Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Tefsir Usulü
ARİZA-İ ŞÜKRAN
ARİZA-İ ŞÜKRAN Sonsuz hamdû senalar olsun ol Hâlik-iZü'l-Celâle ve ol Mevlây-i Müteâle. Ebedî ve daimî olarak salât ve selâm olsun ol Resûl-i Ekreme ve ol Habîb-i Emcede. dünya döndükçe Allah 'in rızâsı onun seçkin Ehl-i Beytinin ve değerli ashabının üzerine olsun. Rahmeti ve bereketi de onlara tâbi olanlara ve onların izinden gidenlere olsun. "Rabbımız, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizieğriltme. Katından bize rahmet lütfet. Şüphesiz en çok lütfeden Sensin Sen." (Âl-i İmrân, 8) "Rabbımız, soyumuzdan da Sana teslîm olanlar yetiştir. Bize ibâdet edeceğimiz yerleri göster. Tevbelerimizi kabul et. Çünkü Sensin Sen Tevvâb, Rahîm" (Bakara, 128) "Rabbımız, unuttuk veya yanıldıysak sorumlu tutma bizi. Rabbımız, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbımız, bize gücümüzün yetmeyeceğini yükleme. Affet bizi. Bağışla bizi. Sen, bizim Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı yardım et bize." (Bakara 286) Değerli okuyucu, Hicret-i Nebeviyye'nin onbeşind asrında, haddimiz! bilmeyip Hz. Fahr-i Kâi-nât'm mübarek hatırasına takdim etme cüretkârlığını göstererek yayınlamaya başlamış olduğumuz "Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm TefsîriMni el-Hamd'ü li'-lâh tamamlamış bulunuyoruz. Bilindiği gibi bu eser nev'i itibariyle dilimizde yayınlanan ilk ve en geniş rivayet tefsiridir. Büyük şehîd Seyyid Kutub'un Fî Zılâl'il-Kur'ân tefsîrini tercüme etmeye çalıştığımız günlerde, türkçemizde güvenilir bir rivayet tefsirinin bulunmadığını görmüş ve bunun Türk kültürü bakımından kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu farketmiştik. Zîrâ dilimizde mevcfld tefsirlerin hepsi daha çok dirayet tefsîri türündendi. Ve bu tefsîrlerde rivayetlere kısaca temas edilip geçiliyordu. Halbuki dirayet tefsirlerini okuyanların mutlaka rivayet tefsirlerinden de haberdâr olmaları gerekmekteydi. Seyyid Kutub'un anılan tefsirinin tercümesini tamamladıktan sonra yeni kurulan Çağrı Yayınları'nm sahibi arkadaşımız sayın Şaban Kurt, eksikliği hissedilen bir rivayet tefsirinin dilimize kazandırılması konusunda bizi ısrarla teşvik ve tahrik etti. Bu konuda hiçbir fedâkârlıktan kaçınmayacağını belirtti. Ve böylece bu tefsirin tercümesine başladık. Meslektaşımız sayın Bedreddîn Çetiner'in himmetleriyle yaklaşık on sene süren yorucu bir mesaî sonunda İslâm ilimlerinin en önemlisi olan tefsir sahasının en güvenilir ve değerli bir klasiğini dilimize kazandırdık. Eserin dilimize aktarılmasında zorluklarla karşılaşmadık değil. Bilhassa müellifin VIII. asırda yaşamış olması nedeniyle o günün üslûbunu bugünün insanının anlayacağı şekilde ve bir başka dilde ifâde edebilmek oldukça güçtü. Cümle kurulu- şundan ifâde tarzına kadar oldukça eski olan bu üslûbun, orijinalitesini hiç bozmadan, ama günümüz Türk okuyucusunun anlayabileceği bir dille ifâde edebilmek için büyük çaba harcadık. Bunda tâm olarak başarılı olduğumuzu elbette söyleyemeyiz. Ama çam sakızı çoban armağanı kabilinden biz elimizden geleni yapmaya çalıştık. Eğer okuyucularımız zaman zaman sıkıcı veya bıktırıcı gibi gelen bir üslub ile karşılaşırlarsa bunu, bizim eksikliğimiz kadar eserin yazılış döneminin diline de hamletmeleri gerekir. Eserde karşılaşılan bir diğer husus ta çoğu kez birbirinin aynı imiş gibi görünen tekrarlardır. Bazı okuyucularımız, bu tekrarların gereksiz olduğunu söyleyerek onları atmamızın uygun olacağını belirttilerse de, gerçekte meseleye "Sünnet" açısından bakılınca bu tekrarların lüzumlu, hattâ eserin en önemli özelliği olduğu görülecektir. İbn Kesir, birbirinin aynı olan hiçbir ifâdeyi tekrârlamamıştır. Her farklı ifâde farklı yorumlar getirecek inceliklere sahiptir. Gerek dil kuralları bakımından, gerekse dinî hükümde sened olmaları bakımından birbirinden ayrı olan rivayetleri naklctmiştir. Biz de bu nüans farklılıklarım olduğu gibi dilimize aktarmaya çalıştık. Böylesine klasikleşmiş bir eserin -kendi zannımizcalüzumsuzdur diyerek bazı kısımlarını atmak, şüphesiz ki eserin orijinalitesini haleldar edecektir. Bu nedenle en küçük bir varyantı bile tercüme etmeden geçmedik. Eserde âyetlerle ilgili haberlerin yanısıra bazı gramer kaidelerine de yer verilmiş ve özellikle şevâhid kabilinden birkaç şiirler nakledilmiştir. Bunların türkçemi-ze aktarılması halinde, hiçbir Özellik taşımayacağı gibi, bu incelikleri aynıyla verebilmek için uzun açıklamalara gerek duyulacağından Ötürü tercüme edilmemiştir. Fakat okuyucunun, eserin orijinalitesinden haberdâr olmasını sağlamak üzere çok az miktarda ve genellikle yukarda belirttiğimiz nitelikteki atlamalar parantez içinde üç nokta koyularak gösterilmiştir. Diğer taraftan çok az miktarda anlaşılmayan ve gerçekten arapça metinlerinde de iyi okunamamış bulunan bazı kelimeler parantez içinde soru işareti konularak gösterilmiş ve böylece okuyucuların farklı anlamlar çıkarabilmelerine imkân verilmiştir. Az Önce de belirttiğimiz gibi, bu eser VIII.yy. da kaleme alınmıştır ve dolayısıyla o yüzyılın insanlarının ihtiyaç duydukları konulara ağırlık vermektedir. Biz, eserin günümüz insanının ihtiyaçlarına da cevâp verebilmesini sağlamak üzere çağdaş müelliflerden nakiller yaparak tabir caizse "güncel" hale getirmeye çalıştık. Diğer taraftan İbn Kesir Tefsiri herne kadar rivayet tefsiri ise de müellif, zaman zaman -çok az miktarda da olsa- dirayet tefsiri niteliğinde açıklamalara da yer vermiştir. Hattâ kritiği yapılmamış olan nüshalarda başta Fahreddîn Râzî'nin tefsî-ri olmak üzere, diğer tefsirlerden yapılan alıntılar Önemli bir yer tutmaktadır. Biz, esere bütünlük kazandırabilmek amacıyla, başlangıcından günümüze kadar yazılan dirayet tefsirlerinden seçmeler yaparak, birbirinin tekrarı sayılmayacak ifâdeleri olduğu gibi tercüme ettik ve "İzah" başlığı altında her bölümün sonuna ekledik. Bu izahları seçerken, âyetlerin tefsirinde farklı yorumlara ışık tutacak bölümleri tercih ettik. Ayrıca hangi eserin hangi sayfalarından alıntı yaptığımızı da izahın hemen sonunda belirttik. Alıntı yaptığımız kısımları seçerken özetlemek yerine olduğu gibi tercüme ederek tekrar niteliğinde olan veya konuyu ilgilendirmeyen açıklamaları atladık. Bunu da okuyucularımıza göstermek amacıyla -tıpkı metinde yaptığımız gibi- parantez içinde üç nokta ile belirttik. Böylece alıntı kısımlara da bir bütünlük ve otantisite kazandırdık. Başlangıçta izahlar kısmını daha geniş olarak vermeyi planlıyorduk. Ancak bu takdirde eserin hacminin bir hayli artacağını düşünerek mümkün mertebe birbirine yakın olan tefsirlere yer vermemeye çalıştık. İzahların seçiminde dikkat ettiğimiz bir diğer husus ta günümüz okuyucusuna klasik tefsîr bilgisini aktarırken, İslâm düşüncesini uzun asırlar meşğûl etmiş olan temel problemlere ışık tutmak olmuştur. Aynca günümüz müslümanının karşı karşıya bulunduğu problemlere muhtelif bakış açılarından çözüm getirmeye de özen gösterdik. Bu bakımdan daha çok modern müfessirlerin eserlerine geniş yer vermeye çalıştık. "Bu nitelikleriyle Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri" İslâm tefsîr literatürünün sahip olduğu bütün bilgi hazînelerini içinde toplayan ansiklopedik bir tefsîr niteliği kazanmış oldu. Eklenen her metinde, eserin baş kısmında belirttiğimiz amaç doğrultusunda okuyucuya fikir verilmek istenmiştir. Kısacası eserin her bakımdan klasik bir nitelik kazanması için hiçbir fedâkârlıktan kaçınılmamıştır. Ne var ki böylesine bîr çalışma tür olarak Türk okuyucuları için oldukça yenidir. Bu bakımdan bazı kimselere yabancı gelebilir. Nitekim bu noktadan bazı eleştiriler yapılmıştır. Ama klasik bir eseri modern insana aktarabilmenin yollarından birisi de budur sanıyoruz. Aksi takdirde birçok bilgi yığını altında ezilen okuyucu, ne okuduğunun dahi farkına varamayacaktır. İzahlar eklenirken dikkat edilen bir diğer husus ta; İslâm düşüncesinin muhtelif ekollerine ait değişik anlayışlardaki tefsîr ve yorumlara kapı açmaktır. Bu bakımdan bütün fıkhî mezheplerin görüşlerini yansıtan bölümler iktibas edilmiş ve muhtelif fikir akımlarının görüşleri sergilenmiştir. Böylece okuyucu aynı konudaki farklı yaklaşımlardan haberdâr olabilmektedir. Bu da okuyucuların farklı perspek-tivlerden bakabilmelerine imkân sağlayan bîr yöntemdir. Ancak Ehl-i Sünnet akidesi bakımından doğru kabul edilen ve benimsenen görüş, gerek müellif tarafından, gerekse diğer bilginler tarafından zikredilmiş olduğu için yanlış bir istikâmete yönelme ihtimali bertaraf edilmiştir. Kaldı ki Ehl-i Sünnet akîdesiyle taban tabana zıt mezheblerin görüşlerine de yer verilmemiştir. "Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri"ne bütünlük kazandırabilmek amacıyla tarafımızdan; biri başa, biri de sona olmak üzere iki cild eklenmiştir. Bu cildleri ekle-yişimiz de eserin ebadını genişletmek gibi basît bir amaca yönelik değildir. Bilindiği gibi ülkemiz son yüzelIİ yıllık tarihi boyunca büyük bir kültürel değişime sahne olmuştur. Türk okuyucusunun kısm-ı azamı klasik kültürümüzden haberdâr olmak şöyle dursun kavramlarını dahi bilmekten uzak hale gelmiştir. Özel din eğitimi veren kurumlar da bile tefsîr metodolojisi ve Kur'ân ilimlerinin yeterince öğretilebil-diğini savunmak zordur. Bu nedenle biz bu esere eklediğimiz birinci ciltte "vahiy müessesesini" toptan ele alıp değerlendirmeye çalıştık. Vahyi gönderen Zât-ı Bârî'- den, vahyi alan yüce şahsiyete, vahyi getiren görünmez varlıktan, vahyin muhtevasını oluşturan yüce kelâma kadar vahiy müessesesinin, ana esâslarını günümüz bilim ve düşüncesinden de yararlanarak açıklamak istedik. Daha sonra Kur'ân ilimleri ve tefsîr usûlü ile ilgili yeterli açıklamalar verdik. Nihayet o cildin sonuna bir de Kur'ân terminolojisi ekleyerek bu konularda sıkıntı çeken okuyucularımıza kolaylık sağlamaya çalıştık. Böylece bu cildde gerek İslâmı bilsin, gerekse bilmesin her seviyyeden okuyucunun konuyu kolaylıkla anlamasına imkân sağlayan bir metod geliştirmeye çalıştık. Belki bu ka, klasik modellere alışmış bulunan bazılarına gereksiz gibi görülebilir. Ama okuyucunun gerçek durumundan hareket edildiği zaman bu cildin ne kadar lüzumlu olduğu görülecektir. Nitekim bize kadar ulaşan bilgilerden bu cildin fazlasıyla yararlı olduğu sonucuna varılmıştır. Elinizde bulunan bu son cildde de İslâm düşüncesinin ve kültürünün en önemli bir bölümünü teşkil eden tefsir düşüncesi hakkında tarihi bilgi verilmiştir. Tefsîr tarihinden ibaret olan bu cildin birinci bölümünde Asr-ı Saadetten günümüze kadar gerçekleştirilmiş olan tefsîr faaliyetine ilişkin fazla ayrıntılara kaçmayan ancak ana esâsları da gözardi etmeyen derli toplu bilgi verilmeye çalışılmıştır. Tedvîn dönemine ait farklı tefsîr anlayışları detaylı olarak açıklandığı gibi, her görüşe mensûb, müfessirierin kısaca biyografileri, eserleri ve tefsîr alanında gerçekleştirmiş oldukları orijinal çalışmaları tanıtılmıştır. Son dönem tefsîr faaliyeti anlatılırken siyasî tarihle düşünce tarihi birlikte değerlendirilmeye çalışılmış ve tefsîr disiplininin karşı karşıya bulunduğu problemler gösterilerek bunların çözümü konusuna temas edilmiştir. Böylece "Vahiy müessesesi", tefsîr metodolojisi ve tefsîr tarihi ile eser şimdiye kadar ne türkçemizde, ne de arapça tefsîrlerde bulunmayan bir orijinaliteye sahip olmuştur. Bu cildin geriye kalan kısmı ise indekslere ayrılmıştır. Bilindiği gibi günümüz insanının zamanı az ve meşguliyetleri pek çoktur, özellikle televizyonun ve yazılı basının inkişâfı ile birlikte okumaya ayırdığı zaman oldukça azalmıştır. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen gündelik hayatın akışı içerisinde sayısı cildleri bulan bir eserden yararlanmak i m kânı-kısa vadede-cok zor olmaktadır. Bu sebeple "Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsi'ri"ne eklemiş olduğumuz yedi çeşit indeksle hemen hemen eserin bütün muhtevasını okuyucunun gözleri önüne sermeye çalıştık. Yaklaşık iki yıla varan uzun ve oldukça meşakkatli bir çalışmadan sonra, gerek arapça, gerekse türkçe tefsîrlerde ilk kez bizim uyguladığımız kapsamlı ve geniş bir indeks hazırlamaya çalıştık. Önce Kur'ân'daki sıralarına göre sûrelerin fihristini verdik. Sonra bu sûreler fihristini alfabetik hale getirdik. Sonra hangi sûrenin ve hangi âyetin hangi ciltte yeraldığını gösteren, cildlere göre sûre ve âyetler indeksini verdik- Burada birinci sırada Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsirinde, tefsîr edilen âyetlerin numaraları gösterilmiş, ikinci sırada bu âyetlerin bulunduğu cildler ve son sırada ise o âyetlerin yeraldığı sayfa numaraları gösterilmiştir. Diğer taraftan tefsîrde yeralan konu başlıkları alfabetik olarak sıralanmış ve bu başlıkların hangi sayfalarda bulunduğu gösterilmiştir. Konu başlıklarının yanısıra "izahlar" kısmında yeralan tefsîrler müellif isimlerine göre alfabetik hale getirilerek sunulmuştur. Böylece yalnız bir müellifin yorumlarını okumak isteyen okuyucuların bunları nerede bulacakları gösterilmiştir. İndeks cildinin en önemli bölümlerinden birincisi şüphesiz ki "Analitik genel konular indeksindir. Burada tefsîrde yeralan konular Önce anabaşlıklar halinde ve alfabetik olarak sıralanmış ve bu, sayfanın ortasına siyah harflerle dizilmiştir. Sonra bu anabaşlıkların altında o başlığın içinde yeralan fâlî konular sıralanmış, sonra da bu konuların bulunduğu sûrelerin isimleri Kur'ân-ı Kerîm'deki sıra nazar-ı itibâra alınarak gösterilmiş, sonra bu sûrelerdeki âyetlerin numarası verilmiş ve en sonunda da tefsirdeki yerlerinin sayfa numarası kaydedilmiştir. Değişen her sayfa numarası da noktalı virgül ile belirtilmiştir. Görüldüğü gibi toplam olarak 8832 sayfayı tutan ana metindeki bütün konular analitik biçimde gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. İndeks cildinin ikinci en önemli kısmı ise "kişi, eser ve yer isimleri indeksi"dir. Bu bölümde ana metinde geçen bütün şahsiyetlerde eser ve yer isimleri alfabetik hale getirilerek gösterilmiştir. Böylece okuyucunun adını bildiği herhangi bir şahsiyye-ti veya eseri kolayca bulması sağlanmıştır. Görülüyor ki indeks bölümü gerçekten son derece detaylı tutulmaya çalışılmış ve kullanışlı olması için elden gelen gayret sarfedilmiştir. Ancak bunun da yeterli olduğu kantatında değiliz, gözden kaçan bazı noktaları bulunduğunun farkındayız, înşâallah mütâkib baskılarda bu eksikleri asgarîye indirmeye çalışacağız. Bu indeks bölümü, yalnızca "Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri"nin ana metni için yani I-XV. cildler içindir. Birinci ve son cildin indeksleri ise hemen o cildin sonunda verilmiştir. Böylece ana metin ile ilâve cildlerin karışması Önlenmiştir. Ayrıca gerek Kur'ân ilimlerine Giriş cildinin, gerekse Tefsir Tarihi'nin sonunda yararlanılan ana kaynaklar ve baskı tarihleri gösterilmiştir. Değerli okuyucu; son derece dar ve kısıtlı imkânlarla çalışarak ortaya koyduğumuz bu eserin birçok eksiklikleri bulunduğunu da biliyoruz, özellikle imlâ konusunda çok titiz davranmamıza rağmen bazı yanlışlıklar yapıldığı görülmektedir. Bu yanlışlıkların bir kısmı da dilimizin yapısından kaynaklanmaktadır. Biz, eserin ana metninde arapça telaffuza yakın bir imlâ kullanmaya çalıştık. Bu sebeple günlük dilde yaygınlaşmış bulunan birçok kelimenin türkçe telaffuzunu değil de arapçada-ki kullanışını esâs aldık. Bunu yaparken de amacımız, bir tefsîr terminolojisi geliştirmekti. Gerek Kur'ân mealinde gerekse tefsîr, kısmında terim niteliğindeki kelimeler aslına uygun olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Bize ait olan birinci ve son cildlerde ise kelimelerin günlük dildeki kullanışları esâs alınmıştır. Bundan önceki tefsîr çalışmamızda edindiğimiz tecrübelerden de yararlanarak, eserin ana metninde anlam kaymasına sebebiyyet verecek dizgi ve tashih hatâlarını asgarîye indirmek için büyük bir çaba harcadığımızı belirtmek isterim, özellikle konumuzun imâm ve akîdeyle ilgili bir konu olması ve yayınladığımız eserin Allah kelâmının tefsiri olması bu konuda azamî titizliği gerektirmekteydi. Bu nedenle hemen her satır beş kez tashihten geçmiştir. Her seferinde kaçaklar yakalanmaya çalışılmıştır. Buna rağmen, gözden kaçan hususlar varsa bunların beşerî zaafımıza ham-ledilmesini diler, ve değerli okuyucularımızın gördükleri eksiklikleri lütfedip bize bildirmelerini önemle rica ederiz. İnsan elinin mahsûlü olan her şey, şüphesiz ki pek-çok eksikliklerle ma'lûldür. Bu büyük eserin dilimize kazandırılmasında şüphesiz ki değerli meslektaşım Dr. Bedreddîn Çetiner'in önemli payı vardır. Onun değerli mesaîsi olmasaydı elbette ki bu çalışmayı gerçekleştirmek güç olacaktı. Bu nedenle kendisine hassaten teşekkürü borç bilirim. Ayrıca eserin başlangıcındaki sonuna kadar her merhalede emeği geçen ve burada ismini sayamayacağım öğrencilerimizden ve arkadaşlarımızdan yüzü aşkın kişinin değerli katkıları sayesinde onbin sayfanın üzerindeki bu eser okuyucuya ulaşabilmiştir. Burada kendilerine teşekkür etmeyi manevî bir vecîbe addederim. Sözümüzü Hz. Ebubekir Sıddîk'ın mânâsını pek iyi bilmediği bir âyetin sorulması üzerine vermiş olduğu cevapla noktalamaya çalışalım; "Allah'ın kitabı (hakkında) bilmediğim bir şeyi söylersem, hangi yer beni barındırır, hangi gök beni gölgelendirir?" Dr. Bekir Karlığa Göztepe-1988[1]
I-TEFSÎR İLMİ VE TA'RÎFİ
I-TEFSÎR İLMİ VE TA'RÎFİ (Tefsîr-Te'vîl-Tercüme) 1- Tefsîr: Tefsîr Tarihine girmeden önce tefsirle ilgili bazı temel kavramların açıklanmasında fayda vardır. Bu eserin birinci cildini teşkîl eden "Kur'an-ı Kerim'e giriş"te de belirttiİimiz gibi; Tefsîr kelimesi fesere kökünden, ya da Arab dili grameri kuralları uyannca zaman zaman kullanılan harflerin yer değiştirmesi (takltb) metoduyla sefere kökünden türemiştir. O halde bu iki kelimenin kök anlamlan üzerinde durmakta yarar vardır. a) Fesere kelimesi; lügat itibarıyla; hastalığı teşhîs doktorun bakmış olduğu çok az mikdârdaki suya denir. (Lisan'ül-Arab, V, 55; Tâcül-Arûs; III, 470) Ayrıca bu kelime açıklama izah etme anlamına gelir. Nitekim bu mânâda Allah Teâlâ Furkân sûresinde şöyle buyurur: "Onlar sana bir misâl getirmeyegörsünler. Biz onun gerçeğini ve en iyi "anlaşılanını* sana getirmişizdir." (Furkân, 33), Burada "anlaşılanım" diye tercüme ettiğimiz kelime "Tefsîr" kelimesidir. Keza Tefsîr kelimesi; üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamına da gelir. Nitekim ünlü Kâmûs mütercimi Âsim Efendi bu kelimeye şöyle mana vermektedir: "el-Fesr; kesr vezninde örtülü nesneyi keşf-ü ayan eylemek manasınadır... ve tabiî İllete istidlal için hastanın kârûrede bevline bakmak mânâsına isti'mâl olunur. Tefsîr fefîl vezninde fesr gibi pûşîde ve mesrur nesneyi rûşen ve a'yân eylemek manasınadır. Ve müfessirîn örfünde tefsîr; İmam Sa'leb kavli üzere tevîl ile mürâdiftir. Ve ind'el-gayr, Tefsîr; lafz-i müşkilden mânâ-yı muradı keşf ve beyân, Te'vîl; iki muhtemel olan mananın birini zâhir-i kelâma mutabık olan mânâya red eylemekten ibarettir.* (Kâmûs Tercümesi, II, 606). Ebu Hayyân et-Tevhîdî el-Bahrül-Muhît isimli tefsîrinde der ki: "Tefsîr kelimesi, aynı şekilde salıvermek için bir şeyi soyup çıplak kılmaya denir. Nitekim Sa'leb bu kelime için; atı soydum, dediğiniz zaman salıvermek üzere çıplaklaştırdım, demek olduğunu bildirir. Bu mânâ da keşf anlamına gelir. Sanki sırtını açtım demek istemiştir." (Bahr'ül-Muhît, I, 13) Buradan da anlaşılıyor ki lügat anlamı itibariyle tefsîr; bazan duyularla ifâde edilmek istenen açıklamalar için, bazan da zihnî anlamların açıklanması için kulla nıhr. ikinci anlamda kullanılışı ise birinciden daha fazladır. (Zehebî, et-Tefsîr ve'l MüfessirÛn, I, 13). Sefere kelimesi ise değişik anlamlarının yanısıra, tıpkı fesere kelimesi gibi kapalı bir şeyi açıp aydınlatmak anlamına kullanılır. (Tâc'Ül-Arûs, III, 270; Lisân'ûl-Ârab, IV, 369), Âsim efendi bu kelimeyi de şöyle türkçeleştirir:" Sefr sînin fethi ve fa'mn sükûnuyla süpürmek manasınadır... Müellifin Besâir'de beyânına göre, sefr maddesi; bir nesnede gıtâ ve sitâreyi keşfeylemek mânasına mevzu'-dur ve a'yâna mahsûstur. Ve isfâr-ki ifâl bâbındandır-levne muhtasstır. Ve maânî-i şâire birer münâsebetle onlardan müteferri'dir. Sefr bir nesneyi bir şeyin yüzünden sıyırıp yahut kaldırıp açmak manasınadır." (Kâmûs Tercümesi, II, 396). Sefere ve fesere köklerinden gelen her iki kelime Arap dilinin taklîb kurallarına uygun olarak tef'îl babına dönüştüğünde -aralarında küçük farklılıklar olsa da- genellikle eski felsefî ve ilmî eserlerin açıklanıp izah edilmesi anlamına kullanılır. (İslâm Ansiklopedisi, Tefsir maddesi) Ne var ki her iki kelime arasındaki nüans farkı tefsîr kelimesinde birleşmiş gibi görünmektedir. Nitekim Emîn el-Hûri şöyle der: "Fesere ve sefere her ikisi de keşf manasınadır. Sefr kelimesinde zahirî, maddî ve keşif, fesr kelimesinde zahirî, maddî bir keşif, fesr kelimesinde ise ma'nevî bir keşif görürüz. Ve bunlardan tef'îl babı ise mânâyı keşf ve izhâr demektir." (Nakleden, I. Cerrahoğlu, Tefsîr Usulü, 210). Istılahı olarak tefsîr kelimesinden kasdolunan mânâ şöyledir: Müşkül olan lafızdan, murâd olan mânâyı keşfetmektir. (Lisân'ûl-Arab, V, 55; Tâc'ül-Arûs, III, 470). İslâm bilginlerinin örfünde ise Tefsîr kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'in değişik anlamlarını açıklamak ve Kur'ân'dakİ garîb, müşkil lafızlardan neyin kastedildiğini açıklamak mânâsına kullanılır. Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur'an-a hâs bir açıklama ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahları da içerir. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi kapalı ve anlaşılmaz olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır (Tehânevİ, Keşşâfû Istılâhâti'l-Fûnûn, II, 1115- 1116). Gramer kitaplarında ve tefsir eserlerinde manevî tefsîr ve irâb tefsîri diye bir ayırımdan sözedilir ki, mâna bakımından tefsirde, gramer kuralları nazar-ı itibâra alınmazken, i'râb tefsirinde gramer kuralları gözönünde bulundurulmaya çalışılır. (Tehânevi, A.g.e., II, 1117) Istılah bakımından tefsire gelince; bilginlerden çoğu tefsirin tanımının yapılamayacağını, pozitif bilimlerde olduğu gibi onun genel kurallarından sözedilmeyece-ğini söylerler. Yalnızca tefsirin Allah'ın kelâmının açıklanması veya Kur'ân'ın lafızlarının ve kavramlarının izahı diye tanımlanacağını belirtirler. Diğer yandan bazı bilginler de tefsirin öteki bilimlerdeki gibi birtakım kurallarını ve bu kurallardan neş'et eden sonuçlan olacağını kabul ederek kelimenin tanımını vermeye çalışırlar ve tanımlarken de Kur'ân-ın anlaşılması için gerekli olan öteki bilimleri de gözönü-ne alarak cami ta'rîfler yapmaya çalışırlar. Ebu Hayyân et-Tevhîdî'ye göre tefsîr; Kur'ân'ın lafızlarının söylenişi, bu lafızların delalet ettiği ve bu anlamlarının tek ve bileşik olarak hükümlerinden bileşme halindeki mânâlardan bahseden bir ilimdir. (Bahr'ül-Muhît, I, 13-14) Zerkeşî'ye göre tefsîr; Allah tarafından O'nun peygamberi olan Muhammed (a.s)'e indirilmiş olan kitabın çıkarılarak sağlamlaştırılmasını (sağlayan) bir bilimdir. (el-Itkân, II, 174) Tefsîrin bir başka tanımı da şöyledir: Yüce Kur'ân'ın Allah Teâlâ'nın maksadına delâleti noktasındaki durumlarını beşer! takat ölçüsü içerisinde araştıran bir ilimdir. (Menhec el-Furkân, II, 6). Daha başkaları da tefsiri şöyle tanımlamışlardır: Âyetlerin inişlerini, durumlarını ve kıssalarım, âyetlerin nazil olduğu sebepleri, sonra mekk! ve medenî, muhkem ve müteşâbih, nâsih ve mensûh, hass, ve âmm, mutlak ve mukayyed, mücmel ve mufesser oluşlarını, helâli haramı, va'di ve vaîdi, emri ve nehyi, ibret ve emsali gösteren bir ilimdir. (Suyûti, el-Itkân, II, 174). Seyyid Şerif Cürcânî "Ta'rîfât" isimli eserinde tefsir kelimesini şöyle tanımlar: "Aslında tefsir, açıklama ve izhâr etmedir. Şeriatta ise âyetin mânâsının durumunu, kıssasını ve nazil oluş sebebini, ona açık bir delâletle delâlet edecek bir ifâde ile izah etmektir." (Ta'rîfât, 43). Zerkânî ise tefsîr ilmini şöyle tanımlar: Beşerin takati ölçüsünde Kur'ân-ı Ke-rîm'in Allah'ın muradı üzerinde delâlet ettiği hususlardan bahseden bir ilimdir. (ManâhiFül-lrfân, I, 471) Zerkânî devam ederek der ki: Ta'rîfin muhtevasını açıklayacak olursak, her kelimede ayrı ayrı tafsilât mevcûddur. "ilim" kelimesiyle tasavvur ve tasdike dâir bilgiler kasdedilmektedir. Abdülhakîm, Mutavael şerhinde der ki: "Tefsîr ilmi, tasavvurlar cinsindendir. Çünkü ondan maksad âyetin lafızlarının anlamlarını kavramaktır." Seyyid Şerîf ise bunun tasdîk türünden olduğunu öne sürer. "Kur'ân-ı KerînTden bahsederken" başka konulardan bahseden ilimler bu ta'rîfin dışında kalmaktadır. "Allah'ın murâd ettiği şeylerle delâleti bakımından" demekle, delâlet ettiği şeylerin dışında Kur'an'dan bahseden ilim dışta kalmaktadır. Kırâet ve diğer Kur'ân ilimleri gibi. "Beşerin takati ölçüsünde" ifâdesi ile de müteşâbihlerin mânâsını anlayamamak veya Allah'ın murâdını olduğu gibi anlayamamak hususu dışarda kalmaktadır. Başka bilginler de tefsîr ilmini şöyle ta'rîf ederler: Tefsîr, Azîz olan kitabın ahvâlini, nüzulü, senedi, üslûbu, lafızları ve gerek ahkâma müteallik, gerekse lafızlara müteallik anlamlan bakımından araştıran ilimdir. (Zerkânî, Menâhil'ül-lrfân, 1,471). Tefsîr ilminin bir başka tarifini de Zerkânî şöylece zikretmektedir: "Tefsîr öyle bir ilimdir ki, onda Kur'ân-ın lafızlarının söyleniş şekilleri, onların delâlet ettiği hususlar tek tek ve birleşik olarak hükümleri hamledilecek anlamları ve diğer hususlar araştırılır." (Zerkânî, Menâhil'ül-lrfân, 472). Şu halde tefsîr ilminin konusu bütünüyle Kur'ân âyetleridir. Tefsîr Kur'ân-ın bütün âyetlerini ve kelimelerini tedkîk konusu yapar. Bu ilmin gayesi; gerek bu dünyada, gerekse öbür dünyada kişilerin selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır. 2- Te'vîl kelimesi masdanndan türemiş olup, geri dönmek mânâsına gelir. (Tâc'ül-Arûs, VII, 215; Lisân'ül-Arab, 9, 32; Kamus'ül-Muhît, III, 331), Bu takdîrde te'vîl kelimesi açıklamak ve beyân etmek anlamlarına gelir. Kamus mütercimi Âsim Efendi bu kelimeyi şöyle açıklamaktadır: "Evi ve meal rücû* eylemek manasınadır... Bir nesne pek koyulanıp galîz olma manasınadır... Ve bir nesneden geriye dönmek manasınadır. Vâlî olup hükümet eylemek manasınadır... Ve devâbb (canlılar) ve mevâşî (hayvanlardı hüsn-ü tekayyüd ve tîmâr ile ıslâh eylemek manasınadır... Te'vîl ise tefîl vezninde; bir nesneye red ve irca' eylemek manasınadır... Merci-i kelâmı tedebbür ve teharrî ve takdir ile tefsir eylemekten ibarettir... Te'vîl rücû' mânâsına gelen evl'den ma'hûzdur. Pes ind'el müfessirîn bir âyetin mânâsını bir nesneye irca' ile beyân eylemekten ibarettir. Ve bazıları evvel lafzından ma'hûzdur dediler.... Buna göre te'vîl; müevvil olan kimse zihin ve fikreti sırr-i kelâmın tetebbuuna taslît eylemekten ibarettir ki kelimeden maksud olan mânâ zahir ve murâd-i mütekellim ayan olur. Pes tefsir ile te'vîl beyninde farkolur. Tefsir; nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve min haysü ılluğa mevzı-i kelâmın beyânıne müteallik maddeye mübaşeretten ibarettir. Vete'vil; esrâr-i âyâtı ve estâr-i kelimâtı tefah-hus ve vâhid-i ihtimâlât-i ayâtı ta'yîn eylemekten ibarettir ki vücûhü muhteîifeye muh-< temel olan âyette olur." (Kamus Tercümesi, III, 1159-1161). Bazılarına göre de te'vîl siyâset anlamına gelen eliyâle ( «VSft ) kelimesinden alınmıştır. Çünkü te'vil yapan kişi sözü yerine yerleştirmekte ve böylece sözü idare edip gitmektedir. (Zamahşerî, Esâs'üMBelağa, I, 15). Kur'ân-ı Kerîm'de te'vîl kelimesi ve bu kökten müştakk olan kelimeler muhtelif mânâlara kullanılmıştır. Nitekim Râğıb el-Müfredât isimli eserinde bu kelimenin muhtelif mânâlarını verirken şöyle demektedir: "Te'vil asla dönmektir. Nitekim dönülen yere de mev'il adı verilir. Te'vîl; bir şeyi ister ilmen olsun, ister fiilen olsun, kastedilen amaca döndürmektir. İlimde te'vîlin örneği şu âyet-i kerîmedir: "İşte kalb-lerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'vîline yeltenmek için müteşâbih olanlara uyarlar. Halbuki onun te'vîlini Allahtan başkası bilemez." (Âl-i tmrân, 7). Fiilde te'vîlin örneği de AllahfTeâlâ'nın şu mübarek kavlidir: "Onlar onun te1-vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vîl i geldiği gün daha önce onu unutmuş olanlar derler ki..." (A'râf, 53), Yani ondan kasdedilen amacın beyânı geldiği gün demektir. "Eğer bir şeyde çekişirseniz Allah'a ve âhiret gününe inanmışsaniz onun hallini Allah'a bırakın. Bu, hem hayırlı, hem de netîce itibânyle (te'vîl) daha güzeldir." (Nisa, 5Ş) Yani anlam ve tercüme olarak bu daha güzeldir. Bazıları ise âhiret-te sevap olarak bu, daha güzeldir, mânâsını vermişlerdir." (Râğıb, elMüfredât, 31). Te'vîl kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de yukarıda zikredilen muhtelif anlamlarda geçmektedir. Sözgelimi az önce de belirttiğimiz ÂI-i İmrân süresindeki: "Halbuki onun te'vîlini Allah'tan başkası bilmez." (Âli-i İmrân, 7) âyetinde te'vîl tefsîr ve ta'yîn mânâlarına gelmektedir. Nisa sûresinde geçen: "bu, hem hayırlı, hem de netîce itibarıyla (te'vîl) daha güzeldir." (Nisa, 59) âyetinde ise âkibet ve netîce anlamlarına gelir. A'raf sûresinde: "Onlar onun te'vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'-vîlinin geldiği gün..." (A'râf, 53) ve Yûnus sûresinde: "Bilgileriyle kuşatamadıkları şeyi yalanladılar. Ama onun te'vîli kendilerine geldiğinde..." (Yûnus, 39), âyetlerinde ise haber verilen şeyin gerçekleşmesi anlamına gelir. Yûsuf süresindeki: "Ve sana sözlerin te'vîlini Öğretir..." (Yûsuf, 6), "mutlaka onun te'vîlini size haber veririm..." (Yûsuf, 27), "biz rü'yâların te'vîlini biliciler değiliz..." (Yûsuf, 44), "ben onun te'vîlini size bildireceğim..." (Yûsuf, 45) ve "işte benim daha Önceki rü'yâ-mm te'vîli budur..." (Yûsuf, 100) âyetleriyle kasdedilen mânâ rü'yânın delâlet ettiği şeyin aynıdır. Kehf sûresinde yer alan: "Senin sabredemediğin şeyin te'vîlini sana bildireceğim..." (Kehf, 78), "İşte senin dayanamadığın şeylerin te'vîli budur..." (Kehf, 82) kavli ile kasdedilen te'vîl, davranışların izahı ve yorumudur. Yoksa sözlerin te'vîli değildir. Bu kelime Kur'ân-ı Kerîm'de şu sûrelerde yer almaktadır: "Bakara, 49, 50,248; Âl-i İmrân, 7, 11, 33; Nisa, 54 59; A'râf, 53, 130, 141; Enfâl, 52, 54; Yûnus, 39; Yûsuf, 6, 21, 36, 37, 44, 45, 100, 101; tbrâhîm, 6; Hicr, 59, 61; Isrâ, 35; Kehf, 78, 82; Meryem, 6; Nemi, 56; Kasas, 8; Sebe', 13; Ğâfir, 28, 45, 46; Kamer, 34, 41. Istılahı olarak te'vîl iki farklı anlamda kullanılmıştır: a) Te'vîl; ister zahirine uysun, ister uymasın sözün meramını açıklayıp mânâsını izah etmektir. Bu ta'rîfe göre te'vîl ve tefsir eşanlamlı olmaktadır. Mücâhid ve İbn Cerîr Taberî'nin te'vîl kelimesinden anladıkları mânâ budur. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 1, 17). b) Te'vîl sözle kasdedilen mânânın kendisidir. Eğer söz bir taleb cümlesi ise onun te'vîli istenen fiilin kendisidir. Haber cümlesi ise onun te'vîli de haber verilen şeyin kendisidir. Birinci mânâ ile bu anlam arasında açık bir fark vardır. Çünkü birincide te'vîl tefsîr, şerh ve izah gibi bilgi ve söz cinsinden bir şey olur. Ve bu takdîrde te'vîlîn biri zihinde, biri de dış dünyada olmak üzere iki varlığı bulunmuş olur. Halbuki ikinci anlamda, ister geçmişte olsun, ister gelecekte olsun te'vîl; zihinde varolan nesneden çok, dış dünyada varolan nesneye âit olur. İbn Teymiyye gibi bazı düşünürlere göre te'vîl Kur'ân-ın indirilmiş olduğu ifâdelerin kendisidir. Te'vîl kelimesi daha sonraki (müteahhirûn), fakîhler, kelâmcılar, tasavvufçu-lara göre; aralarında bulunan bir delil dolayısıyla lafzın tercih edilmesi gereken sözden bir başka söze çevirilmesidir. Şu halde ıstılâhî olarak te'vîl; zahiri mutabık olan iki ihtimâlden birini reddetmektir. Sa'lebî ise te'vîli şöyle açıklar: Te'vîl, âyetin ön ve arkasına muvafık olduğu muhtemel mânâlardan birine sarfedilmesidir. (Keşf-Ül-Beyân, IX) Zerkeşî ise; Te'vîl, âyetin muhtemel olduğu mânâlardan bîrine ircâıdır, der. (el-Burhân, II, 148). Râğıb müfredât'ında tefsîr ile te'vîli şöyle ayırd eder: "Tefsîr, te'vîlden daha umûmîdir. Tefsîr çoğu kez lafızlarda, te'vîl ise anlamlarda kullanılır. Sözgelimi rü'-yânın te'vîli böyledir. Te'vîl çoğunlukla ilâhiyyât kitaplarında kullanılırken, tefsîr hem ilâhiyyât kitaplarında hem de diğer kitaplarda kullanılmıştır. (Râğıb, Müfredat, Tefsîr maddesi). İslâm bilginleri tefsîr ile te'vîl arasındaki ayırımda değişik görüşler serdetmis-lerdir. Çoğu kerre de bu noktada ortak bir yaklaşıma varmak zorlaşmıştır. Nitekim Nisâbûrî şöyle der: "Zamanımızda o kadar müfessirler çıkmıştır ki kendilerine tefsîr ile te'vîl arasındaki fark sorulsa, onu bulamazlar." (Suyûtî, elItkân, II, 173) Elbetttki bu ihtilâfın kaynağı bu kelimenin Kur'ân'da -az önce de belirttiğimiz gibimuhtelif anlamlarda kullanılmasıdır. Eski tefsîr bilginlferi arasında yaygın olan kanâata göre; tefsîr ile te'vîl aynı mânâya gelir. Ebu Ubeyde bu görüştedir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 19). İmam Mâtürîdî'ye göre tefsîr; lafızdan kasdedilen mânânın şu olduğunu kesinlikle açıklamak ve Allah Teâlâ'nın bu lafızla bu mânâyı kasdettiğini belgelemektir. Eğer bu te'vîl kesinleşmiş bir delîle dayanıyorsa sahihtir. Aksi takdirde kendi görüşüne dayalı tefsîrdir ve (şeriata göre böyle bir tefsir) yasaktır. Te'vîl ise muhtemel olan iki mânâdan birini tercîh etmek, ancak kesinlikle bu mânâyadır veya Allanın bu âyetle kasdettiği mânâ budur diye kestirip atmamaktır. (Nakleden Suyûtî el-Itkân, II, 173). Ebu Tâlib es-Salebî'ye göre; tefsîr, ister hakikat olsun, ister mecaz olsun lafzın durumunun açıklanmasıdır. kelimesinin yol ile ve kelimesinin de yağmur ile tefsîr edilmesi gibi. Te'vîl ise lafzın derûni anlamının açıklamasıdır... Binâenaleyh, te'vîl; kasdedilen şeyin hakikatinin bildirilmesidir. Tefsîr ise; kasdedüen şeyin delilinin bildirilmesidir. Çünkü söz, maksadı açıklar. Açıklayan ise delildir." (Nakleden Suyûtî, el-Itkân, II, 173). Bağavî'ye göre te'vîl âyetin başı ve sonuyla uyuşan muhtemel mânâya döndürülmesidir. Ancak te'vîlin istinbât yoluyla kitab ve sünnete aykırı olmaması gerekir. Tefsîr ise âyetin nüzul sebebi, durumu ve kıssası ile alâkalı sözdür. (Bağavî, Tefsîr, I. 18). Bazı bilginlere göre tefsîr, rivayetle alâkalı, te'vîl, ise dirayetle alâkalıdır. (Suyûtî, el-Itkân, II, 173). Daha sonra gelen müteahhirûn müfessirler arasında şöhret bulan kanâata göre; tefsîr, ibarenin durumundan yararlanılarak mânânın açıklanması, te'vîl ise işaret yoluyla elde edilen mânâların açıklanmasıdır. Nitekim Alûsî tefsirinin baştarafında bu görüşü tercîh etmektedir. (Âlûsî, Tefsîr, I, 5). Tefsîr ve teTvîl arasındaki farkı açıklamaya yarayan bu görüşlerden elde edilen neticeye göre; tefsîr rivayetle, te'vîl dirayetle ilgili görülmektedir. Çünkü tefsîr açıklama ve izah etme anlamlarına geldiğinden Allah'ın muradının ne olduğunu açıklamak konusunda bizim kesin bir tavır takınmamız mümkün değildir. Ancak Allah ve Resulünden murâdını açıklayan bir rivayet nakledilirse bunun kesinkes öyle olduğunu söyleyebiliriz. Te'vile gelince; burada daha çok delîle dayanarak lafzın muhtemel olduğu mânâlardan birini tercîh etme anlamı düşünülmektedir. Tercîh ise bir fikrî çabanın sonucudur, yani içtihada dayanır, lctihâd yapabilmek için de sözün mânâ ve medlullerini Arap dilindeki ifâde ettiği anlamlan bilmek ve kullanış tarzlarım tesbît etmek gerekir. Bu sebeple de şahsın dirayetine ihtiyâç vardır. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, etTefsîr ve'1-Müfessirûn I 13.22) 3- Tercüme: Rübaî bir kelime olan tercüme, terceme fiilindendir. Cevherîye göre; tercüme kelimesi receme kelimesinden yani sülâsî bir fiilden gelmektedir. (Cevheri, Sıhâh, V, 1928), Genellikle: "Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmek anlamına gelen tercüme kelimesinin daha geniş mânâları bulunmaktadır. Nitekim "terceme bir baba isim koymak anlamına geldiği gibi, bir kimsenin hayatını anlatmasına da ıtlak olunur. Sözü, kendisine ulaşmayan kişiye teblîğ etmek ve bir şeyi söylendiği dilde tefsîr etmek, bir şeyi kendi dilinden başka bir dile tefsîr edip açıklamak ve bir sözü bir dilden başka bir dile aktarmak anlamlarına da gelir. Bu sözü nakleden kişiye ise tercüman adı verilir.'* (Zerkânî, MenâhiPüİ-trfân, II, 6; Zehebî-et-Tefasîr ve'Ulüfessirûn, I,23; t. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, 212), Bu kelimeyi mütercim Âsim Efendi şöyle açıklar: "Terceme, dahrece vezninde: bîr lisânı, âher ile tefsir ve beyân eylemek manasınadır. Tercemân veya tercümen ise şol âdeme denür ki, bir lügati, âher lüğata tefsîr ve beyân eyleye." (Kâmûs Tercümesi, IV, 198). Bu kelime arapça aslında terceme olduğu halde dilimizde galat-ı meşhur olarak tercüme seklinde geçmiştir. Bu yüzden biz de kelimeyi dilimizde kullanılan şekliyle kullanmayı -galat olsa da- uygun görüyoruz. (Bkz. Şemsettin Sami, Kâmûs-İ Türki, 395). Tercüme kelimesinin ıstılahtaki anlamı ise: "Bir kelamın mânâsını diğer bîr lisanda dengi bîr ta'bir ile aynen ifâde etmektir. Terceme aslın mânâsına tamamen mutabık olmak için sarahatte, delâlette, icmalde1, tafsîlde, umûmda, hususta, ıtlakta, takyîdde, kuvvette, isabette, hüsn-ü edada, üslûb-U beyânda, hâsılı ilimde, san'-atta asıldaki ifâdeye eşit olmak iktiza eder, yoksa tam bir terceme değil eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisânlar beyninde husûs-u müştereke ne kadar çok olursa olsun, her birini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de vardır. Onun için lisânı hususiyeti olmayıp sırf akıl ve mantığa hitaben yazılan kuru ve fennî eserlerin, ilmî kabiliyeti terakkî etmiş olan lisânlar hakkıyle tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da, hem akla, hem kalbe, yahut yalnız zevk ve hissiyata hitâb eden ve lisân noktasından edebî kıymeti ve san'at zevkini hâiz bulunan canlı ve bedîî eserlerin tercemelerinde muvaffakiyet görüldüğü nâdirdir." (M. Hamdi Yazır, Hak dini Kur'an Dili, I. 9). Lügavî ve ıstılahı anlamına bakıldığında iki tür tercümeden söz etmek mümkündür: a) Harfi veya lafzî tercüme: Cümlenin nazmında ve düzeninde aslına benzemesi hedef alman veya bir başka deyimle "mürâdifinin" yerine konmaya benzeyen tercümedir. (1. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, 213). Harfî veya lafzî tercümeyi yapan kişi tercüme edeceği metnin her kelimesini; teker teker muhtelif anlamlan yönünden ele alır ve bunu aynıyla karşılayabilecek olan tercüme edebileceği dildeki sözleri gözden geçirir ve netîcede onu, en uygun kelimelerle aktarmaya çalışır ki bu takdîrde tercüme edilen dilde istenen anlam yeterince verilemez, verilse de üslûb akıcılığı ortadan kalkar. b) Ma'nevi veya tefsîrî tercüme: Cümlenin düzeninde ve tanzîminde aslına benzemesi gözetilmeyen tercümedir. Bu tercümede asıl hedef, eserin ana dilindeki metinde kasdettiği maksadın ve anlamın çevirilen dilde gayet güzel bir akıcı bir şekilde ifâde edilmesidir. Mütercim, eserin ana dilindeki mânâyı korumak ve ona bağlı kalmak kaydıyla, çevirdiği dilde aynı anlamı ifâde edecek fakat olduğu gibi kelimenin tercümesi olmayan bir çeviriyle karşılar. Bu tercüme herne kadar aslın bütün maksadını harfi harfine aktarmazsa da eserin akıcılığım ve çevirilen dildeki kullanılışım sağlayacağından mânâyı rahatlıkla ve okuyanları bıktırmadan aktarır. Bir tercümede bulunması gereken bazı özellikler vardır. İster harfî tercüme olsun, ister tefsirî tercüme olsun bir tercümede mutlaka şu hususların bulunması gerekir: a) Mütercim; her iki dilin üslûb özelliklerini gayet iyi bilmelidir. b) Mütercim; kelimenin ana dilindeki manâsıyla çevirdiği dilde kullandığı kelimenin mânâsını bilmelidir. c) Mütercim; kelimenin ana dilindeki mânâyı ve maksadları son derece güvenilir biçimde diğer dile aktarmalı ve bu mânâya uymaya dikkat etmelidir. d) Tercüme asimi gerektirmeyecek ve aslın yerine geçebilecek şekilde asla uygun olmalıdır. Ayrıca lafzî tercümede dikkat edilmesi gereken bazı hususlar bulunmaktadır. Buna göre lafzî tercümede, her iki dilde maksadı karşılayacak kelimelerin bulunması gereklidir. Ancak böylece ana dildeki kelime çevirîlen dildeki benzeriyle uygun olabilir. Ayrıca her iki dilin gramer özelliğine vâkıf olmak ve bir dildeki gramer farklılığını diğer dilde de karşılamak icâbeder. Bunun için ortak dil yapısına sahip olmayan dillerde birbirine tercüme son derece zordur. Özellikle dillerden birisi -Arapça gibi- son derece geniş ise, bunu aynı genişlikte olmayan bir başka dile aktarmada elbetteki büyük zorlukla karşılaşılacaktır. Nitekim arapçadan türkçeye yapılan tercümelerde bu zorluklar müşâhade edilmektedir. Ve yine bu sebepledir ki, İslâm dünyasının ortak ibadet dili olan Arapça indirilmiş olan Kur'an âyetlerinin başka dillere aynıyla aktarılması imkânsızdır. Bu aktarma esnasında büyük çapta anlam ve üslûb değişikliği ortaya çıkmaktadır. Bunu telâfi etmek için ne kadar çalışılırsa çalışılsın, verimli bir sonuç elde edileceğini sanmıyoruz'. Bu sebeple ibâdetin ancak kendi diliyle yapılacağı gerçeğini bir kerre daha tekrarlıyoruz. Akif merhumun ifadesiyle;, "bir lisan ki bir kelimesi, bir sîğası, birden hem zât, hem zaman, hem mekân ifâde eder, başka bir lisâna bunun tercümesi kolay mı olur? O lisân bunu hakkıyla nasıl ifâde eder?" (Eşref Edib, Mehmed Âkîf, Hayatı, Eserleri, I, 199). Tefsîr ile tercüme arasındaki farklar: Gerek lafzî gerekse tefsirî tercüme olsun, tercüme tefsirden farklıdır. Tefsîr ile tercüme arasındaki farkları şöylece sıralayabiliriz: a) Tercüme bütünü itibariyle başlıbaşına bir hüviyet arzeder. Tercümede mak-sad, tercüme edilen metnin, aslın yerine geçmesidir. Tefsîr ise böyle değildir. Tefsîr dâima asıl ile bağlantı halindedir. Başlangıcından sonuna kadar tefsirde asıl ile irtibatı kesmek imkânsızdır. Halbuki tercümede aslı arattırmayacak şekilde ve asla uygun bir nakil yapılmaktadır. b) Tercümede söz dışı ve asla uymayan açıklamalar yapılmaz, ama aslın aışın-da ve konu dışı izahlar yapılabilir. Çünkü tercümenin asla uygun ve aslın aynı olması bir aracılık borcudur. Hattâ asılda bir yanlış varsa tercümede de aynı yanlışın aktarılmasına dikkat edilir. Sadece o yanlışın düzeltilmiş şekli not halinde verilir. Tefsirde ise durum tamamen farklıdır. Tefsirde maksad, aslı aynıyla aktarma olmayıp açıklama olduğundan konunun bazan müellifin kanâati dışında onu aydınlatıcı ve genişletici izahlarla açıklanması gerekebilir. Bunun için tefsirde hemen hemen bütün ilim şubelerinin verilerinden faydalanılır ve zaman zaman onların yorumlarına yer verilir. Tercümede ise böyle bir şeye başvurulamaz. c) örf bakımından da tercüme tefsirden farklıdır. Tercüme aslın bütün mânâ ve maksadlarını koruma anlamını taşır. Bu, en azından müellife karşı bir vefa borcudur. Tefsîr ise, böyle değildir. Tefsîrde gerek özet halinde, gerekse geniş açıklamalara girişilebilir. Mütercim; naklettiği mânâ ve maksadların müellif tarafından kasdedilmiş olduğuna emîn olur ve öylece ifâdeyi nakleder. Binâenaleyh mütercim, müellifin kanâatlerini zann-ı gâlib ile bilmek ve bunu diğer dile aktarmak zorundadır. Müfessirin durumu ise farklıdır. Müfessir kimi zaman müellifin kanâatini olduğu gibi, kimi zaman da kendi kanâatini karıştırarak, olması gerektiği gibi ifâde eder. Muhtelif ihtimâlleri belirterek netîcede kendi kanâatini de serdeder. Binâenaleyh, tefsir ile tercüme birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Dilimizde kullanılan bir de meal kelimesi bulunmaktadır. Meal, kelimesi te'vil kelimesinin de türetilmiş olduğu eVl kökünden türetilmiş olup aynı anlamı ifâde için kullanılan mimli bir mastardır. Meal bir şeyin varacağı yer ve gaye anlamına mekân ismi de olur. Bu takdirde te'vilin özü ve neticesi anlamına gelir, örf bakımından meal, bir kelimenin anlamını her bakımdan değil de, biraz eksiğiyle ifâde etmek demektir. Bunun için Kur'ân tercüme edenlerin bir çoğu tercüme ta'bîri yerine, meal deyimini kullanmaya tercih etmişlerdir. (Daha geniş bilgi için bakınız, Zer-kânî Menâhil'Ül !-lrfân, II, 3-4; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 1,23; Muhammed Hasaneyn Mahlûf, el-Medhal, 41; Zerkeşî, el-Burhân, II, 149 ve devamı; Subhî Sâ-lih, Mebâdî'ün fî Ulûm ilKur'ân; t. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, 205-215; M. Sofuoğlu, Tefsire Giriş, 239-248).[2]
II- Kur'ân Tefsirinin Doğuşu
II- Kur'ân Tefsirinin Doğuşu Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm, herhangi bir ilmî, edebî ve fikrî eserde rastlanması mümkün olmayan bazı Özelliklere sahiptir. İnsanoğluna alışageldiği türden bir eser olmadığı için onu anlayabilmek ve kavrayabilmek ancak onun sistematiği ve kendi iç yapısı gözönünde bulundurularak mümkün olabilir. Bu hususiyet Kur'ân-ı Kerîm'in getirmiş olduğu ilahî mesajın niteliği ile de alâkalıdır. Kur'ân-ı Kerîm Arap toplumunu yepyeni bir anlayışla yetiştirip donatmaya çalışırken, kullandıkları kavramlarda dahi eskiyle bütün ilişkisini koparıp yeni gelen davetin amaçlarına uygun şekilde yönlendirmiştir. Devrimci niteliği bulunan bütün düşünce sistemlerinde aynı özelliği görmek mümkündür. Tıpkı insanlar gibi kelimelerin de hayatları vardır; doğarlar, büyüyüp gelişirler ve ölürler. Hiçbir sağlam düşünce sistemi ölü kelimeler üzerine bina edilemez. İşte bu nedenden Kur'ân-ı Kerîm kendine has bir terminoloji geliştirmiştir. Nitekim Kur'ân ile ilk muhâtab olan insanlar "salât" denilince duayı, "zekât" denilince bereketi ve arınmayı, "hacc" denilince kasd manâlarını anlamaktaydılar. Ama bu kelimelerin Kur'ân'da ve onun getirmiş olduğu risâlette İfade ettiği mânâları yani ıstılâhî anlamlarını kavramaları mümkün değildir. Görülüyor ki, Kur'ân kendi terminolojisini de beraberinde getirmiştir ve bu terminolojinin açıklanması ya bizzat Kur'ân'ın kendi ifadeleriyle ya da onun teblîğcisi durumunda olan Resûlullah'ın beyân ve açıklamalarıyla mümkün oluyordu. İşte bu sebeple daha başta Kur'ân'ın tefsîrine ihtiyâç duyulmuştur. Kaldıki Arap dilinin yapısı bu dilin nüansları çok iyi ayıran zengin kelime hazinesi bu dille ifâde edilen fikirlerin muhtelif şekillerde anlaşılması sonucunu doğuruyordu. Diğer taraftan Kur*ân-ı Kerîm, bütün insanlığa hitâb eden ve her asırda yaşayan insanların problemlerini çözmeyi amaçlayan âlemşümul bir nizâm getiriyordu. •Bu nizâmın âlemşümul olması için her devirde yaşayan insanların ihtiyâçlarına ce-vab vermesi ve her seviyeden insana mesajım iletmesi gerekiyordu. Bu nedenle, Kur'ân-ı Kerîm çok elastikî bir kavramsal yapıya sahip bulunmakta idi. Her asırda birçok insanı büyüleyen edebî ve fikrî icazı bu elastikî niteliğinde dercedilmiş bulunmaktadır. Daha eski kültürlere mensub insanlarla daha genç kültürlere mensûb insanlara aynı ölçüde ve aynı derecede hitâb edebilmesi işte bu elastikî yapısından kaynaklanmaktadır. Sözgelimi Kur'ân-ı Kerîm, o günkü Arap toplumuna dünyanın güneşin etrafında dönmekte olduğunu söylemiş olsaydı, zâten peygamberin getirmiş olduğu düşünce yapısına düşman olan bu topluluk onun toplumda geçerli olan kültürel gerçeklere de aykırı fikirler savunduğunu öne sürerek kendisine karşı çıkacaklardı. Aynı şekilde bu dünyanın durup güneşin dünyanın etrafında dönmekte olduğunu söylemiş olsaydı; yine o günkü toplumun düşünce tarzına uygun, fakat modern gelişmelere tamamen ters düşmüş olurdu. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'in ifâdelerinde kesinlikle her iki toplum tarzının reddetmeyeceği ve her iki toplum tarzının da kabul edeceği üslûb tercih edilmiştir. Tevrat'ta rastladığımız gibi kesin tarihler vermekten kaçınması, bunun yerine geniş anlamlara gelebilecek kavramları seçmesi, Kur'ân-ı Kerîm'e her asra hitâb eden bir kitâb olma özelliğini te'min etmektedir. Fakat bu özellikle beraber başka bir ihtiyâç ortaya çıkıyordu. Şöyle ki; umûm ifâde eden Kur'ân lafızlarının kasdedilen anlamlardan hangisine delâlet ettiğini anlayabilmek için bir fikrî çaba gerekiyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de muhkem müteşâbih, mecaz ve hakikat, kıssa ve emsal, müşkil ve garîb lafızlar, mücmel ve mübeyyen, müphem ve muhtelif manalara kullanılan vücûh ve nezâir diye ifâde edilen bölümler, hitâb, suâl, nasîh ve mensuh gibi hususlar yer alıyordu. (Bunların izahı için bu tefsirin birinci cildi olan Kur'ân-ı Kerîm'e Giriş bölümünü 305-430 sayfalarına bakınız). Bu saydığımız konular özellikleri itibarıyla açıklamayı ve yorumu gerektirmekte idiler. Sözgelimi Kur'ân âyetlerinden bir kısmı herkesin anlayacağı şekilde açık ve sarîh iken (muhkem) bir kısmı da anlaşılması güç (müteşâbih) idi. Müteşâbih âyetlerin yorumu, gerek peygamber devrinde, gerekse hülefâ-î Râşidîn devrinde müslü-manlarca fazla tartışma konusu yapılmazdı. Ancak zamanla ortaya çıkan gelişmeler ve özellikle Kur'ân'a cephe alan muhtelif kültürlerin mcnsûblanyla yüz yüze gelinmesi, bu âyetlerin yorumu konusunda bir arzu ve isteğin belirmesine neden oldu. Kur'ân-ı Kerîm'de namaz, hacc, zekât ve oruç gibi ibâdetlerle helâl ve haram gibi ahkâmı ilgilendiren konulardaki âyetler genellikle muhkem ayetlerdir. Buradaki ifâdelerin lügat anlamlan anlaşıldığı takdirde herkes tarafından aynı anlamlara alınması mümkündür. Buna karşılık birçok mânâlara ihtimâli bulunup, bunlardan birinin tayîn edilmesi için bir delîl gerektiren âyetler ise her zaman için farklı yorumlara neden oluyordu. Diğer taraftan bazı kelimeler aynı anda iki zıt anlama gelebiliyor-du. Nitekim Tekvîr süresindeki (âyet 17) kelimesi gelmeye başlayan gece anlamına geldiği gibi, geçmeye başlayan gece anlamına da gelmekteydi. Yine Bakara süresindeki (âyet 228) kelimesi hem âdet görme haline, hem de âdetten temizlenmiş olma hâline delâlet etmekteydi. Dolayısıyla bu iki zıt anlamdan hangisinin bahsedildiğinin tesbitinde başvurulacak birtakım esâsların belirlenmesi Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîrini gerekli kılıyordu. Bütün bu hususların tefsir edilmemesi halinde anlaşılmak üzere indirilmiş olan yüce kitabın anlaşılmaması sonucunu doğuracaktı. (Bu konularda daha geniş bilgi için bkz. Cilt 1, 415- 422).[3]
III- Kur'ân Tefsirinin Kaynakları:
III- Kur'ân Tefsirinin Kaynakları: Tefsirin ilk merhalesi olan Asr-ı Saadet döneminde Kur'ân'ın tefsirinde dört önemli kaynağa başvurulmakta idi: 1- Kur'an-ı Kerîm 2- Hz. Peygamber. 3- Sahabenin içtihadı 4- Ehl-i Kitâb'tan naklediîen.rivâyetler.[4]
1- Kur'ân'ın Kur'ân'la Tefsiri
1- Kur'ân'ın Kur'ân'la Tefsiri Bilindiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de bir yerde kısa ve öz olarak anlatılan bir konu; bir başka yerde mufassal olarak açıklanır. Bir âyette mutlak olarak zikredilen bir husus; bir başka âyette sınırlandırılır. Bir âyetin umûmî olarak ifâde ettiği konuyu, bir başka âyet tahsis edebilir. Bu sebeple Kur'ân'ı tefsir edecek kişinin, öncelikle yine Kur'ân'a bakması ve âyetleri karşılaştırarak bir konu ile ilgili bütün âyetleri gözönüne aldıktan sonra onu yorumlaması gerekir. Binâenaleyh, özet olarak anlatılan konu mufassal olarak anlatılan konunun yardımıyla, mücmel olan. ifade mü-beyyen ifâdenin yardımıyla, mutlak mukayyedin, âmm hâssın yardımıyla tefsir edilmelidir. İşte bu şekilde yapılan tefsîre Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsîri adı verilir. Allah'ın muradı ancak yine Allah'ın kelâmıyla anlaşılır ve anlatılabilir. Kur'ân'ı tefsir ederken Kur'ân'a başvurmadan önce başka bir kaynağa geçmek doğru değildir. Çünkü Allah'ın kelâmını yine en iyi Allah'ın kelâmı açıklar. Meselâ Âdem ve İblis kıssası, Mûsâ ve Firavun kıssası, bazı sûrelerde çok kısa ve özet olarak zikredilirken, bazı sûrelerde uzun ve detaylı olarak zikredilmiştir. Bi-nânaleyh, bu kısaca zikredilen yerlerdeki âyetleri tefsir ederken mufassal âyetlerden yararlanılması gerekir. Kur'ân'da mücmel olan ifâdenin, açıklanmış (mübeyyen) olan ifâdeye dayanarak tefsîr edilmesi gerekir. Mücmel ve ifâdenin başka bir âyet tarafından beyân edilmesinin birçok Örnekleri vardır. Meselâ Bakara süresindeki: "Âdem Rabbından bazı kelimeler öğrendi." (Bakara, 37) âyetindeki "kelimeler", A'râf sûresinde yer alan: "O ikisi dediler ki: Rabbımız, biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) âyeti tarafından tefsîr edilmiştir. Ve yine En'âm süresindeki: "Gözler onu idrâk edemez." (En'âm, 103) âyetini Kıyamet süresindeki: "Rabbına bakıcıdır." (Kıyamet, 23) âyeti tefsîr etmektedir. Ve yine Mâide süresindeki: "Size bildirilecek olanlar dışında hayvanlar helâl kılındı. (Mâide, 1) âyetini yine aynı sûredeki: "Size Ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilenler... haram kılındı." (Mâide, 3) âyeti beyân etmektedir. Kur1 ân'in Kur'ân'ı tefsîr yollarından birisi de mutlak ifâdenin mu kay yede, âmm ifâdenin hâssa hamledilmesidîr. Meselâ Allah Teâlâ Mücâdele sûresinde zıhâr kef-fâretînden sözederken "Bir köle âzâd etmektir" (Mücâdele 3,) buyurarak mutlak bîr ifâde kullanmıştır. Nisa sûresinde ise kati cezasının keffâreti olarak: "Mu'min bir köle âzâd etmektir." (Nisa, 92) buyurarak bir önceki mutlak ifâdeyi ikinci âyette takyîd etmiştir. Kur'ân'ın Kur'ân'ı tefsîr şekillerinden birisi de aralarında farklılık varmış gibi görülen konuları birleştirmektir. Sözgelimi Hz. Âdem'in bazı âyetlerde topraktan yaratıldığı, bazı âyetlerde çamurdan yaratıldığı, bazı âyetlerde balçıktan yaratıldığı zikredilmektedir. Bütün bu yaratılış merhaleleri Âdem'in yaratılışından ruhun üflenmesine kadar geçen merhalelerdir. Kur'ân'ın Kur'ân'ı tefsir şekillerinden birisi de; bazı kırâetlerin bir başkasına hamledilmesidir. Arap dilinin ve alfabesinin yapısından kaynaklanan kırâet farklılıklarından kimi zaman mânâda ayrılık, kimi zaman da ifâdede farklılık göze çarpar. K;irâat farklılıklarının birbirine hamlinin güzel örneklerinin Isrâ sûresinin âyetinde geçen kelimesinin Abdullah lbn Mes'ûd'un kırâetinde: şeklinde olmasına dayanılarak bu kelimesinin altın anlamına tefsir edilmesidir. Bazı kırâetlerde ise lafız ve mânâ farklılıkları bulunmaktadır. Meselâ Cum'a sûresinde: "Ey îmân edenler, Cum'a günü namaza çağırıldığında Allah'ın zikrine koşun." (Cum'a 9) âyetindeki kelimesi bir başka kırâette Allah'ın zikrine gidiniz, anlamında şeklindedir. Birinci kırâette hızlı yürümek olan koşma ifâdesi kullanılmış olsa da asıl hikmet namaza gitmektir. Bu ve benzeri örneklerde görüldüğü gibi Kur'ân tefsirinde öncelikle, Kur'ân'ın Kur'ân'ı tefsiri metoduna başvurmak icabetmektedir.[5]
2- Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı Tefsîri:
2- Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı Tefsîri: Kur'ân'ın anlaşılmasında başvurulan ikinci kaynak, bizzat Allah Resulünün Kur'ân tefsirleridir. Sahâbe-i Güzîn Allah'ın Kitabında bir müşküle karşılaştıkları zaman onun tefsîri için Resûlullah'a başvururlardı ve Resûlullah da onlara bu konularda bilgi verirdi. Zaten Resûlullahm gönderilişindeki amaçlardan birisi de teb-lîğ idi. Hadîs kitaplarında Kur'ân tefsîrleriyle ilgili özel bölümler yer almaktadır. Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı tefsîrinden birkaç örnek vermemiz gerekirse şunları sıralayabiliriz. İmâm Ahmed ibn Hanbel ve Tirmizî ile başkaları Adiyy'den nakleder ki Resûlullah (s.a) Fatiha süresindeki: "Kendilerine gazâb edilenler" kavli ile yahûdîlerin "Sapıklar" kavli ile de hıristiyanların kastedilmiş olduğunu söylemiştir. Yine Tirmizî ve lbn Hibbân Sahîh'lerinde Abdullah İbn Mes'ûd'dan naklederler ki Resûlullah (s.a): Orta namaz ikindi namazıdır, buyurmuştur. İmâm Ahmed lbn Hanbel ile Buhârî ve Müslim Abdullah ibn Mes'ûd'dan naklederler ki: "îmân edip de imânlarına zulmü karıştırmayanlar" âyeti nazil olduğunda, bu ifâde halka ağır gelmiş ve demişler ki? Ey "Allah'ın Resulü,.hangi birimiz kendi nefsine zulmetmez ki? Resûlullah (s.a) buyurmuş ki: Burada kasdedilen şey, sizin kasd ettikleriniz değildir, **p sâlih kulun" dediğini duymadınız mı: "Doğrusu şirk, elbette_büyük bir zulümdür. (Lukmân, 13) İşte buradaki zulüm de şirktir. Müslim ve başkaları Ukbelfn Âmir'den naklederler ki; o, Resûlullah (s.a)'ın minberde iken: "Ve onlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın." kavlindeki kuvvetin atmak olduğunu söylemiştir. Yine Tirmizî Hz. Ali'den nakleder ki; o, şöyle demiştir: Ben Resûlullah (s.a)'a büyük hac gününden sözettiğimde; o, kurbân günüdür, dedi. Yine Ahmed lbn Hanbel ve Müslim, Enes lbn Mâlik'ten naklederler ki; Resûlullah (s.a) Kevser; Rabbımm bana cennette vermiş olduğu bir ırmaktır buyurmuştur. İşte bu ve benzeri hadisler Peygamber'in Kur'ân tefsirinin örnekleridir. Sünnet'in Kur'ân tefsîr etmesi muhtelif şekiller de olabilir: 1- Sünnet; Kur'ân da yer alan bir konuyu, yine ona uygun olarak te'kîd eder. 2- Sünnet; Kur'ânda kasdedilen bir hususu açıklar. Mücmel ve müteşâbih âyetleri izah etmesi bu nevidendir. Namazların vakitleri ye rek'atları, secde ve rükû' ile diğer ibâdetlerin şekilleri, zekâtın mikdân, vakti, nev'î ve haccın edâ ediliş tarzı böyledir. 3- Sünnet; Kur'ân'da mutlak olarak vârid olan âyetleri takyîd eder. Nitekim: "Hırsız erkek ile hırsız kadınların ellerini kesiniz." (Mâide, 38) âyetinde vârid olan mutlak emri sünnet takyîd etmiştir. 4- Sünnet; Kur'ân'da umûmî olarak vârid olan lafzı tahsîs eder. Az önce belirtmiş olduğumuz ve Enfâl süresindeki: "Ey îmân edip îmânlarına zulmü karıştırmayanlar." (Enfâl, 82) âyetindeki zulmün şirk olduğunu bildiren Hz. Peygamber bu âyeti tahsîs etmiştir. 5- Sünnet; Kur'ân'da müşkil olan lafzı beyân eder. Sözgelimi" fecrin ak ipi, kara ipinden seçilinceye kadar yeyiniçin." âyetin de vârid olan iki ipten maksadın gündüzün aydınlığı ve gecenin karanlığı olduğunu Resûlullah (s.a.) beyân etmiştir. 6- Sünnet; Kur'ân'ın sükût ettiği hükmü açıklığa kavuşturur, Kur'ân'ın zahiren sükût ettiği hükümlere sünnet ya ilhak yoluyla veya nass yoluyla, yahut da cüzden küllin istinbâtı yoluyla açıklık getirir. Sözgelimi Kur'ân-ı Kerîm bir şeyin helâl başkasının da haram olduğunu belirtirken, üçüncü bir şeyin helâl mı haram mı olduğunu belirtmez. İşte sünnet, o şeyi bu iki hükümden birine ilhak edebilir. Veya Sünnet; Kur'ân'ı nass yoluyla izah eder. Sözgelimi Kur'ân bir şeyin hükmünü belirtir. Hz. Peygamber de ortak sebeplere dayanmaları nedeniyle kıyâs yoluyla başka bir şeyi ona ilhak eder. Aslında ilhak edilen şeyin sarih hükmü Kur'ân'da mevcûd değildir. Fakat Hz. Peygamber kıyâs yoluyla onu Kur'ân'da mevcûd olan hükme ilhak etmiştir. Bazen de Kur'ân'da muhtelif mânâlara delâlet eden nasslar bulunabilir. Bu nassları birleştirerek tek bir anlama yorumlamak mümkün olmaz. İşte burada da ne sünnet nassın muhtelif mânâlarım birleştirerek tek noktada cem'eder. Ancak Resûlullah Kur'ân'ın bütününü ashabına açıklamış mıdır? tbn Teymiy-ye gibi bazı tslâm bilginlerine göre; Resûlullah (s.a) Kur'ân'ın hepsini lafız lafız ashabına açıklamıştır. İmâm Süyûtî'nin başında bulunduğu bir diğer gruba göre de; Resûlullah (s.a) Kur'ân'ın ancak çok az bir kısmım açıklamıştır. (SUyûtî, el-Itkân, II, 174-179; Zehebî, etTefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 49).[6]
3- Sahabenin İçtihadı:
3- Sahabenin İçtihadı: Ashâb-ı Güzîn, Allah'ın Kitabîni açıklarken, Kur'ân'da veya Sünnet'te bir tef-sîr bulamazlarsa, kendi ictihâdlarıyla Kur'ân'ı tefsir etmeye çalışırlardı. Nitekim bu davranışı Resûlullah (s.a)'a şöylece te'yîd etmiştir: Ebu Dâvûd nakleder ki: Hars tbn Ömer Şu1 be'den, o da Ebu Avn'dan ve bir gruptan şöyle nakletmiştir: Resulu-lah (s.a) Muâz-ı Yemen'e göndermek istediği zaman: Sana bir hüküm getirilirse nasıl hükmedersen? dedi. O da: Allah'ın kitabı ile, dedi. Resûlullah (s.a); Allah'ın kitabında bulamazsan? dedi. O da; Allah'ın Resulünün Sünneti ile, dedi. Resûlullah (s.a); Ya Allah'ın kitabında ve Resulünün Sünnetinde bulamazsan? deyince, Mu-âz; kendi re'yimle ictihâd ederim, ne fazlalaştırırım, ne eksiltirim, dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a) Muâz'ın göğsüne vurarak; Allah'ın Resulünün elçisinin Allah'ın Resulünün memnun kalacağı şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun, dedi. (Ebu Dâvûd, Sünen, IV, 18-19, Kitâb el-Akdıyye, bâb, II; Tirmizî Sünen, Kitâb el-Ahkâm, bâb 3). Bu hadîs te bize gösteriyor ki, Resûlullah (s.a) bazı konularda ashabına ictihâd için izin vermiştir. Kur'ân'ı tefsîr ederken ashâb; Arap dilinin kavramlarıyla anlaşılabilecek olan konularda Arap gramerinin inceliklerine başvururlardı. Bu arada Hz. Ömer'in de belirttiği gibi, arapçanın dîvânı durumunda bulunan câhiliyyet şiirinde vârid olan kelimelere ve lafızlara müracaat ederlerdi. Ancak bu sözü edilen kaynaklarda bilgi bulamayınca, kendi ictihâd ve görüşleriyle tefsîr ederlerdi. İctihâd ile tefsîr yaparken de yine dilin durumunu ve sırlarını, Arap adetlerini ve Arap Yarımadasında yaşayan hıristiyan ve yahûdîlerin durumunu da göz önünde bulundururlardı. Ayrıca konuyu derinlemesine kavrayabilmek için kendi anlayış güçlerini de zorlarlardı. Arap dilinin incelik ve sırlarını bilmek Kur'ân âyetlerinin anlaşılmasına yardım ettiği gibi, Arap âdetlerinin bilinmesi de âyetlerin anlaşılmasına yardımcı oluyordu. Sözgelimi: "Nesi* ancak küfürde artırmadır. "(Tevbe, 37) âyetindeki nesî' kavlini ancak Kur'ân'ın nüzûlu esnasında araplarda âdet olan nesî' geleneğini bilince anlamak mümkün olurdu. Bu sebeple vahidî der ki: Âyetlerin tefsiri ancak onların kıssasının ve nüzulünün bilinmesiyle mümkün olur. (Vahidî, Menhec' ül-Furkân, I, 36) îbn Dakîk de; Kur'ân'ın mânâsının anlaşılmasında nüzul sebebinin açıklanması en sağlam yoldur, der. Binâenaleyh, tefsirde nüzul sebeplerini bilmek önemlidir. Anlayış ve idrâk zenginliğine gelince; bu, Allah'ın kullarından dilediğine vermiş olduğu ilahî bir lütuftur. Sözgelimi Abdullah Îbn Abbâs Kur'ân'ın anlaşılmasında derin bir kâbiliyyete sahipti. Bu sebeple ona Bahr'ûl Kur'ân adı verilmişti. Ne var ki ashabın hepsi Kur'ân'ı anlama noktasında aynı seviyede değildiler.-Bu sebeple farklı görüşleri benimsiyorlardı. Ve farklı tefsirlerin ortaya çıkmasında da bu farklı anlayış kapasiteleri etkili olmuştur. Sahabenin Kur'ân'ı farklı anladıklarına örnek olarak şöyle bir olay nakledilir: Hz. Ömer Kudâme Îbn Maz'- ûn'u Bahreyn emirliğine tayîn eder. Cârût gelip Hz. Ömer'e der ki: Kudâme şarâb içti ve sarhoş oldu. Hz. Ömer (r.a): Dediğine şâhidlik edecek kimse var mı? deyince, Cârût; Ebu Hüreyre dediğime şehâdet eder, karşılığım verir. Bunun üzerine Hz. Ömer Kudâme'ye sana sopa vuracağım, der. Kudâme karşılık olarak; Allah'a an-dolsun ki onun dediği gibi şarâb içmişsem sen bana sopa vuramazsın? Hz. Ömer: Neden? deyince Kudâme der ki: Allah Teâlâ: "imân edip sâlih amel işleyenler; sakınırlar, inanırlar ve sâlih amel İşlerlerse; sonra sakınır ve ihsan ederlerse; (daha önce) yapmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Allah ihsan edenleri sever." (Mâide, 93) İşte ben İmân edip sâlih amel işleyen, sonra sakınıp imân eden ve yine sakınıp ihsan edenlerdenim. Resûlullah (s.a) ile Bedir, Uhud, Hendek savaşında hazır bulundum. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a): Onun söylediğine karşılık vermeyecek misiniz? diye çevresindekilere sorunca, Abdullah Îbn Abbâs der ki: Doğrusu bu âyetler öncekiler için ma'zeret, sonrakiler için hüccet olmak üzere indirilmiştir. Zîrâ Allah Teâlâ: "Ey İmân edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işi pisliklerdir. Bunlardan kaçınınız ki felaha eresiniz." (Mâide, 90) buyurmaktadır. Hz. Ömer: Doğru söyledin, diye karşılık verir. (Ahmed Emîn, Fecr'ül-İslâm, 243, 244) Yine Sahabenin farklı görüşlerine örnek olmak Üzere şu olay zikredilebilir: Allah Teâlâ'nın Mâide süresindeki: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim." (Mâide, 3) âyeti nazil olunca, ashabın bir çoğu bu âyetin dinin kemâle erdirildiğinin muştu-su olduğunu sanıp sevinmişlerdi. Ancak Hz. Ömer ağlayıp kemâlden sonra zeval vardır, demiş ve Resûlullah (s.a)'ın vefatının haber verilmekte olduğunu hissetmişti. Gerçekten de bunda isabet etmişti. Zîrâ Rcsûlullah (s.a) bundan sonra ancak seksen bir gün yaşamıştı. Şâtıbî, el-Muvâfakât, III, 384) Sahabenin farklı görüşlerine bir diğer örnek de imâm Buhârî'nin Saîd İbn Cü-beyr kanalıyla İbn Abbâs'dan naklettiği şu hadîstir: Abdullah İbn Abbâs der ki: Hz. Ömer Bedir'in yanlılarıyla beraber beni de meclisine girdirîrdi. öyle sanıyorum ki onlardan bir kısmı; bizim aramızda bunun işi ne? bizim onun gibi çocuklarımız var? demiş olacaklar ki Hz. Ömer: O, sizin en bilginlerinizdendir, diye karşılık vermişti. Bir gün Bedir'in yaşlılarını çağırdı ve beni de onlarla beraber meclisine girdirdi. Sadece onlara göstermek için beni çağırdığını sanmıştım. Hz. Ömer dedi ki: Allah Teâlâ'nın: "Allah'ın yardımı ve fethi geldiğinde "âyeti hakkında ne dersiniz? Bazıları dediler ki: Allah bizi muzaffer kılınca ve üzerimize kapılarını açınca kendisine hamdedip mağfiret dilememizi emrediyor. Bazıları da hiçbir şey demeyip sustular. Bunun üzerine bana dedi ki: Ey Abbâs'ın oğlu sen de böyle mi dersin? Ben; hayır, dedim, öyleyse sen ne dersin? deyince, şöyle karşılık verdim: Bu, Allah Resulünün ecelidir, Allah bunu Resulüne Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde "diyerek bildirmiş ve senin ecelinin İşareti budur", öyleyse Rabbını hamd ile tesbîh et ve O'ndan mağfiret dile. Muhakkak ki O, tevbeleri kabul edendir", buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki: Bu ifâdeden senin söylediğinden başkasını bilmiyorum. (Ze-hebî, et-Tefsîr ve*l-Müfessirûn, I, 57-61)[7]
4- Ehli Kitâb'ın Haberleri
4- Ehli Kitâb'ın Haberleri Asr-ı Sâadet'te tefsirin dördüncü kaynağı da Yahûdî ve Hıristiyanların kitâb-ları olmuştur. Bilindiği gibi, Kur'ânı Kerîm, özellikle peygamber kıssaları ve geçmiş milletlere, âit haberlerin naklinde zaman zaman Tevrat ile birleştiği gibi îsâ (a.s.)'ın doğuşu ve gösterdiği mucizeler konusunda da !ncîl İle uyuşmaktadır. Ancak Kur'ân'ın amacı; bu kıssaları tarihî sıra içinde nakletmek olmayıp sadece bazı örnek alınabilecek ana esâslarını aktarmaktır. Bu kıssaların detaylarını öğrenmek İsteyen ashâbtan bazı kimseler, Kur'ân ve sünnette bahis mevzuu edilmeyen hususlarda Abdullah İbn Selam, Ka'b elAhbâr ve benzeri müslüman olmuş Yahûdî ve Hıristiyanların naklettikleri bilgilere müracaat etmişlerdir. Ne var ki müslümanlar bu kaynakları doğru birer bilgi kaynağı olarak değerlendirmiyorlardı. Çünkü her ikisinin de tahrîf ve tebdile uğradığını kabul ediyorlardı. Dolayısıyla ehl-i kitabın kaynaklarından ancak kitâb ve sünnete uygun düşenleri benimsiyor, aykırı olanları da reddediyorlardı. Her iki kategoriye girmeyen bazı konularda ise Hz. peygamberin gösterdiği direktif doğrultusunda hareket ediyorlardı: "Ehl-i Kitâb'ı yalanlamayın da tasdik de etmeyin. Sâdece Allah'a ve bize indirilene îmân ettik deyin." buyruğuna uygun olarak bazı bilgileri aktarıyor ama bunların doğru veya yanlış olduğunu belirtmiyorlardı. Bilâhere ortaya çıkacak olan rivayet tefsirlerinde bu kaynaklar fazlasıyla kullanılmaya başlanacaktır. Fatiha sûresinde yeralan; "nimete erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil" (Fatiha, 7) âyetiyle ilgili olarak, gazaba uğrayanlardan maksadın, yahûdîler, dalâlete düşenlerden maksadın da hıristiyanlar olduğuna dâir Resûlullah'ın tefsîri, kaynaklarda muhtelif kanallardan nakledilmiştir. Nitekim Hammâd İbn Seleme Semmâk kanalıyla... Adiyy tbn Hâtİm'den nakleder ki; o, Resûlullah'a gazaba uğrayanların kimler olduğunu sorduğunda bunların ya-hûdiler, sapıkların da Hıristiyanlar olduğunu belirtmiştir. Bu hadîsi Süfyân tbn Uyeyne Ismâîl ibn Hâlid yoluyla Şa'bî'den ve Adİyy İbn Hâtim'dcn nakleder. Ve yine Abdürrezzak der ki: Bana ma'mer... Abdullah İbn Şakîk'den nakletti ki; ona Resû-lullah (s.a)'dan işiten birisi haber vermiş. Resûlullah (s.a) Vadi el-Kurâ'da ve atının üzerinde imiş. Adamın biri Resûlullah'a; ey Allah'ın Resulü, bunlar kimlerdir? diye sormuş. O da: Gazaba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır, buyurmuş. Bu hadîsi Cüreyrî, Urve, Hâlid el-Hazzâ, Abdullah İbn Şakîk'den rivayet ederler.^ (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadislerle Kur'ân Tefsî-ri, II, 116-117) Resûlullah'ın tefsirinde bir diğer örnek de Asr-ı Saâdct'in başlangıcında sahabelerin namazda İhtiyâç duydukları zaman arkadaşlarıyla konuşabilmclcriydi. Ancak Bakara sûresinin 238. âyeti nazil olunca ashâb, bir daha namazda konuşmamıslar-dı. Nitekim Zeyd İbn Erkam der ki: Biz namazda konuşurduk. Kişi namazda yanı-başındaki arkadaşıyla konuşurdu. Nihayet "Ve Allah'ın divanına hûşû ile durun." âyeti nazil oldu da böylece biz susmakla emrolunduk ve konuşmadan nehyedildik. (Buhârî, Sahîh, II, 78-79; Müslim, Sahîh, I, 383) Buradaki kunût kelimesi itaat, uzun süre ayakta durmak, sükût, hûşû' ve duâ gibi anlamlara gelir. Hz. Peygamber bu kelimeyi namazda susmak şeklinde tefsir etmiştir. Yine aynı sûredeki aynı âyette sözlkonusu edilen orta namaz Peygamber tarafından ikindi namazı olarak tefsir edilmiştir. Nitekim Semure İbn Cündüb der kî: Resûlullah (s.a):- Orta namaz, ikindi namazıdır, buyurdu. Hz. Peygamber'in tefsirinden bir örnek de orta ümmet tâbirinin tefsiridir. Nitekim Ebu Sâid elHudrî'den nakledildiğine göre Resûlullah (s.a): "işte böylece sizi orta ümmet kıldık." (Bakara, 183) âyetindeki orta.kclimesini adaletli diye tefsir et- miştir. (Tirmizî, Sünen, XI, 83) Orta anlamına gelen vasat lügat bakımından iki tarafı denk bir şey veya bir şeyin ortası gibi ifâde edilirse de bu kelimenin adalet mânâsına geldiğini Resûlullah'ın tefsirinden anlıyoruz. (İbn Manzûr, Lisân'ül-Arab, VII, 426-432) Resûlullah'ın tefsirinden bir örnek de beyaz iple siyah ipten bahseden âyet-i kerîmenin tefsiridir. Nitekim Adiyy İbn Hatim der ki: Ben, Resûlullah'a dedim ki: Siyah ipten beyaz ip nasıl ayırdedilecektir? Bu ikisi iki ayrı ip midir? Resûlullah (s.a) buyurdu kî: Doğrusu sen, iki ipe bakarsan kafası geniş birisin. Sonra da şöyle buyurdu: Hayır bu, gecenin karanlığıyla gündüzün beyazlığıdır. Resûlullah'ın tefsirlerinden bir örneği de Fecr süresindeki "tek ve çift" ile kelimeleriyle ilgili tefsiridir. Nitekim İmrân İbn Husayn der ki: Resûlullah (s.a)'a "çift ve tek" sorulduğunda şöyle buyurdu: Bu, namazdır. Bir kısmı çift, bir kısmı tektir. (Tirmizî, Sünen, XII, 243) Burada Allah'ın kasem ettiği şeylerin Resûlullah tarafından neye delâlet ettiği açıklanmaktadır. Resûlullah'ın tefsirlerinden bir diğer örnek de Makam-ı Mahmûd ile ilgilidir. Ebu Hüreyre (r.a) der ki: Resûlullah (s.a): "Umulur ki Rabbm seni Makam-ı Mah-mûd'a gönderir." (Isrâ, 79) kavli sorulduğunda şöyle buyurdu: Bu, şefaattir. Burada övülen makam olarak ifâde edilebilecek bu makamın şefaat anlamına geldiğini Hz. Peygamber haber vermiştir. Resûlullah'ın tefsirinin bir diğer örneği de Zilzâl süresindeki: "İşte o gün yeryüzü haberlerini söyleyecektir." âyetindeki tefsirleridir. Nitekim Ebu Hureyre der ki: Resûlullah (s.a) bu âyeti okudu ve yeryüzünün haberleri nedir, biliyor musunuz? dedi. Orada bulunanlar: Allah ve Resulü en iyi bilendir, dediler. Resûlullah (s.a) buyurdu ki: Onun haberleri her kölenin ve cariyenin üzerinde ne yaptığına şehâdet etmesidir. Falanca falan gün şu ameli yaptı, demesidir. İşte onun haberi budur. (Tir-mizî, Sünen, XII, 254-255. Bu hususlarda daha geniş bilgi için bkz. I. Cerrahoğlu, Kur'ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, 23-44) Görüldüğü gibi Hz. Peygamber'in Kur'ân tefsirinin örnekleri daha çok hadis kitaplarının tefsîr bölümlerinde yer almaktadır. Ancak bu, ahşa geldiğimiz mahiyette bir tefsîr değildir. Zîrâ alışageldiğimiz tefsîr tarzında Arap dili ve edebiyatının zengin materyallerinin kullanıldığına şâhid olmaktayız. Resûlullah'ın tefsirinde ise şeriatın ahkâmla ilgili kısımlarının açıklandığı görülmektedir. Dolayısıyla o, bize âyetin kelime anlamını değil, bütün olarak muhtevasını öğretmektedir. Allah'ın kelâmını bize İleten elçi olarak Resûlullah (s.a) âyetlerdeki ilahî muradı yine kendisine gelen dîn uyarınca izah etmiş ve açıklamıştır.[8]
IV. ASHAB'IN TEFSİRİ VE BAZI ÖRNEKLER
IV. ASHAB'IN TEFSİRİ VE BAZI ÖRNEKLER Bilindiği gibi, Ashâb-ı Kiram vahiy kaynağına en yakın kişiler olarak Kur'ân'ı en iyi anlayan kimseler olmuşlardır. Çünkü onlar Pcygamber'den aldıkları vahyi öğreniyor ve hayatlarına tatbîk ediyorlardı. Nitekim kaynaklarda buna dâir pek çok örnekler bulunmaktadır. Bu tefsîrin birinci cildinde görüldüğü gibi, A'meş, Abdullah Ibn Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet eder: Bizden bir kişi on âyet öğrenince onların mânâlarını belleyip onunla amel edinceye kadar bu on âyeti aşmazdı. Ebu Abdurrahmân esSülemî der ki: Bizi okutanların anlattıklarına göre onlar, Resûlul-lah'tan okurlarmış. On âyet öğrendikleri zaman o âyetle amel etmeden geçmczler-miş. Böylece biz Kur'ân'ı ve onunla amel etmeyi birlikte Öğrendik, derlermiş. İmâm Ebu Ca'fer Ibn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb, Mesrûk'tan nakletti ki; Abdullah ibn Mes'ûd şöyle demiş: Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki; Allah'ın Kitabından hiçbir âyet nazil olmamıştır ki ben onun nerede ve kimin hakkında nazil olduğunu bilmeyeyim. Allah'ın kitabını benden daha İyi bilen birisi bulunursa adımlarım beni ona götürdüğü sürece giderim. (İbn Ke-sîr Hadislerle Kur'ân Tefsiri, 1, 5) Hattâ Abdullah İbn Ömer'in Bakara sûresini öğrenmek için sekiz sene bu sûrenin üzerinde durduğu belirtilmektedir. (Süyûtî Tenvîrûl-Havâlik, I, 209) Sahâbe-İ Güzîn Kur'ân'ı tefsir ederken, ya Peygamberden işittikleri bir rivayete dayanıyor, ya da kendi ictihâdlarıyla tefsir ediyorlardı. Çoğu kez bu âyetlerin indiği esnada onun mânâsını ve sebeb-i nüzulünü birlikte görmüş ve yaşamışlardı. Kendi ictihâdlarıyla yaptıkları tefsirlerde ise, daha çok dil ve dinî ahkâm yönünden âyetleri inceliyorlardı. Bazan da âyetleri tarihî olarak İzaha kalkışıyorlardı. DİI yönünden izah ederken, o devirdeki bilgi seviyesine göre izah ediyorlardı. Bu sebeple az önce de belirttiğimiz gibi aralarında farklı görüşler doğmuştu. Âyetlerin nüzul sebeplerini incelerken o âyetin inmesine sebep olan hâdiseyi ve o âyetle ilgili soru soran kişilerin durumunu ve neden o soruları sorduklarını biliyorlardı. Nitekim Harûriye vak'asıyla ilgili olarak Nâki'c; Abdullah İbn Ömer'in görüşü sorulduğunda şöyle demişti: Abdullah İbn Ömer bu vak'aya katılanları yaratıkların en kötüsü olarak görmektedir. Zîrâ onlar kâfirler hakkında nazil olan âyetleri mü'minlerc hamletme yoluna gittiler, dermiş. (Kasımı, Tefsir, 1, 38) Kur'anııı nüzul sebebi nokta ve harekelerin durumu, kıraat farklılıkları ve özellikle Kur'ân'ın yedi harf üzerine indirilmiş olduğunu belirten rivayetler sahabenin farklı kanâatlara yönelmesine sebep olmuştur. Ashâb arasında Kur'ân tefsîriyle şöhret bulanların sayısı çok azdır. Tefsir usûlü bilginlerinin ifâdesine göre, sahabeden meşhur müfessirlerin sayısı on'dur: Bunlar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs, Abdullah Ibn Mes'ûd, Übeyy İbn Kâ'b, Zcyd İbn Sabit, Ebu Musa el-Eş'arî ve Abdullah İbn Zübeyr'dir. önümüzdeki sayfalarda bunlarla ilgili olarak daha geniş bilgi vermeye çalışacağız. Şüphesiz ki ashâbtan tefsir yapanlar yalnız bunlar değildir. Ancak bunların tefsiri fazlaca olduğu için şöhret bulmuşlardır. Tefsir nakleden sahabeler arasında Enes İbn Mâlik, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Ömer, Câbir İbn Abdullah, Abdullah İbn Amr ibn Âs ve Hz.Âişe'yî sayabiliriz. Tefsirleri şöhret bulmuş olan saydığımız ilk on kişi arasında bazıları fazlaca tefsîr naklederken, bazıları da çok az nakillerde bulunmuşlardır. Sözgelimi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan birkaç âyetin tefsirinden başka bir şey rivayet nakledilebilmiş değildir. Bu halîfeler peygamberden sonra devlet işlerini üstlendikleri için tefsir rivayetine fazla bir zaman ayıramamışlardır. Hülâfa-i Râşidînin arasında en çok rivayet nakledilen Hz. Alî (r.a)'dir. Bunun nedeni de Hz. Ali'nin en son halîfe olması ve yine onun döneminde Kur'ân'ı anlayan ve yorumlayan ashabın sayısının azalması ve muhtelif siyasi ve sosyal nedenlerle Hz. Ali'ye Kur'ân'la ilgili birçok soruların sorulması olabilir. Kczâ Abdullah İbn Abbâs'dan, Abdullah ibn Mcs'ûd'dan ve Übeyy İbn Kâ'b'dan pek çok tefsîr rivayet edilmiştir. Bunları ayrıca göreceğiz. Zeyd İbn Sabit, Ebu Musa cl-Eş'arî, Abdullah tbn Übcyy gibi diğer ünlü sahabelere gelince, bunlar her ne kadar tefsîrde şöhret sahibi iseler de kendilerinden nakledilen rivayetler çok azdır. Sahabenin tefsirine örnek olmak üzere bir kaç misâl zikredebiliriz: Hz. Ömer der ki: Kur'ân'da geçen el-cibt kelimesi büyü, tâğût kelimesi de şeytândır. (Buhârî, Sahîh, VI, 57) Bilindiği gibi cibt kelimesi Allah'tan başka ibâdet edilen herşeye verilen isimdir. Bu sebeple put, kâhin, büyücü gibi mânâlar verilebilir. Bu kelimenin Habeş asıllı olduğu İbn Abbâs ve İkrime'den nakledilmiştir. İbn manzûr Lisan'ül-Arab, II, 21) Tâğût ise tuğyan kelimesinin mübalâğalı ismi failidir. Bu kelime de batıl olarak ibadet edilen her şey, şeytân, kâhin, büyücü ve insanlardan, cinlerden inatçı anlamlarına gelmektedir. (Seyyid Kutûb, Fîzılâl'İI Kur'an, III, 269- 173; İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, IV, 1732-1734) Görüldüğü gibi bu iki kelime her iki anlamı da içerebileceği halde Hz. Ömer bu kelimelerin büyü ve şeytân anlamlarına geldiğini belirterek tefsîr etmiştir. Hz.'Ömcr'in Kur'ân tefsirine bir diğer örnek de "Ruhlar çiftlcştirildiği zaman" (Tekvîr, 7) âyetindeki çiftleştirilme anlamına gelen kelimesidir. İbn Kesîr'in rivayetine göre İbn Ebu Hatim Nu'nıân İbn Beşîr'dcn nakleder ki: Hz. Ömer hutbe okumuş ve "Ruhlar çiftlcştirildiği zaman" âyetini tefsîr ederken her grub kendi grubuyla birleştirilip yanyana getirildiği zaman, demiştir. Bir başka rivayette de çiftler, aynı ameli işleyen iki insandır ki birlikte amelleri onları ya cennete, ya cehenneme götürür, demiştir. Nu'mân tbn Beşîr'den nakledilen bir başka rivayette de o şöyle der: Hz. Ömer'e bu ayet sorulduğunda şöyle dedi: Salih kişi, sâlih kişi ile eşleştirilir. Kötü kişi de kötü kişi ile eşleştirilir ve cehenneme götürülür. İşte ruhların çiftleş-tîrilmesi budur. Yine Nu'mân'dan nakledilen bir başka rivayette Hz. Ömer halka şöyle demiş: Siz "Ruhlar çift leş t iri İd iği zaman" kavli hakkında ne dersiniz? Halk susmuş. Hz. Ömer demiş ki: o, cennet ehlinden kendisine benzeyen kişilerle eşleşen kişidir. Bir diğer kişi de cehennem ehlinden kendisine benzeyen kişilerle eşleştirilir. Sonra "zulmedenleri ve eşlerini sürükleyin" âyetini okumuş. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîrî, XV, 8322) Görüldüğü gibi buradaki ruhların birleştirilmesinden maksad, cennet enlinin cennet ehliyle, cehennem ehlinin de cehennem ehliyle birleştirilmesidir. Ve Hz. Ömer (r.a) bu birleştirilmeyi "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını derleyin, onları cehennem yoluna koyun." (Sâffat, 22) âyeti ile tefsîr etmiştir. Buhârî'nin belirttiğine göre Hz. Ali Zâriyât sûresinin birinci âyetindcki "Zariyat" kelimesinin rüzgâr anlamına geldiğini söylemiştir. (Buhârî, Sahîh, VI, 174) Hz. Ali'nin bu tefsirini Sahâbe-i Güzin'in hepsi kabul etmişlerdir. Bilindiği gibi zâriyât kelimesi, lügâtta kırıp ufalayan, toz edip savuran ve alıp götüren şeyler için kullanılır. Binâenaleyh toprağı ve tozu kaldırıp savuran rüzgârlar anlamına ge- lebileceği gibi, zürriyyet yayan doğurgan kadınlara, ya da kırıp dağıtan meleklere ve hattâ her türden patlayıcı maddelere ve tahrik edici nedenlere de bu kelime kullanılabilir. İbn Manzûr (Lisân'ül Arâb, XI, 287) Bu âyete Hz, Ali rüzgâr anlamını verirken onu büsbütün yorumlamak yerine sadece kelimenin ihtiva ettiği anlamlardan birine hamletmiştir. Kehf süresindeki "Rüzgârın yayıp savurduğu" (Kchf, 46) âyetini gözönünde bulundurarak bu anlamı vermiştir. Başka tefsîrciler de bu kelimeye darılma anlamını vermişlerdir. İmâm Buhârî der ki: Bize Muhammed tbn Beşşâr... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; ona Abdullah İbn Zübeyr fitnesi esnasında iki kişi gelip şöyle demiş: Halk yapacağını yaptı, sen Hz. Ömer'in oğlu ve Resûlullah'ın sahâbesisin. Seni sas-vaşa çıkmaktan alıkoyan nedir? Abdullah İbn Ömer demiş ki: Beni Allah'ın kardeşin kanını kardeşe haram kılmış olması (savaşa çıkmaktan) alıkoyuyor. Onlar: Allah Teâlâ: "Fitne kalmayıp din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 193) buyurmuyor mu? demişler. Abdullah İbn Ömer demiş ki: Biz, fitne kalmayıncaya kadar savaştık. Din de yalnız Allah'ın oldu. Siz ise fitne yayıp din de Allah'tan başkası için oluncaya kadar savaşmak istiyorsunuz. Bu haberde, Haricî bir gencin Abdullah İbn Ömer'e: Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın, âyeti hakkındaki sorusu üzerine Abdullah İbn Ömer'in bu âyeti tefsiri görülmektedir. Aynı vak'ayla ilgili olarak Osman tbn Sabit de Nâfı'den şöyle nakleder: Adamın biri Abdullah İbn Ömer'e gelip dedi ki: Ey Ebu Abdurrahmân, Allah'ın teşvik ettiğini bildiğin halde seni bir yıl hacca gidip ertesi yıl umre yapmaya, Allah yolunda cihâda gitmemeye sevkeden şey nedir? Abdullah İbn Ömer dedi ki: Yeğenim, İslâm beş şey üzere bina edilmiştir: Bunlar, Allah'a Ve Resulüne îmân, beş vakit namaz, Ramazan orucu, zekât ve Allah'ın evini haccetmektir. Adam dedi ki: Ey Ebu Abdurrahmân, Allah Teâlâ'nın kitabında şöyle dediğini duymadın mı: "Eğer mü'minlerden iki gurub birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri diğerine saldırırsa saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar savaşın." (Hucûrat, 9) ve yine Allah Teâlâ: "Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 193) buyurmuyor mu? Abdullah İbn Ömer dedi ki: Biz, Resûlullah devrinde böyle yaptık. O zaman İslâm azınlıkta idi. Kişi dini nedeniyle zorlanıyor, ya öldürülüyor, veya işkenceye uğruyordu. Nihayet İslâm hâkim oldu ve fitne kalmadı. Adam dedi ki: Ali ve Osman hakkında ne dersin? Abdullah İbn Ömer dedi ki: Osman'a gelince Allah onu affetmişti, ama siz onun affedilmesinden hoşlanmıyorsunuz. Hz. Ali'ye gelince; o, Resûlullah'ın amcası oğlu ve damadıdır. Abdullah tbn Ömer eliyle göstererek dedi ki: tşte şu gördüğünüz, onun evidir." (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri,III, 759-760) Böylece Abdullah İbn Ömer bu âyetteki fitne kelimesinin müslüman- .ların kendi aralarındaki ihtilâf değil kâfirler ve müşriklerle savaşıp harb etmelerinin kasdedildiğini belirtmiştir. Soruyu soran Haricî genç ise fitnenin müslümantar arasındaki ihtilâf olduğu kanâatim taşımaktadır. Nitekim daha sonra sahabenin ve tabiînin birçoğu bu âyeti Abdullah İbn Ömer gibi anlayacaklardır. Herne kadar bu kelime lügâtta imtihan, deneme gibi mânâlara gelirse de fâsıklık, şirk, ihtilâf, küfrü yayrrîak ve irtidâd, asayişi ihlâl gibi mânâlara da gelmektedir, (fbn Manzûr, Lisân'ülArab, XIII, 317) Buhârî'nin belirttiğine göre, Abdullah İbn Mes'ûd ümmet kelimesini hayır öğreten mânâsına tefsir etmiştir. (Buhârî, Sahîh, VI, 103) Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. lb-râhîm'in ümmet olduğu ifade edilmektedir. Abdullah İbn Mes'ûd buna, kendisine uyulması gereken bir hayır öğretmeni anlamım vermiştir. Buhârî'nin ifâdesine göre; Abdullah İbn Mes'ûd Teğâbün süresindeki: "Kim de Allah'a îmân ederse o, bunun kalbini hidayete erdirir." (Teğâbün, 11) âyetini o kimse kendisine bir musibet isabet edince hoşnûd olur ve bunun Allah'tan geldiğini bilir, diye tefsîr etmiştir. (Buhârî, Sahîh, VI, 193) Görülüyor ki Abdullah İbn Mes'ûd bu âyeti baştarafıyla ilgili olarak tefsîr etmiştir. Böylece Abdullah tbn Mes'ûd kalbi hidâyete ermiş olan kimse için Allah onu hidâyette isabet ettirdiğinden dolayı hatâya düşürmemiş olur. Hatâya düşürdüğü için de ona hidâyeti isabet ettirmemiş olduğunu bilir, diye mânâ vermiştir. Dolayısıyla hidâyete eren kişi; her musibetin ancak Allah'ın izniyle geleceğini düşünür ve Allah'a güvenerek huzur bulur. Müslim'in Sahîh'İnde belirttiğine göre; Hz. Âişe Azîz ve Celîl olan Allah'ın: "Hani onlar üst ve altınızdan gelmişlerdi de; gözler yılmış, yürekler gırtlaklara gelmişti." (Ahzâb, 10) âyeti hakkında bu olay Hendek günü olmuştur, demiştir. (Müslim, Sahîh, IV, 2316; Taberî, Tefsîr, XXI, 74) Burada Hz. Âişe'nin âyeti, nüzûlüyle ilgili tarihî bir vak'ayla izah ettiğini görüyoruz. Bu dehşetli ve korkunç ânın Hz. Âişe bize Hendek muharebesinde olduğunu belirtmektedir. Buhârî Sahîh'İnde nakleder ki; Hz. Ömer (r.a) bir gün Peygamberin ashabına: "Sizden biriniz kendisinin bir bahçesi olmasını ister mi..." âyetinin ne hakkında nazil olduğunu biliyor musunuz? demiş. Ashâb: Allah ve Resulü daha iyi bilir, demişler. Bunun üzerine Hz. Ömer kızmış ve demiş ki: Ya biliyoruz veya bilmiyoruz, deyin, ibn Abbâs demiş ki: Ey mü'minlerin emîri, benim içimde bu konuda birşey var. Hz. Ömer demiş ki: Ey yeğenim; söyle, kendini hor görme. Abdullah İbn Abbâs demiş ki: Bu âyet bir amel için örnek verilmiştir. Hz. Ömer: Hangi tür amel? deyince, Abdullah İbn Abbâs; bir amel için demiş. Hz. Ömer demiş ki: Bu âyet Azîz ve Celîl olan Allah'a itâatla amel işleyen zengin bir kişi hakkında örnek verilmiştir. Sonra Allah ona şeytânı yollamış ve o da günâhlar işleyerek bütün amellerini batır- mıştır. (Buhârî, Sanıh, VI, 39) Burada Hz. Ömer'in dinî bir hükmü remizli olarak izah ettiğini görmekteyiz. Sahabenin bu âyetle ilgili bilgisini yoklayan Hz. Ömer, Abdullah ibn Abbâs'm bir nebze bilgi sahibi olması üzerine kendisi âyetin ne için Örnek verildiğini açıklamıştır. Abdullah İbn Abbâs'dan bahsederken onun tefsirine âit daha geniş örnekler vereceğiz.[9]
V- SAHABELER DÖNEMİNDE TEFSİR FAALİYETİ
V- SAHABELER DÖNEMİNDE TEFSİR FAALİYETİ
1- Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a.)'ın Tefsire
1- Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a.)'ın Tefsire Hizmetleri. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ashâb içerisinde tefsir rivayet edenlerin arasında dört halîfe de bulunmaktaydı. Ne var ki bunların devlet işleriyle uğraşmaları ve erken vefat etmeleri nedeniyle bunlardan nakledilen rivayetler çok azdır. Sözgelimi Hz. Ebu Bekir, sıddîk (Öl. 13/634) cemaata hitâbederek "Ey insanlar, siz Allah Teâlâ'nm "Ey îmân edenler, siz kendinize bakın. Şayet siz doğru yolda olursanız sapanlar size zarar veremezler. " (Mâide, 105) âyet-i kerîmesini okuyorsunuz ama onu konulması gereken yerden başka yere koyuyor (yanlış tefsîr ediyor)sunuz, demişti. Ben Resûlullah'tan şöyle buyurduğunu işittim: İnsanlar münkeri görüp de onu değiştirmezlerse Allah Teâlâ da onların arasında azabını yayıverir, demişti. Burada mezkûr âyeti mârufu emir ve münkeri nehiy görevinin gerekleri doğrultusunda yorumlamıştır. Dolayısıyla hidâyete erebilmek için emirleri yerine getirmek ve nehiy-lerden sakınmak gerekir. Şu'be, İbn Ebu Ma'mer'den nakleder ki; Hz. Ebu Bekir (r.a) şöyle buyurmuştur: Ben, Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgelendirir? Ebu Ubeyd Kasım Îbn-Sellâm der ki: Ebu Bekir sıddîk'a Abese süresindeki "meyvalar ve mer'âlar..." (Abese, 31) âyeti sorulduğunda şöyle demiştir: Ben Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem, hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgelendirir? (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 9) Hz. Ömer de (öl.23/643) bazı âyetleri tefsîr etmiştir. Nitekim yukarıda geçen Abese süresiyle ilgili ondan nakledilen rivayet meşhurdur: Ebu Ubeyd Kasım İbn Sellâm nakleder ki; Ömer İbn Hattâb minberde "meyveler ve mer'âlar..." (Abese, 31) âyetini okumuş ve şöyle demişti: Biz bu meyveyi biliyorduk. Ancak sonundaki mer'âlar kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Sonra kendi kendisine dönerek; zorlama olur ya Ömer, demişti. Bir başka rivayette de bu olay şöyle nakledilir: Abd İbn Humeyd, Enes'ten nakletti ki; o, şöyle demiş: Biz Ömer tbn Hattab'ın yanında idik, gömleğinin arkasında dört yama vardı. Bu âyeti okudu ve mer'âlar nedir? diye sordu. Sonra; İşte bu, te- kellüftür, sen onu bilmesen ne olur? dedi. (tbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 9) Hz. Ömer'in Kur'ân tefsirine bir Örnek de Zâriyât sûresinin ilk âyetleriyle ilgili yorumdur. Nitekim Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr, İbrâhîm İbn Hâni kanalıyla... Saîd İbn Müseyyeb'ten nakleder ki; o, şöyle demiştir: Sabîğ et-Temimi, Ömer Ibn Hat-..tâb'a geldi ve; ey mü'minlerin emîri, bana "Esip savuranları" (Zâriyât, 1) haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar rüzgârlardır. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sabîğ: "işi ayıranlar" (Zâriyât, 4)'ı bana haber ver, dedi. Hz. Ömer: Bunlar meleklerdir. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sabîğ: "Kolayca süzülenler" (Zâriyât, 3)'ibana haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar gemilerdir. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmeseydim, söylemezdim, dedi. Ve ona yüz sopa vurulmasını, sonra da bir eve hapsedilmesini emretti. İyileşince tekrar ona yüz sopa vurdu ve bir semere yükleyip Ebu Musa el-Eş'arî'ye: İnsanları onunla birlikte oturmaktan men'et, diye, yazdı... Sabîğ İbn Asel ile Hz. Ömer arasında geçen hâdise meşhurdur. Hz. Ömer'in onu dövmesi onda gördüğü inâd ve muhatabını zor durumda bırakma arzusundan olmalıdır." (İbn Kesîr, Tefsîr, XIII, 7472) Hz. Osmânın (öl. 35/655) Kur'ân anlayışıyla ilgili olarak, Abdullah İbn Ab-bâs ile aralarında geçen şu hâdise güzel bir örnektir: Abdullah İbn Abbâs Hz. Os- man'a Enfâl sûresi ile Tevbe sûresini bitişik yazdınız, aralarını neden besmele ile ayırmadınız? Bu sûreyi niçin yedi uzun sûre denilen sûreler sırasına yerleştirdiniz? diye sormuştu. Hz. Osman ona şöyle karşılık vermişti: Resûl-i Ekrem zamanında, vakit vakit sûreler, âyetler nâzü olunca vahiy kâtiblerine; şu âyeti şu sûredeki şu âyetlerin yanına yazın, diye emrederdi. Enfâl sûresi Medine'de ilk nazil olan sûrelerdendir. Tevbe sûresi ise en son nazil olan âyetlerden bir kısmını ihtiva eder. Dolayısıyla her ikisinin muhteviyatı arasında bir benzerlik vardır. Bu sebeple biz bu iki sûrenin bir olduğu kanâatına vardık. Resulullah vefat etmeden önce bu sûrenin o sûreden olup olmadığım bize bildirmemişti. Dolayısıyla bunları bitişik yazdık, aralarını besmele ile ayırmadık ve bu iki sûreyi yedi uzun sûre arasına yerleştirdik. (Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Târihi, I, 214)[10]
Hizmetleri.
