahdini bozanlar...» âyeti hakkında der ki: Bunlar; münâfıklardaki altı haslettir. Onlar, insanlara karşı güçlü olduklarında; bu huylarını açığa vururlar : Konuştukları zaman yalan söyler, bir vaadde bulunduklarında vaadlerinden dönerler, kendilerine güvs-nildiği zaman ihanet eder, anlaştıktan sonra Allah'ın ahdini bozarlar. Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Eğer onlara karşı güçlü olunursa; o zaman da şu üç huyu açığa vururlar : Konuştuklarında yalan söyler, bir şey va'dettik-lerinde dönerler ve kendilerine güvenildiği zaman ihanet ederler.42
26 — Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir, daraltır. Onlar ise dünya hayatı ile sevindiler. Halbuki dünya hayatı âhiretin yanında sadece bir geçimlikten ibarettir.
Allah Teâlâ dilediğine rızkı genişleten, dilediğine daraltan olduğunu zikrediyor. Bu konuda hikmet ve adalet O'nundur. Şu kâfirler ise; küfürlerini, derece derece arttırma ve kendilerine bir mühlet vermeden ibaret olan şu dünya hayatında verilenlerle sevinmişlerdir. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Kendilerine mal ve oğullar vermekle zannederler mi ki, iyiliklerde onlar için acele davranmaktayız, hayır farkında değiller.» (Mü'minûn, 55-56). Allah Teâlâ daha 5onra âhiret yurdunda inanan kulları için biriktirmiş olduklarına nis-betle dünya hayatının küçük, hakir olduğunu beyânla şöyle buyurur : «Halbuki dünya hayatı, âhiretin yanında sâdece bir geçimlikten ibarettir.» Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurur : «Onlara de ki: Dünyanın geçimi azdır. Âhiret ise, müttakîler için elbet daha hayırlıdır.
Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız.» (Nisa, 77), «Fakat siz, dünya hayatını tercîh ediyorsunuz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha bakîdir.» (A'lâ, 16-17). İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî' ve Yahya İbn Saîd'in... Fihr oğulları kardeşi Müstevrid'den rivayetinde, Allah Rasûlü (s.a.) : Âhirete göre dünya, sizden birinin şu parmağını denize daldırmasının misâli gibidir. Bir baksın bakalım ne getirecek! buyurmuş ve şehâdet parmağını işaret etmiştir. Başka bir hadîste belirtildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.), kulakları küçük bir oğlağa rastlamış ve şöyle buyurmuştur : Allah'a yemîn olsun ki şunu bıraktıktan zamanda, bu sahiplerine ne kadar değersiz ise; Allah'a göre dünya ondan daha da değersizdir.43
27 — Küfredenler dediler ki: Rabbmdan kendisine bir âyet indirilmeli değil miydi? De ki; Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.
28 — Onlar ki; inanmışlardır ve kalbleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin; gerçekten kalb-ler, ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.
29 — İnanmış olup sâlih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir gelecek vardır.
Gönüller Allah'ı Anmakla Huzur Bulur31
Gönüller Allah'ı Anmakla Huzur Bulur
Allah Teâlâ müşriklerin : «Rabbından kendisine bir âyet indirilmeli değil miydi?» dediklerini haber verir. Nitekim onlar : «Haydi önceki peygamberler gibi o da bize bir mucize getirsin.» (Enbiyâ, 5) demişlerdir. Bundan daha önce defalarca bahsettik ve muhakkak ki Allah Teâlâ bunların bu isteklerine icabet etmeye güç yetiricidir. Bir hadîste şöyle buyrulur : (Müşrikler) Allah Rasûlü (s.a.) nden Safa tepesini altına çevirmesini, kendileri için pınarlar akıtmasını, Mekke çevresindeki dağları kaldırıp onların yerine otlaklar ve bahçeler olmasını istedikleri zaman Allah Teâlâ, elçisine : Ey Muhammed, istersen bunları onlara veririm. Şayet küfreder (küfürlerinde devam ederler) se onlara öyle bir azâb ederim ki âlemlerden hiç kimseye tou şekilde azâb etmemişimdir. Dilersen onlara tevbe ve rahmet kapılarını açayım, diye vahyetti de Allah Rasûlü : Bilakis onlara tevbe ve rahmet kapılarını aç, buyurdu. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ elçisine : «Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.» buyurmuştur. Tekliflerine uygun olarak mucize ile elçi göndersin veya onların isteklerine icabet etmesin her iki durumda da saptıran ve hidâyete erdiren O'dur. Hidâyet ve saptırma, Allah'ın onların isteklerine icabet edip etmemesine bağlı değildir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : ((Fakat bunca âyetler ve ihtarlar inanmayanlar güruhuna fayda vermez.» (Yûnus, 101), «Doğrusu üzerlerine Rabbı-nın sözü hak olanlar, inanmazlar. Onlara her türlü âyet gelse bile. Elem verici azabı görünceye kadar.» (Yûnus, 96-97), «Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu bilmezler.» (En'âm, 111) Bu sebepledir ki burada da : ((De ki: Allah dilediğini saptırır, kendisine yönelen (Allah'a dönen, O'ndan yardım dileyen ve katında boyun eğerek yalvaran) i doğru yola eriştirir.» buyurmuştur. «Onlar ki; inanmışlardır, ve kalbleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur.» Allah'ın tarafına meyledip O'nunla kalbleri hoş olmuş, O'nu zikretme sırasında huzur bulmuş, mevlâ ve yardım edici olarak O'ndan razı olmuştur. «Gerçekten kalbler, ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur» ve O, buna gerçekten lâyıktır. «İnanmış olup sâlih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir gelecek vardır.» îbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Tal-ha : Sevinç ve göz aydınlığı vardır, demiştir. İkrime : Onların gelecekleri ne kadar güzeldir, demiştir. Dahhâk da: Onlar için gıbta vardır, der. İbrahim en-Nehaî ise : En hayırlı şeyler onlarındır, demiştir. Katâde kelimesinin arapça olduğunu söyler. Kişi : dediği zaman bunun anlamı: Hayra kavuştun, demektir. Katâde'den gelen bir rivayette ise o, bu kelimeyi: En güzel sonuç onlarındır, şeklinde açıklamıştır. Güzel bir gelecek, güzel bir dönüş onlarındır. Bütün bu sözler, bir anlamda olup aralarında herhangi bir zıdlık söz konusu değildir. Saîd İbn Cübeyr'in İbn Abbas'tan rivayetine göre kısmı hakkında of şöyle demiştir.- O, Habeş dilinde cennet arazîsi demektir. Saîd İbn Mescûh da, «Tûbâ» kelimesinin Hind dilinde cennetin ismi olduğunu söyler. İkrime'den rivayetle Süddî, bu kelimenin cennet anlamına geldiğini söylemiştir. Mücâhid de böyle söyler. İbn Abbas'tan rivayetle el-Avfî der ki: Allah Teâlâ cenneti yaratıp bitirdiği zaman : «İnanmış olup sâlih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir gelecek vardır.» buyurmuştur ki; bu, cennet onun hoşu na gittiği zamandır. İbn Cerîr der ki: Bize îbn Humeyd'in... Şehr İbn Havşeb'deh rivayetinde o, şöyle demiştir : Tûbâ, cennette bir ağaçtır. Cennetin bütün ağaçları ondandır. Dalları, cennet surunun (duvarlarının) arkasındadır. Ebu Hüreyre, İbn Abbâs, Muğîs İbn Sümeyy, Ebu İshâk es-Sübey'î ve Seleften bir çoklarından rivayet edildiğine göre; Tûbâ, cennette bir ağaçtır. Her evde ondan bir dal vardır. Bazılarının zikrettiğine göre; Rahman, onu eliyle bir inci tanesinden dikmiş, ona uzanmasını emretmiş de Allah Teâlâ'nm dilediği yere kadar uzanmış. Bal, içki, su ve sütten cennet nehirlerinin kaynakları onun kökünden çıkmış. Abdullah İbn Vehb der ki: Bize Amr İbn Hâris'in... Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) den merfû' olarak rivayet ettiğine göre; Tûbâ, cennette bir ağaç olup (boyu) yüz senelik yoldur. Cennet halkının elbiseleri onun kabuklarından çıkar. İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan İbn Musa'nın... Ebu Saîd el-Hudrî'den onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetinde bir adam : Ey Allah'ın elçisi, seni gören ve sana îmân edene müjdeler olsun, demişti. Allah Rasûlü : Beni gören ve bana îmân edene müjdeler olsun. Sonra müjdeler, sonra müjdeler olsun, sonra müjdeler olsun, sonra beni görmediği halde bana îmân edene müjdeler olsun, sonra beni görmediği halde bana îmân edene müjdeler olsun, buyurmuş. O adam Allah Rasûlüne : Tûbâ nedir? dîye sormuş da şöyle buyurmuş : Cennette yüz senelik yol uzunluğunda bir ağaçtır. Cennet halkının elbiseleri onun kabuklarından çıkar.