Hizmetleri. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ashâb içerisinde tefsir rivayet edenlerin arasında dört halîfe de bulunmaktaydı. Ne var ki bunların devlet işleriyle uğraşmaları ve erken vefat etmeleri nedeniyle bunlardan nakledilen rivayetler çok azdır. Sözgelimi Hz. Ebu Bekir, sıddîk (Öl. 13/634) cemaata hitâbederek "Ey insanlar, siz Allah Teâlâ'nm "Ey îmân edenler, siz kendinize bakın. Şayet siz doğru yolda olursanız sapanlar size zarar veremezler." (Mâide, 105) âyet-i kerîmesini okuyorsunuz ama onu konulması gereken yerden başka yere koyuyor (yanlış tefsîr ediyor)sunuz, demişti. Ben Resûlullah'tan şöyle buyurduğunu işittim: İnsanlar münkeri görüp de onu değiştirmezlerse Allah Teâlâ da onların arasında azabını yayıverir, demişti. Burada mezkûr âyeti mârufu emir ve münkeri nehiy görevinin gerekleri doğrultusunda yorumlamıştır. Dolayısıyla hidâyete erebilmek için emirleri yerine getirmek ve nehiy-lerden sakınmak gerekir. Şu'be, İbn Ebu Ma'mer'den nakleder ki; Hz. Ebu Bekir (r.a) şöyle buyurmuştur: Ben, Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgelendirir? Ebu Ubeyd Kasım Îbn-Sellâm der ki: Ebu Bekir sıddîk'a Abese süresindeki "meyvalar ve mer'âlar..." (Abese, 31) âyeti sorulduğunda şöyle demiştir: Ben Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem, hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgelendirir? (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 9) Hz. Ömer de (öl.23/643) bazı âyetleri tefsîr etmiştir. Nitekim yukarıda geçen Abese süresiyle ilgili ondan nakledilen rivayet meşhurdur: Ebu Ubeyd Kasım İbn Sellâm nakleder ki; Ömer İbn Hattâb minberde "meyveler ve mer'âlar..." (Abese, 31) âyetini okumuş ve şöyle demişti: Biz bu meyveyi biliyorduk. Ancak sonundaki mer'âlar kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Sonra kendi kendisine dönerek; zorlama olur ya Ömer, demişti. Bir başka rivayette de bu olay şöyle nakledilir: Abd İbn Humeyd, Enes'ten nakletti ki; o, şöyle demiş: Biz Ömer tbn Hattab'ın yanında idik, gömleğinin arkasında dört yama vardı. Bu âyeti okudu ve mer'âlar nedir? diye sordu. Sonra; İşte bu, te- kellüftür, sen onu bilmesen ne olur? dedi. (tbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 9) Hz. Ömer'in Kur'ân tefsirine bir Örnek de Zâriyât sûresinin ilk âyetleriyle ilgili yorumdur. Nitekim Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr, İbrâhîm İbn Hâni kanalıyla... Saîd İbn Müseyyeb'ten nakleder ki; o, şöyle demiştir: Sabîğ et-Temimi, Ömer Ibn Hat-..tâb'a geldi ve; ey mü'minlerin emîri, bana "Esip savuranları" (Zâriyât, 1) haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar rüzgârlardır. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sabîğ: "işi ayıranlar" (Zâriyât, 4)'ı bana haber ver, dedi. Hz. Ömer: Bunlar meleklerdir. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sabîğ: "Kolayca süzülenler" (Zâriyât, 3)'ibana haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar gemilerdir. Şayet bunu Allah Resulünün söylediğini işitmeseydim, söylemezdim, dedi. Ve ona yüz sopa vurulmasını, sonra da bir eve hapsedilmesini emretti. İyileşince tekrar ona yüz sopa vurdu ve bir semere yükleyip Ebu Musa el-Eş'arî'ye: İnsanları onunla birlikte oturmaktan men'et, diye, yazdı... Sabîğ İbn Asel ile Hz. Ömer arasında geçen hâdise meşhurdur. Hz. Ömer'in onu dövmesi onda gördüğü inâd ve muhatabını zor durumda bırakma arzusundan olmalıdır." (İbn Kesîr, Tefsîr, XIII, 7472) Hz. Osmânın (öl. 35/655) Kur'ân anlayışıyla ilgili olarak, Abdullah İbn Ab-bâs ile aralarında geçen şu hâdise güzel bir örnektir: Abdullah İbn Abbâs Hz. Os- man'a Enfâl sûresi ile Tevbe sûresini bitişik yazdınız, aralarını neden besmele ile ayırmadınız? Bu sûreyi niçin yedi uzun sûre denilen sûreler sırasına yerleştirdiniz? diye sormuştu. Hz. Osman ona şöyle karşılık vermişti: Resûl-i Ekrem zamanında, vakit vakit sûreler, âyetler nâzü olunca vahiy kâtiblerine; şu âyeti şu sûredeki şu âyetlerin yanına yazın, diye emrederdi. Enfâl sûresi Medine'de ilk nazil olan sûrelerdendir. Tevbe sûresi ise en son nazil olan âyetlerden bir kısmını ihtiva eder. Dolayısıyla her ikisinin muhteviyatı arasında bir benzerlik vardır. Bu sebeple biz bu iki sûrenin bir olduğu kanâatına vardık. Resulullah vefat etmeden önce bu sûrenin o sûreden olup olmadığım bize bildirmemişti. Dolayısıyla bunları bitişik yazdık, aralarını besmele ile ayırmadık ve bu iki sûreyi yedi uzun sûre arasına yerleştirdik. (Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Târihi, I, 214)[10]
2- Hz. Ali (r.a.)'nın Tefsire Hizmetleri
2- Hz. Ali (r.a.)'nın Tefsire Hizmetleri Hz. Ali (öl. 40/660) halîfeler arasında en çok tefsîr rivayet edenlerden birisidir. Zaten kendisini ilme vermiş olan Hz. Ali, halîfelerin sonuncusu olması nedeniyle Kur'ân'in anlaşılması için büyük gayretler göstermişti, örnek olması için onun tef-sîrinden birkaç misâl aktarmaya çalışacağız: İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Hz. Ali'den nakletti ki, o, şöyle demiştir: Size Allah'ın kitabındaki en önemli âyeti haber vereceğim. Bize Allah'ın Resulü haber verip şöyle buyurdu: "Size musibetten ne gelirse kendi ellerinizin kazandığındandır. Bununla beraber O, çoğunu affeder." (Şûra, 30) Ey Ali, sana bu âyeti tefsîr edeceğim: Dünyada ikejı sizin başınıza gelen bir hastalık veya musîbet veya belâ sizin kazandıklarınızdandır. Allah Teâlâ âhiret-te ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halîmdir. Dünyada iken bağışlamış olduğuna gelince; Allah Teâlâ bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar Kerîm'dir. Ibn Ebu Hâtim'in bu hadîsi rivayeti ise şöyledir: Bize babam... Ebu Cuhayfe'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ebu Tâlib oğlu Ali yanıma geldi ve; size her mü'minin ezberlemesi gereken bir hadîsi haber vereyim mi? dedi. Biz de hadîsi ona sorduk, o "Size musibetten ne gelirse kendi ellerinizin kazandığındandır. Bununla beraber O, çoğunu affeder." (Şûra, 30) âyetini okuyup şöyle dedi: Allah Teâlâ dünyada bir kimseyi bir şey yüzünden cezâlandırmışsa kıyamet günü ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halîm'dir. Dünyada iken bağışlamış olduğuna gelince; kıyamet günü affından dönmeyecek kadar Kerîm'dir." (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, XIII, 7106) Şu'be İbn Haccâc Semmâk kanalıyla... Hz. Ali'den rivayetine göre; o, Kûfe'-de minbere çıkmış ve; bana Allah'ın kitabından hangi âyeti, Resûlullah'ın Sünnetinden hangi sünneti sorarsanız size onu haber vereceğim, demişti. İbn Kevâ kalkıp; ey mü'mınlerin emîri, Allah Teâlâ'nm "Esip savuranlara" (Zâriyât, 1) kavlinin mânâsı nedir? diye sordu. Hz. Ali; rüzgârdır, dedi. Onun "yükünü yüklenenlere" (Zâriyât, 2) kavlinin anlamı nedir? sorusuna, buluttur, cevâbını verdi. "Kolayca süzülenlere" (Zâriyât, 3) âyetinin anlamı nedir? sorusuna; gemilerdir, cevâbını verdi. Onun "işi ayıranlara" (Zâriyât, 4) kavlinin anlamı nedir? sorusuna da; meleklerdir, cevâbını verdi, (ibn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, XIII, 7472) Hz. Ali ilim beldesinin kapısı olarak nitelendirilmiş ve gerçekten delilleri bulmada son derece güçlü, neticelere varmada son derece sağlam bir düşünce yapısına sahip idi. Gerek belagatta, gerek fesâhatta, gerekse şiir ve hitabette devrinin önde gelenlerindendİ. Mes'elelerin dış yüzüne vâkıf olduğu kadar iç tarafına da vâkıf olan Hz. Ali, her zor ve müşkil konuda sahabenin müracaat kaynağı idi. Resûlullah'ın bütün savaşlarına katılmış olan Hz. Ali, yalnızca Tebûk'te ailesinin başında bırakılmıştı. Hattâ Hayber günü Allah'ın Resulü savaşın en sıkışık olduğu zamanda şöyle demişti: Yarın bu sancağı, öyle bir kişiye vereceğim ki Allah onun elinde fethi müyesser kılacak, Allah ve Resulü onu severler, o da Allah ve Resulünü sever. Ertesi gün sancağı Allah Rasûlü, Hz. Ali'ye vermişti. Peygamber onu kendi kardeşi kabul etmiş ve: Dünyada ve âhirette sen benim kardeşimsin, demişti. Ycmcn'c vali tayin ederken Hz. Ali için; Allahım onun diline sebat, kalbine hidâyet ver, diye duâ etmişti. Her güçlüğü çözmede gerçekten mahirdi. Hattâ; Ebu'l-Hasan'ın çözemeyeceği hiçbir mes'ele yoktur, sözü dilden dile dolaşan bir darb-ı mesel olmuştu. Alkame'nin Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o şöyle demişti: Biz kendi aramızda Medînelilerin en doğru hüküm vereninin Ebu Tâlib oğlu Ali olduğunu söylerdik. Atâ'ya; Muhammed (a.s)'in ashabı arasında Hz. Ali'den daha bilgin biri var mı? denildiğinde, O; hayır, Allah'a andolsun ki böyle birisini tanımıyorum, diye karşılık vermişti. Saîd ibn Cübeyr de Abdullah tbn Abbâs'dan nakleder ki; o, Hz. Ali'den bir görüş mevcûd olursa başkasına müracaat etmezdik, dermiş. (Daha geniş bilgi için bkz. (İbn'ül-Esîr, Üsd'ül-Ğâbe.) Hz. Ali'nin her konuda olduğu gibi Kur'ân ilimlerinde de derin bilgiye sahip olduğu kaynaklarca -hemen hemen üzerinde ittifak edilen bir husustur. Nitekim daha sonra Kur'ân ilimlerinin deryası diye nitelendirilecek olan Abdullah İbn Abbâs; Kur'an tefsîrinden ne öğrendiysem Ebu Tâlib oğlu Ali'den öğrendim, demiştir. Hz. Ali'nin bizzat şöyle dediği rivayet edilir: Allah'a andolsun ki; hangi âyet inmişse onun kimin hakkında ve nerede indiğini bilirim. Doğrusu Rabbim bana çok düşünen bir kafa ve çok soru soran bir dil lütfetmiştir. Ebu Tüfeyl'in rivayetine göre Hz. Ali, halka îrâd ettiği bir hutbede; bana soru sorun, Allah'a andolsun ki; ne sorarsanız mutlaka size haber vereceğim, demiş ve şöyle devam etmişti: Bana Allah'ın kitabından sorun. Allah'a andolsun ki; ondaki her bir âyetin gece mi gündüz mü, ovada mı dağda mı nazil olduğunu en iyi ben bilirim, demiştir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessjrûn, I, 89-90) Hz. Ali'den pekçok rivayet nakledilmiştir. Ancak bu rivâyetierde çoğunlukla şîa'nın etkisi göze çarpmaktadır. Hattâ şîî kaynakların ifâdesine göre Hz. Ali'nin şöyle dediği bildirilir: İsteseydim Kur'ân'ın tefsîrinden yetmiş deve yükü tefsir yapardım. Bu da Hz. Ali sevgisinde aşırı giden şîa'nın onu ne derece abarttığının tipik örneklerinden birisidir. Hz. Ali'den nakledilen sahîh rivayetlerin tarîki şöyledir: a) Hişâm, Muhammed İbn Şîrîn, Abîde es-Selmânî, Ali (r.a) Bu sahîh rivayet tarîkini,<Bühârî ve diğer sahîh hadîs râvîleri benimserler. b) İbn Ebu Huseyn, Ebu Tufeyl, AH (r.a) İbn Uyeyne'nin tefsirinde takîb ettiği bu rivayet tarîki de sahihtir. c) Zührî, Ali Zeyn el-Âbidîn, babası Hüseyin, babası Ali. Bu rivayet tarîki de gerçekten sahihtir. İbn Salâh'ın ifâdesine göre; bazıları ondan nakledilen en sahîh isnâd tarîkinin bu yol olduğunu söylemişlerdir. Ne var ki Hz. Ali'nin torunu ve kendi adını taşıyan Ali Zeyn'el-Âbidîn'e pekçok uydurma ve yalan rivayetler isnâd edildiği için bu sonuncu tarîk öncekilerden daha az şöhret bulmuştur. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, I, 91)[11]
3- Abdullah ibn Abbâs'm (r.a.)'ın Tefsire Hizmetleri
3- Abdullah ibn Abbâs'm (r.a.)'ın Tefsire Hizmetleri Künyesi Ebu'l-Abbâs olan Abdullah İbn Abbâs İbn Abdü'l-Mutıalib el-Hâşimî, Hz. Peygamber'in amcası Abbâs'ın oğludur. Resûlullah'ın Medîne'ye hicretinden birkaç sene evvel Hâşim oğullarının Şib'de boykota tâbi tutuldukları vakit doğduğu söylenir. Resûlullah'ın vefatı esnasında onüç veya onbeş yaşlarında bulunuyordu. Daha çok Hz. Osman zamanında temayüz eden Abdullah İbn Abbas, hicrî 35 yılında halîfe Osman tarafından hac emîri tayin edilmişti. Daha sonra Hz. Ali'nin saflarında yer alan Abdullah İbn Abbâs daha çok, sefîr olarak görev yaptı. Bilâhare halîfe onu Basra'ya vali tayîn etti. Sıffîn vak'asında Hz. Ali'nin temsîlcisi olması bizzat halîfe tarafından işlenmişse de Hz. Ali'nin akrabası olması nedeniyle pek uygun görülmemişti. Bilâhare Hz. Hasan'ın hilâfetten çekilmesi üzerine Abdullah İbn Abbâs Muâviye'nin hilâfetini kabullenecek, fakat Yezîd'in hükümdarlığına karşı çıkacaktır. Abdullah İbn Abbâs hicri 68 yılında (687-688) yetmiş yaşlarında iken Tâif'te vefat etmiş ve buraya gömülmüştür. Hz. Ali'nin oğlu Muhammed İbn Hanefiyye onu kabre yerleştirirken ve toprağını düzeltirken: Allah'a andolsun ki; bugün, bu ümmetin en derin bilgini vefat etmiştir, demiştir. (F. Buhl, İslâm Ansiklopedisi, Abdullah İbn Abbâs maddesi) Abdullah ibn Abbâs Allah'ın kitabını bilmede en üstün ictihâd derecesine varan isimlerin başında yer aldığı için tefsîr ve fetvada reîslik mevkiine geçmiş ve el-Bahr el-Hibr unvanıyla anılmıştır. Daha önce naklettiğimiz rivayetlerde de görüldüğü gibi, Hz. Ömer (r.a) onu ashabının büyükleriyle beraber kendi meclisinde bulundurur ve en yakınında oturturdu. Onu gördüğünde; sen, bizim.delikanlılarımızın yüzü en Rüzef ahlakı en iyi ve Allah'ın kitabını en derin bilenlerdensin, derdi. Ve yine Abdullah İbn Abbas hakkında Hz. Ömer (r.a.)'nın: İşte size genç delikanlı, onun çok suâl soran bir dili ve çok düşünen bir gönlü var, derdi. Abdullah İbn Abbâs, edebinden Hz. Ömer bir soru sorduğunda hemen cevâb vermez, ancak ashâb görüşünü söyledikten sonra o, konuşurdu. İbnü'l-Esîr'in Ubeydullah İbn Abdullah İbn Utbe'den naklettiğine göre; Hz. Ömer'e müşkil mes'eleler geldiğinde o, İbn Abbâs'a bugün Önümüze zor mes'eleler çıktı. Sen, bu ve benzeri mgs'eleler için yaratılmışsın, derdi ve onun görüşünü alırdı. Bu gibi zor mes'elelerde Hz. ömer ondan başkasının görüşüne başvurmazdı. (Usd'ül-Gâbe, 192-195). Onun hakkında Abdullah Ibn Mes'ûd, Kur'ân'ın en iyi tercümanı İbn Abbâs'-dnv demiştir. Atâ da, Abdullah İbn Abbâs'tn meclisinden daha değerli bir meclis görmedim. Fıkıhçılar onun yanında, Kur'ân bilginleri onun yanında, şiir bilginleri onun yatımdadır. Onların her birisi geniş bir vâdîden çıkar gibi yanından çıkarlar, dermiş. Ubeydulah İbn Abdullah İbn Utbe'nin ifâdesine göre, Abdullah İbn Abbâs, birçok özellikleriyle insanları geride bırakmıştır. Öncekilerin bilgisine sahip olması, kendisine gerek duyulan konularda derin fıkhı bilgisi olması, yumuşak huyluluğu, -soyluluğu ve te'vîl bilgisine sahip olmasıyla. Resûİullah'ın hadîsinde onu geçen birini görmedim. Ebu Bekir Ömer ve Osman'ın hükmünde ondan daha bilginine rastlamadım. Kendisine gerek duyulan konularda ondan daha derin fıkhı bilgiye ve daha isabetli görüşe sahip olanı görmedim. Bir gün oturur ve yalnızca fıkıh konuşulurdu. Bir gün te'vîl, bir gün mağâzî, bir gün şiir ve bir gün de arapların eski destanları (Eyyâmül-Arab) konuşulurdu. Onun yanında oturan bütün bilginlerin ona boyun eğdiğini gördüm. Kim ona bir soru sorduysa mutlaka onun yanında bîr bilgi bulmuştur." (İbn'ül-Esîr, Üsd'ûl-Ğâbe, 192-195). tâvûs'aAbdulah Ibn Abbâs kastedilerek şu çocukla oturuyor da Peygamber'in ashabından büyükleri terkediyorsun, denilince şöyle karşılık vermişti: Ben, Peygamberin ashabından yetmiş kişinin bir konuda düşündükleri zaman Abdullah İbn Abbâs'ın görüşüne başvurduklarını gördüm. Daha sonra Abbasî halîfelerinin iktidara gelmeleri nedeniyle Abdullah İbn Abbâs hakkında fevkalade birçok özellikler isnâd edildiği sanılmaktadır. Sözgelimi A'meş'in Ebu VâıFden rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Ali Abdullah İbn Ab-bâs'ı hac mevsimi için halîfe tayîn etti. O, bir hutbe okuyarak Bakara sûresini -bir rivayete göre de Nûr sûresiniöyle bir tefsir etti ki şayet Rûm,Türk ve Deylem halkı onu işitmiş olsalardı muhakkak müslüman olurlardı. (Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, 1,66-67) Hz. Ali de onun tefsirini övgüyle karşılamış ve onun için: Sanki ince bir perdenin ötesinden gayba bakıyor gibiydi, demiştir. Şüphesiz ki onun bu zengin bilgisi, herşeyden önce Peygamberin evinde büyümüş olmasına ve ayrıca peygamberin eşi Meymûne'nin onun teyzesi olması nedeniyle Pey-gamber'den küçük yaşta birçok bilgiyi öğrenmesine dayanır. Ayrıca Resûİullah'ın: "Allahım, onu dinde fakîh kıl ve kendisine te'vîli öğret" duasına mazhar olmasına ve Resûİullah'ın vefatından sonra ashâb-ı güzîn'in büyüklerinin yanında bulunarak onlardan istifâde etmesine bağlanır. Elbette ki onun Arap dilinin inceliklerini bilmesi ve ictihâd mertebesine Arap dilinin inceliklerini bilmesi ve ictihâd mertebesine ulaşmış olmasının da bunda etkisi vardır. Fakat bunca bilgisine rağmen Abdullah tbn Âbbâs'ın tefsirine birçok itirazlar da vukû'bulmuştur. Bilindiği gibi rivayet tefsirlerinin zamanımıza kadar gelişinde en önemli kaynak ve rivayet tarîki Abdullah İbn Abbâs tarîkidir. Ahmed İbn Hanbeİ'in ifâdesine göre; Abdullah İbn Abbâs'ın bilgisi, sahabenin önderlerinden Hz. Ömer, Hz. Ali ve Übeyy İbn Ka'b'a dayanır. (İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 288, 289). Peygamberin vefatı esnasında onüç ve onbeş yaşlarında bulunan Abdullah İbn Abbâs'ın çocuk yaşta bu kadar rivayeti naklediyor olması, cihetteki dikkatleri çekecektir. Daha çok müsteşrikler ve modern araştırmacılarla İslâm'a düşman olanlar Abdullah İbn Abbâs'ın şahsiyeti ve rivayetleri üzerinde çok ağır sözler söylemişlerdir. Bu Bahusus yahüdî kaynaklarından istifâde etmesi Abdullah İbn Selâm, Kâ'b el-Ahbâr'dan pek çok rivayetlerde bulunması onun eleştirilen yönlerinden birisi olmuştur. Abdullah İbn Abbâs'ın Ebu Celd Ğaylân İbn Ferve el-Ezdî isimli bir adamdan rivayetler nakletmesi ve bu zâtın kendi kızının ifâdesine göre yedi günde bir Kûr'ân-ı altı günde bir Tevrat'ı hatmettiği rivayetinin yaygınlığı onun görüşlerine bazı itirazlar, yöneltilmesine neden olmuştur. Ne var ki Abdullah İbn Abbâs, müslüman olan bu yahûdîlerden görüş alırken, dinin aslını veya detayını ilgilendiren itikâdî konularla alâkalı bilgiler değil, yalnızca Kur'ân'da vârid olan İsrâilogul-larının da kabul ettikleri peygamberlerin kıssaları ve geçmiş milletlerin haberleriyle ilgili konularda suâl soruyorlardı. Ve ayrıca hiçbir zaman onların görüşlerini olduğu gibi de almıyordu. Hattâ bu konuda Hz. Peygamber'in; İsrâiloğullarından hadîs aktarın, bunun bir zararı yoktur, dediği rivayet ediliyordu. Ve yine Resûlullahın ehl-i kitâb-ın sözlerini ne doğrulayın ne de yalanlayın buyurduğu bildirilmişti. Kaldı ki Abdullah İbn Abbâs'ın İsrail kaynaklarının aktarılması konusuna karşı çıktığı da Buhâri'nin Sahîh'inde nakledilen şu rivayetten anlaşılmaktadır: Abdullah ibn Abbâs der ki: Ey müslümanlar, siz ehl-i Kitab'a soruyorsunuz. Halbuki Allah'ın peygamberine indirdiği sizin kitabınız, Allah tarafından gelen haberlerin en yenisidir. Siz, onu okuyorsunuz. O, eskimiş veya eksik değildir. Allah Teâlâ size kitâb ehlinin Allah'ın gönderdiği kitabı değiştirdiklerini ve kendi elleriyle tahrif, ettiklerini, sonra da az bir bedele satın almak üzere "bu, Allah'ın kalındandır" (Bakara, 79). dediklerini bildirmektedir. Size gelen bu bilgi onlara soru sormanızı engellemiyor mu? Allah'a andolsun ki, onlardan hiçbir kişinin size indirilen âyetler konusunda suâl sorduklarını biz görmedik. (Buhârî Sahîh, II, 163. Kitab'üş-Şehâdât, ,29). Ancak Abdullah İbn Abbâs buna rağmen kendisi ehl-i kitâb'tan birçok rivayet nakletmiştir. Sözgelimi Abdullah İbn Abbâs Kâ'b el-Ahbâr'a Resülullahın Tevrat'ta niteliklerinin nasıl olduğunu sorduğunda, o, bu nitelikleri abartmalı olarak naklediyordu. Kendisinden 1660 civarında hadîs rivayet edilen tbn Abbâs'a izafe edilen Tenvîr'ül-Mikbâs isimli tefsirdeki sahîh rivayetlerin sayısının ancak yüz civarında olduğu bizzat imâm Şafiî tarafından nakledilmektedir. (İbn Sa'd, Tabakât, II, 365, Suyûtî el-Itkân, IV, 205-209, Abdullah Aydemir, Tefsirde tsrâliyât, 53-54). Abdullah İbn Abbâs'dan nakledilen rivayet tarîkleri şöyledir: a) Muâviye İbn Salîh, Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs. Bu nakil tarîklerinin en sağlamıdır. İbn Cerîr Taberî, İbn Ebu Hatim ve İbn Münzir, İmâm Müslim ve diğer Sünen ashabı bu tarîki kullanırlar. Ancak bu tarik silsilesinde yer alan İbn Ebu Talha'nın Abdullah İbn Abbâs'dan tefsir nakletmediği yalnızca Mücâhid veya Saîd İbn Cübeyr'den tefsir dinlemiş olduğu söylenmiş ise de İbn Hacer ve Ze-hebî gibi hadîs bilginleri bu görüşü kabul etmeyerek reddetmişlerdir. b) Kays İbn Müslim, Atâ İbn, Saîd İbn Cübeyr, Abdullah ibn Abbâs. Buhârî ve Müslim'in şartları uyarınca bu tarik de sahihtir. c) İbn İshâk, Muhammed İbn Ebu Muhammed, İkrime veya Saîd İbn Cübeyr, Abdullah İbn İbbâs. İbn Cerîr Taberi'nin ve İbn Ebu Hatim'in çok kez kullandıkları bu tarîkin da sağlam ve bu tarîkla gelen rivayetlerin isnadının hasen olduğu kabul edilir. d) İsmail İbn Abdurrahman, (ya Ebu Malik veya Ebu salih) Abdullah tbn Ab-bâs. Bu rivayet silsilesinde yer alan İsmail konusunda hadîs bilginleri ihtilâf etmişlerdir. Onun tabiînden ve şîî birisi olduğu bilinir. Ancak Suyûtî'nin ifâdesine göre; Sevrî ve Şu'be gibi birçok imâm ondan hadîs nakletmiştir. Ibn Cerîr Taberî bu rivayet tarîkini kullanırken, İbn Ebu Hatim bu tarîki benimsememiştir. e) Abdulmelik îbn Cüreyc, İbn Abbâs. Bu tarik ile nakledilen rivayetlerin dikkatlice ve titiz olarak incelenmesi halinde ancak sahîh ile zayıf rivayetlerin ayırd edilebileceği hadîs otoriteleri tarafından bildirilmiştir. f) Dahhâk Ibn Müzâhim el-Hilâlî, Abdullah tbn Abbâs. Bu tarîk ile gelen rivayetler de pek beğenilmez. Çünkü Dahhâk İbn Müzâhim'i birçok hadîs bilgini sika râvî olarak kabul ederse de onun İbn Abbâs'dan hadîs rivayeti münkati (kopuk) tur. Zîrâ o Abdullah Ibn Abbâs'Ia karşılaşmamıştır. İbn Cerir ve İbn Ebu Hatim; Bişr İbn Imâre, Ebu Revk, Dahhâk kanalıyla tbn Abbâs'a dayanan rivayetleri naklederlerse de, buradaki Bişr tbn İmâre'nin zayıf bir râvî olması nedeniyle bu rivayet de zayıf kabul edilmiştir. g) Atıyye el-Avfî, Ibn Abbas. Bu rivayet tariki da beğenilmemiştir. Çünkü Atıyye el-Avfî'nin rivayetinin zayıf olduğu söylenir. Bazan Tirmizî bunun rivayetini hasen olarak kabul eder. Ancak İbn Cerîr Taberî ve tbn Ebu Hatim; bu rivayetle birçok hadis naklet mislerdir. h) Mukâtİl İbn Süleyman el-Ezdî el-Horasânî, Abdullah İbn Abbâs. Bu rivayet tarîki de zayıf kabul edilmiştir. Çünkü Mukâtil İbn Süleyman, Dahhâk'ten hadîs İşitmediği halde ondan hadîs rivayet etmiştir. i) Muhammed İbn Sâib el-Kclbî, Ebu Salim, Abdullah tbn Abbâs. Bu rivayet tarîki en zayıf tarîktir. Çünkü tefsiri meşhur da olsa Kelbî'nin hadîsi çoğunluk tarafından kabul görmemiştir. Abdullah İbn Abbâs, hadîs rivayet etme konusunda son derece gayretli idi. Hattâ kendisi başından geçen bir olayı şöyle nakleder; Resûlullah'ın hadîslerinin hepsini Ansânn yanında buldum. Bir adama varıyor ve onu uyur buluyordum. Uyandırıl-masını arzu etseydim uyandırılırdı. Fakat kapısında rüzgârın yüzüme fırlattığı kum altında o uyanıncaya kadar oturup bekliyordum. Uyandıktan sonra soracağımı soruyor, oradan ayrılıyordum. (Ibn Sa'd, Tabakât, II, 366) Bu sebeple sahabe ve tabiînin birçoğu Allah'ın kitabında anlayamadıkları bir nokta ile karşılaşırlarsa ona başvuruyor ve şüphelerini gidermesi için gerekli açıklamaları öğreniyorlardı. Nitekim Mûsâ peygamberin Şuayb (a.s.)'ın yanında sekiz sene n i, on sene mi hizmet ettiği konusu ile ilgili olarak Saîd tbn Cübeyr'den şöyle bir rivayet nakledilir: Küfe'de hacca gitmek üzere hazırlandığım sırada bir Yahûdî dedi ki: Ben, senin İlmî araştırmalar yapan bir adam olduğunu görüyorum, öyleyse bana Mûsâ (a.s)'ın ne kadarlık bir süre (Şuayb a.s'ın yanında geçirdiğini) haber ver. Ben; bilmiyorum, ancak şimdi arabın âliminin yanına (Abdullah İbn Abbâs) gidiyorum. Bunu ona soracağım, dedim. Mekke'ye geldiğimde Abdullah îbn Abbâs'a bunu sordum ve yahüdî-nin sözünü ona bildirdim. Abdullah İbn Abbâs dedi ki: En güzel ve en çok olan süreyi geçirmiştir. Çünkü bir peygamber va'dedince va'dinden dönmez. Saîd İbn Cübeyr der ki: Irak'a geldiğimde Yahûdî ile buluşup kendisine durumu bildirdiğimde Yahûdî dedi ki: Doğrusu Musa'ya indirilen rivayet de bunu tasdîk eder. Allah en iyisini bilendir. (İbn Cerîr Taberî, Tefsîr, XX, 43). Abdullah İbn Abbâs'a yöneltilen eleştirilerden birisi onun eski Arap şiirine başvurarak Kur'ân'da vârid oıan yabancı ve anlaşılması zor ifâdeleri anlamaya çalışmasıdır. Gerçi bu konuda câhiliyye devri şiirine başvuran tek kişi Abdullah İbn Abbâs değildir. Sözgelimi Hz. Ömer arkadaşlarına Allah Teâlâ'nın Nahl süresindeki: "yahut yok olmak endişesindeyken yakalamasından mı?" (Nahl, 47) kavlinde endişe içerisindeyken anlamına gelen kelimesinin mânâsını sorar. Hüzeyl kabilesinden yaşlıca birisi kalkıp: Bu, bizim dilimizde eksilme azalma anlamına gelir, der. Hz.Ömer de ona: Arapların şiirinde böyle kullanıldığını da biliyor musun? diye sorar. O; evet, diyerek bîr şiirden İki mısra okur. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) arkadaşlarına der ki: Dîvânlarınıza sarılın ki sapıklığa düşmeyesiniz. Onlar; bizim dîvânlarımız da ne? deyince, Hz. Ömer (r.a); câhiliyye devri şiiri. Çünkü onda sizin kitabınızın tefsiri ve sözünüzün mânâları bulunmaktadır, der. Bu olay Şâtıbî tarafından el-Muvâfâkat, (II, 88) zikredilmektedir. Ne var ki Abdullah İbn Abbâs'ın bu eski Arap şiirine fazlasıyla başvurduğu görülmektedir. Abdullah İbn Abbâs-ı denemek isteyen Nâfî tbn Ezrak'ın sorduğu sorulara Abdullah İbn Abbâs'ın beyitlerle cevâb verdiği görülmektedir. Kaynakların belirttiğine göre Ezârika fırkasının kurucularından olan Nâfi' İbn Ezrak ikiyüze yakın mes'ele ile ilgili olarak Abdullah İbn Abbâs'a sual sormuştu. Ebu Bekir İbn el-Enbârî bunların bir kısmını eİ-Vakf ve'1-Ibtidâ isimli eserinde nakletmiştir. (Tabcrânî de kalan bir kısmını el-Mu'cem'ül-Kebîr'inde nakleder. Abdullah İbn Abbâs ile Nâfi' İbn Ezrak arasındaki tartışmayı Süyûtî el-Itkân'da şöylece nakleder: Abdullah İbn Abbâs Kâ'bc'nin avlusunda oturmuştu. Halk onun etrafını sarmış kendisine Kur'ân'ın tefsîrinden suâller soruyorlardı. Nâfi' İbn Ezrak Necde İbn Uveymİr'e dedi ki: Gel şu bilgisi olmadığı halde Kur'ân'ı tefsir eden adamın yanına gidelim. Onun yanına geldiler ve dediler ki: Biz, sana Allah'ın kitabından bazı şeyler sormak istiyoruz, onları bize tefsîr etmeni ve bu tefsirinin doğrulanması mâhiyetinde arapların sözlerinden dcdil-ler getirmeni arzu ediyoruz. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân'ı apaçık Arap diliyle indirmiştir, Abdullah İbn Abbâs onlara: Ne istiyorsanız sorun, demiş, Nâfi'de ona Allah Teâlâ'nın "Sağdan soldan topluluklar halinde". (Meâric, 37) âyetindeki kelimesi ne demektir? diye sormuş. Abdullah İbn Abbâs bu, halka halka topluca manasınadır, demiş. Bu konuda Arapların sözünden bir şey biliyor musun? dediğinde de; evet Ubeyd İbn Abraş bir şiirinde bu kelimeyi kullanıyor, demiş ve şiiri okumuştur. Nâfi' Allah Teâlâ'nın "ona vesile arayınız" (Maide, 35) kavlrnedir? deyince, Abdullah İbn Abbâs; vesile ihtiyâç manasınadır, demiştir. Nâfi İbn Ezrak Araplardan bunu teyîd eden bir söz biliyor musun? dediğinde, o, evet demiş ve Antere'nin şöyle dediğini duymadın mı diyerek Antere'den bir şiir okumuştur. (Suyûtî, el-Itkân, I, 120). Daha önce de belirttiğimiz gibi Abdullah İbn Abbâs'a nisbet edilen Tcnvîr'ûİ-Mikbâs isimli tefsirin ona izafesi şüpheli görülmektedir. Bu tefsiri, ünlü Kamus müellifi Fîrûzâbadî derlemiştir. Bu tefsirde görülen rivayet tariki az önce Abdullah İbn Abbâs'dan naklettiğimiz rivayet tarîklerinin en zayıfı ve tehlikelisi sayılan sonuncu tarîka yakındır. İmâm Şâfî'nin Abdullah İbn Abbâs'ın tefsirle ilgili ancak yüz civarında hadîs naklettiğine dair sözü gerçekten ona aitse bu hususta herkes tarafından hüccet kabul edilen dinin âlimi ve ilimlerin denizi sayılan Abdullah İbn Abbâs'a birçok uydurma rivayetler atfedilmiş olmalıdır. Şimdi de Abdullah İbn Abbâs'dan nakledilen rivayetlerden birkaç örnek verelim: îmâm Buhârîder ki: Bize Jshâk__Atâ'dan nakletti ki; o İbn Abbâs'ın bu âyeti (Bakara suresinin 184. âyeti) şeklinde okunduğunu duymuş. Abdullah İbn Abbâs âyetin mensûh olmadığını, sadece yaşlı kadın ve çocuklara mahsûs olduğunu, ve bunların oruç tutmaya muktedir olmadıkları için her güne mukabil bir miskin doyuracaklarını bildirmiştir. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 706-707) Burada sözkonusu olan âyet "Gücü yetmeyenler de bir yoksul doyumu fidye verir." (Bakara, 184) âyetidir. Abdullah İbn Abbâs bu âyeti güç yetirebilenlere de bir yoksul doyumu fidye vardır şeklinde okurmuş. Abdullah İbn Abbâs der ki: "Allah'ın nimetini küfür ile değiştirenleri görmediniz mi?" âyeti ile kasdedilenler Mekkeli kâfirlerdir. Abdullah İbn Abbâs der ki: "Kur'ân'ı paramparça kılanlar" âyetiyle kasdedilenler ehl-i kitabtır. Onu parça parça ayırmışlar bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr etmişlerdir. Abdullah İbn Abbâs der ki: "Allah katında canlıların en kötüsü akletmeyen sağır, dilsizlerdir." (Enfal, 22) âyetiyle kasdedilenler Abdüddâr oğullarından bir topluluktur. Abdullah İbn Abbâs'a Allah Teâlâ'nın "Ancak yakınlıktaki dostluk" (Şûra, 23) kavli sorulduğunda Saîd İbn Cübeyr, yakınlardan maksad Muhammed (a.s)'in âilesidir, demiş. Bunun üzerine Abdullah İbn Abbâs acele ettin. Rasûlullah (s.a)'ın bütün Kureyş soyu ile akrabalığı vardı. Bunun için Allah Teâlâ ancak benimle sizin aranızda akrabalık bağım bağlayanlar müstesnadır, demek istemiştir, diye cevap vermiştir. Abdullah İbn Abbâs der ki: "Seni dönülecek yere elbette döndürecektir" kavli ile kasdedilen yer Mekke'dir. Abdullah ibn Abbâs der ki: Allah Teâlâ'nın "Sana göstermiş olduğumuz rü'-yâ ancak insanlar için bir imtihandı." (Isrâ, 60) kavlinde sözkonusu edilen rü'yâ Peygamber'e mîrâc gecesi gösterilen rü'yânın aynı idi. Lanetlenmiş ağaç ise zakkum ağacıdır. Abdullah İbn Abbâs'tan nakledilen tefsir örnekleri bu tefsîrde bol olarak nakledildiği için burada birkaç örnekten fazla nakletmek istemiyoruz. Daha çok bilgi için, indekste ona atfedilen bölümlere bakılabilir.[12]
4- Abdullah İbn Mes'ûd'un Tefsire Hizmetleri
4- Abdullah İbn Mes'ûd'un Tefsire Hizmetleri Ebu Abdurrahmân Abdullah İbn Mes'Ûd Gafil İbn Habîb ibn Şemh İbn Fe'r İbn Manzum İbn Sahile İbn Kâhil tbn Haris İbn Temîm İbn Sâ'd İbn Huzeyl'in doğum yılı kesinlikle bilinmemekle beraber Ukbe İbn ebu Muayt'ın sürülerine çobanlık etmiştir. Onun kardeşi Ukbe ile annesi Ümmü Abd bint Abd İbn Süvâ' sahabenin ilklerindendir-ler. Bu sebeple ona sahabe İbn Sahâbİyye nâmı verilmiştir. İlk müslümanlardan olan Abdullah, ilk defa açıkça Mekke'de Kur'ân okumuş ve ResÛlullah'tan sonra Ku-reyşliler Kur'ân'ı ilkin onun sesinden duymuşlardır. Bu sebeple de Kureyşlİlerden çok eziyet görmüştür. Resûlullah (s.a) müslüman olan Abdullah İbn Mes'ûd'u yanına almış ve hayatı boyunca Resûlullah'a hizmet etmiştir. Peygamberin evine engelsiz girenlerden birisi idi. Hattâ Ebu Mûsâ el-Eş'ârî, onu Resûlullah'ın ailesinden zannetmişti. Buhârî ve Müslim'in ifâdesine göre Ebu Mûsâ elEş'arî der ki: Ben ve kardeşim Yemen'den gelmiştik. Uzun bir süre Abdullah tbn Mes'ûd'u ve annesini Resûlullah'ın ailesinden zannettik. Çünkü gerek o, gerekse annesi Resûlullah'ın evine çokça girip çıkıyorlardı. Abdullah İbn Mes'ûd Habeşistan'a hicret edenler arasında yer almış ye Medîne'ye gelerek Kıbleteyn camı'inde namaz kılanlardan olmuştu. Bedir savaşında Ebu Cehl'in başını keserek Resûlullah'a götürmüştür. Uhud'da, Hendek'te ve diğer savaşlarda Hz. Peygamber ile birlikte savaşmış, Bîat-ı Rıdvan'a katılarak Resûlullah'tan sonra cereyan eden Yermûk savaşında bulunmuştur. Cennetle müjdelenen on kişiden birisi olan Abdullah tbn Mes'ûd hakkında Resûllah (s.a) buyurmuştur. Mü'minlerle istişare etmeden bir kişiyi emîr tayin edecek olsaydım İbn Ümmi Abdi (Abdullah İbn Mes'ûd) tayîn ederdim. Hz. Ömer tarafından Kûfe'ye emîr ta-yîn edilmiş ve orada İslâm'ı ta'lîm etmek üzere görevlendirilmiştir. Daha sonra Hz. Osman tarafından bu göreve devamı uygun görülmüş ve ömrünün sonlarına doğru Medîne'ye gelmişti. Hicretin 32. veya 33. yılında altmış yaşı civarında iken vefat etmiştir. Vasiyyeti uyarınca geceleyin Bakî' el-öarkad'a gömülmüştür. Abdullah tbn Mes'ûd'un 848 hadîs rivayet ettiği söylenir. Resûlullah (s.a) ile ilgili bir hususu anlattığı zaman ter dökecek kadar titrediği nakledilir. (A.J. Wen-sinek, l.A) Abdullah İbn Mes'ûd ashâbtan Allah'ın kitabını en iyi hıfzedenler arasında bulunuyordu. Resûlullah (s.a) onun okuduğu Kur'ân'ı zevkle dinliyordu. Kendisinin bizzat ifâdesine göre Resûlullah (s.a) ona Nisa sûresini okumasını bildirmiş o da: Kur'ân sana indirildiği halde onu ben mi sana okuyacağım? demiş, Resûlullah (s.a) da; ben onu kendimden başkasından dinlemekten zevk alıyorum, demiş. Abdullah tbn Mes'ûd diyor ki: Ben Resûlullah'a Nisa sûresini okudum. 41. âyete gelince ki bu âyet şu mealdedir: "Her ümmetten bir şâhid kıldığımız ve onlara da seni şâhid getirdiğimiz zaman (bakalım nice olacak)'' (Nisa, 41) iki gözü birden coştu. (Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, 1, 84). Resûlullah (s.a): Kur'ân'ı ilk indiği gibi terütâze okumak isteyen ümmü Abd'-in (Abdullah İbn Mes'ûd) kırâetine göre okusun, buyurmuştur. Mesrûk'un ifâdesine göre; Resûlullah'ın ashabının bilgisi şu altı kişide son bulmuştur. Bunlar: Ömer, Ali, Abdullah tbn Mes'ûd, Übeyy İbn Kâ'b, Ebu Derdâ ve Zeyd İbn Sâbit'tir. Sonra bunların bilgisi de Ali ve Abdullah İbn Mes'ûd'da son bulmuştur. Hz. Ömer Abdullah ibn Mes'ûd'u Kûfe'ye gönderdiğinde Kûfelilere şu nâmeyi yazmıştı: Doğrusu ben, size Yâsir oğlu Ammâr'ı emîr, Mes'ûd oğlu Abdullah'ı da Öğretmen ve vezîr olarak gönderdim. Bu ikisi Resûlullah'ın ashabından Bedir savaşına katılmış seçkinlerdendir, onlara uyun, sözlerini dinleyin ve itaat edin. Nitekim daha sonra Hz. Ali Kûfe'ye geldiğinde Küf dilerden bir topluluk onun huzuruna varıp Abdullah İbn Mes'ûd'un sözlerinden bir kısmını nakletmişler ve: Ey mü'minlerin emîri ondan daha güzel huylu, daha kolayca öğreten, daha güzel sohbet eden ve daha çok muttaki birini görmedik, demişlerdi. Hz. Ali derki: Gerçekten bunu gönlünüzden doğrulayarak mı söylüyorsunuz? Onlar; evet, deyince; Allahım şâhid ol, ben de onların dediği gibi ve daha fazlasını diyorum, diye cevâb vermiştir. (Îbn'ûl-Esîr, Üsd'ûlCâbe, III, 256-260). Abdullah tbn Mes'ûd'un Hz. Osman'ın mushafından biraz daha farklı biçimde tanzim edilmiş bir mushaf nüshası meydana getirdiği bilinmektedir, özellikle şîa arasında bu nüsha uzun süre kabul görmüştür. Abdullah İbn Mcs'ûd ashâb arasında "mümtaz bir mevkie sahip bulunduğu gibi, Kur'ân tefsîri ve Kur'ân anlayışı bakımından da önde gelenlerden idi. Mesrûk'un ifâdesine göre; Abdullah İbn Mes'ûd şöyle dermiş: Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki; ben, Allah'ın kitabından hangi âyetin niçin ve nerede indiğini bilirim. Onun, Rcsûlullah'ın ağzından yetmiş sûreyi bizzat dinlediği kaynaklarda zikredilir. Yine Mesrûk'un ifâdesine göre; Abdullah İbn Mes'ûd bir sûreyi gündüz okur, sonra akşama kadar onu tefsîr edermiş. Ukbe İbn Âmir de; Muhammed'e (s.a) indirileni Abdullah İbn Mes'ûd'dan daha iyi bilen birisini tanımıyorum, dermiş. Ebu VâiPin rivayetine göre, Hz. Osman ana mushafın dışındaki mushafları yakınca bu husustan haberdar olan Abdullah İbn Mes'ûd şöyle demiş: Muhammed'in (s.a) bilir ki ben, onların arasından en iyileri olmadığım halde Allah'ın kitabını en iyi bilenim. Eğer birinin Allah'ın kitabını benden daha iyi bildiğini bitecek olursam develer beni ona ulaştırırsa mutlaka ona varıp giderim, demiş. Abdullah İbn Abbâs'tan sonra sahabeden en çok tefsîr rivayet eden kişi Abdullah ibn Mes'ûd'dur. Ondan nakledilen rivayet tarîklerinin en meşhurları şunlardır: a) A'meş, Ebu Duhâ, Mesrûk, Abdullah İbn Mes'ûd. Buhârî'nin de sahîh'inde dayandığı bu tarîk en sağlam yoldur. b) Mücâhid, Ebu Ma'mer, Abdullah İbn Mes'ûd. Bu tarîk de sahihtir ve Buhâ-rî bazen bu tarîki de kullanmıştır. c) A'meş, Ebu Vâil, Abdullah İbn Mes'ûd. Bu tarîk de Buhârî tarafından kullanılmış olan sahih bîr rivayet tarîkidir. d) Süddî el-Kebîr, Mürre el-Hemadanî, Abdullah İbn Mes'ûd. Hâkim ve İbn Cerîr Taberî bu tarîki kullanmış ve sahîh saymışlardır. e) Ebu Revk, Dahhâk, Abdullah İbn Mes'ûd. Bu rivayet zincirinde yer alan Dahhâk Abdullah İbn Mes'ûd'Ia buluşmamış olduğu için pek uygun görülmeyen bir rivayet tarîkidir. Ancak İbn Cerîr Taberî tefsirinde bu tarîki kullanmıştır. (Ze-hebî, etTefsîr ve'1-Müfessirûn, 87-88) Abdullah İbn Mes'ûd Kûfe'de görev gereği bulunmuş olduğundan, Mesrûk'ibn Ecda' el-Hemedanî Alkame İbn Kays enNehâî, Esved İbn Yezîd gibi birçok Kûfeli bilginler onun tefsîr rivayetinden istifâde etmiş ve meclisinde bulunmuşlardır. Mesrûk'un rivayetine göre; Abdullah İbn Amr İbn Âs'ın meclisinde Abdullah İbn Mes'ûd'dan sözedüdiğinde; o, şöyle demiş: Öyle bir adamdan bahsediyorsunuz ki, onu çok seviyorum. Çünkü Resûlullah (s.a)'ın onun hakkında şöyle buyurduğunu işittim: Kur'ân'ı dört kişiden Öğreniniz. Bunlar İbn Ümmü Abd'in oğlu (Abdullah İbn Mes'ûd), Muâz İbn Cebel, Übeyy İbn Ka'b ve Ebu Hüzeyfe'nin kölesi Salim. (Müslim, Sahîh, VII, 148- 149) Onun 848 civarında hadîs naklettiğini daha önce belirtmiştik. Bunlardan 64'ünü Buhârî ve Müslim müştereken naklederler. Ayrıca Buhârî 121 tanesini, Müslim de 35 tanesini münferiden nakleder. (Ahmed Nedvî ve Saîd Ansârî, Peygamberimizin Ashabı, II, 248; Türkçe çev. Ali Genceli) Dînî konularda son derece titiz olan Abdullah İbn Mes'ûd ile ilgili kaynaklarda şöyle bir vak'a nakledilir: İmâm Ebu Hanîfe Hammâd'dan o da İbrahim cn-Nehaî'den rivayet eder ki; adamın biri bir hanımla nikâh akdetmiş, fakat mehir beliflemeden ve zifafa girmeden Önce ölmüş. Kadın Abdullah İbn Mes'ûd'a başvurarak mes'elesini çözümlemesini istemiş. Abdullah tbn Mes'ûd onunla aynı akranda olan hanımlara verilen mehrin kendisine de verilmesini kararlaştırmış ve bu karârı verdikten sonra; eğer hükmüm doğruysa Allah'tandır, yanlış ise bendendir. Allah ile Resulü benim hatâmdan uzaktırlar, demiş. Mecliste hazır bulunan Ma'kil tbn Sinan, Abdullah İbn Mes'ûd'a dönerek: Sen Resûlullah'ın Vâsik'ın kızı hakkında verdiği Hükmü verdin, demiş ve İbn Mes'ûd da Resûlullah'ın hükmüne uygun bir hüküm verdiği için fazlasıyla sevinmiş. (Ahmed Nedvî, Peygamberimizin Ashabı, II, 256-257). Abdullah İbn Mes'ûd'un Tefsirinden Birkaç örnek: Abdullah İbn Mes'ûd der ki: "Onlar Rablarına vesîle ararlar." (Isrâ, 57) İnsanlardan bir grup cinlerden bir gruba ibâdet ediyordu. Cinler mü si uman oldu ve bunlar dinlerine bağlandılar. Abdullah İbn Mes'ûd burada câhiliyc döneminde arap-ların Allah'a yaklaşmak için ne gibi vesilelere başvurduklarını izah etmekledir. Ona göre araplar cinleri veya melekleri Allah'a ulaşmak için vesîle ediniyorlardı. Abdullah İbn Mes'ûd der ki: "Sizden her biriniz mutlaka oraya uğrayacaktır." (Meryem, 71) Oraya varacaklar amelleriyle oradan çıkacaklardır. Burada Abdullah İbn Mes'ûd varmak anlamını verdiğimiz yürûd kelimesine duhûl manasını vermemiştir. ibn Mes'ûd der ki: "İbrâhîm şüphesiz Allah'a yönelen ve ona boyun eğen bir Ümmetti." (Nahl, 120) Buradaki ümmet kelimesi hayır öğreticisi demektir. Abdullah tbn Mes'ûd der ki: "Kim Allah'a îmân ederse Allah onun kalbini hidâyete erdirir." (Tegâbün, 11) Bu kimse kendisine bir musibet isabet ettiğinde hoş-nûd olur ve bunun Allah'tan geldiğini bilir. Bu tefsirde Abdullah İbn Mes'ûd'dan pekçok rivayet aktarılmış olduğundan daha fazla örnek vermeye gerek duymuyoruz. İsteyenler indekste bunları tespit edip okuyabilirler.[13]
5- Übeyy İbn Kâb'ın Tefsire Hizmeti
5- Übeyy İbn Kâb'ın Tefsire Hizmeti Künyesi Ebu Münzir veya Ebu Tufeyl olan Übeyy İbn Kâ'b Ansâr'ın Hazrec kabilesinden Neccâr soyuna mensûbtur. Nesebi şöyledir: Übeyy tbn Kâ'b tbn Kays İbn Ubeyd İbn Zeyd İbn Amr İbn Mâlik İbn Neccâr. Übeyy İbn Kâ'b Akabe bîatı-na iştirak etmiş, Bedir savaşına katılmış Medînclilerdendir. Resûlullah'ın bütün, savaşlarına iştirak eden Übeyy sadaka toplama görevini de deruhde etmişti. Resûlullah'ın vefatından sonra Übeyy tbn Kâ'b, Hz. Ebu Bekir tarafından Kur'ân'-ın tertib ve tedvini ile görevlendirilen ashâb arasında bulunuyordu. Hz. Ömer devrinde şûra meclisinde çalışmış ve halka dinî emirleri tâ'lîm ile görevlendirilmişti. Hz. Osman devrinde onun mushafım tedvîn eden oniki zevat arasında bulunan Übeyy İbn Kâ'b, Kur'ân'ı okumuş ve Zeyd İbn Sabit de onu yazmıştı. (Saîd Ansarî, Peygamberimizin Ashabı, IV, 326-328) Hicrî, 35 yılında vefat eden Übeyy lbjı Kâ'bin cenaze namazı bizzat halîfe Hz. Osman tarafından kılınmıştır. Hz, Ömer onun için: Übeyy ibn Kâ'b müslümanların efendisidir, diye medh-ü senada bulunmuştur. Kurrâ'nın önderi olan Übeyy İbn Kâ'b, Resûlullah'ın vahiy kâtibleri arasında da yer almıştı. Tirmizî'nin Enes İbn Mâlik'ten naklettiğine göre; Resûlullah (s.a) Übeyy İbn Kâ'b'a: Allah bana Beyyine sûresini sana okumamı emretti, demiş, O da; Allah, benim adımı sana verdi mi? diye sormuştu. Resûlullah (s.a): Evet, deyince Übeyy İbn Kâ'b ağlamaya başlamıştı. (İbn'ülEsîr, Üsd'ül-Gâbc, 1 49-51) Übcyy İbn Kâ'b Resûlullah'ın ashabı arasında Kur'ân'ı en iyi bilenlerden birisi idi. Eski kaynakları da iyi bildiği için Kur'ân-i Kerîm-i daha-derinden öğrenmiş, nâsih ve men-sûhuyla nüzul sebeplerini çok iyi tanımıştı. Ona dâir birçok rivayet uydurulmuştur. Ancak ondan nakledilen rivayet tarîklerini şöylece zikredebiliriz: a)Ebu Ca'ferer-Râzi, Rebî'lbn Enes, Ebu'l-Âliye, Übeyy İbn Kâ'b. Bu, sahîh bir rivayet tarîkidir. Gerek İbn Cerîr Taberî ve İbn Ebu Hatim, gerekse Hâkim ve İmâm Ahmed İbn Hanbel bu rivayet tarikiyle ondan birçok hadîs nakletmişlerdir. b) Vekî', Süfyân, Abdullah İbn Muhammed İbn Akîl, Tufeyl İbn Übeyy İbn Kâ'b, Übeyy İbn Kâ'b, İmâm Ahmed, Müsned'inde bu tarîkle ondan hadîs rivayet etmiştir. Ancak bu rivayet tarîki bir önceki kadar kuvvetli değildir. Yerimizin fazla geniş olmaması nedeniyle bundan sonra konu edinilen zevat'm tefsirinden örnekler vermeyeceğiz. Dileyen okuyucularımız indekse bakarak bu zevatın rivayetlerini görebilirler.[14]
6- Zeyd İbn Sabi t'in Tefsire Hizmeti
6- Zeyd İbn Sabi t'in Tefsire Hizmeti Ansar'dan Zeyd İbn Sâbit'in babası Peygamber'in Medîne'ye hicretinden önce Evs ve Hazrec kabileleri arasında cereyan eden ve Buâs Günü diye anılan savaşta vefat etmişti. Zeyd İbn Sabit, Resûlullah'ın hicreti esnasında onbir yaşlarında bir çocuktu, daha sonra Hendek savaşına da katılan Zeyd, Peygamber tarafından; ne güzel çocuk? şeklinde iltifata mazhar olmuştu. Resûlullah (s.a) Tebûk harbinde İmâre İbn Hazm'in taşıdığı sancağı Zeyd İbn Sâbit'c vermiş İmâre'nin bunun sebebini sorması üzerine Resûlullah (s.a); Kuran herşeyden öncedir. Zeyd Kur'ân'ı öğrenmede senden daha ileridedir diye ona iltifatını izhar etmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman devrinde Medine'de halîfenin yerine görev yapmıştı, Hicrî 54 yılında vefat etmiştir. Hz. Ömer'in ve Hz. Osman'ın Zeyd'in görüşlerine pek iltifat ettikleri ve hattâ dinî konularda sorulan sorularda Zeyd'in görüşünü tercih ettikleri kaynaklarda zikredilmektedir. Nitekim Zeyd İbn Sâbit'i Hz. Ebu Bekir Kur'ân'ı derleme göreviyle vazifelendirmiş ve daha sonra Hz. Osman tarafından da ana nüshanın yazılması için vazîfeleridirilmişti. Zeyd İbn Sabit aynı zamanda Hz. Peygamber'in vahiy kâtibliği görevinde de bulunmuştu. Zeyd İbn Sâbit'in sahabe arasında ünlü on müfessir arasında bulunduğunu daha Önce belirtmiştik.[15]
7- Ebu Mûsfi el-Eş'arî'nin Tefsire Hizmeti
7- Ebu Mûsfi el-Eş'arî'nin Tefsire Hizmeti Abdullah İbn Kays İbn Selîm künyesi ile bilinen Ebu Mûsâ el-Eş'arî müslü-manlardan Habeşistan'a hicret eden Ca'fer ile görüşmüş, bir süre sonra Medîne'ye gelmiş ve Hayber'in fethi esnasında Resûlullah ile tanışmıştır. Resûlullah onu Yemen bölgesine vali tayın etmiş ve Hz. Ömer de Ebu Mûsâ el-Eş'arî'yi Küfe ve Basra valilikleriyle taltif etmişti. Hz. Osman devrinde bu görevden alınan Ebu Mûsâ daha sonra halkın isteği Ü2erine bu göreve döndürülmüştür.Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşında Hz. Ali'nin temsîlcisi olarak hakem olmuş ve bu olayda Amr İbn Âs'ın oyununa gelerek daha sonra doğacak birçok tartışmalara zemîn hazırlamıştır. 63 yaşında iken hicrî 45 yılında Mekke-i Mükerreme veya Kûfe'de vefat etmiştir. Sesinin çok güzel olduğu belirtilen Ebu Mûsâ clEş'arî'yi dinleyen Rcsûlullah*-ın; doğrusu buna, Dâvûd hanedanının seslerinden bir ses verilmiştir, buyurduğu görülmektedir. Resûlullah'tan birçok hadîs de nakletmiş olan Ebu Mûsâ el Eş'arî'nİn 360 civarında rivayeti kaydedilmiştir. Bunlardan 50'sini Buharı ve Müslim ittifakla nakletmişler, 5'ini Buhârî münferiden, 15 ini de Müslim münferiden naklctmiştir. Safvân İbn Süleym'in ifadesiyle, Resûlullah zamanında Hz. Ömer ile, Hz. Ali Mu-âz ve Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den başka kimse fetva vermezmiş. Ashâbdan tefsir nakleden on kişi arasında bulunan Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin rivayetleri herkes tarafından kabul görmüştür.[16]
8- Abdullah İbn Zübeyr'Jn Tefsire Hizmeti
8- Abdullah İbn Zübeyr'Jn Tefsire Hizmeti Zübeyr İbn Avânı'ın oğlu olan Abdullah Medine'de doğan muhacirlerin ilk çocuğudur. Rivayete göre, yahûdîler; Medine'ye göç eden müslümanların hiç birinin-çocuğu olmayacak, çünkü biz onlara büyü yaptık, demişler ve Abdulah'ın doğuşu üzerine müslümanlar fazlasıyla sevinç duymuşlardı. Babası Zübeyr cennetle müjdelenen on kişiden birisidir. Annesi ise Hz. Ebu Bekir'in kızı Esmâ'dır. Hz. Âişe teyzesi idi. Abdullah tbn Zübeyr Abdullah İbn Sa'd ile beraber Afrika'nın fethine iştirak etmişti. Abdullah îbn Zübeyr Cemel vak'asına da katılmış ve daha sonra Yezîd'e bîat etmemesi üzerine Yezîd'in kumandanlarından Müslim tarafından Medine'de muhasara edilmiş ve Hz. Hüseyin'in şehîd edilmesi, daha sonra Yezîd'in ölmesi üzerine Mekke'de hilâfetini İlan etmiş. Hicaz ve çevresini buyruğu altına almıştı. Ancak Emevî hükümdarı, Abdülmelik'in emriyle zâlim Haccâc tarafından Mekke'de kuşatılmış ve hicrî 72 yılında adıgeçen Emevî kumandanı tarafından şehîd edilmiştir. Ashâbdan tefsîr rivayet eden on kişi arasında bulunmaktaydı.[17]
9- Ebu Hüreyre'nin Tefsire Hizmeti
9- Ebu Hüreyre'nin Tefsire Hizmeti Yemenli Süleym İbn Fehm kabilesine mensup olan Ebu Hüreyre hicretin yedinci yılında Hayber savaşı esnasında (629) Medîne'ye gelerek tslâmiyeti kabul etmiştir. Ebu Hüreyre künyesini kendisine bizzat Hz. Peygamber'in verdiği bildirilir. Hz. Ömer zamanında Bahreyn valiliğine ta'yîn edilmiş, ancak daha sonra bu görevden alınmıştı. Hicrî 57 veya 58 yılında (676- 678) 78 yaşında iken vefat etmiştir. Kabri Bakî'dedir. Ebu Hüreyre'nin 3500'ün üzerinde hadîs rivayet ettiği bildirilir. Ancak bu kadar hadîs rivayet etmesi çoğu zaman tenkîd edilmesine sebep olmuştur. Ne var ki Ebu Hüreyre Resûlullah devrinde Medine'de suffa ashabı arasında bulunarak kendini Resûlullah'ın buyruklarından istifâdeye hasretmişti. Onun tefsirle ilgili nakilleri pek fazla değildir. Ebu Hüreyre'nîn naklettiği hadîslerden 325'i Buharî ve Müslim tarafından ittifakla nakledilmiştir. Ayrıca Buhârî 93'ünü, Müslim de 190'ını münferiden kaydederler. Ebu Hüreyre bu çok hadîs rivayet edişi konusunda bizzat şöyle diyor: Resûlullah'a karın tokluğuna hizmet ederdim. Muhacirler ise çarşıda alış-veriş yaparlardı. Ansa* mallarıyla uğraşırlardı. Bir gün Hz. Peygamber, kim elbisesini yayarsa benden işiteceği şeyleri unutmaz diye buyurmuştu. Bunun üzerine ben elbisemi açıp yaydım. Resûlullah sözünü bitirince elbisemi toplayıp giyindim. Ondan sonra işittiğim hadîslerden hiçbirini unutmadım, (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, It 234). Onun bu konudaki merakı üzerine Resûluliah (s.a) kendisine şöyle hitâb etmiştir: EyEbu Hüreyre; sende ilme karşı gördüğüm hırstan dolayı senden evvel kimsenin bu hadîsi sormayacağını katiyetle biliyordum. • (îbn Sa'd, Tabakât, II, 364; nakleden Abdullah Aydemir, Tefsîrde îsrâiliyât, 55). Ebu Hureyre'nin fazla hadîs rivayet etmesine yapılan itirazlara bizzat kendisi şöyle cevap verir: Ebu Hüreyre çok hadîs rivayet ediyor, diyorsunuz. Allah'a yemin ederim ki; Allah'ın kitabı Kur'ân'da şu iki âyet olmasaydı bir tek hadîs rivayet etmezdim: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, kitâbta insanlara açıkça beyân ettikten sonra gizleyenlere; muhakkak ki onlara, Allah la'net eder ve la'net etmek sânından olanlar da la'net ederler. Ancak tevbe edenler, ıslâh edenler ve (gerçeği) söyleyenler müstesna. Ben, onların tevbelerini kabul ederim. Tevvab, Rahîm'im Ben. "(Bakara, 159-160) Muhacirler çarşıda ticâretle, Ansâr bağ ve bahçelerinde zirâatle uğraşırken Ebu Hüreyre karın tokluğuna Hz. Peygamber'e hizmet ediyor ve hadis topluyordu, başkalarının bilmediği şeye şâhid oluyordu. (Îbn Sâd, Tabakât, II, 362-363) Ancak Ebu Hüreyre'nin Abdullah Îbn Selâm ve Kâ'b el-Ahbâr gibi yahû-dîlikten dönen zevattan ders aldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Öyle ki Kâ'b el-Ahbâr, Tevrat'ı okuyamayanlar arasında Ebu Hüreyre kadar ona âşinâ olanı görmedim, demiştir. Hattâ bazı kaynaklar onu Kâ'b el-Ahbar'ın öğrencisi olarak ka- bul etmişlerdir. Ve bu sebeple Isrâiliyâti onun Kâ'b'den öğrenip islâmiyete soktuğu söylenmiştir.[18]
10- Abdullah İbn Amr tbn Âs'm Tefsire Hizmeti
10- Abdullah İbn Amr tbn Âs'm Tefsire Hizmeti Abdullah îbn Amr İbn Âs, babası Amr'dan önce müslüman oldu ve Abâdile diye zikredilen zevattan biridir. Kur'ân'ı çok okuduğu, İbâdete düşkün ve takva sahibi olduğu kaynaklarda zikredilir. Siffîn savaşına katıldığı ve silâh kullanmadığı zikredilir, ömrünün sonlarına doğru gözünü kaybeden Abdullah İbn Amr İbn Âs hicrî 65 senesinde 72 yaşında iken vefat etmiştir. Onun hadîs naklinde mahir bir zât olduğu bizzat Ebu Hüreyre tarafından nakledilir. Ebu Hüreyre der ki: Ashâb içinde benden daha fazla hadîs bilen yoktur. Yalnız Âs'ın oğlu Amr'ın oğlu müstesnadır, Çünkü o, yazardı ben ise yazmazdım. Kaynakların ifâdesine göre Abdullah tbn Amr İbn Âs Yermûk harbinde "Zemîletan" diye kaydedilen iki deve yükü ağırlığında ehl-İ kitaba dâir eserler ele geçirmişti. (Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, I, 42) Bu sebeple Abdullah İbn Amr'dan gelen rivayetler üzerinde titizlikle durulmuştur ve isrâiliyiyattan olma ihtimâli gözönünde bulundurulmuştur.[19]
11- Abdullah tbn Ömer'in Tefsire Hizmeti
11- Abdullah tbn Ömer'in Tefsire Hizmeti Abdullah İbn Ömer, Hz. Ömer'in büyük oğludur. Hicretten bir süre önce Zey-neb bint Maz'ûn'dan doğmuş olan Abdullah İbn Ömer, babası Hz. Ömer ile birlikte müslüman olmuştur. Medine'ye hicret etmiş olan Abdullah İbn Ömer, Hendek savaşı ve daha sonraki seferlere iştirak etmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde Arabistan'da başkaldıran kabilelere karşı yapılan sefere iştirak etmiş ve Nihâvend savaşına katılmıştır. Afrika fütuhatına da katılmış olan Abdullah İbn Ömer, Yezid devrinde Bizanslılara karşı yapılan savaşa da iştirak etmiştir. Hz. Ömer, yerine seçilmek üzere tavsiye ettiği kişiler arasında oğlunun bulunmamasını hâsseten arzu etmiş ve bu sebeple birçok kişi tarafından İstenmesine rağmen halîfe seçilmemiştir. Daha sonraki olaylarda tarafsız kalmaya çalışan Abdullah İbn Ömer takva ve güzel ahlakıyla herkes tarafından sevilmiştir. 73 yılında (693) hac yaptıktan sonra 84 yaşında iken vefât etmiştir. Çok müttakî olduğu ve fazlasıyla haccettiği bilinen Abdullah Ibn Ömer'in Allah yolunda infâkı seven bir zât olduğu da kaynaklarda belirtilir. Nitekim daha sonra Câbir îbn Abdullah şöyle diyecektir: Bizden dünya kendisine, kendisi de dünyaya meyletmemiş bulunan kimse yoktur. Ancak Hz. Ömer ile oğlu Abdullah müstesna. Mekke'de en son vefat eden sahâbînin Abdullah İbn Ömer olduğu ve ömrünün sonlarına döğrü gözünü kaybettiği bilinmektedir. Abdullah Ibn Ömer'in 2630 civarında ha'Üîs naklettiği görülmektedir. Bunlardan 170'i Buhârî ve Müslim'de mev-cûddur. 81'i yalnız Buhârî'de, 31'i de yalnız Müslim'de yer almaktadır.[20]
12- Câbir tbn Abdullah'ın Tefsire Hizmeti
12- Câbir tbn Abdullah'ın Tefsire Hizmeti Ansâr'dan olan Câbir Ibn Abdullah Islâmiyyeti ilk kabul eden Medineli'dir. Birinci Akabe'den önce Resûlullah ile buluşmuş ve müslüman olmuştu. Daha sonra yetmiş kişiyle birlikte ikinci Akabe bîatında hazır bulunmuştu. Resûlullah'ın bütün savaşlarına katılmış olan Câbir Ibn Abdullah hicrî 78 yılında Medîne'de 94 yaşında iken vefat etmiştir. Kendisinden başka iki kişi ashâbtan, beş kişi de tabiîn ve teba-i tabiînden aynı ismi taşımaktadır. Kendisinden 1540 civarında hadîs nakledilmiştir. Bunlardan 58 tanesi Buhârî ve Müslim'de 26'sı yalnız Buhârîde, 126'sı da yalnız Müslim'de zikredilmektedir. Tefsîrle ilgili fazla bir rivayeti görülmezse de bazı Kur'ân âyetlerini tefsir ettiği müşahade edilmektedir.[21]
13- Enes Ibn Mâlik'in Tefsire Hizmeti
13- Enes Ibn Mâlik'in Tefsire Hizmeti Ansâr'dan Hazrec kabîlesine mensûb olan Encs İbn Mâlik, Resûlullah'ın hicreti esnasında on yaşında bulunuyordu. Annesi tarafından Resûlullah'ın hizmetine verilmişti. Bedir savaşında hazır bulunmuşsa da harbe katılmamıştır. Vefat edinceye kadar Resûlullah'ın hizmetinde bulunmuş ve daha sonra çeşitli savaşlara iştirak etmişti. Abdullah îbn Zübeyr tarafından Basra'ya imâm tayın edilen Enes İbn Ma-lik'in Zâlim Haccâc'ın hakaretâmiz tavırlarına ma'ruz kaldığı kaynaklarca bilinmektedir. Basra'da 91 veya 93 yıllarında 97 yahut 107 yaşlarında vefat ettiği sanılmaktadır. Resûlullah'ın kendisi hakkında "Allahım, onun malını ve çocuklarını bereketli kıl, ömrünü uzun et ve günahını bağışla" buyurduğu dört şeyden üçünün tahakkuk ettiğini bildirir, artık hayattan usandım, şimdi dördüncüsü olan ilah? mağfireti ummaktayım, dermiş. Enes İbn Mâlik Basra'da vefat eden ashabın sonuncusudur. Resûlullah'ın özel hizmetinde bulunması nedeniyle Resûlullah'tan pek çok hadîs rivayet etmiştir. 2186 civarında hadîs naklettiği belirtilir. Bunlardan I68'i Buhârî ve Müslim'de, 83'ü yalnız Buhârî'de, 91'i de yalnız Müslim'de mev-cûddur. Tefsîrle ilgili olarak da birçok rivayetler nakletmiştir. Böylece seçkin ashâbtan tefsir nakleden zevatın bir kısmını kısaca görmüş bulunuyoruz. Şimdi sahabeden nakledilen bu rivayetlerin tefsîr ilmi bakımından değeri üzerinde kısaca duralım: Hâkim'in el-Müstedrek isimli eserinde belirttiğine göre vahye şâhid olmuş bulunan sahabenin tefsiri merfû rivayet hükmündedir ve sanki o, Resûlullah (s.a)'dan bu rivayeti nakletmiş gibidir. Ona göre Buhârî ve Müslim sahabenin tefsirini müsned hadîs olarak kabul etmişlerdir. Fakat İbn Salâh Nevevî ve diğer hadîs imamları mutlak mânâda merfû' veya müsned hadîs saymak yerine Esbâb-ı Nüzul ve re'yi gerektirmeyen konularda böyle sayılabileceğini bunun dışında kalan kanunlarda böyle sayılamayacağım belirtmişlerdir. Nitekim İbn Salâh Mu-kaddime'sinde der ki: "Sahabenin tefsirinin müsned hadîs olduğu konusunda söylenenlere gelince; bu, ancak sahabenin haber verdiği bir âyetin nüzul sebebiyle veya hakkında görüş beyân edilemeyen ancak Hz. Peygamber'den alınabilen benzer tefsirlerle alâkalıdır. Câbir (r.a)'in dediği gibi: Yahudiler, karısıyla arka tarafından (cinsel organından) temas eden kişinin çocuğu şaşı olur demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Sizin hanımlarınız sizin için ekindir..." (Bakara, 223) âyeti nazil olmuştur." (Zehebî, et-Tefsîr,ve'l-Müfessirûn, I, 94) Sahabenin Resûlullah'ın sözüne ilâve bir şey taşımayan tefsirlerine gelince, bunlar mevkuf rivayet sayılmıştır. Şu halde sahabenin tefsiri merfû' hadîs hükmündedir. Ancak bu tefsirler yalnızca hakkında görüş beyân edilemeyen ve nüzul sebebiyle ilgili açıklamalara münhasırdır. Hakkında görüş beyân edilebilen konulara gelince Resûlullah'a isnâd edilmediği sürece mevkuf sayılır. Binâenaleyh, tefsîr ilmi bakımından merfû' olduğu kabul edilen bir rivayetin reddi ittifak ile caiz değildir, aksine müfessir onu almak ve hiçbir şekilde ondan vazgeçmemek zorundadır. Ama mevkuf rivayetlerin hükmü değişiktir. Hadîs bilginlerinden büyük bir kısmı sahabeden nakledilen mevkuf rivayetlerin alınmaması gerektiği kanâatındadırlar. Çünkü sahabe bunu peygambere kadar yükseltemediğine göre, bu konuda ictihâd etmiş sayılır. Müctehidin de hatâ veya isabet ettirmesi mümkündür. Sahabenin içtihadı da diğer müctehidlerin içtihadı gibidir. Bir başka gruba göre sahabenin içtihadına müracaat edilmesi vaciptir. Çünkü onlar her ne kadar kendi görüşlerine göre tefsîr etmişlerse de Allah'ın kitabını en iyi bilen ve Peygamber ile yakın arkadaşlık eden kimseler olmaları nedeniyle onların görüşleri en doğrudur. Nitekim İbn Kesîr bu tefsîrin Önsözünde şöyle demektedir: "Biz, Kur'ân'da ve sünnette bir âyetin tefsirini bulamazsak, o zaman sahabenin sözüne, müracaat ederiz. Çünkü onlar özel durumları ve karîneleri gördükleri için bunu en iyi bilenlerdir. Ayrıca onlar tâ m bir anlayış, sağlam bir bilgi ve amelde sebat sahibi idiler. Bilhassa içlerinden bilgin olanlar, Hulefâ-i Râşidîn ve Abdullah İbn Mes'ûd gibi ashabın önde gelenleri hem kendileri hidâyete ermişler, hem de başkalarını hidâyete erdirmişlerdi. Allah onların cümlesinden razı olsun. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, U, 5) Ashâb devri tefsirlerinin genel karakterine baktığımızda; bunların tâm anlamıyla bir Kur'ân tefsîri olmadıkları ancak Kur'ân'dan bazı âyetlerin tefsiri oldukları görülmektedir. Ayrıca Kur'ân'ın anlaşılması konusunda ashabın farklı anlayışlara sa- hib olmadıkları, bu sebeple daha çok mücmel tefsirlerle yetindikleri görülmektedir. Kelimelerin anlamlarını açıklarken de lügat mânâlarını izah etmenin ötesinde ancak nüzul sebepleriyle ilgili bilgiler aktarmaktadırlar. Fıkhı ve îtikâdî konulara fazla temas etmemektedirler. Çünkü bu konularda henüz önemli ihtilâflar mevcûd değildir. Genellikle bu dönemdeki tefsirler âyetlerle ilgili hadîslerin rivayet edilmesi şeklindedir. Çünkü henüz münferid kur'an tefsirleri tedvîn edilmiş değildir.[22]
VI. TABİÎN DÖNEMİNDE TEFSÎR FAALİYETİ
VI. TABİÎN DÖNEMİNDE TEFSÎR FAALİYETİ Bilindiği gibi, Peygamber'e en yakın kaynak durumunda olan Sahâbe-i Güzin'in tefsiri re'yden çok rivayete istinâd eder. Ashabın birer birer hayat sahnesinden çekilmesini müteâkıb rivayet tefsirinin ve dolayısıyla Kur'ân anlayışının önemli devrelerinden biri son bulmuş ve yeni bir devir başlamıştı. Tabiîn devri denilen bu dönemde İslâm toplum ve düşünce yapısı büyük istihaleler geçirmiş ve yeni bir şekle bürünmüştü. Hz. Peygamber devrinde Yarımada hudûdlarım zorlayan İslâmiyet, sahabe devrinde o günkü dünyanın yaklaşık üçte ikisine yakın bir bölgeye yayılmıştı, tslâmiyetin yayıldığı bu bölgeler antik kültürlerin yeşerip geliştiği ve tarihte önemli medeniyetlerin kurulup boy saldığı topraklardı. Ya silâh zoruyla veya gönülden inanarak İslâm hâkimiyetine teslîm olan bu topraklardaki insanlar, yavaş yavaş kendilerini İslâm'ı anlamak ve öğrenmek için zorlamaya başladılar. Ancak bu insanlar, bu dinin emirlerini kendi ana dilleriyle öğrenebiliyor değildiler ve henüz islâm'ın ana kaynağı olan Kur'ân bu dillere tercüme edilme aşamasına gelmemişti. Kaldı ki müslümanlar fethettikleri toprakların halkının diliyle onlara hitâb edeceklerine, onları kendi dillerine çekmeye çalışıyor ve böylece o toprakların İnsanlarının âşinâ oldukları antik kültürlerle bağlantılarını koparmaya çalışıyorlardı. Bu insanlar da yeni davetin kendilerince son derece yeni olan kavramlarını ve bu kavramların oluşturduğu temel prensiplerini öğrenmeye gayret ediyorlardı. Bu sebeple cmcvîlcr devrinde kendilerine Mevâlî (köleler) adı verilen Arap asıllı olmayan müslümanlar, İslâmî ilimleri öğrenme merakıyla yeni bir akımı başlattılar. Arap diliyle konuşan insanların İslâmî konuları kavramaları için Kur'ân'ın getirdiği yeni kavramların dışında büyük bir çabaya ihtiyâçları yoktu. Ama arap olmayan müslümanlar bu yeni dinin muhtevasını kavrayabilmek için Öncelikle arapça öğrenmek ve bununla da yetinmeyip sahabeden ya da onlarla tanışan insanlardan duydukları muhtelif rivayetleri derleyip toparlayarak buradan İslâm'ı daha sahîh ve aslî şekline uygun olarak anlama yollarını aradılar. Yeni gelen dinin yeni olan mesajının bu kitlelere ulaştırılmasında Ashâb, yanına almış olduğu kölesiyle ulaştırmaya çalışıyordu. Bu sebeple sahabe- nin her birinin yanında bir köle bulunuyor ve köle de sahibinin ilgi alanına göre ihtisaslaşmaya çalışıyordu. Sözgelimi tabiîn döneminde tefsirde temayüz edecek olan tkrime Abdullah tbn Abbâs'ın, Ebu Zübeyr Muhammed tbn Hâkim İbn Hizam'in, Atâ İbn Ebu Rebâh Fihr oğullarının, Saîd İbn Cübeyr Valibe oğullarının, Hasan İbn Yessâr Zeyd İbn Sâbit'in mevlâsı idiler. Dört Abdullahlar (Abâdile) diye bilinen Abdullah İbn Abbâs, Abdullah tbn Zübeyr, Abdullah İbn Amr tbn Âs, Abdullah tbn Ömer'in vefatından sonra Mekke'nin fakîhi olarak bilinen Atâ tbn ebu Rebâh, Yemen'in fakîhi olarak bilinen Tâvûs, Yemâme'nin fakîhi olarak bilinen Yahya İbn Kesîr, Basra'nın fakîhi olarak bilinen Hasan el-Basrî, Kûfc'nin fakîhi olarak bilinen İbrâhîm en-Nehaî, Şam'ın fakîhi olarak bilinen Mekhûl ve Horasan'ın fakîhi olarak bilinen Ata el-Horasânî hep birer mevâli idiler. (Yâkût, Mu'cem'ül-Buldân, II, 354) Mevâlîden olan bu zevat Allah'ın kitabını anlamaya çalışırken doğrudan doğruya Allah'ın kitabından ve sahabinin gerek Hz. Peygamberden nakletmiş olduğu ve gerekse kendi şahsî ictîhâdlanyla çıkarmış olduğu görüşlere istinâd ediyorlardı. Bunların yanı sıra Ehl-i Kitabın kitâblarında Kur'ân'da anlatılan konularla ilgili bilgilere başvuruyor ve en sonunda da kendi görüş ve ictihâdlarına göre anlayıp yorumlamaya çalışıyorlardı. Sahabe devrinde rivayetler ön planda görülürken tabiîn devrinde daha çok re'y ile tefsîr hareketi karşımıza çıkmaktadır. Kur'ân'ı kendi görüşleriyle tefsîr eden bu zevat aynı zamanda kendi düşünce dünyalarım oluşturan eski kültürlerinden de birtakım fikirler katıştırmaya çalışıyorlardı. Ancak Kur'ân'-ın re'y ile tefsîr edilip edilmeyeceği tartışması üzerine tabiîn Kur'ân âyetlerinden ve Resûlullah'ın hadîslerinden istifâde ile re'y ile tefsirin lüzumunu ortaya koymaya çalışıyordu. "Onlar Kur'ân'dan mânâlar taleb ediyorlar, eğer onu Kur'ân'da bulamazlarsa Sünnet'e müracaat ediyorlar veyahut da sebeb-i nüzuPa şâhid olan sahabeye soruyorlardı. Eğer taleb ettikleri mânâyı Kur'ân'da, Sünnette ve sahabede bulamıyorlarsa o zaman müfred lafızların peygamber zamanındaki isti'mâli nazar-ı dikkate alınarak lügat, iştikak ve sarfa müracaat ediliyordu. Bunlardan başka ter-kîblerin i'râbı, belagatı, hakîkî mânânın mecaz üzerine tahmîli, kelâmın siyakı, yapılan re'y ile tefsîrin içtimaiyat, tarih ve kâinat kânunlarına mutabakatı, yapılan izah tarzının Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerine uygunluğunu göz önünde bulunduruyorlardı." (İsmail Cerrahoğlu, Kur'ân Tefsîrinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, 109) Tabiîn devri müfessirleri zaman zaman Kur'ân'daki âyetleri kendi devirlerinde-ki hâdiselere intibak ettirebilmek için peygamberin bu devirde cereyan edecek olayları önceden haber vermiş olduğunu isbât edebilmek için âyetlerden dayanaklar bulmaya çalışıyorlardı. Sözgelimi Sa'd ibnEbu Vakkâsınoğlu Mus'ab, Kehf süresindeki: "Size amelleri bakımından en çok kayıpta olanları haber vereyim mi?" (Kehf, 103) âyetinin Harûriye vak'asına katılanlar hakkında nazil olup olmadığını babasına sorduğunda, babası Sa'd İbn ebu Vakkas bu âyetin Yahûdî ve Hıristiyanlar hakkında nazil olduğunu ancak: "Allah'a verdikleri sözü daha sonra bozanlar..." (Bakara, 27) âyetinin Harûriye vak'asına İştirak edenlerle ilgili bulunduğunu bildiriyordu. Bir diğer olay da Muhammed İbn Sîrîn'İn: "O'dur öldürüp dirilten. Bir konuda karar verdi mi ona sadece ol der, o da oluverir." (Mü'min, 68) âyetinin kaderciler hakkında nazil olduğunu belirten rivayetidir. Taberî'nin ifâdesine göre; o; bu âyet eğer kaderiyye hakkında nazil olmamışsa kimin hakkında nazil olduğunu bilmiyorum, demiştir. (Taberî, Tefsîr, XXIV, 49). Bundan sonra gittikçe Kur'ân'ın anlaşılmasında zorluklar başgösterecek ve siyâsî, sosyal olaylara paralel olarak Kur'ân'ın tefsîrinde değişik usûller denenecektir. Bir önceki bölümde isimlerini zikrettiğimiz ashabın tefsîr bilginlerinden her birisi; bulundukları yerlerde Kur'ân'ın anlaşılması için gayret sarfetmiş ve bunların etrafında Kur'ân tedrisâtıyla uğraşan bir halka teşekkül etmişti. İşte bu halkalardan bîr kısmı şöhret bularak tefsîr ekolleri haline dönüşmüştür. Tabiîn devrinde biri Mekke'de, diğeri Medîne'de ve üçüncüsü de Irak'ta olmak üzere Üç büyük tefsîr mektebi teşekkül etmişti. Mücâhid, Atâ İbn Ebu Rebâh, İbn Abbâs'ın kölesi İkri-me, Saîd İbn Cübeyr, Yemenli Tâvûs İbn Keysân gibi Mekke'de yaşayan bilginler, Abdullah İbn Abbâs'ın tefsîr halkasından feyz alıp Kur'ân'a hizmet veren tabiînden idiler. Medine'de ise Zeyd İbn Eşlem, Ebu'I-Âliye, Muhammed İbn Kâb el-Kurazî gibi tabiînin önde gelen isimleri de ashâbdan Übeyy tbn Kâ'b'ın tefsîr halkasından feyz alıp yetişmiş ünlü kişilerdir. Küfe ve civarının oluşturduğu Irak tefsîr ekolünün mümessilleri de Abdullah İbn Mes'ûd'un tefsîr halkasından feyz almış bulunan Alkarna İbn Kays, Mesrûk, Esved İbn Yezîd, Mürre el-Hamcdânî, Âmir eş-Şa'bî, Hasan el-Basrî, Katâde İbn Düâme gibi ünlü tabiîn devri tefsîr bilginleriydi. Şimdi bu dönemdeki tefsîr ekollerini ve bu ekollere mensûb başlıca zevatı tanımaya çalışalım:[23]