Buhârî ve Müslim, ikisi birden İshâk İbn Rahûyeh kanalıyla... Seni İbn Sa'd'dan rivayet ederler ki, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Cennette öyle bir ağaç var ki, binitli onun gölgesinde yüz sene yürür de kat'edemez. Râvî der ki: Hadîsi Nu'mân İbn Ebu Ayyaş ez-Zerakî'ye rivayet ettim de şöyle dedi: Bana Ebu Saîd el^Hudrî'nin Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde o, şöyle buyurmuş : Cennette Öyle bir ağaç var ki; sür'atli koşu atına binmiş birisi, yüz sene yürür de yine de kat'edemez. Buhârî'nin Sahîh'inde Yezîd İbn Zürey' kanalıyla Enes (r.a.) den rivayete göre; Allah Rasûlü (s.a.), «Uzanmış, yayılmış gölgeler.» (Vakıa, 30) âyeti hakkında şöyle buyurmuş : Cennette öyle bir ağaç var ki; binitli onun gölgesinde yüz sene yürür de kat'edemez. İmâm Ahmed der ki: Bize Süreyc'in... Ebu Hüreyre'-den rivayetinde, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Cennette öyle bir ağaç var ki gölgesinde binitli yüz sene yürür. Dilerseniz : «Uzanmış, yayılmış gölgeler.» âyetini okuyunuz. Hadîsi, Buhârî ve Müslim de Sahîh'lerinde tahrîc etmişlerdir. Yine Ahmed der ki: Bize Muham-med İbn Ca'fer ve Haccâc'ın... Ebu Hüreyre'den onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre o, şöyle buyurmuştur : Muhakkak ki cennette öyle bir ağaç vardır ki; binitli onun gölgesinde yetmiş —veya yüz— sene yürür. O, ebediyet ağacıdır.
Muhammed İbn İshâk'ın Yahya İbn Abbâd İbn Abdullah İbn. ez-Zübeyr kanalıyla... Esma Bint Ebu Bekr (r.a.) den rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.) nü işitmiş de Hz. Peygamber Sidre-i Müntehâ'yı zikredip şöyle buyurmuş : Binitli onun dalları gölgesinde yüz sene yürür. —veya şöyle demiştir : Onun dallarının gölgesinde yüz binitli gölgelenir— Onda altından kelebekler vardır. Meyvesi sanki büyük testiler gibidir. Hadîsi Tirmizî rivayet etmiştir. İsmâîl İbn Ayyâş'm Saîd İbn Yûsuf kanalıyla... Ebu Ümâme el-Bâhilî'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Sizden cennete giren hiç kimse yoktur ki; Tuba'ya varmasın. Onun için Tuba'nın salkımları (veya kabukları) açılır da ondan dilediğinden alır. Dilerse beyaz, dilerse kırmızı, dilerse sarı, dilerse siyah. (Onun salkımları) gelincik çiçeği gibi, son derece ince ve güzeldir. İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Abd'ül-A'lâ'nın... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetinde o, şöyle demiştir : Tûbâ; cennette bir ağaçtır. Allah Teâlâ ona : Kulum için açıl, onun dilediğini çıkar, buyurur da onun için açılıp ona değerli ve gemlenmiş atlar, gemlenmiş develer, ve dilediği yiyecekleri çıkarır. İbn Cerîr burada Vehb İbn Münebbih'den rivayetle garîb bir eser rivayet eder. Buna göre Vehb —Allah ona rahmet eylesin— şöyle anlatmıştır : Cennette Tûbâ denilen bir ağaç vardır. Binitli onun gölgesinde yüz sene yürür de kat'edemez. Çiçekleri incecik elbiseler, yaprakları çizgili kumaşlar, dalları amber, bulunduğu vadinin çakılları yakut, toprağı kâfur, balçığı misktir. Onun kökünden içki, süt ve bal nehirleri çıkar. Orası cennet halkının oturma yeridir. Onlar oturma yerlerinde otururlarken birden melekler soylu develer sürerek Rabları katından onlara gelirler. Develer altından zincirlerle gemlenmiştir. Yüzleri güzellikçe (ışık saçan) lâmbalar gibidir. Onların (develerin) yünü yumuşaklığında tiftik gibidir. Üzerlerinde levhaları yakuttan, yan yüzleri altından eğerler vardır. Elbiseleri atlastandır. Develeri çöktürürler ve derler ki: Rabbımız kendisini ziyaret edesiniz ve ona selâm veresiniz diye size bizi gönderdi. Develere binerler. Develer kuştan daha sür'atli, kelebekten daha hafîf basışlı, hizmetçileri (seyisleri) olmayan soylu develerdir. Kişi, kardeşinin yanında onunla konuşarak ve fısıldaşarak yürür. Onlardan hiç bir binitin kulağı, diğerinin kulağına değmez. Hiç bir binitin dizi diğerinin dizine değmez. O kadar ki kişinin kardeşiyle arasını ayırmamak için ağaçlar yollarından eğilip onlara yol verirler. Nihayet Rahman ve Rahîm olanın yanına varırlar da keremli yüzünü onlar için açar ve O'na bakarlar. O'nu gördükleri zaman : Ey Allahımız, selâm Sensin, selâm Sendendir. Celâl ve ikram Senin için hak olmuştur, derler. îşte o zaman Allah Teâlâ : Ben selâmım, selâm Bendendir. Rahmetim ve sevgim sizin için hak olmuştur, gaybda (Beni gönneksizin) Benden korkan ve emrime itaat eden kullanma merhaba, buyurur. Onlar: Ey Rabbımız, Sana lâyık bir şekilde Sana ibâdet etmedik, Senin kadrini lâyıkı veçhile bilmedik. Önünde secde etmemize izin ver, derler. Allah Teâlâ : Burası zahmet ve ibâdet" yurdu değildir. Fakat mülk ve nimet yurdudur. Ben sizden ibâdet zahmetini kaldırdım. Benden dilediğinizi isteyin. Muhakkak ki sizden her birinin bir umudu vardır, buyurur. Onlar da O'ndan isterler. O kadar ki onlardan umudu en kısa olanı: Ey Rabbım, dünya halkı dünyaları hususunda yarıştılar ve orada birbirlerini darlığa düşürdüler. Ey Hab-bım, dünyayı yarattığın günden dünyanın sona erişine kadar, onların içinde bulundukları her şeyin bir mislini bana ver, der. Allah Teâlâ : Senin umudun ne kadar kısa oldu. Muhakkak sen, derecenden daha aşağısını istedin. Bu, Benden sanadır. Ben, kendi katımdan sana bahşediyorum. Zîrâ Benim vermemde zorluk ve azaltılma yoktur, buyurur. Sonra: Kullanma umutlarının ulaşamayacağı ve onlardan hiç birinin aklına gelmeyenleri arzediniz, buyurur. (Allah'ın nimetleri) onlara arz edilir de onların içlerinde bulunan umutları çok kısa kalır. Onlara arzedüenler içinde yan yana dizilmiş atlar vardır. Onlardan her dördünün üzerinde yekpare yakuttan bir taht vardır. Her tahtın üzerinde yekpare altından bir kubbe vardır. Onlardan her bir kubbenin içinde ise cennet yataklarından gösterişli yataklar vardır. Her bir kubbenin içinde hûr-i înden iki câriye bulunur. Onlardan her bir câriye üzerinde cennet elbiselerinden iki elbise vardır. Cennette bulunan bütün renkler onlardadır. Hiç bir hoş koku bırakmamış sürünmüşlerdir. Yüzlerinin aydınlığı kubbenin kadınlığından geçer. O kadar ki onları görenler, her ikisinin de kubbenin dışında olduğunu sanır. Tepeden tırnağa şeffaftırlar, o kadarki beyinleri kırmızı bir yakut içindeki beyaz iplik gibi görünür. Her iki câriye de (emrine verildikleri mü'mini) arkadaşına göre güneşin taşa olan üstünlüğünde veya daha üstün görür. (Mü*-min kişi de) onlar için aynı şekilde düşünür. Onların yanma girer, onu selâmlar, onu öper ve kucaklayıp ona : Allah'a yemîn olsun ki; Allah'ın .senin gibisini yaratmış olduğunu sanmayız, derler: Sonra Allah Teâlâ meleklere emir buyurur da, bir saf halinde onları cennete yürütürler ve nihayet onlardan her bir kişi, kendisi için hazırlanmış olan yerine ulaşır. Hadîsi îbn Ebu Hatim de kendi isnadı ile Vehb İbn Münebbih'-ten rivayet etmiştir. Onun rivayetinde şu fazlalık vardır: Rabbmızın size bağışlamış olduklarına bir bakınız. Bir de bakar ki o Refîk-ı A'lâ'-da evlerdedir, inci ve mercandan yapılmış odalardadır. Kapılan altmdan, dîvânları yakuttandır. Yatakları ince ve kaim atlastan, minberleri nurdandır. Kapılarından ve odalarından güneş şuası gibi nûr taşar. Onun yanında aydınlık günde nurlu yıldız gibidir. Bir de bakar ki o, yüceliklerin yücesinde yakuttan, nuru parıldayan muhteşem saraylardadır. Eğer emrine verilmiş olmasaydı gözleri kamaştınrdı. Bu sarayların beyaz yakuttan olanı beyaz ipekle, kırmızı yakuttan olanı kırmızı atlasla, yeşil yakuttan olanı yeşil atlasla, sarı yakuttan olanı san kadife, erguvan ile düşenmiş, yeşil zümrüt, kırmızı altın ve beyaz gümüşle süslenmiştir. Direkleri ve temelleri cevherdendir. Balkonları, inciden kubbelidir. Burçları, mercandan odalardır. Rablarmın onlara verdiklerine ulaştıklarında onlara beyaz yakuttan kendilerine rûh üfü-rülmüş semerli atlar takdim edilir. Yanlarında ebedî kılınmış çocuklar vardır. Onlardan her bir çocuğun elinde bu atlardan bir atın gemi vardır. Gemleri beyaz gümüşten, inci ve yakutla süslenmiştir. Eğerleri inci ve cevherle dokunmuş, ince ve kalın atlaslarla döşenmiş tahtlardır. Bu atlar onları, cennet bahçelerinin içinde sür'atle götürür. Nihayet makamlarına ulaşırlar. Melekleri, nurdan minberler üzerinde oturur bulurlar. Kendilerini ziyaret etmek, onlarla musâfaha etmek ve Rablarının kendilerine bahşetmiş olduğu şereften dolayı tebrik etmek üzere onları bekliyorlardır. Saraylarına girdikleri zaman orada Rablarının kendilerine bahşetmiş olduğu, istemiş ve temenni etmiş oldukları her şeyi bulurlar. Bir de bakar ki bu saraylardan her bir sarayın kapısında dört cennet var: İki cennet çeşit çeşit ağaçlarla dolu, iki cennet koyu yemyeşil. İkisinde durmadan fışkıran iki kaynak var. İkisinde her bir meyveden çift çift, çadırlarda gözlerini onlara (sâdece onlara) çevirmiş hûrîler var. Makamlarını öğrenip yerleşecekleri yere yerleştiklerinde Rabları onlara : Size va'detnıiş olduklarımı gerçekten buldunuz mu? diye sorar. Onlar : Ey Rabbımız, Sana yemîn olsun ki evet, derler. Rabbmızm sevabından hoşnûd oldunuz mu? diye sorar. Onlar : Ey Rabbımız, biz hoşnûd olduk, Sen de bizden hoşnûd ol, derler. Benim sizden hoşnûdluğum ile yurduma indiniz, yüzüme baktınız ve meleklerim sizlerle musâfaha etti. Kutlu olsun, size kutlu olsun. «Bu, ardı arkası kesilmeyen bir vergidir..» (Hûd, 108). Onda dirliksizlik ve azaltma yoktur, buyurur. İşte o zaman onlar : Bizden üzüntüyü gideren, fazlı ile ebediyyet yurduna bizi girdiren Allah'a hamdol-sun. Orada bize zahmet ve yorgunluk değmez. Muhakkak ki Rabbımız Gafûr'dur, Şekûr'dur, derler. Hadîsin ifâde tarzı garîbdir ve garîb bir eserdir. Bir kısmı için şâhidler vardır. Bu cümleden olarak Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde şöyle rivayet edilir : Muhakkak Allah Teâlâ, cennete girmede cennet ehlinin sonuncusu olan kişiye : Temenni et, buyurur. Temennide bulunur ve nihayet umutlarının sonuna ulaşır da Allah Teâlâ : Şundan iste, şundan temenni et, buyurup ona hatırlatır ve şöyle buyurur : Bunlar senindir ve on misli de. Müslim'in Sahîh'in-de Ebu Zerr'den, onun Allah R&sûlü (s.a.) nden, onun da Allah Teâlâ'-dan rivayetine göre; o şöyle buyurmuştur :
Ey kullarım, ilkleriniz ve sonlarınız, insanlarınız ye cinleriniz bir tek arazîde dikilip Benden isteseler, her insana istediğini versem Benim katımdakilerden ancak denize sokulduğunda bir iğnenin eksilttiği kadarı eksilir... Müslim hadîsi uzunca bir metinle rivayet etmiştir.
Hâlid İbn Ma'dân der ki: Muhakkak ki cennette tûbâ denilen bir ağaç vardır. Onun memeleri olup, hepsi de cennet halkının çocuklarını emzirirler. Kadından bir düşük olsa, o cennet nehirlerinden bir nehirde olur da, kıyamet kopuncaya kadar orada yetişir ve kırk yaşında olarak haşrolunur. Hâlid İbn Ma'dân'm bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.44
30 — İşte böyle, sana vahyettiğimizi okuman için seni de onlardan önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik. Onlar Rahmân'ı inkâr ederler. De ki : O, benim Rabbımdır. O'ndan başka ilâh yoktur. Yalnız O'na tevekkül ederim. Dönüşüm de O'nadır.
Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muhammed, sana vahyettiğimizi kendilerine okuman, Allah'ın risâletini kendilerine ulaştırman için seni bu ümmete nasıl göndermişsek, aynı şekilde Allah'ı inkâr eden geçmiş ümmetlere de peygamberler gönderdik. Senden önce de peygamberler yalanlandı. Onlarda senin için güzel bir örnek vardır. Nasıl ki onların üzerine baskınımızı ve azabımızı indirmişsek, bunlar da üzerlerine azabımızın inmesinden korksunlar. Muhakkak ki onların seni yalanlamaları, diğer peygamberlerin yalanlamalarından çok daha şiddetlidir. Allah Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurur : «Allah'a andolsun ki, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) gönderdik. Şeytân onlara yaptıklarını güzel gösterdi. Bugün de onların dostu odur. Ve onlar için can yakıcı azâb vardır.» - (Nahl, 63), «Andolsun ki, senden önce de nice peygamberler yalanlandı da yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler. Nihayet onlara yardımımız gelip yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek t, oktur. Andolsun ki peygamberlerin haberinden bir kısmı sana gelmiştir.» (En'âm, 34). Onlara nasıl yardım ettik, güzel akıbeti dünyada ve âhirette onlara ve onlara tâbi olanlara nasıl kıldık!
İçlerinde seni peygamber olarak gönderdiğimiz bu ümmet; Rah-mân'ı inkâr ederler, O'nu ikrar etmezler. Zîrâ onlar, Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatlarıyla nitelenmesini kabul etmezlerdi. Bu sebebledir İÜ Hudeybiye günü «Rahman, Rahîm olan Allah'ın Adıyla.» yazılmasını kabul etmemişler ve : Rahman,. Rahîm de nedir biz bilmiyoruz? demişlerdi. Bu rivayet Katâde'dendir. Hadîs Buhârî'nin Sahîh'indedir. Allah Teâlâ buyurur ki: «De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir...» (İs-râ, 110). Müslim'in Sahîh'inde Abdullah İbn Ömer'den rivayet edilir ki Allah Rasûlü (s.a.) :
Sizin isimlerinizin Allah'a güzel geleni Abdullah ve Abdurrahmân' dır, buyurmuştur.
«De ki: O benim Rabbımdır, O'ndan başka ilâh yoktur.» Sizin inkâr ettiğinize ben inanıyorum, O'nun Rab ve ilâh olduğunu ikrar ve itiraf ediyorum. «O benim Rabbımdır, O'ndan başka ilâh yoktur. (Bütün işlerimde) yalnız O'na tevekkül ederim. Dönüşüm de O'nadır.» Ben ancak O'na dönerim. Zîrâ buna O'ndan başkası asla müstehak değildir.45
31 — Şayet Kur'an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış, yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı; kâfirler yine de inanmazlardı. Halbuki bütün işler Allah'a aittir. İnananlar hâlâ anlamadılar mı ki; Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi. Ve yaptıklarından dolayı Allah'ın va'di yerine gelene kadar küfredenlerin ya başına veya evlerinin yakınma bir belâ gelirdi. Şüphesiz Allah, verdiği sözden caymaz.
Bu Kur'an İle Dağlar Yürütülseydi34
Bu Kur'an İle Dağlar Yürütülseydi
Allah Teâlâ Muhammed (s.a.) e indirmiş olduğu Kur'an'ı medhe-dip, kendisinden önce indirilmiş diğer kitablardan üstün olduğunu belirterek şöyle buyurur: «Şayet Kur'an ile dağlar yürütülmüş... olsaydı.» Geçmiş kitablar içinde kendisiyle dağlann yerinden yürütüldüğü, yeryüzünün' kesilip parçalandığı veyahut kendisiyle kabirlerinde ölülerin konuşturulmuş olduğu bir kitab olsaydı bu niteliklere sahip ki-tab yine de Kur'an'dan başkası olmazdı. Veya sonuncularına varıncaya kadar insanlar ve cinlerin bir mislini, benzeri bir sûresini getirmek üzere toplandıklarıncla bundan âciz kalacakları bir i'câza sâhib olduğundan dolayı budurum Kur'an için evleviyetle olurdu. Bununla birlikte bu müşrikler, onu inkâr etmektedirler. Halbuki bütün işler, bütün işlerin dönüşü Allah'adır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Allah kimi saptırmışsa; onu hidâyete erdirecek yoktur. Kime de Allah hidâyet bahşetmişse; onu saptıracak yoktur.
«Kur'an» ismi, geçmiş kitablann hepsine isim olarak verilebilir. Zîrâ bu kelime, hepsinden- müştaktır. İmâm Ahmed der ki: Bize Ab-dürrezzâk'm..: Ebu Hüreyre'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Okuma Davud'a hafifletilmiş, kolaylaştırılmıştı. Hayvanın eğerlenmesini emreder ve hayvanı eğerlenmezden önce Kur'an'ı okurdu. O, ancak iki elinin emeğinden yerdi. Hadîsi sâdece Buharı tah-rîc etmiştir. Burada Kur'an'dan maksad Zebur'dur.