I- Mekke Tefsîr Ekolü:
I- Mekke Tefsîr Ekolü: Daha önce de belirttiğimiz gibi, Abdullah İbn Abbâs Mekke'de ders halkası açarak ashaba ve tabiîne Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini tefsîr ediyordu. Onun vefatından sonra öğrencileri Abdullah İbn Abbâs'ın tefsîr metodunu benimseyerek aynı doğrultuda çalışmalar yapmışlardır. Bu öğrenciler arasında tabiînin önde gelen isimlerinden Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, Abdullah İbn Abbâs'ın kölesi lkrime, Yemenli Tâvûs İbn Keysân ve Atâ İbn Ebu Rebâh gibi zevatın yanısıra daha başka birçok kişi bulunuyordu. Bunlar çoğunlukla köleler idiler. Senedleri Abdullah İbn Abbâs'a dayanan bu zevatın rivayetleri üzerinde çok söz edilmiştir. Şimdi bunlardan her biri hakkında ayrıntılı bilgi vermeye çalışalım:[24]
1- Saîd İbn Cübeyr (öl. 95/713)
1- Saîd İbn Cübeyr (öl. 95/713) Ebu Muhammed veya diğer oğlunun adıyla Ebu Abdullah Saîd İbn Cübeyr İbn Hişâm el-Esedî, aslen Habeşli olup 45 yılı civarında doğmuştur. Siyâhî olan Saîd tbn Cübeyr'in hayatının detayları hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak onun Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Ömer gibi sahabelerden ders aldığı bilinmektedir. Nitekim daha sonra Abdullah İbn Abbâs ona; hadîs naklet, dediğinde o: Sen burada iken ben nasıl hadîs naklederim, demiş. Abdullah İbn Abbâs da şöyle karşılık vermiştir: Ben, senin yanındayken hadîs nakletmen Allah'ın senin üzerindeki nimetlerinden bir nimet değil midir? Eğer isabet ettirirsen bu, sana aittir. Eğer yamlırsan ben sana doğruyu öğretirim. (İbn Hallikân, Vefâyât'UlA'yân, II, 371) Saîd tbn Cübeyr hadîste, fıkıhta ve tefsirde tabiînin önde gelenlerinden bir kişi olarak Abdullah tbn Abbâs'tan hem kırâet ilmini Öğrenmiş, hem de tefsîr dinlemiştir. Saîd tbn Cübeyr sahabeden sabit olan bütün kırâetteri derleyerek bunu namaz esnasında da okumuştur. Nitekim tsmâîl İbn Abdülmelik der ki: Saîd tbn Cübeyr, Ramazân ayında bize imamlık yapıyordu ve bir gece Abdullah İbn Mes'ûdun kırâetine göre, bir gece Zeyd İbn Sabitin kırâetine göre, bir gece de başka bir kırâete göre okuyor ve böylece devam edip gidiyordu. (İbn Hallikân, A.g.e., I, 371) Onun bu muhtelif kırâetlere göre Kur'ân okuması, elbetteki tefsirde derinliğine bilgi sahibi olmasına neden oluyordu. Ancak kendisi tefsîr yapmaktan sakınır ve Kur'ân'ı kendi görüşüyle açıklamaktan çekinirdi. Nitekim bîr kişi Saîd tbn Cübeyr'den Kur'- ân'in tefsirini yazmasını İstediğinde, Saîd tbn Cübeyr kızarak; bir yanımın parçalanıp düşmesi benim için bundan daha sevimlidir, diye karşılık vermiştir. Başlangıçta Abdullah tbn Ütbe îbn Mes'ûd'un kâtibi olan Saîd İbn Cübeyr, sonra Ebu Bürde tbn Ebu Mûsâ el-Eşarî'nin kâtibi olmuştur. Abdullah İbn Abbâs onun bilgisine fazlasıyla güvenir ve kendisine sorulan bazı sorulan, ona gönderirdi. Hattâ Saîd İbn Cübeyr'in Kûfe'de bulunduğu sıralarda Mekke'ye gelip Abdullah İbn Abfiâs'a suâl tevcîh edenlere o, Saîd İbn Cübeyr'i kastederek: Kara ananın oğlu sizin yanınızda değil mi? dermiş. Hadîs bilginleri Saîd İbn Cübeyr'i güvenilir bir râvî olarak zikrederler. Ebu'IKâsım et-Taberî onun sika, hüccet ve müslümanlara imâm bir râvî olduğunu zikreder. İbn Hibbân da onu sika râvîler arasında zikreder. (Zehcbî, ct-Tefsîr ve'1- Müfessirûn), I, 102-103) Husayf onun için şöyle der: Tabiînin boşanma konularını en İyi bileni Saîd tbn Müseyyeb, haccı en iyi bileni Atâ, helâl ve haramı en İyi bilenin Tâvûs, tefsîri en iyi bileni Ebu'l-Haccâc Mücâhid idi. Bütün bu konulardan hepsini birlikte dedi toplu olarak en iyi bileni de Saîd İbn Cübeyr idi. (İbn Hallîkân, A.g.e., II, 372) Katâde de onun tabiîn arasında tefsîri en iyi bilen kişi olduğunu söyler. Amr İbn Meymûn babasından şöyle dediğini nakleder: Saîd tbn Cübeyr öldüğünde, yeryüzünde bulunan herkes onun ilmine muhtaç idi. (Zehebî, A.g.e., I, 103) Saîd İbn Cübeyr yalnız tefsîr ve hadîs rivâyetiyle ve diğer bilimlerdeki engin bilgisiyle değil aynı zamanda celâdet dolu şahsiyeti ile de tabiîn arasında mümtaz bir şahsiyetti. Özellikle bu şahsiyeti onun kahramanca son bulan hayatında dikkatleri çekmektedir. Meşhur Emevî kumandanı Zâlim Haccâc, Abdurrahmân İbn Eş'as'ı Türkistan seferine gönderdiğinde Saîd tbn Cübeyr de onun yanında bulunuyordu. Sonra bu azgın kumandana karşı çıkan Abdurrahmân İbn Eş'as, mağlûb olmuştu. Ordusu içerisinde yer alan Saîd'ibn Cübeyr de bu yenilgi üzerine Isfanân taraflarına kaçmış ve Azerbaycan'a gitmişti. Daha sonra Ömer tbn Abdülazîz'İn vâlîliği esnasında gizlice Mekke'ye dönmüş ve burada yaşamaya başlamıştı. Ne var ki Hâlid İbn Abdullah elKasrî'nin Mekke'ye vâlî olması üzerine Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, Talha ve Übeyd ile birlikte tutuklanarak Haccâc'ın eyâletine gönderilmişti. Bu ünlü zevattan Mücâhid, Haccâc'in ölümüne kadar tutuklu kalmış, Talha yolda vefat etmiş, Saîd İbn Cübeyr ise Kûfe'ye götürülerek önce göz hapsinde tutulmuş daha sonra da Haccâc'in emriyle öldürülmüştür. Klasik İslâm kaynaklarında bu ölüm sahnesi canlı olarak aktarılmış ve o dönem bilginlerinin azgın yöneticilere karşı nasıl bir tavır takındıklarını gözler önüne seren belge olarak günümüze ulaşmıştır. İbn Hallikân'-ın nakline göre; öldürülmezden önce Saîd tbn Cübeyr ile zâlim Haccâc arasında şöyle bir tartışma geçer: "Haccâc; adın nedir? dedi. O; Saîd İbn Cübeyr, dedi. Haccâc dedi ki: Hayır, sen Cübeyr'in oğlu Saîd değil, aksine Hüseyin'in oğlu şakisin. O; hayır, aksine annem benim adımı senden daha iyi bilirdi, demişti. Haccâc; annen de şakî idi sen de şakîsin. demişti. Abdullah İbn Cübeyr: Gaybı senden başkası daha iyi bilir, dedi. Haccâc; ben seni alevli ateşe atarak dünyanı değiştireceğim, demiş, Saîd İbn Cübeyr; eğer bunun senin elinde olduğunu bilseydim elbette seni tanrı edinirdim, demişti. Haccâc; ona hitaben; Muhammed (aleyhisselâm) hakkında ne dersin? demiş, o da; rahmet peygamberi ye hidâyet önderi, demiş. Haccâc; Ali hakkında ne dersin? O, cennette mi yoksa cehennemde mi? demiş. Saîd İbn Cübeyr de; Eğer ben cennete girmiş ve orada bulunanları tanımış olsaydım cennetlikleri tanırdım, diye karşılık vermiş. Haccâc halîfeler hakkında ne dersin? dediğinde, Saîd; ben onlarla görevli değilim demiş. Haccâc; onlardan hangisi daha çok senin hoşuna gidiyor? deyince, Saîd; yaratanımı en çok hoşnüd eden demiş Haccâc yaratanı hangisi daha çok hoşnûd etmiştir? dediğinde Saîd; onun bilgisi benim ve onların gizlilerini de, açıklarını bilenin katındadır, demiş. Haccâc beni doğrulamanı istiyorum, 'dediğinde o; seni sevmezsem de seni yalanlamam, karşılığını vermiş. Haccâc; neden gülmüyorsun? dediğinde o; çamurdan yaratılmış bir yaratık nasıl gülebilir? Çamuru ateş yer, demiş. Biz gülüyoruz o zaman bizim hakkımızda ne düşünüyorsun? dediğinde o; gönüller eşit olmaz, demiş. Sonra Haccâc inci, yâkût ve zeberced getirip onun önüne yığmış. Saîd İbn Cu-beyr demiş ki: Eğer bunları kıyamet gününün dehşetinden korunmak üzere topla-mışsan iyidir, aksi takdîrde bir çığlıkla her emzikli kadın emzirdiğini düşürüverir. Güzel ve arınmış olmadıkça dünya için toplanan bir şeyde hayır yoktur, demiş. Sonra Haccâc ud ve nay istemiş, ud çalınıp nay üflenince Saîd Ibn Cübeyr ağlamaya başlamış. Haccâc; neden ağlarsın? bu bir oyun, dediğinde, Saîd tbn Cübeyr demiş ki: Bu bir hüzündür. Üfürülen nay bana büyük bir günü, sûr'a üfürüldüğü günü hatırlattı. Ud ise haksız olarak koparılmış bir ağaçtır. Yaya gelince, bu kıyamet günü birlikte dönderilecek olan hayvanların (bağırsağından) yapılmıştır. Haccâc ona; Vay sana ey-Saîd! dediğinde o; cehennemden kurtarılıp cennete girdirilene vay değil, karşılığını vermiş. Haccâc ona; ey Saîd, hangi ölümle seni öldürmem gerektiğini bana söyle, demiş, o da; kendin seç, ey Haccâc Allah'a andolsun ki sen, beni nasıl bir ölümle öldürürsen muhakkak Allah da âhirette seni aynı ölümle Öldürür, demiş. Haccâc; seni bağışlamamı ister miydin? dediğinde, Saîd İbn Cübeyr; bağışlama ancak Allah'tandır, sana gelince sen ne kurtulabilirsin, ne de özrün kabul edilir, demiş. Haccâc: Götürün onu öldürün, demiş ve Saîd İbn Cübeyr Haccâc'ın yanından çıkarken gülmüş. Güldüğü Haccâc'a bildirilince, Haccâc onu geri çağırtıp; neden güldün? demiş. Saîd İbn Cübeyr de demiş ki: Senin Allah'a karşı cür'etkâr tavrına ve Allah'ın da sana karşı olan hilmine hayret ettim. Haccâc onu zorlayarak yatırılmasını istemiş ve; öldürün, demiş. Saîd İbn Cübeyr ise "Doğrusu ben yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olana hanîf olarak çevirdim ve ben müşriklerden değilim." (En'-âm, 79) âyetini okumuş. Haccâc; onu kıbleden başka bir yöne çevirin, dediğinde Saîd İbn Cübeyr: "Nereye döndürürseniz orası Allah'ın vechidir." (Bakara, 115) âyetini okumuş. Haccâc; onu yüzü üstü yatırın, dediğinde, Saîd İbn Cübeyr: "Sizi ondan yarattık ve oraya döndüreceğiz. Sonra da bir başka kez oradan çıkaracağız." (Tâ-Hâ, 55) âyetini okumuş. Haccâc; onu Öldürün dediğinde Saîd İbn Cübeyr: "Ben, şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, O bir tektir, ortağı yoktur. Muham-med Allah'ın kulu ve Resulüdür. Kıyamet günü sana ulaşıncaya kadar bu şahadetimi al ve kabület. Sonra duâ ederek; Allahım, benden sonra onu başkasının üzerine musallat edip onları Öldürmesine fırsat verme, demiştir. Rivayete göre bu hâdise 95 yılı Şa'bân'ında veya 94 yılı Şa'bân'ında Vâsıfta cereyan etmiştir. 49 yaşında iken şehîd edilmiş bulunan Saîd İbn Cübeyr Vâsıt kabristanına defnedilmiştir. (İbn Hal-likân, Vefeyât'ül-A'yân, II, 371-373) Saîd İbn Cübeyr'in öldürülmesinden altı ay veya bir yıl sonra da zâlim Haccâc Ölmüştür. Saîd İbn Cübeyr'in duasında belirttiği gibi Haccâc ondan sonra hiçbir kimseyi öldürememiştir. Hasan elBasrî'ye, Haccâc'ın Saîd İbn Cübeyr'i öldürdüğü haber verilince şöyle demiş: Allahım Sakîf kavminin fâsıkmı mahvet. Allah'a andolsun ki; Doğudan Batıya kadar kim onun (Saîd tbn CUbeyr) ölümüne ortaklık ederse Allah onların hepsini muhakkak cehenneme yuvarlar. Rivayet ki; Haccâc öleceği zaman geceleri gözüne uyku girmiyor ve uykuya dalar dalmaz ayılıp; ne oluyor şu Cübeyr oğlu Saîd'e? diyormuş. Hastalığı esnasında gözünü yumduğu zaman Saîd İbn Cübeyr'i elbisesini toplayarak gözönünün önünde canlanmış görüyor ve Saîd ona; ey Allah'ın düşmanı, niye beni öldürdün? diyormuş. Bunun üzerine haccâc heyecanla uyanarak; benim saîd ile hâlim ne olacak? diyormuş. (Ibn Hallikân, A.g.e., II, 374; Ayrıca Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tef-sîr Tarihi, I, 268-269) Saîd İbn Cübeyr Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Câ-bir, Abdullah İbn Zübeyr ve daha pek çok sahabeden tefsir rivayet etmiştir. Atâ tbn Dînar Saîd İbn Cübeyr'in tefsirini nakletmiş, Dahhâk de onun vasıtasıyla İbn Abbâs'tan rivayetler nakletmiştir. Süfyan es-Sevrî der ki: Tefsîr ilmini dört kişiden Öğreniniz. Bunlar: Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, İkrime ve Dahhâk'tir. İbn Kesîr merhum Saîd Ibn Cübeyr'den pekçok rivayet nakletmiştir. Bunun için indekste zikredilen yerlere bakılabilir.[25]
2- Mücâhid tbn Cebr (öl. 104/722)
2- Mücâhid tbn Cebr (öl. 104/722) Ebu'l Haccâc Mücâhid İbn Cebr. Mekke'nin bu ünlü kırâet imâmı, Ömer İbn Hattâb'ın hilâfeti sırasında ve hicri 21 yılında doğmuş, aynı şehirde 104 yılında ve 83 yaşında iken secdede hakkın rahmetine kavuşmuştur. Abdullah İbn Saîd el-Mahzûmî'nin âzâdlı kölesi olan Mücâhid İbn Cebr Abdullah Ibn Abbâs'ın en az rivayet nakl eden öğrencilerinden ve en güvenilir râvîlerdcndir. Bu sebeple İmâm Şafiî ve Buhârî Mücâhid'in tefsirinden birçok rivayetler nakletmişlerdir. Hattâ İbn Meymûn'un ifâdesine göre, Mücâhid; Kur'ân'ı otuz kez Abdullah İbn Abbâs'ın önünde okudum, demiştir. Ve yine bir başka rivayete göre Mücâhid İbn Cebr şöyle demiştir: Kur'ânı üç kez Abdullah İbn Abbâs'ın huzurunda okudum. Her âyetin üzerinde duruyordum ve bu âyetin niçin ve nasıl indiğini ona soruyordum. İbn Ebu Müleyke de Mücâhid'in beraberinde yazı araçları bulunarak Abdullah İbn Abbâs'tan Kur1 ân tefsirini sorduğunu ve Abdullah İbn Abbâs'ın da ona; yaz, dediğini nakleder. (İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usal-it-Tefsîr, 28) Katâde der ki: Tabiînden tefsiri en çok bileni Mücâhiddi. İbn Sa'd ise onun güvenilir bir râvî, fakîh, âlim ve çok hadîs nakleden birisi olduğunu bildirir. İbn Hibbân da onun fakîh, zâhid, âbid ve i'tinâlı birisi olduğunu zikreder. (Zehebî, etTefsîr ve'1-Müfessirun, 1, 104-105) İbn Cerîr Taberî'nin Süfyân es-Sevrî'den nakline göre, Süfyân şöyle demiştir: Sana Mücâhid'den bir tefsîr gelirse bu, senin için yeterlidir. (İbn Cerîr Taberî, Tefsîr, I, 30) Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl'de Mücâhid İbn Cebr'in tercüme-i halini verdikten sonra der ki: Bütün ümmet Mücâhid'in imamlığı konusunda icmâ' etmiştir. Kütüb-U Sitte müellifleri ondan hadîs nakletmişlerdir. (Zehebî, Mîzân'ül-I'tidâl, III, 9) Mücâhid'in rivayetlerinde sağlam olmakla beraber ehl-i kitâbtan bazı haberleri tefsîre girdirdiği ve bu sebeple onun tefsirinden yabancı menşe'ler bulunduğu bazı tefsir bilginleri tarafından belirtilir. Ne var ki Mücâhid ve üstadı Abdullah İbn Abbâs gibi bu konuda dinin esâsını alâkadar eden mes'elelerde fazlasıyla titiz davranmıştır. Rivayete göre, ilk tefsîr kitabı Mücâhid'c aittir. Bu eser Kasım İbn Ebu Bezze tarafından imlâ suretiyle meydâna getirilmiştir. Gerek İbn Ebu Necîh, gerekse lbn Cerîr Taberî gibi Mücâhid'den tefsîr nakleden müfessirler de yine onu lbn Ebu Bez-ze kanalıyla rivayet etmişlerdir. Mücâhid, bazı âyetleri kendi re'yiyle tefsîr etmiştir. Özellikle onun yahüdîler-den aşağılık maymun lıaline dönüştürülenlerle ilgili Bakara süresindeki 65. âyetin tefsirinde nakledilen şu rivayet tartışılagelmiştir. Bu konuda lbn Kesîr şöyle demektedir: "Aşağılık maymunlar olun dedik." (Bakara, 65) lbn Ebu Hatim der ki: Bana babam, Mücâhid'in bu âyet-i kerîme konusunda şöyle dediğini nakletti: Onların kalb-leri maymun haline çevrildi, yoksa kendileri maymunlaşmadüar. Bu, sadece Allah'ın verdiği bir misâldir. Tıpkı "Kitap yüklü merkebin misâli gibi..." Bu rivayeti İbn Çerîr Taberî Mücâhid'den... Müsennâ kanalıyla nakleder. Mücâhid'den nakledilen bu sened sağlamdır. Ancak burada ve diğer yerdeki âyetlerin zahirine aykırı düştüğü için garîb bîr kavildir... Ben derim ki: Bu imamların bu nakilleri serdetmelerinin maksadı; Mücâhid merhumun: Onların maymun şekline döndürül meleri gerçek olarak değil, manevîdir, demesine karşı bir fikir beyân etmek içindir. Doğrusu onların maymun şekline döndürülüşleri hem şekil bakımından, hem de mâ'nevî idi. Doğruyu en iyi Allah bilir." (lbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri; II, 367-371) Her-ne kadar Mücâhid kendi re'yiyle tefsîr nakletmiş ve bu konuda bazan tenkid edilmişse de şüphesiz ki bütün tefsîr erbabı onu dinde imâm saymıştır.[26]
3- Kerime, (öl. 105/780)
3- Kerime, (öl. 105/780) Abdullah lbn Abbâs'ın kölesi olan Ebu Abdullah İkrime Berberi asıllı ve Kuzey Afrikalıdır. Abdullah lbn Abbâs, Hz. Ali tarafından Basra'ya vâlî tayîn edildiğinde, kendisine hediye edilmiştir. Abdullah lbn Abbâs ona Kur'ân ve sünneti öğretmeye çalışmış ve kendisine Arap ismi takmıştır. İkrime, Abdullah lbn Abbâs, Abdullah lbn Ömer, Abdullah lbn Amr lbn Âs, Ebu Hüreyre, Ebu Saîd el-Hudrî, Hasan lbn Ali ve Hz. Âişe'den hadîs nakletmiştir. İkrime Mek-keli fakîhlerin ünlülerinden birisi olup diyar diyar dolaşırdı. Nitekim Saîd tbn Cü-beyr'e; senden daha bilgin birini tanıyor musun? denildiğinde, o; ikrime, demiştir. Kaynakların rivayetine göre Abdullah lbn Abbâs Öldüğünde İkrime'yi âzâd etmiş değildi. Oğlu Ali lbn Abdullah ikrime'yi Hâlid lbn Yezîd'e dört bin dînâra satmıştı. Bunun üzerine İkrime efendisi Ali'ye gelerek; neden babanın bilgisini dört bin dînâra sattın? demiştir. İkrime 105 yılında (723) seksen yaşlarında iken Medî-ne'de vefat etmiştir, (lbn Hallikân, Vefayât'ül A'yân, III, 265-266) Bilginlerden bir kısmı İkrime'yi güvenilir bir râvi olarak kabul ederken, bir kısmı da ona güvenmez ve kendisinden rivayet nakletmezler. Rivayet nakletmeyenler Ik-rime'nin Kur'ân'daki herşeyi bildiği iddiasında bulunduğunu ve hattâ efendisi Abdullah lbn Abbâs'a pek çok yalan rivayetler isnâd ettiğini söylerler. Nitekim Abdullah lbn Haris der ki: Ben, Abdullah lbn Abbâs'ın oğlu Ali'nin yanına vardığımda İkrime hela kapısının yanında bağlı bulunuyordu. Ben; siz kölenize böyle mi yaparsınız? dediğimde, Ali; bu, babama yalan isnâd ediyor, dedi, der. (İbn Hallikân, A.g.e., III, 265-266) Hattâ onun Haricî görüşlere mensûb olduğu ve efendisi Abdullah tbn Abbâs'ın da Haricî olduğunu iddia ettiği söylenir. Şu'be Amr İbn Mürre'den nakleder ki; adamın biri Abdullah lbn Müseyyeb'e Kur'ân'dan bir âyeti sormuş, o da; bana Kur'ân'dan sorma, onu Kur'ân'dan bilmediği hiçbir şey bulunmadığını söyleyene (ikrime) sor, demiş. İbrahim lbn Meysere de Tâvûs'un şöyle dediğini nakleder: Abdullah İbn Abbâs'ın kölesi Allah'tan korkmuş ve sözünü tutmuş olsaydı, herkes ona doğru koşardı. Yahya elBekkâ'dan da nakledilir ki, o, Abdullah İbn Ömer'in, kölesi Nâfi'e şöyle dediğini, duydum, demiştir: Ey Nâfi' yazıklar olsun sana, Allah'tan kork ve İkrime'nin Abdullah İbn Abbâs'a yatan İsnâd ettiği gibi, sen de bana yalan isnâd etme. (Zehebî, et-Tcfsîr vc'1-Müfcssirûn, I, 107-108) An^ak İkrime'ye yapılan ithamların üzerinde durulması ve titizlikle değerlendirilmesi gerekir. Çünkü o devirde birçok kişiye yalan rivayet naklettiğine dair ithamlar yapılmıştır. Hattâ İkrime'nin: Şu, beni yalan sayanlar arkamdan yalan sayıyorlar. Ya yüzümden yalan saysalar ya; dediği nakledilir. Ve yine kendisi bu yalan ithamlara cevâb niteliğinde bazı bilgiler aktarmaya çalışır. Sözgelimi Osman îbn Hâkim der ki: Ben Sehl İbn Huneyf ile oturuyordum, bu esnada İkrime gelip dedi ki: Ey Ebu Ümâme, Allah adına sana hatırlatırım. Abdullah tbn Abbâs'ın şöyle dediğini işitmedin mi? İkrime benden size ne naklederse onu doğrulayın, çünkü o, bana yalan isnâd etmez. Ebu Ümame; evet, işittim, dedi. (Zehebî, A.g.c, I, 108-109) İkrime ile ilgili bu ithamlara rağmen hadîs imamlarının pek çoğu ondan rivayet nak-letmişlerdir. İmâm Buhârî der ki: Bizim arkadaşlarımızdan herkes İkrime'yi hüccet sayar. Neseî, Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd ve diğerleri de onu güvenilir râvî sayarak kendisinden hadîs nakletmişlerdir. Mervezî de bütün hadîs bilginlerinin İkrime'nin hadîsini hüccet sayma konusunda icmâ' ettiklerini nakleder. (Zehebî A.g.e., I, 110)[27]
4- Tâvûs İbn Keysân. (öl. 106/724)
4- Tâvûs İbn Keysân. (öl. 106/724) Ebu Abdurrahmân Tâvûs İbn Keysân el-Havlânî, Abdullah İbn Abbâs ve Ebu Hüreyre'den hadîs ve tefsîr dinlemiş, tabiînin Önde gelen simalarından olup, dört Abdullah'tan ve başkalarından rivayet nakletmiştir. Onun sahabeden elli kişinin sohbetinde bulunduğu ve dikkatli bir bilgin ve Allah'ın kitabının mânâlarını en İyi bilenlerden olduğu söylenir. Abdullah İbn Abbâs onun hakkında hüsn-ü şahadette bulunarak. Tâvûs'un cennet ehlinden olduğunu sanıyorum, demiştir. Amr İbn Dî-nâr da; Tâvûs gibisini görmedim, demiştir. Kırk kerre hacca gittiği ve son haccında Mekke'de 106 yılında vefat ettiği söylenir. İbn Uyeyne der ki: Ubeydullah İbn Ye-zîd'e şöyle dedim: Abdullah İbn Abbâs'ın yanına kiminle giriyorsun? O; Atâ ve arkadaşlarıyla, dedi. Ya Tâvûs? dediğimde, o dedi, havastan olan yakın dostlarıyla giriyordu. Kaynakların ifâdesine göre Tâvûs Mekke'de vefat ettiğinde cenazesine katılan kalabalık arasından cenazeyi çıkarmak mümkün olmamış ve Mekke emîri özel olarak onun techîziyle ilgilenmişti. Tâvûs'un sağlam bir şahsiyete ve İmâna sahip olduğu kaynaklarca ifâde edilir. Tâvûs'un Emevî hükümdarı AbdUlmelik oğlu Hişâm ile karşılaşması dikkat çekicidir. Şöyle ki, İbn Hallikân'ın bildirdiğine göre "Hişâm İbn Abdülmelik Allah'ın evini haccetmek üzere Kâ'be'ye geldi ve Harem-i Şerife girince; bana ashâbdan bir kişi getirin, dedi. Kendisine: Ey mü'minlerîn emîri, onlar geldiler, denildi. Bunun üzerine Hişâm; tabiînden bir kişi getirin, dedi. Ve Tâvûs el-Yemânî getirildi. Tâvûs onun yanına girince, ayakkabılarını halîfenin sergisinin bir kenarında çıkardı ve ona mü'minlerin emîrine yapılan selâmı vermedi, onu ağırlamadı ve izni olmaksızın geçip yanına oturdu. Sonra da: Ey Hişâm, nasılsın? dedi. Hişâm İbn Abdülmelik buna çok kızdı, hattâ onu öldürmek istedi. Ancak kendisine; ey mü'minlerin emîri, sen Allah'ın ve Resûlullah'ın haremindesin, bu mümkün değildir, dediler. Bunun üzerine Tâvûs'a: Ey Tâvûs, neden bunu yaptın? dedi. Tâvûs: Ne yapmışım? dedi. Hişâm'ın kızgınlığı ve nefreti daha da arttı ve dedi ki: Ayakkabılarını sergimin bir yanında çıkardın, bana mü'minlerin emîrine verilen selâmla selâm vermedin, künyemi yâd etmedin, iznim olmaksızın gelip yanıma kuruldun, ve; ey Hişâm nasılsın? dedin. Tâvûs dedi ki: Ayakkabımı serginin bir kenarında çıkarmam konusuna gelince, doğrusu ben onları günde beş kez yüce Rabbım huzurunda çıkarıyorum da O, beni ne kınıyor, ne de kızıyor. Bana mü'minlerin emîrine verilen selâmı vermedin demene gelince; bir kerre bütün mü'minler senin emirliğinden hoşnûd değiller, dolayısıyla yalancı olmaktan korktum. Beni künyemle yâd etmedin demene gelince; Azîz ve Celîl olan Allah peygamberlerinin adını vererek: Ey Dâvûd, Ey Yahya, Ey îsâ buyurmaktadır. Kendi düşmanlarının künyelerini zikrederek de: "Ebu Leheb'-in eli kurusun." buyurmaktadır. Yanıma gelip kuruldun demene gelince; ben, mü'minlerin emîri Ebu Tâlib oğlu Ali'nin şöyle dediğini işitmiştim: Cehennem ehlinden bir kişiye bakmak istersen, kendisi oturup .da çevresindeki insanların ayakta durduğu kişiye bak." (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, II, 510)[28]
5- Alâ İbn Ebu Rcbâlı (öl. 115/733)
5- Alâ İbn Ebu Rcbâlı (öl. 115/733) Ebu Muhammed Atâ İbn Ebu Rebâh, 27 hicret yılında doğmuş ve 114 ya da 115 hicrî yılda vefat etmiştir. Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Amr Âs ve diğerlerinden hadîs rivayet etmiştir. İkiyüzün üzerinde sahabenin meclisinde bulunmuş olan Atâ İbn Ebu Rebâh âlim, fakîh, güvenilir bir râvî idi. Mekke halkı onun fetvasına başvururlardı. Hattâ Abdullah İbn Abbâs etrafında toplanmış bulunan Mekkelilere şöyle demişti: Mekke halkı benim çevremde toplanıyor, halbuki onların yanında Atâ var. Katâde ise onun hac menasikini en iyi bilen olduğunu belirtir. İbrâhîm İbn Ömer İbn Keysân da der ki: Ümeyye oğullan zamanında hac mevsiminde bir münâdînin Atâ İbn Ebu Rebâh'tan başka kimsenin insanlara fetva veremeyeceğini yüksek sesle bağırdığını hatırlarım. Son zamanlarında onunla karşılaşan Süleyman İbn Râfi' onun hakkında şöyle der: Mescid-i Harâm'a girdiğimde insanlar bir kişinin etrafında toplanmışlardır. Baktım ki bu, Atâ İbn Ebu Rebâh'tır. O, siyah bir karga gibi onların arasında oturmuştu. İbn Ebu Leylâ; Atâ'nİn yetmiş kez hacca gittiğini söyler. (İbn Hallikân, VefayafülA'yân, III, 261-263). İmâm A'zam Ebu Hanîfe'nin; karşılaştığım insanlar arasında Atâ İbn Rebâh'tan daha değerlisini görmedim ve yine karşılaştığım İnsanlar arasında Câbir el-Cu'fî'den daha yalancısına rastlamadım, dediği bildirilir. Bütün Kütüb-i Sitte sahipleri Atâ İbn Ebu Rebâh'tan rivayet nakletmişlerdir. Hattâ Katâde onun için şöyle demiştir: Tabiînden en bilgini dört kişiydi. Atâ İbn Ebu Rebâh Haccın menasikini en iyi bilirdi. Saîd tbn Cübeyr tefsiri en iyi bilirdi. İkame* siyer i en'iyi bilirdi. Hasan el-Basri de helâl ve haramı en iyi bilenlerdendi. Atâ İbn Ebu Rebâh kendi görüşünü tefsire karıştırmaktan çok çekinirdi. Hattâ Abdülazîz İbn Râfi'İn bildirdiğine göre kendisine bir mes'ele sorulduğunda; bilmiyorum, demişti. Bilmiyorsan kendi kanâatini bildirsen, denildiğinde de; yeryüzünde benim görüşüme göre, din edinilmesinden Allah'a sığınırım, demişti. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 113-114) Ebu İshak, Mücâhid, Zührî, Amr İbn Dînâr ondan ilim öğrenmişlerdir. İmâm A'zam Ebu Hanîfe, Eyyûb, Hüseyin el-Muallim, İbn Cüreyc ve Evzaî gibi zevat da ondan rivayet naklederler.[29]
II- Medîne Tefsîr Ekolü:
II- Medîne Tefsîr Ekolü: Daha önce de belirttiğimiz gibi, sahabenin birçoğu Medînede bulunuyor ye yanlarına gelen kişilere, Allah'ın kitabını ve Resûlullah'ın Sünnetin; öğretiyorlardı. Tabiînden şöhret sahibi müfessirlerin birçoğu bu ekolde yetişmişlerdi. Ancak Medîne tefsîr mektebi daha çok Übeyy İbn Kâb'ın tefsir anlayışına bağlıydı. Burada şöhret bulan zevat arasında Ebu'lÂliye, Zeyd îbn Eşlem ve Muhammed İbn el-Kurazî gibi müfessirleri görmekteyiz. Bu zevattan bir kısmı doğrudan Übeyy İbn Kâ'b'tan tefsîr dersi almış, bir kısmı da ondan ders alanlardan öğrenim görmüşlerdir.[30]
1- Ebu'l-Âliye (öl. 93/715)
1- Ebu'l-Âliye (öl. 93/715) Ebu'ul-Âliye Refi İbn Mihrân er-Rifâîr el-Basrî cahiliyye döneminde yaşamış ve Resûlullah'ın vefatından iki yıl sonra müslüman olmuş ve bu sebeple sahabe olma şerefini yitirmiş bulunan Refi İbn Mihrân, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'le tanışma şerefine nail olmuş, Hz. Ali, Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Ubeyy İbn Kâ'b ve başkalarından hadîs rivayet etmiştir. Tefsîrde tabiînin şöhretli ve güvenilir müfessirlerinden birisi olarak ün salmıştır. İbn Maîn, Ebu Zür'a ve Ebu Hâtİm onun sika bir râvî olduğunu söylerler. Kütüb-i Sİtte sahibi muhaddisler de ondan rivayet nakletmişlerdir. Hattâ İbn Ebu Dâvûd onun için; ashâbtan sonra Ebu'l-Âliye'den daha iyi kırâet bilen biri yoktur, demiştir. Übeyy İbn Kâ'b'dan nakledilen büyük bir tefsîr nüshası onun kanalıyla günümüze intikâl etmiştir. Bu tefsîri Ebu Ca'ferer-Râzî, Rebî' İbn Enes, Ebu'l-Âliye kanalıyla Übey-y İbn Kâ'b'dan naklederler. Hemen hemen tefsîr sahipleri ve hadîs imamlarının bir çoğu Ebu'l-Âliye'nin bu rivayetini olduğu gibi nakletmişlerdir. Hattâ Abdullah İbn Abbâs'ın Kureyşlilerin bulunduğu mecliste Ebu'IÂliye'yi yanına oturtarak; ilim insanın şerefini işte böyle yükseltir, dediği bildirilir.[31]
2- Muhammed fbn Kâ'b cl-Kurazî (Öl.108/726)
2- Muhammed fbn Kâ'b cl-Kurazî (Öl.108/726) Ebu Hamza (veya Ebu Abdullah) Kâ'b İbn Selîm İbn Esed ei-Kurazî el-Medenî, Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Mes'ûd gibi ünlü tefsîr bilginlerinden rivayetler nakletmiş, güvenilir, âdil, sika ve müttakî bir zât olarak şöhret bulmuştur. Kaynaklar onun güvenilirliği ve takvası üzerinde ittifak etmiş gibidirler. Bu sebeple Kütüb-i Sitte sahihleri onun rivayetlerini nakletmişlerdir. Hattâ İbn Avn; Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den daha İyi Kur'ân te'vîlini bilen bir kimseyi görmedim, demiştir. Medine'de Mescid-i Nebevî'de hadîs okuturken tavanın yıkılması üzerine cemaatten birçok kişiyle birlikte vefat etmiştir. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî bir süre Kûfe'de ikâmet etmişse de tekrar Medîne'ye gelerek burada derslerini devam ettirmiştir. Kendisi Hz. Âişe'den, Abdullah İbn Ömer'den, Abdullah İbn Abbâs'-dan, Zeyd İbn Erkam'dan, Fudâle İbn Ubeyd'den ve Ebu Hüreyre'den hadîsler naklettiği gibi, Abdullah tbn Minkedir, Yezîd îbn Hâdî, Velîd İbn Kesîr gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir.[32]
3- Zeyd İbn Eşlem (öl. 136/753)
3- Zeyd İbn Eşlem (öl. 136/753) Ebu Üsâme (veya Ebu Abdullah) Zeyd İbn Eşlem elMedînî, tabiînin büyüklerinden olup Ömer İbn Hattâb'ın kölesi idi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah onu âzâd etmişti. Hayatı hakkında fazla bilgi sahibi bulunmadığımız bu zâtın sika bir râvî olduğunu İmam Ahmed İbn Hanbel, Ebu Zür'a, Ebu Hatim ve Neseî belirtirler. Nitekim Ali İbn Hüseyn'in Zeyd İbn EslemMn meclisine gittiği ve ona; kavminin toplantılarına katılmadığı, bunu gören Nâfî* İbn Cübeyr'in ona kavminin meclisini bırakıyor, Ömer İbn Hattâb'ın kölesinin meclisine gidiyorsun? demesi üzerine, Ali İbn Hüseyin'in şöyle dediği belirtilir: Kişi ancak dininde menfaat elde ettiği mecliste oturur. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 1,117) Zeyd İbn Eslem'in kendi görüşü doğrultusunda tefsîrler yaptığı, ancak bu tefsirlerin onun sika ve âdil bir râvî olmasını önlemediği belirtilir. Zeyd İbn Eşlem birçok sahabe ve tabiîn gibi Kur'ân'-ın re'y ile tefsir edilmesini caiz görenlerden idi. Ancak re'y ile tefsire kail olmasına rağmen, hakkında herhangi bir bid'at mezhebine mensûb olduğuna dâir itham vâ-rid olmamıştır. Zeyd İbn Eslem'den, oğlu Abdurrahmân ibn Zeyd ve İmâm Mâlik İbn Enes muhtelif rivayetler nakletmişlerdir.[33]
III- Irak Tefsîr Ekolü:
III- Irak Tefsîr Ekolü: Daha önce de belirttiğimiz gibi, Halîfe Ömer (r.a) Ammâr İbn Yâsir'i Kûfe'ye vâlî olarak gönderdiğinde Abdullah ibn Mes'ûd'u da onunla birlikte öğretmen ve vezîr olarak Kûfe'ye göndermiş Abdullah İbn Mes'ûd burada halka Kur'ân öğretmeye çalışmıştı. Bu sebeple Irak yani Küfe ve Basra civarında yetişmiş olan tefsir âlimleri daha çok Abdullah İbn Mes'ûd'un ekolüne mensup görülmektedirler. Bu ekolde rivayetin yanı sıra re'y ve görüşle Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîr edilmeye çalışıldığı müşahede olunmaktadır. Bu sebeple Irak tefsîr mektebinde re'y ve ictihâd yanlıları ağır basmaktadırlar. Sayılan pekçok olan tabiîn devri müfessirlerinden İrak'ta şöhret bulmuş olanlar arasında Alkame İbn Kays, Mesrûk, Esved İbn Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Âmir eş-Şa'bî, Hasan elBasri ve Katâde ibn Diâme gibi zevatı saymak mümkündür.[34]
1- Alkame İbn Kays (öl. 62/681)
1- Alkame İbn Kays (öl. 62/681) Ebü Şibl Alkarna İbn Kays İbn Abdullah el-Kûfî, Resûlullah'ın vefatından önce doğmuş ancak onu hayatında göremediği için sahabe olma şerefine erememiştir. Hz. Ömer; Hz.Osman;Hz. Ali ve Abdullah İbn Mes'ûd gibi zevattan rivayet nakIetmiştir. Abdulah İbn Mes'ûd'un en ünlü râvîsi, onun haberlerini en iyi bilen ve en iyi öğreten kişi olarak şöhret bulmuştur. Hattâ Osman İbn Saîd der ki: Ben İbn Maîn'e; Alkame'y» m* daha çok seviyorsun, yoksa Ubeyde'yi mi? dediğimde, o bir tercih yapamamıştı. Ancak Osman her ikisinin de sika râvîler olduğunu, Alkame'-nin Abdullah'tan daha iyi bildiğinin muhakkak olduğunu söyler. İbrâhîm en-Nehaî de der ki: Abdullah İbn Mes'ûd'un arkadaşlarından halka Sünneti öğreten Alkame ve diğer altı kişidir, Ancak Alkame merhum hem daha güvenilir, hem de sika bir zât idi. Bunun yanisira son derece sâlih ameller işleyen müttakî bir kimseydi. Kütüb-i Sitte sahipleri onun sika bir râvî olduğunu bildirirler. Hattâ Ebu Mürre el-Hemedânî, Alkame'nin "Rabbâniyyûn"den olduğunu söyler. (Zehebî, A.g.e., I, 119) Ebu Vâil, Muhammed İbn Şîrîn, İbrâhîm en-Nehaî, Şa'bî gibi zevat da Alka-me'den rivayet nakletmişlerdir. Hattâ Kâbus İbn Ebu Zübyân el-Kûfî der ki: Ben, babama; ashabın meclisini bırakıp da niçin Alkame'nin meclisine gidiyorsun? dediğimde, babam şöyle ded,i: Resûlullah'ın ashabından birçoğuna yetiştim. Onlar da Alkame'ye bazı şeyleri soruyor ve kendisinden istifâde ediyorlardı, der. (Ömer Na-sûhî Bilmen, Tefsîr Tarihi, I, 262)[35]
2- Mesrûk (öl. 63/682)
2- Mesrûk (öl. 63/682) Ebu Âişe Mesrûk Ibn Ecda' Kûfeli Âbid diye de bilinen Mesrûk'a Hz. Ömer; adının ne olduğunu sorar, o da Mesrûk Ibn Ecda' olduğunu söyler. (Ecda' kelimesi Arapçada bir uzvu kesik olan kimseye ve şeytâna verilen isim sıfattır) Hz. Ömer der ki: Ecda' şeytân demektir. Sen Rahmân'm kulunun oğlu Mesrûk'sun. Hulefâ-i Râşidîn İle beraber Abdullah Ibn Mes'ud ve Übeyy Ibn Kâ'b gibi sahabenin önde gelenlerinden rivayetler nakletmiş olan Mesrûk Abdullah Ibn Mes'ûd'un öğrencilerinin en bilginlerindendi. Ünlü Kâdî Şureyh zor mes'elelerde ona danışırdı. Ali Ibn el-Medînî der ki: Abdullah'ın arkadaşlarından hiçbir kimse Mesrûk'un önüne geçemedi. Şa'bî de der ki: Mesrûk'tan daha çok ilim talep edeni görmedim. Bizzat Mesrûk'un ifâdesine göre; Abdullah Ibn Mes'ûd: kendilerine, bir sûreyi okur sonra gün boyu onu anlatır ve tefsir edermiş." Mesrûk'un rivayetlerinde güvenilir bir râvî olduğu, cerh ve ta'dîl metodunun bilginleri tarafından kabul edilen bir husustur. Kütüb-i Sitte müellifleri ve İbn Hibbân onu sika râvîlerden sayar. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmadığımız Mesrûk'un hac esnasında hiç uyumadığı kaynaklarda zikredilir. (Ibn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, X, 109-111)[36]
3- Esved İbn Yezîd (öl. 75/694)
3- Esved İbn Yezîd (öl. 75/694) Ebu Abdurrahmân Esved Ibn Yezîd İbn Kays enNehaî, Abdullah İbn Mes'ûd'un ekolüne mensûb râvîlerin başında gelen tabiînin ulularından bir kişidir. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali, Huzeyfe ve Bilâl gibi sahabenin seçkinlerinden rivayetler nak-letmiştir. Esved Ibn Yezîd, Allah'ın kitabıyla ilgili derin bilgisinin yanısıra gerçekten sıka bir zât idi. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel onun için; hayır ehli, sika biridir, der. Yahya İbn Maîn, İbn Sa'd ve diğer hadîs kritikçileri de onun sika bir râvî olduğunu zikrederler. Yıl boyu oruç tuttuğu ve bu nedenle gözlerinden birini yitirdiği söylenir. (Ibn Hacer, Tehzîb-üt-Tehzîb, I, 342-343)[37]
4- Mürre İbn Şurahbil (öl. 76/695)
4- Mürre İbn Şurahbil (öl. 76/695) Ebu İsmâîl Mürre İbn Şurahbil el-Hemedânî, Kûfeli tabiînden olup Mürre et-Tîb (Güzel Mürre) ve Mürre el-Hayr (iyi Mürre) diye de bilinir. Ebu İsmâîl, Hz. Peygamber devrinde doğmuş ise de Hz. Peygamber'i görme şerefine eremediği için ashâb arasında yer alamamıştır. Ancak yukardaki lakablardan da anlaşıldığı gibi ibâdeti ve takvası ile Ünlü bir zât idi. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Abdullah İbn Mes'ûd gibi Sahabe-i Güzînin önde gelenlerinden rivayetler nakletti. Hadîs kritikçileri, onu sika bir râvî olarak kabul ederler ve Kütüb-i Sİtte sahipleri de ondan hadîs naklederler. Çok fazla namaz kılmakla şöhret bulduğu hattâ günde altıyüz rek'at namaz kıldığı söylenmiştir. (İbn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, X, 88-89) îsmâîl ez-Süddî, Talha İbn Müsâfır, Atâ İbn Sabi gibi tabiîn ondan hadîs nakletmişlerdir. Klasik kaynakların ifâdesine göre; tefsîrde derin görüş sahibi bir zat imiş. (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 264)[38]
5- Âmir eş-Şa'bî (öl. 109/727)
5- Âmir eş-Şa'bî (öl. 109/727) Ebu Arar Âmir İbn Şurahbil (veya Şerahbil) Kûfeli tabiînin önde gelenlerin-dendir. Bir süre Küfe kadılığı da yapmış ve Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah İbn Mes'-ûd'dan rivayetler nakletmiştir. Zührî'ye göre; tabiînden bilginler dört tanedir. Medîne'de Abdullah Ibn Müseyyeb, Kûfe'de Şa'bî, Basra'da Hasan en-Basrî, Şam'da Mekhûl. (Ibn Hallikân, Vefeyât'M-A'yân, III, 13) Şa'bî'nin ifâdesine göre beşyüze yakın sahabeye ulaşmış ve onların sohbetinde bulunmuştur. Mekhûl Şa'bî hakkında; kendisinden daha fakîh kimseyi görmedim, der. İbn Uyeyne ise der ki: Sahabeden sonra Abdullah Ibn Abbâs kendi zamanında Şa'bî kendi zamanında ve Sevrî de kendi zamanında söz söyleyen kişilerdi. Başta Kütüb-i Sitte sahipleri olmak üzere hadîs imamlarına göre Şa'b! sika râvîlerdendir. Hattâ tbn Ebu Hayseme'nin anlattığına göre; Ebu Hüseyn; Şa'bî'den daha âlim birini görmedim, demiş de Ebu Bekir Ibn Ayyaş; Şureyh de mi değil? demiş. Bunun üzerine Ebu'l-Hüseyn; yalan söylememi mi istiyorsun? Şa'bî'den daha âlim birini görmedim, demiş. İbn Şîrîn de; Kûfe'ye geldiğimde Rasûlullah'ın ashabından o zaman pek çok kişi vardı, Şâ-bî'nin Kûfe'de bir ders halkası bulunuyordu, diyerek sahabeler arasında da Şa'bT-nin görüşüne itibâr edildiğini belirtir. Sahabeler tarafından görüşüne itibâr edilmesine ve üstün bir mevkiye sahip bulunmasına rağmen, Şâbî hiçbir zaman için kendi görüşüne göre Kur'ân'ı tefsîre yeltenmemiş ve hattâ bu konuda çok titiz davranmıştır. Nitekim İbn Atıyye der ki: Selef-i Sâlihinin seçkinlerinden Saîd tbn Müseyyeb ve Âmir eş-Şa'bî gibi seçkinler, Kur'ân tefsirini yüceltiyorlardı ve bu konuda durup ileri geçmiyorlardı, idrâklerinin fazlalığı ve öncülüklerine rağmen takva ve ihtiyatlı olmalarından dolayı tefsîre yeltenmi-yorlardı. (Kurtubî, Tefsir, I, 34) Şa'bî'nin; Kur'ân re'y ile tefsîr konusunda ölünceye kadar bir şey söylemem, dediği nakledilir. (İbn Cerîr, Tefsîr, I, 28)[39]
6- Hasan cl-Basrî (öl. 110/728)
6- Hasan cl-Basrî (öl. 110/728) Ebu Saîd Hasan İbn Ebu'I-Hasan Yessâr el-Basrî. Hz. Ömer'in hilâfetinin son ikinci senesinde Vâdî elKurâ'da doğmuş ve yetişmişti. Babası İslâm fetihleri sonrasında Medine'ye götürülerek satılmış ve Zeyd İbn Sâbit'in kölesi olmuştu. Bilâhare Zeyd İbn Sâbİt tarafından âzâd edilerek kendisi gibi bir âzâdlı câriye olan Hayra adında bir kadınla evlendirilmişti. İşte bu evlilikten Medîne'de Hasan dünyaya gelmişti. Daha sonra Basra'ya giderek zühd ve takvasının yanısıra ilmi ve belagatı ile büyük bir üne kavuşmuştu. Hasan el-Basrî, tasavvuf ve kelâm gibi ilimlerin de aynı zamanda ilk kurucu üyelerinden sayılır. Fasîh, müttakî ve zâhid olan Hasan'ın vaazları dinleyicilerin kalbinde büyük ve derin etkiler bırakıyordu. Hz. Ali, Abdullah İbn Ömer, Enes İbn Mâlik ve Sahabe ile Tabiînden büyük bir topluluktan rivayetler nakletmiştir. Rivayete göre, peygamberin eşi Ümmü Seleme'nin cariyesi olan annesi bir gün ihtiyâcım gidermek üzere dışarı gittiğinde Hasan ağlamış ve Ümmü Seleme de onu oyalamak için emzirmişti. Hikmet ve fesahatin bu emzirmeden dolayı dilinde yer ettiği söylenir. Enes İbn Mâlik onun hakkında şöyle der: Hasan'a sorun, çünkü o, ezberledi biz unuttuk. Kendi devrindeki bütün insanlar Hasan elBasrî'nin ilmi ve takvası karşısında hayran kalıyorlardı. Hattâ Ehl-i Beyt'in ünlü imamlarından Ebu Cahil el-Bâkır'm bulunduğu mecliste ondan sözedİIdiğinde Ebu Ca'fer el-Bâkır; onun (Hasan'ın) sözü peygamberlerin sözüne benziyor, dermiş. Kader konusundaki görüşleri nedeniyle zamanında tartışma mevzuu yapılmış olan Hasan el-Basrî'nin klasik mânâda Kaderiyye mezhebine merisûb olduğu ifâde edilemez. Ancak onun; kaderi yalanlayanlar küfre dalmış olur dediği nakledilir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 124-125) Hasan el-Basrî siyâsetle ilgilenmemekle beraber Emevîlerin ve özellikle onların komutamdan zâlim Haccâc'ın uygulamalarına karşı çıkmış ve hattâ Yezîd'e bi'at edilmesini uygun görmemiştir. Hasan el-Basrî büyük günâh işleyen kişinin durumunu âhirete havale eden ve bu konuda bir şey söylenemeyeceğini kabul eden Mürcie'ye karşı olduğu gibi, fâsıkın durumunun küfürle nİfâk arasında bir mertebe olduğunu (elMenzile Beyne'1-Menzileteyn) diyen Mu'tezile'ye de karşı çıkmıştı. Ona göre diliyle ikrar edip büyük günâh işleyen kişi fâsıkdır. Ve cezasını da çekecektir. Hasan el-Basrî'nin zühd ve takva anlayışı daha sonra gelişecek olan tasavvuf erbabı tarafından kabul görecek ve kendisi şeyh olmadığı halde bütün tasavvuf kollan onu şeyh kabul edeceklerdir. Bilhassa fütüvvet teşkilâtı denilen imân kardeşliği bağlıları arasında Hasan cl-Basrî'nin öğütleri yaygınlaşacaktır. Mu'tezİle mezhebinin doğuşuna neden olarak gösterilen Vâsıl İbn Atâ'nın Hasan elBasrî'nin ders halkasından ayrılması da yine yukarıda sözünü ettiğimiz kader mes'-elesindeki görüşlerden ortaya çıkan ayrılıktan kaynaklanıyordu. Hasan el-Basrî, 110 yılı (728) Recebinin başlarına doğru Basra'da vefat etti. Perşembe gecesi Ölen Hasan el-Basrî'nin cenazesi Cuma günü büyük bir kitlenin iştiraki ile kaldırıldı. (Daha geniş bilgi için bkz: İbn Hacer Tehzîb, VII, 156; Tehzîb'üt-Tehzîb, II, 263; mîzân'ül-l'tidâl, I, 527; Tezkiret'üt-Huffâz, 71; Hilyet'ül-Evliyâ, II, 131; İbn Hallikân, Vefayât'ül-A'yân, II, 69-73; Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, I, 124-125; H. Rit-ter, İslâm Ansiklopedisi, ilgili mad.)[40]
7- Katâde tbn Diâme (öl. 117/735)
7- Katâde tbn Diâme (öl. 117/735) Ebu'l-Hattâb Katâde İbn Diâme ez-Sedûsî el-Basrî yaklaşık hicretin altmışıncı yılında (679) kör olarak doğmuş, ömrünün büyük bir kısmını Basra'da geçirmiştir. Enes İbn Mâlik, Ebu Tufeyl, İbn Şîrîn, İkrime, Atâ İbn Ebu Rebâh ve benzeri meşhurlardan hadîs rivayet etmiştir. Hafızası geniş olduğu gibi Arap şiirinin derinlikle rine de vâkıf idi. Bîr yandan eski Arap soy bilimine, diğer yandan da Arap gramerine vâkıf idi. Tefsirdeki şöhreti de bu bilgisinden kaynaklanıyordu. Hattâ Ebu Ubeyde bu konuda şöyle bir rivayeti nakleder: Ümeyye oğulları tarafından bir süvarinin atı m, Katâde'nin kapısı önünde yatırdığını görürdük. Ona eski haberleri, neseb ve şiirle ilgili şeyleri sorarlardı. Katâde bu konuda halkın en çok bilgiye sahip olanıydı. Hattâ bir rivayete göre Mu'tezile isminin Vâsıl İbn Atâ ve taraftarlarına verilmesinin nedeni de Katâde'nin Hasan el-Basrî'nin meclisine gelip Amr İbn Ubeyd ve arkadaşlarının safında namaz kılması, sonra bunların Hasan el-Basrîden ayrıldıklarını öğrenince kendilerine bunlar Mu'teziledir, demesi gösterilir. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV, 85) Onun kuvvetli hafızasına şâhid olarak İbn Şîrîn; insanlar arasında Katâde'den daha iyi ezberleyen birini görmedim, demiştir. Hatta Saîd İbn Müseyyeb de onun için şöyle der: Hiçbir kimse Katâde'den daha iyi olarak Irak'tan yanıma gelmemiştir. Ebu Hâtim'in ifâdesine göre, Ahmed İbn Hanbel uzun uzadı-ya Katâde'yi anar ve onun bilgisinden sözedermiş. Katâde de bu iyi hafıza gücünü şöyle belirtirmiş: Ben, hiçbir hadîsçiye; bir kerre daha, söyle diye ricada bulunmadım. Kulaklarımın duyduğu her şeyi aklım mutlaka hıfzetmiştir. (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 285) Katâde, Enes İbn Mâlik'ten, Abdullah İbn Sercîs'ten, Saîd İbn Müseyyeb'ten, İbn Sîrîn'den, İkrime'den ve Hasan el-Basrî'den rivayetler nakleder. Mis'ar, Ma'- mer, Şeybân, Şu'be, Hammâd İbn Seleme, îbn Amreveyh gibi zevat da Katâde'den rivayet nakletmişlerdir. Onun rivayet tarzı Üzerinde bazı şeyler söylenmiştir. Hattâ üstadını bırakarak daha yukardaki zevattan hadîs rivayet ettiği (tedlîs) söylenir. Sözgelimi Saîd İbn Cübeyr'den ve Mücâhid'den kendisi hadîs işitmediği halde bunlardan hadîs rivayet eder ki bu, hadîs tekniği bakımından bir zaaftır. Böylece tabiîn devrindeki tefsîr faaliyetini görmüş olduk. Bilindiği gibi Rasû-lullah'ı görmüş ve onu tanıma şerefine nail olmuş bulunan birinci nesle Ashâb-ı Güzin adı verilir Peygamberi görmemiş, ancak ashabı görmüş ve onların feyz kaynağından istifâde etmiş olan ikinci nesle de tabiîn adı verilir. Ve nihayet ashabı görmemiş olup da ashabı görmüş olan tabiîni görmüş olan üçüncü nesle de teba-i tabiîn veya etba'i Tabiîn adı verilir. Rivayet tefsirinin oluşup gelişmesinde sahabenin ve tabiînin büyük hizmeti olmuştur. Zaten daha başlangıçta bu değerli insanların takdîr edilecek gayretleri olmasaydı gerek Kur'în-ı Kerîm, gerekse onun tefsirinden ibaret olan Sünnet-i Seniyye günümüze ulaşma imkânını bulamazdı. Veya en azından tahrife uğramaktan kurtulamazdı. Diğer dinlerin mukaddes metinlerinin başına gelen facia-Allah korusun Kur'an ve Sünnetin de başına gelebilirdi.[41]
IV- Ve Diğerleri
IV- Ve Diğerleri Şimdi biz tabiînden tefsîr faaliyetinde bulunmuş olan ancak belirli bir ekole girdirilmeyen bazı zevat hakkında da kısaca bilgi vermeye çalışalım:[42]
1- İbrâhîm en-Nehaî (öl. 95/713)
1- İbrâhîm en-Nehaî (öl. 95/713) Ebu İmrân (veya Ebu Ammâr) İbrâhîm İbn Yezîd İbn Kays el-Kûfî, aslen Yemenli Neha kabîlesinden olup bilahare Kûfe'de yerleşmiştir. Hz. Âişe'yi tanımış ve onun yanına gidip gelmiş, ancak hiçbir şekilde ondan hadîs nakletmemiştir. 49 yaşında iken- 58 yaşında olduğu da söylenmiştir - hicrî 95 senesinde vefat etmiştir. (İbn Hallikân, Vçfeyât'ül-A'yân, I, 25) Tabiînin bu büyük hadîs ve tefsîr bilgini hakkında Abdülmelik İbn Ebu Süleyman şöyle der: Ben, Saîd ibn Cübeyr'in şöyle dediğini işittim: Aranızda İbrâhîm en-Nehaî bulunduğu halde siz hâlâ bana fetva danışıyorsunuz. îmâm-ı A'zam Ebu Hanîfe'nin üstadı Hammad'ın da şöyle dediği bildirilir: Ben İbrâhîm en-Nehâî'ye zâlim Haccâc'ın öldüğünü bildirdiğimde hemen secdeye kapandı ve sevincinden ağladı. İbrâhîm en-Nehaî, Alkame, Mesrûk ve Esved'den hadîs nakletmiş, Hammâd ibn Ebu Süleyman ve Simâk gibi zevat da kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir.[43]
2- Dahhâk İbn Mezâhim (öl. 105/723)
2- Dahhâk İbn Mezâhim (öl. 105/723) Ebu'l-Kâsım veya Ebu Muhammed Dahhâk Ibn-elMezâhim el-Horasânî, Horasanlı olup hadîs ve tefsîr nakleden tabiînin Ünlülerindendir. Menkıbeye göre, anasından doğarken gülerek'doğduğundan kendisine çok gülen anlamına Dahhâk adı . verilmiştir. Bazı tefsîr ve hadîs bilginleri onu sika bir râvî olarak kabul ederken, bazıları da zayıf saymıştır. Dahhâk Abdullah ibn Ömer, ibn Abbâs, Ebu Hüreyre ve Enes İbn Mâlik'ten nakiller yapmış, ibn Cerîr Taberî ve İbn Ebu Hatim de kendisinden rivayet naklet-mişlerdir. Ancak Dahhâk'ın gerek İbn Abbâs'tan ve gerekse Ebu Hüreyre'den naklettiği rivayetler üzerinde dikkatle durulması gerekir. Çünkü kendisi bunlarla buluşmamıştır. Bu sebeple ona çok mürsel rivayet nakleden kişi denmiştir. Dahhâk'in çocuklar için özel bir okul açtığı söylenir. Zâlim Haccâc; devrinin bütün ünlü şahsiyetleri gibi Dahhâk'ı da tâkîb etmiş ve Belh'e kaçmış bulunan Dahhâk burada yakalanarak hapse atılmış ve zindanda vefat etmiştir.[44]
3- Muhammed İbn Şîrîn (öl. 110/728)
3- Muhammed İbn Şîrîn (öl. 110/728) Ebu Bekr Muhammed Ibn Şîrîn el-Ansârî el-Basrî, Enes Ibn Mâlik'in kölesi olup sonradan ücretini ödeyerek âzâd olmuştur. İbn Sîrîn'in annesi Safiyye de Hz. Ebu Bekir'in âzâd edilmiş kölesiydi. Tabiînin bütün ferdleri gibi zühdü ve takvâsıy-la şöhret bulmuş olan İbn Şîrîn, sika bir râvî olarak kabul edilir. Otuz kadar ashâb ile karşılaşmış ve Hz. Âişe'den, Ebu Hüreyre'den, İmrân İbn Husayn'dan, Abdullah İbn Abbâs'dan ve Abdullah İbn Ömer'den rivayetler nakletmiştir. Katâde, Ebu Eyyûb, İbn Avn, Şa'bî, Mâlik îbn Dînar ve Ebu Hilâl gibi zevat da kendisinden rivayet nakletmişlerdir. İbn Sîrîn'in tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinin yanısıra rü'yâ tabirinde de çok derin bilgiye sahip olduğu kaydedilir.[45]
4- Adyye el-Avfî (öl. 111/729)
4- Adyye el-Avfî (öl. 111/729) Atıyye İbn Saîd el-Avfî, Küfeli olup Hz. Ali'nin taraftârlarındandır. Bu sebeple Ibn Eş'as'la birlikte isyan etmiş ve Haccâc tarafından yakalanarak Hz. Ali'ye küfretmesi istenmiş, bundan kaçınması üzerine dörtyüz sopa vurulmuştur. Bir süre sonra Horasan'a kaçmış ve İbn Hübeyre'nİn vâlîliğine kadar bir daha Irak'a dönmemiştir. Atıyye el-Avfi, ünlü bir tefsîr bilgini olup İbn Abbâs tarîkinin yedincisi-dir. Ancak onun tariki çok kuvvetli değildir. Kelbî tefsîre âit bazı malûmatı nakletmiştir. Ondan naklettiği rivayetleri; Ebu Saîd dedi ki, diyerek aktarır. Atıyye el-Avfî; Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Abbâs, Zeyd İbn Erkam gibi ashâbtan ve ayrıca Kelbî'den rivayet nakleder. Oğulları Hasan Ibn Atıyye ile Ömer İbn Atıyye ve A'meş ile İbn Ebu Leylâ gibi bazı zevat kendisinden rivayet nakletmişlerdir. Atıyye'yi Ahmed İbn Hanbel zayıf bir râvî olarak kabul eder.[46]
5- Süddî ei-Kebîr (öl. 127/744)
5- Süddî ei-Kebîr (öl. 127/744) Ebu Muhammed İsmâîl İbn Abdurrahmân es-Süddi Isfahân'h bir ailenin çocuğu olarak Hicaz'da dünyaya gelmiş ve Küfe camiinde dersler vermiştir. Hattâ bir rivayete göre; Küfe câmiinin gölgesinde oturduğu için bu anlamda Süddî denilmiştir. Bir başka rivayete göre de Medine yakınlarındaki Süd adı verilen mevkide oturduğu için buraya nisbet edilmiştir. Hadîs bilginlerinin birçoğu ondan rivayet nakletmişler İse de Taberî onun hadîsinin hüccet sayılamayacağını belirtir. Hatta Cüzcânî gibi Kûfeli zevatı itham eden bazı kimseler de Süddî'nin hadîsinde yalan bulunduğunu ifâde ederler. (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 288) Süddî'nin Abdullah İbn Mes'ûd ve Abdullah îbn Abbâs'tan rivayet ettiği bir tefsiri bulunmaktadır. Bu tefsîri öğrencisi Esbât el-Hemedânî rivayet ederse de Ebu Zür'a, Esbât'ın zayıf olduğunu bildirir. Süddî Enes Ibn Mâlik, Abdullah İbn Abbâs, Ebu Abdurrahmân esSülemi, Atâ ve İkrime gibi zevattan rivayetler naklettiği gibi; Sev-rî, Ebu Avâne ve Ebu Bekir İbn Ayyaş gibi zevat kendisinden rivayetler naklederler. Süddî'nin tefsirinden bazı parçalan İbn Cerîr Taberî de tefsirinde nakleder.[47]
6- İbn Ebu Necîh (veya Nüceyh) (öl. 131/749)
6- İbn Ebu Necîh (veya Nüceyh) (öl. 131/749) Ebu Yesâr Abdullah îbn ebu Necîh, Mekke'li bir bilgindir. Bazıları onun Ka-deriyye mezhebinden olduğunu söylemişlerse de îbn Hayyân ve başkaları tarafından sika bir râvî olaratc zikredilmiştir, tbn Ebu Necih babasından, Atâ'dan, Mücâhid'den, Ikrime'den ve Tâvûs'tan rivayet nakleder. İbn Uyeyne, Şu'be gibi zevat da kendisinden rivayet naklederler, tbn Ebu Necîh'in Mücâhid'den naklettiği bir de tefsîr vardır. Ondan Buhârî'de bazı rivayetler nakledilir.[48]
7- Ali İbn Ebu Talha (öl. 143/760)
7- Ali İbn Ebu Talha (öl. 143/760) Ebu'l-Hasan Ali İbn Ebu Talha, Cezîre civarında doğmuş, Hıms'ta yaşamış ve bu sebeple kendisine Hımsî nisbesi de verilmiştir. Mukri' Raşîd ibn Sa'd'dan ve Kasım İbn Muhammed'den Kur'ân okumuş ve hadîs öğrenmiştir. Davûd İbn Ebu Hind Muâviye İbn Salih ve Sevrî gibi zevat da ondan hadîs nakletmişlerdir. Herne kadar kendîsi Abdullah İbn Abbâs'tan tefsîr rivayet ederse de ondan tefsîr dinlediği sabit değildir. Ancak yine de rivayeti sahîh kabul edilmiştir.[49]
8- Rebr İbn Enes (öl. 140/757)
8- Rebr İbn Enes (öl. 140/757) Benû Bekr veya Benû Hanîfe kabîlesine mensûb olan bu ünlü müfessir hakkında fazlaca bir bilgi bulunmamaktadır. Sadece Basra'da yaşadığı bilinmektedir. Basra'da iken Abdullah İbn Ömer, Câbir ve Enes İbn Mâlik gibi ashâbtan ve Ebu'l-ÂIiye, Hasan el-Basrî gibi tabiînden istifâde etmiştir. Ebu Ca'fer er-Râzî, Mukâtil İbn Hay-yân ve A'meş gibi zevat da ondan rivayet naklederler. Onun Übeyy ibn Kâ'b'tan naklettiği bazı tefsirleri de vardır. Haccâc'ın korkusuyla gizlenerek Horasan'a gittiği ve Ebu Ca'fer el-Mansûr devrinde tekrar döndüğü bilinmektedir. Rivayetlerinde şîanın tarafını tuttuğunu söylenmişse de sika bir râvî olarak kabul edilmiş ve dört hadîs imâmı tarafından nakillerine yer verilmiştir.[50]
9- İbn Saîd el-Kelbî
9- İbn Saîd el-Kelbî İbn Saîd el-Kelbî, Kûfe'de yetişmiş tabiînden müfessir olup gerek babası," gerekse dedesi Cemel vak'asında Hz. Ali tarafında yer almış, kendisi de İbn Eş'as'-ın zâlim Haccâc'a başkaldırdığı Cemâcim vak'asına iştirak etmiştir. Şîî temayülleri ile tanınır. İlmî bakımdan kudretli olduğu, mezheb bilgisine sahip bulunduğu belirtilir. Ümmühâni'nin âzfidlı kölesi Ebu Salih Bazan, Şa'bî, Süfyân ve Seleme'den rivayetler nakleder. Sevrî, ibn Uyeyne, Hammâd İbn Seleme, Abdullah ibn Mübarek, İbn Cüreyc, Ebu Avâne ve Ebu Bekir İbn Ayyaş gibi zevat da ondan hadis rivayet etmişlerdir. Ebu Salih vasıtasıyla İbn Abbâs'tan naklettiği tefsirleri meşhurdur. Ancak Ebu Salih'in Ebu Abbâs'dan tefsîr dinleyip okuduğu vârid değildir. Bu nedenle Kelbî kanalıyla İbn Abbâs'a ulaşan tefsîr tarîki en zayıf tarîktir. Fakat Sa'lebî ve Vâkidî gibi bazı müfessirler bu tarîkten hadîs rivayet etmişlerdir. Onun ahkâma dâir hadîsleri pek itimâda şâyân görülmemiştir.[51]
10- İmâm A'zam Ebu Hanîfe (öl. 150/677)
10- İmâm A'zam Ebu Hanîfe (öl. 150/677) İmâm A'zam Ebu Hanîfe Nu'mân İbn Sabit, Hanefî mezhebinin kurucusu olup 80 tarihinde (699) Kûfe'de doğmuş 27 kez Basra'ya giderek oradaki bilginlerle buluşup çeşitli tartışmalara iştirak etmiştir. Emevîler döneminde Ebu Hanîfe'nin Küfe kadısı olması istenmişse de Ebu Hanîfe bunu kabul etmemiştir. Bu sebeple Mekke ve Medine'ye gitmiş, sonra Abbasîler döneminde tekrar memleketine dönmüştür. Keza Abbasî hükümdarı Ebu Ca'fer elMansur tarafından Bağdâd'a çağırılıp Bağ-dâd kadısı yapılmak istenmişse de yine kabul etkediğinden cezalandırılmıştır. İmâm A'zam, devrindeki bütün bilginlerden istifâde ederek hadîs, tefsîr ve fıkıhta pek üstün bir mevki ihraz etmiştir. Ashâb'tan bazılanyla tanıştığı rivayet edilir. Ancak onun fıkıhtaki üstadı Hammâd tbn Ebu Süleyman'dır. Atâ, Nâfı, Adiyy îbn Sabit, Seleme, Katâde, Arar Îbn Dînâr gibi zevattan hadîs öğrenmiştir. Vekî' Îbn Yezîd; Sa'd Îbn Ebu Salt, Ebu Âsim, Abdullah îbn Mûsâ ve Ebu Nuaym gibi zevat da kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir. Ebu Hanîfe'nin fıkıhtaki öğrencileri ise pek çoktur. îmâm A'zam'in başlı başına tefsîrle ilgili bir eseri mevcûd değildir. Ne var ki bütün ictihâdlannda Kur'ân'a dayanması nedeniyle Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini tefsîr etmiş ve bu konuya derinden vâkıf olduğunu göstermiştir. Nitekim İmâm Ebu Yûsuf; ben hadîs tefsîr ve izah hususunda Ebu Hanîfe'den daha âlim birini görmedim, demiştir. Yahya İbn Maîn de onun sika bir râvî olduğunu, ezberlediği hadîsleri rivayet edip diğerlerini rivayet etmediğini belirtir, imâm A'zam Ebu Hanîfe'nin Müs-ned Ebu Hanîfe adıyla bir de Hadîs kitabı olduğu bilinmektedir.[52]
11- Mukâtil İbn Süleyman (öl. 150/767)
11- Mukâtil İbn Süleyman (öl. 150/767) Ebu Hasan Mukâtil ibn Süleyman, Horasan'ın Belh şehrinden yetişmiş ünlü bir müfessirdir. O, Nâfi Ebu Ishâk, Zührî, Dahhâk, Mücâhid, İbn Şîrîn, Zeyd İbn Eşlem, Atâ, İbn Ebu Müleyke, Atıyye gibi zevattan tefsîr ve hadîs nakletmiştir. Sa'd İbn Savt, İbn'ül-îd gibi zevat da ondan rivayet naklet mislerdir. Mukâtil İbn Süleyman'ın rivayetleri takdîr gördüğü gibi, tenkîd de edilmiştir. Hattâ imâm Şafiî merhum, onun için; halk Mukâtil'in tefsirine muhtaçtır, demiştir. Ancak Zehebî onun hadîsinin metruk olduğunu belirtir. Cehm İbn Safvân ile dostluğu bulunduğu, ancak görüşlerinin birbirinden çok farklı olduğu söylenmiştir. Mukâtil, ibn Abbâs'-tan tefsîr nakleder. Ancak bu tefsîri Dahhâk'in tedvîn etmiş olduğu da söylenir. Beğavî Mukâtil'den nakledilen tefsîri Abdullah İbn Sabit kanalıyla tahrîc eder. Ebu Hanîfe'nin oğlu Hammâd'a Mukâtil'in tefsîrini Kelbî'den aldığı söylendiğinde, Hammâd; Mukâtil'in Kelbî'den daha bilgin olduğunu ve bu sebeple ondan tefsîr almış olamayacağını ifâde etmiştir. Mukâtil'den nakledilen tefsîr nüshası günümüze kadar intikâl etmiştir. (Bkz. Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, 301)[53]
12- Şu'be ibn el-Verd (öl. 160/777)
12- Şu'be ibn el-Verd (öl. 160/777) Vasıflı olan Şu'be İbn Verd aynı zamanda Şu'be İbn Haccâc olarak da bilinir. Daha sonra Basra'ya gelerek burada öğrenim görmüş ve öğretime devam etmiştir. Sika ve Zâhid bir zât olan Şu'be, Enes İbn Mâlik ve Ömer ibn Seleme gibi sahabeleri görmüş, Muâviye İbn Kurra, Enes, ibn Şîrîn, Sabit el-Benâni ve A'meş gibi tabiînden hadîs nakletmiştir. Eyyûb es-Sahtiyânî, Süfyân es-Sevrî, Abdullah İbn el-Mübârek gibi zevat da ondan tefsîr nakletmişlerdir. Şu'be'den nakledilen rivayetlerin sayısı iki bin civarındadır. Süfyan esSevrî onun için; hadîs ilminde mü'-minlerin emîridir, dermiş. İmâm Şafiî de; Şu'be İbn Haecâc olmasaydı Irak'ta hadîs bilinmezdi, dermiş. Edebî yönü de bulunan Şu'be'nin tefsîri meşhurdur.[54]
13- Süfyân es-Sevrî (öl. 161/778)
13- Süfyân es-Sevrî (öl. 161/778) Ebu Abdullah Süfyân İbn Saîd Mudar kabilesinden olup Kûfe'de doğmuş ve Basra'da vefat etmiştir. Büyük bir müctehid ve bilgin olan Sevrî kendi adıyla anılan mezhebin de kurucusudur. Ancak Süfyân esSevrî'nİn mezhebi devam etmemiştir, tik hadîs bilgisini babasından alan Süfyân devlet görevlerini red etmiş ve böylece idarecilerden uzak durmaya çalışmıştır. 150 yılında büyük bir ihtimâlle kadı tayın edilmemek için Kûfe'yi terketmiş ve Irak'ın dışına çıkmıştır. Bilâhare Yemen'e gittiği ve burda ticâretle uğraştığı, sonra Mekke'ye geldiği ve Mekke'den de Basra'ya gelerek Yahya İbn Saîd'in evine yerleştiği bilinmektedir. Birçok fakîh kendisinden ders almak üzere Basra'ya gelmiş, devlet tarafından yerinin tesbît edilmesi üzerine Abbasî sarayı ile ilişki kurmuş, fakat 161 yılı (778) Şa'bân ayında vefat etmiştir. Süfyân es-Sevrî'nin hadîs rivayeti bazı tedlîs (üstadını atlayarak daha yukardaki bir râvîden hadîs rivayet etmek) ithamına mâruz kalmış ise de bütün hadîs bilginleri tarafından nakledilmiştir. Onun Câmi'ül-Kebîr, Cami'üs-Sağîr, Kitâb'ül-Ferâiz gibi eserlerinin yanisıra bir de tefsirinin bulunduğu söylenmektedir. Fıkıhta kendi adına anılan bir mezhebin kurucusu olduğunu az önce belirtmiştik. Ne var ki bu mezheb devam etmemiştir. Tasavvufta ise zühd hareketinin önemli temsilcilerinden birisidir. Bu sebeple hemen hemen bütün tasavvuf kollarında Süfyân es -Sevrî'ye yer verilmektedir. Ibn'ül-Cevzî onun menkıbeleriyle ilgili bir eser yazmıştır.[55]
14- Enes İbn Mâlik (öl. 179/795)
14- Enes İbn Mâlik (öl. 179/795) Ebu Abdullah Mâlik İbn Enes İbn Mâlik ünlü Mâlikî mezhebinin kurucusudur. Yemen asıllı olup Himyerî hanedanına mensûhtur. 93 veya 95 (71 i veya 713) yıllarında Medîne-i Münevvere'de doğmuş ve burada yetişerek Medîne fıkhının mümessili olmuştur. Tabiînden pek çok kişiye yetişmiş olan İmâm Mâlik 300'ü tabiînden, 600'ü de teba-i tabiînden olmak üzere 900 kişi ile görüşmüş ve bunların bilgisinden yararlanmıştır. Hemen hemen o miktarda kişi de İmâm Mâlik'ten rivayet nakletmiştir. İmâm Mâlik hadîste Ünlü el-Muvatta' isimli eseriyle şöhret bulmuş, tefsirde ise Hâlid İbn Abdurrahmân elMahzûmî'nin rivayet ettiği Tefsirü öarib'il-Kur'ân isimli bir eserinin bulunduğu bilinmektedir. Görüldüğü gibi tabiîn devrinde tefsîr faaliyeti oldukça hızlı ve yaygın idi. Bu ismi sayılan zevatın yanı sıra Kays tbn Müslim, (öl. 120/732), Atâ İbn Dînâr (öl. 126/743), Yahya İbn Kesîr (öl. 129/747), Amr İbn Ubeyd (öl. 144/761), Atâ el-Horasânî (öl. 133/750), Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem (öl. 182/798), Huşeym İbn Beşîr (öl. 183/799), Yûnus İbn Hâlid (öl. 183/799), Muhammed er-Ruvâsî (öl. 190/805), Ebu'l-Hasan el-Kisâî (öl. 189/804), Süfyân İbn Uyeyne (öl. 198/813), Vekî' ibn el-Cerrâh (öl. 197/812), Revh İbn Ubâde (öl. 205/820), Yezîd İbn Hârün (öl. 206/821) gibi zevatın da isimlerini zikretmek gerekir. Tabiîn ve Teba-i Tabiîn devrindeki bu tefsîr faaliyetleri daha çok rivayet nakli tarzındadır. Ancak bu rivayetlerin hüccet olma durumu tartışmalıdır. İmâm Ahmed İbn Hanbel'e göre; Tabiîn ve Teba-i Tabiînden nakledilen rivayetler kabul de edilebilir, red de edilebilir. Tabiînin rivayetlerinin benimsenmeyeceğini söyleyen birçok bilgin de bulunmaktadır. Genellikle tabiînden nakledilen rivayetlerde onların kendi re'ylerinin dışında haber olarak nakledilenleri benimsemek, diğerlerini reddetmek kanâati hakimdir. Daha önce biz bu konuya temas etmiştik. Bu dönemde önemli bir hüsûs da Hıristiyan ve Yahûdîlere dâir birçok haberlerin tefsîrlere sızmasıdır. Çünkü Ehl-i Kitâbtan müs-lüman olanlar, şer'î hükümlerle ilişkisi bulunmayan ve tarihî malûmat kabilinden olan bilgilerini İslâm dünyasına girdirmişler ve böylece birçok Yahûdî kaynaklı görüşler ve haberler yayılmaya başlamıştır. Bunu bir sonraki bölümde ele alacağız. Diğer taraftan bu dönemdeki tefsîr faaliyetinin esâsı; bir üstâddan bir rivayeti dinlemek sonra da bir başkasına bu rivayeti aktarmak şeklinde idi. Bu dönemin bir diğer özelliği-de mezheb ihtilâflarının ana noktalarının belirmeye başlamış olmasıdır. Kaza ve kader konusunun tartışılması, sıfatların bahis mevzuu edilmesi bu dönemde başlamaktadır. Bu dönemin karakteristik özelliklerinden birisi de tartışma konularının daha çok ahkâm ile ilgili olmasıdır. Ancak bu tartışmalar genellikle dil menşe'li olup ifâdenin belirlemek istediği anlam konusundadır. Lafzın muhtemel mânâlarından birini tercih etmek ve bu nokta üzerine fikir bina etmek bu dönemin ana özelliğini teşkil eder. Bu dönemden sonra tefsir tarihinin önemli bir merhalesi başgösterir ki bu, üçüncü merhalede münferid tefsîr rivayetleri yerine kitâb halinde tedvin edilmiş tefsirler ortaya çıkacaktır.[56]
TEFSÎR FAALİYETİNİN GELİŞMESİ TEFSİRLERİN