Allah Teâlâ buyurur ki: «İnananlar (bütün yaratıkların îmân etmeyeceklerini) hâlâ anlamadılar mı ki; Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi.)) Zîrâ akıllara ve gönüllere daha fazla te'sîr eden, daha belîğ Kur'an'dan başka bir mucize ve hüccet yoktur. O Kur'an ki, şayet Allah Teâlâ onu bir dağa indirmiş olsaydı; Allah korkusundan baş eğerek onun parça parça olduğunu görürdün. Sahîh bir hadîste vârid olduğuna göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Hiç bir peygamber yoktur ki bir benzerine beşerin îmân edeceği (bir mucize) kendisine verilmiş olmasın. Bana verilen ise, Allah'ın bana vahyetmiş olduğudur. Ben kıyamet günü kendisine tâbi olunanlar yönünden onların en fazlası olacağımı umarım. Bunun mânâsı şudur : Her peygamberin mucizesi, ölümüyle sona ermiştir. Bu Kur'an ise ebe-diyyeri bakî kalacak bir hüccettir. Kerametleri sona ermez, bitmez, Çokça okunmaktan eskimez. Âlimler ona doymaz. O, kesin hüküm veren Fasl'ül-Hitâb'dır, asla bir alay değildir. Hangi zâlim onu terk etmişse; Allah onun belini kırmıştır. Kim onun gaynsmda hidâyet aramışsa; Allah Teâlâ onu saptırmıştır.
İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nm... Amr İbn Hassân'dan, onun da Atiyye el-^Avfî'den rivayetinde o, Atiyye'ye şöyle demiş : «Şayet Kur'an ile dağlar yürütülmüş... olsaydı...» Onlar Muhammed'e dediler ki: Mekke dağları bizim için yürütülse de genişlese ve biz orada zirâat yapsak, veya Hz. Süleyman yeryüzünü kavmine rüzgârla nasıl parçalamışsa yeryüzü bizim için parçalansa, veya îsâ'nm, kavmi için ölüleri dirilttiği gibi bizim için de ölüler diriltilse. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Ben dedim ki: Bu hadîsi Hz. Peygamber (s.a.) in ashabından birisinden rivayet ediyor musunuz? Evet dedi; Ebu Saîd'den, o da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet etmiştir. Bu âyetin nüzul sebebi hakkında İbn Abbâs, Şa'bî, Katâde, Sevrî ve bir çoklarından böyle rivayet edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Katâde der ki: Eğer bunu sizin Kur'an'ınızdan başka bir Kur'an yapsaydı, yine sizin Kur'an'ınız yapılırdı.
Allah Teâlâ : «Halbuki bütün işler Allah'a aittir.» buyurur. İbn Abbâs der ki: Bunlardan ancak dilediğini yapar, dilemediğini yapacak değildir. İbn Abbâs'm bu sözünü İbn İshâk da ona varan bir isnâd, ile rivayet etmiştir. İbn Cerîr de böyle söylemiştir. Selefden bir çokları, «İnananlar ümit kesmediler mi...» âyetini; îmân edenler hâlâ bilmedi, anlamadılar mı... şeklinde anlamışlardır. Diğerleri ise âyeti: İnananlar hâlâ açıkça anlamadılar mı ki; Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi, şeklinde okumuşlardır. Ebu'l-ÂIiye der ki: İnananlar, hidâyete erdirümelerinden ümit kestiler. Şayet Allah dileseydi, bütün insanları hidâyete eriştirirdi.
Allah Teâlâ: «Ve yaptıklarından dolayı Allah'ın va'di yerine gelene kadar küfredenlerin ya başına veya evlerinin 'yakınına bir belâ getirdi.» buyurur ki; onların yalanlamaları sebebiyle dünyada belâlar onların başına devamlı gelecek, veya onların çevrelerine gelecek ki öğüt kabul etsinler ve ibret alsınlar. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur: «Andolsun ki Biz, çevrenizdeki kasabaları da yok ettik. Belki doğru yola dönerler diye, âyetleri tekrar tekrar açıkladık.» (Ahkâf, 27), «Fakat şimdi görmüyorlar mı ki Biz, o yeryüzüne gelip çevresinden eksiltip duruyoruz. Onlar mıdır üstün gelenler şu halde?» (Enbiyâ, 44). Katâde'nin Hasan'dan rivayetinde, âyetteki fiilinin öznesi belâ, musibettir. Âyetin akışından bu zâten açıkça anlaşılmaktadır. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî'nin Mes'ûdî kanalıyla... İbn Ab-bas'dan rivayetinde o, âyetteki «belâ» kelimesini seriyye ile, «evlerinin yakınına inecek olan şey» i de Muhammed (s.a.) ile, «Allah'ın va'-dinin yerine gelmesini» ise Mekke'nin fethi ile tefsir etmiştir. îkrime, Saîd îbn Cübeyr ve bir rivayette Mücâhid de böyle söylemiştir. İbn Ab-bâs'tan rivayetle Avfî, âyetteki belânın; üzerlerine gökten inecek azâb olduğunu, evlerinin yakınma inecek olanın; Allah Rasûlü (s.a.) nün onların tepelerine inmesi ve onlarla savaşması olduğunu söylemiştir. Mücâhid ve Katâde de böyle söyler. Kendisinden gelen rivayetlerden birinde îkrime, İbn Abbâs'ın âyetteki belâyı, şiddet ve meşakkatle tef-sîr ettiğini kaydeder. Hepsi birden derler ki: «Allah'ın va'di yerine gelene, kadar.» âyetinde, Mekke'nin fethi kaydedilmektedir. Hasan el-Basrî ise, burada kıyamet gününün kasdedildiğini söyler.
Allah Teâlâ : «Şüphesiz Allah, verdiği sözden caymaz.» buyurur ki; peygamberlerine ve onlara tâbi olanlara, dünyada ve âhirette yardıma dâir va'dini bozmaz. «Sakın, Allah'ın peygamberlerine verdiği va'dinden cayacağını sanma. Muhakkak Allah, Azîz'dir, intikam sahibidir.» (İbrahim, 47).46
32 — An dolsun ki senden önce de nice peygamberlerle alay edilmişti. Küfredenleri önce te'hîr ettim, sonra cezalarını verdim. Cezalandırmam nasıldı?
Allah Teâlâ, kavminden kendisini yalanlayanların yalanlaması hususunda, elçisi (s.a.) ni teselli ederek şöyle buyurur : «Andolsun ki senden önce de nice peygamberlerle alay edilmişti». Onlarda senin için güzel bir örnek vardır. Küfredenleri Önce te'hîr ettim, onlara mühlet verdim sonra şiddetli bir şekilde cezalarını verdim. Onlara ne yaptığım ve onları nasıl cezalandırdığım saha nasıl ulaştı görmez misin? Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Nice kasabalar vardır ki zâlim oldukları halde (halkına) mühlet vermiştim. Sonunda onları yakalayıverdim ve dönüş yalnız Bana'dır.» (Hacc, 48). Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerindeki bir hadîste şöyle buyrulur: Muhakkak
Allah Teâlâ zâlime mühlet verir de, sonunda onu yakaladığı zaman asla kurtulamaz. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) şu âyeti okumuştur : «İşte böyledir Rabbının yakalayışı, kasabaların zâlim halkını yakaladığı zaman. Çünfcü O'mm yakalaması nem şiddetti, tvem de acıklıdır.»47
33 — Herkesin yaptığını gözeten Allah, böyle olmayanla bir olur mu hiç? Oysa onlar, Allah'a ortak koştular. De ki: Onlara bir ad bulun bakalım. Yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz? Küfredenlere kurdukları düzenler güzel gösterildi. Ve doğru yoldan alıkonuldular. Allah, kimi saptırırsa ona doğru yolu gösteren bulunmaz.
Allah Tealâ buyurur ki: Herkesin yaptığını gözeten, nefes alıp veren her nefsi gözeten, bilen, koruyan böyle olmayanla bir olur mu hiç? Amel edenlerin hayır olsun şer olsun yaptıklarını bilir. Hiç bir gizlilik ona gizli kalmaz. Allah Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır : «Ne işte bulunsan, Kur'an'dan ne okusan ve siz ne iş yaparsanız; yaptıklarınıza daldığınızda mutlaka Biz üzerinizde şahidiz.» (Yûnus, 61, «Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin.» (En'âm, 59), «Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a âit olmasın. Onların durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kita'bdadır.» (Hûd, 6), «Aranızdan birisi ister sözü gizlesin, ister açığa vursun, ister geceye bürünerek gizlensin, ister gündüzün ortaya çıksın hiç fark yoktur.» (Ra'd, 10), «Şüphesiz ki O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.» (Tâhâ, 7), «Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı görmektedir.» (Hadîd, 4). İşte O, onların tapmakta oldukları işitmeyen, görmeyen, aklı ermeyen, ne kendilerine ve ne de kendilerine tapınanlara bir fayda veremeyen, ne kendilerinden ve ne de kendilerine tapınanlardan bir zararı gideremeyen putlar gibi midir? Âyetin devamının da delaletiyle yetinilerek burada cevab hazfedilmiştir. Ki âyetin devamı: «Oysa onlar Allah'a ortak koştular. Allah Ue birlikte onlar putlara, Allah'a denk kabul ettiklerine tapındılar.» olacaktır.
De ki: Onlara bir ad bulun bakalım.» Onları bize bildirin, onları bize açıklayın ki bilinsinler. Muhakkak ki onların bir hakikati yoktur. Bu sebebledir ki Allah Teâlâ : «Yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?» Onların varlığı yoktur. Şayet yeryüzünde bir varlığı olsaydı, Allah Teâlâ mutlaka onu bilirdi. Zîrâ hiç bir gizlilik ona gizli kalmaz. «Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz?» buyurmuştur. Mücâhid der ki: Âyetteki kelimesi; zan anlamındadır. Dahhâk ve Katâde ise; bu kelimenin, bâtıl anlamında olduğunu söylemişlerdir. Yani siz ancak fayda ve zarar vereceğini sandığınızdan dolayı bu putlara tapmışınızdır ve onlara ilâh adı vermişiniz-dir. «Bunlar sizin ve atalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onlara hiç bir güç indirmemiştir. Onlar kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği hevâdan başkasına uymuyorlar. Halbuki kendilerine Rablarından doğruluk rehberi gelmiştir.» (Necm, 23).
Mücâhid, «Küfredenlere kurdukları düzenler güzel gösterildi» âyetini şöyle anlıyor : Küfredenlere kurdukları, söyledikleri sözleri güzel gösterildi. îçinde bulundukları sapıklık, o sapıklığa gece ve gündüz davet güzel gösterildi. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Biz onlara birtakım yoldaşlar katarız da geçmişlerini, geleceklerini onlara süslü gösterdiler. Gerek cinlerden, gerekse insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde aleyhlerinde gerçekleşmiştir söz. Doğrusu onlar hüsranda idiler.» (Fussilet, 25).
Allah Teâlâ : «Ve doğru yoldan alıkonuldular.» buyurur ki; âyetteki ( \jJ^t> j ) kelimesindeki sad harfini fetha ile okuyanlara göre, âyetin anlamı şöyledir : İçinde bulundukları durum onlar için güzel gösterilip onun hak olduğu zannı verilince ona davet ettiler ve insanları peygamberlerin yoluna uymaktan alakoydular. Kelimedeki sâd harfini zamme ile okuyanlara göre ise anlam şöyledir : Üzerinde oldukları şeyin doğru olduğu kendilerine süslenip güzel gösterilmekle Allah'ın yolundan alıkonuîdular. Bu sebebledir ki Allah Teâlâ burada : «Allah, kimi saptarsa ona doğru yolu gösteren bulunmaz.)) buyururken, başka âyetlerde şöyle buyurmuştur : «Kimin de Allah fitneye düşmesini isterse onun için senin Allah'a karşı hiç. bir şeye gücün yetmez.» (Mâide, 41). «Onların hidâyeti bulmalarına ne kadar hırs gös-tersen muhakkak ki, Allah dalâlete sapanı hidâyete erdirmez. Ve onların yardımcıları da yoktur.» (Nahl, 37).48
34 — Onlara dünya hayatında azâb vardır. Ahi ret azabı ise daha zorludur. Allah'a karşı onları koruyacak kimse de yoktur.
35 — Müttakîlere va'dolunan cennetin içinden ırmaklar akar. Oranın yiyecekleri de gölgeleri de ebedidir. Bu, takva sahiplerinin akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti ise ateştir.
Müttakîlere Va'dolunan Cennet36
Müttakîlere Va'dolunan Cennet
Allah Teâlâ burada, kâfirlerin azabını ve iyilerin sevabını zikreder. Müşriklerin durumunu ve içinde oldukları küfür ve şirki haber verdikten sonra şöyle buyurur : Onlara dünya hayatında inananların elleriyle öldürülme ve esîr edilme şeklinde azâb vardır. Dünyadaki bu rüsvâylıkla beraber âhirette onlar için biriktirilen azâb ise bundan çok daha zorludur. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) karşılıklı la'netleşen iki kişiye şöyle buyurmuştur : Muhakkak dünya azabı; âhiret azabından daha kolay, daha hafiftir. O, Allah Rasûlü (s.a.) nün buyurduğu gibidir ki dünya azabının sonu vardır, öteki ise buna göre yetmiş kat olan ateşte (cehennemde), kesafet ve şiddeti tasavvur dahi olunamayan bukağılar içinde devamlıdır, ebedîdir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur: «O gün Allah azabı gibi hiç bir kimse azâb edemez. O'nun vurduğu bağı kimse vuramaz.» (Fecr, 25, 26), «Biz, o saatin geleceğini yalanlayanlara öyle çılgın bir ateş hazırladık ki... Bu, kendilerine uzak bir yerden gözükünce onun kaynayışım ve uğultusunu duyacaklardır. Elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yerden atıldıkları zaman orada yok olup gitmeyi isterler. Bugün, «'Bir kere yok olmayı değil birçok kereler yok olmayı isteyin.)) De ki: «Bu mu daha hayırlıdır, yoksa müttakîlere va'd olunan cennet mi daha iyidir? Ki bu, onlar için bir mükâfat ve bir mercîdir.» (Furkân, 11-15).
Bunun için Allah Teâlâ bunu diğeri ile birlikte zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Müttakîlere va'dolunan cennetin içinden ırmaklar akar, muhtelif yörelerinde, kıyılarında, cennet halkının diledikleri yerlerde ırmaklar akar, onlar nasıl isterler ve nereye isterlerse oraya çevirirler.» Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Müt-takîlere va'dolunan cennet böyledir. Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarab ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Ve Rablarından mağfiret vardır. Hiç bu; ateşte temelli kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimseler gibi midir?» (Muhamnıed, 15).
Allah Teâlâ : «Oranın yiyecekleri de, gölgeleri de ebedîdir.» buyurur ki orada yiyecekler, meyveler ve içecekler vardır. Bunlar kesintisiz ve sonu olmayan nimetlerdir. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde küsûf namazı hakkında İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir hadîste onlar: Ey Allah'ın elçisi, biz görüyoruz ki bir şeye uzandın, sonra gürdük ki du-raladm, demişlerdi. Şöyle buyurdu : Muhakkak ben, cenneti gördüm —veya cennet bana gösterildi— ondan bir salkıma uzandım. Şayet onu almış olsaydım, dünya kaldığı sürece ondan yerdiniz. Hafız Ebu Ya'-lâ'mn Ebu Hayseme kanalıyla... Câbir'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor : Biz öğle namazındaydık. Birden Allah Rasûlü (s.a.) ilerledi, biz de ilerledik. Sonra almak için bir şeye uzandı, sonra geri çekildi. Namazı bitirdiğinde Übeyy İbn Kâ'b ona : Ey Allah'ın elçisi, bugüne kadar yaptığını görmediğimiz bir şeyi namazda yaptın, dedi de şöyle buyurdu : Muhakkak ki bana. cennet ve ondaki güzellik, tazelik arzo-lundu. Ondan bir üzüm salkımına, size getirmek için uzandım da benimle onun arasına engel girdi. Şayet onu size getirmiş olsaydım gökle yer arasındakiler ondan yerdi de eksilmezdi. Bu hadîsin bir kısmına şâhid olarak Müslim de Ebu Zübeyr kanalıyla Câbir*den bir hadîs rivayet etmiştir. Utbe İbn Abd es-Sülemî'den rivayete göre bir bedevî Hz. Peygamber (s.a.) e cenneti sormuş ve: Onda üzüm var mıdır? demişti. Allah Rasûlü; evet, buyurdu. Bedevî: Salkımının büyüklüğü ne kadardır? diye sordu. Hz. Peygamber şöyle buyurdu : Alaca karga uçu-şuyla bir aylık yoldur, yine de bitmez. Hadîsi İmâm Ahmed rivayet etmiştir. Taberânî'nin Muâz İbn Müsennâ kanalıyla... Sevbân'dan rivayetinde, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Muhakkak birisi bir cennet meyvesini kopardığı zaman onun yerine hemen bir başkası gelir. Müslim'in Câbir İbn Abdullah'tan rivayet ettiği bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Cennet halkı yerler, içerler, balgamları olmaz, büyük ve küçük abdest bozmazlar. Bunun yerine yiyecekleri misk kokusu gibi bir geğirme ile (vücûdlarından çıkar.) Nasıl ki nefes alma kendilerine ilham olunuyorsa; aynı şekilde tesbîh ve takdis de onlara ilhanı olunur. İmâm Ahmed ve Neseî'nin A'meş kanalıyla Zeyd İbn Erkam'dan rivayetlerinde o, şöyle anlatır : Kitab ehlinden birisi geldi ve: Ey Ebu Kasım, cennet halkının yeyip içeceklerini mi sanıyorsun? diye sordu. Hz. Peygamber : Evet, Muhammed'in nefsi kudret elinde olan (Allah) a yemîn olsun ki onlardan birisine yemede, içmede, cima' ve şehvette yüz kişi kuvveti verilecektir, buyurdu. Adam: Yiyen ve içenin (abdest bozma) ihtiyâcı olur. Halbuki cennette eziyet yoktur, dedi de Allah Rasûlü şöyle buyurdu : Onlardan birinin ihtiyâcını gidermesi misk kokusu gibi derilerinden ter çıkmasıdır. Böylece karnının şişliği iner, boşalır.
Hasan İbn Arafe'nin Halef İbn Halîfe kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) bana buyurdu ki: Muhakkak sen cennette bir kuşa bakarsın da senin önüne kızartılmış olarak düşer. Hadîslerden birisinde ise şöyle buyurul-muştur: Onu yiyip bitirdiği zaman kuş, Allah'ın izni ile eskiden olduğa şekle döner. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: «Birçok meyveler arasında, bitmeyen, tükenmeyen, yasak edilmeyen...» (Vakıa, 32-33), «Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkıtılmış ve meyveleri de aşağı eğdirilmiş (tir).» (İnşân, 14). Cennetin gölgeleri de böyle olup zail olmaz ve eksilmez. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette şöyle buyurur: «îmân edip, sâlih amel işleyenleri içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz zevceler (eşler) vardır. Onları koyu bir gölgeye sokacağız.» (Nisa, 57). Muhtelif şekillerde Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde rivayetle daha önce geçtiği üzere Allah Rasûlü (s.a.) : Muhakkak cennette bir ağaç vardır ki hızlı yarış atma binmiş gayretli bir binici gölgesinde yüz sene yürür de yine kat'edemez, buyurmuş sonra, «Yayılmış gölgeler...'dedirler.» (Vakıa, 30) âyetini tilâvet buyurmuştur.