TEFSÎR FAALİYETİNİN GELİŞMESİ TEFSİRLERİN TEDVÎNİ Daha önce de belirttiğimiz gibi, Resûlullah (s.a) Kur'ân-ı Kerîmi fiilî, kavlî ve takriri sünneliyle tcfsîr etmiş ve bu tefsiri onun değerli ashabı, hem kendi aralarında, hem de kendilerinden sonrakilere rivayet ederek nakletmişlerdir. Ashâbtan sonra gelen tabiîn de aynı metodu takîb ederek hem birbirleri arasında, hem de kendilerinden sonrakilere İntikâl ettirmek üzere ashâbdan duydukları rivayetleri nak- letmişlerdir. Bu dönemde daha çok rivayet nakli ve bu rivayetler arasından bir kısmının tercih edilmesi şeklinde olan tefsîr çalışmaları, müşahede edilmekteydi. Ancak Emevîlerin son dönemiyle Abbâsîlerin ilk döneminde Peygamberin hadîsleri tedvîn edilmeye başlandı. Hadîslerden muhtelif konular ayrı bablar altında toplanıyor ve tefsîr konusu da bu hadîs mecmuaları içerisinde ayrı bir bölüm olarak yer alıyordu. Henüz sûre sûre baştan sona Kur'an tefsîrimevcûd değildi. Peygamberin veya sahabenin veya tabiînin rivayet ettikleri Kur'an âyetlerinin tefsirleri Yezîd îbn Hârûn es-Sülemî (öl. 117/735), Şu'be Îbn Haccâc (öl. 160/777), Vekî' İbn Cerrah (öl. 197/812), Süfyân İbn Uyeyne (öl. 198/813), Revh İbn Ubâde (öl. 205/820), Abdürrezzâk İbn Hemmâm, (öl. 211/826), Âdem tbn Ebu İyâs (öl. 220/835), Abd İbn Humeyd (öl. 249/864) gibi hadîs imamlarının derledikleri mecmualar içerisinde yer alıyordu. Ancak bu mecmualarda tefsîr yalnızca bir bölüm halinde mevcûd idi ve kendilerinden önce geçen zevatın tefsirlerinin aktarılmasından öteye geçmiyordu. Bir müddet sonra üçüncü bir adım daha atılarak tefsîrler ayrı mecmualar halinde derlenmeye başlandı. Kur'ân'daki her âyetin tefsîriyle ilgili peygamberden ve ashâbdan nakledilen rivayetler yine mushaftaki sırasına göre tanzîm edilerek ilk tefsîr mecmuaları meydana getirildi. Bunlar arasında bilhassa İbn Mâce (öl. 273/886), İbn Cerîr Taberî (öl. 310/922), Ebu Bekir İbn Münzir en-Neysâbûrî (öl. 318/930) İbn Ebu Hatim (öl. 327/938), İbn Hibbân (öl. 369/979), Hâkim (öl. 405/1014) ve Ebu Bekir ibn Merduyeh (öl. 410/1019) gibi değerli tefsîr âlimleri bulunuyordu. Bu tefsîrler de yine peygamberden, ashâbdan, tabiînden ve teba-i tabiînden nakledilmiş olan rivayetlerin isnâdlar halinde aktarılmasından ibaretti. Kısacası rivayet tefsiri idi. Yalnızca İbn Cerîr Taberî nakledilen rivayetleri zikrettikten sonra, kendi tercihini belirttiği gibi bazı yerlerde gramer ve i'râbla ilgili bilgiler de veriyordu. Ayrıca âyetlerden çıkarılabilecek hükümleri de zikrediyordu. Böylece ilk rivayet tefsîrleri ortaya çıktı. Ancak Kur'ân'ırivâyet tarîkıyla da olsa-baştan sona tefsîr ederek kitab yazan ilk kişinin kimliği bilinmemektedir. Ferrâ'nın, arkadaşlarına; gelin size Kur'ân'ı okutayım, diyerek bir ders halkası teşkil ettiği ve baştan sona kadar Kur'-ân'ı tefsîr ettiği rivayet edilir. (tbn'ün-Nedim, el-Fihrist, 99). 207 (822) yılında vefat etmiş bulunan Ferrâ'nın baştan sona Kur'ân'i âyet âyet tefsîr ettiği söylenemezse de Kur'ân'ın anlaşılmaz olan ibarelerinin tefsîriyle yetindiği söylenebilir. Bu arada Ebu Ubeyde'nin, Ferrâ'nın Maânî'I-Kur'ân'ına benzer, Mecaz'ül-Kur'ân isimli eserinin bulunduğu ve her sûrenin mecaz san'atıyla ilgili bölümlerinin burada açıklandığı bilinmektedir. Ancak îbn Abbâs'a ve Mücâhid'e nis-bet edilen tefsirlerin de bulunması bu tefsir faaliyetinin daha önceki dönemlerde başlamış olduğunu gösterir. Daha Önce de zikretmiş olduğumuz gibi, Saîd İbn Cü-beyr'in de Kur'ân'ı bir kitap halinde dercederek tefsîr ettiği bilinmektedir. Şu halde daha hicrî birinci asırdan itibaren Kur'ân tefsîriyle ilgili derleme faaliyetleri başlamış bulunuyordu. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 142-144) Daha sonraki dönemlerde isnâd kaidelerine riâyet edilmeksizin ve doğrudan rivayetlerin nakliyle yetinilme temayülleri belirdi. Bu sebeple titiz bir isnâd zincirinden yoksun bulunan rivayetler ortaya çıktı. Böylece ilk kez hadîs ve tefsîrde uydurma rivayetler yer almaya başladı. Özellikle Kur'ân kıssalarının açıklanması için isrâiliy-yât nakledilmeye başlandı. Bu sebeple de âyetlerin tefsirinde çok farklı yorumlara gidildi. Genişleyen islâm devleti, yaygınlaşan islâm toplumu ve gelişen İslam kültürü doğrultusunda ortaya çıkan yeni problemlere Kur'ân'ın ışığında çareler bulmak arzusuyla aklî istidlallerle Kur'ân'dan hükümler çıkarılmaya çalışıldı. Başlangıçta kişisel çabalarla nakledilen rivayetlerden bir kısmının tercihi şeklinde görülen ve nis-beten de kabul gören bu faaliyet gittikçe genişledi. Antik kültürlerin kalıntıları, değişik bilgi malzemeleri, farklı görüşler, birbiriyle çelişen inançlar yavaş yavaş tefsîr kitaplarında sergilenmeye başlandı. Gramer faaliyetleri hızlanarak sarf ve nahivle ilgili eserler tedvîn edilince, fıkhî ahkâmla alâkalı farklı görüşler ortaya çıkınca, kelâm problemleri tartışılmaya başlayınca, fırkalar değişik inanç ve görüşlerini yayma gayreti içine girince ve Grek felsefesinden eserler tercüme edilerek İslâm düşünürleri tarafından tartışılınca, bu disiplinlerin her biri kendi görüşlerini Kur'ân'ın tefsirinde yansıtmaya çalıştılar. Bu disiplinlerden herhangi birisinde derinleşmiş olan kişi, onu Kur'ân'a da uygulamaya yeltendi. Bu sebeple Zeccâc, Vahidî ve Ebu Hayyân gibi müfessirlerde göreceğimiz üzere, gramer fâaliyetlerine ağırlık veren, Kur'ân'ın i'râbıyla alâkadar olan tefsirler yazılmaya başlandı. Cessâs ve Kurtubî gibi âlimlerin tefsirlerinde karşılaşacağımız gibi, fıkhî mes'elerle ilgilenen bilginler, fıkhî yanı ağırlıklı olan tefsirler yazdılar. Kelâmcılarm ve özellikle Râzî'nin tefsirinde müşahede edeceğimiz gibi, aklî bilimlerde gelişmiş olan düşünürler de felsefî ve kelâmî yönleri ağır basan tefsirler yazdılar. Tarihçilerin kaleminden çıkan tefsîrler de daha çokdoğru/yanlış-geçmiş haberlerin naklinden ibaret oluyordu. Sa'Iebî ve Hâzin gibi. Bu arada gerek Mu'tezile'den gerekse Şîa'dan birçok bilgin de kendi mezheplerinin görüşlerini yansıtan tefsîrler yazdılar. Rummânî, Cübbâî, Kadı Abdü'l-Cebbâr, Zemahşerî gibi bilginler Mu'tezilî inançlara ağırlık veren tefsîrler yazarken, Tabres-sî ve Molla Muhsin el-Kâşî gibi bilginler de Ca'ferî ve imâmî tefsîrler yazdılar. Bu arada zühd ve takva yönü ağır basan Sülemî ve benzeri mutasavvıflar da Kur'ân'ın tasavvuf! yorumlarına yeltendiler. Daha sonra İbn'ül-Arabî ve Sadreddîn Konevî gibi bilginler de işârî tefsirler yapmaya çalıştılar. Böylece her görüş kendi kanâatları doğrultusunda Kur'ân âyetlerini yorumlamaya çalıştı. Diğer taraftan bazı bilginler de kur'ân-ı Ker'im'deki değişik konuları içeren tefsir kitapları yazdılar. Sözgelimi Ebu Ca'fer en-Nahhâs nasih ve mensûh ile ilgili, Ebu U bey de-az önce de belirttiğimiz gibiKur'ân'dakî mecazla ilgili, Râğıb el-Isfahânî Kur'ân'daki terimlerle alâkalı, Vahidî Kur'ân'daki nüzul sebeplerini anlatan, Ces-sâs Kur'ân'daki ahkâmı belirten ve İbn'ül-Kayyim ise Kur'ân'daki yeminleri konu edinen tefsirler yazdılar. Bunun sonunda tefsir faaliyeti, o devrin bütün kültür müesseselerini içine alacak geniş bir yapıya kavuştu. Ve böylece muhtelif tefsir çalışmaları ortaya çıktı. Şimdi biz tedvîn edilmiş tefsirlerle ilgili olmak üzere muhtelif tefsir türlerini ve her türden yazılmış olan eser ve müellifleri tanımaya çalışalım.[57]
I- RİVAYET TEFSİRİ:
I- RİVAYET TEFSİRİ: Daha önce de belirttiğimiz gibi, gerek Rasûlullah'tan, gerek ashabından, gerekse tabiînden nakledilen rivayetlere dayalı olarak yapılan tefsîrlere rivayet tefsîri adı verilir. Şöyle de diyebiliriz: Allah'ın kitabında kasd ettiği hususları açıklayıcı nitelikte Kur'ân'da, Sünnette, sahabenin sözleri arasında vârid olan ifâdeleri naklederek meydana getirilen tefsirlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, tabiînden nakledilen rivayetlerin ne derece geçerli olduğu tartışmalıdır. Rivayet tefsirlerinde; Resûlullah tarafından ashabına açıklanmış olan âyetlerin tefsîri ile ashâb tarafından tabiîne aktarılmış olan nakillerden ve tabiînin de daha sonra gelen nesillere intikâl ettirdikleri rivayetlerden oluşan bir isnâd zinciri bulunmaktadır. Peygamberin ashabı Kur'ân'ı kendi görüşlerine uygun olarak tefsir etmek yerine, daha çok peygamberden duyduklarını aktarmakla yetiniyorlardı. Tabiîn devrinde ise gelişen olaylar muvacehesinde peygamberden ve ashâbdan nakledilen rivayetlerin yanısıra anlaşılması zor olan hususlarda şahısların görüş ve içtihadına da yer verilmeye başlandı. Tefsirin özel bâblar halinde tedvîn edilmesi döneminde öncelikle rivayetlere dayanan hadîsler biraraya getirilerek müstakil eserler yazıldı. Bu konuda hadîs bilginleri önemli görevler üstlendiler. Ve böylece tefsîr, hadîsin bir şubesi olarak gelişmeye başladı. Ancak zamanla sahîfeler adı verilen tefsirle ilgili özel tc'lîfler ortaya çıktı. Ali lbn Ebu Talha'nın, Abdullah İbn Abbâs'tan rivayet ettiği sahîfe bunun örneğidir. (Suyutî, el-Itkân, II, 88) Daha sonra tefsirle ilgili Cüz' adı verilen özel kitapçıklar belirmeye başladı. Ebu Revk'e nisbet edilen Cüz' ile Muhammed lbn Sevr'in lbn Cüreyc'ten rivayet ettiği üç formalık cüz* bunun örneğidir. (Suyûtî, A.g.e., II, 88) Ve nihayet üçüncü safha olarak başhbaşına tefsirle ilgili eserler ve kitaplar ortaya çıktı. İbn Cerîr Taberî'nin ünlü tefsîri ile diğer rivayet tefsirleri bu türün güzel örnekleridir. Ancak bu rivayet tefsîrleri beraberinde bazı zaafları da getiriyorlardı. Şöyle ki: Rivayet tefsîri; Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsiri veya Kur'ân'ın Sünnet ile tefsîri,yahut Kur'ân'ın sahabeye dayanan ya da tabiînden nakledilen rivayetlerle tefsirinden oluşuyordu. Kur'ân'ın yine Kur'ân'da vârid olan bir âyetle tefsîri herkes tarafından veya Peygamber'den vârid olan Sahih bir sünnet ile tefsîri kabul ediliyor ve pek tartışma konusu olmuyordu. Ne var ki sünnetten nakledilen rivayetler; gerek rivayet zinciri bakımından, gerekse ifâdenin metni bakımından herhangi bir eksiklikle malûl olduğu takdirde sahih olarak kabul edilmiyor ve reddediliyordu. Sahabe veya tabiînden nakledilen rivayetlerde ise, pekçok tutarsızlıklar ve zaaflar göze çarpıyordu. Bilhassa sahabeden ve tabiînden herkesin itibâr ettiği, Kur'ân konusunda derin bilgi sahibi olan zevata pek çok sözler izafe ediliyor ya da maledi-liyordu. Herne kadar hadîs ve tefsîr bilginleri tarafından bu rivayetlerin isnadı ve metni titiz bir kritiğe tâbi tutularak değerlendiriliyor idiyse de, yine rivayet tefsirinin herkes tarafından kuşkuya vesîle olan bir zaaf unsuru olarak dikkatleri üzerine topluyordu. Rivayet tefsîrlerindeki zaaf nedenlerini üç noktada toplayabiliriz: 1- Uydurma rivayetler 2- tsrâiliyât 3- İsnâd kopukluğu Şimdi bu üç konuyla ilgili olarak bir nezbe bilgi vermeye çalışalım: [58]
1- Tefsirden Mevzu' Rivayetler:
1- Tefsirden Mevzu' Rivayetler: Az önce de belirttiğimiz gibi, tefsir; başlangıçta hadîs ilminin bir şubesi olarak ortaya çıktığından, hadîs uydurma faaliyetinin doğmasına sebep olan amiller bu uydurma hadîslerin tefsirlerde yer almasına da neden olmuştur. Hadîs uydurmanın nedenlerini araştırdığımızda bunun temelinde daha çok siyâsî; sosyal ve kültürel sâîklerin yatmakta olduğunu görürüz. Hadîs uydurma faliyetinin başlangıçta peygambere izafeten yalan haberler yayılmak suretiyle daha Resülullah'ın hayatında başladığı görülmekte İse de bunun tam anlamıyla bir hadîs uydurma faaliyeti sayılamayacağı muhakkaktır. Nitekim kimliği hakkında bilgi sahibi bulunulmayan bir kişi peygamberin kılığına bürünerek Medine'ye 2 mil mesafedeki Benu Leys kabîlesine gelir ve peygamberin memuru olduğunu bildirir. Daha önce bu kabileden bir kadınla evlenmek istediği halde bu arzusu gerçekleşmemiş olan bu kişinin böyle bir hîle yoluna başvurarak kendisini peygamberin memuru diye takdim ederek arzuladığı kadının evine gider. Ancak bu husustan kuşku duyan mezkûr kabîle halkı Resûlullah'a bir kişiyi göndererek konuyu inceletmek ister. Bu durumdan haberdâr olan Resûlullah; yalan söylemiş Allah düşmanı, buyurarak adı geçen kişiyi yakalamak üzere ashâb-tan bazı kişileri görevlendirir. Ancak onu bulmak üzere görevlendirilen ashâb, adı-geçen kabîlenin bulunduğu mahalle vardıklarında bu şahsın bir yılan tarafından sokularak öldürüldüğü anlaşılır. Görevliler Medine'ye döndüklerinde durumdan haberdâr olan Resûlullah; kim, bilerek bana yalan isnâd ederse cehennemde kendi yerini hazırlasın, buyurur. Böylece Resülullah'ın ağzından yalan rivayetin kişiyi cehenneme sevkettirecek bir suç olduğu ortaya konur. (Gerek bu hadîs ve gerekse bu hususla ilgili olarak daha geniş bilgi için bkz,: M. Yaşar Kandemîr, Mevzu' Hadîsler, 24) îşte bilmeyerek de olsa Resûlullah'a yanlış bir şey isnâd etmiş olabilme ihtimâlini ve endîşesini taşıyan ashabın büyük bir çoğunluğu duyduklarından emîn oldukları hadîslerin dışında herhangi bir rivayeti aktarmamaya özen göstermişlerdir. Nitekim Zeyd tbn Erkam'ın; Resûlullah'tan hadîs rivayet etmek çok güç bir iştir, dediği ve Abdullah İbn Mes'Ûd'un hadîs rivayet edeceği zaman boyun damarlarının şişip terlediği ve gözlerinden yaşlar aktığı bilinmektedir. Ashabın bu noktadaki hassasiyetini gösteren şu olayı gerek Buhârî, gerekse Müslim Sahihlerinde müştereken naklederler. Buna göre; Ebu Mûsâ elEş'arî Hz. Ömer'i ziyarete gelir ve içeri girmek üzere izin almak maksadıyla dışardan üç kerre selâm verir. Cevâb alamayınca dönüp gider. İşi bittikten sonra Ebu Musa'yı kabul etmek isteyen Hz. Ömer, onun gittiğini öğrenince arkasından adam yollayarak çağırtır ve niçin beklemediğini sorar. Ebu Mûsâ da Resülullah'ın; sizden bir kimse herhangi bir eve girmek istediği zaman üç defa selâm versin, cevâb almazsa dönsün, buyurduğunu duyduğunu bildirir. Bu sözü daha Önce duymamış olan Hz. Ömer Ebu Musa'dan bu hadîsi birlikte duyduğu bir şâhid getirmesini, aksi takdirde elinden kurtulamayacağını söyler. Ebu Saîd cl-Hudrî böyle bir hadîsi duymuş olduğuna şehâdet ettikten sonra Hz. Ömer Ebu Mûsâ el-Eş'arî'yi serbest bırakır, (liuhârî, Sahih, III, 6; Müslim, Sahih, VI, 177; nakleden M. Yaşar Kandemir, A.g.c., 27) Hadîs Uydurulmasına Sebep Olan Âmiller: Hadîs uydurulmasında etkin olan âmilleri; siyâsi, kültürel, i'tikâdî, dinî ve şahsî menfaat endişesi gibi âmiller olarak zikretmek mümkündür. Bilindiği gibi Rcsûlullah'ın hayatında müslümanlar her konuda Resûlullah'a danışıyor ve onun gösterdiği hareket tarzını takîb ediyor ve bu hususta herhangi bîr tartışma, ya da ihtilâfa sürüklenmiyorlardı. Peygamberin vefatından sonra böyle bir yüce kaynaktan mahrum olan ashâb ilkin peygamberin yerine geçecek olan şahsın (halîfe) tayininde farklı kanâatlar serdettîler. Daha sonra Hz. Osman'ın katline varan olaylar ve bunu müteakiben Hz. Ali ile Hz. Âişe ve Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden çatışmalar, nihayet Emevîlcrin hilâfeti saltanata çevirmeleri sonra da Emevî hanedanına son verilerek Abbâsoğullarının iktidarı ele geçirmeleri ile gelişen siyasî hadiseler birçok konuda müslümanbr arasında farklı görüşlerin doğmasına sebep olmuştur. Bu farklı görüşlerin mcnsûblafı, kendi görüşlerini te'ykl eder mâhiyette Kur'ân'dan ve sünnetten deliller getirmeye çalıştılar. Kendi kanaâtlarını destekleyen bariz deliller bulamayınca da Kur'ân âyetlerini te'vîle ve yorumlamaya çabaladılar. Ancak Kur'ân'a dayanmak konusunda rahat hareket etme imkânına sahip değildiler. Çünkü muhalif gruplar da kendi kanâatları doğrultusunda yorumlarla âyetten destekler bulabiliyorlardı. Hadisi Şerifler Hz. Peygamberin hayatında derlenip toparlanmadığı için ve Özellikle Kur'ân-ı Kerîm ile karışması ihtimâline binâen bizzat peygamberin hadîslerin yazılmasını yasaklaması, daha sonra muhtelif görüş mensûblannın kendilerini destekler mâhiyette hadîsler araştırma isteklerini harekete geçirdi. Kendi kanaâtlarını destekler mâhiyette hadîs bulamayınca; görüşlerine karşı olan bazı hadîslerin Hz. Peygambere İsnadını reddederek hadîs olmadıklarını söylediler. öte yandan peygamberin söylemediği bazı sözleri ona isnâd ederek kendi kanâatları doğrultusunda hadîs uydurma yoluna gittiler. Böylece karşımıza mevzu' hadîsler olayı çıktı. Mevzu' hadîsler konusunda en büyük gayretin siyâsî ve i'tikâdî mezheb mensupları tarafından gösterildiği müşahede edilmektedir. Özellikle Hz. Ali ve peygamberin soyundan gelenlerin hakkını müdâfaa etmekte olduklarını savunan ve kendilerine şîatü Ali denilen bir grub bu konuda büyük bir gayret içinde görülmektedir. Bunlar öncelikle Hz. Peygamberin Hz. Ali'yi kendisine vasî tayîn ettiğini, binâenaleyh, gerek Hz. Ebu Bekir'in, gerekse Hz. Ömer ve Osman'ın Hz. Ali'nin hakkı olan hilâfet mevkiini haksız yere işgât ettiklerini Öne sürdüler. Ve onlara göre Hz. Peygamber yüz binden fazla ashâbyla birlikte Veda' haccından dönerken Ğadîru-humm (Mekke'den Medine'ye giden yol üzerinde Cuhfe denilen mevkide bulunan bataklık bölgede) bir müddet durmuş ve Hz. Ali'nin elini tutarak beraberinde bulunan ashaba hitâb etmiş ve; işte benim vasîm, kardeşim ve benden sonra halîfem budur. Onu dinleyin ve kendisine itaat edin. buyurmuştur. (Ali el-Kârî, Mevzuat, 109) Şîanın iddiasına göre; Hz. Peygamberin bu açık talimatına rağmen sahabeler haksız yere Hz. Ali'yi değil Hz. Ebubekir'i halîfe seçmişlerdir. Yine Şîanın iddiasına göre Hz. Peygamber, miraçtan döndüğü gece, sabahleyin orada gördüğü fevkalâde halleri ashabına anlatırken, Mekke üzerinde bir yıldızın düştüğü görülür. Bu hâdise üzerine Rasûlullah (s.a); Bu yıldız kimin evine düşmüşse benden sonra halîfe odur, der. Yapılan incelemede yıldızın Hz. Ali'nin evine düştüğü anlaşılır. Mekkeliler Peygamberin hissî davrandığını belirterek; Muhammed yanıldı, doğru yoldan saparak kendi ailesinin hevesine kapıldı ve amcasının oğlunun tarafına meyletti, derler. Bu vak'a üzerine Allah Teâlâ Necm sûresinin ilk âyetlerini: "Andolsun yıldıza, battığı demde. Arkadaşınız sapmamış ve azmamıştır. Kendiliğinden konuşmaz o. Yalnızca kendisine İlkâ edilen bir vahiydir. Onu müthiş kuvvetli olan öğretti. O, akıl ve görüşünde kâmildir." (Necm, 1-6) İnzal buyurur, işte bu olay ve bu âyetin nüzûlu ile Hz. Peygamber kendinden sonra gelecek halîfenin Hz. Ali olduğunu söylemiş olur. Ancak ashâb bunu da unutmuştur. (İbn Teymiyye, Minhâc'üs-Sünne, I, 37- 38) Şiilerin Hz. Ali'nin hilâfeti ve onun şahsiyeti etrafında uydurmaya çalıştıkları bu ve benzeri daha pek çok hadîslere karşılık vermek üzere Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibi ilk üç halîfeyi sevenler de hadîsler nakletmeye başlarlar. Sözgelimi bu mevzu' hadîslerden birine göre; Hz. Peygamber Miraçta iken kendinden sonra Hz. Ali'nin halîfe olması için duâ eder. Ancak bu esnada gökler sarsılıp sallanmaya başlar ve her yandan melekler yüksek sesle "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (İnşân, 30) âyetini okumasını söylerler. Ve Allah Teâlâ; senden sonra Ebu Bekir'in halîfe olmasını dilemiştir, derler. (Ibn Arrâk, Tenzîh'üş-Şerîa, I, 345) Böylece Resûlullah'm kendisinden sonra Ebu Bekir'in halîfe olacağını anladığını belirtilir. Bu arada Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in fazîletine dâir birçok hadîsler uydurarak bu ikisini sevenlerin cennete, sevmeyenlerin cehenneme gideceği nakledilir. (İbn Arrâk, A.g.e., I, 347) Diğer taraftan Hz. Ebu Bekir ve Ali'nin yamsıra Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden olaylarla ilgili olarak da birçok hadîs vaz'edilir. Peygamberin geleceğe dair olayları önceden haber verdiği ve Muâviye'nin ilerde saltanat iddiasında bulunacağını bildirip, Muâvİye'yi benim minberimde konuşurken görürseniz, onu derhal öldürünüz, dediği nakledilir. (Zehcbî, Mîzân.1,268; Suyutî el-Leâlîl-Masnûa, I, 424) Hattâ Resûlullah'ın; her ümmetin bir Firavun'u vardır, bu ümmetin Firavunu da Muâvİye'dir, dediği nakledilir. Bu ve benzeri rivayetler karşısında Muâvîye tarafdarlan da boş durmazlar ve Muâviye'nin vahiy kâtibi olduğunu belirterek onun üstünlüğüne dâir pek çok hadîs uydururlar. Sözgelimi Hz. Cebrail bir gün Resûlul-lah'a gelerek Allah Teâlâ'nın selâmını söyler ve ona som altından bir kalem verip şöyle dediğini bildirir: Ya Muhammed; Ben, bu kalemi yüce Arşımdan Muâvîye'ye hediye ediyorum. Bu kalemi ona ver ve bununla ona Âyet el-Kürsî'yi yazmasını söyle. (İbn Arrâk, Tenzîh'üş-Şerîa, II, 3) Bununla da yetinmeyen Muâviye tarafdarlan bizzat Hz. Ali'nin ağzından şu haberi uydururlar. Gûyâ Hz. Ali Resûlullah'ın huzurunda yazı yazarken Muâvîye çıkıp gelir. Rcsûlullah da kalemi Hz. Ali'den alarak Muâviye'ye verir ve bunun ilâhî bir emir olduğunu belirtir. Hz. Ali de bu emirden asla hoşnûdsuzluk duymadığını ifâde eder. (İbn Arrâk, A.g.e., II, 19) Emevîlerin İktidardan uzaklaştırılmalarını Abbasilcrin iktidara gelmeleriyle gerek peygamberin amcası Abbâs ve gerekse onun oğlu Abdullah tbn Abbâs hakkında birçok hadîs uydurulduğu görülür. Keza Hz. Peygamberin Abbasî saltanatının gerçekleşeceğine dair bilgi verdiği haberi yayılır. Hattâ Resûlullah'ın; Abbâs benim va-sîm ve vârisimdir, dediği ifâde edilir. (Süyûtî, el-Leâlî'1-Masnûa, I, 429) Daha sonra Abbâsilerin kuşanacakları kıyafetin bizzat Cebrail (a.s) tarafından giyildiği iddîa edilerek; Cebrâîl'in üzerinde siyah bir kaftan ve başında siyah bir sarık ile Hz. Pey-gamber'in yanına geldiği ve Resûlullah'ın da şimdiye kadar görmediği bu kıyafetin nedenînMtendisine sorduğunu, bunun üzerine Cebrail'in şöyle dediği bildirilir: Bu kıyafet amcan Abbâs'ın soyundan gelecek olan hükümdarların kıyafetidir. Bunların iktidarının hak ve adalet üzere kâim olacağını anlayan Resûlullah, amcası Abbâs ve onun soyundan gelenler hakkında duâ etmiştir. (İbn Arrâk, Tenzîh'üş-Şeria, II, 10) Görülüyor ki; siyâsî görüş sahipleri kendi görüşlerini topluma kabul ettirebilmek için pek çok hadîs uydurmuşlar, ve bu türden hadîs uyduranları desteklemişlerdir. Bu anlayış uzun yıllar İslâm dünyasında yayılacak ve hatta türklerin devlet sahnesine çıkması olayında bile türklerle ilgili lehte ve aleyhte birçok hadîs uydurulacaktır. (Daha geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu' Hadîsler, 31-42) Diğer taraftan İslâm'ın hâkimiyeti ile birlikte o güne kadar insanlığın tarih sahnesinde önemli bir varlık gösterememiş olan arapların büyür bir güç halinde ortaya çıkmaları ve kendilerinden önce büyük kültür mirasına sahib bulunan kavimleri hâkimiyetleri altına almaları bu toplumlarda araplara karşı bir nevi kıskançlık duygusunun doğmasına neden olmuştur. Ayrıca Emevîler devrinde islâm'ın getirmiş olduğu eşitlik anlayışına ters olarak birtakım şovenist duyguların yayılmaya çalışılması ve arapların üstünlüğünün diğer müslüman mîlletler tarafından da benimsenmesini sağlamak üzere Arap kavminin yüceliğine dâir pek çok hadîs uydurulmuştur. Hz. Peygamberin Arap olması Kur'ân-ı Kerîm'in arapça inmiş bulunması ve cennet sâkinlerinin arapça konuşacaklarının ifâde edilmesi fikrinden hareketle arapların kavimlerin en hayırlısı olduğu belirtilmiştir. Hattâ Allah'ın cennetliklerin arapça konuşacaklarını, cehennemliklerin Buhârâlıların diliyle şeytânların da Hûzistânlıların diliyle konuştuklarını ifâde ettiğini ve bu sebeple Hak Teâlâ'nın fars dilinden nefret ettiğini bildiren hadîsler yayılmaya çalışılmıştır. (Suyûtî el-Leâlî'1- Masnûa, 1,11; İbn Arrâk, Tenzih'üş-Şerîa, I, 137) Buna mukabil İranlıların da kendi dillerinin fazile- tine dâir hadîsler uydurdukları görülmektedir. Arşın etrafında dönen meleklerin fars-ça konuştukları ve Allah Teâlâ'nın şiddetle ilgili bir konuyu anlatırken arapça vahy indirdiği, kolaylık ifade eden bir konuyu anlatırken farsça vahiy indirdiği söylenmiştir. Hattâ bu noktadan hareketle daha sonraları Peygamberin Fars veya türk asıllı olduğunu isbât için birçok rivayetler serdedilmiştir. Diğer taraftan peygamberin bazı şehirleri medhettiğî ve bunların cennet şehirlerinden olduğunu söylediği haberleri yayılmıştır. Sözgelimi Medîne, Mekke, Kudüs ve Şâm cennet şehirleri olarak ifâde edilirken Konstantiniyye (istanbul) Tuvâne, Antakya ve San'â gibi şehirler cehennem kentleri olarak gösterilmiştir. (Zehebî, Mîzan, III, 75) Hattâ Allah Teâlâ'nın Horasan ülkesinde Merv adlı bir şehri bulunduğu Peygamber tarafından ifâde edilir ve orayı Zülkarneyn'in kurduğu, Uzeyr (a.s)'in burada namaz kıldığı kapılarının her birinin üzerinde Kıyamete kadar Merv şehri halkını musibetlerden koruyan kılıcını çekmiş birer meleğin bulunduğunu ifâde edilmiştir. (Suyûtî, el-Leâlî'1-Masnûa, I, 466) Öte yandan antik Bâbil ve Kelde kültleriyle ilgili olarak birçok hadîsler uydurulup o dönemde yaygın olan gnostik fikirler ve sihrî anlayışlar peygambere maledil-meye çalışılmıştır. Sözgelimi Resûlullah'ın cennette bir kurt görüp hayret ettiği, ancak kendisine» bu kurdun bir bekçinin çocuğunu yediği için ilâhî mükâfata nail olarak cennete girdiğinin söylendiği belirtilir. Hatta bekçinin oğlunu yediği için bu kurdun cennete konulduğu, bekçinin kendisini yemiş olsaydı llliyyîn'e yükseltilebileceği şeklinde Abdullah İbn Abbâs'a izafeten bir rivayet te nakledilir. (Zehebî, Mîzân, II, 287) Süheyl yıldızının Yemen'de vergi memuru olduğu ve bu esnada halka zulmettiği için Allah tarafından bir yıldız haline getirilip göğe asıldığı, farenin bir Yahûdî kadım olduğu, kertenkelenin âsî bir yahûdî olduğu belirtilir. (Daha geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, A,g,e, 48-54) Hadîs uydurmalarına sebep olan âmillerden birisi de itikadı ve fıkhî mezheb farklılıkları olmuştur. Her mezheb kendi görüşünü destekler mâhiyette âyetleri te'-vîle yeltendiği gibi, diğer taraftan birçok hadîs de uydurmaya çalışmıştır. Hattâ Önce Kaderiyye mezhebine mensûb iken bilâhare tevbe ederek bu mezheb'ten ayrıldığı belirtilen Ebu Recâ'ın şöyle dediği bildirilir: Kaderiyye'den hiçbir şey nakletmeyiniz. Allah'a andolsun ki biz, İnsanları mezhebimize çekebilmek için hadîsler uydurur ve bu hareketimizle de sevâb kazanacağımızı umardık. Bu sebeple ben Kaderiyye mezhebine dört bin kişiyi kattım, (İbn Ebu Hatim, el-Cerh ve't-Ta'dîl, I, 32) Bu anlayışla; gerek Kaderiyye, gerek Mürcie gerek Cehmiyye, gerek Cebriyye ve gerekse Müşebbihe gibi mezheblerin mensûbları pek çok hadîs uydurmuşlardır. Sözgelimi Mücessime Allah Teâlâ'ya isim isnâd edebilmek için pekeok uydurma rivayetler nakletmîşlerdir. Bunlardan birisine göre; Allah Teâlâ Arefe günü akşam olunca dünya göğüne iner. Arafede vakfeye durmuş bulunan müslümanları müşahede eder ve; merhaba ey benim ve evimin ziyaretçileri, izzetim ve celâlim hakkı için sizin yanınıza ineceğim ve sizinle birlikte olacağım, diyerek Arafat'a iner, güneş batıncaya kadar orada kalır, hacılarla birlikte Müzdelife'ye gider ve o gece gökyüzüne çıkmaz. (İbn Arrâk, Tenzîh'Üş-Şerîa, 1,138) İleride gelişen itikadı mezheblerden her biri, kendisinin liderlik mevkiinde bulunan kişilerle ilgili olarak da hadîs uyduracaklardır. Hattâ Kerrâmiyye, Resûlullah'ın şöyle dediğini yayacaktır: Âhir zamanda sünnet ve cemâati ihya edecek olan Muhammed İbn Kerrâm adında birisi gelecektir. Benim Mekke'den Medîne'ye hicretim gibi o da Horasan Mukaddes Eve hicret edecektir, (İbn Arrâk, A.g.e., II, 30) îtikâdî imamlarla ilgili hadîs uydurma hareketi; bilâhere fıkıh imamları içinde hadîs uydurulması sonucunu doğuracaktır. Sözgelimi Hz. Peygamber Ebu Hanîfe*-nin geleceğini müjdeleyerek şöyle diyecektir: Ümmetimin arasından Ebu Hanîfe adında birisi gelecek ki o, ümmetimin ışığıdır, (tbn Arrâk, A.g.e., II) Bu tür uydurma hadîsler diğer mezheb imamları için de serdedilecektir. Hattâ mezheplerin dinin teferruatıyla İlgili konulardaki görüşlerini tenkîd edebilmek için bile bu türden hadîsler uydurulacaktır. Sözgelimi ağıza ve buruna üç kerre su vermenin farz olduğu (Zehebî, Mîzân, III, 258) belirtilecek ve mezheblerin kendi görüşlerine uygun kanâ-atlar serdedilmeye çalışılacaktır. Hadîs uydurulmasının ana sebeplerinden birisi de; müslümanları kötülüklerden sakındırmak ve iyilikleri işlemeye teşvik etmektir. Hattâ bu sebeple müslümanlan hayra teşvik için hadîs uydurmanın caiz olduğu bildirilecektir. Gerek Allah tarafından belirtilen ve gerekse Resûlullah'ın davranışlarında ortaya çıkan ibâdetlerin miktar ve sayısını çoğaltmak üzere bilhassa zühd ve takva yolunun sempatizanı olan âbidler, zâhidler ve nâsikler tarafından birçok hadîs irâd edilecektir. Sözgelimi belirli vakitlerde şu kadar rek'at namaz kılan kişi, şu kadar sevaba erişecektir veya her rek'atta şu sûreleri okuyan kişi, cennette şu makama ulaşacaktır gibi pek çok uydurma rivayetler nakledilecektir. Bilâhare bu rivayetleri tasavvuf! akımlar tarafından birer mesned ittihâz edilerek bunun üzerine manevî mertebeler silsilesi İkâme edilmeye çalışılacaktır. îbn Arrâk'in bu kabîl ifâdelere örnek olmak üzere naklettiği şu misâli burada aktarabiliriz: Resûlullah (s.a).buyurmuş ki: Kim pazartesi günü dört rek'at namaz kılar ve her rek'atta Fatiha, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleri ile Âyet el-Kürsîyi birer defa okur ve selâm verdiğinde on kez istiğfar ederek salavât-ı şerîfe getirirse; bütün günâhları bağışlanır. Allah Teâlâ ona cennette beyaz inciden yapılmış on odalı bir köşk verir. Her odanın uzunluğu ve genişliği üçer bin arşındır. Birinci oda beyaz gümüşten, ikinci oda altından, üçüncü oda inciden, dördüncü oda zümrütten, beşinci oda zebercedden, altıncı oda iri incilerden, yedinci oda parlayan bir nurdan yapılmıştır. Odaların kapıları anberden olup her kapının üzerinde Za'-ferândan bir Örtü vardır. Her odada Kâfurdan yapılmış bin sedir ve her sedirin üzerinde de bin yatak vardır. Her yatakta Allah Teâlâ'nın en güzel kokulardan yarattığı birer hÛrî vardır. Hurilerin ayaklarından dizkapaklarına kadar olan'kısımları yaş za'ferândan, dizkapaklarından göğüslerine kadar olan yerleri en değerli miskten, göğüslerinden boyunlarına kadar olan yerleri kül rengi anberden, gerdanları beyaz kâfurdan yaratılmıştır. Hurilerden her birinin üzerinde cennet elbiselerinin en güzellerinden yetmiş elbise vardır. (tbn Arrâk, Tenzih'üş-Şerua, II, 86) Hattâ bir vakit nafile namaz kılanın yetmiş peygamber sevabına erişeceği bile ifâde edilecek noktaya gidilir. Bu türden uydurmalardan rahatsız olan ünlü hadîs bilgini Ali el-Kârî; "bir kişi Nûh peygamber kadar yaşamış olsa ve her ânı ibâdetle geçse bir peygamberin sevabını kazanamayacağını bu pis yalancı bilseydi bari" diyerek uydurmacıları kınayacaktır. (M.Y. Kandemir, Mevzu* Hadîsler, 56-57) Hadîs uyduran bu zevatın birçoğunun zühd ve takvâlarıyla ün salmış ve devrinin bilginleri tarafından hürmet ve takdirle yâd edilmiş, gerçekten iyi niyetli kişiler olması da işin bir başka garîb yanıdır. Hattâ Yahya Îbn Saîd el-Kattân şöyle diyecektir: Bu sâlih kişileri hadîste olduğu kadar hiçbir yerde yalancı olarak görmedik. (Müslim, Sahih, I, 13) Öldüğünde Bağdâd halkının büyük bir kısmının dükkânını kapattığı ve ölümüne üzüldüğü kaynaklarca belirtilen Ahmed Îbn Muhammed elBâhilî halkın kalbini yumuşatmak için kendisinin hadîs uydurduğunu söyleyecektir. Halkı dine teşvîk için hadîs uyduranların yanısıra birtakım menfaatçi kişiler de şahsi menfaat elde edebilmek için hadîsler uyduracaklardır, özellikle hükümdarların yanında makam ve mevki elde edebilmek için onların zevklerine uygun hadîsler uydurulduğu ve özellikle mensûb bulundukları hanedana dâir hadîsler rivayet edildiği hadîs tarihçileri tarafından çok iyi bilinmektedir. Sözgelimi halîfe Mchdî'nin güvercin sevgisini gören Gıyâs tbn İbrâhîm Hz. Peygamber'in at, deve, ok ve kuş yarışlarından elde edilen mükâfatın helâl olacağını söylediğini nakleder. Bu rivayetten hoşnûd olan Mehdî ona on bin dirhem ihsanda bulunur. Keza Mukâtil tbn Süleyman'ın Mehdî'ye gelerek atası Abbâs hakkında hadîsler vaz'edebileceğini söylediği bazı kaynaklar tarafından zikredilir. (Suyûtî Tedrîb'ür-Râvî, I, 286) Hattâ sahip bulundukları emtiayı satabilmek için hadîs uyduran birçok uydurukçuya da rastlanmıştır. Peygamberin; menekşe kokusunun diğer kokulara üstünlüğü benim diğer insanlara üstünlüğüm gibidir, buyurduğu belirtildiği gibi, ayvanın kalbi temizleye- ceğini söylediği ve patlıcanın her derde deva olacağını bildirdiği, etle birlikte yenen hıyarın cüzzâm hastalığını önleyeceğini belirttiği nakledilir. (Zehebî, Mîzân, I, 134; 273; II, 183, 238) Görülüyor ki hadîs uydurulmasıyla ilgili faaliyetin önündeki kapılar aralanınca sonuna kadar açılmış ve bu hususta iyi niyetli insanlarla kötü niyetliler birbirleriyle yarış edercesine hadîs uydurmaya çalışmışlardır. Ancak hadîs edebiyatı tarihinde çok iyi görüldüğü gibi, hadîs bilginleri bu noktada kılı kırk yararcasına dikkatli bir titizlikle en ince detaylara kadar inerek zayıf ve uydurma hadîsleri kritik yapmışlar ve bu noktada tarihin hiçbir döneminde görülmeyen üstün bir gayret örneği göstermişlerdir, özellikle uydurma hadîslerin tenkidinde; gerek râvîler zincirinden oluşan sened kritiği, gerekse nakledilen rivayetin metinlerinin tenkîdinden oluşan metin ten-kîdi, hadîs bilginleri tarafından son derece sağlam ve titizlikle konulmuş kurallara göre tanzim edilmiştir. İslâm bilginlerinin gerçekten takdîre şâyân olan bu titizliklerine örnek olmak Üzere hadîs krîtiği ile ilgili kısaca bilgi vermeden bu konuyu kapamak istemiyoruz. Râvîler zincirini meydana getiren senedin sıhhati, ve senedle ilgili incelemeler; nakledilen rivayetin doğruluğu hakkında bilgi edinmemizi sağlayan önemli bir etkendir. Bu sebeple Abdullah İbn Mübarek; isnâd dindendir, eğer isnâd olmasaydı her rastgelen dilediği sözü söylerdi, diyecektir. (Müslim, Sahih, I, 12) Daha başlangıçtan itibaren sahabenin Önde gelenleri, hadîs rivayetinde çok titiz davranmışlar ve Hz. Ömer hadîs rivayet, eden'kişinin aynı hadîsi duyduğuna dâir bir şâhid getirmesini zorunlu kılmış, ve Hz. Alî de râvîlere yemîn ettirmedikçe naklettikleri rivayeti kabul etmemiştir. Peygambere yanlış bir söz isnâd edebilme endîşesinden dolayı ashabın büyük bir kısmı hadîs rivayet etmekten çekinmişlerdir. Hadîsçiler, senedi zikredilmeksizin nakledilen haberleri muteber saymamışlardır. İbn Şîrîn'in belirttiği gibi, başlangıçta isnâd üzerinde fazla durulmazken bilahâre fitne kopunca hadîsçiler râvîlerin isimlerini istemeye başlamışlardır. Bu suretle sünnet ehlinin hadîsleri alınmış, bid'at ehlinin hadîsleri reddedilmiştir. (Müslim, Sahih, 1,15) Burada sözü edilen fitne Hz. Osman'ın şahadeti ile başlayan olaylardır, islâm'dan önce başka hiçbir dinde örneği görülemeyen el-cerhu ve't- Ta'dîl diye adlandırılan çeşitli kritik metodlarıyla; hadîs rivayet'eden kişilerin hal ve davranışlarını, şahsiyetlerini, akıl ve hafızalarının sağlam olup olmadığını, itikâdî durumlarını, sözlerine güvenilip güvenilemeyeceğini, doğuş ve yaşayış yerlerini ve tarzlarını, hadîs tahsîli için sarfettik-leri mesaîyi, kimlerle arkadaşlık yaptıklarını, kimlerden ders alıp kimlere ders verdiklerini ve rivayet metodlarına ne derece riâyet ettiklerini çok sıkı olarak ten-kîd konusu yapmışlardır. Gerek sahabe gerek tabiîn ve gerekse onlardan sonra gelen münekkidler bu konuda pek çok eserler yazmışlardır. Çok sağlam kriterlere dayanarak yapılan rivayet tenkidinde râvîler başlıca beş gruba ayrılmıştır: 1- Sika, hafız, muttaki, sağlam, müetehid ve hadîs münekkidi olanlar. Bu vasıflara hâiz olan râvîler hakkında ihtilâf yoktur. Hadîsi delîl olarak alınabilir, onların başka râvîler hakkındaki sözleri makbuldür, cerh ve ta'dîl yaparken görüşlerine itibâr edilir. 2- Âdil, rivayetinde sika, naklinde sâdık ve dininde takva sahibi olup rivayet ettikleri hadîsleri tamamen ezberlemiş olan hadisçiler. Bunların hadîslerine güvenilir ve delîl olarak alınır. 3- Zaman zaman yanılmakla beraber; samîmi, takva sahibi, güvenilir râvîler. Hadîs kritikçileri bu kategorideki râvîlerin de hadislerine güvenilebileceğini ve delîl olarak kullanılabileceğini belirtmişlerdir. 4- Doğru sözlü ve müttakî olmakla beraber; vehim, hatâ, galat gibi kusurları fazlaca olan râvîler. Bunların terhîb, zühd ve islâmî edeb konusundaki hadîslerinin yazılabileceği, ancak helâl ve haram gibi ahkâmla ilgili hadîslerinin delîl sayılamayacağı kabul edilir. 5- Sâdık ve emîn olmayan ve kendilerini hadîs râvîsi diye kabul ettirmeye çalışan kimseler. Hadîs münekkidlerinin tenkîdlerine hedef olan raviler daha çok bu gruba girenlerdir. Ancak bunların rivayetleri hiçbir şekilde güvenilir sayılmaz ve dayanılmaz. (M. Yaşar Kandemir, Mevzu'Hadîsler, 104-106) İmâm Şafiî merhum, güvenilir bir râvîöe bulunması gereken şartlan şöylece sıralar: Hadîs rivayet eden kişi son derece dindar olmalıdır. Rivayet ettiği konularda doğruluğu ile tanınmalıdır. Rivayet ettiği şeyi iyi bilmelidir. Lafızların mânâyı nasıl bozabileceğini iyice anlamalıdır. Duyduğu hadîsi olduğu gibi nakletmelidir. Hadîsin ifâdesini naklederken kendi ifâdesini ona karıştırmaman, mânâ olarak değil lafız olarak nakletmelidir. Eğer hadîsi ezberden naklediyorsa; naklettiği hadîsi çok iyi ezberlemiş olmalıdır. Ki-tâbtan naklediyorsa; onu iyice hatırlamalıdır. Hafızası sağlam olmalıdır. (İmâm Şafiî, er-Risâle, 370-171) Muhaddisler kısaca sağlam bir râvîde bulunması gereken vasıfları adalet ve zabt terimleriyle karşılarlar. Makbul olmayan râvînin niteliklerini de muhaddisler şöylece sıralarlar: Bilinen râvîlerden onların hiç bilmediği haberleri nakletmek. Rivayet ederken hatâ yapmak. Rivayet ettiği hadîsin yanlış olduğunu öğrendikten sonra da onu ısrarla rivayet etmeye devam etmek. Hadîs uydurmak veya yalan söylemekle itham edilmiş olmak. Hadîs kritikçileri bu hususta çok titiz davranmışlar ve en küçük bir yalanı tesbît edilmiş olan râvîyi terketmişlerdİr. Fâsık ve sefih olmak. Halkı kendi mezhebine davet eden bid'atçı olmak. Âbid ve zâhid bir kişi olsa da hafızası zayıf olmak. Kendi yazdıklarını kaybedince pek iyi hıfzetmemiş olmakla birlikte başkalarının yazdıklarından rivayet aktarmak. Hadîslerin metnini veya senedlerini tahrif etmek. Uydurduğu metinleri sahîh bir senedle veya sahîh bir senedden bir râvînin adını silerek kendi adıyla hadîs nakletmek. Ve dolayısıyla hadîsleri bu şekilde tahrîf etmek. İşte bu nitelikleri bulunan kişinin hadîsi muteber sayılmamıştır. Abdullah İbn Mübarek; yalan isnâd edilen râvîden hadîs rivayet etmektense, yol kesicilik yapmanın daha iyi olacağım söylemektedir. (Tirmizî, Sahih, 13, 309; Daha geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu' Hadîsler, 107-111) Hadîs kritikçileri; hadîslerin rivayetinde yeralan senedler konusundaki bu titiz davranışlarının yanı sıra, hadîs metinlerinin tenkîdinde de çok titiz davranmışlardır. Metin kritiğinde en önemli bir unsur olarak; hadîs metinlerinin Kur'ân'ın ifadesiyle çelişmemesi prensibi önemli bir yer tutar. Dolayısıyla hadîs kritikçisi Kur'ân'ın ifâdesine ters düşen bir metni kolaylıkla reddeder. Binâenaleyh, Kur'ân, hadîs kritiğinde önemli bir mihenk olarak ortada bulunmaktadır. Bu sebeple Kur'ân'da vâ-rid olan konularda hadîs uydurmak oldukça güç görülmüş, ancak Isrâiliyyât olarak nakil yoluna başvurulmuştur. Daha başlangıçta ashabın önde gelenleri bu noktada titiz davranarak nakledilen rivayetleri İfâde bakımından gözden geçirmeye çalışmışlardır. Sözgelimi Abdullah İbn Abbâs'a ulaştırılan Hz. Ali'nin bazı fıkhî hükümleriyle alâkalı bir bilgiyi, Abdullah îbn Abbâs; Hz. Ali böyle bir hüküm vermezdi, diyerek reddetmiştir. Keza Muhammed İbn Rebî; Allah Teâlâ kendi rızâsını arayarak Allah'tan başka ilâh yoktur diyen kimseye cehennem ateşini haram kılmıştır, mealindeki bir hadîsi naklettiğinde orada hazır bulunan Ebu Eyyûb el-Ansârî; Re-sûlullah'ın böyle bir söz söylediğini zannetmiyorum, diyerek karşı çıkmıştır. (Şiblî, Asr-ı Saadet, I, 41, 92) Hadîs bilginleri İl mü Dirayet'iIHadîs adım alan bir ilimde kurarak, hadîslerin gerek senedi ve gerekse metinleriyle ilgili bir sistem geliştirmişlerdir. Böylece zayıf hadîsler çokyönlü incelenerek tedkik konusu yapılmıştır. Bu hususta bu tefsirin ikinci cildinde yeterli açıklama yapıldığı için burada ayrıca tekrarına gerek duymuyoruz. İsteyenler II. cild, XV-XXVII. sayfalara bakabilir. Hadîs uyduranlar; Vazzâ', olarak İsimlendirilmiş olup hadîs bilginleri tarafından sıkı bir incelemeye tâbi tutulmuşlardır. Bazı mezheblcr hadîs uydurulmasını uygun görürken Ehl-i sünnet hadîs uydurulmasına karşı çıkmıştır. Hadîs uyduran meşhur kişiler arasında; Maklebe îbn Melkân el-Harizmî, İbn Ebu Dünyâ diye şöhret bulan Osman İbn Hattâb, Muzaffer İbn Âsim, Ca'fcr İbn Nestür er-Rûmî, Hindli vâlî Serbâtek, Kays İbn Temîm et-Tâî el-Eşecc gibi daha çok kıssahân olan kişilerin ismi geçmektedir. Cübeyr îbn Haris, Ma'mer veya Muammer tbn Büreyk, Rebî' İbn Mahmûd, Ebu'l-Hasan İbn Nevfel, Reten îbn Abdullah, Abdülkerîm İbn Ebû Evcâ, Ahmed İbn Abdullah İbn Hâlid el-Cübârî, Beyân İbn Sem'ân enHadî, Ebu Mikyes el-Habeşî, Hirâş îbn Abdullah, İbrâhîm İbn Hudbe el-Fârisî, İshâk Ibh Ne-cîh elMelatî, Me'mûn İbn Ahmed el-Herevî, Meysere tbn Abdürabbih, Muğîre İbn Saîd el-Becelî, Muhammed İbn Kasım et-Teykânî, Muhammed İbn Saîd el-Kelbî, Muhammed İbn Ziyâd el-Yeşkûrî, Muhammed İbn Ükkâşe el-Kirmânî, Süleyman îbn Amr en-Nehaî, Vehb el-Kâdî, Yağnem İbn Salim İbn Kanber, Mukâtil İbn Süleyman el-Horasânî, İbrâhîm İbn Ebu Yahya, Muhammed İbn Saîd cş-Şâmî, Muhammed İbn Ömer el-Vâkidî, gibi isimlerin de hadis uydurdukları tesbit edilmiştir. Bunlardan ibn Ebu Evcâ'nın dört bine yakın hadîs uydurduğu (Zehebî, Mî-zân, II, 644), Meysere İbn Abdürabbih'in yalnızca Kazvin kentinin fazîietine dâir kırk hadîs uydurduğu (Zehebî, A.g.e., IV, 231), Muhammed İbn Ükkâşe el-Kirmânî'nİn onbinden fazla hadîs uyduran üç yalancıdan birisi olduğu (İbn Hacer, Lisân'ül-Mîzân, V, 286) kaynaklarca ifâde edilmektedir. (Dalia geniş bilgi İçin bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu* Hadîsler, 71-77) Hadîs bilginleri hangi konudaki hadîslerin uydurma olabileceği hususunda da çok titiz çalışmalar yapmışlardır. Mevzu'hadîslerle ilgili çalışmasında sayın M. Yaşar. Kandemir'in de belirttiği gibi, uydurma hadîslere pek çok rastlanan başlıca konulan şöylece sıralayabiliriz: 1- Senenin veya haftanın belirli gün ve gecelerinde kılınması tavsiye edilen namazlar hakkındaki hadîsler. 2- Receb ayının ve bu ayda tutulacak oruçların fazîleti hakkındaki hadîsler. 3- Belirli tarihlerde bazı hâdiselerin cereyan edeceğini haber yeren hadîsler 4- Kıyamet alâmetlerinin muayyen aylarda zuhur edeceğini beyân eden hadîsler. 5- Türkleri, Haberlileri, Sudanlıları zemmeden hadîsler. 6- Ebu Hanîfe, Şafiî'nin adlarını anarak medh veya zemmeden hadîsler. 7- Hızır ve llyâs (a.s)'ın hayatlarından bahseden hadîsler. 8- Mürcie, Cehmiyye, Kaderiyye ve Eş'ariyye gibi mezheblerden bahseden hadîsler. 9- fckenderiyye, Dimyat, Basra, Bağdâd, Kazvîn, Ürdün, Abadan, Cidde, As-kalân, Nusaybin, Antakya, Horasan, Talekân, Şâş, Merv, Buhârâ, Semerkand, Tûs, Cürcân, Herât, Kayrevân, Sebte ve Fas gibi şehir ve memleketleri medh veya zemmeden hadîsler. 10- Peygamberin veya diğer büyük zevatın kabirleri hakkında ileri sürülen hadîsler. 11- Aşûrâ gününün faziletinden ve o gün sürmelenmek, süslenmek veya hüzün-lenmek, namaz kılm'ak, infâk etmek ve aşûrâ çorbası pişirmekten bahseden hadîsler. 12- Mercimek, pirinç, bakla, patlıcan, portakal, üzüm, pırasa, karpuz, ceviz, peynir ve helva gibi yiyecek maddeleri; gül, nergis, menekşe gibi çiçek ve bitkiler hakkındaki hadîsler. 13- Sokakta yemek yemeyi ve eti bıçakla kesmeyi yasaklayan ve etin faziletinden bahseden hadisler. 14- Hz. Âişe'nin lakabı olan Hümeyrâ kelimesiyle başlayan veya içinde bu lakabın geçtiği hadîsler. 15- Hz. Ali'ye Hz. Peygamber'in muhtelif vasiyetlerde bulunduğu iddia edilen hadîsler. 16- Hz. Peygamber'in Hz. Fâtıma ve Ebu Hüreyre'ye vasiyetlerini ihtiva ettiği bildirilen hadîsler. Bu uydurma hadîsler Vasâya'n-Nebî adıyla bir kitapta da toplanmıştır. Bunlardan yalnızca Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye hitaben; ya Ali, Harun'un Musa'ya yakınlığı ne ise sen de bana öylesin, mealindeki hadîsi sahîhtir. 17- Kur'ân-ı Kerîm'in sûrelerinin faziletleri hakkındaki hadîsler. Fatiha, Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf, Tevbe, Kehf, Yâsîn, Duhân, Mülk, Zelzele, Nasr, Kâfirûn, Ihlâs ve Muavizeteyn süreleriyle alâkalı hadîslerden bir kısmının sahîh olduğunu Suyûtî bildirmektedir (Suyuti, Tedrîb'ürRâvî, II, 290) 18- İmânın artıp eksilmesiyle ilgili hadîsler. 19- Akılla ilgili hadîsler. 20- Çocuklara Muhammed veya Ahmed adını koymanın faziletine dâir hadîsler. 21- Çocukları kötüleyen hadîsler. 22- Bekarlığı öven hadîsler. 23- Beyaz horozu öven hadîsler. 24- Akik taşından yapılmış yüzük takmanın faziletini bildiren hadîsler. 25- Mescide .kandil ve lamba takmanın, hasır sermenin sevabını bildiren hadîsler. 26- Ticâreti zemmeden ve malın fitne olduğundan bahseden hadîsler (Daha geniş bilgi için bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu' Hadîsler, 169-172) Gerek daha sonra bahsedeceğimiz Isrâiliyât, gerekse eski Hind, Iran hakimlerine dâir ifâdeler veya garib hikâyeler, sözler ve meseller, hadîs uyduranların işine yarayan temel malzemeler olmuştur. Özellikle Gnostik felsefenin yaygın olduğu dönemde Orta şarkta dilden dile dolaşan ve sözlü geleneği belirten hikemiyyât şeklindeki özlü sözler ve vecizeler de hadîs uyduranlara temci malzeme teşkil etmiştir. Bu mevzu' hadîsler birçok müfessır tarafından tefsirlere aktarılmış ve bunlara dayalı olarak tefsirler kaleme alındığı gibi, münferid eser yazan müellifler de bu eserlerine mevzu1 hadîsleri iktibas ederek buna dayalı düşünceler geliştirmişlerdir. Zayıf ve uydurma hadîsleri daha iyi tanımak için Ali el-Kârî'nİn Mevzuat isimli eserinden, bazı bölümleri özetle nakletmek istiyoruz. Ali el-Kârî, uydurma ve zayıf hadîslerle ilgili olarak şu bilgileri vermektedir, a- Senedine bakılmadan, lafzından zayıf olduğu anlaşılan rivayetler: Ca'fer İbn Hasan'm Enes'den merfû olarak rivayet ettiği: "(Sub.hanâllâhi ve bihamdihî) diyen kimse için, Allah Teâlâ Cennet'te kftk-lerî altından olmak üzere bir milyon hurma ağacı diktirir." sözüdür. Bu Ca'fer, Bâsralıdır. Bazı hadîs âlimleri bütün rivayetlerinin münker; bâzıları da zayıf olduğunu söylemişlerdir, Cuveybirli yalancı Abdullah'ın oğlu Ahmed'în Hz. Ömer ve Hz. Ali'den rivayet ettiği; "Kim ki, Allah'ım, Sen ölmez dirisin, mağlûb olmayan bir gâlibsin, görüp duyduklarında şek ve şüphesi olmayan işitici ve görücüsün, yalan söylemeyen, sâdık, ihtiyâcı olmayan Samedsin, okumadan âlimsin." ve böylece bir müddet devam ettikten sonra: "Nefsim yed-i kudretinde olan ve beni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki; bu dualar demir levhalara okunsa, o demirler erir ve akar, su üzerine okunsa akan sular dururdu. Uykuya yatarken bu duayı okuyan kimse için Allah Teâlâ yetmiş bin melek gönderir. Onun İçin tevbe ve istiğfar ederler." Sözü de böyledir. Aynı sözü diğer bir yalancı olan Süleyman İbn îsâ da, İbrâhîm tbn Edhem'den rivayet etmiştir. Bu ve benzeri rivayetlerin Resûl-i Ekrem'in ağzından sâdır olmadığını Resûl-i Ekrem'i tanıyanlar anlar ve bilir. Yalancılardan biri olan Belh'li Abbâs İbn Dahhâk'ın yine kimliği bilinmeyen bir adam vasıtasıyla Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği; "Besmeleyi yazan kimse, daha Allah Lâfza-i Celâl'inin (H) Sini yazmadan Allah Teâlâ kendisine bir milyon sevâb yazar, bir milyon günâhını mahveder, Cennette bîr milyon derecesini âlî eder." rivayetidir. Ebu Alâ'nın İbn Ömer'den merfû* olarak rivayet ettiği; "Ölüye kefen saran kimseye kefenin temas ettiği her tüy sayısınca Allah Teâlâ sevâb verir." hadîsidir. Bu Ebu Alâ, Nâfî'in söylemediklerini ondan rivayet eden bir kimsedir. Kendisine dayanılmaz. Başka bir rivayet eden bir kimsedir.-Kendisine dayanılmaz. Başka bir rivayet Tarîki varsa da, râvîler arasında şuuru bozulmuş olan bir zât vardır. Muhammed İbn Abdurrahmân el-Beylemânî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği; "Ramazan Bayramı günü oruç tutan kimse bütün sene oruç tutmuş gibidir." hadîsidir. Bu rivayet bâtıldır. Zâten İbn Beylemânî münker hadîsler rivayet etmekle tanınmıştır. Bu adamın babasından rivayet ettiği seksen hadîs var ki hepsi mevzu'dur. "Âşûre günü oruç tutan kimseye Allah Teâlâ altmış senelik sevâb yazar. "Bu hadîsi Habîb ibn Habîb, İbn Abbâs'dan rivayet etmiştir. Fakat rivâyet( bâtıldır., Yalancılardan biri olan Kendli Düveyl'in oğlu Zekeriyyâ'nm Enes'den rivayet ettiği; "Kuşluk namazına devam edip, ma'zeretsiz olarak arayı kesmeyen kimseyle ben, Cennet'te nurdan bir denizde, nurdan bir gemi içinde Allah Teâlâ1 yi ziyarete gideriz." hadîsidir. "Akşamın farzından sonra hiç konuşmadan altı rek'at namaz kılan kimse, oniki senelik ibâdet sevabını alır." İmâm Ahmed ve diğerleri hadîsi rivayet eden Ömer'in zayıf olduğunu, hadîsin bîr.değer taşımadığım; Buhârî ise bu rivayetin cidden mün-ker olduğunu; tbn Hibbân da bu adamın sika'dan olan zatlar adına hadîs uydurdu-ğunu söylemişlerdir. "Pazar günü her rek'atında Fatiha ve Âmene'r-Resûlü okumak suretiyle ve bir selâm ile dört rek'at namaz kılan kimse için bin hac, umre ve bin gaza sevabı yazılır, ayrıca her rek'atı bir'milyon rek'ata muâdilolur.Kendisiyle Cehennem arasında bin hendek kazılır.'* Uydurana, Allah lanet etsin. "Pazar gecesi her rek'atmda bir Fatiha ve onbeş ihlâs okumak, suretiyle dört rek'at namaz kılan kimseye kıyamet günü Allahu Teâlâ on kerre Kur'an'ı hatmetmiş ve Kur'ân'ın bütün hükmüyle amel etmiş olan kimsenin sevabını verir. Yüzü ayın ondördü gibi olduğu halde kabrinden kalkar. Her rek'atına içi incilerle dolu bin şehir verir. Her şehirde zebercedden bin köşk ve her köşkte yakuttan bin dâire ve her dâirede miskden bin oda ve her odada bin döşek bulunur." İşte bu mel'ûn da böyle bin bin sayıp gidiyor. "Pazartesi gecesi her rek'atında bir Fatiha ve yirmi ihlâs okumak suretiyle altı rek'at namaz kılıp, sonunda on kerre İstiğfar eden kimseye kıyamet günü Allah Te-âiâ bin sıddîk, bin. âbid ve bin zâhid sevabı yazar." Bu rivayet de Cüveynarî'nin uydurmasıdır. Allah'ın la'netine uğrasın. "Pazartesi gecesi her rek'atında birer kerre Fatiha İhlâs, Âyet el-Kürsî ve Mu-avvizeteyh okumak suretiyle dört rek'at namaz kılan kimsenin bütün günâhları bağışlanır. Allah Teâlâ Cennette kendisine beyaz inciden yapılmış yetmiş köşk verir, her köşkte yetmiş oda var, her odanın eni boyu üç bin zirâ'dır." Bu habîs herif de böyle yetmiş ve binler ile lâfı uzatıp gitmiştir ki, İbrâhîm'in oğlu yalancı Hüseyin'dir. Haftanın her günü ve gecesi için böyle sayıp dökmüş ve bir sürü yalan hadîsler uydurmuştur. İşte bu hadîslerin uydurma oldukları kolaylıkla anlaşılır. Bunlar daha pek çoktur. Biz misâl olarak ancak bu kadarını verebildik, ne yazık ki, zâhid ve fakîh geçinen bâzı câhil kimseler, bu mevzu' hadîslere bağlanmışlar ve bu suretle kendilerini tesellîye çalışmışlardır. "Kuşluk namazını şu kadar rek'at ve şöyle böyle kılan kimseye yetmiş peygamber sevabı verilir." Bunu uyduran yalancı, habîs herif bilmiyor mu, peygamber olmayan kimse, Nuh'un ömrü boyunca namaz kılsa, bir ncbî'nin derecesine ulaşmasına imkân yoktur. "Cum'a günü Allah rızâsını niyet ederek haşyet içinde yıkanan kimse için, kıyamet günü Allah Teâlâ her tüyünün sayısınca nûr verir. Yıkandığı suyun her damlasına Cennet'te bir derece verir. Her derecesi inci ve pırlantadandır. Her derecesinin arası bin senelik yoldur." Böyle sayıp giden bu adam, Sahîb'in oğlu, yalancı Ömer'dir. Allah la'net etsin. Burada mevzu' hadisleri bilmek için bazı umûmî kaideler vermek isteriz: Bunlardan biri: Resûl-i Ekrem'in ağzına yakışmayacak şekilde bu gibi mübalağalı sözleri ihtiva etmiş olmaktır: Meselâ: "Kim ki (Lâ ilahe illa'llah) derse, Allah Teâlâ yetmiş bin dili konuşan kuşlar yaratır, her dil yetmiş bin lügat konuşur, bütün bu diller, bu adam için istiğfar ederler." "Şöyle böyle iyilikler yapan kimseye, Cennet'te yetmiş bin şehir verilir..." ve benzeri sözler gibi ki, bunlar tamamen yalan ve uydurmadır. Bu gibi rivayetleri uyduranlar, ya çok câhil ve ahmak kimselerdir, ya da Resûl-i Ekrem'in şerefini düşürmek için yazan zındıklardır. İkincisi: Akıl ve duyguların, hadisi kabul edememesidir. Meselâ: "Patlıcan ne maksatla yeairse, onun için olur." ve "Patlıcan bütün hastalıklara şifâdır." gibi rivayetlerdir. Bütün bunlar uydurmadır. Değil Peygamber, bir câhil bile bu sözü söylese, herkes onunla alay eder. Patlıcan mideyi doldurmaktan başka bir şeye yaramaz. "Konuşurken aksırmak, kişinin doğru konuşmasının delilidir." Herne kadar bazıları bunu doğrulamışlarsa da, akıl ve duygular uydurma olduğuna şehâdet eder. Çünkü aksırığın yalan ve doğru ile bir münâsebeti olmaz. Hadîs rivayet ederken bin defa da aksırsa, bu aksırık hadîsin sıhhatine asla delîl olamaz. Ben derim ki: "Duâ ederken aksırmak, duanın kabulüne şâhiddir." rivayeti Câmiu's-Sağîr'da vardır. "Mercimek yeyiniz zîrâ o mübarektir. Kalbi yumuşatır, rutubeti çoğaltır, yetmiş peygamber onu takdîs etmiştir." Abdullah İbn Mübârek'e; bu hadîs senden rivayet edilmiş, ne diyorsun? diye soruldukta; beni bırakın, ben böyle bir şey bilmiyorum, bu yahûdîlerin uydurmasıdır. Değil yetmiş peygamber, bir peygamber bile onu takdîs etse, her derde derman olurdu. Halbuki Allah Teâlâ Kur'ân-ı Ke-rîm'de onu, bal ve helvadan kalitesi düşük olarak tavsîf etmiş, sarmısak ve pırasa seviyesine indirmiştir. Geçmiş peygamberlere de bu bir iftiradır. Çünkü; mercimeğin sevdayı tahrîk ve nefes darlığı vermek gibi zararlı tarafları vardır ve bu bir uydurmadır, dedi. "Allah Teâlâ yer ve gökleri Aşûr'a günü yarattı." "Yemek üzerine içiniz ki, doyasınız..." "İnsanların en yalancıları, boyacılar, dikiciler ve terzilerdir." rivayetleri gibi. Halbuki görüp duyduklarımız bu rivayeti reddeder. Çünkü, bunlardan çok daha üstün yalancıların bulunduğunu görmekteyiz. Râfızîler, kâhinler ve müneccimler gibi. Bu rivayeti te'vîle lüzum yoktur. Ben derim ki: Bu hadîs, Câmİu's-Sağîr'da Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir. Bütün bunlar uydurmadır. "Pirinç insan olsa, iyi bir adam olurdu. Onu yiyen her aç adamın karnı doyar." Bu ifâdeye herkes güler, aynı zamanda pirinç fazla yendiği vakit, zararlıdır, bilenler bundan sakınır, nerede kaldı, Resûl-i Ekrem. "Ceviz şifâ, peynir hastalıktır..." (Mevzu hadîsini) Uydurana lanet olsun. "İnsanlar boy otunun hassalarını bileydi onu altın ile tartarlardı." "Sofranızda baklagilleri bulundurun, şeytânı uzaklaştırır." "Göynük yapraklarında, Cennet suyu vardır." "Maydonoz ne kötü yemektir. Ondan akşamleyin yiyip yatan kimsenin nefes boruları daralır. Onu gündüzleri yiyin." "Menekşe yağının diğer yağlardan üstünlüğü, Ehl-i Beyt'imin diğerleri üzerine üstünlüğü gibidir." "Hilyon ve pırasanın diğer baklagillere Üstünlüğü, buğdayın diğer tanelere üstünlüğü gibidir." "Domalan ve kereviz llyas ve Elyasa'nin (a.s) yiyecekleriydi." "Dünya narları, Cennet narlarından aşılanır." "Ümmetimin bahân ve yağmuru üzüm ile karpuzdur." "Üzümü ekmek ile yiyiniz." "Tuza devam edin, yetmiş derde devadır." (gibi mevzu' hadîsleri) Uydurana Allah la'net etsin. Ben de derim ki: Bu hadîsi İbn Hibbân Zuâfa'da (Zayıf Ravîlçr isimli bölümde Âişe'den merfÛ' olarak rivayet etmiştir. "Horoza söğmeyîn, o benim dostumdur. Âdemoğlu onun sesindeki kerameti bilse, etini ve tüyünü altın ile tartarak alırdı." Ben derim ki: Hadîsin birinci fıkrasını Ebû Dâvûd, hasen sened ile, merfû' olarak Zeyd Ibn Hârise'den rivayet etmiştir. Rivayet şekli de şöyledir: "Horoza sövmeyin, o insanı sabah namazına uyandırır." Ayrıca İbn Kani Eyyûb Ibn UtbeMen zayıf sened ile; "Beyaz horoz dostumdur.", diğer bir rivayette, "Dostumun dostu ve Allah'ın düşmanının da düşmanıdır." İlâvesi de vardır. Başka bir rivayette: "Sahibinin evini ve etrafındaki dokuz haneyi de bekler." denir. Buna benzer daha birçok rivayet şekilleri vardır. Bütün bunlar Câmiu'sSa£îr'da mevcûddur. Zayıf olsalar bile, birbirini takviye eden bu rivayetler karşısında bu hadîse bu kadar dokunmak uygun olmaz. Ancak ikinci fıkra müstesnadır. "Beyaz horoz bulunan eve, şeytân yaklaşmaz ve sihir te'sîr etmez." Ben derim ki: Beyhakî İbn Ömer'den, "Horoz namaza çağırır, beyaz horoz bulunduran kimse, şeytânın şerrinden, sâhirin sihrinden ve kâhinin kehânetinden korunmuş olur." rivayeti vardır. "Allah Teâlâ öyle bir horoz yaratmıştır ki, başı Arşın altında, ayakları ise yerin dibindedir." İşte bütün bu rivayetler kendi kendilerini tekzîb ederler. "Horozun ötmesini duyduğunuz vakit Allah'dan isteyiniz. Çünkü o, melek görür." hadîsinden başka horoz hakkında rivayet edilen bütün hadîsler yalandır. b- Rivayet edilen hadîsin açıkça bilinen bir sünneti bozmuş olması: Fesâd, zulüm ve abesi ihtiva eden, bâtılı övüp hakkı yeren ve buna benzer sözleri içine alan hadîslerden Rcsûl-i Ekrem münezzehtir. Bunlardan bâzıları: "Ahmed veya Muhammed adını taşıyanlar Cehennem'e girmezler." Bu rivayet, "Cehennem'den isim ve lakablar ile kurtuluş olmaz. Ondan necat; ancak, îmân ve iyi ameller İle olur." mealindeki gerçek rivayete aykırıdır ve yalandır. Buna benzer daha çok rivayetler vardır. Meselâ: Bu gibi rivayetlerde Cehennem'den kurtuluş öyle sevâblara bağlanmış ki, olsa olsa bu sevâblar birer küçük iyilik kabîlindendir-ler. Cehennem'den kurtuluş için asla kâfi gelmezler. c-Resûl-i Ekrem'in ashâb huzurunda aşikâre olarak yaptığı bir şeyi Sahabenin gizleyip yapmadıklarını bildiren rivayetler: Meselâ: Râfızîlerin, Veda' Haccı'nda, Rasûl-î Ekrem bütün sahabe huzurunda Hz. Ali'nin elinden tutarak, "Bu benim kardeşim, vasîm ve halefimdir. Benden sonra bunu dinleyin ve buna itaat edin.'* diye buyurduktan sonra sahâbe-i kirâm'ın hepsi bunu gizledi ve bozdular, dedikleri sözler gibi. Yalancıya Allah la'net etsin. Güneş battıktan sonra, geri dönmesine dair olan rivayet de bunun gibidir. d- Hadîsin bâtıl bir söz olması "Samanyolu -gökteki beyazlık- Arşın altındaki yılanın terinden hâsıl olur." "Rabbım gazaplandığı vakit, vahyi fârsça indirir; gazabı geçince Arapça indirir." "Altı şey unutkanlık getirir. Bunlar: Farenin girdiği yemeği yemek, biti ateşe atmak, akarsuya bevl etmek, sakız çiğnemek, olgunlaşmamış elma yemek ve kafadan kan aldırmak." "Ey Humeyrâ, güneşde ısınmış suyla yıkanma, çünkü abraş hastalığı getirir." Esasen "Humeyrâ kelimesi (Hz. Âişenin lakabı) ile başlayan bütün hadîsler yalandır. Yalnız şeyh Celâleddîn Suyutî, sahîh hadiste "Ya Humeyrâ" diye vârid olduğunu söylemiştir. Şöyle ki: Hâkim'in Ümmü Seleme'den rivayetinde Resûl-i Ekrem, zevcelerinden birisinin gelecekte halîfeye karşı isyan edeceğini söyleyince, Hz. Âişe gülümsedi. Resûl-i Ekrem; Ya Humeyrâ, dikkat et, senin olmandan korkarım, buyurdu. Sonra Hz. Alî'ye dönerek; "Âişe eline düşerse, ona karşı yumuşak davran, buyurdu. Müstedrek'de Buhârî ve Müslim'in şartları üzerine hadîsin sahîh olduğu söylenmektedir. Zehebî ise, Buhârî ile Müslim'in bu adamdan hadîs rivayet etmediklerini söylemişlerdir. "Sadaka verecek malı olmayan kimse, yahûdîlere la'net etsin." La'net hiçbir surette sadaka yerine geçmez. "İsmi Ahmcd veya Muhammed olan kimseyi Cehennem'e koydurmamak için karâr aldım." Teberrüken oğluna Muhammed adını veren kimse, oğluyla beraber Cennet'te-dir." "Doğacak çocuğuna Muhammed adını vermek maksadıyla temasta bulunan kimseye Allahu Teâlâ erkek evlâd verir." Bu hususta daha birçok rivayetler var. Hepsi de yalandır. Ben derim ki: Tabe-rânî ve Ibn Adiyy'in İbn Abbâs'dan, "Üç oğlu olup, hiçbirine Muhammed adını vermeyen cehalet etmiş olur." rivayeti vardır. Câmiu's-Sağîr'de de, bütün bu rivayetlerin kendi kendilerini yalanlayan rivayetler olduğu bildirilir. e- Rivayet edilen hadîsin Peygamber ve ashâb sözüne benzememesi "Üç şey gözün ziyasını artırır. Bunlar: Yeşillik, su ve güzel yüzdür." Bu sözden Ebû Hüreyre, İbn Abbâs, Saîd İbn Museyyeb, Hasan, Ahmed ve Mâlik gibi zâtları tenzîh etmek lâzımdır. Ben derim ki: Yukarıda zayıf olup mevzu' olmadığını söylemiştik. Gerek bu hadîs ve gerek "Güzele bakmak gözü cilâlandırır" hadîsleri zındıkların uydurmalarıdır. Ben derim ki: "Güzel kadına ve yeşilliğe bakmak gözün nurunu artırır." Hadisini Ebu Nuaym Hilye'de Câbir'den rivayet etmiştir, "Güzel yüz ve kara kaşlara bakınız. Allah Teâlâ güzeli Cehennem'de yakmaktan haya eder." Bu rivayeti uydurana Allah la'net etsin. "Güzele bakmak ibâdettir." Ben derim ki: Mevzu' olmayıp zayıf olduğunu yukarıda anlatmıştık. "Tepeden saçı dökülen birçok kimseleri Allah Teâlâ bu sayede affeder. Ali de onlardan birincisidir." "Burnunda biten kıllar, insanı cüzzâmdan korur." Bu rivayeti İmâm Ahmed'e sordular, o da, hiçbir şey değildir, dedi. Ben derim ki: Ebu Ya'lâ ve Taberânî Evsafında zayıf senedi ile Âişe'den rivayet etmişlerdir. "Güzel yüz ve güzel isim kendisine nasîb olan kimse, bunları yerinde kullanmazsa, bunların Allah Teâlâ'nın vasıflarından olduğunu unutmuş sayılır." Güzel yüzleri öven, onlara bakmayı ve onlardan iltiması emreden veya onları ateş yakmaz diye rivayet eden bütün hadîsler yalandır, uydurmadır. Bu hususta pek çok hadîs varsa da, biz bunların önemlilerinden bir tanesini zikredelim: "Bana gözcü göndereceğiniz vakit, yüzü ve adı güzel olanını seçiniz." Bunun râvîlerİ arasında, Ömer İbn Saîd vardır ki, Ibn Hibbân bu adamın hadîs uydurduğunu söylemiştir. Ebu'l-Ferec de bu hadîsi Mevzûât'ına almıştır. Fakat, "İyilikleri güzel yüzlerde arayınız." Hadîsini Buhârî Tarîh'inde Ibn Ebu Dünya, Ebu Ya'lâ ve Taberânî, Âişe'den; diğerleri de, Ibn Abbâs, Enes, Câbir ve Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir ki, buna göre hadîs mevzu' olmaz. Ya hasen, ya da zayıf olur. f- Hadîslerde tarihin bulunması: Falan sene veya falan tarihte şöyle olursa, böyle olur, gibi. Meselâ: "Muhar-rem'de ay tutulursa, kıtlık ve muharebeler olur." Böylece aylar ile ilgili olan rivayetlerin hepsi yalandır. g- Tababetle ilgili hadîsler: "Keşkül beli kuvvetlendirir; balık yemek, bâzı hastalıkları önler.", "Cinsî münâsebet azlığından şikâyet edene yumurta ve soğan yemeyi tavsiye etmek, keşkülün Cennet'ten çıktığı ve onu yemekle, kırk erkek kudretine sahip oldum." buyurduğu, "Mü'min tatlıdır, tatlıyı sever." (buna dâir yukarıda izahat verilmiştir), "Aç karnına hurma yemek bağırsaktaki kurtları döker." (Bu hadîsi, Câmiu's- Sağîr'de de olduğu gibi Ebu Bekir ve Deylemî Ibn Abbâs'dan rivayet etmişlerdir.) "Nifâs hâlinde kadınlarınıza kuru hurma yediriniz. "Ben derim ki: Bunu inkâr doğru değildir. Birçoklarının Hz. Ali'den rivayetlerinde," Lohusa kadınlarınıza yaş hurma yediriniz. Yaş bulamazsanız kuru hurma yedirin; zîrâ Allah katında en makbul ağaç hurma ağacıdır. Meryem bint İmrân, îsâ Aleyhisselâm'ı bu ağacın altında doğurdu." Ayrıca yine birçoklarının Ibn Kays'dan mcrfû' olarak rivayetlerinde: "Nifâs hâlinde hurma yiyen kadının çocuğu halîm olur. Zîrâ, îsâ'yı doğuran Meryem'in ilk yediği hurmadır. Allah katında daha İyi bir yemek olaydı Meryem'e onu yedirirdİ." Bu hususta daha birçok rivayet zikredildikten sonra, "Onu kendine doğru silkele" (Meryem, 25) âyet-i celîlesini okudu. Yine "Din kardeşine tatlı bir lokma yediren kimselerden Allahu Teâlâ mahşerin acılığını kaldırır.", "Pislik yoluna düşen bir lokmayı alarak yıkadıktan sonra yiyen kimsenin günâhları bağışlanır." Ayrıca, "Yemeğe üflemek, yemeğin bereketini yok eder." Ben derim ki: Resûl-i Ekrem'in yemeği üfle-mekten nehyettiğini Ahmed hasen sened ile, tbn Abbâs'dan rivayet etmiştir. Yine: "Kulağınız çınladığı vakit, salavat-ı şerife getirin." ve "Beni hayır ile yâd edeni, Allah da hayır ile yâd etsin." deyiniz. Gerek bu ve gerek kulağın çınlamasiyla ilgili diğer bütün hadîsler yalandır. Ben derim ki: Hâkim, İbn Sünnî, Taberânî, Ukaylî ve tbn Adiyy bu hadîsi Ebu RafPden rivayet etmişlerdir. Hadîsi, Süyûtî Câmiu's-Sağirine almış ve mevzu' olmadığını söylemiş, Cezerî de, sahîh olduğunu kabul etmiştir. Bütün bu rivâyetleraralardaki istisnalardan başka-hepsi mevzû'dur. h- Akıl hakkında rivayet edilen hadîsler: "Allah Teâlâ akıl yarattığı vakit, ona; sağa sola dön, buyurdu, akıl da aynı şekilde hareket etti. Bunun üzerine, Allah Teâlâ: Senden azîz, bir mahlûk yaratmadım, seninle alır seninle veririm, buyurdu." Ben derim ki: Taberânî ve Ebû Nuaym hadîsi zayıf senedlerle rivayet etmişlerdir. "Her şeyin bir kaynağı var, takvanın kaynağı ariflerin kalbidir." Ben derim ki: Tirmizî'nin Enes'den rivayetinde, Resûl-i Ekrem'in huzûrunda,bir adamı son derece övüyorlardı. Resûl-i Ekrem aklı nasıldır? diye sordu. İbn Kayyım'ın Hatîb'den naklettiğine göre; Şuûr'lu Hafız Abdulganî'nin Dârekutnî'den öğrendiğine göre, akıl hakkında rivayet edilen hadîsleri uyduranlar dört kişidir. Birincisi, Mesîre İbn Abd Rabbihi'dir. Sonra, bu rivayetleri ondan çalarak sened ile tezkiye eden, Dâvûd ibn Minber, sonra Süleyman ibn îsâ, birkaç sened ile tezkiye ederek yalancı Evdî'nin uydurduğu hadîslerini çalmıştır. Ebu'I-Feth el-Ezdî,'niri akıl hakkındaki hadîslerin hiçbiri Sahîh değildir, dedi. Ebû Ca'fer elUkaylî ile, Ebu Hatim de aynı görüştedirler. Fakat Sehâvî, îbn Mihber'in yalancı olmadığını, rivayet ettiği hadîsler sahîh değilse de, mevzu' olmaları lâzım gelmediğini söylemiştir. i- Hızır ve hayatından bahseden rivayetler: Bunların hepsi yalandır. Hayatına dâir rivayetlerin hiçbiri sahîh değildir. "Resûl-i Ekrem mesciddeyken arkadan bir ses duyuldu. Gidip baktılar ki, Hızır'dır." "Hızır ile İIyâs, her sene başında buluşurlar." Arafât'da Cebrâîl ve Mîkâîl ve Hızır buluşurlar, diye başlayan uzun hadîs... Ben derim ki: İkinci hadîsi Ukaylî, Dârekutnî ve İbn Asâkir merfû' olarak İbn Abbâs'dan rivayet etmişlerdir. Üçüncü hadîsin de aslı vardır. "Keşfu'l-Hazer an emri'l-Hızır" adlı risalemize bakınız. j- Rivayet edilen hadîsin bâtıl olduğuna doğru delîllerin şehâdet etmesi. Unk İbn Un hakkındaki rivayetleri böyledir. Bu rivayetleri uyduranlar peygamberlere hakaretten başka birşey yapmamışlardır. Bu uzun ve uydurma rivayetlerde "Üc"un üç bin üçyüz otuz üç zira' boyu olduğu, tufanın topuklarına kadar yükseldiği, deniz dibinden aldığı balığı güneşe tutarak pişirdiği, Hz. Musa'nın askerini ezecek şekilde büyük bir taşı başına aldığı ve bu taşın bir halka şeklinde boynuna geçtiği gibi, birçok akıl ve mantık dışı uydurmalar vardır. Uydurandan ziyâde şaşılacak cihet; tefsîr ve benzeri kitaplara da bu rivayetin alınması ve tekzîb edilmemesidir. Bu rivayete göre Ûnk İbn Un Nûh Aleyhisselâm'ın adamlarından olmaması gerekir. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de: "Biz ancak, Nuh'un zürriyetini ibkâ ettik." buyurulu-yor. Yine Resûl-i Ekrem; Allah Teâlâ Âdem'i altmış zira' boyunda yarattı. Zamanla nesli küçülerek bu şekle indi, buyurdu. Yer ile gök arası şu kadar mesafede ve güneş dördüncü kat gökte olduğu halde balığı oraya nasıl ulaştıracaktı? Şüphesiz bütün bunlar İslâmiyeti alaya alan yahûdî zındıklarının uydurmalarıdır. Ben derim ki: BeğavTnin anlattığı gibi ulemânın ittifakıyla, Üc tbn Unk'u Mûsâ Aleyhisselâm öldürmüştür. Bu kadar. Demek ki, aslında "Ûc" vardır, fakat yalancılar bunun hakkında lafı uzattılar. "Hani Biz demiştik ki şu kasabaya girin" âyetinin tefsirinde tbn Abbfis'ın bu kasabanın azgınlar memleketi olan (Erîha) olup, buranın halkının, (Âd) neslinden olduğu ve kendilerine Amâlika denildiği, başkanlarının Ûc olduğunu rivayet ettiler, dedi. Ayrıca ed-Dürr'ül Mensûr'da anlatıldığı gibi, İbn Cerîr ve îbn Münzir "Doğrusu orada zâlim bir topluluk var." âyet-i celîlesinin tefsirinde KatâdeMen, onların iriyarı insanlar olduğu rivayet edilmektedir. Bu hususta başka rivayet yolları da vardır. Bunların boylarının, kafa taslarının büyüklükleri ve göz deliklerinin genişlikleri hakkında daha birçok rivayetler zikredilir. Ibn Cerîr ve İbn Ebu Hâtim'in İbn Abbâs'dan rivayetlerinde Mûsâ Aleyhisselâm'm bu cebbarlar memleketine gitmekle emrolunduğu adamlarıyla beraber, Erîha şehrine yakın bir yere vardıkları Mûsâ Aleyhisselâm'm casusluk için oniki kabileden oniki adam gönderdiği adamların bir bahçeye girdikleri, ancak bahçe sahibinin, bunları teker teker yakalayarak bir meyve torbasına koyduğu ve kralın huzuruna götürdüğü, rivayet edilmiştir. Ayrıca, bir bahçe duvarı gibi, dünyayı kaplayan yeşil zümrütten ma'mûl "Kâf" dağından ve gök kubbesinin bu dağ üzerine oturtulmasından söz edilir. Ben derim ki: Bunu Bağavî, Meâlim'de tkrime'den, Dahhâk.edDürr'ül-Mensûr'da Mü-câhidden rivayet etmiştir. Bundan başka İbn Münzir, Ebu'ş-Şeyh ve Hâkim, Abdullah tbn Büreyde'den Allah Tcâlâ'nın "Kâf" âyet-i celîlesinin tefsîrinde Kâfin dünyayı ilıâıa eden, zümrütten ma'mûl bir dağ olduğu söylenmektedir. Yerin kaya üzerinde, kayanın öküzün boynuzunda... olduğuna dâir rivayette böyledir. Ben derim ki: Ebu Dünyâ ve Ebu Şeyh,. İbn Abbâs'dan rivayet ederler ki "Allah Teâlâ âlemi kuşatan Kâf adında bir dağ yaratmıştır. Damarları arzın, üzerine oturduğu kayaya bağlıdır, deprem olacak yerlerde Allah Teâlâ dağa emreder, dağ da oranın damarını çeker ve mevziî olarak deprem olur, denmiştir. Yine Rasûl-i Ekrem'e cinnîlerden bir kadın ki peygamberi, ziyaret etliği, bir seferinde kadının ziyaretini geciktirdiğinden Resûl-i Ekrem sebebini sorunca, Hindistan'da bir cenâT zeye katıldığını, yolda taş üzerinde İblîs'in namaz kıldığını gördüğünü ve İblîs'e; Âdem'in evlâdlarını azdırdığı halde, bu yaptığın nedir? diye sorduğunu, İblis'in de; Allah'tan mağfiret taleb ettiğini, söylediği ve bunun üzerine o gün merakından Râsul-İ Ekrem'in yüzünün gülmediği söylenir. Hâme İbn Heyscnı'İn ve Zcrbcp İbn Bâr'ın rivayet ettikleri uydurmalar gibi bütün bunlar da bâtıl şeylerdir. k- Rivayet edilen hadîsin Kur'ân-ı Kerîm'in sarahatine uygun olmaması. Dünyanın ömrünün yedi bin sene olup, bizim yedi bininci yılın içinde bulunduğumuz hakkındaki rivayet tamamen ve açık bir yalandır. Buna göre, herkesin, kıyamete ne kadar kaldığını bilmesi, gerekir. Halbuki Kur'ânı Kerîm'de kıyametin vaktini Allah'tan başka kimsenin bilmediği kesinlikle ifâde edilmiştir. Ben derim ki: Celâleddİn Suyûtî, bu hususa dâir bir risale yazdı ve asıl amacın kıyametin yaklaştığını bildirmek olduğundan, vakti belli olmadığı için, âyet ile bu rivayet arasında çelişki olmaz, dedi. Hattâ Resûl-i Ekrem'in kıyametin kopacağı zamanı bildiğini iddia edenler de, en büyük yalancılardır, dedi. Çünkü Cibrîl hadîsinde yeralan soru soran bedevinin kim olduğunu bilemediği gibi, kıyametin ne zaman kopacağı hakkındaki soruya da; Bu hususta sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmez ifâdesini; yalnız soran ve sorulan bilir, mânâsında tahrif etmişlerdir. Allah Teâlâ'mn her bildiğini Rasûl-i Ekrem de bilir, demek küfürdür. Çünkü, Allah Teâlâ Kur'ân-ı Ke-rîm'de, "Senin etrafında öyle münafıklar var ki, sen onları bilmezsin." mealinde âyet indirmiş ve bu âyet son zamanlarda nazil olmuştur, Resûl-i Ekrem'in her şeyi bilmediğini te'yîd eden rivayetlerden birisi de, Hz. Âişe'nin gerdanlığını düşürmesi olayıdır. Hadîs âlimlerinden İmâd Üddİn İbn Kesîr, Buhârî'nin Hz. Âişe'den rivayetinde şöyle dediğini bildirir: "Rasûl-i Ekrem İle bir sefere çıktık. Beydâ veya Zât'ul Ceyş'e geldiğimizde gerdanlığımın düşmüş olduğunu gördüm. (Hz. Hatîce-nin yadigârı olduğu için) Resül-i Ekrem ve ashabı gerdanlığı aramak üzere durdular. Bu sırada bazı kimseler Hz. Ebu Bekir'e giderek; Âişe'nin yaptığım beğendin mi? bizi burada bekletiyor. Halbuki ne suyumuz kaldı, ne de buralarda su var dediler. Bunun üzerine babam Ebu Bekir yanıma geldi, o sırada Resûl-i Ekrem başını dizime koymuş uyuyordu, bana darıldi ve eliyle koltuklarıma dürttü. Fakat, Resül-i Ekrem dizimin üstünde olduğu için ben hiç kımıldayamıyordum. Sabahleyin uyandığında abdest alacak su yoktu, işte bu sırada teyemmüm âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Es'ad İbn el-Hudri, ey Ebu Bekir sülâlesi, bu sizin ilk hayır ve bereketiniz-dir, dedi. Keza bunun gibi Rasûli Ekrem Medine'ye hicret ettiğinde Medînelilerin hurmalara bir nevi aşı yaptıklarını gördü. Bu bir şey değil, demek istedi ve onlar da vaz geçtiler. Fakat o sene hurma iyi mahsûl vermedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem, Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz, buyurdu. Kur'ân-ı Kerîm'de, "De ki, size Allah'ın hazîneleri bendedir demiyorum, gaybı bildiğimi de iddia etmiyorum." deniyor. Ayrıca "Eğer gaybı bileydim, çok hayır isterdim." buyurulmuştur. yine, Hz. Âişe'ye isnâd edilen, "tfk" olayı hakkında vahy gelinceye kadar Resûl-i Ekrem gerçeği bilmiyordu. O, ancak Allah Teâlâ'nın bildirdiğini bilir, bildirmediğini bilmezdi. Kur'ân-ı Kerîm'e uymayan bu gibi rivayetler mevzû'dur. 1- Râvîsinde galat olan hadîsler: Meselâ: Ebu Hüreyre'den gelen bir rivayette, Allah Teâlâ yerleri Cumartesi günü yaratmıştır denmektedir. Bu rivayet, Müslim'in Sahîh'ine böyle geçmişse de, Buhâ-rî ve diğerleri bu sözün râvîsinin Ebu Hüreyre olmayıp Kâ'b'ül-Ahbâr olduğunu söylemişlerdir ve doğrudur. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de yer ve göklerin altı gün içinde yaratıldıkları açıkça anlatılmıştır. Mescîd-i Aksâ'da Sahra (Taş) hakkında; Allah Teâlâ'nın küçük ve yakın olan Arşıdır, rivayeti de Kur'ân'a uymayan bir rivayet olup yalancıların uydurmasıdır. Bu taş hakkındaki bütün rivayetler yalandır. Taş hakkında en sağlam rivayet cumartesi günü yahûdîlerin günü olduğu gibi, bu taş da onların kıblesi idi. Bize de Allah Teâlâ sonradan kıble olarak Kâ'be'yi seçmiştir, ifadesidir. Hz. Ömer bu taşın yanında cami yaptıracağı zaman, yanındakilere sordu; Camiyi taşın önünde mi yapalım, arkasında mı? Kâ'b, taş camiin önünde kalsın, deyince, Hz. Ömer; ey yahû-dî çocuğu, senin eski yahûdîliğin tutmuş, öyle şey yok, taş arkada kalacaktır, dedi ve görüldüğü gibi, Mescidi ön tarafta yaptı. Beyt elMakdis'in ve bu taşın fazileti hakkında yalancılar lâfı çok uzatmışlardır. Beyt el-Makdis'in fazîleti hakkında en doğru rivayeti. Yolculuk üç mescid için yapılır. Bunlar: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benîm mescidimdir, hadîsidir ki, Buhârî ve Müslim'de vardır. Keza Ebu Zer'den gelen bir rivayette; Yeryüzünde ilk mabedin Mescid-i Haram ve sonra Mescid-i Aksa olduğu... bildirilmiştir. Bu da ittifâklıdır. Yine Abdullah İbn Ömer'den gelen rivayette; Süleyman Aleyhİsselam Mescid-i Aksâ'yı yaptırdığı vakit, Allah'dan üç şey diledi. Birincisi, Allah Teâlâ'mn hükmüne uygun hüküm vermek; ikincisi; kendisinden başka kimseye layık olmayan bir mülke sahip olmaktır. Allah Teâlâ bunların ikisini de kendisine verdi. Üçüncüsü de, bu mescidde namaz kılanların bağışlanmalarını istemesidir. Bu dileğinin de kabul olmasını Allah'dan ümid ederim, rivayetidir. Bu hadîsi, İmâm Ahmed, Müsned'inde ve Hâkim Sahîh-İnde rivayet etmişlerdir. Bu husâsta dördüncü bir rivayet de vardır. O da, tbn Mâce'nin Sünen'inde muz-darib olarak rivayet ettiği; Mescid-i Aksâ'da bir namaz, elli bin namazdan üstündür, hadisidir, muhaldir. Zîrâ Resûl-i Ekrem'in mescidi, bundan faziletli iken, orada kılınan namaz, ancak diğerlerinde kılınan bin namaza muâdildir. Başka bir rivayette, Mescid-i Aksâ'da kılınan-bir namazın diğer camilerdeki beşyüz namaza muâdil olduğu bildirilmektedir. Bu' rivayet daha uygundur. Resûl-i Ekrem'in, oradan Mirac'a çıktığı ve orada peygamberlerin ruhlarına imâm olduğu, Burak'ı kapıdaki halkaya bağladığı, mü'minlerin Ye'cûc ve Me'cûc'-dan korunmaları için buraya sığınacakları rivayetleri sahîhtir. Ben derim ki: Mehdî mü'minlerle birlikte Deccâl'dan kaçarak buraya iltica edecek, îsâ Aleyhisselam Şâm mescidinin minaresinden inecek ve Deccâlî İsâ öldürecektir. Sonra mescide girip orada birinci namazı Mehdî'nin imamlığında kılacaktır. İşte istisna edilen bu rivayetlerden başkaları uydurmadır. m- Gece ve gündüzlere tahsis edilen bazı nafile namazlar hakkındaki rivayetler. Haftanın her gün ve gecesi için sayılan namazlara âit tafsilât yukarıda geçmiştir. Receb ayının ilk cum'asmda kılman Reğâib namazı ve benzerleri de uydurmadır. Bunların bir benzeri de, kendisi doğru sözlü olan Abdurrahmân İbn Mende'nin, hadîs uyduran İbn Cuhzum yolu ile İbn Enes'den merfû olarak rivayet ettiği; Receb Allah'ın, Şa'ban benim, Ramazân da ümmetimin ayıdır, hadisidir. Bu rivayette; Ramazânın ilk cum'a gecesini unutmayın. Melekler ona Regâib adını vermişlerdir, diye uzun ilâveler de vardır. İbn el-Cevzî, İbn Cuhzum'un yalan uydurduğunun söylendiğini belirtir. Abdulvehhâb, râvîlerinin meçhul olduğunu ve bu rivayetin hiçbir hadîs kitabında bulunmadığını söyler. Ben derim ki: Hadîsin baş tarafı Ebu'l-Feth'in Emâlî'sinde mûrsel olarak Ha-san'dan rivayet edilmiştir. Süyûtî, bunu Câmiu's-Sağîr'inc almıştır. Receb ayında tutulan oruç ve kılınan namazlar hakkında rivayete edilen hadîslerin hepsi yalan ve iftiradır, sözü üzerinde de dururuz. Zîrâ Receb ayında oruç tutma hakkında müte-addid rivayetler vardır. Herne kadar teker teker bu rivayetler zayıf iseler de, birbirlerini takviye ederler. Bununla beraber, Receb ayında kılınan namazlar hakkındaki bazı rivayetlerin mevzu' olduğunda şüphe yoktur. Meselâ; Receb-i şerifin ilk gecesinde, akşam namazını müteakip yirmi rek'at namaz kılan kimse, hesâb görmeden Sırât'ı geçer. Receb'den bir gün oruç tutup, iki rek'at namaz kılan ve birinci rek'atında yüz Âyet-i Kürsî, ikinci rek'atında yüz Ihlâs okuyan kimse, cennetteki yerini görmeden ölmez, rivayetleri hep uydurmadır. Bu hususta doğruya en yakın olanı Receb ayında oruç tutmaktan Resûl-i Ekrem'in men' ettiğine dâir İbn Mâce'nin Sünen'indeki rivayettir. Ben derim ki (Ali el-Kârî) Rasûl-i Ekrem'in bu ayda oruçtan men'etmesi, borç olduğuna inanarak oruç tutanlar içindir. Yoksa, Receb ayında oruç tutmanın kerahetini bilen kimse için söylememiştir. Şa'ban ayının onbeşinci gecesinde kılınacak namazlara dâir rivayetler de böyledir. Meselâ: Ya Ali, Şâbân'ın onbeşinci gecesi bin ihlâs okumak suretiyle yüz rek'at namaz kılan kimsenin, Allah Teâlâ o gece bütün dileklerini kabul eder ve kendisine birçok mükâfatlar verir. Her hürînin etrafında yetmiş bin câriye ve gılmân olduğu halde, kendisine yetmiş bin hûrî verir, ve devamla; Anne ve babası yetmiş bin kişiye şefaat eder, şeklindeki rivayet gibi. İlimden azıcık nasibi olanların bu gibi hezeyanlara kapılmayacaklarında şüphe yoktur. Bu gece ile ilgili namaz, hicrî dördüncü asırdan sonra Beyt elMakdisde îcâd edildi ve buna dâir hadîsler uyduruldu. n- Hadîsin lâfzındaki rekabet ve hadîsin ifâdesini kulağın kabul etmeyip zevk-i selimin çirkin görmesi. Meselâ; Dört şey dört şeyden doymaz: Kadın kocadan, yer yağmurdan, göz bakmaktan, kulak dinlemekten. Ben derim kî: Camiu's-Sağîr'de de olduğu gibi, bu hadisi Ebu Nuaym Ebu Hüreyre'den, Ibn Adiy ve Taberânî Âişe'den rivayet etmişlerdir. Şu kadar ki; Kulak dinlemekten doymaz, yerine; Âlim ilimden doymaz, şeklindedir. Olsa olsa hadîs zayıf olur, mevzu' olmaz. Hatırlı iken itibârını kaybeden, zengin iken fakir olan, âlim iken çocukların elinde oyuncak olan kimselere acıyınız. Ben derim ki: Hakkâkük ve benzeri mübâh olan san'atlar aleyhinde de RasûM Ekrem'den rivayet edilen bütün hadîsler yalandır. Çünkü Allah Teâlâ ve Resulü hiçbir san'atı yermezler. Ancak, bazı san'atlarda irtikâb edilen mekruh ve haramlardan men ederler. Sarhoş olarak ölen, mezara sarhoş olarak girer, sarhoş olarak kabirden kalkar ve sarhoş olarak Cehennem'e sevk edilir. Allah Teâlâ'nın yarattığı bir melek var, adma"İmâre" denir, yakuttan bir atı vardır. Boyu göz gördüğü kadar uzundur. Memleketleri dolaşır, çarşı ve pazar yerlerinde durarak; Şu ve şu kimseler azıtsın, şuna ve şuna müsâade edilsin, diye çağırır. Allah Teâlâ'nın "tmâre" adında taştan bir meleği var, taştan bir merkep Üzerinde yere iner ve güçlükler çıkarır. Bütün bu İfâdeler aslı astarı olmayan uydurmalardır, o- Habeşilileri ve Sudanlıları yeren hadîsler. Bırakın şu Sudanlıları, o siyah derililer ancak yiyip içmeyi ve cinsi münâsebette bulunmayı bilirler. Zencî'nin karnı doydu mu gözü zinada; acıkınca da hırsızlıkta olur. Ben derim ki: Bu hadîsi İbn Adiyy zayıf sened ile, Âişe'den rivayet etmiştir. Ayrıca bu hadîste, cömertlik ve kahramanlıklardan da bahsedilir. Zencilerden sakının. Zîrâ onlar çirkin yaratıklardır. Resûl-i Ekrem, bir yerde bir sofra gördü ve bu yemek kimin için hazırlandı? diye sordu. Habeşliler için hazırlandığı söylenince Resûl-i Ekrem; onlara yedirmeyin, zîrâ onlar acıkınca gözleri hırsızlıkta, doyunca da gözleri zinadadır, buyurdu. Türkleri, (hadım edilmiş) insanları ve köleleri yeren hadisler de bunlar gibi uydurmadır. Allah Teâlâ burulmuş insanlarda hayrı murad edeydi, onlardan ibâdet eden evlâd meydana getirirdi. "Âhir zamanda insanoğlunun mâlik olduğu şeylerin en kötüsü kölelerdir." Ben derim ki: Câmiu's-Sağîr'de olduğu gibi, bunu Ebu Ya'lâ birşey yoktur diyerek İbn Ömer'den rivayet etmiştir. Habeşliler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın. Zîrâ Kâ'be'nin hazînelerini iki baldırı çıplak karabacakh habeşli çıkaracaktır. Bu hadîsi Ebu Dâvud ve Hâkim Müstedrek'inde tbn Ömer'den rivayet etmişlerdir. Size dokunmadıkça türklere dokunmayın. Zîrâ benim ümmetimi ilk soyacak olan onların melikleridir. Bunlar, Kantura neslindendirler. Câmiu's-Sağîr'de olduğu gibi, bunu da Taberânî, İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiştir. Kantura, Halîl İbrahim'in câriyelerindendir. Nihâye'de yazıldığı gibi, Türk ve Sîn adında evlâdları olmuştur. p- Güvercin hakkında rivayet edilen hadîslerin hiçbiri sahîh değildir. Güvercine bakmak Resûl-i Ekrem'in hoşuna giderdi. ResüM Ekrem yeşilliğe, turunç ve ağaç kavununa ve kızıl güvercine bakmaktan hoşlanırdı. Ben derim ki: Taberânî, İbn Sünnî ve Ebu Nuaym Kebşe'den, yine İbn Sünnî ve Ebû Nuaym Ali'den ve yine Ebu Nuaym Âişe'den; Resûl-i Ekrem turunç ve kızıl güvercine bakmaktan hoşlanırdı, diye rivayet etmişlerdir.Yeşilliğe ve akar suya bakmaktan hoşlandığını da rivayet etmişlerdir. Yalnızlıktan Resûl-i Ekrem'e şikayette bulunan bir kimseye ResÛl-i Ekrem; güvercin bulundursanız hem onunla eğlenir, hem de yumurtasından faydalanırdınız, demiştir. Kanadı kesik güvercinler bulundurunuz, zîrâ onlar çocuklarınızdan cinleri uzaklaştırır. Ben derim ki: Bu hadîsi Şîrâzî, Hatîb ve Deylemî İbn Abbâs'dan ve İbn Adiy Enes'den rivayet etmişlerdir. Zekeriyyâ İbn Yahya diyor ki: Ebu'l-Buhterî, Hârûn' er-Raşîd'in huzuruna girdi. Hârûn er-Reşîd güvercin uçuruyordu. Buhterî'ye, güvercin hakkında bir rivayet biliyor musun? diye sordu, Buhterî; evet, Hisâm babasından, o da Hz. Âişe'den rivayetinde; Resûl-i Ekrem güvercin uçururdu, dedi. Bunun üzerine Reşîd Buhterî'yi yanından kovdu ve Kureyş'den olmayaydı ben onu kadılıktan azlederdim, dedi. Ben derim ki: Bu boş bir ma'zerettir. Zîrâ yalan söylediğini ve hele Resûl-i Ekrem'e yalan isnâdda bulunduğunu kesin olarak bildikten sonra, adaletten sakıt olmuş ve kadılıktan azledilmeyi haketmiştİr. Diğer bir rivayette de şöyle denir. Senin bu sözün yalandır, dedi ve bu yalana sebep olan güvercini de öldürdü. Güvercin hakkında en sağlam rivayet; Rasûl-i Ekrem bir adamın güvercin peşinde dolaştığını görünce: Şeytânın peşinde dolaşan şeytân, sözüdür. Ben derim ki: Bu rivayet Askalânî'nin de dediği gibi mevzu' değil, belki hasen bir rivayettir. Çünkü bunun şahitleri vardır. r- Tavuk yetiştirmek hakkındaki rivayetler. Bu hususta da sahih bir rivayet yoktur. Tavuk yoksulların koyunudur. Yoksullara tavuk, zenginlere de koyun beslemelerini tavsiye ederim. Ben derim ki: İbn Mâce'nin Ebu Hüreyre'den böyle bir rivayeti vardır. Ve bu rivayetin sonunda, zenginler de tavuk yetiştirmeye kalkışırsa, memleket harâb olur buyurulmuştur. Râvîler arasında, şüpheli bir zât vardır. İbn Hibbân bu adamın hadîs uydurduğunu bildirdi. Ben derim ki: Buna göre hadîs zayıf olur, mevzu' olmaz. s- Çocukları yeren hadîsler de yalandır. Meselâ: Hicrî yüzaltmış senesinden sonra çocuk yetiştirmedense kedi-köpek beslemek daha hayırlıdır. Hicri altıyüz yılından sonra doğacak çocuklarda hayır yok, hadîsleri gibi. ş- Yukarıda.da işaret edildiği gibi istikbâlde tarih bildiren hadîsler de bâtıldır. Falan sene olduğu vakit şöyle olur veya fâlân ay girdiği vakit gibi rivayetlerin hepsi uydurmadır. Ramazân ayında öyle gürültülü bir ses duyulur ki, uykuda olant uyandırır, ayakta olanı çökertir ve yırtıcı hayvanları inlerinden çıkarır. Sonra Şevval ayında büyük ve korkunç bir hâdise olur. Zûlkade de kabileler birbirinden ayrılır. Ve Zülhicce'de kan dökülür. Ramazân'ın onbeşi cumaya tesadüf ederse, öyle gürültülü bir ses duyulur ki, yetmiş bin kişi bayılır ve yetmiş bin kişi de birbirine girer. Ben derim ki: Ebu Nu-aym Şehr Ibn-i Havşeb'den mürsel olarak, bu gibi senede Ramazân'da ses, Şevvâl'-de korkunçluk, Zülkâde'de harb, Zülhicce'de hacıları soymak gibi vak'alar olur ve Muharrem'de de göklerden şöyle bir ses duyulur. Mehdî doğdu, ona itaat edin. Diğer rivayet yollarında bu anlattıklarımızın yanında bir de, Minâ da büyük savaş olur, Rükn ile Makam arasında Mehdî'ye bîat edilir, şeklinde ilâveler vardır. Yüzüncü yıl başında Allah Teâlâ soğuk bir rüzgâr estirir ve bütün İyilerin ruhu kabzolur. Hicrî yüzotuz yılında; zâlimin ezberinde Kur'an okunmayan yerde Mushaf, kötüler arasında iyi insan garîbtir. Hicrî yüzotuzbeşte, Süleyman Aleyhisselam'ın adalara hapsettiği şeytânlar çıkar, bunların onda dokuzu Irak'a ve onda biri de Şam'a giderek Kur'ân ile mücâdele ederler. Hicrî yüzelliden sonra, evlâdlannızın hayırlısı kız çocuklarıdır. Hicrî yüzaltmişdan sonra şöyle böyle olur. Hicrî kırk yılına kadar ashabım îmân ve amel ehlidir. Seksen yılma kadar birr ve takva erbabıdır. Yüzyirmi yılına kadar sıla-i rahm adamlarıdır. Yüzaltmış yılından sonra da insanlar birbirine arka çevirecekler ve sonradan pek çok karışıklıklar olacaktır. Hicrî ikiyüz yılından sonra âfetlerin çoğalacağına dair rivayetlerin hicrî üçyü-zaltmıştan sonra dağlara kaçmaktan başka çâre olmadığına dâir rivayetlerin hiçbirisinin aslı yoktur. Aşûrâ günü kan almak, süslenmek ve evde bolluk göstermek, bugüne ait namaz kılmak ve diğer bu günün faziletini bildiren rivayetlerin hiçbirinin aslı yoktur. Sadece o günde oruç tutmak hakkındaki rivayet müstesnadır. Aşûrâ günü çocuklarına genişlik ve bolluk gösteren kimse, sene içinde darlık görmez. Ahmed İbn Hanbel, bu hadîsin sahîh olmadığını söylemiştir. Ben derim ki: Sahîh olmamasından, mevzu olması lazım gelmez. Olsa olsa zayıf olur. Çünkü Taberânî ve Beyhakî bu hadîsi Ebu Saîd'den rivayet etmişlerdir. Aşûrâ günü, gözüne tutya ile sürme çeken kimse göz ağrısı görmez. Bu hadîsi Beyhakî lbn Abbâsdan riyâyet etmiştir. Bunlardan başka, Aşûrâ günü sürmelenmek, yağlanmak ve koku sürünmek gibi bütün rivayetler yalancıların uydurmalarıdır. Bir kısmı böyle yaparken, diğer bir kısmı da bugünü matem günü diye ilan etmiştir. Aslında iki taraf da bid'at ehlidir. Ehl-i sünet ise, Resûl-i Ekrem'in yaptığı ve emrettiği gibi o gün oruç tutarlar, şeytânın yoluna sapmaktan sakınırlar. t- Sûrelerin faziletlerini bildiren ve sûreyi okuyana şu kadar mükâfat var, diyen rivayetler. Sa'Iebî ve Vahidî gibi müfessirler sûrelerin başında, Zemahşerî ve ona uyan Beyzâvî ve Müftî Ebu's-Suûd Efendi gibi zâtlar da, sûrelerin sonlarında bu fazîletleri saymışlardır. Abdullah lbn Mübarek; bu faziletleri uyduranların zındıklar olduklarını sanıyorum, demiştir. Hattâ, bunları uyduranlardan birisi bunu itiraf etmiş ve halkı Kur'an ile meşgul etmek istediğini söylemiştir. Bunları uyduran câhillerden bazıları da: Biz Resûl-i Ekrem'e yalan isnâd etmiyoruz, Resûl-i Ekrem için bu yalanları uyduruyoruz, demişlerdir. Bilmiyorlar ki, her ne şekilde olursa olsun Resûl-i Ekrem'in demediğini dedi diyen en şiddetli azabı hakkeder. u- Hz. Ebu Bekir ve diğer zâtlar hakkında uydurulan hadîsler. Kıyamet günü Allah Teâlâ herkese umûmî ve yalnız Ebu Bekir'e husûsî bir şekilde tecellî eder. Allah Teâlâ bana her neyi verdiyse, ben onu Ebu Bekir'e verdim. Ebu Bekir ile benim aramdaki mesafe, atbaşı gibidir. Allah Teâlâ Ebu Bekir'in ruhunu tercîh etmiştir. Hz. Ömer anlatıyormuş: Resûl-i Ekrem ile Ebu Bekir konuşurlarken, ben aralarında bir zencî gibi kalırdım. Nuh'un ömrü boyunca Ömer'in faziletleri anlatılsa yine bitmez. Bununla beraber Ömer, Ebu Bekir'in faziletlerinden yalnızca biri olabilir. Ebu Bekir, fazla namaz kılmakla ve oruç tutmakla, sizi geçmiş değil, belki onun üstünlüğü kalbine akıtılan bir şey sayesindedir. Bu söz, aslında Ebu Bekir tbn Ayyaş'in sözüdür. Bunların hepsi asılsız rivayetlerdir. Râfızîler Hz. Ali'nin fazileti hakkında pek çok yalan hadîs uydurmuşlardır. İrşâd kitabında Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in fazîleti hakkında üçyüz bine yakın hadis uydurulduğunu, Ebu Ya'lâ haber vermiştir. Bunu bir mübalağa sanma, incelersen bu hususta pek çok rivayetler bulursun. Bir başka uydurma hadîste Ehl-i Sünnet câhillerinin Muâviye'nİn fazîletine dâir uydurdukları hadîslerdir. îshâk bin Râhuye; Muâviye'nİn fazîleti hakkında Resûl-i Ekrem'e izafe edilen hiçbir rivayet sahîh değildir, der. Bunlardan birisi de, İmâm A'zam ve Şafiî'nin isimlerini tasrîh ederek, onların menkıbelerine dâir uydurulan rivayetlerdir. Onları yeren rivayetler oi aynı şekilde uydurmadır. Muâviye, Amr lbn Âs, Emevîler, Mansûr ve Saffâh'ı öğüp yeren; Ye-zîd, Velîd ve Mervân'ı yeren hadîsler de bunlardandır. Bağdâd, Basra, Küfe; Merv, Kazvîn, Askalân, İskenderiye, Nusaybin ve Antakya hakkında rivayet edilen hadîsler de yalandır. Abbâs sülalesinin cehennem'de yanmayacağını, hilâfetin Abbâs'ın evlâdlarında olacağını, Horasanlıları öven hadîsler; Abbâs’m evlâdlarından halîfe olanları sayan rivayetler ve şu şehirler cennet şehirlerinden veya cehennem şehirle-rindendir... gibi sözler; Ekrem'in Muâviye ve Amr İbn Âs'a bakarak: Bunları bırak, fitneye dönsünler, sonra da cehenneme dalsınlar, buyurması ve ayrıca Ebu Musa'yı yeren hadîsler de tamamen uydurma ve yalandır. îmânın artmayıp eksilmediğine ve bunun karşısında, artıp eksildiğine dâir uydurulan hadîsler de yalandır. îmân artar ve eksilir, sözünün sahîh bir söz olduğunu söylerler. Ben derim ki: îmân artmaz, eksilmez sözü de doğru bir sözdür. Ancak, dâvamız bu sözlerin hadîs olup olmadıklarmdadır. imânın artıp eksilmediğine dâir olan rivayeti, Ahmed, Ebu Dâvûd, Hâkim ve Beyhakî'nin sahîh senet ile, Muâz'-dan gelen bir rivayetleri te'yîd eder. Fakat bu rivayetler daha ziyâde, sahabe ve tâ-biîn'in ittifakı gibi bir şeydir. Meselâ: Bütün Ehli Sünnet, Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olmadığında ittifak halindedirler. Fakat, Kur'an mahlûk değildir, sözü hadis değildir. (Ali elKârî, Mevzuat (Türkçe çev. Ahmet Serdaroğlu), 138- 155)[59]
2- İsrâliyât
2- İsrâliyât Rivayet tefsirinin zayıf noktalarından birisi de bu tür tefsirlere İsrâiliyâtın fazlasıyla sızmış olmasıdır, lsrâiliyât terimi ile; yalnızca yahûdî kaynaklı fikirler değil, aynı zamanda Hıristiyan kaynaklı fikirler ve bunların ikisinin karışımından ibaret olan Bâtınî ve Gnostik (irfânî) fikirler de kasdedilir. Yahûdî kaynaklı fikirler anlamına lsrâiliyât denmesinin nedeni, bu fikirlerin tefsirlerde daha çok yer almış olmasındandır. Bilindiği gibi, Isrâîl; Hz. Ya'kûb'un adı veya lakabıdır. Hz. Yâkûb (a.s), Kur'-ân'da sözü edilen oniki Yahûdî boyunun (Esbât) atasıdır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm yahûdîlerden, daha çok Benu Isrâîl (İsrâîloğulları) şeklinde sözeder. İslâm kaynaklarının ifâdesine göre, Isrâîl kelimesi İbrânîce Allah'ın kulu anlamına gelmektedir, îsrâiliyât ise, az Önce de belirttiğimiz gibi diğer dinlerin yanı sıra daha çok Yahûdî menşe'li fikirler için kullanılan bir ta'bîrdir. lsrâiliyât haberleri metin ve sened bakımından sahîh olan ve olmayan haberler diye ikiye ayrılabilir. Bazılarının senedi zayıftır, bazılarının da metni zayıftır. Metni ve senedi sahîh olupta muteber hadîs kitâblarında da yer almış bulunan yahûdîlerle ilgili haberler, İslâm bilginleri tarafından makbul sayılmıştır. îsrâîloğulları ile ilgili birçok uydurma haberler Hz. Peygamber'e mal edilmiştir. Sözgelimi Bâbîl hükümdarı Buhtunnasr'ın İran hükümdarı olarak gösterildiği ve yediyüz yıl hükümdarlık yaptığının zikredildiği Hüzeyfe İbn Yemmân'dan rivayet edilen hadîs bunun örneğidir. (Taberî, XV, 22). Resûlullah (s.a) genellikle îsrâiliyâtm nakledilmesini yasaklamıştır. Nitekim Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber zamanında yaşayan Ehl-i Kitâb Tevrât-ı ibranca okuyor ve onu müstumanların anlaması için arapça tefsîr ediyorlardı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a) şöyle buyurmuştu: Ehl-i Kitabı ne tasdik ediniz, ne yalanlayınız. Sadece; biz, Allah'a ve bize indirilmiş olana îmân ettik." (Bakara, 136) deyiniz, buyurmuştu. (Ahmed İbn Hanbei, Müsned, IV, 136) Taberî'nin ifâdesine göre; Abdullah İbn Mes'ûd;ehl-i Kitaba birşey sormayınız, onlar size doğru yolu gösteremezler çünkü kendileri sapıtmışlardır. Aksi takdîrde hakkı yalanlar ya da bâtılı tasdîk edersiniz, demiştir. (Taberî, XXI, 3) Buhârî'nin Abdullah İbn Abbâs'tan nakline göre; o da şöyle demiştir: Ey müslü-manlar topluluğu; Allah'ın peygamberine indirmiş olduğu ve Allah'ın en yeni haberlerini İhtiva eden, sizin de okuduğunuz kitabınız hiç bozulmadan yanınızda bulunduğu halde, Ehl-i Kitâb'a nasıl sual soruyorsunuz? Halbuki Allah Teâlâ; Ehl-i Kitâb'ın Allah'ın yazdığını değiştirdiğini ve kitabı elleriyle tahrif edip az bir pahaya satmak için; bu, Allah katındandır, dediğini size bildirmiştir. Size gelen bilgi, onlardan soru sormaktan sizi alıkoymaz mı? Allah'a andolsun ki; onlardan hiçbir kişinin size indirilmiş olanla ilgili sorular sorduğunu görmedim. (Buhârî, Kitâb'ül-itisâm, bâb, 25) Ahmed İbn Hanbel'in Câbir'den naklettiğine göre; Hz. Ömer Tevrat'tan bir parçayı (bir kitâb) arapça istinsah edip Resûlullah'a gelmiş ve okumaya koyulmuştu. O, okudukça Resûlullah (s.a)'uı yüzü değişiyordu. Ansâr'dan bir kişi Hz. Ömer'e: Ey Hattâb'ın oğlu, yazıklar olsun sana. Resûlullah (s.a)'ın yüzünü görmüyor musun? demişti. Resûlullah (s.a) bunun üzerine şöyle buyurmuştu: Ehl-i kitaba birşey sormayınız. Çünkü onlar sapıtmış olduklarından sizi asla hidâyete sevkedemezler. Doğrusu siz, ya bir gerçeği yalanlar veya bir bâtılı tasdîk etmiş olursunuz. Allah'a andolsun ki; Mûsâ, aranızda bulunmuş olsaydı; ona bana tâbi olmaktan başka bir şey yapmak helâl olmazdı. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III, 378) Ve yine Ömer İbn Hattâb'ın; Kâ'b ei-Ahbâr'ın konuşmasını yasakladığı ve onu ülkesine tekrar sürgün etmekle tehdîd edip şöyle buyurduğu kaynaklarca ifâde edilir: Ya öncekilerin sözlerini bırakırsın, ya da seni maymunlar ülkesine ulaştırırım. (Remzi Na'na', elIsrâîliyât ve Eseruha fi Kütüb'it-Tefsîr, 87) Aynı konuda İbn Kesîr'in Hz. Ömer'den nakleddiği son derece mânîdâr ifadeler için bkz. Hadîslerle kur'an-ı Kerîm Tefsîri, VIII, 4031-4033. Ne var ki Buhârî gibi bazı güvenilir kaynaklarda yer alan hadîslerde Resûlullah (s.a)'ın isrâîloğullarından nakillere izin verdiği de belirtilmektedir. Sözgelimi Abdullah ibn Amr ibn Âs'ın naklettiğine göre; Resûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: Bir âyet de olsa benden tebliğ edin ve Isrâîloğullarından nakledin. Bunda bir beis yoktur. Kim de bana kasıtlı olarak yalan isnâd ederse cehennemden yerini hazırlasın. (Buhârî, Kitâb'ûl-Enbiyâ, 50; Müslim, Kitâb'üz-Zühd, 72) Isrâîliyâtı Nakleden Sahabe ve Tabiînden Bazı Kişiler: Daha öncede belirttiğimiz gibi başta Abdullah İbn Abbâs, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Amr İbn Âs olmak üzere ashâbdan bazı kişiler İsrâiliyât diye nitelendirilebilecek ehl-i kitâbdan bazı haberleri nakletmişlerdir. Ancak İsrâîliyâtla ilgili bilgiler genellikle başta Abdullah İbn Selâm olmak üzere Temîm ed-Dârî, Kâ'b el-Ahbâr, Vehb İbn Münebbih, Ab-dülmelik ibn Abdülaziz İbn Cüreyc ve Kelbî gibi bilginler tarafından yaygın olarak rivayet edilmiştir. Şimdi bu zevat hakkında kısaca bilgi vermeye çalışalım: a- Abdullah İbn Selâm (öl. 43/663) Yûsuf Abdullah İbn Selâm İbn Haris el-İsrâilî elAnsâri. Asıl adı Hüseyn olan Abdullah îbn Selâm, Medine'de Hazrec kabilesinin bir kolu olan Avf oğullarının müttefiki Kaynuka' oğullan kabilesine mensûb bir Yahûdî mühtedîsidir. Resûlullah (s.a) Medine'ye hicret ettiklerinde Hz. Peygamber'e üç soru tevcîh etmiş ve ancak peygamber olan kimsenin bu sorulara cevâb verebileceğini bildirmiştir. Kıyametin ilk alâmetinin ne olduğunu, cennet ehlinin yiyeceği ilk yemeğin ne olduğunu ve doğan bir çocuğun annesine ya da babasına niçin benzediğini sorar ve Hz. Peygamber de kıyametin ilk alâmetinin insanları Doğudan Batıya götüren bir ateş olduğunu, cennete girenlerin yiyecekleri ilk yemeğin balık ciğerinin fazlası olduğu ve erkeğin suyunun kadının suyundan önce geçmesi halinde çocuğun babasına; kadının suyunun erkeğin suyundan öne geçmesi halinde çocuğun anasına benzeyeceğini bildirmesi üzerine Abdullah tbn Selâm Peygamberin hak peygamber olduğunu bildirmiş ve bu bilginin ancak bir peygamberden sâdır olacağını ifâde etmiştir. Bilâhere Re-sûlullah'a; kendisinin yahûdîler arasında itibarlı bir kişi olduğunu, fakat müslüman olduğu takdirde yahûdîlerin bunu kabullenmeyeceklerini ifade ederek müslüman olduğunu ilân etmezden önce Hz. Peygamberin kendisiyle ilgili olarak yahûdîlere bazı sorular yöneltmesini rica etmiş ve bunun üzerine de Resûlullah (s.a) haber göndererek yahûdîleri çağırtmış ve onlara şöyle demişti: Ey Yahûdî topluluğu, yazıklar olsun size. Allah'tan korkun. Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allaha ye-mîn ederim ki, siz elbette benim Allah'ın gerçek Resulü olduğumu ve size hak olarak gönderilmiş peygamber bulunduğumu bilirsiniz, öyle ise müslüman olun. Yahudiler; biz senin hak peygamber olduğunu bilmiyoruz, dediler. Resûlulîah (s.a) da bunu üç kez kendilerine tekrarladı. Sonra; sizin arkadaşınız olan Abdullah İbn Selâm hakkında ne dersiniz? dedi. Onlar: O, bizim efendimiz, efendimizin çocuğu, en bilginimiz ve en bilginimizin çocuğudur, dediler. Resûlullah (s.a): Ne dersiniz ya o müslüman olduysa? dedi. Yahûdîler: Hâşâ Allah'a andolsun ki o, müslüman olacak biri değildir, dediler. Resûlullah (s.a) bunu üç kez tekrarladı. Sonra da: Ey İbn Selâm, yanlarına çık onların, dedi. Abdullah İbn Selâm onların yanına gelip: Ey Yahûdî topluluğu; Allah'tan korkun. Kendisinden başka İlâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki, onun Allah'ın Rasûlü olduğunu ve hak ile geldiğini bilirsiniz. Onlar; yalan söyledin, dediler. (Buhârî, Sahîh, V, 63) Müslüman olduktan sonra yahûdîler Abdullah İbn Selâm'ın bütün meziyetlerini reddettiler. Sahabe arasında yüksek bir mevkie sahib olan Abdullah İbn Selâm'ın, cennetle müjdelendiğİ ve Ra'd sûresinin 43., Ahkâf sûresinin 10. âyetinin onun hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Abdullah İbn Selâm Tevrat'ı iyi bilen bir zât olduğu gibi, bir gecede Tevrat'ı okuyup bitirdiği ve Resûlullah'ın bu konuda kendisine ruhsat verdiği kaynaklarda nakledilir. Genellikle islâm kaynakları, Tevrat'ta Resûlullah'ın zikrinin geçtiği ve onların çocuklarını tanıdıkları gibi Peygamberi tanıdıkları halde îmân etmediklerini bildirirler. Abdullah İbn Selâm'ın Hz. Osman'a baş kaldıran âsîlere karşı çıktığı ve âsîlere seslenerek; kendisinin câhiliyet dönemindeki durumunu anlatmış, Resûlullah'ın ona Abdullah adını verdiğini ve hakkında âyet nazil olduğunu hatırlatmış, Hz. Osman'ı katletmeleri halinde başlarına gelecek felâketleri sıralamıştı. Ancak âsîler; öldürün şu yahûdîyi diyerek kendisine karşı çıkmışlardı. Hz. Ömer ile birlikte Kudüs fethini görmüş bir sâhâbî olan Abdullah İbn Selâm bizzat Hz. Peygamber'den hadîs rivayet ettiği gibi oğlu Yûsuf ve Muhammed ile birlikte Avf İbn Mâlik, Ebu Hüreyre, Ebu Bürde İbn Mûsâ ve Atâ İbn Yesâr gibi zevat da ondan hadîs rivayet etmişlerdir. Bütün hadîs imâmlarınca sika bir râvî olarak kabul edilen ve başta Buhârî olmak üzere diğer muhaddislerin kendisinden hadîs naklettikleri Abdullah İbn Selâm, sahabe arasında bilgisi ile de haklı bir şöhret kazanmıştır. Hattâ Muâz İbn Cebel ölüm yatağında iken ilim ve îmânın dört kişinin yanında olduğunu söylediği ve bunların da Ebu Derdâ, Selmân el-Fârisî, Abdullah İbn Mes'ûd ve Abdullah İbn Selâm olduğunu bildirdiği, kaynaklarca belirtilir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 186) Abdullah tbn Selâm'ın Yahûdî ve İslâm kültürüne vâkıf bir zât olması nedeniyle onun mevkuf olan hadîs rivayetlerinde ihtiyatlı davranmak gerektiği muhad-dislerce ifâde edilmiştir. Özellikle kıyamet alâmetleri ve âhir zaman fitneleri ile ilgili tsrâiliyat kıssalarını nakledenler arasında onun bulunduğu (Subhi Salih, Usûl'ül-Hadîs, 219) belirtilerek rivayetleri ihtiyatla karşılanmıştır. Ancak hiçbir kaynak diğer isrâiliyât nakledenleri itham ettiği gibi onu itham etmiş değildir. b- Temîm ed-Dârî (öl. 40/660) Yemenli Hıristiyan bir aileye mensûb olan Temîm ed-Dârî hicretin 9. yılında müs-lümân olmuş ve Hz. Osman'ın şehâdetine kadar da Medîne'de kalmıştır. Müslümanlar arasında bilhassa ibâdet ve takvâsıyla ün salmış olan bu zât, Mescid-i Nebevi'de kandil yakılmasını gelenekleştirmiş ve Hz. Ömer zamanında halîfenin Özel izniyle Mescİd-i Nebevî'de kıssa anlatmasına izin verilmiştir. Hz. Peygamber'in hutbe okurken yorulduğunu söylemesi üzerine; Şam'da gördüğü şekilde bir minber yapmak için izin istemiş ve Resûlullah'ın izin vermesi üzerine de Hz. Peygambere minber yapmıştır, ölüm tarihi pek iyi bilinmeyen ancak Hz. Ali'nin hilâfetinin son senelerinde vefat ettiği sanılan Temîm ed-Dârî eski Hıristiyan menkîlerini İslâm dünyasına nakleden kişi olarak bilinir. Ancak bu konuda itham edilecek derecede nakiller yapmadığı kabul edilmektedir. c- Kâ'b el-Ahbâr (öl. 32/veya 34/652 veya 654) Ebu İshâk Kâ'b îbn Mâna' İbn Haysu' el-Himyerî, Yemen yahûdîlerinden olup Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer'in halîfeliği esnasında müslüman olmuştur. Bazı kaynaklar ise onun peygamber devrinde müslüman olup geç dönemde hicret ettiğini söylerler. Müslüman olduktan sonra Medine'ye yerleşmiş ve Hz. Ömer'in yakın dostluğunu kazanmıştır. Hz. Ömer ile birlikte Kudüs'ün teslîmi törenine katılmış ve yine onun vefatından üç gün önce kendisine öleceğini haber verdiği bazı kaynaklarda (Taberî, Tarih, I, 2722) bildirmiştir. Hz. Osman'ın halîfeliği döneminde Şam'a git-mİş ve Muâvİye'nin yanında husûsî müşavirlik görevi yapmıştır. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında Hımıs'ta vefat etmiş ve buraya gömülmüştür. Kendisi Rasûlullah'tan mürsel rivayetler nakletmiş, Hz. Ömer, Hz. Suheyb ve Hz. Âişe'den nakiller yapmıştır. Muâviye, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Abbâs, Atâ İbn Ebu Rebâh ve başkaları da Kâ'b'dan hadîs rivayet etmişlerdir. Kâ'b isminin, Ya'kûb kelimesinden maklûb olduğu tahmîn edilmektedir. Ah-bâr ise hibr kelimesinin cem'i olup İbranca haber kelimesinden alındığı ve derin bilgin anlamına geldiği Bâbil yahûdîlerinde Rabbi diye isimlendirilen dinî unvandan sonra bir ünvân olduğu belirtilir. (M. Schmit İslâm Ansiklopedisi, Kâ'b mad.) Hz. Ömer'in vefatını önceden haber vermesi nedeniyle şehâdetinde parmağı olduğu bazı kaynaklarca ifâde edilmişse de bu konuda kesin bir kanaat belirtmek mümkün değildir. Herne kadar Reşîd Rızâ ve Ahmed Emîn gibi son dönem müellifleri onu ağır biçimde itham ederlerse de, İbn Abbâs ve Ebu Hüreyre gibi sahabenin ondan nakiller yapması, İmâm Müslim gibi bir hadîs imamının onun rivayetlerini nakletmesi, Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî'nin ondan hadîs tahrîc etmeleri bu hadîs bilginleri yanında onun güvenilir bir şahsiyyet olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Kâ'b el-Ahbâr'ın müslüman olduktan sonra Mescid-i Nebevî de Tevrat'tan bölümler okuduğu İbn Sa'd tarafından nakledilmektedir (İbn Sa'd, Tabakât, VII, 79) Hattâ Abdullah İbn Zübeyr'in onun hakkında; başıma gelecek her şeyi gelmezden önce Kâ'b bana haber vermişti, demesi onun gelecekten haber veren eski Yahûdî bilgeliğinden haberdâr bir kişi olarak tanınmasına neden olacaktır. Hadîs ve tefsîrde tsrâiliyâti en çok yaygınlaştıran bu zât olmuştur. İlk Tefsîr bilginleri ondan pek rivayet nakletmezken ve Özellikle Taberî onun görüşlerine fazlaca yer vermezken, Sa'Iebî ve Kisâî gibi müellifler ondan büyük çapta rivayetler nakletmişlerdir. Hattâ İbn Cerîr Taberî'nin ifâdesine göre; Hz. Ömer'in öldürülmesinden üç gün önce yanına gelen Kâ'b elAhbâr; üç gün içinde öldürüleceğine and içerim, demiş, Hz. Ömer; bunu nereden biliyorsun? dediğinde, o; Azîz ve Celîl olan Allah'ın kitabında, Tevrat'ta gördüm, demiştir. Hz. Ömer kendisine: Sen Hattâb oğlu Ömer'i Tevrat'ta mı görüyorsun? diye sormuş, o: Allah'a andolsun ki hayır, ancak senin niteliğini ve şemailini orada gördüm ve ecelinin bittiğini orada buldum, diye karşılık vermiştir. Hz. Ömer'in meclisinde bir kişi Nisa sûresinin 56. âyetini okumuş ve mecliste bulunan Kâ'b Hz. Ömer'e; bu âyetin tefsîrini müslüman olmazdan önce okumuştum, diyerek bildiğini ifâde etmiş, Hz. Ömer de kendisine: Söyle bakalım. Şayet söylediğin Resûlullah'tan işittiğime uygunsa seni tasdîk ederiz, değilse kulak asmayız, diye karşılık vermiştir. Bu olayda Hz. Ömer'in Kâ'b'ın rivayetlerini ihtiyatla kabûliendiğini göstermektedir. Hattâ müslüman olduktan sonra Tevrat'tan nakiller yaptığı için Kâ'b el-Ahbâr'ın Hz. Ömer tarafından dövüldüğü, gözetim altında bulundurulduğu ve hadîs nakletmesinin yasaklandığı bildirilmektedir, (t. Cerrahoğlu, Tefsîr Usulü, 252, 253) Yalnız Hz. Ömer değil Avf İbn Mâlik de Kâ'b'ın kıssa anlatmasını yasaklamış ve sahabenin ileri gelenlerinden birçoğu Kâ'b'ın görüşlerine itimâd edilemeyeceğini belirtmişlerdir. (M. Zâhid el-Kevserî, Makâlât, 39) Hakkında âyet nazil olduğu söylenen bir zâta selâm gönderen Kâ'b, sözkonusu âyetin kendisi hakkında nazil olmadığını bildirmiş ve bu sebeple üzülmemesinİ İfâde etmişti. Bu zatın Kâ'b'dan haber getiren kimseye cevabının: Kâ'b Yahûdî iken bu âyet nazil olmuştu, kendisi nereden bilecektir? şeklinde olduğunu Taberî nakleder. (Taberî, Tefsîr, IV. 208) Ve yine Hz. Osman'ın sorduğu soruya yanlış cevâb veren Kâ'b el-Ahbâr'ın başına Ebu Zerr el-öıfarî'nin elindeki sopayı indirdiği ve; ey Yahûdî oğlu Allah Teâla: "Daha önceden Medine'yi yurt edilmiş ve gönüllerine îmân yerleştirilmiş olan kimseler kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tutarlar, nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler. İşte onlar saadete erenlerdir." (Haşr, 9) "Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı onu verirlerdi." (Zâriyât, 19) "Onlar içleri çektiği halde yiyeceği yoksula, öksüze ve esîre yedirirler." (İnşân, 8) âyetlerinde böyle buyuruyor diyerek onun yanlışını düzeltir. Kâ'b el-Ahbâr'ın Sâd sûresinin 34. âyetini tefsîr ettiğini duyan Abdullah îbn Abbâs işittiklerini Hz. Ali'ye nakletmiş ve Hz. Ali de; Kâ'b yalan söylemiş, diyerek onun yorumunu reddetmiştir. Bu konuda İbn Kesîr'in Taberî'den naklettiği bir rivayet şöyledir: Adamın biri Abdullah İbn Mes'ûd'un yanma geldi. İbn Mes'ûd ona; nereden geldin? dedi. Adam; Şam'dan, dedi. Kiminle buluştun? deyince, adam; Kâ'b ile, dedi. Abdullah İbn Mes'ûd Kâ'b sana ne anlattı? dedi. Adam; bana göklerin bir meleğin omuzunda döndüğünü söyledi, dedi. Abdullah İbn Mes'ûd; sen onu yalanladın mı, yoksa tasdik mi ettin? dedi. Adam; ne tasdik ettim, ne de yalanladım, dedi. Abdullah îbn Mes'ûd dedi ki: Sanırım ki sen ona gitmekle bineğini ve yükünü heba etmişsin. Kâ'b yalan söylemiş. Allah Teâlâ: "Muhakkak ki zail olmasınlar diye gökleri ve yeri tutan Allah'tır. Eğer zail olurlarsa andolsun ki bundan sonra onları kimse tutamaz. Şüphesiz ki O; Halîm, Ğafûr olandır." buyuruyor. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, XXII, 6710-6711) Kâ'b el-Ahbâr'ın isrâiliyât naklettiğini zikreden Taberî'nin verdiği bir örneği de kayd ederek konuyu bitirmeye çalışalım: İkrime'den nakledilen rivayette Abdullah İbn Abbâs'ın bir yerde oturduğu sırada yanına bir adam gelerek; ey Abbâs'ın oğlu, Kâb elAhbâr'dan garîb sözler işittim. O güneş ve ay hakkında birtakım garîb sözler söylüyor, demiş. Abdullah İbn Abbâs, bir yanı üstü dayanmışken adamın sözü üzerine ayaklarını dikip oturmuş ve; ne söylüyor? demiş. Adam Kâb'ın kıyamet günü güneş ile ay yaralanmış ve ayaklan kesilmiş deve şeklinde (Allah'ın huzuruna) getirileceğini ve her ikisinin bilâhare cehenneme atılacağını söylüyor, demiş. Abdullah İbn Abbâs fazlasıyla Öfkelenmiş, dudaklarının rengi değişmiş ve; Kâ'b yalan söylüyor, yalan diyerek üç kerre tekrarlamış, sonra da şöyle demiş: Bu, yahûdîlerin sözleridir. Kâ'b onu islâmiyete sokmak istiyor. Allah, emrine boyun eğip itaat eden yaratıklarını asla azâb-landırmaz. Allah bu yahûdî bilginini kahretsin, onun bilginliğini takbîh etsin o Allah'a karşı ne kadar cesur davranıyor, demiş. (Taberî, Tarih, I, 83-85); d- Vehb İbn Münebbih (öl. 110/728) Ebu Abdullah Vchb İbn Münebbih, aslen îrân'h bir aileye mensûb olup tabiîn bilginlerinin seçkinlerindendir. Babası Münebbih İran hükümdarları tarafından Horasan'dan Yemen'c sürgün edilmiş ve Peygamberin huzuruna gelip müslüman olmuştur. Münebbih Ycmen'de iken hicri 34 yılında Vehb doğmuş ve bir süre San'â'da kadılık yapmıştır. İsrâiliyât isimli bir kitabının olduğu da belirtilen Vchb, isrâİlî rivayetleri nakleden kaynakların başında gelir. Bazı hadîs bilginleri onu sika bir râvî saymışlarsa da zayıf ve hattâ yalancı diyenler de olmuştur. (İbn el-Cevzî, Mevzuat, I, 141) Ebu Hürcyre, Ebu Saîd el-Hudrî Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Amr İbn Âs, Câbir ve Enes İbn Mâlik gibi ashabın önde gelen sîmâlarından hadîs nakletmiş olan Vchb İbn Münebbİh'ten oğullan Abdullah ve Abdur-rahmân'ın yanı sıra Amr İbn Dînâr gibi zevât hadîs nakletmişlerdir. Buhârî, Müslim, Nescî, Tirmizî ve Ebu Dâvûd da ondan rivayet naklederler. Kaderi olduğu da söylenen Vchb İbn Müncbbih'in, büâherc bu görüşünden vazgeçtiği belirtilir. Vehb'in kendisinin derin bilgiye sahip olduğunu söylediği ve Abdullah İbn Selâm ile Ka'b elAhbâr'ın bilgisinin kendisinde toplandığını ifade ettiği, belirtilir. (Zehebî, et-tefsîr ve'1-Müfcssirûn, I, 196) Vchb kendisinin gökten indiği söylenen doksaniki kitabı okuduğunu ve bunlardan bir kısmının insanların ellerinde bulunduğunu, ancak yirmiye yakınını yalnızca kendisinin bildiğini ifâde eder. Kırk yıl boyunca hiçbir canlıya kötülük yapmadığı ve yirmi yıl boyunca da yatsı namazıyla sabah namazı arasında yatağa girmediği söylenen Vehb'in zühd ve takvâsıyla şöhret bulduğu belirtilir, (ibn Sa'd, Tabakât, V, 543; Zehebî, Mîzan'ül-I'tidâl, IV, 353) Zehebî ve İbn Hacer Nescî ve İbn Hibbân gibi hadîs bilginlerinin onu sika râvîler arasında saydıkları, Buhârî'nin onun hadîsine güvendiği Zehebî tarafından bildirilmektedir.- (Zehebî, etTefsîr ve'I MüfessirÛn, I, 197) e-Abdülmelik İbn Abdülazîz İbn Cüreyc (öl. 150/767) Ebu Hâlid veya Ebu Velîd Abdülmelik İbn Abdülazîz İbn Cüreyc, Emevîlerin âzâdlı kölesi olup Hıristiyan Rûm asıllıdır. Mekke hadis ekolüne mcnsûb olan tbn Cüreyc, Hicaz'da kitâb tasnif eden ilk kişi olarak tanınır ve tâbîîn döneminde Isrâi-liyât nakleden simaların başında yer alır. İbn Cüreyc, çoğunlukla Hıristiyan kaynaklarındaki rivayetleri nakletmiştir. O, babası Abdülazîz tbn Cüreyc'den, Atâ İbn Ebu Rebâh'tan, Zeyd İbn Eslem'den ve ZührîMen rivayetler nakletmiş, kendisinden de iki oğlu Abdülazîz ve Muhammed ile Evzaî, Leys, Yahya ibn Saîd ve Ham-mâd İbn Zeyd gibi zevat rivayet nakletmişlerdir. Ölüm tarihi olarak 150 veya 159 seneleri gösterilmektedir. (767/776) Abdülmelik İbn Cüreyc Mekke'de doğmuş, sonra birçok ülkeleri gezmiş, Basra, Yemen ve Bağdâd'ı ziyaret etmiştir. Abdullah İbn Abbâs'tan bir kısmı sahîh, bir kısmı sahîh olmayan tefsîre dâir bir çok rivayet nakletmiştir. Hadîs bilginlerinden bir kısmı onu sika râvî kabul ederken bir kısmı da zayıf saymışlardır. Ancak onun sika bir râvî olmakla beraber tedlîs yoluna başvurduğu ve Mekke fakîhleri arasında mût'a nikâhına izin veren kimse olduğu, hattâ doksan kadınla müt'a nikâhı yaparak evlendiği söylenir. (Zehebî, A.g.e.., I, 199) Ahmed İbn Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının İbn Cüreyc'i mürsel rivayetler nakleden ve mevzu' hadîsleri aktaran kimse olarak zikrettiğini bildirir. İmâm Mâlik de onun, nakillerinde dikkatli olmadığını belirtir. İbn Hacer Tehzîb'üt-Tehzîb'de mü-fessirlerin tefsîr rivayetinde İbn Cüreyc'in nakillerinde dikkatli davranmaları gerektiğini ancak böylece zayıf bir rivayeti nakletmemelerinin veya eksik bir rivayete dayanmamalarının mümkün olacağını ifâde eder. (İbn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, VI, 402-406) Böylece gerek hadîslere, gerekse tefsîre tsrâiliyâta dâir haberleri girdiren sahabe ve tabiînin Ünlü sîmâlan hakkında bir nebze de olsa bilgi vermiş olduk. Şimdi tsrâiliyât kabilinden olarak tefsîrlerde yer alan bazı konuları kısaca zikretmeye çalışalım: Allah Teâlâ'nın Furkân süresindeki: "O ki göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Çocuk edinmemiştir, mülkte ortağı yoktur. Herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş ve bir ölçü ile takdîr etmiştir." (Furkân, 2) âyetiyle ilgili olaıak işârî tefsirler; Allah'ın önce altı şeyi yaratıp ona bir nizâm vermiş olduğunu ve bir ölçüye göre tertîb ettiğini belirtirler. Bu altı şeyden birincisi, meşiyyettir ve nûr Üzerine Âdem yaratılmıştır. Sonra nefis, sonra rûh, sonra suret, sonra harfler, sonra isimler, sonra renk, sonra tat, sonra koku, sonra da dehr yaratılmıştır. Bilahare ölçüler, sonra amel, sonra bereket, sonra sükûn, sonra vücud, sonra Adem yaratılmıştır ki böylece yaratılış belirli bir sırayı izlemiştir. (Sülemi, Hakâik, varak 163; nakleden A. Aydemir, Tefsîrde Isrâiliyât, 73) Yerin ve'göğün yaratılışıyla ilgili âyetlerin tefsirinde de Ebu Hüreyre'den nakledilen bir rivayete göre; Allah, cumartesi günü toprağı, pazar günü dağları, pazartesi günü ağaçları, salı günü kötülükleri çarşamba günü de nuru yaratmıştır. Ancak yaratılışla ilgili bu rivayet hakkında İbn Kesîr şöyle demektedir: İbn Ebu Hatim, İbn Merdûye'den bu âyetin (Bakara, 29) tefsiri konusunda Neseî ve Müslim'in de rivayet ettiği bir hadîsi rivayet eder ki bu hadîste İbn Cüreyc... Ebu Hürcyrc'nin şöyle dediğini bildirir: Resülullah (s.a) elimi tuttu ve dedi ki: Allah toprağı cumartesi gûnû yarattı, onun üzerindeki dağlan pazar günü yarattı, pazartesi günü ağaçları yarattı, sah günü kötülükleri, çarşamba günü aydınlığı yarattı. Perşembe günü yeryüzünde canlıları yaydı ve cuma günü son-saatta, ikindi ile akşam arasında, Hz. Âdem'i yarattı. Bu hadîs Müslim'in garîb hadîslerindendir. Bu konuda Ali İbn el-Medînî, Buhârî ve birçok hafızlar söz söylemişler ve bunun Kâ'b'm (el-Ahbâr) sözü olduğunu belirtmişlerdir. Bu sözü o, Kâ'b el-Ahbâr'dan duymuş ancak bazı râvîler varolarak onu merfû* hadîs haline getirmişlerdir. Beyhakî de böyle kaydeder. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 242) IsrâiliySt haberlerinden tefsirlerde çokça yer alan bir konu da âlemlerin sayısı ile alâkalıdır. Nitekim Fatiha süresindeki "âlemlerin Rabbi" kavlini tefsir ederken bu hususta çok değişik kanâatlar serdedilmektedir. Konu ile ilgili bilgi veren tbn Kesîr şöyle diyor: Ebu Cafer er-Râzî Rebî' İbn Enes'ten, o da Ebu'I-ÂIiye'den rivayet eder ki; o, "âlemlerin Rabbi" kavli hakkında söyle demiştir: İnsanlar bir âlemdir, cinler bîr âlemdir. Onun dışında kalanlar onsekiz bin âlem veya on dört bin âlemdir -ki, o, bu rakamda şüphe etmiştir- melekler dünyanın üzerindedir ve dünyanın dört zaviyesi vardır. Her zaviyesinde üçbinbeşyüz âlem vardır ki Allah onları kendisine ibâdet için yaratmıştır, tbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de bunu rivayet ederler. Bu, garîb bir sözdür ve böyle sözlerin sağlam bir delîle dayanması icâbeder." (İbn Kesir, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 82) Hattâ İbn Ebu Hâtim'in nakline göre; Übeyy el-Himyerî; âlemlerden murâd bin ümmettir, bundan altıyüzü denizde, dörtyüzü karada yasar, demiştir. Nitekim Hafız ibn Ebu Ya'lâ, Ahmed İbn AH İbn el- Müsennâmüsned'inde der ki: Bize Muhammed İbn Mttsennâ Câbir İbn Abdullah'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Hz. Ömer'in hilâfeti yıllarından bir yıl çekirge azaldı. Bunun sebebim araştırdı hiçbir haber bildir ilemedi. Bunun üzerine Hz. Ömer üzüldü. Bir atlıyı Yemen'e, diğerini Şam'a, öbürünü de Irak'a yolladı. Çekirgenin görülüp görülmediğini araştırmalarım istedi. Câbir der ki: Yemen yönüne giden atlı Ömer'e geldi bir avuç çekirge getirdi ve huzuruna döktü. O, bunu görünce tekbîr getirdi ve sonra şöyle dedi: Resülullah'tan duydum ki şöyle diyordu: Allah bin Ümmet yaratmıştır. AltıyüzD denizde, dörtyüzü karadadır. Bu ümmetlerin ilk helak olanı çekirge ümmetidir. O, helak olunca ipi kırılmış dizi gibi diğerleri de ard arda gelir, (ibn Kesîr, A.g.e., II, 82) İbn Kesîr bu rivayeti zikrettikten sonra râvîler arasında yer alan Muhammed tbn İsa'nın zayıf bir râvî olduğunu zikreder. Bilahere yalnızca dört ciltlik baskıda mevcut olan ve kritikli neşirlerde bulunmayan şu rivayetleri zikreder: Vehb İbn Münebih der ki: Allah Teâlâ'nm onsekiz bin âlemi vardır. Dünya bunlardan bir âlemdir. Mukâtil de der ki: Âlemler seksen bindir, İmâm Kurtubî, Ebu Saîd elHudrî'den nakleder ki; o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ'nın kırk bin âlemi vardır, doğusundan batısına kadar dünya o âlemden biridir. SüyÛtî, el-Leânl-el-M.esnÛa'da bu rivayetlerin mevzÛ' olduğunu bildirir. (Su-yÜtî A.g.e., 80-81) Bu rivayetler denizler, rüzgârlar hakkındaki spekülasyonlarla devam eder. Arşla ilgili rivayetler de bu kabildendir. İbn Kesîr'İn bildirdiğine göre Sa'd et-Tâî Arşın kırmızı yakuttan olduğunu belirtmiştir. Vehb İbn Münebbih ise Allah'ın Arşı kendi nurundan yarattığını söylemiştir. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, VIII, 3741) Ancak İbn Kesîr bu açıklamanın garîb olduğunu ilâve eder. İbn . Kesîr Arş'tan sözeden Hûd süresindeki âyetin (7) tefsirinde Müslim'den naklen Abdullah İbn Amr İbn Âs'dan rivayet edilen bir hadîste Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu bildirir: ÂHah Teâlâ, gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce yaratıkların Kaderini takdîr etti. Ve "Arş'ı su üzerindeydi." buyurdu... İmâm Ahmed der ki Bize Yezîd İbn Harun'un... Ebu Rezîh İbn Âmir elUkeylî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir. Ey Allah'ın elçisi, Rabbimiz yaratıklarını yaratmazdan önce neredeydi? diye sordu da şöyle buyurdu: Bir bulutun üstündeydi. Altında hava, üstünde hava vardı. Bundan sonra Arş'ı yarattı». Tirmizî hadîsin hasen olduğunu söyler... Rebî' İbn Enes'te "Arş'ı su üstünde idi" kavlini; gökleri ve yeri yarattığında bu suyu ikiye böldü. Yarısını Arşın altına koydu ki doldurulmuş deniz İşte odur, diye tefsir etmiştir... İsmail ibn Ebu Hâlid'in Sa'd et-Tâî'den işittiğine göre; o, Arşın kırmızı yakuttan olduğunu söylemiştir." (İbn Kesîr, A.g.e., VIII, 3903) Tâ-Hâ sûresinde ise şöyle demektedir: Bu konuda en salim yol selefin yolu olup o da keyfiyetini araş-tirmaksızm, tahrif etmeksizin, teşbihe, İbtâle ve temsile kaçmaksızın kitâb ve sünnette geçtiği şekilde kabul etmektir. (İbn Kesîr, A.g.e., X, 5196) lsrâiliyâtm çokça zikredildiği konulardan birisi de yeryüzünün Üzerinde durduğu şeyle ilgilidir. Bazı müfessirler Lokman sûresinde: "Oğulcuğum, işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa Allah onu getirir." (Lokman, 16) âyet indeki kayadan maksadın yeryüzünün üzerine oturduğu kaya olduğunu zikretmektedirler. İbn Kesîr bu konuda şöyle der: Bazıları "Bir kayanın içinde bulunsa" âyetindeki kaya ile yedinci kat yerin altındaki kayanın kastedildiğini zannetmişlerdir. Süddû bu görüşü kendi isnâdıyla -şayet sahîh ise- ibn Abbâs, İbn Mes'ûd ve sahabeden bir cemaattan rivayetle zikreder. Bu, Atıyye el-Avfî, Ebu Mâlik, Sevrî, Minhâl İbn Amr ve başkalarından da rivayet edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir ama bu, sanki doğrulanmayacak ve yalanlanmayacak olan Isrâiliyâttan alınmış gibidir." (İbn Kesîr, A.g.e., XII, 6407) Sonra da tefsîrler bu kayanın Kalem süresinde sözkonusu edilen "Nûn" (balık) un üzerinde olduğunu belirtirler. Bu konuda da İbn Kesîr şöyle der: "Denildi ki: "Nûn" kavlinden murâd yedi kat yeri taşıyan Büyük Okyanusun su dalgalan üzerinde yaşayan büyük bir balıktır... Beğavî ve tefsîrcİlerden bir topluluğun zikrettiğine göre; bu balığın sırtında bir kaya varmış. Kayanın ağırlığı gökle yeryüzünün ağırlığmdaymış. O balığın sırtında bir Öküz varmış ve onun kırk bin boynuzu varmış. Yedi kat yer ve onun üzerinde bulunanlar ve bunların üzerinde bulunanlar Onun sırtında imiş. Allah en iyisini bilendir." (ibn Kesîr, A.g.e., XIV, 8030-8031) Yer ve göklerin yaratihşıyla ilgili rivayetlerin birçoğu da yine Isrâiliyâttan alıntılarla doludur. Nitekim az önce yaratılışın günleriyle ilgili bilgileri aktarmıştık. Kur? tubî'nin ifâdesine göre; yer", Nûn"un üzerinde; "Nûn"da denizin üzerindedir. "NÛn"un iki tarafı, başı ve kuyruğu arşın altında birleşir. Deniz ve gökyüzünün yeşilliğini kendisinden aldığı yeşil bir kaya üzerindedir. Bu kaya da Cenâb-ı Hakkın (Lokman sûresinde) belirtmiş olduğu kayadır. Bu kaya, bir öküzün boynuzu üzerinde, öküz de yaş toprağın üzerindedir. Bu yaş toprağın altında neyin bulunduğunu Allah'tan başka kimse bilmez. (Kurtubî, Tefsir, XII, 169-170) Aynı vak'ayla ilgili olarak Vehb îbn Münebbih de şu malûmatı veriyor: Yeryüzünde yedi deniz vardır. Yerler yedi kattan meydana gelir. Her katın arasında bir deniz vardır. En altta bulunan deniz cehennemin kenarına bitişiktir. Eğer bu denizin büyüklüğü sularının çokluğu ve soğukluğu olmasaydı cehennem yeryüzünün üzerinde bulunan her şeyi yakar kavururdu. Cehennem; rüzgârın sırtında, rüzgârın sırtı da büyüklüğünü yalnız Allah'ın bileceği karanlıktan bir perde üzerindedir. Bu perde ıslak toprağın üzerindedir. Yaratıkların bilgisi de bu ıslak toprakta son bulur. (Kurtubî, Tefsir, XI, 169-170) Görülüyor ki yeryüzü ve âlemlerle ilgili rivayetlere pek çok sayıda tsrâiliyât veya bu adla Kuzey Arabistan'da yaygın olan antik kültür kalıntıları sirayet etmiştir. îsrâüiyâtın en çok yaygın olduğu konulardan birisi de Kur'ân tarafından mâhiyeti açıklanmayan rûh mevzuudur. İbn Abbâs'ın rivayetine göre; yahûdîler Hz. Pey^-gamber'e; bize ruhtan haber ver. Bedende olan rûh nasıl azaba uğrar? Rûh Allah katındandır, dediler. Bu konuda Hz. Peygambere hiçbir şey inmediği için onlara bir söz söyleyemedi. Bunun üzerine Cebrail gelip dedi ki: "De ki rûh, Rabbimin emrindendir ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir." Hz. Peygamber onlara bu âyeti bildirince onlar, dediler-ki: Sana bu haberi kim getirdi? Hz. Peygamber de; bunu Cebrâîl bana Allah katından getirdi, dedi. Onlar ise; Allah'a andolsun ki; sana bunu ancak bize düşman olan birisi getirmiştir, dediler. Bunun üzerine Allah Te-âlâ: "De ki kim Cebrâîl'e düşman olmuşsa kahrolsun. Doğrusu bu kitabı Allah'ın izniyle, senin'kalbine indiren odur." âyetini inzal buyurdu. Ve yine Nebe' süresindeki; "O gün; rûh ve melekler saf halinde duracaklardır." (Nebe 38) âyetindeki ruhla ilgili olarak Taberî, Muhammed İbn Halef kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder ki; o, şöyle demiştir. Rûh dördüncü semadadır. Ö göklerden, dağlardan ve meleklerden daha büyüktür. Her gün oniki bin kerre Allah'ı tesbîh eder. O.nun her bir teşbihinden Allah bir melek halkeder ki o, kıyamet gününde tek bir saf olarak gelecektir. Bu rivayeti nakleden İbn Kesîr hemen ardından şunu eklemektedir: Bu da gerçekten garîb bir sözdür. (İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, XV, 8265) İsrâiliyâtın örneklerinden birisi de Allah Teâlâ'nın atı neden yarattığını anlatan şu tefsirdir: Abdürrezzâk der ki: Bize İbn CüreycMn İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Atlar vahşi idiler de Allah Teâlâ onları İbrâhîm oğlu Ismâîl (a.