Allah Teâlâ, cennete teşvik ve ateşten sakındırmak için, çok kere cennetin sıfatıyla cehennemin sıfatını birlikte zikreder. Bu sebepledir ki cennetin vasfına dâir zikrettiklerinden sonra : «Bu; takva sahiplerinin akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti ise ateştir.» buyurmuştur. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurur: «Cehennem ashabı ile cennet ashabı bir. değildir. Cennet ashabı; işte onlardır kurtuluşa erenler.» (Haşr, 20). . Dimaşk Hatibi Bilâl İbn Sâ'd bir hutbesinde şöyle demiştir : Ey Allah'ın kulları, ibâdetinizden bir şeyin sizden kabul olunduğuna dâir birisi size bir haber mi getirdi? veya hatâlarınızdan birisinin sizin için bağışlandığı haberi mi size geldi? «Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?» (Mü'minûn, 115). Allah'a yemîn olsun ki dünyada sevâb sizin için hemen verilmiş olsaydı, hepiniz üzerine farz kılınanları az bulurdunuz. Veya dünyanızın ta'cîl edilmesi için Allah'a itâata rağbet gösterirdiniz de, cennet için yanşmazdınız. «Oranın yiyecekleri de, gölgeleri de ebedîdir. Bu; takva sahiplerinin akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti ise ateştir.» Bilâl İbn Sa'd'm bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.49
36 — Kendilerine kitab verdiklerimiz, sana indirilenden memnun olurlar. Karşı gruplar içinde de onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki : Ben, ancak Allah'a ibâdet etmek ve O'na şirk koşmamakla emrolundum. Ben, hepinizi O'na çağırıyorum ve dönüşüm de O'nadır.
37 — İşte böylece Biz, onu Arapça bir hüküm olarak indirdik. Sana gelen bilgiden sonra, onların heveslerine uyarsan; andolsun ki Allah katından sana bir dost ve koruyucu çıkmaz.
Arapça Hüküm.. 38
Arapça Hüküm
Allah Teâlâ buyurur ki: «Kendilerine kitab verdiklerimiz, kitâb-larında onun doğruluğuna şâhidler ve müjde olduğu içindir ki sana indirilen (Kur'an) dan memnun olurlar.» Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler onu hakkıyla tilâvet ederler. İşte buna onlar inanırlar. Kim ona küfrederse, hüsrana uğrayanlar da işte onlardır.» (Bakara, 121), «De ki: İster ona inanın, ister inanmayın, muhakkak ki ondan önce kendilerine bilgi verilenlere; o, okunduğu zaman yüzleri üstü secdeye kapanırlar ve derler ki: Tenzih ederiz Rabbımızı. Rabbımızm va'di şüphesiz yerine gelmiş olacaktır.» (İsrâ, 107-108). Şayet Allah Teâlâ'nm bizim kitab-lanmızda Muhammed (s.a.) i peygamber olarak göndereceğine dâir va'di hak, doğru, mutlaka yerine gelecek ve olacak ise elbette Allah Teâlâ va'dinde sâdıktır, doğrudur. Hamd yegâne O'nadır. «Yüzleri üstü kapanarak ağlarlar. Ve bu, onların huşû'unu artırır.» (İsrâ, 109).
Allah Teâlâ : ((Karşı gruplar içinde de onun bir kısmını inkâr edenler vardır.» buyurur ki; kabilelerden, sana indirilenin bir kısmını yalanlayanlar vardır. Mücâhid'e göre âyetteki karşı gruplar; Hz. Peygambere gelen hakkın bir kısmını inkâr eden yahûdî ve hıristiyan-lardır. Katâde ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle söylemişlerdir. Bu, Allah Teâlâ'nın şu âyeti gibidir : «Ehl-i kitab'dan öyleleri vardır ki; Allah'a, size indirilen ve kendilerine indirilmiş olan Allah'a huşu' duyarak inanırlar. Allah'ın âyetlerini az bir pahaya değişmezler. İşte onların ecirleri Rabları kalındadır. Allah, şüphesiz hesabı çabuk görendir.» (Âl-i İmrân, 199).
«De ki: Ben, ancak Allah'a ibâdet etmek ve O'na şirk koşmamak-la emrolundum.» Benden Önce nasıl peygamberler gönderilmiş ise, ben de tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdetle gönderildim. «Ben, hepinizi (insanları) O'nun yoluna çağırıyorum ve benim dönüşüm de O'nadır.»
«İşte böylece Biz, onu Arapça bir hüküm olarak indirdik.» Nasıl ki senden önce peygamberler gönderdik ve onlara gökten kitablar in-dirdiysek, aynı şekilde sana da Kur'an'ı muhkem ve arapça olarak indirdik. «Önünden de ardından da bâtıl sokulamaz. O; Hakîm, Hamîd katından indirilmiş.» (Fûssilet, 42) olan, son derece açık bu kitab ile seni senin dışmdakilerden üstün ve şerefli kıldık. «Sana Allah'tan gelen bilgiden sonra, onların heveslerine (görüşlerine) uyarsan; andol-sun ki Allah katından sana bir dost ve koruyucu çıkmaz.» Bu, tarikat-] Muhammediyye, Sünnet-i Nebeviye'ye sülük edip girdikten sonra sapıkların yoluna tâbi olmamaları için ilim ehline bir tehdîddîr.50
38 — Andolsun ki senden önce nice peygamberler gönderdik. Onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah in izni olmadan hiç bir peygamber bir âyet getiremez. Herkesin süresi yazılıdır.
39 — Allah, dilediğini siler ve dilediğini bırakır. Ve ana kitâb O'nun katmdadır.
Kitabların Anası38
Kitabların Anası
Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muhammed seni nasıl beşerden bir Rasûl olarak göndermişsek aynı şekilde senden önceki peygamberleri de beşer olarak gönderdik. Onlar yemek yer, çarşılarda dolaşır, kadınlarla evlenir, onlarla münâsebet kurar, çocukları olurdu. Onlara hanımlar ve çocuklar verdik. Allah Teâlâ peygamberlerin en şereflisi ve en sonuncusuna şöyle buyurur: «De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız bana tanrımızın tek bir tanrı olduğu vahyediliyor.» (Kehf, 110).
Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bana gelince; ben oruç tutar, iftar ederim (oruç tutmam). (Geceleri) ihya eder ve uyurum. İç yağı yerim ve kadınlarla evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir. İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Ebu Eyyûb'dan rivayetinde Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur : Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Güzel koku sürünmek, evlenmek, misvak kullanmak ve kına. Hadîsi Ebu îsâ et-Tirmizî de Süfyân 'İbn Vekî' kanalıyla... Ebu Eyyûb'dan zikretmiş ve şöyle demiştir : İsnâd zincirinde Ebu Şimâl'in zikredilmemiş olduğu hadîse göre bu hadîsin isnadı daha sıhhatlidir.
Allah Teâlâ : «-Allah'ın izni olmadan hiç bir peygamber bir âyet getiremez.» buyurur ki; peygamber, ancak Allah'ın kendisine vâki' izni ile harikulade şeyler yapabilir, değilse bu ona âit bir iş olmayıp, Allah'a aittir. O, dilediğini yapar, dilediğine hükmeder.
«Herkesin süresi yazılıdır.» Konulmuş her sürenin yazılı bulunduğu bir kitab vardır. Her şey Allah'ın katında bir ölçü iledir. «Bilmez misin ki Allah, gökte ve yerde olanı bilir. Hiç şüphesiz bunlar kitab-dadır. Doğrusu bunları bilmek Allah'a pek kolaydır.» (Hacc, 70). Dah-hâk İbn Müzâhim, «Herkesin süresi yazılıdır.» âyeti hakkında şöyle dermiş : Her kitabın bir ömrü vardır. Yani Allah Teâlâ'nm gökten indirmiş olduğu her kitab için Allah katında konulmuş bir süre, ta'yîn edilmiş bir ölçü vardır. Bu sebepte dilediğini siler, dilediğini bırakır. Sonunda Allah Teâlâ'nm, Rasûlü (s.a.) ne indirmiş olduğu Kur'an ile tamâmı kaldırılmıştır.