ş)'e itaat ettirdi. Vehb İbn MünebbüYin tsrâiliyâtı içinde anlattığına göre; Allah Teâlâ atlan Güney rüzgârından yaratmıştır. En doğrusunu Allah bilir. (İbn Kesîr, A.g.e., IX, 4433) Ençok İsrailiyâta rastladığımız konular arasında kıyamet alâmetlerinden birisi olarak zikredilen doğu ile batı arasım doldurup kırk gün kırk gece duracak olan ve mü'minin nezleye tutulmuş gibi, kâfirin de sarhoş gibi olacağı dumanla ilgili rivayetlerdir. Rahmet kapısının Kudüs'te bulunduğuna dâir Kâ'b el-Ahbar'dan nakledilen rivayetler, kıyamet günü Allah'ın yeryüzüne yetmiş bin perde ile ineceğine dâir rivayetler, Kâf dağı, yer ve göklerin anahtarı, İnsanın şekli, Emevîlerin saltanat süresi ve gökyüzünün Hz. Hüseyin'in şehîd edilişine ağlaması gibi rivayetlerde de Isrâiliyât fazlasıyla gözlenmektedir. Nitekim İbn Kesîr Duhân sûresi (29) nin tefsîrinde Hz. Hüseyin'in öldürüldüğü gün, hangi taş kaldırılmışsa altında taze kan bulunduğunu, güneşin tutulup ufkun kızarmış ve taş yağmış olduğunu söyler. İbn Ebu Hâtim'in Ali İbn Hüseyin kanalıyla Yezîd İbn Ebu Ziyâd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz: Ali'nin oğlu HUseyin katledildiği zaman, gökyüzünün ufukları dört ay kıpkırmızı olmuştu. Yezîd Ibn Ebu Ziyâd der ki: Gökyüzü ufuklarının kızarması ağlamasıdır. Süddî el-Kebîr'de böyle demiştir. Yine Ibn Ebu Hatim der ki: Bize Ali îbn Hüseyin'in... Ibrâhîm en-Nehaî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Dünya var olduğundan beri gökyüzü sadece iki kişinin ölümüne ağlamıştır. Ubeyde'; gök ve yer, mü'min ölümüne ağlamaz mı? dedim de, şöyle cevâb verdi: Mü'minin ölümüne ağlayan, amelinin yükseldiği yerdir. Gökyüzünün ağlamasının ne olduğunu biliyor musun? Ben; hayır diye cevâb verdim de o, şöyle dedi: Kızarır ve kırmızı sahtiyan gibi bir gül halini alır. Hz. Zekeriyyâ'nın oğlu Yahya.katledildiğinde gökyüzü kıpkırmızı olmuş ve ondan kan damlam işti. Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin de katledildiği zaman yine gökyüzü kıpkırmızı olmuştu. Bu rivayetleri nakleden tbn Kesîr hemen ardından; "bütün bunlar şüphelidir. Açıkça görüldüğü üzre bunlarşîa'nınuydurduğu yalanlardan ibarettir ki böylece onlar, bu işi büyütmek istemişlerdir. Şüphe yok ki Hz. Hüseyin'in katledilmesi büyük bir şeydir. Ne var ki onların uydurarak ileri sürdüğü yalanlar vuku bulmamıştır. Hz. Hüseyin'in katledilmesinden daha büyük olaylar meydana geldiğinde bile onların anlattıklarından hiçbirisi olmamıştır. Meselâ icmâ yoluyla ondan daha büyük olan babası Ali İbn ebu Tâlib katledildiği zaman bunlar olmamıştır. Osman Ibn Af-fan evinde kuşatılıp mazlum olarak katledilmiş iken bunlardan hiçbirisi meydana gelmemiştir. Hz. Ömer Ibn Hattâb sabah namazında mihrâbda iken katledilmiş, müs-1 umanlara bundan önce böyle bir musibet gelmemişti. O zaman da Şîâ'nın anlattıklarından hiçbirisi meydana gelmemiştir. Dünya ve âhirette beşeriyetin efendisi olan Allah, Resulünün vefat ettiği günde onların anlattıklarından hiçbirisi vuku' bulmamıştır. Hz. Peygamberin oğlu İbrahim'in öldüğü gün güneş tutulmuş, insanlar: Güneş İbrahim'in ölümü sebebiyle tutuldu, demişler. Allah Resulü onlara küsuf namazı kıldırmış ve hitabetmiş güneş ve ayın hiç kimsenin ölümü veya hayatı nedeniyle tutulamayacağını söylemiştir. (İbn Kesîr, A.g.e., XIII, 7192-7193) Bu ve benzeri muhtelif rivayetlerin hangi sâiklerle tefsirlere girdiğini daha önce görmüştük. Isrâiliyâtın en çok yaygın olduğu sahalardan birisi de geçmiş milletlere ve özellikle peygamberlere dâîf rivayetlerdir. Çalışmamızın sınırları bunların hepsini ele alıp incelemeye müsâid olmadığı için biz, sadece birkaç örnekle yetinmeye çalışacağız. Daha önce gördüğümüz gibi, evrenin yaratıhşıyla ilgili konularda pek çok isrâi-liyât tefsirlere girmişti. Aynı şekilde Âdem peygamberin ve Hz. Âdem'den önce yeryüzünün durumuyla ilgili birçok tsrâilî rivayetlere de tefsirlerde bol bol rastlanmaktadır. Nitekim İbn kesîr'in naklettiğine göre, İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Abdurrahmân îbn Sâbit'ten nakletti ki; Resûlullah (s.a) şöyle buyurmuş: Yeryüzünü Allah Teâlâ ilkin Mekke'de düzeltmiştir. Allah'ın evini ilk tavaf edenler de meleklerdir. Allah buyurdu ki: Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım. Yani Mekke'de. İbn Kesîr bu rivayetin mürsel olduğunu belirterek, şöyle diyor: Senedinde zaaf vardır ve bu hadîs aynı zamanda müdreetir. Doğruyu en iyi Allah bilir. Çünkü âyetin zahirînden, maksadın bundan çok daha geniş olduğu anlaşılmaktadır. îbn Kesîr bu konuda, îbn Cerîr Taberî'den naklen şu rivayeti de aktarmaktadır: Ebu Kür ey b, îbn Abbâs'tan nakletti ki; o, c.öyle demiş: Yeryüzünde ilk yerleşmiş olan varlık cinlerdir. Onlar yeryüzünü fesada vermişler ve orada kan akıtmışlar, birbirlerini öldürmüşlerdir. İbn Abbâs der ki: Allah onlara îblîs'i gönderdi ve tblîs beraberindekilerle birlik olup onlarla savaştı, Öldürdü ve onları denizlerdeki adaların, dağların çevresine kadar uzaklaştırdı. Sonra Allah Hz. Âdem'i yaratıp onu yeryüzüne yerleştirdi. İste bunun için "Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" buyurmuştur. (İbn Ke-sîr. Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 257) Hz. Âdem'in yaratılışından önceki yeryüzünün sakinleriyle ilgili olarak İbn Kesir, İbn Ebu Hatim kanalıyla Abdullah İbn Amr'ın şöyle dediğini nakleder: Cinler Cânn'ın çocuklarıydı ve Hz. Âdem yaratılmazdan iki bin sene önce dünyada bulunuyorlardı. Yeryüzünü fesada verdiler ve kanlar akıttılar. Bunun Üzerine Allah, meleklerden bir ordu gönderdi, onları vurdular ve denizdeki adalara gidinceye kadar takîb ettiler. Bu sebeble Allah, meleklere: "Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım", deyince onlar da: "Biz, Seni hamd ile tesbîh ve takdis edip dururken yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Allah Teâlâ ise: "Siziu bilmediklerinizi Ben bilirim" buyurmuştu. Ebu Ca'fer er-Râzî, Rebî* İbn Enes vasıtasıyla Ebu'lÂliye'den nakleder ki; bu âyet-i kerîme konusunda o, şöyle demiştir: Allah melekleri çarşamba, cinleri perşembe ve Âdem'i de Cuma günü yaratmıştır. Cinlerden bir grup küfretti, bunun üzerine melekler yeryüzüne iniyor ve onlarla savaşıyorlardı. Aralarında kan akıtılmıştı ve yeryüzü fesada verilmişti. Bunun için melekler: "Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Tıpkı cinler gibi kanlar döküp fesâd çıkaracak. (İbn Kesîr, A.g.e.-, II, 258) Yine bu konuda İbn Ebu Hatim'd en naklen İbn Kesîr şu rivayeti aktarıyor: Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ebu Ali der ki: Enbiyâ sûresinin son âyetinde geçen "sicili", bir melekti ve Hârût ile Mârut da bunun yardımcılarıydılar. Günde üç defa ana kitaba bakarlardı. Bir keresinde baktı ve orada kendisine Âdem'in yaratılışı ve onda bulunan emirler gösterildi. Bu gördüğünü, arkadaşları olan Hârût ve Mârût'a gizlice söyledi. Allah Teâlâ: "Yeryüzünde bîr halîfe yaratacağım", buyurunca onlar da; "Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar akıtacak kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Bu İkisi meleklerden öne çıkarak böyle söylemişlerdi. Bu rivayeti aktaran İbn Kesîr sonra şunu ekler: Bu hadîs, garîbtîr. Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali İbn Hüseyin el-Bâkır'a isnadının reddini gerektiren birtakım hususlar vardır. Doğruyu en iyi bilen . Allah Teâlâ'dır. Reddedilmesi gereken şey; bunu söyleyenin iki melek olmasıdır ki bu, âyetin akışına ters düşer. Bundan daha garib olanı İbn Ebu Hâtim'in naklettiği şu rivayettir: Bana babam, Abdullah İbn Yahya İbn Ebu Kesîr'den nakletti ki; o. Söyle demiş: Ben, babamdan şöyle dediğini duydum: "Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" diyen melekler, on bin adet imişler. Bu söz üzerine Allah katından bir ateş çıkıp onları yakmış. Bu rivayet de bîr önceki gibi çirkin bir israil hurâfesidir. Doğruyu en iyi Allah bilir. (İbn Kesîr, A.g.e., II, 259) İblîs'in yaratılışı dolayısıyla tefsirlerde pekçok Isrâilîyâta yer verilmektedir. İbn Kesîr, İbn Cerîr Taberî'den naklen der ki: Bize Ebu Küreyb. İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, söyle demiş; lblîs, kendilerine Hinn denilen meleklerin kabilelerinden bir kabiliyete mensûb idi. Bu kabîle Semûm ateşinden yaratılmıştı. Melekler arasında bulunuyordu. Adı Haris olup cennet bekçilerinden bir bekçi idi. İbn Abbâs der ki: Bu kabilenin dışında meleklerin hepsi nurdan yaratılmışlardı. İbn Abbâs der ki: Kur'-ân'da zikri geçen cinler ise ateşten yaratılmışlardır. Yeryüzünde İİk yerleşenler cinler idi. Onlar burada fesâd çıkarmış, kan dökmüş ve birbirlerini öldürmüşlerdir. İbn Abbâs der ki: Allah onlara meleklerden bîr ordu halinde lblîs'i gönderdi. Bu melekler, kendilerine Hinn" denilen kabileden idiler. İblis ve beraberinde bulunanlar onları öldürdüler. Nihayet denizlerdeki adalara ve dağların yamaçlarına sürdüler. İblîs bunu yapınca, kendi kendine gururlandı ve kimsenin yapamadığı bir şeyi yaptım, dedi. İbn Abbâs der ki: Allah: Onun kalbinden geçeni kendisine niuttaili' kıldı. Beraberinde bulunan meleklerden hiçbirisi buna muttali' olmamıştı. Allah Teâlâ, onunla beraber olan meleklere dedi ki: "Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım." Melekler de "Sen, yeryüzünde fesâd çıkaracak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Tıpkı cinlerin fesâd çıkarıp kan döktükleri gibi. Halbuki Sen, bizi bu sebeple onların üzerine göndermiştin. Bu vesîle ile Allah Teâlâ buyurdu ki: "Sizin bilmediklerinizi Ben bilirim" Yani İblîs'in kalbindeki kibir ve gururu siz bilmezsiniz ancak Ben bilirim. Ibn Abbâs dedi ki: Sonra Âdem'in toprağına emretti ve toprak kalktı. Allah, Adem'i balçıktan, işlenebilen kara bir topraktan yarattı. Sonra Âdem'in cesedi kırk gece atılı kaldı. İblîs geliyor, ona ayağıyla vuruyor ve o da ses çıkarıyordu. Allah Teâlâ'iun: "İnsanı pişmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yaratmıştır" âyetinde buyurduğu budur. İbn Abbâs dedi ki: Sonra İblîs cesedin ağzından giriyor, arkasından çıkıyor, arkasından giriyor, ağzından çıkıyordu ve o sessiz cesede diyordu ki: Sen, birşey değilsin ve birşey için de yaratılmadın, eğer ben senin üzerine musallat edilirsem seni mahvederim, eğer sen benim üzerime musallat edilirsen sana isyan ederim. İbn Abbâs diyor ki: Allah, ona ruhundan neftıedince, soluk baştarafından geldi. O soluk bedenin neresine sirayet ederse et ve kan oluyordu. Soluk göbeğine kadar uzanınca cesedine baktı ve cesedinde gördüğü şey kendisinin hayretini mûcib oldu. Kalkmak istedi, gücü yetmedi... Bu rivayeti naklettikten sonra İbn Kesir meşhur olmasına rağmen, garîbliklerle dolu bir ifâde olduğunu zikrederek şöyle der: Bu rivayetin siyakı garîbtir, içinde münâkaşası uzun sürecek, dikkat edilmesi gereken birçok husus vardır. Ancak tbn Ab-. bas'tan nakledilen bu rivayeti meşhur müfessirler zikrederler. (İbn Kesîr, A.g.e., II, 284-286) Aynı konuda bir başka rivayeti de Suudî'nin tefsirinden aktaran tbn Kesîr şöyle der: Süddî tefsirinde Epu Mâlik ve Ebu Sâlİk kanalıyla İbn Abbâs'tan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes'ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; onlar şöyle demiştir: Allah Teâlâ istediklerini yaratmayı bitirdikten sonra Arş'a yöneldi ve oraya hâkim oldu. İblîs'e de dünya göğünün hükümdarlığını verdi. İblîs kendilerine cinn denilen meleklerden bir kabîleye mensûbtu. Cinnlere bu ismin verilmesi cennetin bekçileri olmalarındandır. İblîs dünya göğünün-hükümdarı olduğu gibi, cennetin bekçisi idi de. lbhVin kalbinde kibir belirdi ve; Allah bana bu şerefi benim meleklerden farklı bir meziyetim olduğu için verdi, dedi. İblis'in nefsinde bu kibir belirince, Allah ondaki bu duruma muttali* olup meleklere dedi kî: Ben "Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım." Onlar da: "Rabbımız, bu halîfe de ne oluyor?" dediler. Allah: "Onun soyundan gelenler yeryüzünde fesâd çıkarırlar, kıskançlık yaparlar ve birbirlerini öldürürler, buyurdu... Allah Teâlâ Cibril'i yeryüzüne gönderdi ve kendisine yeryüzünden toprak getirmesini emretti. Yeryüzü dedi kî: Benden bir parça alman veya hor düşünmen konusunda Allah'a sığınırım. Bunun üzerine Cibril döndü ve bir şey almadan dedi ki: Rab bun, toprak benden Allah'a sığındı ve ben de ondan vazgeçtim. Bunun Üzerine Mîkaîl'i gönderdi. Toprak yine Allah'a sığındı o da toprağı almaktan vazgeçti ve döndü, Cebrail'in dediği gibi dedi. Allah Azrâîl'i gönderdi. Toprak Allah'a sığındı ise de o: Ben de Allah'ın emrini yerine getirmeyip geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi. Ve yeryüzünden toprağı aldı. Alırken tek bir yerden değil karışık topraklar aldı. Kırmızı, beyaz ve kara toprağı karıştırdı. Bunun için Âdem'in çocukları değişik şekilde oldular. Ölüm meleği toprağı çıkardı, toprak yaşardı ve balçıkla karışıp çamur haline geldi. Sonra Allah meleklere dedi ki: "Ben, çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzeltip kendisine ruhumdan Üflediğimde ona secdeye kapanın." Âl-i İmrân, 49) Allah Âdem'i kendi eliyle yarattı ki İblîs ondan dolayı kibirlenmesin ve ona; kendi elimle yarattığım şeyden sen kibirleniyorsun ben ondan kibirlenmiyorum, diyebilsin. Ve onu insan şeklînde yarattı. Cuma günü sayılarak kırk gün çamurdan bir cesed halinde idi. Melekler ona rastladıkça ondan ürküyorlardı. Ondan ençok ürken de İblîs idi. İblîs ona rastlayınca vuruyor ve balçıktan nasıl ses çıkarsa, cesed-den de öylece ses çıkıyordu. İşte Allah Teâlâ'nın: "İnsanı pişmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yaratmıştır." (Rahman, 14) buyruğu bundandır. Şeytân diyordu ki: Sen, herhangi bir şey için yaratılmadın. Ona ağzından giriyor ve arkasından çıkıyordu. Meleklere de demişti ki: Bundan korkmayın. Çünkü Rabbınız Samed'dir. (içi boş) bunun da içi boştur (samed). Eğer ben, onun üzerine hâkim kılınırsam onu mahvederim. Allah Azze ve Celle'nin Âdem'e ruhu nefhetme süresi yaklaşınca meleklere dedi ki: "Ben, ona ruhumdan üfürdü ğümde ona secde edin." Âdem'e ruhu üfleyince rûh başından girdi ve Âdem aksırdı. Melekler; Elhamdülillah, de, dediler. O da; "Elhamdülillah", dedi. Allah Teâlâ ona: Rabbın sana merhamet etti, dedi. Rûh gözlerine girince, cennetin meyvelerine baktı. Rûh karnına girince yemek istedi ve rûh daha ayaklarına ulaşmadan cennetin meyvelerine çabucak koşmak için sıçradı. İşte Allah Teâlâ'nın: "İnsan eceleden yaratılmıştır." (Enbiyâ, 37) âyetinde kas-dettiği budur... Sahabelere kadar isnâd edilen bu rivayet meşhur olup'Süddî'nin tefsîrinde yer alır. Bunda pekçok isrâiliyât vardır. Belki de bir kısmı müdreetir ve sahabenin kelâmından değildir veya onu geçmiş kitapların bir kısmından almışlardır (İbn Kesîr, A.g.e., II, 286-288) Bu tür rivayetleri tefsîr erbabından birçoğu şüphe ile karşılamışlardır. Hattâ Reşîd Rızâ Tefsîr el-Menâr'a bu rivayetleri naklettikten sonra şöyle der: İslâm'da bu görüşün ve kıssaların dayanabileceği hiçbir mesned yoktur. Sadece geçmiş milletlerden arta kalan âdetler ve efsâneler var ki dikkate değer bir şey bildirmez. (Reşîd Rızâ, Tefsîr el-Menâr, I, 258) Bu türden kıssalar Âd kavmi hakkında da vârid olmuştur. Âd kavminin kıtlığa tutulduktan sonra yağmur duasında bulunmak üzere Mekke'ye yetmiş kişiyi gönderdikleri ve bunların Muâviye İbn Bekr'in evinde müsâfır edildikleri ve burada bir ay kaldıkları, sonra bu müsâfirlerden rahatsız olması nedeniyle şarkıcı Cerâdetân'a bir şiir söylettiği ve bilâhere Allah'a Muğîs ismindeki ova tarafından gelen siyah bir bulut içinde bunlara felâket gönderdiği ve bulutta nelerin bulunduğu anlatılır. İlkin Mehdet adında bir kadının farkettiğini hükmederler ve uzun uzadıya burada geçen vak'alan zikrederler. Hattâ Âd kavminin boylarının en uzunu yüz, en kısası altmış Zira olduğu ve Âd kavminden bir kişinin iki eliyle bir dağı tuttuğu ve dağdan bir kaya parçası kopardığı, hattâ bunlardan bir kişinin başının büyük bir kubbe ve tepeyi andırdığı, gözyuvalarımn ve burun deliklerinin ise sırtlan yavrularını andırdığı zikredilir. (A. Aydemir, Tefsirde Isrâiliyât, 106-107) tsrâiloğullarmın kıssası, Firavun ordusunun sayısı, Firavun'un cesedi, Ress Ashabı gibi konuların yanısıra, Isrâüoğullarınm nankörlüğü, Rablarının emirlerine itaat etmeyişleri, Tâlût, Câlût ve Dâvûd (a.s) ile ilgili haberler, Tâlût'un boyunun ölçüldüğü asâ, Tâlût'un mesleği, Tâlût'un ordularının imtihan edildiği nehirler, Câlût ile karşılattığı zaman Dâvûd (a.s)'un nasıl bir ata bindiği ve sapanıyla Câlût'tan başka kimleri öldürdüğü konusunda pek çok haberler nakledilmiştir. Diğer taraftan Tâlût ile Câlût arasında cereyan eden savaştan sözeden âyet-i kerimede (Bakara, 246-251) bahis mevzuu edilen "tâbûf'un kime âit olduğu, neden yapıldığı ebadı, nerede bulunduğu ve yine aynı âyette bahis mevzuu edilen "Se-kîne'nin ne anlama geldiği, "Bakıyye"dcn kasdedilen hususun neler olduğu îsrâil kaynaklarına dayanılarak aktarılmaya çalışılır. Isrâiliyât a bir diğer örnek de A'râf sûresinde (176-176) sözü edilen "O kimsenin" Bel'am İbn Ba'cürâ olduğu, Bel'am'ın başından geçen mâcerâ'dır. tsrâiliyâtın en çok yaygın olduğu konulardan birisi de daha önce belirttiğimiz gibi, Hârût ve Mârût kıssasıdır. Bilindiği gibi, Bakara sûresinin 102 nci âyetinde bahis mevzuu edilen bu olayın mâhiyeti İbn Abbâs'tan, Saîd İbn Cübeyr'den ve daha sonra Süddî gibi bazı^ zevattan nakledilen muhtelif rivayetlerle zenginleştirilmiştir. Âyetin nüzul sebebi olarak gösterilen Hz. Süleyman ile eşi olduğu kaydedilen Cerâde arasında varid olan yüzük mes'elcsi, bir şeytânın peygamber veya melek kılığına girerek Hz. Süleyman'ın yüzüğünü çalmış olması, Hz. Süleyman'ın yaygın olan büyü ve efsunları toplattırıp gömmesi ve âyette sözü edilen Bâbil'in yeri, Hârût ve Mârût'un kimler olduğu konulan Isrâiliyât ile dolu olarak tefsirlerde yeral-maktadır. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri, II, 437-480) Ve bu konuyla ilgili olarak Abdullah tbn Abbâs'tan daha başka rivayetler de nakledilir. Taberânî'nİn ifâdesine göre; Muhammed İbn Abdullah... Abdullah İbn Abbâs'dan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: Allah Teâlâ'nın öyle bir meleği vardır ki, ona; yedi göğü ve yerleri bir lokmada yut, denilse o, bunu hemen yapıverir. Onun tesbîhi: "Seni olduğun gibi tenzih ederim" kavlidir. (İbn Kesîr, A.g.e., IX, 4820) Sonra İbn Kesîr bu hadîsin garîb, hattâ mün-ker olduğunu zikreder. Diğer taraftan İbn Cerîr Taberî'ye dayanarak Hz. Ali'nin şöyle dediğini kaydeder: Rûh, meleklerden bir melektir. Onun yetmiş bin yüzü vardır. Her yüzünde yetmiş bin dil vardır. Her dilinde yetmiş bin lügat vardır. O, bütün lügatlarla Allah'ı tesbîh eder. Allah onun her teşbihinden bir melek yaratır ve diğer meleklerle birlikte kıyamete kadar uçup gider. Bu haberi nakleden İbn Kesîr arkasından hemen; bu haber de hem garîb hem de acâyibtir. Allah en İyisini bilendir, diye ekler. Sonra Süheylî'den naklen Hz. Ali'nin şöyle dediğini bildirir: Rûh bir melektir. Onun yüz bin başı, her başında yüz bin yüzü vardır. Her yüzünde yüz bin ağzı vardır. Her ağzında yüz bin dili vardır. O, muhtelif lügatlarla Allah'ı tesbîh eder." (İbn Kesîr, A.g.e., IX, 4821) İsrâiliyâtın en bol rastlandığı konulardan birisi de şimşek ve yıldırımla ilgili konulardır. Nitekim Ra'd süresindeki "O'dur sizi korku ve ümîde düşürmek için şimşeği ve yağmur yüklü bulutları gönderen." (Ra'd, 12) âyetinin tefsirinde İbn Kesîr, İbn Ebu Hatim'den naklen şu rivayeti kaydeder: Bize ulaştığına göre; şimşek dört yüzü olan bir melektir. İnsan, öküz, akbaba ve arslan yüzü. Kuyruğuyla vurduğu zaman o şimşek olur. Ayrıca Mûsâ İbn Übeyde Sa'd İbrahim'in şöyle dediğini nakleder. Allah Teâlâ yağmuru gönderir, gülmesinde ondan daha güzeli ve konuşmasında ondan daha güzel ve Ünsiyet kazanmışı yoktur. Onun gülmesi şimşek, konuşması"da yıldırımdır. Hattâ bununla ilgili İbrahim İbn Sa'd'dan nakledilen bir, rivayet de şöyledir: Sa'd mescidde Humeyd İbn Abdurrahmân'ın yanında otururken Cifâr oğullarından bir ihtiyar gelir, Humeyd onu yanına davet eder ve peygamber ile beraber bulunduğu için kendisine saygı gösterilmesini bildirir. İhtiyar gelir ve ikisinin araşma oturur. Humeyd peygamberden duymuş olduğu hadîsi sorar o da; Allah Resulünü şöyle buyururken işittim der: Muhakkak Allah bulutları meydana getirir de onlar en güzel şekilde konuşur, en güzel şekilde güler. En doğrusunu Allah bilir ama konuşmasından maksadı yıldırım, gülmesinden maksad da şimşektir. Ve Sa'd İbn İbrahim'den nakledilen az önce kaydettiğimiz rivayeti belirtir. (İba Kesir, A.g.e.» VIII, 4222) Keza Suyûtî'nin ifâdesine göre; gökgurültüsü bir meleğin sesidir. Şimşek ise meleğin kamçısıdır ve onunla bulutları sürükler. (Nakleden Re-şîd Rızâ, Tefsîr'ülMenâr, I, 174-177) Isrâiliyata en çok rastlanan bir konuda ay ve güneşle ilgilidir. Nitekim Isrâ sûresinde gece ile gündüzün iki âyet kılındığını belirten (12) âyetin tefsirinde Kurtubî İbn Abbâs'dan naklen der ki: Allah güneşi de, ayı da yetmiş parça olarak yaratmıştır. Ayın nurunun altmışdokuz parçasını almış ve güneşin parçasına eklemiştir. Binâenaleyh güneş şimdi yüzotuzdokuz parçadan meydana gelmektedir. Ay ise bir parçadan ibaret kalmıştır. Ve yine İbn Abbâs'dan naklen; Allah, Arşının nurundan iki güneş yaratmış ur. Kendi katındaki bilgi uyarınca güneşi dünya büyüklüğünde, ayı da güneşten daha küçük olarak yaratmıştır. Bu yaratma tamamlanınca ayı söndürmek için Cebrail'i görevlendirmiştir. Cebrail üç kez kanadım ayın yüzeyinden geçirmiş ve ay bundan önce güneş gibi parlak iken ziyası sönmüş, ancak nuru kalmıştır. Bugün ayın yüzeyinde görülen siyah lekeler Allah'ın silmiş olduğu bu âyettir. Eğer Allah ayı ilk hali ile bırakıp ta bu işlemi yapmasaydı gece ile gündüz birbirinden seçilip ayrılmazdı. (Kurtubî, Tefsir, X, 227-228) Bu rivayetleri kaydeden İbn Kesîr genellikle rivayetlerin Kâ'b el Ahbâr'a dayandığını, Kâ'bin bu rivayetleri lsrâiloğullarının kitaplarından aktardığını nakleder ve zaman zaman da; bu isnadın râvîleri sika olmakla beraber rivayet, cidden garîb-tir veya sahîh değildir, münkerdir, diyerek (İbn Kesîr, A.g.e., 448- 449) şu ifâdeleri ekler: Bu isnâdların hadîsleri sahîh olsa da mâsûm olan peygamberden geldiğine dâir haber duyma yoluyla sâbît olduğu ve tam olarak tesbît edilmediği için delilsiz isrâi-liyât hurafeleri olmaktan öteye geçmez, der. (İbn Kesîr, A.g.e., II, 452) Bazan da; bu ifâdede pek çok fazlalıklar, garabetler ve çirkinlikler vardır, diyerek sırf dikkat çekmek için bu haberleri naklettiğini bildirir. Isrâîliyâun en çok göze çarptığı konulardan birisi de Ashâb-ı Kehf ile alâkalı haberlerdir. Bilindiği gibi, Kehf Sûresinde (9-22) vâki âyetlerin nüzul sebebi olarak zikredilen hâdise, ashâb-ı Kehf in başından geçen olaylar, bunların isimleri, aralarından kasabaya yiyecek almak üzere gönderdikleri arkadaşlarının adı ve alınan erzakın cinsi, mikd&n, köpeklerinin adı, kime ait olduğu, rengi, cinsi, Ashâbı KehPin sağa-sola dönmeleri ve nihayet bunlara yapılan sanduka gibi konularda da pekçok rivayetler tefsirlerde yer almıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, IX, 4937- 4979) Yine Isrâiliyâtın tefsirlerde fazlasıyla yeraldığı konulardan birisi de Fecr Sûresinin 7-8 uci âyetlerinde bahis mevzuu edilen "direkli irem'le" alâkalı haberlerdir. İrem'le neyin kasdedildiğİ, direk sahibinden kasdedilenin ne olduğu, bu şehrin halkının Uk addan olduğu ve Âd&anŞedîd ve Şeddâd adında iki oğlunun bulunduğu» Şeddâd'ın kaç yılında yaşadığı, kaç hanımı olduğu, kaç çocuğu bulunduğu, bunların boyları, Şeddâd'ın yaptığı binanın kaç bin direği olduğu, müfessirler tarafından uzun uzadıya aktarılır. (Daha geniş bilgi için, bkz. A. Aydemir, Tefsîr'de İsrâiliyât, 216-222) tsrâiliyâtın en çok yaygın olduğu konulardan birisi de Karun'la ilgili âyetin tefsiridir. Hz. Musa ile Kârûn arasındaki yakınlık, Karun'un hazineleri nasıl elde ettiği, hangi ma'rifetleri bulunduğu, Karun'un anahtarlarının kaç tane olduğu, büyüklüğü ve bu anahtarları taşıyan katırların sayısı, anahtarların neden yapıldığı, Karun'un böbürlenerek halkın karsısına çıktığı ve nihayet nedenli kötü akıbetlere ne denli düştüğü mufassal olarak anlatılır. (Bu hususta Kasas 76-82; Ankebüt, 39 ve Ğâfîr, 24 âyetlerinin tefsirine bakılabilir). Ve yine Isrâiliyâtın bolca zikredildiği bir konu da Bürûc Sûresinde (4) bahsi geçen Uhdûd kavmi ve bunların başına gelen olaylarla alâkalıdır. (Bu konuda daha genig bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur*ân-ı Kerîm Tefsiri, XV, 8376-8396) îsrâUiyâtm en çok görüldüğü konular arasında Hz. Âdem'in yaratılışı, Hz. Havva'nın yaratılışı, İblis'in cennete girişi, Âdem ve Havva'ya yemeleri yasaklanan ağaç ve bu ağacın cinsi, ağacı kimin yedirdiği, Hz. Âdem ve Havva'nın elbiseleri, Âdem ve Havva'nın üstlerini ne ile örttükleri Âdem, Havva, yılan ve İblîs'in yeryüzünde nereye indirildikleri, Havva'ya ve yılana verilen ceza, Hz. Âdem'in öğrendiği kelimeler, Hz. Âdem'in cennetten indiği zaman içinde bulunduğu durum ve beraberinde yeryüzüne getirdiği şeyler, Hz. Âdem'in soyundan gelenlere şeytânın musallat olması hususları geniş bir yer tutmaktadır. (Bu konularda daha fazla bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 290-318; ayrıca konunun yer aldığı; Âl-i İmrân, 33-59; Mâide, 27; A'râf, il, 19, 26, 27, 31. 35, 172; İsrâ, 61, 70; Kehf, 50; Meryem, 58; Tâ-Hâ, 115- 117,120-121; Vâsîn, 60 âyetlerin tefsirine bakılabilir) ÎsrâUiyâtm fazlasıyla rivayet edildiği konulardan birisi de Hz. Âdem'in oğlu Hâbîl ve Kabil'den bahseden Mâide süresindeki 27-31 nci âyetlerdir. (Bu konuda da daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, V, 2200-2212) Isrâiliyâtın sergilendiği konulardan birisi de Nûh (a.s) ve Tufan ile ilgilidir. Nuh peygamberin kavmini hak yola davet etmek üzere büyük çaba harcamasına rağmen, onların kendisine tâbi olmaması üzerine ağaç dikmesi ve bu ağaçtan gemi yapması, geminin şekli, kaç yılda yapıldığı, gemiye binenlerin sayısı, gemiye Uk ve son alınan hayvanlar, gemide domuzun ve kedinin halkedilmesi, karganın ve güvercinin gemiden salınması, suların dağlar Üzerinde yükselişi, Tennûr ve Tûfân'ui vukuu gibi konularda pek çok lsrâilî rivayetler zikredilmiştir. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, VIII, 3918-3957) Ayrıca Hz. Yûnus, Hz. ldrîs, Hz. İbrâhîm ile ilgili birçok rivayetlerde isrâiliyâta rastlamak mümkündür. Isrâiliyâtla ilgili daha geniş ve detaylı bilgi almak için bkz. Zehebî, e-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 165-201; A. Aydemir, Tefsirde İsrailiyât)[60]
3- İsnadın Hazfı
3- İsnadın Hazfı Rivayet tefsîrlerindeki zaafın nedenlerinden üçüncüsü de isnadın siünmesidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ashâb-ı Güzîn naklettikleri her rivayeti çoktitizlik-le inceliyor ve haberi kimden, ne zaman duyduğunu özenle tesbît etmeye çalışıyordu. Ancak sahabeden şahadet veya yemîn yolu ile bir rivayetin sıhhati sabit olduktan sonra, o sözün peygambere âit olduğu kabul ediliyordu. Hattâ Übeyy İbn Kâ'b'ın rivayet etmiş olduğu bir hadîs üzerine Hz. Ömer'in; delîl getirmesini istediği ve Übeyy İbn Kâ'b'ın delîl aramak üzere çıktığı, Ansâr'dan bir topluluğa durumu anlatınca onların da Übeyy İbn Kâ'b'ın naklettiği rivayeti peygamberden duyduklarını tesbit ettiği ve bunun üzerine Hz. Ömer'in; seni itham etmek için değil, ancak o sözün peygamberden sâdır olduğunu isbât etmek istediğimden böyle davrandım, dediği bildirilmektedir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 201) Sonra Tabiîn döneminde peygambere isnâd edilerek bir çok sözler söylenmeye başlandı. Ortaya çıkan şartlara göre her grup kendi görüşünü te'yîd etmek üzere peygamberden hadîsler nakletmeye başlayınca, tabiîn; bir hadîsin senedini görmeden peygambere aidiyetini kabule yanaşmadı. Râvîler arasında bulunan zevatın adi ve zabt ehli olduğunun tesbiti esâs alındı. Senedi atlanmış olan veya rivayetinde güvenilmeyen kişilerin bulunduğu hadîsler kabul edilmedi. Böylece tabiîn döneminde peygamberden veya ashâbtan nakledilen rivayetlerin hepsi ancak senedi olduğu zaman kabul gördü. Daha sonra gelen bazı bilginler isnâdlan gözönünde bulundurmadan peygamberden veya sahabeden rivayetler naklettiler. Ve bu naklettikleri rivayetlerin sıhhatine ve râvînin zabt ve adalet ehli olduğuna dikkat etmediler. Tef-sîrlerde lsrâiliyâtın ve mevzu' hadîslerin fazlasıyla yer almasının önemli nedenlerinden birisi; isnadın hazfı oldu. Buraya kadar rivayet tefsirlerinin en önemli zaaf nedenlerinden üçünü detaylı olarak ortaya koymaya çalıştık. Daha sonra İslâm bilginleri ve Özellikle hadîs ve tefsîr âlimleri bu üç zaafı ortadan kaldırabilmek için büyük gayret sarfettiler ve hadîs kritiği ilmini te'sîs ederek bu zaafları telâfi etmeye çalıştılar. Ne var ki dilden dile aktarılan bu rivayetler toplum tarafından da kabul gördüğü için, yine de bazı tefsîr hadîs ve özellikle mev'ize kitâblarında tekrarlanıp durdu.[61]
2. RİVAYET TEFSİRİNİN İLK ÖRNEKLERİ
- RİVAYET TEFSİRİNİN İLK ÖRNEKLERİ Şimdi rivayet tefsirlerinin en önemlilerini görmeden önce, bu tefsirlere malzeme teşkil eden rivayetleri nakleden tefsîr âlimlerinden bazılarım tanımaya çalışalım:[62]
1- Yûnus İbn Habîb (öl. 183/799)
1- Yûnus İbn Habîb (öl. 183/799) Ebu Abdurrahmân veya Ebu Muhammed Yûnus İbn Habîb, lrân asıllı olup Leys oğulları ve Dabbe kabîlesinin kölelerinden imiş. Yüz yaşını aşkın olarak vefat etmiş olan Yûnus İbn Habîb'in Ebu Amr İbn Alâ'nın arkadaşlarından olup Basra'da ders verdiği ve nahîv ilmine vakıf bir zât olduğu belirtilmektedir. Meâni'l-Kur'ân isimli bir tefsirinin bulunduğu İbnü'n-Nedîm tarafından kaydedilmektedir. (İbn'ünNedîm, el-Fihrist, 51)[63]
2- Ebu'l-Hasan el-Kisâî (öl. 189/804)
2- Ebu'l-Hasan el-Kisâî (öl. 189/804) Ali İbn Hamza tbn Abdullah Kûfeli olup Bağdâd'a yerleşmiş ve Hârûn er-Reşîd ile birlikte sefere çıkarak Rey'de vefat etmiştir. KûîeMerin nahîv ilminde İmâmı sayılan ve yedi ünlü Kurrâ'dan biri kabul edilen Kisâî bir örtü ile ihrâmlandığı için kendisine bu nisbe verilmiştir. Onun vefatında Hârûn er-Reşîd*in fazlasıyla üzülüp bir günde fıkıh ve nahvi mezara gömdük, dediği belirtilir. Bağdâd'ta Hamza'dan kırâet öğrenimi görmüş, Süleyman İbn Erkam ve Ebu Bekir İbn Ayyâş'tan hadîs dinlemiş» el-Herrâ'dan nahîv okumuş ve bilâhere Basra'ya giderek ünlü nahîv bilgini İmâm Halîl ile buluşmuş ve onun derslerine devam etmiştir. Hârûn erReşîd'in oğluna hocalık yaptığı, bu arada Ünlü Hanefi İmâmı Ebu Yûsuf ile tartışmalara giriştiği söylenir. Kisâsî'nin Meânîl-Kur'ân İsimli tefsire dâir bir eser yazdığı kaynaklarda zikredilmektedir.[64]
3- Muhammed er-Rüvâsî (ö. 190/805)
3- Muhammed er-Rüvâsî (ö. 190/805) Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ebu Sâre el-Kûfî'nin hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamakla beraberKûfeliolup (190/805) yıllarında vefat ettiği ve tefsîrle ilgili olarak Meânî'l-Kur'ân isimli bir eseri bulunduğu rivayet edilmektedir.[65]
4- Süfyân İbn Uyeyne (ö. 198/813)
4- Süfyân İbn Uyeyne (ö. 198/813) iîbu Muhammed.el-Hilâlî, Kûfe'de doğup Mekke'de vefat etmiştir. Harem-i Şerifin muhaddisi, diye de şöhret bulmuş olan Süfyân İbn Uyeyne: Amr ibn Dînâr Zührî, Ziyâd ibn Alâka gibi zevattan hadîs dinlemiş ve A'meş, ibn Cüreyc, Şu'be, İbn Mübarek, İmâm Şafiî, Ahmed İbn Hanbel, îshâk îbn Rahuye gibi ünlü kişiler ondan rivayet nakletmişlerdir. Abdullah İbn Vehb onun için; tefsîrde kendisinden da,ha âlim birini bilmiyorum, der. Hadîsle ilgili Cami' isimli eserinin bulunduğu yanı sıra et-Tefsîr adında, bir eseri kaynaklarda zikredilmektedir.[66]
5- Vekî' İbn Cerrah (öl. 197/812)
5- Vekî' İbn Cerrah (öl. 197/812) Ebu Süfyân İbn Melîh İbn Adiyy Kûfeli meşhur bilginlerdendir. Nîsâburlu veya Sindli olduğu da söylenir. er-Rüvâsî de denilen VekHbn Cerrâh'ın hac dönüşünde Feyd denilen yerde vefat ettiği belirtilir. Tabiînin büyüklerinden olan Vekîf ibn Cerrah aynı zamanda İmâm A'zam Ebu Hanîfe'nin de öğrencisi olmuştu. Hişâm İbn Urve, Süfyân ibn Uyeyne, Süfyân es-Sevrî, Evzaî Şu'be İbn Hâlid gibi zevattan hadîs öğrenmiş, Ebu Hanîfeden fıkıh tahsil etmiş, Ebu YusÛf, ve züfer'den yararlanmıştır. Abdullah ibn Mübarek, Yahya İbn Eksem, Yahya ibn Naîm, Ahmed İbn Hanbel, Îshâk İbn Rahûyet Ebu Hayseme, Ali İbn el-Medenî gibi'ünlü kişiler de kendisinden rivayet nakletmişlerdir. lmâm-ı A'zam'ın mezhebine göre fetva veren Vekî'i Hârûn er-Reşîd kadı tayîn etmek istemişse de o, bu görevi kabul etmemiştir. Bu sebeple Ahmed İbn Hanbel'in şöyle dediği belirtilir: Gözlerim Vekr gibisini görmemiştir,[67]
6- Ebu Abdullah Muhammed tbn tdriİ-eş-Şâffi (öl.
6- Ebu Abdullah Muhammed tbn tdriİ-eş-Şâffi (öl. 199/814) Dedelerinden Şâib ve Şafiî peygamberin ashabı arasında bulundukları ve Ku-reyş kabilesine mensûb tek mezhep imâmı olan İmâm Şâfıî, 150 yılında (767) Şâm yakınlarında bulunan Gazze'de veya Askalân'da veya Yemen'de doğmuş, ömrünün sonlarına doğru Mısır'a göçederek Fustât'a yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Daha gençliğinde lügat; şiir, Arap edebiyatı gibi konularda yakından ilgilenen İmâm Şafiî Mekke müftüsü Müslim lbn Hâlid'den, imâm Mâlik'ten, İmâm Muhammed İbn Hasan'dan fıkıh öğrenmiş, İmâm Mâlik, Süfyân lbn Uyeyne, Abdülazîz lbn MâcişÛn gibi büyüklerden hadîs dersleri almıştır. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde zengin bilgiye sahip bulunan İmâm Şafiî'nin tefsîre dair bazı rivayetleri bulunmaktadır.[68]
7-Revh İbn UbSde (öl. 205/820)
7-Revh İbn UbSde (öl. 205/820) Ebu Muhammed lbn Alâ lbn Hasan el-Kaysî 125 yılı civarında (742) Basra'da dpğmuş ve yine burada vefat etmiştir. Avn, Hüseyn el-Muallim gibi zevattan hadîs nakletmiş olan Revh'dan İmâm Ahmed lbn Hanbel, lshâk, Bündâr ve benzeri zevat rivayet nakletmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetlerinin tefsîriyle ilgili nakilleri bulunduğu bazı kaynaklarda belirtilir.[69]
8- Yeztd lbn Hflrûn (öl. 206/821)
8- Yeztd lbn Hflrûn (öl. 206/821) Ebu Hâlid lbn Zâzan Yezîd lbn Hârûn, Vâsitlı olup Seleme oğulları kabîlesi-nin âzadlı kölelerindendir. Doksan yaşlan civarında Vâsıfta vefat ettiği sanılmaktadır. Yezîd îbn Harun'un Halîfe Me'mÛn üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. TefsMe İlgili bazı rivayetler nakletmiştir.[70]
9- Âdem fbn Ebu Iyfls (öl. 220/835)
9- Âdem fbn Ebu Iyfls (öl. 220/835) Ebu'l-Hasan Adem lbn Ebu Iyâs, Horasan'ın Merv şehrinde doğmuştur. Bağ-dSd'da yetişmiş ve burada tahsil gördükten sonra Küfe, Basra, Hicaz, Mısır ve Şam'a gitmiş, ömrünün sonlarına doğru Askalân'a gelerek burada vefat etmiştir. Âdem lbn Ebu Iyâs Şu'be, lbn Yûnus, lbn Ebu Zi'b gibi birçok hadîs bilgininden rivayetler nakletmiş ve Ebu Zür'a Ebu Hatim, imâm Buhârî, Neseî, Ebu Dâvûd, lbn Mâ-ce, Taberânî ve Dârîmî gibi zevat de kendisinden hadîs nakletmişlerdir. Tefsîr kitablannda onun naklettiği tefsîr rivayetleri mevcuddur. Ayrıca bir de tefsiri olduğu kaydedilir..[71]
10- Muhammed' tbn Hâlim (öl. 235/849)
10- Muhammed' tbn Hâlim (öl. 235/849) Ebu Abdullah lbn Me'mûn es-Semîn, Horasan yöresinde yetişmiş tefsîr bilginlerinden birisidir. Muhammed lbn Hatim, Abdullah tbn İdrîs, Süfyân tbn Uyeyne, lbn Uleyye, VekT ve Kattan gibi zevattan hadîs rivayet etmiş ve İmâm Müslim, Ebu DâvÛd, Hüseyin lbn Süfyân gibi zevat da kendisinden hadîs nakletmişlerdir. Onun tefsîrle ilgili bir mecmuası bulunduğu ve Bağdad'da birçok kimsenin bu mecmuadan istinsah yaptığı söylenir.[72]
11- Ebu Bekir lbn Ebu Şeybe (235/849)
11- Ebu Bekir lbn Ebu Şeybe (235/849) Abdullah lbn Muhammed lbn Ebu Şeybe, KÛfeli olup Kadı ŞÛreyk, Ebu'I-Ahvaz, Abdullah lbn Mübarek, Süfyân lbn Uyeyne, Cerîr lbn AbdÜlhamîd gibi zevattan hadîs Öğrenmiş Ebu Zür'a, İmâm Buhârî, İmâm Müslim, Ebu Dâvûd, lbn Mâce ve Ebu Bekir lbn Ebu Âsim gibi zevat da ondan rivayet nakletmişlerdir. Kitâb'ül-Ahkâm isimle tefsîre dâir bir eseri olduğu kaynaklarda zikredilir,[73]
12- lshSk lbn Rahûye veya Râhcvcyh (öl. 238/852)
12- lshSk lbn Rahûye veya Râhcvcyh (öl. 238/852) Ebu Ya'kÛb lbn lbrâhîm lbn Mahled el-Hanzelî, Horasan yöresinde doğmuş, daha sonra Irak'a, Hicaz'a, Şâm ve Yemen'e gitmiş ve nihayet Nîsâbur'da vefat etmiştir. Babasının Mekke yolunda dünyaya gelmiş olması nedeniyle ona Farsça'da yola ait anlamına Râheveyh denilmiştir. Gerek fıkıh gerekse hadîs ilminde haklı bir şöhrete sahip bulunun İshâk lbn Rahüye Horasanlılar tarafından hadîsin Şehinşahı unvanına lâyık görülmüştür. Gerdiği beldelerde daha çok hadîs cem'eden bu zât, Abdullah lbn Mübarek, Cerîr lbn Hamîd, Süfyân lbn Uyeyne, Derâverdî gibi zevattan hadîs nakletmiş, Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî ve Ahmed lbn Hanbel gibi zevat da kendisinden rivayet nakletmişlerdir. Ebu Dâvûd el-Hattâb'ın ifâdesine göre; İshâk lbn Rahûye onbirbin hadîsi ezberinden rivayet edip yazdırmış, sonra aynıyla ezberinden tekrar etmiştir. Ahmed lbn Hanbel, Horasan köprüsünden İshâk lbn Rahûyeh gibi bir zât daha geçmedi, diyerek onu takdirle zikretmiştir.[74]
13- Osman İbn Ebu Şcybc (239/653)
13- Osman İbn Ebu Şcybc (239/653) Ebu'l-Hasan Osman lbn Muhammed lbn Ebu Şeybe ibrShîm, Küfeli olup tah-mînen hicrî 156 (772) yılında doğmuştur. Daha önce zikri geçen Ebu Bekir lbn Ebu Şeybe'nin kardeşidir. Şâm ve Irak taraflarında bir süre dolaştıktan sonra ŞÛreyk, Huşeym, lsmâîl lbn Ayyaş, Abdullah lbn Mübarek gibi ünlü kişilerden hadîs dinlemiştir. Başta Buhârî ve Müslim gibi hadîs imamları olmak üzere Ebu Ya'lâ, Beğavî ve daha başka birçok kimse de kendisinden rivayet nakletmiştir. Rivayetlerinde güvenilir bir zât olarak tanınan Osman İbn Ebu Şeybe (239/833) tarihinde vefat etmiştir. et-Tefsîr başlığı altında derlediği bir rivayetler mecmuası bulunmaktadır.[75]
14- Ebu'l-Hasan Alf el-Mcrvezî, (öl. 244/858)
14- Ebu'l-Hasan Alf el-Mcrvezî, (öl. 244/858) Tefsir ilminde mahir olan bu zâtın Ahkâm'ül-Kur'ân isimli bir mecmuası bulunduğu MervMe doğduğu, şiir ve edebiyata âşinâ bir kişi olduğu, muhtelif yerlerde seyahat ettiği ve rivayetlerinde güvenilir bir zât olduğu kaynaklar tarafından ifâde edilmektedir.[76]
15- Ahmed fbn Hanbel (öl. 241/855)
15- Ahmed fbn Hanbel (öl. 241/855) Ahmed lbn Muhammed lbn Hanbel lbn Hilâl eşŞeybânî cl-Mervezî, soylu bir Arap kabilesine mensup olup Bağdâd'ta ya da Merv'de 164 (780) yılında doğmuş, bilShere Küfe, Basra, Mekke, Medîne, Yemen, Şâm ve Horasan'ı gezerek tekrar Bağ-dâd'a dönmüştür. Dört sünnî mezhebten birisi olan Hanbclî mezhebinin kurucusu olup İmâm Şafiî, Süfyân lbn Uyeyne, İbrâhîm lbn Sa'd ve ünlü Hanefî İmâmı Ebu YüsuPtan fıkıh ve hadîs ilmini öğrenmiştir. Özellikle Kur'ân âyetlerinin tefsîrine dâir hadîsleri derlemiş ve bir nevi rivayet mecmuası denilebilecek şekilde tanzîm etmiştir. Kişiliği ile devrinde haklı bir şöhret kazanmış olan Ahmed lbn Hanbel özellikle halîfe Me'mûn döneminde Mu'tczile mezhebi mensûblannın hükümet nezdinde İtibâr gördüğü sıralarda, büyük bir sıkıntı ve mihnet içine düştüğü, buna rağmen fikirlerinden en küçük bir tavîz vermeden inançlarını cesaretle savunduğu bilinmektedir. Bilâhere Abbasî halîfesi, Mu'tasım ve Vâsık döneminde de büyük sıkıntılara ma'rûz bırakılan İmâm Ahmed lbn Hanbel, Halîfe Mütevekkil zamanında tekrar itibâr gören bir şahsiyet haline gelmiş ve vefatına kadar da bu ikram ve hürmet devam etmiştir. Ahmed lbn Hanbel 241 (855) yılında BağdâdMa vefat ettiği ve Bab-ı Harb adı verilen mezarlığa gömüldüğü bilinmektedir. Ünlü Müsnedin müellifi de bulunan Ahmed lbn hanbel'in fıkıhta kendine hâs görüşleri vardır.[77]
16- Abd İbn Humeyd (249/863)
16- Abd İbn Humeyd (249/863) Ebu Muhammed Abdullah İbn Humeyd en-Nasr elKîsî Türkistândaki Semer-kand yakınında bulunan Kîs'te yetişmiş ünlü bir tefsir bilginidir. Ca'fer tbn Avn, Yezîd tbn Harun Revh İbn Ubâde, Abdürrezzâk gibi zevattan tefsîr ve hadîs bilgisi almıştır. J3aşta Müslim ve Tirmizî olmak üzere Sehl tbn Şazeveyh ve Süleyman tbn Isrâîl gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir. Rivayet tefsirlerinde Abd tbn Humeyd kanalıyla birçok tefsîr rivayeti zikredilmektedir. Müsned isimli hadîs kitabı meşhurdur.[78]
17- Dârimî (255/868)
17- Dârimî (255/868) Ebu Muhammed Abdullah İbn Abdurrahmân etTemîmî ed Dârimî, Türkistan'ın Ünlü Semenkand çevresinden yetişmiş büyük bir bilgindir. Yetmişini aşkın bir yaşta vefat etmiş bulunan Dârimî Semenkand kadılığında bulunmuş ve burada tefsîr ve hadîs bilimini yaymaya çalışmıştır. Özellikle İmam Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmizî ondan rivayet .naklederler.[79]
18- İmâm Buhârî (öt. 256/869)
18- İmâm Buhârî (öt. 256/869) Ebu Abdujlah Muhammed tbn İsmâîl İbn İbrâhîm İbn Muğîre el-Cu'fî, hicrî 194 (809) yılında Türkistan'da, Buhârâ'da doğmuştur. Ulemâdan babası Ebu'I-Hasan tsmâîl'dcn ders almış, Muhammed İbn Scllâm elBeykendî, Muhammed tbn Yusuf el-Beykendî ve İbrâhîm İbn Eş'as'tan hadîs öğrenmiş, Abdullah tbn Mübârek'in tasniflerini ezberlemişti. Bilâh6re Belh'e giderek Mekkî tbn İbrahim'den, Merv'e giderek Ali İbn Hasan İbn Şefik'ten, Nîsâbur'a giderek Yahya İbn Yahya'dan, Rey'e giderek tbrâhîm İbn Musa'dan, Bağdâd'a giderek Sureye tbn Nu'mân'dan ve Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed İbn Hanbel'den, Basra'ya giderek Ebu Âsim en-Nebîl'den, Kûfe'ye giderek Ebu Nuaym'dan, Mekke'ye gederek Humeydî'den, Me-dîne'ye giderek Abdülazîz elEvsî'den hadîs dinlemiş, ayrıca Vâsıt, Mısır, Şâm ve Kuzey Suriye şehirlerinde pek çok sayıda üstâddan hadîs derlemiştir. Ebu Zür'a, Neseî, Ebu Hatim erRâzî, Tirmizî, Müslim İbn Haccâc, Muhammed İbn Nasr el-Mefvezî, Salih tbn Muhammed, Ebu Bekir İbn Huzeyme ve Ebu'l-Abbâs es-Serrac gibi pekçok şahısta ondan hadîs nakletmişlerdir. Hadîs derlemek için birçok gezilerde bulunmuş olan İmâm Buhârî'nin; tefsire dâir büyük bir eser yazdığı bazı kaynaklarca belirtilmekte ise de günümüze ulaşmış herhangi bir nüshası yoktur. Sadece ünlü el-Câmi'üsSahîh isimli hadîs mecmuası içerisinde yer alan tefsirle ilgili bölüm bu sâhâda büyük bir üstâd olduğunu gösteren güzel bir örnektir. Tefsîrde daha çok Mücâhİd İbn Cübeyr'den rivayetler aktarmıştır. Kaynaklarca; yüz bini sahîh, iki-yüz bini de sahîh olmayan hadîsi ezbere bildiği söylenen Buhârî, elCâmi'üs-Sahîh isimli eserini altıyUz bin hadîs arasından seçtiği mükerrer yedi bin ikiyüz yetmişbeş hadîsten meydana getirmiştir. Mükerrerlerin dışında bu mecmua içerisinde dört bin civarında hadîs yer almaktadır, tbn Huzeyme'nin ifâdesine göre; gökkubbesi altında Buhârî'den daha çok hadîs bilen kimse olmamıştır. 869 yılında Semerkand'ın Hartenk köyünde vefat etmiş bulunan İmâm Buhârî'nin merkadi burada bulunmaktadır.[80]
19- İmam Müslim (öl. 261/874)
19- İmam Müslim (öl. 261/874) Ebu'l-Hüseyn Müslim îbn Haccâc tbn Müslim elKuşeyrî en-Nîsâburî; 204 (819) tarihinde İran'ın Nîsâbur kentinde doğmuş, burada öğrenim gördülcten sonra Hicaz, Mısır ve Şam'a seyâhatlar yapmış, birçok kez Irak'a gitmiş ve devrin bilginlerinden hadîs dinlemiştir. Yahya tbn Yahya enNîsâbûrî, Kuteybe İbn Saîd, İshâk İbn Raheveyh, Ahmed İbn Hanbe!, Abdullah İbn Mesleme, Ahmed İbn Yûnus gibi zevattan hadîs Öğrenmiş ve İmâm Buhârî ile karşılaşmış, ona fazlasıyla saygı göstermiştir. İmâm Tirmizî başta olmak üzere İbrâhîm İbn Ebu Tâlib, İbn Hüzeyme, İbn Sâib, Abdurrahman İbn Ebu Hatim gibi zevat da ondan rivayet nakletmişler-dir, İmâm Müslim 261 (874) yılında doğum yeri olan Nîsâbur'da vefat etmiş kabri Nîsâbur yakınlarındaki Nasrâbâd'da bir ziyâretgâh olarak bugüne kadar gelmiştir. Başlı başına bir tefsir kitabı yazmamış olan İmâm Müslim ünlü el-Câmi'üsSahîh'inde tefsir bahsine bir kitâb tahsis etmiştir. Rivayete göre bu eserini üçyüz bin hadîs arasından seçmiş ve eserde mükerrerler çıkarılınca dört bin hadîs derlemiştir.[81]
20- İbn Mâce (öl. 273/886)
20- İbn Mâce (öl. 273/886) Ebu Abdullah Muhammed İbn Yezîd er-Kazvînî İran'da Kazvîn'de 209 (824) yılında dünyaya gelmiş, burada öğrenim gördükten sonra devrin ilim ve kültür merkezleri olan Bağdâd, Basra, Küfe, Mekke, Şâm, Mısır ve Horasan'a seyâhatlarda bulunmuş ve 273/886 yılında vefat etmiştir. Kendisi Leys, İbrâhîm İbn Münzir, Muhammed İbn Abdullah İbn Nümeyr gibi zevattan hadîs öğrenmiş ve Ebu'l-Hasan elKattân Ahmed İbn Revh ve Muhammed İbn îsâ gibi zevat da kendisinden rivayet nakletmİşlerdir. Ünlü Sünen isimli eserinde İbn Mâce dört bin civarında hadîs derlemiştir. Sünen'indeki tefsirle ilgili bölümden ayrı olarak bir de tefsîr mecmuası bulunduğu zikredilir.[82]
21- Ebu Dâvûd es-Sicistânî (öl. 275/888)
21- Ebu Dâvûd es-Sicistânî (öl. 275/888) Ebu Dâvûd Süleyman İbn Eş'as İbn İshâk es-Sicistânî İran'ın Sicistân bölgesinde 202 (817) tarihinde doğmuş daha sonra, Şâm, Mısır, Hicaz, Irak, Horasan ve Basra'da seyâhatlar etmiş, bir müddet Bağdâd'da ikâmet ettikten sonra Basra'ya yerleşmiş ve burada anılan tarihte vefat etmiştir. Kütüb-i Sitte'yi teşkil eden mecmua içerisinde yer alan Ebu Davud'un Sünen'inde tefsîre dâir büyük bir bölüm bulunmaktadır. Başta Müslim İbn İbrâhîm, Süleyman İbn Harb, Abdullah tbn Mesleme, Yahya İbn Maîn, Ahmed îbn Hanbel olmak üzere birçok hadîs imamından hadîs dinlemiş ve kendisinden de oğulları Abdullah ve Abdurrahman Ahmed İbn Muhammed el-HalIâc ve Tirmizî gibi meşhur hadîs bilginleri rivayet nakletmİşlerdir.[83]
22- İbn'ün Nakîb el-Endelûsî (öl. 276/889)
22- İbn'ün Nakîb el-Endelûsî (öl. 276/889) İbn'ün-Nakîb İbn Muhammed el-Endelûs^EndüIüs'te yetişmiş ünlü hadîs ve tefsîr bilginlerinden birisidir. Birçok İslâm bilgini gibi doğduğu bölgeden doğuya gelen İbn'ün Nakîb İmâm Ahmed İbn Hanbel, Yahya İbn Yahya el-Leysî, Ebu Mus'-ab ez-Zührî, Yahya İbn Bükeyr, Ebu Bekir İbn Şeybe gibi zevattan hadîs öğrenmiş ve kendisinden de başta oğlu Ahmed olmak üzere Eşlem İbn Abdülazîz, Abdullah, Yûnus, Muhammed İbn Rübâbe gibi kişiler hadîs öğrenmişlerdir. İbn'ün-Nakîb'in tefsîr ilminde derin bilgisi bulunduğu detaylı bir tefsîr kitabı yazdığı kaynaklarca zikredilmektedir. İbn Hazm'e göre; onun tefsiri gibi hiçbir tefsîr yoktur. Ne İbn Cerîr Taberî*nin ne de başkasının ona denk olması mümkün değildir. Onun sayesinde Endülüs'te tefsîr ve hadîs ilmi yayılmıştır. Kendisi el-Müsned'ül-Kebîr isimli eserinde bin ikiyüzü aşkın sahabenin nakillerine yer vermektedir. Ancak tefsiri günümüze kadar ulaşabilmiş değildir.[84]
23- Bakiyy tbn Mahled el-Endelûsî (öl. 276/889)
23- Bakiyy tbn Mahled el-Endelûsî (öl. 276/889) Ebu Abdurrahmân Bakiyy İbn Mahled el-Endelûsî, Kurtuba'da yetişmiş ünlü bir tefsîr ve hadîs bilginidir. Onun tefsîrİ hakkında İbn Başkuvâl; bu tefsirin benzeri İslâm dünyasında meydanagetirümiş değildir, diyor Ne yazık ki tefsîri günümüze kadar ulaşamamıştır.[85]
24- Ebu Hatim cr-Râzî (öl. 277/890)
24- Ebu Hatim cr-Râzî (öl. 277/890) Muhammed İbn İdrîs İbn Münzir el-Hanzalî, Horasan'ın Rey şehrinde 195 yılında (810) dünyaya gelmiş, memleketinde öğrenim gördükten sonra Bahreyn, Mısır, Remle, Tarsus, Bağdâd, Basra'da seyâhatlarda bulunmuş, dönüşünde Bağdâd'ta vefat etmiştir. Abdullah İbn Mûsâ, Muhammed İbn Abdullah el-Ansârî, Esma'î, Ahmed İbn Hanbel gibi zevattan hadîs öğrenmiş; Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ, Muhammed İbn Avf, Ebu Dâvûd, Neseî, Ebu Avâne elİsferâînî, Ahmed İbn Mansur ve İbn Fbu Dünyâ gibi ünlü bilginler de ondan rivayetler nakletmişlerdir. Ebu Hatim er-Râzi rivayet dalında şöhret bulmuş bîr kişidir.[86]
25- Ebu îsâ e(-Tİrmizî (öl, 279/892)
25- Ebu îsâ e(-Tİrmizî (öl, 279/892) Ebu îsâ Muhammed İbn îsâ es-Sülemî et-Tirmizî, Türkistan'da Tirmiz'de 209 (824) yılında dünyaya gelmiş Hicaz, Irak ve Horasan çevresinde seyâhatlar yapmış ve doğduğu yer olan Tirmiz'de vefat etmiştir. Kütüb-i Sitte adı verilen mecmuanın dördüncüsünü oluşturan Sünen'i hem hadîs hem de tefsîr sahasında önemli bir kaynaktır. Kendisi Kuteybe İbn Saîd, Ebu Mus'ab, Mahmud İbr Geylân, Muhammed İbn Beşşâr, Süfyân İbn Vekî* ve İmâm Buhârîgibi büyük bilginlerden ders almış, Hammâd İbn Şâkir ve Makbul İbn FazI gibi zevat ve ondan rivayetler nakletmişlerdir. Buhârî, Tirmizîve Hâkimin eserlerinin tefsîr bölümü, müfessirler arasında "tefsîrlerjn en sahihi = "Esah'üt-Tefâsîr" sayılmıştır.[87]
26- Ebu Hanîfe ed-Dîneverî (öl. 282/895)
26- Ebu Hanîfe ed-Dîneverî (öl. 282/895) Ebu Hanîfe Ahmed İbn Dâvûd İbn Venend, Hemedân yakınlarındaki Dîne-ver'de doğmuş, Basra ve Kûfe'ye gelerek buradaki ünlü bilginlerden edebiyat, gramer, tahsil etmiş, Fıkıh, Matematİk.Tarih ve Astronomi alanında mütehassıs olmuş bir bilgindir. Kur'ân tefsîri ve botaniğe dair. Kitâb'ün-Nebât isimli eserleri meşhurdur.[88]
27- Ebu Yahya er-Râzî (ÖL 291/904)
27- Ebu Yahya er-Râzî (ÖL 291/904) Abdurrahmân İbn Muhammed İbn Müslim, Rey'de yetişmiş ünlü bir tefsîr bilginidir. Isfahan mescidinin imâmı olan bu zâtın tefsirle ilgili eseri kaynaklarca zikredilmektedir. İbn Keysân (öl. 299/911) Ebu'l-Hasen Muhammed tbn Ahmed İbn İbrâhîm İbn Keysân, sarf ve nahiv ilminde şöhret bulmuş ve Basrahlar ile Kûfelilerin gramerle ilgili görüşlerini birleştirerek müşterek bir sistem meydana getirmiştir. Onun Maânî'l-Kur*ân isimli bir eseri bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Buraya kadar zikri geçen bilginler diğer çalışmalarının yanısıra Kur'ân tefsiri alanında da eser vermiş olan müelliflerdir. Şimdi de başlı başına Kur'ân tefsiri yapmış olan müfessirlerden bazılarını tanımaya çalışalım:[89]
3- TEDVİN EDİLMİŞ İLK TEFSİRLER
3- TEDVİN EDİLMİŞ İLK TEFSİRLER Daha önce de belirtildiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılması güç olan lafızlarını izah etmek üzere tabiîn devrinden İtibaren müstakil eserler yazılmaya başlanmıştı. Özellikle Arap olmayan milletlerin Islâmiyete girmeleri ve bu dinin ana kitabı olan Kur'ân'ı Öğrenmeye çalışmaları, diğer taraftan arapların da Kur'an'da geçen bazı mücmel lafızları anlayamamaları; Kur'ân ve Sünnete bağlı sahabe ve tâbiîn'i, Kur'ân'm açıklanması icâbettiği kanısına sevketmiştir. Bunun sonucunda İlk Kur'ân tefsiri çalışmaları ortaya çıkmıştır. Müstakil olarak Garîb'ül-Kur'ân, (Maânî'I Kur'ân ve Mecâz'ül-Kur'ân adlarıyla anılan bu ilk tefsîr faaliyetleri müteâkib asırlarda ortaya çıkacak olan müdev-ven tefsîr çalışmalarının başlangıcını ve esâsını, teşkîl edecektir. Nitekim daha hicretin ikinci yüzyılında Zeyd İbn Ali'nin (öl. 121/738) Tefsîrü öârîb'ü-Kur'ân'il-Mecîd isimli bir eserinin rivayet yoluyla elden ele dolaştığı bilinmektedir. Bunu müteakiben yine Ehl-İ Beyt'ten biri olan imâm Ca*fer es-Sâdık'ın (Öl. 148/765) kendi adıyla anılan bir tefsiri bulunduğu kaynaklarca zikredilmektedir. Bu tefsirden bazı bölümler gerek Şiî gerekse Sünnî kaynaklarda günümüze kadar intikâl etmiştir. Ancak ilk muntazam lefsîr örneğini Mukâtil İbn Süleyman'ın (öl. 150/767) Tefsîr'ül-MukâtU isimli eserinde görmekteyiz. Daha öncede belirttiğimiz gibi İmâm Şafiî'nin; halk, tefsirde Mukâtil İbn Süleyman'a muhtaçtır, dediği bilinmektedir.[90]
1- Yalıya İbn Sel I ânı (öl. 200/815)
1- Yalıya İbn Sel I ânı (öl. 200/815) Yahya İbn Sellâm tbn Ebu Talha 124 (741) yılında Kûfe'de doğmuş ve burada öğrenim gördükten sonra, babasının Basra'ya yerleşmesi üzerine burada Hasan el-Basrî'nin öğrencilerinden kırâet dersleri almıştır. Daha sonra ticaret maksadıyla gittiği Mısır ve Kayravân'da uzun müddet ikâmet eden Yahya İbn Sellâm oğlu Muham-med ile birlikte iki kez hac vazifesini yaptıktan sonra tekrar Kuzey Afrika'ya dönmek üzere yola çıkmış, ancak Mısır'da hastalanarak vefat etmiştir. Kabri Kâhire'de elMukattam mevkiinde bulunmaktadır. Basra'da bulunduğu sırada Hasan el-Basrî'nin öğrencilerinden Hasan tbn Dînâr'dan dersler almış, Hammâd İbn Seleme, Hammâm İbn Yahya, Saîd İbn Ebu Arûbe gibi zevattan rivayetler nakletmiş-tir. Keza Mısır da bulunduğu sırada Leys İbn Sa'd ve Abdullah tbn Lehâîda hadîs öğrenmiştir. Başta oğlu Muhammed İbn Yahya olmak üzere, Zeyd tbn Sinan el-Esedî, Ahmed İbn Mûsâ, Ahmed îbn Muhammed İbn Kadîm gibi birçok kişi de ondan rivayetler nakletmişlerdir. Birçok eserlerinin yanısıra Tefsîrü Yahya îbn Sellâm adıyla şöhret bulan tefsirinin üç nüshası günümüze kadar intikâl etmiştir. (Yahya tbn Sellâm'm tefsîr metodu hakkında,daha geniş bilgi için, bkz. İsmail Cerrahoğlu, Yahya İbn Sellâm ve Tefsirdeki Metodu)[91]
2- Yezîd tbn Hârûn es-Sülemi (öl. 206/821)
2- Yezîd tbn Hârûn es-Sülemi (öl. 206/821) Ebu Hâlid Yezîd İbn Hârûn îbn Zâdân el-Vâsıtî Benu Süleym kabîlesinin âzâdlı kölelerinden olup Vâsıfta yetişmiş ünlü bir bilgindir. Halîfe Me'mûn devrinde muteber bîr kişi olduğu ve halîfenin ondan çok çekindiği zikredilir. Yezîd İbn Hârûn'-un Tefsir es- Sülemî isimli eserinin bulunduğu ve bu eserin Farsçaya tercüme edildiği belirtilmektedir.[92]
3- Ebu Abdullah Muhammed tbn Ömer el-Vâkidî
3- Ebu Abdullah Muhammed tbn Ömer el-Vâkidî (öl. 207/823) Ebu Abdullah Muhammed İbn Ömer el-Vâkidî, 129 (746), yılında Medine'de doğmuş, gençliğinde ticâretle uğraşmış, bilâhere ilim yoluna İntisâb ederek Halîfe Me'mûn'un ilgisini kazanmış ve Bağdâd kadılığına getirilmiştir. Bağdâd'da vefat eden Vâkıdî'nin kabri Hayrezân isimli kabristandadır. Vâkıdî'nin Tefsîr el-Vâkidî isimli bir tefsiri bulunmaktadır. Tefsîr, Hadîs ve Fıkıh alanında şöhret bulmuş olan bu zât İmâm Sevrî, İmâm Mâlik gibi zevattan dersler almış, Muhammed İbn İshâk ve Muhammed İbn Sa'd gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir. Aynı zamanda ilk islâm tarihçisi olan Vâkıdî'nin Fütûh'üş-Şam, Fütûh'ülAcem, Fütuh'ül-Mısr, Futûh'ül-Cezîre gibi eserleri çok meşhurdur.[93]
4- el-Ferrâ (öl. 207/822)
4- el-Ferrâ (öl. 207/822) Ebu Zekeriyyâ Yahya ibn Ziyâd İbn Abdullah İbn Manzûr ed-Deylemî el-Ferrâ, İran asıllı olup ünlü nahiv bilgini Kisâsi'nİnönde gelen talebelerindendir. İlk kez Bağdâd mescidinde Kur'ân tefsîri için meclis kuran kişi olarak da bilinen Ferrâ aynı zamanda Küfe dil okulunun da önde gelen isimlerindendir. 207 yılında hacca giderken vefat eden Ferrâ'nın Maânî'lKur'ân isimli tefsîri meşhurdur.[94]
5- Ebu'l-Hasan el-Mâzenî (öl. 203/818)
5- Ebu'l-Hasan el-Mâzenî (öl. 203/818) EbuM-Hasan Nadr İbn Şumeyl el-Mâzenî, Merv'de doğmuş, uzun süre Bâdi-ye'de ikamet ettikten sonra halk diliyle konuşulan orijinal arapçayi iyice öğrenmiş, sonra doğum yeri olan Merv'e gelmişti. Halîfe Me'mûn döneminde ilk sünnî Merv kadısı olarak şöhret bulmuştur. Sa'lebî onun Ğârîb'ül-Kur'ân isimli tefsirinden bazı parçalar nakletmektedir.[95]
6- Ebu Ubeyde Ma'mcr İbn el-Müsennâ (öl.
6- Ebu Ubeyde Ma'mcr İbn el-Müsennâ (öl. 210/825) Ebu Ubeyde Ma'mer İbn el-Müsennâ el-Basrî, ünlü nahiv bilgini İmâm Halîl'-in öğrencilerindendir. 110 (728) yılında Basra'da doğmuş Ebu Amr İbn'üI-AIâ ve Yunus ibn Habîb'den dersler almıştır. Vezîr Fadl İbn Rebî' onu halîfe Hârûn er-Reşîd'e takdîm etmiştir. İbâziyye mezhebine mensûb olduğu nedeniyle çeşitli töhmetlere mâruz kalan Ebu Ubeyde'nin ikiyüze yakın eser kaleme aldığı, ancak bunlardan küçük bir kısmının günümüze ulaştığı sanılmaktadır. Onun Mecâz'ül-Kur'ân veya Tefsîr Ğarîb'ül-Kur'ân isimli tefsîri günümüze kadar intikal etmiştir. Kendisi Osman el-Mâzenî, Ebu Hatim es- Sicistânî gibi ünlü bilginlerden öğrenim görmüş ve Kasım İbn Sellâm gibi bazı bilginler de ondan ders almışlardır.[96]
7- Ebu Bekir İbn Hemmâm es-San'ânî (öl.
7- Ebu Bekir İbn Hemmâm es-San'ânî (öl. 211/827) Ebu Bekir Abdürrezzâk İbn Hemmâm İbn Nâfi' elhimyerî es-San'ânî, San'â'da doğmuş olup Benu Himyer kabilesinin âzâdlılarından idi. Mutedil şîa mezhebinin bağlılarından olduğu söylenen Abdürrezzâk lbn Hemmâm, Abdullah el-Ma'merî, İbn Cüreyc, Evzaî, Sevrî ve Mâlik gibi zevattan rivayetler nakletmiş, Buhârî, Ah-med lbn Hanbel gibi hadîs bilginleri de ondan rivayet nakletmişlerdir. Tefsîr'ülKur'ân isimli tefsiri günümüze kadar ulaşmıştır.[97]
8- Ahfeş el-Evsat (öl. 221/835)
8- Ahfeş el-Evsat (öl. 221/835) Ebu'I-Hasan Saîd lbn Mes'ade, Belh kökenli olup ünlü nahiv bilgini Sîbeveyh'in öğrencilerindendir. Birçok konuda Üstadının görüşüne iştirak etmemiş olan Ahfeş'-in MaânîM-Kur'ân isimli bir tefsîri bulunmaktadır. Kelbî, Nehaî ve Hişâm lbn Ur-ve'den rivayet nakletmiş, Ebu Hatim es-Sİcistânî de kendisinden rivayet aktarmıştır. Rivayete göre, Bağdâd'da ünlü nahiv ve tefsîr bilgini Kisâî ile tartışmış ve onun takdirine mazhar olmuş ve yine onun arzusu uyarınca adı geçen tefsirini kaleme almıştır. Bilindiği gibi Isllam dünyasında nahiv biliminde şöhret kazanan üç Ahfeş bulunmaktadır: Birincisi Ebu'l-Hattâb Abdül Hamîd lbn Abdülmecîd'dir. (öl. 177/793) Câhiliyye şiiri ile tefsîr yapmayı deneyenlerin başında yer alan ve Ahfeş elEkber diye anılan zât budur. Ahfeş el-Evsat'tan ayrı olarak Ebu'I-Hasan Ali lbn Süleyman lbn Mufaddal (öl. 315/920) Ahfeş el-Asgar diye anılır. Bu zâtta ünlü Bağ-dâd nahiv ekolüne mansubtur.[98]
9- Ebu Ubeyde Kasım İbn Seli ânı (öl. 223/837)
9- Ebu Ubeyde Kasım İbn Seli ânı (öl. 223/837) Ebu Ubeyde Kasım lbn Sellâm el-Herevî ünlü nahiv bilgini es-EsmaTnin öğrencilerinden olup 174 (770) yılında Herât'da doğmuş, Basra ve Kûfe'de öğrenim görmüştür. Hârûn er-Reşîd'in Horasan vâlîsi bulunan Herteme oğullarının eğitimi ile uğraşmış olan Ebu Ubeyde bilâhere Tarsus'a giderek burada Tarsus vâlîsi Sabit lbn Nasr'ın çocuklarına hocalık yapmış ve Tarsus kadılığı görevinde 18 yıl kalmıştır, ömrünün sonlarına doğru Bağdad'a gelmiş, bilâhere mücavir olmak üzere Mekke'ye gitmiş, burada vefat etmiştir. Takva ve veraı ile şöhret bulmuş olan Ebu Ubeyd başta hocası Esma'î olmak üzere Ebu Muhammed elYezîdî, İbn'ül-Arabî ve Kisâî gibi zevattan ders almış, Yahya İbn Maîn de kendisinden ders almıştır. ûarîb'Ul-Kur'ân, Maânî'l-Kur'ân gibi tefsîre dâir eserlerinin yanısıra, FedâiPül-Kur'ân isimli bir eseri bulunmaktadır. Ayrıcı fıkıh ve gramere dâir eserleriyle meşhurdur.[99]
10- İbn Kuteybc ed-Dîneverî (öl. 276/889)
10- İbn Kuteybc ed-Dîneverî (öl. 276/889) Ebu Muhammed Abdullah İbn Müslim İbn Kuteybe ed-Dîneverî 213/828 yılında Bağdâd veya Kûfe'de doğmuş olup babası İranlı yada Türktür. Gramer ve hadîs öğrenimi gördükten sonra bir müddet Dînever'de kadılık yapmış ve bu sebeple kendisine Dîneverî nisbesi verilmiştir. Bilahare Bağdad'a gelerek burada öğrenime devam etmiş ve Bağdâd'da vefat etmiştir. İshâk lbn Raheveyh, Ebu İshâk İbrâhîm İbn Süfyân ve Ebu Hatim es-Sicistânî gibi zevattan dersler almış ve oğlu Ebu Ca'fer Ahmed başta olmak üzere Ebu Muhammed Abdullah İbn Deresteveyh gibi bazıları ondan rivayet nakletmişlerdir. Üyun'ül-Ahbâr isimli tarihi eserinin yanısıra, edebiyata dair el-Maârif. eş-Şi'r ve'ş Şuârâ Edeb'ül-Kâtib isimli eseri hadîse dâir Te'vîl Muhtelef'ül-Hadîs isimli eseri ve devlet idaresi, ile ilgili el-İmâme ve Siyâse isimli eseri çok meşhurdur. Onun Maânî'l-Kur'ân ve Müşkil'ül-Kur'ân adıyla anılan Ğarîb'ül-Kur'ân isimli eseri de tefsire dâir önemli bir eserdir.[100]
11- İsmail tbn tshfik (öl. 282/895)
11- İsmail tbn tshfik (öl. 282/895) Bu İshâk Ismâîl İbn İshâk İbn Hammâd İbn Zeyd İbn Dirhem el-Ezdî Basra'da yetişmiştir ve Ünlü Ezd kabilesine mensuptur. Halîfe Mütevekkil zamanında Bağ-dâd kadısı olmuş, sonra da görevden uzaklaştırılmış, bilâhere, Halîfe Mu'temid devrinde tekrar kadı olmuş ve 282 (895) yılında vefat edinceye kadar bu makamda kalmıştır. Vefatından sonra üç ay Bağdâd kadısız kalmıştır. Maânî'l-Kur'ân veya Ahkâm'ül-Kur'ân isimli tefsiri bulunmaktadır.[101]
12- el-Müberrcd (öl. 285/898)
12- el-Müberrcd (öl. 285/898) Ebu'I-Abbâs Muhammed İbn Yezîd eİ-Ezdî Ebu Osman el-Mâzinî ve Ebu Hatim es-Sicistânî'nin öğrencisi olan bu ünlü nahiv ve tefsir bilgini 210/825 yılında Basra'da doğmuş ve döneminde Basrah dil bilginlerinin reîsi olmuştur. Onun muhalifi bulunan Sa'leb ise Kûfeli nahiv bilginlerinin reîsi idi. Bu sebeple Küfe ve Basra gramer ekolleri arasındaki büyük tartışmanın liderleri arasında yer alıyorlardı. Nahivde kendine hâs bir metod izlemiş bulunan Müberred, Sîbeveyh'in görüşlerine karşı çıktığı gibi kendi üstadı olan Ebu Osman el-Mâzinî'ye karşı çıkdığı da meşhurdur. Mâzenî, Kisâî, Ezdî ve Sicistânî'den ders aldığı gibi, Niftaveyh, Mâzenî, Kısâsî, Ez-dî ve İsmail es-Saffâr gibi bilginler de ondan ders almışlardır. Onun Meânî'l-Kur'ân, I'râb'ül-Kur'ân ve Ma ittefaka lafzuhu ve ihtelefe mânâhu min'el-Kur'ân'il-Mecîd gibi tefsire dair önemli eserleri bulunmaktadır.[102]
13- Ebu'I-Abbâs Sa'leb (öl. 291/904)
13- Ebu'I-Abbâs Sa'leb (öl. 291/904) Ebu'I-Abbâs Ahmed İbn Yahya Sa'leb, Şeybân oğulları kabilesinin âzâdlı kölelerinden olup 200 (815) yılında Kûfe'de doğmuş ünlü bilgin Ferrâ'nın yanında öğrenim görmüş tbn'ül-Arabî'nin ve Basrah bazı bilginlerin derslerinde bulunmuş, Küfe nahiv ekolünü benimsemiş ünlü bir bilgindir, tmâm Müberred ile tartışması ünlüdür. Ğarîb'ül-Kur'ân, Maânî'l-Kur'ân isimli tefsîre dair eseri günümüze kadar ulaşmıştır.[103]
14- Ebu İshâk cz-Zcccâc (ÖL 311/923)
14- Ebu İshâk cz-Zcccâc (ÖL 311/923) Ebu İshâk İbrâhîm İbn Sırrî İbn Sehl ez-Zeccâc ünlü nahiv bilgini el-Müberred'in en ünlü öğrencilerindendir. 241 (855) yılında Bağdâd'da doğmuş, gençliğinde oymacılık yaparak geçimini sağlamış, bilâhere nahiv ile ilgilenerek rivayete göre devrin ünlü nahiv bilgim el-Müberred'e ölünceye kadar günde bir dirhem ücret ödeyerek kendisinden öğrenim görmüştür. Halîfe Mutazıd'ın vezîri Ubeydullah İbn Süleyman onu oğluna hoca tutmuş ve öğrencisinin vezirlik makamına geçmesi üzerine de Zec-câc Kâsım'ın kâtibleri arasında yer almıştır. Daha çok gramer ve Belagat yönünden Kur'ân'ı incelemeye çalışan Zeccâc'ın tefsiri, bilâhere ünlü tefsîr bilgini Zemahşe-rî'nin Keşşafına kaynaklık edecektir. Hanbelî mezhebine mensûb bulunan Zeccâc'ın Maânî'l-Kur'ân veya I'râb'ül-Kur'ân isimli tefsîre dâir eseri günümüze kadar ulaşmıştır.[104]
15- Ebu Ali Kutrub (öl. 206/821)
15- Ebu Ali Kutrub (öl. 206/821) Ebu Ali Muhammed İbn el-Müstenîr el-Basrî, Kutrub diye bilinen Sîbeveyh'in bu ünlü öğrencisi, Basra'da doğmuş Salîm İbn Ziyâd'in kölelerinden idi. Sîbeveyh ve îsâ İbn Ömer es-Sakifî'den dersler almış, bilâhere Hârûn er-Reşîd'in oğlu Emîn'e hocalık yapmıştır. Mu'tezile mezhebinden Nazzâm'ın görüşlerine tâbi olduğu söylenir. Onun Maânî'I-Kur'ân isimli bir eseri bulunmaktadır. Müstakil eserlerin tedvin edilmesinden önce eser vermiş olan bu ünlü müfessir-lerin yanısıra rivayet tefsin nakleden zevat arasında; Abdullah İbn Vehb, Haccâc İbn Muhammed, Muhammed İbn Yûsuf elFiryâbî, FadI İbn Dekkîn, Hasan İbn Muhmûd esSerrâd er-Kûfî, Ebu Osman Saîd İbn Mansûr, Muhammed İbn Sellâm el-Cumâhî Ebu Muhammed Bekr İbn Sehl ed-Dimyâtî, Abdullah İbn Ebu Ca'fer er-Râzî, Ebu Bekir Abdurrahman İbn Keysân, Saîd İbn Bişr, Dâvûd İbn Ebu Hind, İsmâîl İbn Ebu Ziyâd, Ebu Revk Atıyye İbn Haris, Reşîd İbn Dâd, Yûsuf elKattân, Ebu Recâ' Muhammed İbn Seyf, Ebu Küreyme Yahya İbn Mühelleb, Ebu Abdullah Muhammed İbn Sevr gibi birçok zevat rivayet tefsirleri yazmışlardır. Şimdi ted-vîn edilmiş tefsirler konusuna geçebiliriz.[105]
4- MEŞHUR RİVAYET TEFSİRLERİ
4- MEŞHUR RİVAYET TEFSİRLERİ
1- Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr Taberi (öl.
1- Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr Taberi (öl.
310/923) Cfimi'ül-Beyan an Tefsîr'ü-Kur'ân
310/923) Cfimi'ül-Beyan an Tefsîr'ü-Kur'ân Ünlü İslâm tefsir ve tarih bilgini Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr İbn Yezîd ibn Kesîr İbn Ğâlib et-Taberî 224 yılı sonunda ya da 225 yılı başlarında (839) Tabe-ristân'ın Âmül şehrinde dünyaya gelmiştir. Yedi yaşında Kur'ân'ı hıfzetmiş, ÂmüFde ilk tahsilini gördükten sonra maddî durumu müsaîd olan babasının da desteği ile Rey'e gelmiş ve buradan Bağdâd'a geçmiştir. Bağdâd'ta Ahmed İbn Hanbel'in derslerinden yararlanmayı düşünmüş ise de Ahmed İbn Hanbel'in vefatı üzerine ondan yeterince faydalanmadığı sanılmaktadır. Bilâhere Basra ve Kûfe'de de ikâmet etmiş bulunan Taberî, yeniden Bağdâd'a gelmiş ve kısa bir süre sonra Mısır'a geçmek üzere yola çıkmış, Suriye'de hadîs incelemeleri yaptıktan sonra 253 (867) yılları civarında Mısır'a gelmiştir. Tekrar Suriye'ye dönen bilgin, 256 (870) yılında Mısır'a avdet etmiştir. Ertesi yıl Bağdâd'a giden Taberî, iki kez memleketi olan Taberistân'a gittikten sonra Bağdâd'a yerleşmiş ve 26 Şevval 310 (16 Şubat 923)'da Bağdâd'ta vefat etmiştir. İbn Hallikân; Mısır'da el-Mukattam eteklerinde ibn Cerîr Taberî'ye âit olduğu söylenen bir kabrin bulunduğunu bizzat gördüğünü ancak bunun doğru olmadığını ifâde eder. (Vefeyât'ülA'yân, IV, 192) Sakin bir mîzâca sahip olan Taberî ömrünü daha çok ders vermek ve kitâb yazmakla geçirmiştir. Abbasî halîfesi el-Mu'temid'in vezirlerinden Ebu'l Hasan Ubey-dullah bn Yahya el-Hâkânî kendisine kadılık teklîf etmişse de Taberî bunu kabul etmemiştir. Fıkıhta Şafiî mezhebini benimseyen Taberî, bilâhere babasının adına nisbetle Cerîriyye adı verilen bir mezheb kurmuş ve bu mezheb esâsta Şafiî mezhebinin prensiplerini benimsememekle beraber teferruatta ondan farklı görüşlere sâhib olmuştur. Taberî, İmam Ahmed ibn Hanbel'in hadîste otorite olduğunu kabul etmesine karşılık, fıkıhta onun görüşlerini benimsememiş ve bu sebeple de Hanbelîler tarafından çok ağır ithamlarla tenkîde ma'rûz kalmıştır. Onun vefatı devrinin bütün ilim ve kültür adamlarını üzmüş, hattâ ünlü şâir İbn Düreyd onun vefatı üzerine şu mısraları yazmıştı: ölüm bununla yalnız bir adamı yok etmekle kalmadı, Aksine din için dikilmiş bir ilim abidesini yıktı. Onunla zaman ahlâk bakımmdan anmrdı. Ama şimdi, safiyetini yitirdi ve bulandı, Hayır, onun günleri son derece parlaktı, Takva için bir mihrâb ve bilim için bir nurdu. Taberî; Muhammed Ibn Abdülmelik, îshâk tbn Ebu İsrail, Velîd Ibn şücâ' gibi ünlü zevattan hadîs okumuş ve Mısır'da bulunduğu sırada Rebî Ibn Süleyman'dan, Bağdâd'ta bulunduğu sırada Muhammed ez-Za'ferânî'den Şâfıî fıkhı öğrenmişti. Yûnus Ibn Abdü'l-A'lâ'dan Mâlikî fıkhını ve Rey'de bulunduğu sırada da Ebu Mu-kâtiPden Irak fıkhını öğrenmişti. Ebu Şuayb el-Harrânî ve Abdü'I-öaffâr elHüseybî gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir. Taberî esâs olarak tefsîr, tarih, fıkıh ve kırâet sahasında mütahassıs bulunmakla beraber, şiir, lügat, sarf, nahiv, ahlâk, matematik ve tıp konularıyla da ilgilenmiştir. Eserleri bütünüyle zamanımıza ulaşamamıştır. Bir rivayete göre kırk yıl müddetle her gün kırk varak yazı yazmıştır. (Hatîb el-Bağdâdî, Tarihü Bağdâd, II, 163) ve yine kaynakların ifâdesine göre, yazmış olduğu kitâbların varakları bulûğa erdiği günden, ölüm tarihine kadar olan günlere taksîm edilmiş ve her gün ondört varak isabet etmiştir. (Ömer nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 367), Taberî gerçekten tefsîrde İmâm unvanını hak eden bir bilgindir. Onun kontunuzu teşkil eden tefsiri ile ilgili daha sonra malumat vermek üzere önce diğer eserlerini tanımaya çalışalım: 1- Ahbâr'ür-Rüsül ve'I-Mülûk. Yaratılışın başından kendi zamanına kadar olan hadisleri anlatmaya çalıştığı bu kitabı gerçekten islâm dünyasında tarih alanında yazılmış eserlerin en ünlüsüdür. Rivayete göre onüç cilt olarak (Kahire 1228), basılmış bulunan ve ünlü tarihi, on misli genişlikte olan daha büyük bir tarih kitabının özetlenmiş şeklinden meydana gelmektedir. Bir girişi müteâkib yaratılıştan itibaren cereyan eden olayları kaleme âlân Taberî, daha sonra eski peygamberler ve hükümdarların tarihini müteakiben de İran ve 302 yılının Zülhicce (Temmuz 915) ayına kadar İslâm tarihini anlatır. Sabit İbn Sinan, Hilâl Ibn Muhsin, Muhammed İbn Abdülmelik el-Hemedânî, Necmeddîn İbn'ül Melik'il-Kâmil el-Eyyûbî, Abdullah İbn Ahmed el-Fergânî tarafından zeyillerle tamamlanan bu eser, kısmen Alman-caya İtalyancaya, Farsçaya, Türkceye.Çağataycayaçevirilmiştir. Arib îbn Sa'd Kurtubî'nin özet olarak meydana getirdiği tarihi, Sâmânî vezirlerinden Ebu Ali Muhammed elBePamî'nin (öl. 363/972) emriyle Farsçaya tercüme edilmiş, Farsça'dan da Fransızcaya ve Türkçeye, Çağataycaya çevirilmiştir. Keza bu muhtasar tercüme Hızır İbn Hızır el-Amedî (öl. 937/1530) tarafından Farsçadan Arapçaya tercüme edilmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. C. Brockelmann, G.A.L. (Arapça çev.) III, 46-49). 2- Tehzîb'ül-Âsâr 3- Ihtilâf'ül-Fukahâ, 4- Tebsîrü Ûli'n-Nühâ ve Meâlim'ül-Hüdâ. 5- Şerh'üs-Sünne. 6- Beşâret'ül-Mustafâ. 7- Risale fi Sınâat'il-Kavvâsîn ve Remyi's-Sihâm. Taberî'nin şüphesiz ki en ünlü eseri Câmi'ül-Beyân an-Te'vîl (veya Tefsîr) il-Kur'ân isimli zengin malzemelerle dolu ilk derli toplu rivayet tefsiri olan eseridir. Birçok kütübhânede yazmaları mevcûd olan bu eser 1.321'de ve 133O'da Kâhire'de otuz cüz olarak basılmıştır. Hausleiter 1912de Strasbourg'ta Taberî tefsirinin bir fihristini neşretmiştir. Bu tefsîr Sâmânî hükümdarlarından Mansur Ibn Nuh'un emriyle Farsçaya tercüme edilmiştir. Ayrıca Türkçeye bir çevirisinin bazı nüshaları da kütüphanelerde bulunmaktadır. Pierre Gode tarafından yapılan Fransızca tercümesi 1983de 5 cild olarak yayınlanmaya başlamıştır. tbn Cerîr Taberî bu tefsirinde dil bakımından ünlü nahiv bilgini Ahfeş, Kisâî, Ferrâ, Kutrub gibi âlimlerin eserlerinden istifâde etmiş, rivayet bakımından Ibn Cü-reyc, Abdurrahmân Ibn Zeyd Ibn Eşlem, MukâtiFin tefsirlerinden yararlanmıştır. Esbât vasıtasıyla Sliddî el-Kebîr'den, Bişr Ibn Ammâr vasıtasıyla da Dahhâk'ten rivayetler nakletmiş ise de bu nakillerinden dolayı tenkide uğramıştır. İran asıllı olması nedeniyle ve özellikle fıkıhta Hanbelî mezhebini benimsemediği için Bağdâd'h Hanbeliler eserlerinde şiilik bulunduğunu söylemişlerse de pek taraftar bulamamışlardır. Câmi'ül-Beyân, daha sonraki bütün müfessirler tarafından benimsenmiş ve özellikle Ibn Kesîr bu tefsirinde ondaki rivayetlerden ve görüşlerden seçmeler yapmaya çalışmıştır. Ibn Cerîr Taberî'nin tefsiri her ne kadar rivayet ağırlıklı ise de, zaman zaman dirayet tefsirine de yer vermektedir. Hattâ İmâm Nevevî; tefsîrde Taberî'nin tefsiri gibi bir eser meydana getirilmediği konusunda İslâm ümmeti icmâ' etmiştir, der. (Suyûtî, el-Itkân, II, 190), Ebu Hamİd el-Isfarayînî de derki: Bir kişi Ibn Cerîr Taberî'nin tefsîr kitabını elde etmek için Çin'e kadar gitse pek fazla sayılmaz. (Yâ-kût, Mu'cem'ül-Udebâ, I, 42) Rivayete göre; Ibn Huzeyme, Ibn Cerîr Taberî'nin tefsîri'nin İbn Haleveyh'ten emaneten almış ve yıllarca sonra iade ederken demiş ki: Baştan sona bu tefsire göz attım. Düz toprak üzerinde Ibn Cerîr Taberî'den daha âlim bir kimse bilmedim. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, 208). Sübkî'nİn Tabakât'ında anlattığına göre; Ebu Ca'fer Taberî öğrencilerine demiş ki: Kur'ân tefsîri için siz kendinizde yazacak gücü buluyor musunuz? Onlar; ne kadar olur? diye sorduklarında; otuz bin varak, demiş, bunun üzerine öğrencileri; belki de tamâmlanamadan ömür biter, demişler ve bu sebeple Taberî bundan özetleyerek üç bin varak yazmış. Yine; Âdem'den vaktimize değin âlemin tarihini yazmaya hazırmısınız? dediğinde, onlar; ne kadar tutar? diye sormuşlar. Taberî de; tefsirdeki gibi, otuz bin sayfa, demiş. Öğrencileri aynı şekilde karşılık vererek; tamamlanmasına belki de ömürler yumez, demişler. Bunun üzerine Taberî; Allah Allah! insanların himmetleri yok olmuş, demiş ve Özetleyerek üç bin varakta tamamlamış. (Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye II, 137). Taberî'nin tefsîri günümüze kadar ulaşmış en eski tefsîr olduğu gibi, hem de üslûb ve teknik bakımından da en değerlisidir. O, bir âyeti tefsîr etmek istediğinde önce bu âyetin te'vîli ile ilgili görüşleri açıklar, sonra da kendi senediyle sahabeden veya tabiînden nakledilen rivayetleri kaydeder. Bir âyetle ilgili birden fazla görüş varsa her birini delilleriyle zikreder, en sonunda bu görüşlerden birini tercîh eder. Tercîh hususunda îcâbederse gramer yönlerini de inceleyip araştırır. Fakat Taberî kişilerin yalnız kendi görüşlerine göre Kur'ân'ı tefsir etmelerine karşı çıkar. Sahabe ve tabiînden nakledilen bilgiye başvurmanın gerektiğini şiddetle savunur. Onlardan nakledilen rivayetlere dayanılması gerektiğini belirterek sahîh tefsirin böyle olması icâbettiğini söyler. Geçmiş bilgileri değerlendirmeden doğrudan doğruya kendi görüşüyle Kur'ân-ı tefsîr edenlerin, bilgisiz olduğunu ve eserlerinin hatadan ârî olmayacağını belirtir. Mücâhid veya Dahhâk gibi, Abdullah İbn Abbas'tan rivayet aktaran zevatın rivayetlerini kaydettikten sonra, çoğu kere bu tür eleştirilerini serdeder. Sözgelimi Yûsuf sûresinin 49. âyetini kendi görüşlerine göre tefsîr edenlere karşı şöyle der: seleften te'vîl ehlinin görüşlerinden haberdâr olmayan ve Kur'ân'ı Arap sözlerine uygun olarak kendi görüşüyle tefsîr edenlerden bazıları buradaki "O zaman sıkıp sağlarlar" kavlini yağmurla kuraklıktan ve kıtlıktan kurtulurlar, şeklinde yönlendirenler buradaki sıkma anlamına gelen kelimesinin kurtuluş anlamına geldiğini iddia ederler ve bunun için de Ebu Zeyd et-Tâi'den ve Lebîd'in sözünden örnekler getirirler. Bu, yanlış olduğuna şehâdet etmek üzere, sahabe ve tabiînden ilim ehli herkesin karşı çıktığı bir te'vîl tarzıdır, (Taberî, Câmi'ül-Beyân, XII, 138) Keza Bakara sûresinin 165. âyetiyle ilgili olarak, yahûdîlerin kalblerinin maymun-laştırıldığını, kendilerinin maymun haline döndürülmediğini ve bu âyetin bir örnek olarak sunulduğunu ifâde eden Ebu Necîh'in Mücâhid'den naklettiği rivayeti İbn Cerîr Taberî şöylece eleştirir: Mücâhid'in söylediği bu söz, Allah'ın kitabının açık olarak delâlet ettiği söze aykırıdır. (Taberî, Câmi'ülBeyân, I, 252-253). İbn Cerîr Taberî mücerred re'y ile tefsîre, karşı çıktığı gibi, tefsîrinde rivayetleri zikrederken isnâdlar üzerinde de önemle durur. Rivayeti nakleden râvîlerin güvenilir olup olmadığım ve rivayetin yeterli olup olmadığını iyice cerh ve ta'dîl eder. Ayrıca İbn Cerîr Taberî, tefsîrinde ümmetin icmâ ettiği konulara önem verir ve kendisinin tercîh ettiği görüşlerde icmâa ağırlık kazandırır. Mesele Allah Teâlâ'-nın "Şayet erkek eşini bir daha (üçüncü kez) boşarsa; artık ondan sonra kadın, başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helal olmaz". (Bakara, 230). kavlinin tefsîrinde şöyle der: Allah Teâlâ "Başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz." kavli ile hangi nikâhı kasdetmeştir? Cinsel temas (cima1) şeklinde olan nikâhı mı yoksa evlendirme akdinden ibaret olan nikâhı mı? diye birisi soru soracak olursa; her ikisi de, diye karşılık verilir. Şöyle ki: Bir kadın bir koca ile evlilik nikâhı yapar ancak koca bu nikâhla karısıyla cinsel temâsda bulunmazsa; yani onu .nikahlamış, ancak boşayıncaya kadar onunla cinsel temasta buîunmamışsa, birinci kocaya o kadın helâl olmaz. Keza bir kişi nikâhsız olarak o kadınla cinsel temasta, bulunursa; yine ilk kocaya kadın helâl olmaz. Çünkü bü konuda ümmetin hepsinin İcmâi; vardır. Durum böyle olduğuna göre; Allah Teâlâ'mn "Başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz" kavlinin ancak sahîh bir nikâhla nikahlanıp onunla cinsel temasta bulunduktan sonra birinci kocaya helâl olabileceği şeklinde ondan boşanırsa, te'vîl edilmesi gerektiği ortadadır. Şayet denilirse ki: Allah Teâlâ'mn kitabında cinsel temas zikredilmemiştir, o halde âyetin sizin söylediğiniz anlaşma delâleti ne iledir? Buna denilir ki: Âyetin bu mânâya geldiğine dâir delil; bütün ümmetin bu konuda icmâ' etmiş olmasıdır. (Taberî, Câmi'ül-Beyân, II, 290-291). İbn Cerîr'in tefsîrinin bir diğer özelliği de âyetlerdeki kırâet farklılıkları üzerinde durması ve bu kıraat farklılıklarına dayalı olarak da farklı anlamlara geleceğini belirtmesidir. O güvenilmese de muhtelif kırâetleri kaydettikten sonra kendi görüşünü zikretmektedir. Bilindiği gibi, İbn Cerîr Taberî'nin kendisi de meşhur kırâet âlimlerinden birisidir. Hattâ onun onsekiz cild tutarında kırâete dâir özel bir eser te'lîf ettiği, burada meşhur ve şâz kırâetlerin hepsini delilleriyle şerh edip açıkladığı kaynaklarca ifâde edilmektedir. Ancak birçok eseri gibi, bu kitabı da günümüze ulaşmamıştır. (Yakut, Mu'cem'ülUdebâ, XVIII, 45). İbn Cerîr Taberî, tefsirinde Kâ'b el-Ahbar, Vehb ibn Münebbih, ibn Cüreyc, Süddî ve başkalarına dayandırdığı pek çok isrâih'yât haberlerini de kendi isnâdıyla nakleder. Ancak bu rivayetleri aktardıktan sonra, teker teker eleştirip kendisinin tercih ettiği rivayetleri belirtir. Bu derece isrâiliyâta yer vermesinin nedeni, bir tarihçi olarak antik kültürleri iyi tanımasıdır. Isrâiliyâtı naklederken Taberî dinî ve dünyevî bakımdan faydası olmayan ayrıntıları girmez. Sözgelimi Mâide süresindeki (112-114), gökten havarilere indirildiği ifâ,de edilen sofradaki yemek çeşitleriyle alâkalı olarak isrâilîya'ta dayalı rivayetleri naklettikten sonra, şöyle der: Sofrada bulunan şeylerle ilgili söylenebilecek en doğru söz; burada yenecek bazı şeylerin bulunduğudur. Bu yiyeceklerin ekmek ve balık olması caiz olduğu gibi, cennet meyvelerinden bir meyve olması da caizdir. Ancak bunu bilmenin yararı olmadığı gibi, bilmemenin de zararı yoktur. (Taberî, Câmi'ülBeyân, VII, 88). Keza Yûsuf sûresinde (20) "onu ucuz fiyata birkaç dirheme sattılar." kavlin-deki "birkaç" lafzıyla yirmi, oniki, kırk ve benzeri rakamların kastedildiği konusundaki klasik tefsirlerde yer alan rivayetleri zikrettikten sonra şöyle demektedir: Bu konuda sözün doğrusu şöyle denilmesidir: Allah Teâlâ, onların Yûsuf'u belirsiz, sayılı birkaç dirheme sattıklarını haber vermekte ne ağırlık olarak, ne de rakam olarak bir meblağ tayîn etmediklerini bildirmektedir. Rasûlullah (s.a) tan da ne yazıyla, ne de haber yoluyla bir delîl gelmemiştir. Bu rakamın yirmi iki veya kırk olması, daha fazla veya az olması muhtemeldir. Ama her halükârda bu rakam sayılı bir mikdâr ise de belirli değildir. Bu mikdârın ve meblağın bilinmesinde dine bir fayda gelmeyeceği gibi, bilinmemesinde de herhangi bir zarar gelmeyecektir, indirilen âyetin zahirine inanmak farzdır, ötesini bilmeye gelince; bu konuda bize bir külfet yük-lenmemiştîr. (Taberî, Câmi'ül-Beyân, XII, 103). ibn Cerîr Taberî, rivayetlerin yanı sıra kelimelerin dil bakımından kullanılışlarını da nazar-ı itibâra almıştır. Bazı açıklamaları diğerine tercih ederken olsun ya da müşkil ibareleri açıklarken olsun o kelimenin lügat bakımından kullanılışını, dayanılabilecek bir esâs olarak değerlendirmiştir. Sözgelimi Hûd süresindeki (40) "buyruğumuz gelip sular kaynamaya başlayınca" kavlindeki lafzıyla ilgili muhtelif rivayetleri açıkladıktan sonra şöyle der: Bize göre, tennûr lafzının te'vî'-liyle ilgili sözlerin en uygunu; bunu ekmek pişirilen tandır anlamına geldiğini söyleyenlerin sözüdür. Çünkü araplann sözünden anlaşılan budur. Allah'ın kelâmı, ancak o lafzın mânâlarının araplann yanında en yaygın ve en meşhur olanına tercih edilmesi ile anlaşılabilir. Meğer ki bunun tersine bir delîl bulunsun ve o, kabul görsün. Zira senası yüce olan Hak Teâlâ araplara hitâb ederken, onlara maksadını anlatmak için hitâb etmiştir. Ve arapların kendi aralanndabirbirlerine hitâb etmiştir. Ve arapların kendi aralarında birbirlerine hitâb ederken kasdettikleri anlamı bildirmek için hitâb etmiştir. (Taberî. Câmi'ül-Beyân, XII, 25). İbn Cerîr Taberî eski arap şiirine de, çokça müracaat edip onları delîl olarak kullandığı gibi, nahiv ve sarf konularında Basralı ve Kûfeli dil bilginlerinin görüşlerine de müracaat eder. Bazen Basralıların görüşünü tercîh eder, bazen da Kûfelile-rin görüşünü. Bu bakımdan tefsîr bir gramer hazinesi olma niteliğini de korur. Fakat gramerle ilgili açıklamalara başvururken naklettiği görüşler arasından birini tercîh etmek ve bu tercîhe mesned teşkil etmek üzere başvurur. Taberî'nin tefsirinin bir diğer özelliği, de fıkhî hükümlere geniş yer vermesidir. Her fakîhin görüşünü özetleyip açıkladıktan sonra, kendi görüşünü ve tercihini belirterek neden tercîh ettiğini sağlam ve tutarlı delillerle izah eder. Ayrıca âyetleri tefsir ederken, itîkâdî konulara ve kelâmî mevzulara da yer verir. Ehl-i Sünnet adı verilen mezheplerin görüşlerini savunan Taberî, Cebir ve irâde hürriyeti gibi konularda Ka-deriyyeye, Mu'tezileye ve diğer, fırkalara karşı çıkar. Görülüyor ki; İbn Cerîr Taberî.'nin tefsîri hem kendinden önceki kaynakları derlemiş ve değerlendirmiş olması, hem de muhtelif tefsîr ekollerinin fikirlerini yansıtması bakımından rivayet tefsirlerinin en büyüğü ve en önemlisidir. Diğer taraftan gramer fıkıh ve kelam gibi konulara ağırlık vermesi nedeniyle, tefsîr tefekkürünün gelişmesinde bir başlangıç ve atılım noktası olduğu gibi; daha sonra kurulacak olan dirayet tefsirine zemîn hazırlamıştır. Kısacası Dâvûdî'nin; Muhammed Abdullah tbn Ahmed el-F,erganîden naklettiği gibi, ibn Cerîr kitâblarının hepsini tefsirinde bütünleştirerek güzelleştirmiş, hükümleri açıklamış, nâsih ve mensûhu, müşkil ve garibi, mânâyı ve te'vîl ehlinin ihtilâflarını beyân etmiştir. Mânânın ve hükümlerin te'vîlini açıkladıktan sonra, kendince sahîh olanı belirtmiştir. Kur'ân'ın i'râbında, harflerinde mülhidlerin onun hakkındaki sözlerinde, kıssalarında, gerek ümmet ve gerekse kıyametle ilgili haberlerde ve daha bunların dışında baştan sona kadar kelime kelime, âyet âyet hârikalar ve hikmetleri ihtiva eden kitabıyla, her biri başlı başına bir ilmin muhtevasını teşkîl edecek bir kitâb olmak üzere bir bilgin bu tefsîrden onlarca kitâb tasnif edebilir. (Dâvûdî, Tabakât-'ül-Müfessirîn, 23. Bu eseri Mu'cem'ül-Udebâ müellifi Yâkût.kısaca şöyle tanıtıyor: tbn Cerîr Taberî; tefsirinde tasnif edilmiş tefsîr kitâblarını zikrederek İbn Abbâs'tan beş tarîk, Saîd İbn Cübeyr'den iki tarîk, Mücâhid İbn Câbir'den üç tarîk, Hasan el-Basrî'den üç tarîk, Ikrime'den üç tarîk, Dahhâk ibn Müzahim'den iki tarîk, Abdullah İbn Mes'ûd'dan bir tarîk ile rivayet nakletmiştİr. Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eslem'in tefsirinden, İbn Cüreyc'in tefsirinden, Mukâtil İbn Hibbân'ın tefsirinden aktarmıştır. Ayrıca müfessirlerden şöhret bulmuş hadîsleri de nakletmiştİr. Bu kitâbta gerek duyduğu miktarda müsnedler de yer alır. Ancak güvenilmeyen hiçbir tefsîre yer vermemiştir. Bu kitâbta Muhammed İbn Said el-Kelbî'nin, Mukâtil İbn Süleyman'ın, Muhammed İbn Ömer el-Vâkidînin kitâblanndan hiçbir şey almamıştır. Çünkü ona göre bunlar, hakkında bazı sözler söylenmiştir. Allah en iyisini bilendir. Tarih, siyer ve arapların haberlerine dâir konulara başvurulduğunda, Muhammed ibn Saîd el-Kelbî'den ve onun oğlu Hişâm'dan ve Muhammed İbn Ömer el-Vakidî'den ve benzerlerinden gerek duyduğu kaynakları almıştır. Ancak başkalarında bulunması mümkün olmayan kısımları ihtiyâç duyunca bunlardan.almıştır. Kelâm ve Maânî ilmine dâir konularda Ali İbn Hamza elKisâî, Yahya ibn Ziyâd el-Ferrâ, Ebu Hasan el-Ahfeş, Ebu AH Kutrub'un ve diğerlerinin kitâblanndan ihtiyâç duyduğu takdîrde yeterince almıştır. Çünkü bunlar Maâni ilminde söz sahibi kişilerdir. Maânî ve I'râb bunlardan alınır. Bazan onların sözlerini alırken adlarını da vermemiştir. Bu kitâb on bin varak tutarındadır. Yazının büyüklüğüne veya küçüklüğüne göre bu miktar azalıp çoğalabilir. (Yâkût, Mu'cem'ülUdebâ, XVIII, 64-65) Ebu'Bekir el-Hatîb, Kadı Ibn KâmiFin şöyle dediğini nakleder: Dört kişinin yaşamasını isterdim. Bunlar Ebu Ca'fer et-Taberî, Berberî, Ebu Abdullah Ibn Ebu Hayseme ve Ma'merî. Çünkü bunlardan daha anlayışlı ve daha kuvvetli hafızaya sahîb olan kimseyi tanımıyorum. Rivayete göre Taberî, tefsirini yazmadan evvel üç yıl boyunca istihareye yatarak Cenab-ı Allah'tan kendisine yardım etmesini dilemiş ve buna mazhar olmuştur (Dâvûdî, Tabakât'ülMüfessirin, II, 113) Vefat ettiğinde saçları ve sakalında siyahlık henüz çokmuş. Teni esmere yakınmış, cismi nahîf, boyu uzunca imiş. Fasîh konuşurmuş. (Dâvûdî, A.g.e, II, 114) (İbn Cerîr Taberî hakkında daha geniş bilgi için bkz. Hatîb el-Bağdâdî Tarih Bağdâd, II, 162-170; Yakut, el-İrşâd, IV, 423-462; MüCem'ûMJdebâ, XVIII, 64-65; Sübkîjabakât'üş-Şâfüyye, II, 135-140; Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, II, 251-252; İbn Tağriberdî, enNücûm'üz-Zâhire, III, 265; Ibn Hallikân, Vefeyât'ülA'yan, IV, 191-192; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 107-114; Brockelman, G.A.L. (Arapça çeviri) III, 45- 50; İslâm Ansiklopedisi, Taberî mad.; Zehebî, etTefsîr ve'l-Müfessirûn, II, 205-224; Ö. Nasûhî Bitmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 363-368)[1]
2- İbn Atıyye (öl; 546/1151) el-Muharrer'M-Vecîz fi
2- İbn Atıyye (öl; 546/1151) el-Muharrer'M-Vecîz fi Tefsîr'ü Kitâb'il-Azîz. Hafız Kadı Ebu Muhammed Abdülhak İbn Muhammed İbn Atıyye el-Endelûsî; Kıdret'ülMüfessirîn ve el-İmâm'ül-Kebîr diye şöhret bulmuş olan İbn Atıyye 481 (1088) yılında Gırnata'd a doğmuş fakîh, müfessir, muhaddis, gramer ve edebiyat âlimi olup değerli ve bilgin bir aileye mensuptur. Babası Ebu Bekir Calib İbn Atıyye hafız; ve imâm ve değerli bir bilgindir. Mensubu bulunduğu dedesi Atıyye de Gır-nata'nın bu değerli ailesinin kurucusudur. Bir süre el-Meriyye kadısı olmuş, sonra Mürsiye kadısı olmak için gitmiş fakat buraya girmesi engellenmiş, bu sebeple oda Lorca'ya gitmiş ve burada 546 (1151) yılında vefat etmiştir. Babasından, Ebu Ali el-Ğassânî'den, Sadafî'den, Ebu Abdullah Muhammed Ibn Ferec'den, Ebu Mutta-rif eş-Şa'bî'den, Ebu'l-Kasım tbn Ebu Hısâl'den, Ebu'lAbbâs Ahmed İbn Osman İbn Mekhûl'den, Ebu'IKâstm İbn Ömer'den, Abdülbâkî Muhammed elHicâzî'den ve Ebu Muhammed Abdülvâhid İbn îsâ el Hemedânî'den rivayetler nakletmiştir. Ebu Ca'fer İbn Madda, Abdül Mün'im îbn Fâris, Ebu Bekir İbri Ebu Cemre, Ebu Muhammed Abdullah, Ebu'l-Kâsım İbn Hübeyş gibi zevat da kendisinden rivayet nakletmişlerdir. Aynı zamanda şâir de olan İbn Atıyye Ö. Nasûhî Bilmen'in ifâdesi ile "Nesri latîf, eşarı rengin ve dil nîşinir." (Ö. Nusûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 472) Ebu Hayyân, el-Bahr'ül-Muhît isimli tefsîrinin önsözünde onun için; tefsîr ilminde eser te'lîf edenlerin en değerlisi, yazma ve tenkîh işine el atanların en üstünü, demektedir.(Ebu Hayyân, elBahr'ül-Muhît, I, 9) Rivayet ettiği kişileri ve şeyhlerinin isimlerini kaydettiği bir eseri dışta bırakılırsa en büyük eseri şüphesiz ki el-Muharrer'ül-Vecîz isimli tefsiridir. Bu eserin tefsîr-ciler katında değeri büyüktür. On cilde yakın olan bu hacimli eserde rivayet ve dirayet tanklarını birleştirmiştir. Benimsediği rivayet tarîki yalnızca nakilcilikten ibaret olmayıp titiz bir inceleme mahsûlüdür. Zayıf ve mevzu'rivayetlerden kaçınmış, kırâet farklılıklarına, fıkhî meselelere dâir detaylı bilgiler vermiştir. Gramer nokta-i nazarından verdiği mâ'lûmât önemlidir. Daha çok Taberî tefsirinden nakiller yapmakta ve bu nakilleri tartışmaktadır. Âyetlerin açıklamasında Câhiliye devri şiirinden pek çok örnekler sergilenmektedir. Gramer şan'atma itinâ gösterdiği göze çarpmaktadır. Ebu Hayyân Zemahşerî'nin tefsîri ile mukayese ettiği İbn Atıyye'nin tefsiri hakkında şöyle demektedir: İbn Atıyye'nin tefsîri daha çok nakle ve derli toplu özet bilgiye yer verirken, Zemahşerî'nin tefsîri daha derin bilgilere yer vermektedir. (Ebu Hayyân el-Bahr'ülMuhît, 1,10) İbn Teymiyye'de fetvalarında bu iki müellifin eserini karşılaştırarak şöyle demektedir: İbn Atıyye'nin tefsîri Zemahşerî'nin tefsirinden daha iyidir. Nakil ve inceleme bakımından daha sahîhtir, bid'attan daha uzaktır. Bazı bid'atlan ihtiva etmekte ise de diğerinden çok daha iyidir. Tefsîrler içerisinde en çok İbn Atıyyenin tefsîri tercih edilebilir, (tbn Teymiyye, Fetâvâ, II, 192) ibn Haldun da Mukaddimesinde ibn Atiyye'nin tefsirini takdîrle zikreder. Henüz neşredilmemiş bulunan bu tefsir rivayet tefsirlerinin güzel örneklerinden birisidir. (Daha geniş bilgi için bkz. İbn Ferhûn, ed-Dîbâc'ülMüzehheb, 174; Suyûtî, Tabakât'ün-Nühât, 295; Ebu Hayyân, el-Bahr'ül-Muhit I, 9; İbn Teymiyye, Fetâvâ, II, 194; Mukaddime fi Usûl'it Tefsîr, 23; Brockelmann, G.A.L., I, 191; Suppl:, I, 335; Ömer Rızâ Kahhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, VI, 83; Zehebî, etTefsîr ve'l-Müfessirûn, I, 238-242)[2]
3- Ebu’l-Leys es-Semerkandî (öl. 373/983): Bahr'ûlUIûm
3- Ebu’l-Leys es-Semerkandî (öl. 373/983): Bahr'ûlUIûm Imâm'ül-Htidâ diye bilinen Ebu'1-Leys Nasr İbn Muhammed İbn Ahmed İbn İbrâhîm es-Semerkandî, Semerkand'da yetişmiş olup Ebu Ca'fer elHündİvânî'den dersler almış, Hanefî mezhebine mensûb bir müfessirdir. Onun hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmuyoruz. Ancak ona dâir İslâm dünyasındaki kütübhâneler-de pekçok eser adı zikredilmektedir. Bahr'ül-Ülûm diye de bilinen Kur'ân tefsîri, başta olmak üzere fıkhın fürûuna âit Hizânet'ül-Fıkh; Fetâva; Hanefi fakîhler arasındaki ihtilâflardan bahseden, Muhtelef'ür-Rivâye; namazdan bahseden el-Mukaddime fi's-Salât; îmândan bahseden Beyânü akidet'üI-Usûl; i'tikâddan bahseden Kitab-ı Usulu'd-dîn; dinî, fıkhî ve felsefî mes'eleleri ele alan Büstân'ül-Ârifîn; mev'ize ve ahlâkî öğütlerden ibaret olan Tenbîh'ül-Gâfılîn; miraçtan sözeden Esrâr'ül-Vahy; büyük günâhlardan sözeden Kurrat'ül-Uyûn; Hanefî fürûuna dâir Uyun'ül-Mesâü gibi birçok eserleri bulunmaktadır. (Daha geniş bilgi için bkz. Brockelmann G.A.L., Arapça çev., IV, 44-50) Vefat tarihi kesin olarak bilinmemekte ise de 373/983 veya 375 veya 383 veya 393 yılıda vefat ettiği sanılmaktadır. Semerkandî Tefsîri diye de bilinen bu tefsirin hadîsleri Zeynüddîn Kasım İbn Kutlubağa el-Hanefî tarafından tahrîc edilmiştir. Müellif tefsire cjuyulan ihtiyâç ve tefsîr ilminin fazîletinden bahsederek bu konuda seleften nakledilen haberleri aktarmakta ve re'y'e göre tefsîr yapmanın caiz olmadığını, ancak lügat ve Kur'ân'ın nüzul sebeplerinin bilinmesi halinde re'y ile tefsîr yapılabileceğini belirtir. Daha çok seleften nakledilen rivayetleri aktararak âyetleri tefsîr etmeye çalışan Semerkandî kimlerden rivayet ettiğini çok az olarak senedleriyle zikreder. Ayrıca muhtelif görüşleri ve rivayetleri kaydettikten sonra bunlar içerisinden kendisinin tercihini belirtmez. Çok az miktarda kırâet konularına değinir zaman zaman lügat tefsîri metoduna başvurur. Kur'ân'ın Kut'an âyetleriyle tefsirine gayret eder, ancak isrâiliyâtı fazlasıyla nakleder. Naklettiği îsrâiliyâtla ilgili haberlerin arkasından kritik yapmaz. Kimin tarafından söylendiği bilinmeyen birçok sözü; bazıları böyle dedi, diyerek aktarır. Zaman zaman zayıf hadîslere de yer verir, hakkında söz söylenmiş bulunan Kelbî ve Esbât'ın Süddî'den naklettiği rivayetleri aktarır. Bu sebeple Ebu'I-Leys esSernerkandî'nin tefsîri, rivayet tefsirleri içerisinde zayıf hadîslere yer veren bir tefsîr olarak şöhret bulmuştur. Bu tefsîr, Şihâbuddîn Ahmed İbn Muhammed tarafından (öl. 854'ten sonra) Türkçeye tercüme edilmiştir. Ibn Arabşâh diye bilinen bu zât, Hanefî mezhebine mensûb olması nedeniyle Ebu'ILeys es-Semerkandî'nin tefsîrini tercîh etmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. İbn Kutluboğa, Tâc'ütTerâcim, 242, el-Fevâid'ül-Behİyye, 92; Hadâik'ülHanefiyye, 180; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 345, C. Brockelmann, G.A.L., IV, 44-50; Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 391-392; Zehebî, etTefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 224-226; İslâm Ansiklopedisi, Ebu'I-Leys es-Semerkandî maddesi.)[3]
4- Sa'Iebî (öl. 427/1035); el-Keşf Ve'l-Beyân an
4- Sa'Iebî (öl. 427/1035); el-Keşf Ve'l-Beyân an Tefsîr'ül-Kur'an Ebu İshâk Ahmed İbn Muhammed İbn lbrâhîm enNİsâbûrî es-Sa'lebî, Nîsâ-bur'da yetişmiş olan bu ünlü rivayet tefsîri sahibi, Ebu Tâhir Muhammed Ibn Fadl, Ebu Muhammed el-Hudrî, Ebu Bekir İbn Hânî ve Ebu Bekir İbn Mihrân el-Mukri'den hadîs öğrenmiş, Ebu'l-Hasan el-Vahidî de kendisinden rivayet naklet-miştİr. İbn Hallîkân'ın ifâdesine göre Hafız, Vaiz tefsîr ve arapçada bilgin olarak tanınan Sa'lebî'nin'nin tefsîri zamanındaki diğer müfessirlerin tefsirinden çok üstündür. Abdü'l-Ğâfir İbn Ismâîl el-Fârisî onun rivayetlerinin sahîh ve mevsuk olduğunu söyler. Yâkût da Mu'cem'ül-Üdebâ'da onun tefsirinin birçok anlamlan ve işaretleri ihtiva ettiğini, kırâet ve îrâb vecihlerine sahip bulunduğunu belirtir. (Yâkût, Mu'cem'ül-Üdebâ, V, 37) İbn'ûl-Cevzî onun zayıf hadîsleri rivayet etmesinden dolayı kendisini tenkîd eder. Bu tefsîr, Taberî'den başka pekçok kaynakta mevcûd olan bilgileri ihtiva etmektedir. Tefsirinden ayrı olarak bunun içindeki malûmata dayanarak yazmış olduğu Kısas'ül-Enbiyâ isimli eseri de İslâm ülkelerinde fazlasıyla yaygın durumda bulunmaktadır. Kitâb'ül Arâis fi Kısas'il-Enbiyâ ismini taşıyan bu kitabı Muhammed Âmir İbn Abdullah el-Ya'kûbî tarafından Kazan türkçesine çevirilerek basılmıştır. Müellif tefsirinin giriş kısmında tâkîb ettiği metodla ilgili bilgiler vermekte; dinin esâsı ve şer'î ilimlerin başı sayılan tefsîr ilmi ile küçük yaşından beri ilgilendiğini, bu vesîle ile bilginlerin yanma gittiğini ve nice geceler sabahlara kadar çalıştığını, neticede Allah Teâlâ'nın kendisine hakkı bâtıldan, değerliyi, değersizden ayırdetme imkânını lütfettiğini belirtmektedir. Ona göre; Kur'ân tefsîriyle ilgili eser yazanlar muhtelif fırkalara mensûb kişilerdir. Bir kısmı bid'ad ve hevâ ehline mensûb olan fırkalara aittir ki, Cübbâîve Rummânî'nin tefsirleri böyledir. Bir kısım müfessirler de güzel tefsîr tasnîf etmiş olmalarına rağmen, tefsirlerine geçmişlerin sözlerinden, bid'atçılann uydurmalarından birçok şeyler karıştırmışlardır. Müellife göre; Ebu Bekir elKaffâl bunlardan birisidir. Bir başka grup ise, dirayet ve eleştiri metoduna başvurmaksızın sadece rivayetlerle yetinmiştir ki Ebu Ya'kûb İshâk Ibn lbrâhîm el-Hanzalî bunlardandır. Bir diğer grup da rivayetin direği ve rüknü sayılan isnadı atarak defterden nakledip akıllarına geldiği gibi yazılar yazmışlardır. Bir diğer grup ise güzel eserler tasnîf etmiş olmalarına rağmen birçok rivayetlerle kitâblarını uzatıp gitmişlerdir. İbn Cerîr Taberî bunlardan birisidir. Bir başka grup tefsîrci de, ahkâmı helâl ve haramı belirtmeksizin tefsîr yazmışlardır. Ancak bunlardan hiç birisi güvenilir, dedi toplu ve tâm bir tefsîr değildir. Ama halkın Kur'ân tefsirine ihtiyâcı çok fazladır. Bu sebeple kendisi şümullü, öz, anlaşılır, düzenli yüzlerce kitâbtan çıkarılmış ve birleştirilmiş bir tefsîr kitabı yazmayı düşündüğünü ve bu hususta Allah Teâlâ'dan hayır dilediğinde bulunmak üzere istihareye yattığını belirtir. Üçyüzün üzerinde üstâddan bilgi aldığını, notlar tuttuğunu, yüz kitabı aşkın kaynaktan istifâde ederek eserini yazdığını belirtmektedir. Kitabın başında, Sa'lebî, seleften tefsîr rivayet ettiği kişilerin isnâdlannı zikretmekte, sonra tefsîrinde bu isnâdları tekrarlamamaktadır. Sa'lebî; bir yandan, seleften gelen rivayetlere dayalı olarak tefsirini kaleme alırken, zaman zaman gramer mes'elelerine dalmakta, lügat bakımından kelimeleri açıklamakta Arap şiirinden delillerle şâhidler getirmektedir. Ahkâm âyetleri konusunda muhtelif görüşleri ve delilleri zikrederek fıkhî hükümlere dâir geniş bilgiler vermektedir. Sa'lebî'nin tefsiri, haklı bir şöhrete sahib olmakla beraber birtakım zayıf kaviller ve kıssalar da yer almaktadır. Özellikle Sûdî es-Sağîr vasıtasıyla İbn Abbâs'tan naklettiği rivayetler pekçok kişi tarafından tenkîd edilmiştir. Isrâiliyât haberlerini naklederken, son derece garîb haberleri müteakiben dahi herhangi bir açıklama yapmamaktadır. Nitekim peygamber kıssalarını ihtiva eden Kısas'ül-Enbiyâ*sı da isrâiIiyât ile doludur. Kur'ân'ın ve sûrelerin fazîletine dâir naklettiği hadîsler çoğunlukla mevzû'dur. Özellikle her sûrenin sonunda Übeyy İbn Kâ'b'dan naklettiği o sûrenin fazîletine dâir rivayetleri mevzudur. Şîa arasında yaygın olan rivayetleri de tenkîd-siz olarak kaydetmektedir. Bu sebeple ibn Teymiyye onun tefsîrinde sahih, zayıf ve mevzu' herşeyin derlenip toparlanmış olduğunu İfâde edecektir. Hattâ Kettânî de er-Risâlet'üI-Müstatrefe isimli kitabında Vâhidî'den sözederken; ne onun, ne de şeyhi Sa'lebî'nin hadîste derinlikleri vardır, her ikisinin tefsîrinde de bâtıl kıssalar ve mevzu' hadîsler yeralmaktadır (A.g.e., 9) diyerek ağır biçimde eleştirmektedir. İbn Hallikân'ın İfâdesine göre; Ebu'l-Kâsim elKuşeyrî şöyle demiştir: Yüce Rab-bı rü'yâmda gördüm. O, benimle konuşuyor, ben de O'nunla konuşuyordum. Bu esnada adı yüce olan Rab dedi ki: Salih kişi geldi. Döndüm bir de baktım ki gelen; Ahmed el-Sa'lebî dir. (İbn Hallikân, Vcfeyât'ül-A'yân, I, 80) (Daha geniş bilgi için bkz. ZehebîSiyerü Â'lâmîn-Nübelâ, XI, 96; Esnevî, Tabakât'üş-Şâfiiyye, 57; Safe-dî, el-Vâfî, VI, 131; İbn Hallikân, Vefeyât'ülA'yân, I, 79-80; Yakut, Mu'cem'ül-Üdebâ, V, 26-38; Kıftî İnbâh, I, 119-120; İbn Kesir, el-Bidâye XIII, 40; Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 5; Yâfiî, Mir'ât'ülCinân, III, 46; İbn'ül-İmâd, Şezerât'üz-Zeheb, III, 230- 231; İslâm Ansiklopedisi, Sa'lebİ Maddesi; Brockelmann, G.A.L., I, 350-351; Suppl, I, 592; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfcssirûn, I, 227-234.[4]
5- Bagavî (öl. 516/1122) Maâlim'üt-Tenzîl
5- Bagavî (öl. 516/1122) Maâlim'üt-Tenzîl Ebu Muhammed Hüseyin İbn Mes'ûd İbn Muhammed, Ferrâ ve beğavî diye meşhur olan bu büyük Şafiî fakîhi, Muhyî's-Sünne ve Rükncddîn unvanlarını da taşıyordu. Horasan'da Merv ile Herât arasında bulunan Bağşûr'da doğmuş, Merv er-Rûz'da kadı Ebu Ali Hüseyin İbn Muhammed İbn Ahmed elMerverrûzî'nin yamnda fıkıh Öğrenimi görmüş ve vefatına değin de burada yaşamıştır. Seksen yaşını geçkin olarak Şevval 516 Şubat 1122 veya 510/1117'de ölmüştür. Şafiî fıkhında derin bilgi sahibi olan imâmBağavî'nin derslerini dâima abdestli olarak verdiği ve kuru ekmekle yetindiği, bilâhare ekmekle birlikte zeytinyağı yediği kaynaklarca belirtilir. Kabri Telekanî kabristanında üstadı Kadı Hüseyin'in yanındadır. İbn'ül-Ferrâ diye de bilinen beğavî üstadı Kadı Hüseyin'den hadîs dinlediği gibi Ebu Ömer Abdül Vâ-hid, Ebu'l Hasen ed-Dâvûdî, Ebu Bekr Ya'kûb İbn Ahmed es-Sayr'fi, EbuM-Hasen AH ibn Yûsuf et-Cüveynî, EbuM-FadI Ziyâd İbn Muhammed el-Hanefî, Ahmed Ibn Ebu Nasr elKûfânî, Hasan İbn Muhammed el-Menî'i, Ebu Bekir Muhammed İbn Heysem et-Türbî, Ebu'l-Hasan Muhammed İbn Muhammed eş-Şeyrezî gibi zevattan da hadîs dinlemiştir. Ebu Mansûr Muhammed tbn Es'ad el-Attarî, Ebu'l-Futûh Muhammed İbn Muhammed et-Tâi ve Fadlullah tbn Muhammed gibi kişiler de kendisinden rivayet nakletmişlerdir. (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 158) Eserleri arasında az sonra değerlendirmeye çalışacağımız tefsirinden ayrı olarak, Mesâbîh'üsSünne, Şerh'üs-Sünne adındaki hadîse dâir iki eseri çok şöhret bulmuştur. Belli başlı yedi hadîs kitabından derlediği bu mecmuayı Buhârî ve Müslim'den aldığı Sahîh, sünen kitaplarından aldığı hasen ve nihayet zayıf ve garîb hadîslerden oluşan üç bölüm halinde derlemiştir. Mesâhîh'üs-Sünne'nin onyediye yakın şerhi bulunmaktadır. Ayrıca birçok kerre de ihtisarı yapılmıştır. et-Tehzîb fi'1-Fürû' isimli eseri fıkıhla ilgili olup özet halindedir. Hocasının fetvalarını derlediği Fetâvâ isimli bir kitabı Tirmizî'nin el-Câmi' isimli hadîs kitabının şerhi ve el-Mu'cem isimli bir eseri bulunduğu kaynaklarca İfâde edilmektedir. Mealim'üt-Tenzîl adını taşıyan tefsîri, Mesâbîh'üsSünne'nin yanıstra ona haklı bir şöhret kazandıran büyük eserdir. Ünlü müfessir Hâzİn'in ifâdesine göre; bu tefsir, konusunda te'lîf edilmiş eserlerin en değerlisi ve en yücesidir. Sahîh rivayetleri câmî, şüphe, atlama ve tebdilden ârî, hadîslerle süslenmiş, şer'î hükümlerle bezenmiş, garîb kıssalar ve geçmiş Haberlerle zenginleştirilmiş bir tefsîrdir. Nitekim İbn Teymiyye de UsûPüt-Tefsir Mukaddimesinde Bcğavî'nin tefsirinin her türlü uydurma görüşlerden ve mevzu' hadîslerden korunmuş olduğunu belirtir. (Mukaddime fi Usul'it-Tefsîr, 19) kendisine kitâb ve sünnete en yakın tefsîrin Zemahşeri'nin Kur-tubî'nin, Bağavî'nin tefsîri mi? veya daha başkası mı? olduğu sorulduğunda Ibn Teymiyye şöyle cevâb verir: Sorulan üç tefsîr arasında; bİd'attan ve zayıf hadîslerden ençok salim bulunanı Beğavî'nin tefsiridir. (Ibn Teymiyye, Fetâvâ, II, 193) Ancak elKettânîbu tefsirde zayıf veya mevzu' olduğuna hüküm verilebilecek birtakım ifâdeler ve hikâyelerin yer aldığını belirtir. (er-Risâlet'üI-Müstatrefe, 58) Ömer Nasûhî Bilmen bu tefsirle ilgili olarak şöyle der: Bağavî'nin tefsîri, rivayet tarîkma müste-nid, mutavassıt bir haldedir. Birçok ehâdîs-i şerîfeyi muhtevidir. Ashâb-ı Kirâm1-dan, Tabiînden ve Tabiîne tâbi olan zâtlardan tefsire dâir rivayet edilen akvâli cami bulunmaktadır. Bununla beraber Isrâiliyât kabilinden olan bir kısım tarihî malûmatı da hâvidir. Bunlar; dinî bir mâhiyyeti hâiz ahkâmdan gayrı ma'dûd olduğundan bir tenkîd ve tedkîke tâbi tutulmaksızın bazı tefsirlere böyle derece ile gelmiştir. Bu kabîl rivayetler bir tedkîk haddesinden geçirilmeden tefsirlere dercedilmemiş olsaydı elbette daha isabet edilmiş olurdu." (Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 462) Bağavî öz ve anlaşılır bir ifâde ile kaleme aldığı tefsirinde senedini zikrrtmeden Selef-i Sâlihînden birçok rivayetleri nakleder. Ancak tefsirin mukaddimesinde rivayet naklettiği kimselerle ilgili senedini kaydeder. Ayrıca hadîs ilminde derin bir vukufu bulunduğu için Resülullah'a İsnâd edilen hadîslerin sıhhatini araştırır, mün-ker hadîsleri ve tefsirle alâkası bulunmayan rivayetleri reddeder. Tefsirin mukaddimesinde der ki: Kitabın içerisinde Resûlullah'tan zikrettiğim hadîslere gelince; bu, âyete uyan veya rüknü açıklayan bir rivayet şeklindedir. Çünkü kitabın açıklanması sünnetten beklenir ve şeriatın dönüp dolaştığı dinî emirlerin üzerinde toplandığı husus, bu açıklamaya bağlıdır. Bu zikrettiğim hadîsler, hadîs imamlarından ve hafızlardan dinlenen kitâblardan alınmadır. Ben, tefsire uygun düşmeyen münker rivayetleri zikirden kaçındım. Diğer taraftan Bağavî bir çok müfessirin sözkonusu ettiği îrâb" bahislerine, be-lâğatla ilgili nüktelere ve tefsîrle alâkası bulunmayan bilimlere dâir açıklamalardan kaçınır. Ancak mânânın açıklanmasının İcâbettiği yerde gramer san'atına başvurur. Fakat bu hususta da çekingen davranır. Zaman zaman isrâiliyâttan haberleri nakleder, ve bunlarla ilgili notlar düşmez, tenkîd yapmaz. Naklettiği rivayetlerden sonra sahîh veya zayîf diye kanâat belirtmediği gibi, kendi tercihini de açıklamaz. (Daha geniş bilgi için bkz. Ibn Kesîr, elBidâye ve'n-Nihâye, XII, 193; Zehebî, Tezkİret'ülHuffâz, IV, 1257; Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye, IV, 214- 217; îbn'ül-lmâd, Şezerât'üz-Zeheb, IV, 48; Ibn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, II, 136, Suyûtî, Tabakât'ülMüfessirîn, 12; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 1,157- 159; C. Brockelmann, G.A.L., (Arapça çev., 6, 234- 244); Ö. Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 461- 462, Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, I, 234-238; İslâm Ansiklopedisi, Bağavî maddesi)...[5]
6- İbnü'l-Cevzî (öl. 597/1200) Zâd'iil-Mesîr
6- İbnü'l-Cevzî (öl. 597/1200) Zâd'iil-Mesîr Ebu'l-Ferec veya Ebu'l-Fedâİl Cemâlüddîn Abdurrahmân Ibn AH İbn Muham-med el-Bağdâdî. Yaklaşık 510 (1116) yılında Bağdâd'ta doğmuştur. Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'ın soyundan gelen İbn'ülCevzî'nin büyük dedesi Vâsıt halkındandır. Vâsıfta yalnız onun büyük dedesinin evinde ceviz ağacı bulunduğu için, kendisine Cevzî nisbesi verilmiş ve çocukları da bu nisbeyle anılmışlardır. İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Kâsım İbn Hüseyin'den, Ali Ibn Abdülvâhid edDîneverî'den, Ebu Ali el-Bârî'den ve Ebu öâlib Muhammed Hasan er-Mâverdî'den, ilim tahsil etmiş, muhtelif seyâhatlarda bulunmuş.sonunda Bağdâd'a yerleşmiştir. Kendisinin, oğlu Ebu'I-Kâsım'a nasihat maksadıyla yazdığı ve kendi hayatından bölümler de ihtiva eden küçük bir risalesinde; hayatını kazanmak için devlet adamlarının gözüne girmeye çalışmadığını bildirmektedir. Onun ömrü; sayısı üçyüzü aşan eserlerini yazmak, kitâb istinsah etmek ve vaaz vermekle geçmiştir. Hattâ menkıbeye göre; istinsah ettiği eserlerin mîkdârı hayatının günlerine bölündüğünde, her güne dokuz sayfa isabet etmiştir. Bir rivayete göre de hadîs yazmak için kullandığı kalemleri yontarken yontuları toplamış, ölünce yıkanacağı suyun bu kalem kırpıntılanyla yakılmasını tavsiye etmiş ve vasiyeti yerine getirildiğinde gerçekten yazdığı kalemlerin yontulmasından oluşan parçalarla cenazesinin suyu ısıtılmıştır. Aynı zamanda hayatını sürekli vaazla da geçirmiş olan İbn'ül-Cevzî, bu sebeple Abdülvahhâb el-Hanbelî adında garazkâr bir şahsın fitlemesi sonucu vezîr İbnü'I-Kassâb tarafından Vâsıt'a sürgün etmiş ve bir evde göz hapsinde tutmuştur. Hanbelî mezhebine mensûb olan İbnü'l-Cevzî hadîslerle yakından ilgilenmiş ve zayıf hadîsleri eleştirmeye tâbi tutmuş ve Gâzzâlî'nin İhyâ'ü Ülûm'id-Dîn isimli esermdeki zayıf gördüğü hadîsleri ayıklayarak bir ayrı nüsha çıkarmıştır. Ancak Hanbelî mezhebine körü körüne bağlı olmadığını gösteren bir tarzda bu mezhebin görüşlerini de eleştirmekten çekinmemiştir. Hattâ bu mezhebin mücessime mezhebi haline gelmesine sebep olanlardan şikâyetlenmiş, müteşâbih âyetlerin tevîl edilmesi gerektiğini, aklı ihmâl etmenin doğru olmayacağını söylemiştir. > Eserlerinin sayısından da anlaşılacağı gibi, çok fazla yazan.Îbn'ül-Cevzî tefsir, hadîs ve tarih konusunda mütehassıs idî. Cok yazmasından dolayı Zehebî tarafından eleştirilmiştir. Abdülğanî öğrencileri arasında Îbnüs-Sâhib Yahya, Hafız Abdül-ğanî İbnü'z-Zeynebî, tnü'n-Neccâr gibi zevat bulunmaktadır. Başta Zâd'ül-Mesîr isimli tefsîri olmak Üzere Selçukluların kuruluş dönemiyle ilgili önemli bilgiler ihtiva eden ve başlangıcı Taberî'nin ünlü tarihinin özetinden oluşan el-Muntazam fi Tarih'il-Ümem isimli eseri, Ebu Nuaym el-Isfahânî'nin Hilyct'ülEvliyâ'sımn tenkîdli bir özetinden meydana gelen Sıfat'üs-Safve isimli eseri, bid'at ve hurafelerle iHli Telbîs'ü İblîs isimli eseri, aklın mâhiyetini anlatan Kİtâb'ül-Ezkiyâ'sı, Kuran ve hadîs ezberlemeyi teşvîk eden Kitâb'ül-Hiss alâ Hıfzı*l-llim ve Zikrü Kibâr'ilHuffâz isimli eseri, ahmaklardan ve ahmaklıktan sözeden ünlü Kiuıb'ül-Hamkâ' ve' 1-Muğaffilîn isimli eseri, mevzu hadîslerle alâkalı el-Mevzûât'üI-Kübrâ min'el-Ehâdîs'il-Merfû'a, aşkı aşktan kurtulmayı anlatan ZemnTül-Hevâ, dinî hikâyelerden oluşan Kitâb'ül-Kussâs ve'1-Müzekkirîn, hutbelerini cami olan Kitâbü Aceb'ül-Hitab, mev'izelerini ihtiva eden Kitâb'ül-Yâkûte, bitki ve hayvanların diliyle öğütler ihtiva eden en-Nutk'ül-Mefhûm min ehl'ü-Samt'i ve'1-Ma'lûm, Hz. Peygamberin fazîletlerinden sözeden el-Vefa bi Fadâi'l-Mustafâ, Hz. Ömer'den ve Ömer İbn Abdülazîz'in hayatından bahseden Siret'ülÖmereyn, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Ömer İbn Abdülazîz ve[ İmâm! Şafiî'nin menkıbelerinden bahseden risaleleri başlıca eserleri arasında bulunmaktadır. Muvaffak'üd dîn Abdüllatîf onun hakkında şöyle demektedir; Îbn'ül-Cevzî, zamanından hiçbir şeyi yitirmezdi. Günde dört defter dolusu yazardı. Yazdıkları yıl boyu 50-60 cildi bulurdu. Onun her ilme iştiraki vardır, ancak tefsirde seçkinlerdendir. Hadîste hafızlardan, tarihte geniş bİîgi sâ-hiblerindendir. Ayrıca yeterli fikhî bilgisi de bulunmaktadır. (Nakleden Meni' Ab-dülhalîm Mahmûd, Menahic'ül-Müfessirîn, 118) Zâd'ül-Mesîr fi't-Tefsîr adını taşıyan tefsîri rivayet tarzında yazılmış olan ancak dirayet türünden bilgiler de ihtiva eden önemli bir tefsirdir. Bu tefsîrinde maânî ve beyân ilimlerine önem vermiş olan İbnü'l-Cevzî bu ikili ilim olmaksızın Kur'ân-ı Kerîm'in gerçek tefsirinin yapılamayacağını belirtmiştir. Tefsîrinin önsözünde şöyle demektedir: Kur'ân-ı Azîz, ilimlerin en değerlisi olduğundan onun anlamlarının anlaşılması da anlayışların en yeterlisidir. Çünkü bilimin şerefi, bilinenin şerefine bağlıdır. Doğrusu ben, tefsîr kitâblarının hepsine baktım ve bunların bir kısmının ezberleyicinin ümîdsizliğe düşeceği büyük eserlerle istenen her faydanın elde edilemediği küçük eserlerden oluştuklarını gördüm. Orta boyda olanların da düzeni yok, faydası azdı. Kimilerinde ise müşkil lafızlar ihmâl edilmiş, garîb ifâdelerin dışında kalanlar açıklanmıştı. İşte ben, sana derin bilgileri ihtiva eden ancak ve kolay ve özet olan bu tefsîri getirdim ve ona tefsîr ilminde yolculuk azığı (Zâd'ülMesîr fî ilm'it-Tefsîr) adını verdim. (Zâd'ül-Mesîr, önsöz) Bundan sonra tefsîr ilminin faziletinden, tefsîr ve te'vîl kelimelerinin farklı anlamlarından, Kur'ân'ın nüzul süresinden, nazil olan ilk ve son âyetlerden bahseden tefsîr metodolojisiyle ilgili ma'lûmât vermektedir. Bir rivayet tefsîri olan Zâd'ül- Mesîr'den, Ibn Kesîr'e eklediğimiz izahlar kısmında yer vermediğimiz için örnek olmak üzere bir âyetin tefsirini burada nakletmeye çalışalım: "O, hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilmişse pek çok hayır verilmiştir. Ancak akıl sahipleri ibret alabilir." (Bakara, 269) Allah Teâlâ'nın burada kasdettiği "hikmet"ten, onbir mânâ anlaşılabilir: 1- Buradaki hikmetten maksad; Kur'ân'dır. Ibn Mes'ûd, Mücâhîd, Dahhâk, Mukâtil ve başkaları böyle demişlerdir. 2- Hikmetten maksad; Kur'ân'ın nâsih ve mensûhunu, muhkem ve müteşâbi-hİni başını ve sonunu ve buna benzer konuları bilmektir. Bunu Ali îbn Ebu Talha, Abdullah Ibn Abbâs'tan nakletmiştir. 3- Hikmetten maksad; nübüvvettir. Bunu Ebu Salih Ibn Abbâs'tan nakletmiştir. 4- Hikmetten maksad; Kur'ân-ı anlamaktır. Bunu Ebû'I-Âliye, Katâde ve İb-râhîm demişlerdir. 5- Hikmetten maksad; İlim ve fıkıhtır. Bunu Leys, Mücâhid'den rivayet eder. 6- Hikmetten maksad; sözde isabettir. Bunu İbn Ebu Necîh, Mücâhid'den nakleder. 7- Hikmetten maksad Allah'ın dininde verâ ve takva sahibi olmaktır. Hasan böyle der. 8- Hikmetten maksad; Allah'tan korkmaktır. Rebî' Ibn Enes böyle demiştir. 9- Hikmetten maksad; dinde akıl sahibi olmaktır. Ibn Zeyd böyle demiştir. 10- Hikmetten maksad; anlayıştır. Şûreyk böyie demiştir. 11- Hikmetten maksad; ilim ve ameldir. Kişi ancak bu ikisini cem'ettiği zaman hakîm adım alır. Ibn Kuteybe böyle demiştir. Biz, hikmetten sözederken bu muhtelif görüşlerin arasını birleştirerek bu hususa şöylece işaret etmek istiyoruz: Hikmet kelimesi; Arap dilinde, şiirinde ve Kur'ân-ı Kerîm ile peygamberin hadîslerinde çokça vârid olmuştur. Bu kelime İslâm bilginlerinin katında ve Arap dilinde; birkaç anlama kullanılır ki elBahr'üI-Muhît (tefsirinin) sahibi bundan yirmidokuz görüşü zikretmiştir. Bu anlamlardan birisi; sözde ve fiilde isabettir. Diğeri anlayış, diğeri yazma, bir başkası da din ve dünyanın ıslâhı anlamlarıdır. elBahr'ül-Muhît tefsirinin sahibinin belirttiğine göre; Süddî'nin dediklerinin dışında bu kelimeye verilen anlamlar birbirine yakındır. Süddî ise hikmet kelimesini tefsîr ederken şöyle der: Bu, nübüvvettir. Ancak bu görüş yalnızca Süd-dî'ye âit değildir, çünkü Ebu Salih'in rivayetine göre; Abdullah Ibn Abbâs da bu görüşü söylemiştir. Hikmet kelimesinin anlamı hususunda uygun bir söz de onun Ledünn ilmi olduğu, ya da ilhamın gelmesi için sırlardan soyunmak anlamına geldiği sözüdür. Gerçekte bu kelimenin anlamları tabiî olarak iki kısma ayrılmaktadır: a) Davranışta beliren anlamlar. Bu da görüşte doğruluk, düşüncede dengelilik ve davranışta en doğru istikâmete yönelmek gibi anlamlardır. b) ikincisi de ilham ve yücelme cephesidir ki bu; mes'elenin derûnî ve iç cephesini oluşturmaktadır. Bu ilhama eren kişi, öğrencilerinden veya sohbet halkasında bulunanlardan seçtiği kimselere onu öğretip telkin eder. Her iki anlam da birbiriyle çelişmez. Bazan her ikisi birlikte uyum ve ahenkle mevcûd-olurken, bazan da yalnızca birinci anlam mevcûd olur Ama şurası kuşku götürmez ki; birinci anlam bulunmadan ikinci anlam bulunamaz. Binâenaleyh ilhama ermiş olan kişi, aynı zamanda görüşü sağlam, düşüncesi dengeli bir kimsedir ve o hem bâtınî, hem de zahirî yönden Hakîm kişidir. İşte İslâm bilginleri hikmet kelimesini Kur'ân'ın birçok âyetinde bu iki anlamda tefsir etmişlerdir." (İbn'ül-Cevzî, Zâd'ül-Mesîr, Bakara, 269. âyetin tefsîri) (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî. Tezkiret'ül-Huffâz, VI, 131-136; lbn Tağrı-berdî, en-Nücüm'üz-Zâhire, VI, 174-176; Ebu Şâme, ez-Zeyl Ala'r-Ravdateyn, 21- 28; Suyûtî, (Tabakât'ül-Müfessirîn, 17; Yâfîî, Mir'âfülCinân, III. 489^492; Ebu'l-Fidna, el-Muhtasar fi Ahbar'il-Bcşer, III, 106; İbn'ül-lmâd, Şezerât'üzZeheb, IV, 329-331; lbn'ül-Esîr, el-Kâmil, XI, 67; İslâm Ansiklopedisi, ibnüM-Cevzî maddesi ve ayrıca Brockelmann, G.A.L., I, 499-508; Suppl, II, 914-920)[6]
7- Kurlubî (öl. 671/1272) el-Câmi'iı li Ahkâm1 HKur'an;
7- Kurlubî (öl. 671/1272) el-Câmi'iı li Ahkâm1 HKur'an; Ebu Abdullah Şemsüddîn Muhammed lbn Ahmed lbn Ebu Bekr el-Ansârî el-Hazrecî. Doğum yılı kesin olarak bilinmeyen ve hayatı hakkında kaynaklarda fazlaca bilgi bulunmayan Kurtubînin babasının 627 (1229) yılında Kastilyalılar tarafından Kurtuba üzerine vâki bir saldırı esnasında öldürüldüğünü kendisi tefsirinde (Âl-i İmrân, 169) açıklamaktadır. Bu dönemde Kurtuba'da hâkim olan Muhammed lbn Yûsuf lbn Hûd idi. Endülüs'te Benû Hûd hanedanının hâkimiyeti altında yetişmiş olan Kurtubî, lbn Ebu Hâcce diye bilinen Ebu Ca'fer Ahmed ve Rebî lbn Abdurrahmân'dan dersler almış, Endülüs'te çok yaygın olan Kur'ân, fıkıh, Arap edebiyatı ve tefsir gibi dinî ilimleri okuduktan sonra» ispanyolların Kurtuba ve çevresini işgali üzerine (633/1235) yılında doğduğu yer olan Kurtuba'yı terketmiştir. Endülüs'ün muhtelif kentlerinde bulunduktan sonra (bkz., Mahmüd. el-Kasbî, el-Kurtubî ve Menhecuhu fi't-Tefsîr, 18-21) 648 (1250) yılından Önce İskenderiye'ye gelip yerleşmiştir. Ancak kesin olarak ne zaman geldiği bilinmemektedir. Burada Ebu Muhammed Abdü'I-Vahhâb,dan dersler aldığı kaynaklarca ifâde edildiğinden ve bu zâtın da 648 (1250) yılında vefat ettiği bilindiğinden, adıgeçen tarihten önce İskenderiye'ye yerleşmiş olduğu sanılmaktadır. Bir süre İskenderiye'de kaldıktan sonra Bcnû Hudayb (Aşağı Mısır'da Minye yakınlarında bir yer)'a gitmiş ve vefatına kadar burada kalmıştır. Şevval ayının 9. Pazartesi gecesi 671 (1272) yılında burada vefat etmiş ve Minye'de NîPin doğu yakasına gömülmüştür. Halen burada onun adına bir türbe bulunmaktadır. Kurtubî İbn'ûlCümeyzî, Ebu'l-Abbâs Ahmed lbn Ömer el-Kurtubî ve Ebu Ali Hasan lbn Muhammed el-Bekrî'den rivayet nakletmiş ve oğlu Şihâbüddîn Ahmed de kendisinden rivayet aktarmıştır. Zehebî, onun dikkatli ilimlerde mütebahhir bir imâm olduğunu, faydalı tasniflerinin .bulunduğunu ve bu eserlerinin onun imamlığına, mütâlasının çokluğuna fazîletinin bolluğuna delâlet ettiğini bildirir. (Davûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 66) Kurtubî'nin eserlerinin şüphesiz ki en önemlisi elCâmi'üjlİ Ahkâm'ü-Kur'ân ve -Mübeyyin Lima Tadammenehu min'es-Sünnet'i ve Ahkâm'il-Furkân isimli 12 ciltlik tefsiridir. Bundan başka et-Tezkire fi Ahvâli'l-Mevtâ ve Ûmûr'il-Âhire isimli va'z ve nasîhat sahasında çok yaygın olan bir eseri bulunmaktadır. Abdülvehhâb eş-Şa'rânî'nİn (öl. 937/1530) bu esere bir özet yazdığı bilinndan başka el-Esna fi Şerhi Esmâi'llâhi'l-Hüsnâ Allah'ın yüce isimil'lâm isimli hıristiyanhğa karşı İslam'ın üstünlüğünü 1-Hırs isimli kanâat ve zühdü teşvik eden bir eseri, Risale fi Elfaz'il-Hadîs. el-Akdİye ve el-Misbâh isimli eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca tbn Abdü'I-Berr'in et-Tekassî isimli eserine yazmış olduğu şerhi de onun meşhur kitâblan arasında bulunmaktadır. Eserlerinde sözünü ettiği imâm Mâlik'in el Muvatta' isimli eserine yazmış olduğu şerh ile el-Lüma* el-Lü'Iüİyye isimli kitâbları günümüze kadar ulaşabilmiş değildir. (Mah-mûd elKasvî, A.g.e., 45-50) Mâliki fakîhlerinden olan bu büyük müfessir, tefsirinde rivayet tarîklerine fazlasıyla itinâ göstermiş ve dirayet konusunda da görüşlere yer vermiştir. Tefsirin başında Kur'ân'ın faziletleri ve i'câzı konusunu anlatan bir mukaddime yer almaktadır. Kurtubî, tefsirinde Ebu Ca'fer enNahhâs'ın I'râb'ül-Kur'ân'ından keza aynı müellifin Maânî'l-Kur'ân'ından, Ebu'l-Abbâs Ahmed İbn Ammâr'ın el-CâmiuI Ulûm'it-Tenzîl isimli eserinden, Ebu'l-Hasan AH Ibn Muhammed el-Mâverdî'nın tefsirinden, Ebu Bekir Muhammed Ibn Hasan enNekkâş'ın Şifa'üs-Sudûr isimli tefsirinden, Ebu'lHasan Ali İbn Muhammed el-Kiyâ'nın Ahkâm'ülKur'ân isimli tefsirinden, Kadı Ebu Bekir İbn'ül Arabi'nin Ahkâm'ül-Kur'ân isimli tefsirinden, Mekkî İbn Ebu Tâlib'in el-Hidâye isimli tefsirinden ve Müşkilü I'râb'ül-Kur'ân'ından yararlandığı gibi muhtelif kırâet kitâblarından da yararlanmıştır. Tefsir rivayetlerinde birçok hadîs imamından nakillere yer veren Kurtubî, çeşitli görüşler arasında mukayeseler yaparak tercih ettiği görüşleri belirtmeye itinâ göstermektedir. Muhtelif Kırâetlerle ilgili açıklamalar da sunmaya çalışan Kurtubî, kabul edilen ve edilmeyen kırâet farklılıklarını kritik yapmadan geçmez. Ve yine bu tefsirin en önemli özelliklerinden birisi de, gramere, sarf ve nahiv kaidelerine yer vermesi, Kur'ân'm belâğatini ortaya çıkarmak için Arap edebiyatının klasiklerinden deliller getirmesi, fıkıh ve usûlüne dâir bilgileri aktarması, işârî tefsirlere ve delilsiz te'vîllere yer vermemesi gösterilebilir. Tefsirinin adından da anlaşılabileceği gibi, kendisi Mâliki olan Kurtubî, İmâm Mâlik mezhebine göre âyetleri tefsir ederken, zaman zaman karşılaştırma yollarına da başvurmaktadır. Bu vesîle ile diğer mezheplerin görüşlerini de açıklamaktan kaçınmaz. Hadîsleri naklederken rivayet silsilelerini aktaran Kurtubî, zayıf ve sahîh hadîsler hakkında bilgiler vermekten kaçınmaz. Ancak yine de tefsirinde zayıf ve mevzu' hadîslere yer verdiği görülmektedir. Buna bağlı olarak Isrâiliyâtı benimsemeyen Kurtubî, bunları naklettikten sonra kritik yapmaktan çekinmez. Ne var ki Kurtubî'nİn tefsirinde pek çok İsrâiliyât yer almaktadır. Tefsiri kendinden sonraki bilginler tarafından büyük bir dikkatle incelenmiş ve hakîkaten etkili olmuştur. (Daha geniş bilgi için bkz. Dâvûdî Taba kât 'ülMüfessİrîn, II, 65-66; IbnFer-hûn ed-Dîbâc'ülMüzehheb, 317; İbn'ül-lmâd, Şezerât'üz-Zeheb, V, 335; Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessİrîn, 28, el-Mukrî, Nefhüt-Tîb, II, 110; Bağdâdlı Ismâîl Paşa, Hediyyet'ül-Ârifin, II, 129; Safedî el-Vâfî bi'I-Vefeyât, II, 122; Mahmûd el-Kasvî, el-Kurtubî, ve Menhecuhu fi't-Tefsîr;.Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 457- 464)[7]
8- Ibn Kesîr, (öl. 774/1373): Tefsîr'ül Kur'fin'il Azîm
8- Ibn Kesîr, (öl. 774/1373): Tefsîr'ül Kur'fin'il Azîm İmâdüddîn Ebu'1-Fidâ Ismâîl İbn Ömer Ibn Kesîr İbn Dâvûd Ibn Kesîr ed-Dımeşkî el-Kureyşî, hicri 701 yılında (1301) Şâm yakınlarında bulunan Büsrâ'ya bağlı Mücdel veya Mecdel köyünde doğdu. Babasının vefatında üç veya dört yaşlarında bulunan İbn Kesîr, yedi yaşlarında Şam'a gelmiş Burhâneddin el-Fezarî, Kemaled-dîn İbn Kadı Şıhne, Kasım tbn Asâkİr, îshâk İbn Âmidî, Muhammed İbn Zinâd, Îbn'ür-Rabî've İbn Teymiyye gibi devrin ünlü bilginlerinden fıkıh, tefsir ve hadîs okumuştu. El-Mızzîn'in derslerine devam etmiş ve onun kızıyla evlenmiştir. Daha sonra Karâfî, DebİDÛsî, Ûrânî ve Huteni gibi bilginlerden İcazet almış, uzun yıllar Şam'ın meşhur medreselerinde dersler vermiş ve Hâcİbiyye medresesi müderrisi olmuştur. Zehebî'nin vefatı üzerine, Ümmü Salih Meşihatı, Tabakât müellifi ünlü bilgin Sübkî'nın vefatı üzerine de Şam'ın meşhur Eşrefiyye Dâru'IHadîsi hocalığına tayın edilmiştir. Öğrencileri arasında ünlü hadîs bilgini Şehabeddîn İbn Hiccî, İbh Ha-cer, Hafız Ebu'l-Mahâsîn el-Hüseynî gibi devrin ünlü alimleri bulunmaktadır. Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip bulunmadığımız bu büyük tefsîr ve hadîs bilgini, ömrünün sonlarına doğru gözlerini yitirmiş ve nihayet 374 (1373) yılı Şâ'-bân ayının 26 ncı Perşembe günü 74 yaşında iken Şam'da vefat etmiştir. Tefsirden ayrı olarak kendi sahasında değerli birçok eser de te'lîf etmiş olan İbn Kesîr'İn eserlerinin sayısı onbeş civarındadır. Başta genel tarih niteliğinde olan el-Bidâye ve'n-Nihâye fi't-Tarîh isimli eseri gelir. Kâinatın yaratılışından müellifin hayatının sonlarına kadar geçen vak'aları anlatır. İbn Salâh'm Ulûm'ülHadîs isimli eserinin özetinden ibaret bulunan elBâis'ül-Hasîs Şerh Ihtisârû Ulûm'il-Hadİs, hadîs alanında değerli bir çalışmadır. Zayıf, bilinmeyen ve güvenilir râvîlerden sözet-tiği et-Tekmîl'i, Sünen ve müsnedlerin birleşmesinden meydana gelen elHedyü ve's-Sünen fi Ahadîsi'l-Mesânîd ve's-Sünen veya Câmi'üî-Mesânîd, hadîs alanında değerli bir çalışmadır. Zayıf, bilinmeyen ve güvenilir râvîlerden sözettiği et-Tekmu"i, Sünen ve müsnedlerin birleşmesinden meydana gelen el-Hedyü ve's-Sünen fi Ahadîsi'l- Mesânîd ve's-Sünen veya câmi'ülmesânîd , hadîs alanında değerli, bir çalışmadır. Ehâdis'ût-Tevhîd ve'r-Red Ala'ş-Şirk tevhid ve şirk konusundaki hadîsleri ihtiva eder. Cihâdla ilgili elİctihâd fi Taleb'i Fadail'il-Cihâd ve Şafiî fakîh-lerin hayatından sözeden Tabakat'üş-Şâfiîyye Şafiî fıkhından bahseden Edillet'ûl-Tenbîh fi Fıkh'işŞaşâfiyye, İmâm Şâfiînin menkıbelerinden sözeden Meneâkıb'ül-Imâm eş-Şâfiî, ahkâmla ilgili konuları anlatan el-Ahkâm Alâ Edület' i t-Tenbîh, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in müsned rivayetlerini toplayan Müsned'üş-Şeyhayn, ibn Hâcib'in bir eserinin özetinden ibaret olan Muhtasar'üi-Hâcib ve tamamlanmamış bulunan Buhârî şerhi onun değerli çalışmalarıdır. Ayrıca Kur'ân'ın faziletlerine dâir Fadâil'ül-Kur'fin isimli eseri tefsirinin mütemmimi gibidir.(Cild, 2, Sayfa 13) Bu tefsirin başlangıcında belirttiğimiz gibi, İbn Kesir gerçek anlamda bir rivayet tefsîri olan bu eserine dirayet tefsîrlerinden alıntılar da yapmış zaman zaman kendi görüşlerini de eklemiştir. Tefsirinde hadîs kritiği demek olan cerh ve tadil konusuna yer verdiği gibi, tarihî malûmata da bir hayli bölüm tahsis etmektedir. İbn Kesîr, mücerred olarak rivayetleri nakletmekle yetinmeyip bunları değerlendirir ve en sonunda kendi tercihini açıklar. Taberî tefsirinden sonra en geniş ve en meşhur olan bu tefsîr; TaberFnin tefsirinde bulunan pek çok zayıf rivayetlere yer vermemektedir. Rivayet ettiği kaynaklar arasında İbn Cerîr Taberî, İbn Ebu Hatim, İbn Atıyye gibi ünlü müfessirlerin eserleri yer almaktadır. Gerek fıkhî konularda mezhepler arası ihtilaflara, gerekse fikrî münakaşalara yer veren müellif, zaman zaman bunları mükâyeseli olarak kritik eder. Tefsirin baştarafında îbn Kesîr hakkında detaylı bilgi vermiş olduğumuz için ve eseri de elimizde bulunduğundan daha fazla açıklamaya gerek duymuyor ve onun hakkında söylenenleri kaydederek konuyu tamamlamak istiyoruz. Îbn Kesîr hakkında üstadı Zehebî, şöyle diyecektir: İmâm Müftî, derin hadîsçi, san'atkâr fakîh, dikkatli muhaddis, nakledici müfessir. Onun çok faydalı tasnifleri bulunmaktadır, öğrencisi Îbn Hacer de onun için şöyle diyecektir: Hadîs ilminin metinlerini ve ricalini mütâlâa ile meşgul olmuş, tefsiri cem'etmiş, ahkâmla ilgili konuda büyük bîr kitaba başlamış ama tamamlayamamıştır. Başlangıç ve son (el-Bidâye ve'n-Nihâye) adınt verdiği tarihi cem'etmiş, Şafiî tabakalıyla uğraşmış, Buhârî'nin şerhine başlamıştı... Te'Iîfleri daha hayatta iken ülkede yayılmış ve vefatından sonra da halk ondan yararlanmıştır. Yüceleri elde etmek, üstün rivayeti engin rivayetten ayırd etmek ve daha benzer konularda hadîsçilerin yolundan gitmeyip fukahânın hadîsçilerinden olmuştu-. lbn'ül îmâd el-Hanbelî de onun için Şezerât'üz-Zeheb fi Ahbari men Zeheb isimli eserinde şöyle der: O, hadîsleri çok iyi ortaya çıkarır, çok az unutur ve çok iyi anlardı. Îbn Habîb de onun için şöyle der: Te'vîl erbabının önderdir. Hadîs dinlemiş, derlemiş ve tasnif etmiştir... Fetva kağıtları ülkede uçuşmuş, zabt ve tahrîr konusunda şöhret bulmuştur. Tarihte, hadîste ve tefsîrde ilmî riyaset ona varıp durmuştur. öğrencileri arasında bulunan Îbn Hİccî onun hakkında şöyle der: Bizim ulaştıklarımız arasında;hadîs metinlerini en iyi hıfz eden, hadîs ve hadîs ricalini cerh ve hadîsin sahîhiyle zayıfını ayırdettne konusunu en iyi bilen odur. Gerek akranı gerekse şeyhleri onun bu durumunu kabul ederlerdi. Onun yanma çok sık gidip geldiğim halde her seferinde mutlaka kendisinden yararlanmışımda. Îbn Kesîr'le ilgili daha geniş bilgi için 2. cildde kaydedilen kaynaklara ilâve olarak bkz. Îbn Hacer, Inbâ, I, 39; el-Dürer'M-Kâmine, I, 399; İbn'ül Imâd elHanbelî, Şezerât'üz-Zeheb, VI, 231; Îbn KadîŞehbe, Tabâkât'üş-Şâfüyye, Vr. 90 b.; Suyûtî, Zeyl Tezkiretü'l-Huffâz, 57, 361; Îbn Tağrıberdî, enNücûm'Üz-Zâhire, XI, 123; Şevkânî, eI-Bedr*Üd-TâliI, 153; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirin, I, 110; Zehebî, et-Tefsîr ve'I-Müfessirûn, I, 243)[8]
9- Seâlibi (öl. 876/1471): el-Cevahır'ül-Hisân fi
9- Seâlibi (öl. 876/1471): el-Cevahır'ül-Hisân fi Tefsîr'il-Kur'ân. Ebu Zeyd Abdurrahmân Îbn Muhammed îbn Mahlûf es-Seâlibî el-Mağrîbî el-Mâlikî, Cezayirli bir bilgin olup burada 786 (1384) yılında dünyaya gelmiş, sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Cezayir'den göç ederek ilim tahsil etmek üzere önce Be-caye'ye, sonra Tunus'a sonra da Mısır'a gitmiştir. Bizzat kendisinin hayatı hakkında verdiği bilgilere göre bilâhere tekrar Tunus'a gelmiş ve Tunus'ta iken hadîs ilminde kendisinden daha seçkin kimse yokmuş. "Ben konuştuğumda onlar susarlar ve be- nim kendilerine rivayet ettiğim şeyleri dinlerlerdi. Bu durumları onların tevâzuun-dan, insafından ve hakkı i'tirâf etmelerinden kaynaklanıyordu. Ben doğudan geldiğimde Mağriblilerden bazı kimseler bana şöyle demişlerdi: Sen, hadîs ilminde bir hârikasın," Eserleri arasında Cevâhir'ül-Hİsân fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli tefsîri başta olmak üzere, ez-Zeheb'ül-lbrîz fi Gerâib'i Kur'ân'il-Azîz, Tuhfet'ül-Ihvân fi Prâbî Ba'dı âyâtı'l-Kur'ân, Câmi'ül-Ümmehati fi Ahkâmi' il-lbâdât gibi Kur'ân ve fıkha dâir esprlen bulunmaktadır 876/1471 yılında doksan yaşı civarında iken Cezayir'de vefat etmiştir. Cevâhir'ül-Hisân İbn Atıyye tefsirinin muhtasarından ibaret olup ayrıca Seâli-bî diğer tefsirlerden derlediği bazı bilgileri bu tefsire eklemiştir. Eserin önsözünde kendisi şöyle demektedir: Ben, bu Özet tefsirde Allah'ın her iki dünyada benim ve senin gözünü aydın kılmasını dilediğim şeyleri kendim için derledim. İbn Atıyye tefsirinin ihtiva ettiği mühim konuları Allah'a hamdederek bunun içinde topladım. Ayrıca imamların kitabından ve ümmetin önderlerinden güvenilir olanların eserlerinden yaklaşık yüz eserden uygun gördüğümü veya tesbît etmek istediğimi kaydettim. Burada kaydedilenlerin hepsi dinde şöhret bulmuş ve tahkik erbabı katında değer kazanmış olan imamların eserleridir. Müfessİrlerden kimden birşey naklettimse, müellifin üslûbunu olduğu gibi aktardım. Mânâ bakımından birşey nakletmedim. Çünkü hatâya düşmekten korktum. Sadece ibare ve lafızları onlardan olduğu gibi aktardım. Taberî'den naklettiğim şeyler Ebu Abdullah Muhammed İbn Abdullah en-Nahvî'nin Taberî tefsirinden özetlemiş olduğu kısımlardır. O, bu noktayı iyice değerlendirmeye özen gösterdiği için ben de ondan naklettim... Bu özet kitâbta müşkil bir lafızla karşılaşan kimse nakledilen ana kaynaklara-başvursun ve ordan o lafzı düzeltsin, yoksa kendi görüşü İle aklına gelen şekilde düzeltmeye kalkışmasın. Bu takdirde farkında olmadan hatâya düşebilir. Sahîh ve hasen hadislerden, Buharı, Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmizî'nin dışında naklettiğim hadîslerin çoğunluğu Nevevî'dendir. Terhîb ile âhirete dâir hadîslerin büyük bir kısmı Kurtubî'nin, Tezkire'sinden ve Abdü'l-Hakk'ın, el-Âkibe isimli eserindcndİr. Beğavî'nin Mesâbîh'i ile diğer kitâblardan da zaman zaman eklemeler yapmışımdır... Kısacası benim bu kitabım; hikmetlerin değerlileri ile süslü, sahîh ve hasen hadîs cevherleri ile bezelidir. Efendimiz Muhammed'den aktarılan rivayetlerdir. Bu sebeple ona Kur'ân tefsiri konusunda güzel cevherler (el-Cevâhir'ül-Hisân) adını verdim. Tefsirin sonunda da şu notu düşmektedir: Allah'a sonsuz hamd ile, bu kitaba değerli incileri dizdim. Elhamdülillah İbn Atıyye'nin önemli gördüklerini bu kitâbta topladım. Ve tekrarların bir çoğunu attım. Bunun dışında kendisinden kaçınılması imkânı bulunmayan nefis ve değerli cevherleri ekledim. (Seâlibî, Cevâhir'ül-Hisân, IV, 454) Bu tefsir Cezayir'de dört cilt halinde basılmıştır. Ayrıca dünya kütüphanelerinde pek çok yazmaları bulunmaktadır. Herne kadar zaman zaman Isrâiliyâtla ilgili bilgilere yer verirse de müteakiben bunun doğru olmadığını veya doğruluğunu kestirmenin mümkün olamayacağını belirtir. (Daha geniş bilgi için bkz. Sahâvî Dav'ü'I-Lâmî'fi A'yân'il-Karn' it-Tâsi IV, 152; Ahmed Baba et Tünbekti, Neyl'Ül-lbtihâc bi Tetrîz Ganit. 173-175; et-Kettûnî, Fihris'ül-Fehûris, II, 131- 132; Brockelmann, G.A.L., II, 249; suppl., II, 351; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 247-251)[9]
10- Suyûtı (öl. 911/1505): cd-Dürr'ül-Mensûr fTtTefsîr'H-Me'sûr
10- Suyûtı (öl. 911/1505): cd-Dürr'ül-Mensûr fTtTefsîr'H-Me'sûr Celâlüddîn Ebu'I-Fadl Abdurrahmân İbn Kemâleddin Ebu Bekir İbn Muhammed el-Hudayrî es-Suyûtî eşŞâfîî. Kölemenli devletinin sonlarına doğru Mısır'da yetişmiş olan ve genellikle Arap dilinde eri çok eser te'lîf etmiş müelliflerden biri sayılan İmâm Celâleddîn Suyûtî 844 (1445) yılında Kâhire'de doğmuştur. Kendisinin bizzat kaleme aldığı biyografisinin de bulunduğu Hüsn'ül-Muhâdara isimli eserinde; ailesinin Doğudan Bağdâd'a ve bilâhere Mısır'a göç edip Asyut'ta yerleştiğini belirtir. Ataları arasında bulunan Şeyh İmâm'üd-Dîn el-Hudayrî ünlü bir mutasav-vıfdır. Dedelerinden birisi Asyut'da medrese tesîs etmiş, babası Cemâlüddîn Ebu Bekir de Asyut kadılığı yapmış ve bilâhere Kâhire'ye yerleşmiş ünlü bir Şafiî fakîhi-dir. Babası; İbn Hacer el-Askalânî, Muhammed el-Cîlânî ve İzzeddin el-Kudsî gibi şahsiyetlerden ders almış Şeyhûnî camiinde fıkıh dersleri vermiş ve Tulunoğlu camiinde de hatîblik görevini ifâ etmiştir. İmâm Sehavî'nin ifâdesine göre Suyûtî'nin annesi Türk asıllı bir câriye imiş, (ed-Dav'û'I-Lâmi IV, 65) 5-6 yaşlarında yetîm kalan Suyûtî, sekiz yaşına bastığında Kur'an-ı ezberlemiş ve daha sonra îbn Dakîk el-îd'in el-Umdesini, İmâm Nevevî'nin Minhâc'ül-Fıkh'ını, Beydâvî'nin Minhâc'ül-Usûl isimli eserini ve ünlü nahiv bilgini İbn Mâlik'in Elfiyye isimli eserini ezberlemiştir. 866 (1461) yılında icazet alarak Arapça tedrîsine başlayan Suyûtî, henüz onyedİ yaşında bulunduğu bu dönemde ilk eseri olan Şerh'ül-İstiâze ve'1-Besmele İsimli eserini kaleme almış, kendisinden fıkıh tahsil ettiği el-Bulkînî de bu esere bir takrîz yazmıştır Bulkînî'den ayrı olarak Şerefüddîn el-Mühavî (veya Mcnavî), Takiyüddîn eş-Şıblî, Muhyiddîn el-Kâfiyeci, Seyfüddîn Muhammed el-Hanefî, Muhammed îbn İbrâhîm eş-Şirvânî, Izzeddîn el-Kinânî, Şemseddîn Muhammed es-Sehavî gibi şahsiyetlerden ders almıştır. Suyûtî bir yandan tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi dinî ilimler tahsil ederken, diğer yandan Nahiv, Beyân, Bedî, Maânî gibi gramer ilimlerini de öğrenmiştir. Hafızasının kuvvetiyle şöhret bulan Suyûtî'nin ikiyüz bin civarında hadîsi ezberden bildiği nakledilir. Şâm, Hicaz, Yemen, Hindistan, Mağrib, Sûdân gibi muhtelif İslâm bölgelerinde seyâhatlar yapmış olan Suyûtî, hacca giderek bir yıl Mekke'de ikâmet etmiştir. 870 (1466) yılında Cami el-Şeyhûniyye'de fıkıh dersleri vermeye başlayan Suyûtî, Tulunoğlu camiinde de fetva vermiş. Ertesi yıl ise hadîs okutmaya başlamıştır. Bilâhere Şeyhûniyye Hankâhında fıkıh derslerinin yanı sıra hadîs dersleri vermesi de uygun görülmüştür. Suyûtî 891 (1486) yılında Halîfe* olan Mütevekkil Allahm emriyle Kâhire'nin en büyük hankâhı olan Baybarsiye hankâhı şeyhliğine getirilmiştir. Bu görevinin kendisine sağladığı imkânları değerlendirerek maddî bakımdan rahat bir hayat sürmeyebaşlayan Suyûtî, kendini eserlerini yazmaya vakfetmiştir. Ancak çevresinde bulunanların onu çekememeleri ve bazı huzursuzluk kaynağı hâdiseler nedeniyle bilâhere Baybarsiye şeyhliğinden azledilmiş, Nil nehrinin ortasındaki adacıklardan er-Ravza'da bulunan evine çekilerek inziva hayatı yaşamıştır. Devlet yöneticilerine yaklaşmayan ve Özellikle kendisine verilen hediyeleri kabul etmeyen, şahsiyetini rencide edici tavırlardan uzak duran Suyûtî 19 Cemazİ-yelevvel 911(18 Şubat 1505) Cuma günü sabahleyin vefat etmiş, Bâb'ül-Karâfe mezarlığına gömülmüştür. Bir rivayete göre 600, bir rivayete göre 500 civarında eser yazmış bulunan Suyûtî'nin, 441 adet eserinin ismi Brockelmann tarafından kaydedilmektedir. (Broc-kelmann G.A.L., II, 145; Suppl, 2, 178 vd.) Eserleri başta Kur'ân ilimleri olmak üzere hadîs, fıkıh muhtelif dini konular, dil ve edebiyat, usûl, beyân, tasavvuf, tarih ve edebiyat konularını ele almakta olup orijinallikten ziyâde iktibaslar ve iktitâflar yapması bakımından zengin malzeme kaynağı olarak değerlidir. Kur'ân ilimleri alanındaki eserlerinin en ünlüsü; günümüze kadar ulaşmayan ve yalnızca oahis mevzûumuz olan ed-Dürr'ül-Mensûr isimli tefsirinin, onun bir özeti olduğu söylenen Tercümân'ül-Kur'ân isimli tefsiridir. Tefsirle alakalı bütün rivayetlerin yer aldığı bu eserin isnâdları atılarak kaynakları korunmuş ve ed-Dürr'ül-Mensûr tefsiri meydana getirilmiştir. Kur'ân'da mübhemler konusunu ele aldığ< Mefhûmât'ül-Akrân fi Mübhemât'il-Kur'ân; Vâhidî'nin aynı konudaki eserini örnek alarak âyetlerin nüzul sebeplerini inceleyen Lübab'ünNükûl fî Esbâb'in-Nüzûl; Kur'ân ilimleri alanında en mühim ve geniş malûmatı ihtiva eden el-Itkân fi Ulum'il-Kur'ân meşhurdur. Bunların yanı sıra özellikle Osmanlı medreselerinde Kur'ân tef-sîri derslerinde el kitabı olarak okutulan ve bu sebeple çok yayılmış, şöhret bulmuş olan Tefsîr'ül-Celâleyn'i Suyûtr hocası Celalüddîn el-MahalIÎ (öl. 864/1459) nin ölümü üzerine ikmâl etmiştir. Hocası tarafından başlanıp Suyûtî tarafından tamamlandığı kabul edilen bu eser hoca ve öğrencinin adlarının aynı olması nedeniyle iki celâlin tcfsîri anlamına Tefsîr'ülCelâleyn diye adlandırılmıştır. Mecma'ül-Bahreyn ve Matla'ül-Bcdreyn isimliayrı bir tefsiri bulunduğu söylenirse de kısmen bazı bö-lümL jünümüze ulaşabilmiştir. Böylece Suyûtî kendi devrine kadar ulaşmış bulunan bütün tefsir literatürünü cem'etmiş ve özetleyerek derleyip toparlamıştır. Süyûtî'nin hadîs alanında yazmış olduğu el Câmi'üsSağîr min Ehâdis îl-Beşîr ve'n-Nezîr isimli hadîs mecmuası Kütüb-i Sitte ile Ahmed İbn Hanbel'in Müsned-inden seçilen ve alfabetik sıraya dizilen hadîslerden oluşmaktadır. Tıpkı Celâleyn tefsiri gibi, el-Câmi'üs-Sağîr de medreselerde ve din görevlileri arasında çok yayılıp tutulan bir hadîs mecmuasıdır. Eser birçok kişi tarafından şerhcdilmiştir. Ayrıca Hasâis el-Kübrâ isimli Peygamberin özelliklerinden sözeden iki ciltlik eseri ile daha önce bahsi geçmiş bulunan, mevzu* hadîslerle alâkalı el-Leâlî'üIMasnûa fi'1-Eshâdis'il-Mevzûâ isimli eseri bu alanda yazılan kaynakların en önemlilerinden olarak günümüze intikâl etmiştir. Beş yılda kaleme aldığı anlaşılan bu eser, sâhâsm-da Önemli bir kaynaktır. Ayrıca Tedrîb'ür-Râvi fî Şerhi Takrîb'İn-Nevcvî hadîs usulüyle ilgili bir çalışmasıdır. Bu eser; İmâm Nevevî'nin, lbnü's-Salâh'm Kitâb-i Marifeti Envâ'i Ulûm'ü-Hadîs isimli eserinden özetleyerek meydana getirdiği et-Takrîb ve't-Teysîr isimli eserine Suyûtî tarafından yazılmış olan bir şerhtir. Süyûtî'nin ayrıca pekçok risaleleri mevcûddur. Süyûtî'ye ün kazandıran büyük bir kısmı gramerle ilgili olanlarıdır. Başta dil bilgisi bakımından zengin bir hazîne değerinde olan el-Muzhir fi Ulûm'il-Luğa olmak üzere el-Eşbâh ve'n-Nezâir, Buğyet'ül-Vu'ât fi Tabakât'il- Luğaviyyînve'n-Nuhât adlı eseri sahasında son derece önemli bir eserdir. Ayrıca ünlü nahiv bilgini İbn Mâlik'in Elfiyye isimli eserine yazdığı el-Behcet'ül-Mardiyye isimli eseriyle Cem'ülCev'ami' isimli eseri bu alandaki önemli çalışmalardır. Gramerden ayrı olarak Suyûtî, tarih alanında da bir hayli değerli eserler vermiştir. Genel dünya tarihi niteliğinde olan Bedâi'üz-Zuhûr fi Vakâi'idDuhûr isimli tarih kitabının yanı sıra, halîfelerin hayat hikâyelerinden bahseden Tarih'ül-Hulefâ, Mısır ve Kahire tarihinden bahseden Hüsn'ülMuhâdara fi Ahbâr; Mısır ve'1-Kâhire isimli tarihî nitelikli eserleri çok yaygın bir şöhreti haizdir. Ayrıca müfessirlerin hayat hikâyelerinden sözeden küçük fakat faydalı Tabakât'ül-Müfessirîn isimli bir eseri vardır. Çok yazmakla şöhret bulmuş olan Suyûti'nin bir günde üç defter yazdığı, Öğrencisi Dâvûdî tarafından bildirilmektedir. Suyûtî ayrıca edebî bakımdan fazla değeri haİ2 olmasa üa birçok şiir kaıeme almıştır. ed-Dürr'ül-Mensür fi't-Tefsîr isimli tefsiri, daha Öncede belirttiğimiz- gibi, TercÜmân'ül-Kur'ân isimli tefsîrindeki rivayetlerin senedlerînin hazfından meydana getirilmiş bir tefsir olup rivayet tefsirleri içerisinde önemli bir yer tutar. Nitekim SuyûtîeMtkân isimli eserinin sonlannda bu tefsiri on binin üzerinde merfû' ve mevkuf hadîslerden meydana gelen tercüman'ül-Kurân'dan özetlemiş olduğunu biIdirir.(Su-yûti, el-ıtkân, II, 183) edDürr'ül-Mensûr'un mukaddimesinde ise şöyle der: Resû-lullah'tan nakledilen müsned tefsirlerden meydana gelen Tercümân'ül-Kur'ân kitabını te'lîf ettikten ve hamdolsun Allah'a ciltler halinde tamamladıktan sonra, orada birçok tarîklerle tahrtc edilmiş olan hadîsleri ve kîtâbların isnâdları ile kaydettiğim konularda himmet sahihlerinin çoğunluğunun onları elde etmekten âciz kaldığını gördüm. Bu sebeple onun isnâdlarını kaydetmeden, hadîslerin metinlerini kaydederek özetleyip uzatmamayı uygun gördüm. Ve bu sebeple sadece hadîslerin metinlerine dayanarak bu Özet kitabı çıkardım, ve bu tefsire rivayet konusunda dizilmiş inci adını verdim. (ed-Dürr'ül-Mensûr, 1. 2. vd.} Ayrıca el-Itkân isimli eserini önsöz olarak planladığı Mecma'ül-Bahreyn ve Matla'ül-Bedreyn isimli tefsirini de büyük çapta İbn Cerîr Taberî'nin tefsirini örnek alarak yazdığı tahmin edilmektedir. Nitekim kendisi bizzat el-Itkân isimli eserinde şöyle der: Nakledilen tefsirleri; düşünülen sözleri, çıkarılan ve işaret edilen ifâdeleri i'râb ve lügati, belagat nüktelerini, bedîyyât güzelliklerini ve bunların dışında kendisine ihtiyâç duyulan konuların hepsini içeren cami bir tefsir yazmaya başladım. Öyle ki bu tefsir ile birlikte başka hiçbir tefsire ihtiyâç duyulmayacaktır. Ve ona mecma'ül-Bahreyn ve Matla'ül-Bedreyn ismini verdim. Ve işte bu kitabı onun mukaddimesi yaptım. (Süyûti, el-Itkân, II, 190) Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, bu tefsiri tamamlayıp tamamlamadığı bilinmemektedir, özet diye tanıttığı ed-Dürr'ül-Mensûr isimli bu tefsirinde hakkında herhangi bir hüküm beyân etmeksizin, cerh ye ta'dîl yoluna başvurmaksızın, zayıf veya sahihleri belirtmeksizin seleften nakledilen rivayetleri serdetmektedir. Bu tefsirde ne l'raba, ne Belagata, ne Beyâna, ne de başka herhangi bir edebî, malûmata yer vermekte, yalnızca rivayetleri kaydetmekle yetinmektedir. Daha geniş bilgi için başta kendi eseri Hüsn'ülMuhâdare, I, 188-195 ve Tarîh'ülMüverrihûnfi Mısr, 59, islâm Ansiklopedisi, Suyütî maddesi; Brockalmann, G.A.L., II, 143-158; Suppl., II, 178, vd., zehebî, et-Tefsir ve'1-Müfessirûn, I, 251- 254), Böylece günümüze kadar ulaşmış olan belli başlı ve en önemli rivayet tefsirleri hakkında bilgi vermeye çalıştık. Şimdi de dirayet tefsirini ve dirayet tefsirlerim görmeye çalışalım.[10]