Allah Teâlâ: «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.» buyurur. Müfessirler, bu konuda ihtilâf etmişlerdir. Sevrî, Vekî' ve Hüseyin'in İbn Ebu Leylâ kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayetlerine göre; Allah Teâlâ, bir senenin işlerini tedbîr eder; mutluluk ve mutsuzluk, hayat ve ölüm dışında dilediğini siler. Yine bir rivayette ise İbn Abbâs,' «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Hayat, ölüm, mutsuzluk ve mutluluk hâriç her şey. Zîrâ bu ikisinin işi bitirilmiş, sona erdirilmiştir, Mücâhid ise, «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.» âyeti hakkında şöyle der : Hayat ve ölüm, mutsuzluk ve mutluluk hâriç. Zîrâ bu ikisi değişmezler. Mansûr der ki: Mücâ-hid'e - sorup : Bizden birinin : Ey Allah'ım, eğer ismim mutlular içinde ise ismimi onlar içinde sabit kıl. Eğer mutsuzlar içinde ise onlardan sil ve onu mutlular içinde kıl, diye duâ etmesi hakkında ne dersin? dedim. Güzel, dedi. Bir sene veya daha çok bir zaman sonra ona kavuştum ve bunu sordum. «Gerçekten Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Doğrusu Biz, uyarıcı idik. O gecede her hikmetli iş ayrılır.» (Du-hân, 3-4). Kadir gecesi o senede olacak rızık veya musibetler hakkında hükmeder. Sonra dilediğini öne geçirir, dilediğini geri bırakır. Mutsuzluk ve mutluluk kitabına gelince; o sabit olup değiştirilmez, dedi. Ebu Vâil Şakîk İbn Seleme'den rivayetle A'meş der ki : O, şu duayı çokça yapardı : Ey Allah'ım, eğer bizi mutsuzlar olarak yazmışsan, onu sil ve bizi mutlular olarak yaz. Şayet mutlular olarak yazmışsan orada sabit kıl. Muhakkak ki Sen dilediğini siler, dilediğini bırakırsın. Ana kitab, Senin katındadır. Ebu Vâil'in bu duasını İbn Cerîr rivayet etmiştir. Yine İbn Cerîr'in Amr İbn Ali kanalıyla... Ebu Osman en-Neh-dî'den rivayetine göre, Ömer İbn Hattâb (r.a.) Kâ'be'yi tavaf ederken ağlar ve şöyle duâ edermiş : Ey Allah'ım, benim üzerime mutsuzluk veya bir günâh yazmışsan onu sil. Muhakkak Sen dilediğini siler, dilediğini bırakırsın. Ana kitab, Senin katındadır. Onu mutluluk ve bağışlama kıl. Hamnıâd'm Hâlid el-Hazzâ kanalıyla İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre, İbn Mes'ûd da bu şekilde duâ edermiş. Bu haberin bir benzerini Şerik de Hilâl İbn Hamîd kanalıyla... İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiştir. İbn Cerîr'in el-Müsennâ kanalıyla... İbrahim'den rivayetinde Ka'b, Ömer İbn Hattâb'a : Ey mü'minlerin emîri, şayet Allah'ın kitabınOa bir âyet olmasaydı, kıyamet gününe kadar olacakları sana haber verirdim, demişti. Hz. Ömer : O âyet nedir? diye sordu da Kâ'b şöyle dedi: Allah Teâlâ : «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır ve ana kitab O'nun katındadır.» buyurur. Bütün bu sözlerin anlamından çıkan; Allah Teâlâ'nm kaderlerden dilediğini sildiği, dilediğini de bıraktığıdır. İmâm Ahmed'in rivayet etmiş olduğu şu hadîs de bu sözü destekler mâhiyettedir: İmâm Ahmed'in Vekî1 kanalıyla... Sevbân'-dan rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Muhakkak kişi işlediği günâhla rızıktan mahrum kalır. Kaderi, ancak duâ geri çevirir. Ömür de ancak iyilikle artar. Hadîsi Neseî ve İbn Mâce de, Süfyân es-Sevrî kanalıyla rivayet etmişlerdir. Sahîh bir hadîste belirtildiği üzere sıla-i rahim de ömrü artırır. Başka bir hadîste şöyle buy-rulur : Muhakkak ki duâ ve kaza, gökle yer arasında çekişirler.
İbn Cerîr'in Muhammed İbn Sehl İbn Asker kanalıyla... İbn Ab-bâs'tan rivayetinde o, şöyle demiştir : Allah için beş yüz senelik yol uzunluğunda beyaz inciden, iki levhası yakuttan bir levh-i mahfuz vardır. Allah Teâlâ için hergün üç yüz altmış lâhza vardır. Dilediğini siler, dilediğini bırakır ve ana kitab O'nun katındadır.
Leys İbn Sa'd'ın, Ziyâde İbn Muhammed kanalıyla . Ebu Derdâ'-dan rivayetinde, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki Allah Teâlâ, geceden kalan üç saatta zikri açar. Onlardan birinci saatta O'ndan başka hiç kimsenin planlayıp düşünemeyeceği zikri planlar. Dilediğini siler, dilediğini bırakır... Ve râvî hadîsin tamâmını zikreder. Hadîs, İbn Cerîr tarafından rivayet edilmiştir. «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.» âyeti hakkında Kelbî şöyle der : Rızık-tan dilediğini siler, dilediğini artırır. Ecelden dilediğini siler, dilediğini artırır. Kelbî'ye : Bunu sana kim rivayet etti? denildi de : Ebu Salih, Câbir İbn Abdullah İbn Riâb'dan, o da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet etti, diye cevabladı. Sonra ona bu âyet soruldu da şöyle dedi : Bütün sözler yazılır. Nihayet perşembe günü olduğunda yedim, içtim, girdim, çıktım ve benzeri sözler gibi içinde sevâb ve azâb olmayan her şey ondan atılır. O, sâdıktır ve hakkında sevâb ve azâb olanı sabit kılar, bırakır. İbn Abbâs'tan rivayetle İkrime şöyle der : Kitâb ikidir : Bir kitâb vardır ki Allah ondan dilediğini siler ve dilediğini bırakır. Ana Kitâb da O'nun katandadır. Avfî, «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır ve ana kitâb O'nun katandadır.» âyeti hakkında İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : O öyle bir kişidir ki, bir müddet Allah'ın itâatmca ameller işler. Sonra Allah'a isyana döner de sapıklık üzere Ölür. İşte Allah'ın sildiği budur. Allah'ın bıraktığı ise, öyle bir kişidir ki Allah'a isyan olan amelleri işler. Onun için önceden bir hayır geçmiştir de, Allah'ın itaati üzere iken ölür. İşte Allah'ın bıraktığı da budur. Saîd İbn Cübeyr'den rivayete göre ise bu âyet; «Allah dilediğini bağışlar, dilediğini azâblandırır. Ve Allah her şeye Kâdir'dir.» (Bakara, 284), anlamındadır. Ali İbn Ebu Talhâ, «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.» âyeti hakkında İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : Dilediğini değiştirir ve kaldırır. Dilediğini bırakır, değiştirmez. «Ve ana kitab O'nun katındadır.» Bunların tamâmı Allah'ın katında ana kitabdadır : Nâsih ve mensûh, değiştirilen ve bırakılan hepsi bir kitabdadır. Katâde, «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.» âyeti hakkında bunun «Biz, bir âyeti nesheder veya unutturursak ondan daha hayırlısını, yahut da dengini getiririz...» (Bakara, 106) âyeti gibi olduğunu söyler.
İbn Ebu Necîh, Mücâhid'in «Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.» âyeti hakkında şöyle dediğini nakleder : «Allah'ın izni olmadan hiç bir peygamber bir âyet getiremez.» âyeti nazil olduğu zaman; Ku-reyş kâfirleri: «Ey Muhammed, görüyoruz ki sen hiç bir şeye sahip değilsin ve muhakkak iş bitirilmiş.» dediler de bu âyet onları bir korkutma, onları bir tehdîd sadedinde olmak üzere nazil oldu : Eğer biz dilersek, işlerimizden dilediğimizi meydana getiririz ve her Ramazân'çla yeniden yaratınz. İnsanların rızıklarından ve musibetlerinden, onlara vereceğimiz ve onlar için bölüştüreceğimiz şeylerden dilediğimizi siler, dilediğimizi bırakırız.
Hasan el-Basrî, «Allah dilediğini siler.» âyeti hakkında der ki: Kimin eceli gelmişse gider. Bırakılan ise diri olup eceline doğru gider. Ebu Ca'fer İbn Cerîr —Allah ona rahmet eylesin— bu sözü tercih etmiştir. Allah Teâlâ : «Ve ana kitab O'nun katındadır.» buyurur ki; Hasan el-Basrî, bunun helâl ve haram olduğunu söyler. Katâde ise : Kitabın tamâmı ve aslıdır, der. Dahhâk da «Ve ana kitab O'nun katındadır.» âyeti hakkında : Âlemlerin Rabbı katında bir kitabdır, demiştir. Sü-neyd İbn Davud'un Mu'temir kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, Kâ'b'a «Ümmü'l-Kitâb» ı sormuş da şöyle demiş : Allah Teâlâ yaratacağını ve yarattıklarının ne yapacaklarını bilir, sonra ilmine : Kitâb ol, buyurur da kitab olur. İbn Cerîr'in İbn Abbâs'tan rivayetinde o, «Ve ana kitab O'nun katındadır.» âyetinde : O, zikirdir, demiştir.51
40 — Onlara va'dettîğimizin bir kısmını sana göstersek de, senin canını alsak da; senin vazifen sadece tebliğ etmektir. Hesâb görmekse Bize düşer.
41 — Görmüyorlar mı ki; Biz yeryüzünün etrafından gitgide eksiltmekteyiz. Allah hükmünü verir. O'nun hükmünü bozacak yoktur. Ve O, hesabı çabuk görendir.
Senin Görevin Tebliğdir40
Senin Görevin Tebliğdir
Allah Teâlâ, Rasûlü (s.a.) ne buyurur ki: Senin düşmanlarına va'detmiş olduğumuz horluk ve azabın bir kısmını sana dünyada göstersek-1 de, bundan önce senin canını alsak da senin vazifen sâdece, tebliğ etmektir. Biz seni, ancak Allah'ın risâletini onlara tebliğ edesin diye gönderdik ve sen de sana emredileni tebliğ ettin. Onları hesaba çekmek ve cezâlandırmaksa bize düşer. Nitekim Allah Teâlâ, başka bir âyette şöyle buyurur : «Sen öğüt ver, çünkü sen ancak bir öğütçüsün.
Onlara zor kullanıcı değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfrederse; Allah onu en büyük azâta ile azâblandırır. Onların dönüşü şüphesiz ancak Bize'dir. Sonra, hesâblarını görmek de şüphesiz Bize düşer.» (Ğâ-şiye, 21-26).
Allah Teâlâ : «Görmüyorlar mı ki; Biz yeryüzünün etrafından gitgide eksiltmekteyiz.» buyurur. îbn Abbâs der ki: Onlar görmüyorlar mı; biz Muhammed'e bir yerden sonra başka bir yerin fethini nasîb ediyoruz. Bir rivayette ise şöyle demiştir : Bir kasabanın harâb olunduğunu görmüyorlar mı ki, sonunda ma'mûrluk bir köşede kalıyor. Mücâhid ve İkrime, âyetteki eksiltmenin harâb olma olduğunu söylemişlerdir. Hasan ve Dahhâk, bunun müslümanlann müşriklere galebe çalması olduğunu söylerler. İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî, bu eksiltmenin halkının ve bereketinin eksilmesi olduğunu söyler. Mücâhid de şöyle demiştir: İnsanların, meyvelerin eksilmesi ve yeryüzünün harâb olmasıdır. Şa'bî der ki: Şayet yeryüzü eksilmiş olsaydı; bağları, bahçeleri sana dar gelirdi. Fakat insanları ve meyveleri eksilir. Aynı şekilde İkrime de şöyle demiştir : Şayet yeryüzü eksiltilmiş olsaydı; sen, oturacak bir yer bulamazdın. Fakat o, ölümdür. Bir rivayette İbn Abbâs şöyle der : Fakîhleri, âlimleri ve hayır ehlinin ölümü ile yeryüzünün harâb olmasıdır. Mücâhid de aynı şekilde burada, âlimlerin ölümünün kaydedildiğini söyler. Bu mânâda olmak üzere Hafız İbn Asâkir de 4h-med İbn Abdülazîz Ebu Kasım el-Mısrî adındaki İsfahan'da oturan bir vaizin hâl tercümesinde... Ahmed İbn GazzâPm kendisi hakkında şu şiiri söylediğini nakleder:
«Âlimi yaşadığı sürece yeryüzü yaşar. Ondan bir âlim öldüğü zaman bir tarafı ölür.
Bir yer gibi ki oraya yağmur indiği sürece yaşar. Yağmur düşmezse onun bir tarafları telef olur.»
Bu görüşlerden birincisi, tercihe şayan olup o da köy be köy, kasaba be kasaba İslâm'ın gâlib gelmesidir.52
İzahı40
İzahı
42 — Onlardan öncekiler de düzen kurdular. Halbuki bütün düzenler Allah'ındır. Herkesin ne kazandığını bilir. Küfredenler yurdun sonunun kimin olacağını bilecektir.
Allah Teâlâ buyurur ki: Onlardan öncekiler de peygamberlerine düzen kurdular ve onları ülkelerinden çıkarmak istediler. Allah Teâlâ da onların düzenlerini tersine çevirdi ve güzel akıbeti Allah'tan korkanlara kıldı. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Hani küfredenler; seni tutup bağlamak, yahut öldürmek veya çıkarmak için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurarlarken, Allah da düzenlerine mukabele ediyordu. Allah, düzen kuranlara mukabele edenlerin en hayirlısıdır.» (Enfâl, 30), «Onlar bir düzen kurdular. Biz de farkettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin sonunun nice olduğuna bir bak. Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. İşte zulmetmelerinden dolayı çökmüş, ıpıssız kalmış evleri. Muhakkak ki, bunda, bilen bir kavim için ibretler vardır.» (Nemi, 50-52).
Allah Teâlâ : «Herkesin ne kazandığını bilir.» buyurur ki Allah Teâlâ bütün gizlilikleri ve gönüllerdekini bilendir ve her bir amel edene amelinin karşılığım verecektir.
«Küfredenler yurdun sonunun kimin olacağını bilecektir.» Güzel akıbet kimindir? Onlann mı yoksa peygamberlere tâbi olanların mı? Hayır; aksine o, dünyada ve âhirette peygamberlere tâbi olanlar için. Hamd ve minnet Allah'adır.53
43 — Küfredenler : Sen peygamber değilsin, derler. De ki : Benimle sizin aranızda şâhid olarak Allah ve kitabın bilgisi kendi yanında olanlar yeter.
Allah Teâlâ buyurur ki: Şu kâfirler seni yalanlar ve : Sen peygamber değilsin, Allah seni peygamber olarak göndermedi, derler. De ki: Benimle sizin aranızda, şâhid olarak Allah yeter. O, bana ve size şâhiddir. Risâleti O'ndan tebliğ edip etmediğim hususunda bana; bana atmış olduğunuz iftiralar hakkında da ey yalanlayıcılar size şâhiddir.
«Kitabın bilgisi yanında olanlar yeter.» âyetinin Abdullah İbn Selâm hakkında nazil olduğu söylenmiştir ki, bu kavil Mücâhid'indir. Ancak bu söz garîbdir. Zîrâ bu âyet Mekke'de nazil olmuştur. Abdullah İbn Selâm ise Allah Rasûlü (s.a.) nün Medine'ye gelmesi ile müs-lüman olmuştur. Bu hususta İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî'nin : Onlar; yahûdî ve hıristiyanlardandır, sözü daha kuvvetlidir. Katâde der ki ; İbn Selâm, Selmân ve Temîm ed-Dârî onlardandır. Kendinden gelen bir rivayette Mücâhid : O, Allah Teâlâ'dır, demiştir. Bu âyetten maksadın, Abdullah İbn Selâm olduğunu kabul etmeyen Saîd İbn Cü-beyr şöyle dermiş : Âyet Mekke'de nazil olmuştur. Saîd İbn Cübeyr, bu âyeti: O'nun katından kita'b bilinir, şeklinde okur ve ; Allah katmdan-dır, dermiş. Mücâhid ve "Hasan el-Basrî de, âyeti bu şekilde okumuşlardır. İbn Cerîr'in, Hârûn el-A'ver kanalıyla... İbn Ömer'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) âyeti: O'nun katından kitab bilinir, şeklinde okumuş. Sonra İbn Cerîr : Zührî kanalıyla rivayet edilen bu hadîsin güvenilir râvîlere göre aslı yoktur, der. Ben de derim ki: Hadîsi Hafız Ebu Ya'lâ Müsned'inde Hârûn İbn Mûsâ kanalıyla Süleyman İbn Erkam'dan —Ki bu râvî zayıftır— o Zührî'den, o Sâlinı'den, o da babasından bu şekilde merfû' olarak rivayet etmiştir. Hadîs, sabit değildir. En doğrusunu Allah bilir.
Bu hususta sıhhatli olanı «kitabın bilgisi yanında olanlar yeter.» anlamında olmak üzere buranın şeklinde okunuşudur. ki bu durumda ism-i Mevsûl olan (men) Muhammed (s.a.) in sıfatını ve niteliklerini geçmiş kitablarmda, peygamberlerin müjdelerinde bulan kitab ehlinin âlimlerini de içine alır. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ben onu sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara; işte onlara yazacağım. Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları; okuma, yazma bilmeyen ve nebî olan Rasûl'e tâbi olurlar...» (A'râf, 156-157). «İsrâiloğullarının bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir âyet (delil) değil midir?» (Şuarâ, 197). İsrâiloğulları âlimlerinden bahseden bu ve benzeri âyetlere göre; onlar, bunu kendilerine indirilen kitablarından biliyorlardı. «El-Ahbâr»1 hadîsinde Abdullah İbn Selâm'dan rivayete göre o, hicretten önce Mekke'de müslüman olmuştur. Hafız Ebu Naîm el-Isfahânî, «Delâil'ün-Nübüvve» adlı büyük kitabında der ki: Bize Süleyman İbn Ahmed et-Taberânî'-nin... Abdullah İbn Selâm'dan rivayetine göre; o, yahûdî hahamlarına : Muhakkak ben, babamız îbrâhîm ve İsmail'in mescidini zaman itibarıyla yenilemek istedim, demişti. Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'de iken ona gitti. Onlar Hacc'dan dönerlerken onlarla karşılaştı ve Allah Rasûlü'nü Minâ'da buldu. İnsanlar etrafında idiler. İnsanlarla birlikte o da kalktı. Allah Rasûlü (s.a.) ona baktığı zaman : Sen Abdullah İbn Selâm mısın? diye sordu. Abdullah İbn Selâm şöyle anlatır : Evet, dedim, «yaklaş» buyurdu. Ona yaklaştım. Ey Abdullah İbn Selâm Allah için söyle; Tevrat'ta beni Allah'ın elçisi olarak bulmuyor musun? Ben ona : Rabbımızı nitele, dedim. Cibril geldi ve Allah Rasûlü (s.a.) nün huzurunda durdu da ona: «De ki o Allah birdir, Allah sameddir...» dedi. Allah Rasûlü (s.a.) bunu bize okudu. Bunun üzerine İbn Selâm : Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın elçisi olduğuna şe-hâdet ederim, dedi ve İbn Selâm dönüp Medine'ye gitti, müslüman olduğunu gizledi. Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye hicret ettiğinde ben bir hurma ağacının üzerindeydim, meyvelerini topluyordum. Kendimi aşağıya attım. Annem dedi ki: Allah için söyle, sana ne oluyor? Şayet İmrân Oğlu Mûsâ olsaydı, sen kendini hurmanın tepesinden atmazdın. Ben şöyle dedim : Allah'a yemin olsun ki; İmrân Oğlu Musa'nın diriltilmiş olması, beni Allah Rasûlü (s.a.) nün gelişinden daha fazla sevindirmezdi. Bu, gerçekten garîb bir hadîstir.54