DİRAYET TEFSİRİ VE DİRAYET TEFSİRLERİ
DİRAYET TEFSİRİ VE DİRAYET TEFSİRLERİ Dirayet tefsîri; rivayete münhasır olmayıp, dil, edebiyat, din ve diğer bilimlere dayanılarak yapılan Kur'ân tefsîri'dir. Dirayet tefsirinde asıl bahis mevzuu olan husus, şahsî görüş ve ictihâddır. Zehebî'nin ifadesine göre re'y ile tefsîri, müfessi-rin, Arap sözlerini konuşma şekillerini, arapça lafızların mânâlarını ve delâlet ve-cihlerini bildikten sonra, câhiliyye devri şiirinden de yararlanarak, nüzul sebeplerine vâkıf olarak Kur'ân âyetlerinin nâsih ve mensûhunu ve daha tefsîr bilgininin muh-tâc olduğu diğer konulan bildikten sonra Kur'ân'ı ictihâd ile tefsîr etmekten ibarettir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, I, 255) Dirayet tefsîri zarurî ihtiyâçlar ve toplumun menfaati gereği ortaya çıkmıştır. Başlangıçta araplar Arap Yarımadasının sınırları dışına taşmamışken dillerinin selikasına hâkim idiler. İslâm fütûhatıyla Arap sınırlan genişleyerek yarımadanın dışına yayılıp başka milletlerle ve kültürlerle karşılaştıklarında lisânla ilgili kabiliyetleri zayıflamaya başladı. Ve bu sebeple arapçayı aslî şekline uygun olarak muhafaza etmek zarureti doğdu. Diğer taraftan müslümanlar başlangıçta ana dilleri olan arapça ile nazil olmuş bulunan Kur'ân'ı anlıyor ve mânâsını kavrıyorlardı. Dolayısıyla analarından ve babalarından işiterek öğrendikleri (simâî) dilde herhangi bir kural vaz'etme İhtiyâcını duymuyorlardı. Ancak sözkonusu olan fütuhat ile birlikte başka kültürlerden ve dillerden insanlar islâm'a girdiklerinde, İslâm'ın ana kaynağı olan Kur'ân'ı öğrenme gereğini duydular. Böylece bir yandan arapların kendi ana dillerinin özelliklerini unutmamaları, diğer yandan da Arap olmayanların arapcayı kolayca öğrenmeleri için dilin belli kurallara, bağlanmasına ihtiyâç duyuldu. Ve bu sebeple Arap grameriyle ilgili faaliyetler bir yandan hız kazanırken diğer yandan da Kürân-ı Kerîm'i re'y ile tefsîr hareketi başladı. Yeni müslüman olan kitlelerin antik çağın eski ve güçlü kültür çevrelerine mensüb olmaları (Hıristiyan, Yahûdî, kildânî, kıbtî, İran, Türk ve Mısır kültürleri) İslâm dünyasında çeşitli düşünce tarzlarının zuhuru sonucunu doğurdu. Kur'ân'ı dileyenin dilediği gibi ve keyfine göre tefsîr etmemesi için bilginlerin kendi şahsi çabalarıyla ve fakat esaslı kaidelere bağlı olarak;yaptiklan, dirayet tefsirleri ile doğabilecek fikrî kargaşanın izâlesi yoluna gidildi. Bu sebeple bazı bilginler dirayet tefsirinin yanında yer alırken, bazıları da ona karşı çıktılar. Bir kısmı Kur'ân'ın re'y ile tefsîrine şiddetle karşı çıkarak; âlim de olsa edîb te olsa, fıkıh, nahiv ve diğer konular da derin bilgiye de sahip olsa hiçbir kimsenin Kur'ân'ı re'y ile tefsîr edemeyeceğini belirttiler. Hz. Peygambere kadar varan rivayetler veya Kur'-ân'ın inişine şâhid olan sahabeden, ya da onlardan rivayetler nakletmiş olan tabiînin sözlerine dayanılması gerektiğini öne sürdüler. Bunlara karşı çıkan bir diğer grup ise Kur'ân'ın re'y ile tefsirinde bir beis olmadığını, zengin bir edebiyat bilgisine sâ-hib olan kişinin Kur'ân'ı kendi görüş ve içtihadıyla tefsîr edebileceğini belirttiler. Kur'ân'ın re'y ve ictihâdla tefsîrine karşı çıkanlar şu delilleri sıralıyorlardı: a) Re'y ile tefsîr; bilgisizce Allah hakkında söz söylemektir. Halbuki bir bilgiye dayanmadan AUah hakkında söz söylemek yasaktır. Binâenaleyh re'y ile tefsîr yasaktır. Zîrâ re'y ile tefsîr yapan kişi; AUah Teâlâ'nm murâdını açıklarken kesin bir bilgiye sahip olamayacağı gibi, Allah'ın buyruğunun ne olduğunu açıkça belirtmesi mümkün değildir. Binâenaleyh, re'y ile tefsîr eden kişi; zanna dayalı söz söylemektedir, zanna dayalı söz ise AUah hakkında bilgisizce konuşmaktır. Re'y ile tefsire cevaz verenler ise bu görüşe şöyle karşı çıkıyorlardı: Bir konuda kesin bilgiye ulaşmak mümkün olursa, ya da kesin bilgiyi elde etmek için sarih şer'î bir nass veya aklî bir delîl bulunursa o takdirde tahmi. göre hüküm vermek yasak olur. Ama bu iki durum sözkonusu olmazsa, zam» /anılarak görüş bildirmek mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ kişiye, gücünün ye. jinden fazlasını yüklemez. Ayrıca Rasülullah (s.a) re'yinde isabet eden hâkime ik. mükâfat, hatâ eden hâkime de bir mükâfat verileceğini bildirmiştir. Diğer taraftan Rasülullah (s.a) Yemen'e vâlî olarak gönderdiği Muâz'a yönelttiği soruda; onun Allah'ın kitabı ye Rasûlullah'ın Sünnetini zikrettikten sonra; kendi re'yimle ietihad ederim dediğini, bunun üzerine Rasûlullah'm sevindiğini, binaenaleyh re'y ile içtihadın sahih olduğunu söylerler.. b) Re'y ile tefsirin yasak olduğunu bildirenler şöyle derler: NahI Sûresinin 44. âyetinde "Sana zikri indirdik ki İnsanların kendilerine neyin indirildiğini açıklayasın" buyurulmaktadır. Bu âyette; açıklama peygambere izafe edilmiştir. Binâenaleyh, peygamberden başkasının Kur'ân'ı açıklama yetkisi yoktur. Bu görüşe karşı çıkan ve re'y ile tefsire müsâade veren grup ise şöyle der: Herne kadar peygamber açıklama ile görevli İse de Peygamber ölmeden önce açıklayabileceği kadarını açıklamıştır. Ama onun hayatında açıklamamış olduğu konularda açıklama yetkisi ilim ehline aittir. Nitekim aynı âyetin devamında "Ve belki onlar tefekkür ederler" buyurulmaktadır ki bu, tefekkürün caiz olduğunu gösterir. c) Re'y ile tefsire karşı çıkanlar; Kur'ân'ın re'y ile tefsîrinin haram olduğunu belirten hadîsleri delil getirirler. Nitekim Tirmizî'nin, lbn Abbâs'tan naklettiği hadîste Rasülullah (s.a): Kim kendi görüşüyle Kur'ân hakkında birşey söylerse cehennemden yerini hazırlasın, buyurmuştur. (Tirmizî, Sünen, II, 157) ve yine Tirmizî'nin Ebu Dâvûd kanalıyla Cündüb'ten naklettiği rivayette; Rasülullah (s.a) şöyle buyurur: Kur'ân hakkında kendi görüşüyle bir şey söyleyip te isabet ettiren kimse gerçekte hatâ etmiştir. (Tirmizî, A.g.e, II, 157) Bu görüşe karşı olanlar ise; bu hadîsin Kur'ân'ın müşkîl ve müteşâbih gibi, ancak nakil yoluyla bilinebilecek konularda görüş beyân edilmesine dâir olduğunu belirtirler. Sonra da şöyle derler: Burada peygamberin re'y olarak ifâde ettiği görüş sahibinin; hiçbir delile dayanmadan savunduğu görüştür. Burhan ve delîIİn pekiştirip şehâdet ettiği görüşe gelince; bu konuda söz söylemek caizdir. Ayrıca bu hadislerde yasaklanan re'y ile tefsirden maksad; Kur'ân'ın indiğine şâhid olmuş ve Allah'ın kitabını açıklayıcı nitelikteki sünneti bize kadar ulaştırmış olan sahabenin haberlerine müracaat etmeden, arapçanın zahirî ifadesine göre fikir beyân edenlerin görüşüdür. Bunlar işitilerek gelen ve Kur'ân'ın garîb lafızlarıyla ilgili nakillere başvurmayan mübhemleri görmeyen, hazfleri, ihtisarları, izmârları, takdîm ve te'hîri, hâlin icâbına göre tutulması gereken yönü nâsih ve mensûh gibi tefsîr konusunda söz söylemek isteyenlerin bilmek mecburiyetinde oldukları hususları bilmeyenlerin görüşüdür. Binâenaleyh, bu gibi hallerde yalnız arapça bilerek tefsîre kalkışmak yeterli değildir. Ancak yukarıda sayıları bilgilere sahip olduktan sonra anlayış ve hüküm çıkarmada derinliğine gelişmek mümkün olur. Kaldı ki ikinci olarak nakledilen Cündüb'ün hadîsinin sıhhati tesbît edilememiştir. Bu hadîsin râvîleri arasında bulunan Süheyl İbn Ebu Hazm'i Ebu Hatim, Buhârî ve Nesâî kuvvetli saymazken, ibn Muîn zayıf kabul eder, Ahmed îbn Han-bel ise bunun münker tıadîsler rivayet ettiğini söyler. (Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl, I, 432; İbn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, IV, 261) d) Re'y ile tefsîre karşı çıkanlar; sahabe ve tabiîn gibi selef-i sâlihinin Kur'ân tefsirinin çok zor bir şey olduğunu ve kendi görüşlerine dayanarak tefsîr etmekten kaçındıklarını söylerler. Nitekim Ebu Müleyke'nin ifâdesine göre; Hz. Ebu Bekir'e Kıır'ân'dan bir harf sorulduğunda, ben Allah Teâlâ'nın muradına aykırı olarak Allah'ın Kitabından bir harf söyleyecek olursam ne yaparım, nereye giderim, hangi gök beni gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde taşır? demiştir.Saîd İbn Müsey-yeb'e de helâl ve haramlar sorulduğunda konuşmuş. Kur'ân'dan bir âyet sorulduğunda sanki hiçbir şey duymamış gibi susmuştur. Şa'bî de; ölünceye kadar üç konuda söz söylemem, demiştir. Bunlar: Kur*ân, rûh ve re'y İle tefsirdir. Mücâhid'in oğlunun ifâdesine göre bir kişi Mücâhid'e Kur'ân'ı kendi görüşünle mi tefsîr ediyorsun? dediğinde, Mücâhid ağlamış sonra da şöyle demiştir: Böyle yaparsam ben cür'etkâr olmuş olurum. Tefsiri peygamberin ashabından ondan fazla kişiden naklettim, demiştir. (Zehebî, etTefsîr ve'1-Müfessirûn, 1,260) İşte re'y ile tefsîre karşı çıkanların dayandıkları rivayetler bunlar. Bunlara cevâb olarak re'y İle tefsîrin tarafdârları şöyle derler: Selef-i Sâlİhîn-den re'y ile tefsirden kaçınanlar ihtiyatlı davranarak takva yolunu seçmişlerdir. Onlar Allah'ın buyruğunun gerçek maksadını ifâde edememekten endişe etmişlerdir. Halbuki kendileri, tefsîrin o lafızla Allah Teâlâ'nın murâdını göstermek olduğunu iyi biliyorlardı. Bu sebeple de Allah'ın muradına uygun davranmamaktan korkuyorlardı. Kaldı ki onların re'y ile tefsirden kaçınmaları açıkça bilmedikleri konulardaydı. Doğruyu bildikleri hallerde ise-tahmînle de olsa-görüşlerini izhar etmekten çekinmiyorlardı. Nitekim Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'a kelâle konusu sorulduğunda; bu konuda ben görüşümü söylüyorum. Doğruysa Allah'tandır, değilse benden ve şeytândandır, diye karşılık vermişti. Binâenaleyh, Selef-i Sâlihinin re'y İle tefsirden kaçınmaları; bu tefsîr tarzının caiz olmadığını kabul etmelerinden çok, çekingen ve titiz davranmalarındandı. Re'y ile tefsîrin tarafdârları ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de tefekküre, düşünmeye ve tezekküre scvkeden, pekçok nassı ortaya koyuyorlardı ve bu nasslarda Allah Teâlâ'nın akıl sahiplerinin düşünüp Allah'ın âyetlerinden ibret almaları gerektiğini bildirdiğini ve bunun da düşünmeye, tefekküre ve içtihada sevkcttiğıni söylüyorlardı. Allah Teâlâ bizi tefekküre ve tedebbüre teşvik edip Kur'ân'dan hükümler çıkarmaya sevkettiğine göre; Allah'ın kesin olarak belirtmediği bir konuda fikir yürütmenin ve böylece te'vîl yoluna başvurmanın bilginler için yasaklanmış olması düşünülemezdi. Diğer taraftan, re'y ile tefsîr caiz olmasaydı; ictihâd caiz olmaz ve dinî ahkâmın birçoğu geçersiz olurdu. Peygamber bize Kur'ân'ın bütün âyetlerini açıklamamıştı. Binâenaleyh ictihâd kapısı önümüzde açıktı ve müctehid; ister isabet etsin, ister yanılsm ecre nail olurdu. Bilindiği gibi sahabe Kur'ân'ın okunuşunda ve muhtelif şekillerde tefsirinde farklı görüşlere zâhib olmuşlardı. Peygamber de Kur'ân'ın hepsinin mânâsım ashabına açıklamış değildir. Bir kısım açıklanmayan âyetlerin bilgisini sahabe akılları ve icti-hâdlanyla elde ediyorlardı. Eğer re'y ile tefsîr yasak olsaydı; sahabenin bu davranışı da yasak olurdu, ve onların, Allah'ın emrine muhalefet ettiklerini, Allah'ın haram kıldığı bir davranışa tevessül ettiklerini kabul etmek zorunluluğu doğardı. Halbuki ashabı bundan tenzîh ederiz. Re'y ile tefsîr görüşünü benimseyenlerin bildirdiği bir diğer husus ta Resûlullah (s.a)*ın Abdullah İbn Abbâs duâ ederken; Allahım onu dinde fakîh kıl ve kendisine te'vîlİ öğret, diye duâ etmiş olmasıydı. Eğer te'vîl yalnızca duyma ve nakilden ibaret olsaydı peygamberin İbn Abbâs'a özellikle bu şekilde duâ etmesi, gerekmezdi. Te'vîlden maksad, nakil ve rivayetin ötesinde ictihâdla tefsirdir. İki grubun da görüşlerini kısaca özetlemiş olduk. Her iki grubun fikirlerini tahlil edecek olursak; aralarında farklılık bulunmadığını görürüz. Buna göre; Arap dilinin inceliklerine ve üslûbuna uygun olarak, ayrıca kitâb ve sünneti göz önünde bulundurarak ve tefsîr yapmak için gerekli olan diğer şartları yerine getirerek re'y ile tefsîr şüphesiz ki caizdir. Ama Arap dilinin kurallarını gözetmeksizin şer'î delîllere uymaksızın, tefsîr şartlarına hâiz olmaksızın yapılan re'y ile tefsîr, yasaktır ve kınanmıştır. Re'y ile tefsîri yasaklayanların asıl maksadı; Kur'ân'ı istediği gibi yorumlayıp aslının dışına götürmek isteyen aşın heveskârlann heveslerini dizginlemektir. Şu halde re'y ile tefsîrin bir kısmı yerilmiş, bir kısmı övülmüştür. Ancak caiz görülüp övülen kısım da belirli kayıd ve sınırlarla sınırlandırılmıştır. Buna göre; dirayet tefsirinin caiz olması için dikkat edilmesi gereken hususları şöylece sıralayabiliriz: 1-Zayıf ve mevzu' hadîslerden sakınmak ve Hz. Peygamberden nakledilen sünnete uygun yorumlar yapmak. 2- Ashabın tefsîr tarzlarını göz önünde bulundurmak. 3- Sözün lügat anlamını esâs alarak delâlet etmediği mânâlara yöneltmekten kaçınmak. 4- Sözün lafzından anlaşılan (zahirî) mânâyı gözetip şeriatın delâlet ettiği hususu benimsemek. Bu şartlara riâyet edilerek yapılan tefsirler caiz ve makbul sayılmıştır. Bu şartları gözönünde bulundurmadan ve buna aykırı olarak yapılan tefsirler ise reddedilmiştir. Dirayet tefsirinde kaçınılması gerekli olan hususları da şöylece sıralayabiliriz: 1- Arap dilini ve İslâm'ın ahkâmını bilmeden Allah'ın kelâmını Allah'ın kasd etmediği anlama yönelterek beyân etmeye kalkışmak. 2- Allah'ın kelâmını bozuk görüşlere hamlederek yanlış yorumlara sapmak. 3- Allah'ın; bilgisini, yalnız kendisine tahsis ettiği ve kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği konuları açıklayıp yorumlamaya tevessül etmek. 4- Allah'ın kelâmını hiçbir delîle dayanmadan tahsîs etmek. 5- Arzu ve heveslere uyarak Kur'ân'ı tefsîre yeltenmek. Re'y ile tefsîr yapacak kişilerde de bazı özelliklerin bulunması gerekir. Bu kişilerin bilmesi gereken ilimleri şöylece sıralayabiliriz: 1- Lafızların tek tek anlamlarını ve konumlarına göre delâlet ettikleri mânâları açıklamaya imkân sağlayacak lügat bilgisine sahip olmalıdırlar. Lügat konusunda derin bilgi olmadan yüzeysel bilgi kâfî değildir. Çünkü bazan bir lafız başka anlamlara gelebilir ve müfessir de iki mânâdan birini bilip diğerini bilmeyebilir. Halbuki o lafızdan Kur'ân'ın kasdettiği mânâ tefsîr yapanın bilmediği ikinci anlam olabilir. 2- Nahiv ilmi. Arap dilinde kelimenin sonundaki hareketin değişmesiyle mânâ da değişir. Bu sebeple Arap nahvini ve i'râb şekillerini bilmeyen kişinin tefsîre tevessül etmesi doğru olmaz. 3- Sarf İlmi. Kelimelerin yapısını ve sentaksım öğrenmeyi sağlayan sarf ilmi bilinmeden kelimeler farklı köklere çekilebilir ve bu takdirde de yanlış anlam çıkarılabilir. 4- İştikak ilmi. Bir kelime tek başına olduğu zaman mânâ kolay anlaşılabilir. Ancak farklı iki kökten gelmesi halinde iştikak incelikleri bilinmeden mânânın kullanılması mümkün olmaz. 5- Maânî ilmi. Sözün ve kelime gruplarının ifâde ettiği anlam bakımından özelliklerini belirten bu bilgi olmaksızın tefsîre yeltenmek uygun değildir. 6- Beyân ilmi. Cümlenin delâletinin açıklığı ve kapalılığı bakımından yapısal özelliklerini belirten bu ilim olmadan tefsîr yapmak uygun değildir. 7- Bedî' ilmi. İfâdenin güzel anlatım kalıplarını öğreten bu ilim de tefsîr erbabında bulunması gereken önemli bir ilimdir. Kur'ân'ın en önemli Özelliği olan i'câz özelliğinin anlaşılması ve anlatılması ancak bu üç ilim vasıtasıyla mümkündür. 8- Kırâet ilmi. Bilindiği gibi arapcada farklı kırâetler bulunmaktadır ve kırâet farklılıklarını bilmekle kelimenin muhtemel vecİhlerinden birini tercîh etme imkânı hâsıl olur. Bunu bilmeden tefsîre kalkışmak yanlış yorumlara gitmeye neden olabilir. 9- Dinin usulüyle ilgili ana prensipleri ve imân esâslarını bilmek. Allah teâlâ hakkında vâcib, caiz ve müstahîl olan konuları bilmeden, peygamberle, âhiretle iÜ gili esâsları anlamadan, bu konudaki âyetleri yorumlamak yanlış tefsîre saplanmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Bu bakımdan dinin esâs umdelerini anlatan ilimleri yani kelâm, Akâid ve Tevhîd ilmini bilmek te şarttır. 10- Usul ilmi. Kur'ân âyetlerinden hükümlerin çıkarılması, delillerin serdedil-mesi, mücmel, mübeyyen, umûm, husus, mutlak ve mukayyed, emir ve nehiy gibi hükümlerin anlaşılması için fıkıh usûlünü bilmek gerekir. Fıkıh usûlUnü bilmeden tefsîr yeterli ve doğru olmaz. 11- Nüzul sebepleri. Âyetlerin hangi nedenle indiği bilindiğinde, o âyetin ana maksadının ne olduğu kolayca anlaşılır. Bunu bilmeden yapılacak tefsîr yeterli bir tefsîr olmaz. 12- Kıssalar ilmi. Kur'ân'da yekûn teşkil eden kıssaların detayları bilinmeden bunların açıklanması mümkün değildir. 13- Nâsih ve mensûh bilgisi. Kur'ân'da neshedilen âyetler ve bu âyetlerin hükmü bilinmeden yeterli tefsîr yapılamaz. 14- Hadîs ilmi. Kur'ân'ın müphem olarak belirttiği konularda peygamberin hadîslerine dayanarak yorumlar yapılır. O halde sağlam bir hadîs bilgisi olmadan tefsîr yapmak mümkün olmaz. Bütün bunların yanısıra Allah tarafından kişiye lütfedilen ilahî mevhibe olan şahsî istinbât ve tefekkür yeteneğinin de bulunması gerekir. Klasik islâm ilimleri gözönünde bulundurularak konulmuş olan bu kayıtlara günümüzde ortaya çıkan pozitif bilimlerin dayandığı temel prensibleri ve başlangıç bilgilerini de eklemek gerekir. Zîrâ bu gün tefsir yapacak kişinin yaşadığı dünyayı tanımasıj nıüslümanlara yön veren mekanizmaları bilmesi, genel olarak kabul edilen bilim kanunlarının, sosyal siyâsî, ekonomik ve felsefî problemlerin nedenlerini bilmesi gerekir. Bunları bilmeden Allah'ın Kitabını te'vîle kalkışmak şüphesiz ki yanlış yorumlara sebep olur. O nedenle günümüz müfessirinin bilmesi gereken ilimleri, yukardaki ilimlerden ibaret saymamak gerekir. Nitekim tam ve mükemmel tefsir yapabilmek için müfessirde bulunması gereken özellikleri merhum Re-şîd Rızâ, Muhammed Abduhu'dan naklen şöyle sıralamaktadır: 1- Allah'ın Kur'ân'da ifâde etmiş bulunduğu müfred lafızların hakîkatlarını anlamak. Öyle ki müfessir; falancanın uygun görmesi veya falancanın anlayışı ile yetinmeyip lügat ehlinin o lafzı kullanışından gerçek mânâyı çıkarabilmelidir. Zîrâ birçok lafızlar Kur'ân'ın indirildiği zaman bazı anlamlara kullanılırken, bir süre sonra başka anlamlara kullanılabilir. Bunun örneği te'vîl lafzıdır. Te'vîl lafzı daha sonra mutlak anlamda veya özel şekilde tefsir için kullanılagelen bir lafız olmuştur. Halbuki Kur'ân'daki anlamı daha başkadır. Sözgelimi A'râf süresindeki: "Onlar için te'vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vîlinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri bize hakkı getirmişti." (A'râf, 53) Burada te'vîl ne anlamda kullanılmıştır. Sağlam bir anlayışa ulaşmak isteyenler İstılahların tekevvün ediş şeklini incelemelidirler ki o ıstılahın Kur'ân'da vârid olan şekliyle halk arasındaki kullanılış şeklini ayırdedebilsin. Çoğunlukla müfessirler Kur'-ân kelimelerini ilk üç asırdan sonra tekevvün eden ıstılahlarla tefsir etmeye çalışmaktadırlar. Halbuki mudakkik bir tefsîrci Kur'ân'ı onun nüzûlu döneminde kullanılmakta olan mânâlara göre tcfsîr etmelidir. Bu durumda en uygun yol; lafzın bizzat Kur'ân'dan öğrenilip tcfsîr edilmesidir. Bu da muhtelif yerlerde tekrarlanmış bulunan lafızları cem'edip incelemekle yapılabilir. Bazan bir kelime muhtelif mânâlarda kullanılabilir. Hidâyet lafzı ve benzeri gibi. Bu takdirde müfessir âyetin mânâsının cümlenin manâsıyla nasıl uyuştuğunu tedkîk ederek o lafzın anlamlan arasından istenen mânâyı çıkarabilir. Kur'ân'ın genellikle bir kısmının diğer bir kısmını tefsir ettiği söylenmiştir. Lafzın gerçek anlamını gösteren en iyi karîne daha önce geçmiş olan söze uygun anlama gelmesidir. Ayrıca mânânın bütünü içerisinde uyum sağlayıp tamamen kitâbta vârid olan maksadla hem ahenk olması gerekir. 2- Üslûbu bilmek. Gerçek bir müfessirin Kur'ân'daki üstün üslûbu anlayacak bilgiye sahip bulunması gerekir. Bu da belagat ile ayrıca sözün inceliklerini ve güzelliklerini dikkatle takîb etmek ve o sözü konuşanın maksadına vâkıf olmaya özen göstermekle münkün olur. Evet biz, Allah Teâlâ'nın murâdını bütünüyle ve tâm olarak anlayabilecek yüceliğe eremeyiz. Ama takatimiz ölçüsünde bazı noktaları anlama imkânına sâhib olabiliriz. Bunun için de maânî ve beyân gibi üslup bilgisinin yanısıra gramer bilgisine de ihtiyacımız vardır. Fakat yalnızca bu bilimleri bilmek ve bu konulan anlayıp ordan hüküm çıkarmak, istenene uygun düşmez ve arzulananı elde ettirmez. Arapça'nın gramerinden bahseden kitâblarda gördüğünüz gibi Araplar daha gramer kaideleri konulmazdan önce konuşurken bu kaidelere uyuyorlardı. Bu, kendilerine doğuştan verilmiş bir özellik miydi? Hayır, aksine bu, yalnızca duyma ve taklîd yoluyla elde edilen bir melekeydi. Bu sebepledir ki arap asıllı kişiler yabancılarla karışınca, yabancılardan daha çok arapcaya yabancılaştılar. Eğer bu, arapçayı kullanma kendilerine âit tabîî bir Özellik olsaydı; hicretten elli sene gibi kısa bir süre sonra bu özelliklerini yitirmezlerdi. 3- Beşerî bilimler. Allah Teâlâ bu kitabı en son kitâb olarak indirmiş ve başka kitâblarda açıklamadığı konuları bu kitâbta açıklamıştır. Yaratıkların ahvâl've tabî atma dâir bilgileri insanlar arasındaki ilâhî kanunları bu kitabında beyân ederek milletlerle ilgili en güzel kıssaları anlatmış ve bu kıssalarda İlâhî kanununun seyrini izah etmiştir. Öyle ise bu kitaba bakan (onu okuyan) kişi insanlığın gelişme ve ilerleme dönemlerindeki durumlarına bakmalı, zaaf ve kuvvet, izzet ve zillet, bilgi ve cehalet, îmân ve küfür gibi muhtelif hallerinin kaynaklarını araştırmalı, büyük küçük bütün âlemin ahvâlini öğrenmelidir. Bu, ise birçok fenlerin bilinmesini gerektirir ki bu fenlerin başında çeşitli türleriyle birlikte tarih ilmi gelir. Üstad imâm (Muhammed Abduhu) der ki: Bir kişi Allah Teâlâ'nın: "İnsanlar tek bir ümmettiler. Allah uyarıcı ve korkutucu peygamberler gönderdi." (Bakara, 212) âyetini insanlığın hallerini bilmeden, insanların nasıl birleşip ayrıldıklarını ted-kîk etmeden ve ilk milletlerin birliğinin ne anlama geldiğini, yararlı mı zararlı mı olduğunu, peygamberlerin gönderilişinin ne gibi etkileri bulunduğunu bilmeden tefsîr etmesinin mümkün olabileceğini ben, asla düşünemem. Kur'ân; geçmiş milletlerden ve bu milletlerle ilgili ilâhî kanunlardan Allah'ın gökyüzünde, yeryüzünde, dış dünyada (afâk) ve İç dünyada (enfüs) mevcûd olan âyetlerinden özet olarak sözetmiştir. Ve bu özet ifâde; her şeyi bilgisiyle kuşatmış olan Allah'tan sâdır olmuştur. Allah, Kur'ân'ın özet olarak bahsettiği hususları daha iyi bilmek ve anlamak için yeryüzünde gezmemizi, tefekkür ve nazar etmemizi emretmiştir. Şayet biz, bu kâinatı dış yüzüne bakarak değerlendirmekle yetinseydik; kitaba, ihtiva ettiği bilim ve hikmetle değil, cildine bakarak değer veren kimseler durumuna düşerdik. 4- Bütün insanlığın Kur'ân'la nasıl hidâyete erdirilcbileceğinİ bilmek. Bu, farz-ı kifâyeyi üstlenmiş olan müfessirin peygamber devrindeki araplann ve arap olmayanların ne durumda olduklarını bilmesi gerekir. Zîrâ Kur'ân insanların hepsinin şekavet ve dalâlette bulunduklarını, peygamber (s.a)'in de onları hidâyete ve mutluluğa eriştirmek üzere gönderildiğini bildirmektedir. Müfessir; o insanların hallerini ve durumlarını bilmedikçe Kur'ân'ın kınadığı âdetleri gerçek şekliyle veya gerçeğe yakın olarak nasıl anlayabilecektir? Kur'ân bilginleri; dine davet edenler ve taklîdî olarak bu uğurda mücâdele edenler başkalarını taklîd ederek insanların bâtıl üzere bulunduklarını, Kur'ân'ın da bunların bâtıl görüşlerini ortadan kaldırdığını söylemekle yetinmeleri mümkün müdür? Asla. Ben şu anda Hz. Ömer'den rivayet edilen şu sözü söylüyorum: İnsanların câhiliyyet ahvâlini bilmemeleri düğüm düğüm islâm düğümünün kopup yok olması endîşesini doğurmaktadır. Yani Hz. Ömer demektedir ki: İslâm döneminde neş'et edip de insanların daha önceki hallerini bilmeyenler Kur'ân'ın hidâyetinin etkisini ve Allah Teâlâ'nın Kur'ân ile beşeriyetin durumunu değiştirmesindeki inayetini, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmasındaki lutfunu bilemezler. Bunu bilemeyenler de İslâm'ın alelade bir şey olduğunu zannederler. Görmez misiniz kî; temiz ve rahat bir ortamda yetişmiş olanlar misvak ve temizlik gibi emirlerde şiddet göstermeyi lüzumsuzluk sayarlar. Çünkü bu, onlara göre hayatın zorunlu gereklerindendir. Ama kendilerinden başka halk tabakalarının durumunu araştırmış olsalar bu emirlerdeki hikmeti bilir ve bu edebin nereden geldiğini ve ne derece önemli olduğunu anlarlardı. 5- Peygamberin ve ashabının sîretini bilmek. Onların dünyevî ve uhrevî konularda nasıl bir bilgiye ve davranışa sahip olduklarını öğrenmek gerektir. (Reşîd Rızâ, Tefsîr'ül-Menâr, I, 21-24) Daha önce; re'y ile tefsîrin iki kısım olduğunu bir kısmının yerilmiş ve makbul olmadığını, diğer bir kısmının da övülüp makbul olduğunu belirtmiştik. Yerilmiş ve makbul olmayan dirayet tefsirlerini bir kenara bırakalım, zira bu tefsirlerin, sahih anlamıyla tefsîr olmaktan uzak, mücerred hezeyanlardan ibarettir. Öğülmüş ve makbul olan dirayet tefsirlerinden bir kısmı; rivayet tefsîriyle aynı, bir kısmı ise farklı, olabilir. Yani ikisi birbiriyle tam olarak çelişebilir. Şöyle ki: Re'y ile tefsîr bir şeyin akıl bakımından reddedilmesini söylerken rivayet tefsiri bunu kabul edebilir. Bu gibi hallerde her iki tefsîri kabul edip aralarında uyum sağlamak mümkün olmaz. Bazı hallerde ise rivayet tefsîri ile dirayet tefsîri arasındaki farklı ifâdeleri birleştirip aralarında uyum sağlamak mümkün olur. Sözgelimi Sırât-ı Müstakîm ifâdesini bazıları Kur'ân, bazıları İslâm, bazıları kulluk yolu, bazıları da Allah vefResûlüne itaat olarak tefsîr etmişlerdir. Bu anlamlar herne kadar birbirinden farklı ise de birbirine karşıt ve çelişik değildirler. Zira İslâm yolu, aynı zamanda Kur'ân yoludur, kulluk yoludur, Allah ve Resulüne itaat yoludur. Bu takdirde farklı olarak ifâde edilse de hepsini aynı mânâ etrafında toparlamak mümkündür. Rivayet tefsîri ile dirayet tefsîri arasındaki ihtilafın en zor olan kısmı; aklın ve naklin kesin 'ifadelerle birbirinden farklı olması veya birinin kesin, diğerinin zannî olması, ya da her ikisinin netîcesinin de zandan ibaret bulunması halleridir. Akıl ve naklin kesin olarak birbiriyle çelişmesi düşünülemez. Binâenaleyh, şeriatın akla çelişik olması imkânsızdır. Birinin kesin, diğerinin zannî olması halinde ise iki görüşün arasını cem'etmek imkânı bulunmayacağından, kesin olanı zannî olana tercîh etmek gerekir. Böylece en kuvvetli ve en çok tercîh edilen görüş ile amel edilir. Her ikisinin de zannî olması halinde ise; akıl ile naklin arasını birleştirmek mümkün olursa, Kur'ân'ın ifâdesinin her ikisine birlikte hamledilmesi gerekir. Eğer ikisinin arasını cem'etmek mümkün olmazsa, peygamberden nakledilen ve sahîh olan tefsîr tercih edilir. Zîrâ sahabeye nisbet edilen sahîh tefsîr daha makbuldür. Mümkündür ki; sahabe bunu Resülullah'tan duymuş olsun Ayrıca ashabın sahîh bir anlayışa, sağlam bir düşünce yapısına, sâlih amele sâhib oldukları ve bu meziyetleriyle imtiyaz ederek Kur'ân'ın inişine şehâdet ettikleri bir realitedir. Tabiînden nakledilen rivayete gelince; bu konunun açıklanması gerekir. Eğer tabiînden olan zât, ehl-i kitâbtan rivayet aktarmakla maruf birisi ise, o konuda tabiînin görüşü yerine aklın görüşü tercîh edilir. Ama tabiîn ehl-i kitâbtan rivayet nakli ile tanınmazsa ve tabiînden nakledilen haberler aklî yorum arasında çelişki bulunacak olursa; bu takdîrde işitilerek elde edilen deliller, ve aklî istidlaller ya da ikisinden birisi tercîh edilir. Eğer karineler, şüpheli olur, deliller ve belgeler de çelişirse bu durumda mes'ele üzerinde bir hüküm verilmez, Allah'ın muradının mevcudiyetine inanılır, ancak bu muradın hangi şekilde tecellî ettiği kesin olarak söylenmez. Böylece bu mes'eîe açıklanmamış mücmel ve müteşâbih mes'ele hükmünde mütalaa edilir. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I, 284-286) Dirayet tefsirinde görülebilecek kuvvet ve zaaf noktalarını kısaca açıkladıktan sonra, şimdi dirayet tefsirlerinin en önemlilerini biraz daha detaylı olarak görmeye çalışalım: Daha önce de belirttiğimiz gibi, İslâm'ın başlangıç döneminde bahsedilen şartlar nedeniyle daha çok rivayet türünden tefsirler yazılmış ve rağbet bulmuştur. Ancak zamanla ve gelişen siyâsî, sosyal, ekonomik ve kültürel sâiklerle dirayet tefsirleri de kaleme alınmıştır. Bu tefsirlerden en önemlileri Zemahşerî'nin (öl. 949) el-Keşşâf an Hakâik'it-Tenzîl; Fahreddîn Râzî (öl. 1209)'nin Mefâtîh'ül-öayb; Kâdî Beydâvî (öl. 1286)'nin Envâr'üt-Tenzîl ve Esrar'ütTe'vîl; Ebü'l-Berekât en-Nesefî (öl. 1300)'nin Medârik'üt-Tenzîl; Hâzîn (öl. 1340)'in Lübâb'ütTe'vîl; Ebu Hayyân el-Endelûsî (öl. 1344)'nin Bahr'ül-Muhît; Hatîb eş-Şerbînî (öl. 1570)'nin Sırâc'ül-Münîr; Ebu'Suud Efendi (öl. 1574)'nin İrşâd'ül-Akl'is-Selîm; Âlûsî, (öl. I854)'nin Rûh'ülMeânî, Sıddîk Hasan Bahadır Han (öl. 1889)'m Feth'ûl Beyân isimli eserleridir. Ayrıca başta Şeyh Muhammed Abduh (Öl. 1905), Cemaleddîn el-Kâsımî (öl. 1913), Reşîd Rızâ (öl. 1935), Tantâvi Cevheri (öl. 1940), Elmalıh Muhammed Ham-di Yazır (öl. 1942), Muhammed Mustafa el-Merâğî (öl. 1945), Seyyid Kutub (öl. 1966), Ebu'1-A'lâ el-Mevdûdî (öl. 1979) olmak üzere Ünlü çağdaş mütefekkir ve mü-fessirlerin tefsîr çalışmaları herne kadar dirayet tefsirleri kategorisine girerse de biz, bu tefsirleri modern tefsîr farâliyeti bölümünde ele alacağımızdan burada ayrıca inceleme onusu yapmayacağız.[11]
I- Zemahşcri (öl. 538/1144), el-Keşşâf an-Hakâık
I- Zemahşcri (öl. 538/1144), el-Keşşâf an-Hakâık Ebu'l-Kâsım Cârullah Mahmud İbn Ömer İbn Muhammed lbn Ömer el-Harizmî ez-Zemahşerî. Tefsîr, hadîs, kelâm, İlimlerinde şöhret bulmuş ünlü edip ve şâir. 27 Recep 467 (19 Mart 1075)'de Harizm eyaletindeki Zemahşer'de doğmuştur. Çocukluğunda damdan veya hayvandan düştüğü için ve büyük bir ihtimâlle de Harizm'de yolculuk esnasında kar fırtınasından donduğundan dolayı bir ayağı kesilmiş ve takma bacakla yürümek zorunda kalmıştı. Dindar bir aileye mensûb olan Zemahşerî İlk dinî bilgileri babasından almıştır. Rivayete göre, ayağı sakat olduğundan babası, onun hayatını rahatça ve oturarak kazanması için terzi olmasını arzu etmiş, ancak Mahmud İbn Ömer'in okumak istemesi üzerine medreseye vermişti. Zemahşerî, önce devrinin dil ve tıp bilginlerinden olan Ebu Mudar Mahmud İbn Cerîr et-Dabbî'den dersler almış ve mu'tezileden olan bu hocasının etkisinde kalarak mu'tezilî inançları benimsemiştir. Ünlü Selçuklu sultânı Melik Şâh'ın vezîri Nizâm'ül-Mülk'ün zamanında yetişmiş olan Türk asıllı bu büyük düşünür; bir süre sonra Harizm'den Horasan'a gider, sonra İsfahan'a geçerek Melik Şâh'ın oğlu Sultan Muhammed ile ilişki kurar ve bir kasidesinde onu medheder. Hacca giderken Bağdâd'a uğrar. Ve Bağdâd'ta Nizamiye medresesinde ders veren ünlü bilginlerden Ali İbn Muzaffer en-Nîsâbûrî, Ebu Nasr el-Isfahânî, Ebu'i-Hattâb İbn ebu'l-Beşer, Ebu Saîd elŞakkânî, Şeyh'ül-İslâm Ebu Mansûr İbn Nasr, Kâdı'lKudât Ebu Abdullah Muhammed İbn Ali edDâmeğânî,ibn el-Şecerigibi bilginlerle tanışır ve bunlardan edebiyat, hadîs, fıkıh dersleri alır. 512(1118) yılında Mekke'ye giden Zemahşerî, burada Mekke şerifi Ali Jbn Hamza lbn Vahhâs ile tanışır ve aralarında şahsî bir dostluk teşekkül eder. Mekke'de bulunduğu süre içerisinde çevrede bulunan muhtelif kabilelerin arasında geziler yaparak arapların dil, edebiyat, örf ve âdetleri hakkında genişbilgiler toplar. Burada iki yıl kaldığı sanılan Zemahşerî tekrar Harizm'e döner. Ancak Harizm'de fazla kalmaz. Yeniden Mekke'ye gitmek üzere yola düşer ve Şam'da vâlîTâç'ül-Mülûk Böri lbn Tuğtekin ile görüşür. Mekke'ye vâsıl olduğunda, kendisi gibi bir mu'tezilî olan lbn Vahhâs'ın da teşviki ile bahis mevzuu ettiğimiz Keşşaf tefsirini yazmaya koyulur. Çok sevdiği Ka'be'de uzun müddet kaldığı için (Allah'ın evinin komşusu) anlamına kendisine Câr'ul-Lah lakabı verilir. Bu seyahatında üç yıl Ka'be'de kaldıktan sonra, tekrar Harizm'e dönmek ister ve 533 (1138) yılında Bagdâd'a uğrar. Burada büyük bir ilgi ile karşılanır. Fahr-ı Harizm (Harizm'in kendisiyle iftihar ettiği kişi) diye de tanınan Zemahşerî, bir yandan dersler verirken, diğer yandan da Ebu Man-sûr el-Cevâlıkî gibi âlimlerin derslerine devam ederek icazet alır. Memleketi olan Harizm'e geldikten sonra Ceyhun (Amu Derya) Nehrinin kıyısındaki Ürgenç (GürgançCürcan)'e yerleşir. Birkaç sene sonra 9 Zilhicce 538 (14 Haziran 1144) yılında Arefe gecesi vefat eder. Hiç evlenmemiş olduğu sanılan Zemahşerî bir yandan ilmî eserler te'lîf ederken, diğer yandan da pek çok sayıda öğrenci yetiştirir. Tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, nahiv, dilbilgisi, edebiyat, biyografi gibi pekçok mevzuda eser vermiş olan Zemahşerl'nin şüphesiz ki en ünlü eseri; el-Keşşâf an Hakâ-ik'i Ğavâmız'it-Tenzîl ve Uyûn'ül-Ekâvil fi Vücûh'it Tenzil isimli tefsiridir. Kısaca Keşşaf diye bilinen bu tefsiri, Mekke'de yazmaya başlamış, ancak Ürgenç'te tamamlayabilmiştir. Dirayet tefsiri alanında yazılan eserlerin ilki olan bu tefsîr, Kur'ân'ın i'câzıni, dil bakımından İnceliklerini ortaya koyan edebî tefsîr örneklerinin de ilkidir. Nitekim kendisinin de çok beğendiği bu eser, özellikle Kur'ân'ın edebî i'câzı üzerinde fazlasıyla durduğu için uzun yıllar medreselerde okunmuş ve bu sebeple de büyük bir itibâr görmüştür. Ancak Mu'tezilî fikirleri taşıdığı için sürekli eleştiri konusu da olmuştur. Biz zaman zaman bu tefsirden bazı iktibaslar yaptık. Bu bölümlere bakarak Keşşaf hakkında bilgi sahibi olmak mümkündür. Keşşaf birçok kişi tarafından özetlenmiş veya şerhedilmiştir. Bu Haşiye, Tâ'lîk, telhîs ve hâmİş' Kâtip Çelebi ve Brockelmann tarafından kaydedilmiştir. Ayrıca Nukat'ül- Arap fi Carîb'il-Trâb fi'1-Kur'ân adında Kur'ân'ın i'râbına dâir bir eserinin yanı sıra, el-Minhâc fi Usûl'id-Dîn isimli fıkha dâir bir eseri bulunmaktadır. Farâiz, haccın menâsiki ve hadîsle ilgili birçok eserler de yazmış olan Zemahşerî'nin el-Fâik fi öarîb'il-Hadîs isimli hadîslerdeki garîb lafızları açıklayan eseri ve nahve dâir el-MufassaI,el-Ünmûzec el-Müfred ve'1- Mürekkeb ile klasik arapçanın Önemli bir lügati özelliğini taşıyan Esâs'ül-Belâğa isimli eseri ve yine pratik bir sözlükten oluşan Mukaddimet'ül-Edeb'i, seçilmiş vecizelerden oluşan Nevâbiğ'ül-Kelim'i ve hikemiyyâtten meydana gelen Etvâk'üz-Zeheb'i, nasîhatları ihtiva eden Makâmât veya Nesâih'ütKibâr'ı, Arap atasözlerinden meydana gelen el- Müstaksâ fi'1-Emsâl'i ve nihayet kendi şiirlerini toplamış olduğu divânı gerçekten son derece önemli eserleridir. Onun ellinin üzerinde eser yazdığı anlaşılmaktadır. Zemahşerî, Arap dilinin inceliklerine öylesine vâkıf olmuştur ki, rivayete göre bir gün Ebu Kubeys dağına çıkarak Arap kabilelerine şöyle seslenmiştir: Babalarınızın, dedelerinizin dilini gelin benden öğrenin. Zemahşerî, Keşşafta Kur'ân-ı Kerîm'İn belagatını, fasahâtını, edebî' i'cazını o dönemin bütün eserlerinin son derece üstünde bulunduğunu, yalnız o günkü Arap edebiyatı bakımından değil, diğer semavî kitâblar bakımından da üstünlüğünü ortaya çıkarmıştır. Kur'ân'm dil bakımından inceliklerini ızİ/âr etmiş ve bunda da fevkalâde başarı göstermiştir. Nitekim ünlü müfessir Fahreddîn Râzî öâfir süresindeki: "Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar hamd ile Rablarını tesbîh ederler ve îmân ederler." (Ğâfir, 7) âyetindeki "ve îmân ederler" kavundaki inceliğe dikkat çeken Keşşafın görüşünü aktararak şöyle der: Meleklerin zâten daha önce Rab-lanna hamd ile tesbîh ettiklerinin belirtilmesi onların îmân etmiş olmalarınım gösterir. Bundan sonra da yine îmân ettiklerinin belirtilmesinde ne fayda mülahaza edilmiş olabilir? Biz deriz ki: Buradaki fayda; Keşşaf tefsirinin sahibinin(Zemahşerî) belirttiği nükte olmalıdır. Bu nükteyi gayet güzel keşfetmiş olan Zemahşerî şöyle diyor: Bundan maksad, Allah Teâlâ'nın Arş üzerinde durmadığına dikkatleri çekmektir. Zîrâ Allah Teâlâ Arş'ın üzerinde oturmuş ve melekleri izliyor olsaydı, Arş'ı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler de Allah Teâlâ'nm zâtını gözleriyle görüp müşahede etmiş olurlardı. Bu takdirde de meleklerin Allah'ın varlığına îmânı görmeden îmân türünde olacağı için bu îmânlarından dolayı onları medh ve sena etmek gerekmezdi. Zîrâ hazır ve görülen bir şeyin varolduğuna inanmak ayrıca bir övgüye neden olmaz. Görülmüyor mu ki güneşin varlığını ve aydınlığını kabul etmek herhangi bir övgüyü gerektirmez. Allah Teâlâ meleklerin îmân ettiklerini övgüyle zikrettiğine göre; anlaşılıyor ki, melekler Allah Teâlâ'nın zâtım Arş üzerinde oturmuş hâzır olarak bilip tanımak yerine, sadece delîl tarikiyle bilip doğrulamışlardır. Allah Teâlâ Keşşaf sahibine rahmet etsin eğer eserinde bu nükteden başka bir şey bulunmamış olsaydı, yine de onun için övünç ve şeref kaynağı olmaya yeterdi. (Fahreddîn Râzî, Mefâtih'ül-Ğayb, XXVII, 33-36) Fahreddîn Râzî'nin de işaret ettiği gibi bu konulardaki derin tesbîtleri nedeniyle Keşşaf tefsiri zamanına kadar benzeri yazılmamış değerli bir tefsir olarak görülmüş ve hattâ müellifin kendisi bile eserini fazlasıyla beğenerek bir şiirinde şöyle medhetmiştir: Sayısız tefsîrler vardır dünyada, Hayatım hakkı için Keşşafın benzeri yoktur. Eğer hidâyeti bulmak istiyorsan devanı et onu okumaya, Cehalet bir hastalık gibidir, Keşşafta ona şifâ. Zemahşerî Keşşafta tasavvuf! konulara yer vermediği gibi buna karşı çıkmış ve Mâide sûresinden (âyet 54) mutasavvıflara ağır eleştiriler yöneltmiştir. Mu'tezİIe; âhirette Allah'ın görülmesini reddettiğinden Zamahşerî de Âl-i İmrân sûresinde (185) "Gözler onu görmez" âyetini tefsîr ederken Ru'yetullah'ı açıkça inkâr ederek kısaca şöyle der: Gözler Allah'ın zâtına ilişemez ve kendisini göremez. Çünkü Allah Teâlâ zâtı bakımından gösterici olmaktan yücedir. Zîrâ gözler cisimler gibi aslî veya arazlar gibi tebaî olarak bir yönde bulunan şeylere ilişebilir. Allah'ın zâtı ise hiçbir yönde değildir. Bütün bu zaafına rağmen Keşşaf tefsiri, islâm âlimlerince büyük bir itibâra mazhar olmuştur. Otuza yakın müellif ona kısmen veya tamamen şerh yazmıştır. Bunları şöylece sıralayabiliriz: (Kutbeddin Mahmûd Şîrâzî (öl. 710/1310); Muhammed etTayyibî, (öl. 743/1342); Ömer İbn Abdurrahmân elKazvînî (öl. 745/1344); Ahmed el-Çarperdî(öl. 746/1335); İmâdüddîn Yahya el-Alevî(öl. 750/1349); Kutbeddîn. Tehtânî (öl. 766/1364); Ekmelüddîn Bâbertî (öl. 783/1381); Sadeddîn Teftâzânî (öl. 792/1389); SiracÜddîn Ömer elBulkînî (öl. 805/1402); Seyyîd Şerîf Cürcanî (öl. 816/1413); Veliyüddîn Ebu Zür'a (öl. 826/1422); Haydar el-Herevî (öl. 830/1426); Yûsuf İbn Hasan etTebrîzî (öl. 840/1436); Alâeddin Ali Musannifek (öl. 871/1466); Hasan Çelebî (öl. 885/1480); Hatibzâde Muhyiddîn (öl. 901/1495); Kemâlüddîn İsmail Karamanı (öl. 920/1514); İbn Kemâl Paşa (öl. 940/1535); Hayreddin Hızır el-Atûfi (öl. 948/1541); Mcvlânâ Ali Kuşçu (öl. 978/1570); SunTuIlah Efendi (öl. 1011/1602); MaraşMı Saçaklızâde Mehmcd Efendi (öl. 1145/1732) Ayrıca vefat tarihleri bilinmeyen Abdülkerîm İbn Abdülcebbâr, Alâeddîn Ali Pehlivan, EbuM-Abbâs Ahmed İbn Benâ', Mevlânâ lbn'Ül-Hatîb ve Selanik kadısı Hamid tbn Mustafa tarafından Keşşaf tefsîrine haşiye veya tâlîk yazılmıştır. Diğer taraftan Muhammed İbn Ali el-Ansârî (öl. 662/1263); Kâdî Beydâvî (Öl. 685/1286); Kutbeddîn Muhammed es-Seyrafî (öl. 698/1298); Alâeddin Ali et-Tûsî (öl. 816/1413), AbdüM-Evvel İbn Hüseyn (öl. 950/1543) tarafından telhis yazılmıştır. Cemâleddîn Abdullah ez-Zeyla'î ile Şihâbüddîn Ebu'1-Fadl Keşşaf tefsirinde mev-cûd olan hadîsleri tahrîc etmişlerdir. Ve yine bu eseri tanıtmak üzere Nâsıruddîn Ahmed tarafından el-tntisâf, Alamüddîn el-Irâkî tarafından el-lnsâf, Ali Ömer es-Sakûnî tarafından Kitâb'ütTemyîz Ala'l-Kesşâf isimli eserler kaleme alınmıştır. Keşşaf tefsirinde yer alan bin kadar beyit şerhedildiği gibi, Fi'ruzâbâdî ve Hâmid İbn Ali elDımeşkî, Keşşafın önsözünü şerhetmişlerdir. Bu eserde şevâhid kabilinden zikredilen beyitler, Hıdır İbn Muhammed el-Mavsılî, Muhibbüddîn Muhammed el-Hamevî ve Ebu Abdullah Muhammed İbn Tayyib tarafından şerhedilmiştir. Zemahşerî tefsirinin önsözünde bu eseri neden kaleme aldığını şöyle açıklıyor: Adalet ehli kurtulan topluluğun seçkinlerinden; Arap ilimleriyle, dinî esâsların arasını birleştirenlerden dinde kardeşlerimiz olan bazı kişilerin bir âyetin tefsiri konusunda bana başvurdukları her seferinde, kendilerine bazı gerçeklerin perdesini kaldırdığımda bunu fevkalâde güzel karşılayıp hayret ettiler ve bu gerçeklerden bazı cepheleri içeren bir eserin tasnifi konusunda bana şevk kanatlarını açı verdiler. En sonunda benim yanıma gelerek kendilerine tenzil (Kur'an-ı Kerîm')in hakîkatların-dan ve sözlerin kaynaklarından te'vîl vecihlerini açıklamamı, notlar tutturmamı istediler. Ben bağışlanmamı dîledimse de onlar dönüp geldiler ve dinin ulularından adalet ve tevhîd bilginlerinden şefaat dileyerek yeniden başvurdular. Herne kadar onların benden istedikleri şeyin bir görev olduğunu ve bu konulara girmenin farz-ı ayn gibi.bir şey olduğunu bilmekte idimse de; bundan bağışlanmamı dilemeye beni sevkeden husus; bırakalım beyân ve maânî ilimleri üzerine kurulmuş söz basamaklarında yükselmelerini, zamanın ahvâlinin derme çatma olması, insanlarının tutarsızlığı ve bu bilim konusunda en küçük bir himmet göstermekten uzak olmaları idi. Bunun üzerine ben de kendilerine başlangıçlar konusunda bazı mes'eleleri imlâ ettirdim ve Bakara sûresinin hakikat lan konusunda bazı söz topluluklarını yazdırdım. Bu yaygın bir söz idi, soru ve cevâbı çoktu, uzatmaları ve ekleri uzundu. Ancak ben bununla bu bilimin inceliklerinin derinliğine dikkatleri çekmeye çalıştım. Ve bunun kendileri için çevreyi aydınlatan bir ışık ve uyulan bir örnek olmasını istedim. Ne zaman ki; Allah'ın civarında bulunma azmini ve Harem-i ilâhiyyede konaklama isteğini kararlaştırarak yönümü Mekke canibine çevirdim, geçtiğim her ülkede sakinlerinden seçkin bir kitlenin-bunlarm sayısı ne de azdır- ciğerlerinin yanık olduğunu, o tutulan notlara ulaşabilmek ve onunla yakınlık kurup elde edebilmek konusunda susuz olduklarım ve bu notlan iktibas etmeye tutkulu bulunduklarını, gördüm. Bu gördüğüm şey ilgimi harekete geçirdi, durgun olan enerjimi canlandırdı. Mekke'ye konağımı kondurduğumda bir de baktım ki; ben, Hz. Hasan ailesinden değerli bir ocakta bulunuyorum. Bu emîr, şerîf; Resülullah ehlinin şerefi olan imâm Ebu Hasan İbn Hamza îbn Vehhâs'tı. Allah, onun yüceliğini sürdüredursun. Hz. Hasan ailesinde pekçok güzeller bulunmasına ve güzellikleri sayısız menkıbelere konu olmasına rağmen o, bu ailenin yüzünde bir benek ve nükte idi. İnsanlar arasında yüreği suya en çok arzulu, vücûdu en alevli ve arzusu en yeterli olanıydı, öyle ki; bizim Hicaz'da bulunmadığımız sürede; içinde bulunduğu külfetli hayata rağmen çölleri aşıp engelleri ortadan kaldırıp Harizm'e yanımıza gelmiş ve bu amacına ulaşmak İstediğini beyân arzusu duymuştu. Ben de demiştimki: Bağışlanma dileyen kişiye engeller kat kat oldu, dertler onu alıkoydu. Görüyorsun ki yıllar beni alıp götürdü. Vücûdum yıprandı arapların boynun uzantısı dedikleri onluk yıllarla (araplar altmış ile yetmiş yaş arasında bulunanlara böyle diyorlardı) boğuşur oldum. (Keşşaf, I, 15-19). Zemahşerî devamla bu eserini Hz. Ebu Bekir esSıddîk'in hilâfet kadar tutan bir sürede tamamlayıp bitirdiğini, aslında otuz sene kadar bir zamana sığacak bu çalışmayı, iki yıl üç veya dört ay gibi bir zamanda tamamladığını belirtmektedir ki, bu süre Kâtip Çelebi'nin beyânına göre 528 yılı Rebî'ülAhİr'in ikinci Pazartesi günüdür. (1133) Bunun ise sadece Allah'ın evinin (Kâ'be) bir mucizesi ve bereketi mahsûlü olduğunu bildirmektedir. Zemahşerî önsözde bilâhere tefsîr yazacak kişilerin; sâhib olmaları gereken asıl ilmin Beyan ve Maânı olduğunu belirterek Cahiz'in Nazmül' Kur'ân isimli eserinden naklen şöyle demektedir: "Fakîh; herne kadar fetva ve ahkâm ilminde akranlarından seçkin de olsa, kelâma herne kadar söz san'atında dünya ehlinin en üstünü de bulunsa, kıssa ve haber ezberleyicileri herne kadar tbn'üI-Kıriyye'den (Arap fesahat bilginlerinden birisi) daha çok hafız da olsa, vaiz herne .kadar Hasan el-Basrî'den daha iyi vaiz olsa, nahiv bilgini herne kadar Sîbeveyh'den daha çok nahiv bilse, Iüğat bilgini herne kadar sakal ve bıyığının gücüyle lüğatları çiğneyip yutsa bunlardan hiçbirisi bu yollara koyulmakta başarılı olamaz ve bu hakîkatlara dalanı az. Ancak Kur'ân'a hâs olan iki ilimde derin bilgi sahibi olan kimse müstesnadır ki bu ilimler "öz Önce belirtilen lügat, maânî ilmi ve beyân ilmidir." (Keşşaf, 1,12-15) Zemahşerî Kur'ân'm belagat cephesine çok önem verir ve âyetlerin tefsirinde istiare, mecaz ve diğer belagat metodlarını izah etmeye çalışır. Bu bakımdan gerçekten bîr çığır açmıştır. Kur'ân'ın eşsiz üslûbundaki nazım güzelliğini ve inceliğini ortaya koymuş ve bu cihetten de kendinden sonra gelen bütün müfessirlerin kılavuzu ve önderi olmuştur. Hattâ onun mezhebine karşı çıkanlar bile, onun ortaya koyduğu edebî ve lugavî incelikleri tekrarlamaktan geri durmamışlardır. Ne var ki bu edebî incelikler üzerinde fazlasıyla duran Zemahşerî bazan farazî ve mecazî varsayımlara fazlasıyla dayanmakta, birtakım temsîli ve hayalî ifâdelere çok yer vermektedir. Bu sebeple onun ünlü hasmı sünnî bilgin İbn el-Münîr e!-lskenderî kendisini bu bakımdan çok tenkîd edecek hattâ şöyle diyecektir: Bu adamın âyetin edebiyle edeblenip de Allah Teâlâ'nın misâl diye isimlendirdiği şeyi misâl diye isimlendirmesi gerekmez miydi? (el- İntisafKeşşafın kenarında-, II, 449). Zemahşerî, tefsirinde Mu'tezilî görüşleri te'yîd edebilmek için müteşâbih âyetleri muhkem âyetlere hamletmeye çalışır. Ancak bunu her müfessir gibi genel bir prensib olarak değil, yalnızca Mu'tezilî fikirlerle çelişen âyetler İçin uygular, (örnek olarak bkz: En'âm 103; Kıyamet, 22-23; A'râf, 28; İsra, 16) Zemahşerî büyük günâh konusunda, hüsün ve kubuh mes'elesİnde, sihir, irâde hürriyeti ve kulun fiilinin yaratıcısı olması mes'elesİnde tamamen mu'tezilî görüşleri sergiler. (Bkz. Büyük günâh meselesi için; Nİsâ, 93, En'âm, 158. Hüsn ve kubuh meselesi için; Nisa, 165; Isrâ, 15. Büyü için; Felak ve Nâs sûrleri. irâde hürriyeti ile alâkalı olarak Âl-i İmrân, 8; Mâide, 41; Bakara, 272; En'âm, 39: A'râf, 43) (Zemahşerî hakkında daha geniş bilgi için bkz. Kıftî, Inbâh'ür-Ruvât Ala Enbâ'in- Nuhât, III, 265; Sem'anî, el-Ensâb, 277; Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XII, 219; Suyûtî, Buğyet'ül-Vûât, II, 279; Ib'n Kutlubağa, Tâc'üt-Terâcim, 71; Ze-hcbî, Tczkiret'ül-Huffâz, IV, 1238; Abdülkâdir İbn Muhammed el-Kureşî, elCevahir'ül-Müdîc, II, 160; îbn'ül İmâd el-Hanbelî, Şezerât'üz-Zeheb, IV, 118; Suyûtî, Tabakât'ülMüfcssirîn, 41; İbn Kâdi Şihbe, Tabakât'ün-Nuhât, II, 141; Zehe-bî, el-tber, IV, 106; lbnü'1-Esîr, el-Kâmil, XI, 97; el-Lübâb fî Tehzîb'il-Ensâb, I, 506; İbn Hacer, Lİsân'ül-Mîzân, VI, 4; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 269; Yâkût, Mu'cem'ül-Üdebâ, VII, 147; Mu'cem'ül-Büldân, II, 940>Taşköprüzade, Miftâh'üs-Saâde, III, 97; İbn'ül-Ccvzî, el-Muntazam, X, 112; Zehebî, Mîzan'ült'tidâl, IV, 78; İbn Tağriberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, V, 274; İbn Hacer, Nüzhet'Ül-Elibba', 391; îbn Hallikân, Vefcyât'ül-A'yân, V, 168-174, Nuri Yüce, İslam Ansiklopedisi, Zemahşerî maddesi; Brockelmann, G.A.L.I, 290 vd.; Suppl., I, 509 vd.)[12]
2- Fahreddîn Râzî (öl. 606/1209), Mefâlîh'ül-Ğayb)
2- Fahreddîn Râzî (öl. 606/1209), Mefâlîh'ül-Ğayb) Fahrüddîn Ebu Abdullah Muhammed İbn Ömer Ibn Hüseyn İbn Hasan İbn Ali et-Teymî el-Bekrî, etTaberî er-Râzî 543 (1149) yılında babası ZiyaÜddîn Ömer'in hatîb olarak bulunduğu Rey şehrinde dünyaya geldi. Bu sebeple ona Rey şehrinin Hatibinin oğlu mânâsına İbn Hatîb'ür-Rey denilmiştir, ilk öğrenimini babasından almış olan Fahrüddîn Râzî, daha sonra Merağa'da Mecd'üd-Devle el-Cîlî'den hikmet ilimlerini tahsil etmiş, Kemal es-Simuânî'den fıkıh öğrenmiş ve Şeyh Necmed-dîn el-Kübrâ'dan tasavvuf dersleri almıştır. Çevresinde şöhretli bir bilgin durumuna geldikten sonra, Ehl-i sünnete karşı görüşlerle mücâdele etmek üzere muhtelif seyâhatlarda bulundu. Önce Harizm'e giden Râzî, burada Mu'tezile mezhebi mensûbla-nyla ateşli tartışmalara girişti ve bu sebeple Harizm'i terketmek zorunda kaldı. Daha sonra Maverâünnehir bölgesine geçerek Buhârâ ve Semerkand'da bulundu. Doğmuş olduğu Rey şehrine dönen Râzî, şöhretli ve zengin bir doktorun iki kızım iki oğluna aldı. Doktorun vefatı üzerine çocuklarına zengin bir miras kaldığı ve bu nedenle Râzî'nin müreffeh bir hayat yaşadığı kaynaklarca belirtilir. 582 (1185) yılına doğru Gazne ve Hindistan'da geziler yapan Râzî, nihayet Gû-rî sultânlarının ve Harizmşah Alâeddîn'in himâyesi altına girerek Herât'a yerleşti. Herât'ta iken kendisine Şeyh'ül'îslâm lakabı verildi ve adı geçen Sultân Alâeddin ona büyük ikramlarda bulundu. Sonra da hükümet merkezi olan Cürcâniye'ye götürdü. Râzî için Herât'ta bir medrese te'sîs etti ve ömrünün sonlarına kadar burada öğrencilerine dersler vermesini sağladı. İbn Ebi Useybia'nın ifâdesine göre; şöhreti çevreye yayılmış bulunan Fahred-dîn Râzî; atına bindiği zaman etrafında üçyüz fakîh birlikte yürür ve Harizmşâh onun meclisine gelirmiş. (Uyûn'ül-Enbâ, 462) Kâdî Şemseddîn el-Hûyî, Fahreddîn Râzî'nin şöyle dediğini nakleder; Allah'a andolsun ki yemek zamanında ilimle uğ-raşamadığım için çok üzülüyorum. Çünkü vakit ve zaman çok değerli. (İbn Ebi Üsey-bis, A.g.e.: 462) Ders vermeye başladığından Zeyneddîn el-Keşşî, Kutbeddîn elMısrî ve Şihâbeddîn en-Nîsâbûrî gibi belli başlı öğrencileri çevresinde bulunur ve arkasında da sırasına göre diğer öğrencileri yer alırmış. Yine İbn Ebi Useybia'nın ifâdesine göre; Musullu Şemseddîn Muhammed şöyle demiş: 600 yılında ben Herât'ta bulunuyordum, Fahreddîn İbn'ül-Hatîb (Râzî); büyük bir saltanat ve ihtişamla Bamyan kentinden Herât kentine gelmişti. Buraya gelişinde hükümdar Hüseyin İbn Harmîn onu karşılayarak pekçok ikramlarda bulunmuş ve Câmi'ine bir minber, diyânın'ın baş tarafına da bir seccade yerleştirerek orada oturmasını istemişti. Halkın onun huzuruna gelip sözünü dinledikleri bir günde ben de orada bulunuyordum. Şeyh Fahreddîn eyvanın ortasında oturuyor sağ ve solunda Türk köleleri iki saf halinde kılıçlarına dayanmış olarak bulunuyorlardı. O gün Herât Sultânı Hüseyin İbn Harmîn de meclise gelip selâm verdi. Şeyh Fahreddîn onun yakınına oturmasını emretti. Ayrıca Şihâbeddîn el-Bûrî'nin yeğeni Sultân Mahmud da gelip selâm verdi. Şeyh Fahreddîn onun da öbür tarafta kendisine yakın bir başka yere oturmasını işaret etti. (İbn Ebi Üseybia, A.g.e., 462-463) Hükümdarlara emir verecek derecede itibâr gören Fahreddîn Râzî'nin Ziyaed-dîn ve Şemscddin adında iki erkek çocuğu vardı Hükümdarlar katında böylesine itibâr gören Fahreddîn Râzî'nin düşmanları da pek çok olmuştur. Özellikle kardeşi Rükneddîn'in onun aleyhinde sözler söylediği kaynaklarda rivayet edilir. Hüküm-dâr'ın Fahreddîn Râzî'ye itibâr etmesi ve kendisi için Herât'da bir medrese inşâ ettirmesi çoğunluğu Kerrâmiye mezhebine mensûb bulunan Herât halkına ağır geldi.Kerrâmiye'nin ünlülerinden ve önderlerinden Abdülmecîd İbn Kıdve'nin de hazır bulunduğu bir mecliste hükümdarın huzurunda; Kerrâmiye, Hanefî ve Şafiî âlimleri tartışma yaptılar. Fahreddîn Râzî'nin kuvvetli tartışma metodu karşısında fikirlerini savunamayan İbn Kadve Herât camiinde vaz'ederek halkı onun aleyhine tahrik etmiş ve bunun netîcesinde hükümdar Gıyâsüddîn, Fahrüddîn Râzî'yi şehirden çıkaracağını vaad etmiştir. ^ İbn Hallİkân'ın belirttiğine göre, Fahreddîn Râzî İmâm Cüveynî'nin eş-Şâmİl isimli eserini ezbere bilirmiş. Fahreddîn Râzî'nin bizzat ifâdesine göre üstâd silsilesi şöyle imiş: Babası Zİyâüddîn Ömer, EbuM-Kâsım Süleyman İbn Nasır, İmâm'ülHaremeyn Ebu'l-Meâli el-Cüveynî, Ebu İshâk eilsferayinî, Ebu'l-Hüscyn el-Bâhilî, Ebu'l-Hasan elEş'arî, Ebu Ali el Cübbâî. Onun fıkıhtaki üstâdlarının silsilesi de şöyledir: Babası Ziyâüddin Ömer, Ebu Muhammed Hüseyn İbn Mes'ûd el-Ferrâ, el-Bağavî Kâdî Hüseyn el-Mervezî, el-Kaffâl, Ebu Zeyd elMervczî, Ebu İshâk el-Mervezî, Ebu'l-Abbâs İbn Süreye, Ebu'l-Kâsım el-Enmâtî, İbrahim el-Müzenî ve imâm İdrîs eş-Şâfiî. Fahreddîn Râzî'nin 606 yılı (1209) Ramazân bayramına tesadüf eden pazartesi günü Herât'da vefat ettiği ve o gün akşama doğru Herât yakınlarındaki Müzdahân köyünde defnedildiği belirtilir. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV, 252) Arap edebiyatına hakkıyla vâkıf olan Râzî birçok şiir de yazmıştır. Onun ünlü şiirlerinden birisi şöyledir: Akılların gidebileceği yerin sonu kesiktir; Bilginlerin çalışmalarının çoğu boştur. Ruhlarımız bedenlerimize engeldir; Dünyamızdan elde ettiğimiz şey ise eziyet ve vebaldir. ömrümüz boyunca araştırmalarımızdan hiç yararlanmadık; Sadece şu dedi ile böyle denildiyİ birleştirdik. Nice kişiler ve devletler gördük ki; Hepsi birlikte çabucak yıkılıp yok oldular. Nice dağlar gördük ki zirvelerinde; Adamlar vardı yıkıldılar, Dağlarsa hâlâ dururlar. (İbn Ebu Üseybia, Uyûn'ulEnbâ, 468) Başta, konumuzu teşkil eden Mefâtîh'ül-öayb isimli tefsiri olmak üzere pek çok eser yazmış olan Fahreddîn Râzî kendi devrinde yaşayan kültürün canlı mümessillerinden birisidir. Kelâma dâir elErbaîn fî Usulü'd-dîn, el-Metâlib'üI-ÂHye Muhassalü Efkâr'ü-Mütekaddimîn, İrşâd'ün-Nüzzâr, Uyun'ülMesail, el-Mebahis'Ül-İmâdiyye, el-Burhân, el-Beyân, el-Levâmi', el-Mebâhis'üş-Şarkıyye gibi eserlerinin yanı sıra İbn Sînâ'nın el-lşârât isimli eserine yazmış olduğu Serh'üMşârât, şerh'ul-Hikme, Tâcîz'ülFelasife isimli felsefî eserleri, Kitâb fîM-Hendese ve Kitâb Musada-rât oklides isimli geometriye dâir eserleri, et-Tıbb'ül-Kebîr, Kitâb'Üt-Teşrîh gibi tıbba dâir eserleri ve yine İbn Sînâ'nın el-Kânûn isimli eserinin şerhi, ayrıca Gazzâlî'nin el-Vecîz isimli fıkha dâir eserinin şerhi, Esâs'ül-Takdîs isimli eseri ve imâm Şafiî'nin hayatından bahseden Menâkib'ültmâm eş-Şâfıî isimli eserleri meşhurdur. Bunun yanısıra daha birçok eser ve risale kaleme almıştır. Bu sebeple devrinin bütün bilginleri tarafından büyük bir saygıyla anılmıştır. Şüphesiz ki Râzî'nin en büyük eseri, Kur'ân tefsiridir. et-Tefsîr'ül-Kebîr diye de anılan bu ünlü tefsîri, tamâmlayamadan vefat etmiştir, öğrencilerinden Şam'da başkadı olan Sihâbüddin Ahmed İbn Halîl elHûyî ve Necmüddîn Ahmed İb Mu-hammed clKamûlî tarafından tamamlandığı belirtilmektedir. Ayrıca Muhammed İbn Ebu'l-Kâsim tarafından etTenvîr fî't-Tefsîr, adıyla özetlenmiştir. ibn kesîr tefsirinin muhtelif cildlerinde, bazı bölümlerini tercüme ederek vermiş olduğumuz Fahreddîn Râzî'nin tefsîri; onüçüncü yüzyılda mevcûd olan kültür birikimlerinin hepsinin bir özeti ve muhassılası durumundadır. Başta fizik, astronomi, felsefeplmak üzere devrin carî olan pozitif bilim geleneği özetlenerek dirayet metodu doğrultusunda Kur'ân âyetleriyle bağdaştırıl maya çalışılmıştır. Her âyetin gramer özellikleri, belagat incelikleri, fıkhî yorumları, yapılmakta ve sistematik şekilde kelâmî mevzû'Iar tartışılarak o güne değin yaşamış olan kelâm problemlerinin ana konuları başlıklar halinde incelenmektedir. Riyâzî ve tabiî bilimlere genişçe yer vermeye çalışan Râzî, özellikle Batlamyus (Ptolemeus) astronomisinin izâhlarıyla Kur'ân âyetlerini tefsîr etmeye çalışmaktadır. Bu sebeple de yorumlarında bazı çıkmazlara düşmektedir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerîm bir ilimler ansiklopedisi değildir. Sâdece insan, kâinat ve hayat hakkında ana ilkeler vazeden bir sistemler manzumesi getirmektedir. Böyle olunca da mücerred bazı temasları vesîle ederek Kur'ân-ı Kerîm'i ansiklopedik bir bilimler kitabı haline dönüştürme çabası değişmeyen bir gerçeğin değişen durumlara uydurulması gibi sonu çıkmaz bir yola götürür. Nitekim Râzî Bakara sûresinde (22. âyet) "O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı*' âyetini tefsîr ederken dünyanın dönmeyip durgun olduğu konusunda beş ayrı delil zikretmektedir. (Bkz. İbn Kesîr, Hadîslerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri, II, 215-217) Buna mukabil yüzyılımızdaki mü-fessirler de başta Tantavî Cevheri olmak üzere Kur'ân-ı Kerîm'den dünyanın döndüğüne dâir birçok delil serdetmektedirler. (Bkz. Tantavî Cevherî, Cevahir'ül-Kur'an, indekste gösterilen yerler) Râzî bu büyük tefsîrinde felsefî tartışmalara da genişçe yer verir ve özellikle ilahiyat konusunda islâm filozoflarının yorumlarını değerlendirmeye ve zaman zaman da eleştirmeye çalışır. Ancak, filozoflara karşı bircephe almış olmak yerine, daha çok fırkaların görüşlerine yer veren kelâmı mezheplerin tartışmalarını Öne alır. Kendisi tran'lı olmasına rağmen dâima Ehl-i sünnetin görüşlerine ağırlık verir ve bu vesîle ile gerek MıTtezile, Mürcie ve Cebriye gibi diğer mezheplerin görüşlerini, gerekse Şîa'nın görüşlerini sürekli çürütmeye çalışır. Nitekim bu sebeple Endülüslü bilginler tarafından eleştirilecek olan Râzî hakkında İbn Hacer Necm etTûfî'nin el-lksîr fi llm'it-Tefsîr isimli kitabında şöyle dediğini bize aktaracaktır: Tefsîrler arasında tefsîr ilminin en Önemli konularını derli toplu olarak anlatan; Kurtubî'nin ve İmâm Fahrüddîn'in tefsîrinden başkasını görmedim. Ancak onun (Râzî) tefsirinin pek çok ayıpları vardır. Nitekim bana Şeref üd-Dîn en-Nüsaybî şeyhi Mağribli Sırat* üd-Dîn elSermiyâhî'den nakletti ki; o, iki cilt halinde el-Me'haz İsimli bir kitâb tasnif ederek Fahreddîn Râzî'nin tefsîrindeki değerli ve değersiz konuları açıklamıştır. O, Râzî'ye çok kızarak dermiş ki; Râzî; din ve mezhep konusunda muhaliflerin şüphesini gerçek görüşten daha fazla irâd etmekte, hak ve sünnet ehlinin görüşünü ise daha düzensiz biçimde aktarmaktadır. Tûfî der ki: Yaşıma andolsun ki; bu Râzî'nin felsefe ve kelâmla ilgili kitaplarındaki âdetidir. Nitekim bu sebeple bazıları onu itham etmişlerdir. (İbn Hacer, lisân'ül-Mîzân, IV, 427-428) Fahreddîn Râzî, âyetlerdeki fıkhî ahkâmı da detaylı olarak açıklamaya çalışır ve hattâ* kendisi Şafii mezhebine mensûb olduğu halde diğer mezheplerin görüşlerine de geniş olarak yer verir ve sonuçta Şafiî'nin görüşünü tercîh ettiğini belirtir. Râzî'nin tefsîrinde yeri geldikçe fıkıh ve tefsîr usûlüne dair bilgilere de rastlanmaktadır. Gramer ve belagat yönünden Kur'ân'm i'câzını göstermeye ahşan Râzî, tasavvufî izahlara da yer verir. Onun Nûr âyetinin tefsîri ve buradaki tasavvufi yorumları, Râzî'nin tefsirini tasavvufa girdikten sonra kaleme aldığını söyleyenlerin görüşünü te'yîd edici niteliktedir. Râzî, tefsîrinde hem rivayet, hem de dirayet usulüne başvurmuş, âyetlerin tefsirini sahabe ve tabiînin rivâyetleriyle açıklamaya çalışmış sonra da dirayet yoluyla izah etmiştir. Mefâtîh'ül-öayb'da Râzî, sûrelerle sûrelerin birbiri arasındaki insicamını göstermeye Özen göstermiş ve âyetler arası ilmî ve edebî yönden bağlantılar kurmaya çalışmıştır. Az önce de belirttiğimiz gibi Fıkıh bakımından Şafiî mezhebinin görüşleri esâs alındığı gibi, itikâdî konularda da Eş'arî mezhebinin görüşleri detaylı olarak açıklanmıştır. Böylece görülüyor ki Râzî'nin tefsîri; İslâm dünyasında şöhret bulduğu tarzda "ulu" ve "büyük" tefsîr unvanına (Tefsîr'ül-Kebîr) gerçekten lâyık olmuş ve sırf bir tefsîr olmaktan öte antik çağlardan beri gelen kültür birikimlerinin sergilendiği bir bilimler ve özellikle İslâm ilimleri ansiklopedisi niteliğine bürünmüştür. Ama bu ansiklopedi alışılagelen türden olmayıp yeri geldikçe ve gerek duyuldukça sergilenen bilgi yığınlarından oluşmaktadır. Hattâ bu sebeple İbn Hallikân; Tefsir'ül-Kebîr için şöyle diyecektir; Râzî kelâm ilminde, eskilerin ilimlerinde ve aklî ilimde zamanının halkını geçmiştir. Sayısız pek çok fende faydalı tasnifleri vardır. Bunlardan birisi Kur'ân-ı Kerîm tefsiridir ki onda her türlü garîb şeyleri cem'etmiştir ve gerçekten bu büyük bir kitâbtır. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV, 249) Aynı nedenledir ki Kâtip Çelebi Keşf'üz-Zunûn'da şöyle diyecektir: Doğrusu Fahreddîn Râzî tefsirini filozofların ve hükemânın sözleriyle doldurmuş ve bir şeyden çıkıp başka bir şeye girmiştir, öyle ki bakan kişi, bundan hayrete düşer. Ebu Hayyân ise el-Bahr'ül-Muhît'de der ki: İmâm Râzî tefsirinde tefsîr ilminde gereği olmayan pek-çok şeyleri uzun uzadıya derleyip aktarmıştır. Bu,sebeple bazı bilginler şöyle demişlerdir: Râzî'nin tefsirinde tefsirden başka her şey vardır. (Kâtip Çelebi, Keşfüz-Zunûn, 1,431-432) Râzî'nin naklettiği hadîslerde sahîh ve zayıf ayrımı yapmadığı ve bu konuda yetersiz olduğu da söylenmiştir. Râzî'dcn sonra yüzyılımıza kadar devam edecek olan yeni bir tefsîr türü ortaya çıkıp gelmiştir. Ve hatâları sevâblanyla bu tür tefsirler sürekli tartışılır olmuştur. Râzî'nin Önemli cephesinden birisi de iyi bir vaiz olmasıdır, ibn Hallikân onun için şöyle diyecektir: Vaaz konusunda Yed-i Beyza (Hz. Musa'nın mucizesi)'ya sahipti. Arapça ve Farsça va'zederdi. Va'z esnasında vecde kapılır ve hüngür hüngür ağlardı. Hcrât şehrinde muhtelif mezheblerden ve görüşlerden insanlar onun meclisinde hazır bulunur ve kendisine sorular sorarlardı. O, her soruya en güzel şekilde cevâblar verirdi. Bu sebeple Kerrâmiyye'den birçok insan kitlesi Ehl-i Sünnet mezhebine dönmüştü, ve yine bu sebeple kendisine Herât'da Şeyh'ül-fslâm lakabı verilmişti. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV 249-250) (Râzî Hakkında daha geniş bilgi için bkz. Zehebî Siyer'ü A'lâm'in Nübelâ', XIII, 115; İbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, IV, 248-252; Sübkî, Taba kât'üşŞâfiiyye, V, 35; İbn Ebi Useybia, Uyûn'ül-Enbâ', 462- 470; Ibn'ül-Kıftî, İhbâr'üI-UIemâ bi Ahbâr'il-Hükcmâ, 190-192; Zehebî, Mîzân'ül l'tidâl, II, 324; İbn'ül-lberî, Muhtasar'üd-Düvel, 4I8;442; İbn es-Sâî, el-Cami'ülMuhtasar, IX, 306-308; tbn Hi-dâye, Tabakât'üşŞâfiiyye, 82-83; -Safadî, el-Vâfî, 248-259; Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 39; İbn'ül-İmâd Şezerât'üzZeheb, V, 21-22; İbn Tağrîberdi, en-Nücûm'üzZâhire, VI, 197-198; Taşköprülü, miftah'üs-Saâde, I, 450-451; Kâtip Çelebi, Keşf'üz-Zunûn, I, 431-432; Brockelmann, G.A.L., I, 506-508; Ömer Rıza Keh-hâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, XI, 79-80; Zehebî, et-Tefsîr ve'lMüfessirûn, I, 290-296; İslâm Ansiklopedisi Râzî maddesi; Menî Abdülhalîm Mahmûd, Menahic'ülMüfessirîn, 145-152)[13]
3- Kâdî Beydâvî (Öl. 691/1292) Envâr'üt-Tenzîl ve
3- Kâdî Beydâvî (Öl. 691/1292) Envâr'üt-Tenzîl ve Esrâr'üt-Te'vîk Nâsırüddîn Ebu'1-Hayr Abdullah İbn Ömer İbn Muhammed İbn Ali. Kâdî Beydâvî diye şöhret bulmuş olan bu büyük bilgin Atabeg Ebu Bekr İbn Sa'd devrinde (1226-1260) Şîrâz çevresinde bulunan Beyzâ'da doğmuştur. Babası Fars büyük kadısı (Kâdî'l-Kudât) olup burada yetişmiştir. Bir ara Tebriz'e de gitmiş olan Kâdî Bey-dâvî'nin burada sorulu cevâblı bir ders halkasına katıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Dâvûdi'nin anlattığına göre; devrin bazı seçkinlerinin de hazır bulunduğu sorulu cevaplı toplantıda Kâdî Nâsirüddîn, kendisini kimsenin tanıya-mayacağı şekilde halkın arkasına oturmuştu. Müderris kimsenin cevâb veremeyeceğini zannettiği bir nükteyi zikrederek mecliste bulunan topluluktan bu nükteyi çözmelerini ve cevâbını vermelerini ister. Cevâb veremeyecek olurlarsa yalnız çözmelerini, buna da güçleri yetmeyecek olursa iade etmelerini söyler. Soruyu tamamlayınca Kâdî Nâsirüddîn cevâb vermeye başlar. Müderris ona soruyu anlayıp anlamadığını farkedinceye kadar seni dinlemem, der. Kâdî Beydâvî; nükteyi lafzı ile mi yoksa mânâsı ile mi tekrarlamasını istediğini sorar ve bu ikisi arasındaki seçmeyi kendisinin yapmasını söyler. Beklemediği bu durum karşısında kalan müderris, lafzıyla tekrar et, der. O da lafzıyla tekrarlayıp sonra nükteyi çözer ve bu nüktenin terkibinde bîr eksiklik olduğunu anlatarak cevâbını verir. Ancak kendisinin de müderrise benzer bir soru soracağını ve müderrisin bunu çözmesini İster, ama müderris bu nükteyi çözemez. Bunun üzerine vezîr onu yerinden kaldırarak kendi yanına otur -tur ve kim olduğunu sorar. O da Abdullah el-Beydâvî olduğunu ve Şîrâz'a kadı olmak arzusuyla geldiğini bildirir. Bunun üzerine vezîr kendisine ikramda bulunur, o gün elbiselerle donatır ve istediğini yerine getirir. (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 242-243; ayrıca Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye VIII, 157) Abdullah el-Kâdî, Şeyh Muhammed Ibn Muhammed el-Kehtâî'den kendisine devlet görevi verilmesi için aracı olmasını ister. Vezîr şeyhin yanına geldiğinde şeyh der ki: şu adam âlim ve faziletli bir kişidir. Emîr ile birlikte ateşe girmek istiyor. Yanİ o, sizden kendisine bir seccade mikdârı cehennemde yer vermenizi arzuluyor, tmâm Beydâvî bu sözden etkilenerek dünyevî mevkileri terkeder ve şeyhin yanından hiç ayrılmaz. Bahis konumuz olan tefsirini de bu şeyhin işareti üzerine yazar. (Kâtib Çclebî, Keşfüz-Zunûn, I, 187) 685 (1282) veya 691 (1291) yılında Tebriz'de vefat eder. Kâdî Beydâvî'nin başta Envâr'üt-Tenzîl isimli inceleme konusu yapacağımız tcfsîri olmak üzere, Minhâc'ül Vusul ilâ Ilm'il-Usûl isimli usûle dâir bir eseri, kelâm ve felsefeye âit Tavâlî'ül-Envâr Min Matâlİ'il-Enzâr isimli eserleri çok meşhurdur. Usûle dâir eseri, Abdurrahmân Ibn Hasan el-lsnevî (öl. 1370) Tavâli' isimli eseri de Mahmûd Ibn Abdurrahmân el-Isfahânî (öl. 1348) tarafından şerhcdilmiştir. Bu esere Scyyid Şerif Cürcânî (öl, 1431) bir haşiye yazmıştır. Ayrıca Hz. Âdem'den 1275 yılına kadar dünya tarihini anlatan bir eseri bulunmaktadır. Beydâvî'nin sarf, nahiv ve fıkha dâir bazı küçük risaleleri de mevcûddur. Kâdî Beydâvî fıkıh, usûl, kelâm, mantık, gramer, belagat ve tarih ilimlerinde şöhret bulmuşsa da ona en çok şöhret kazandıran eseri, şüphesiz ki Kur'ân tefsiridir. Özellikle Kâdî Beydâvî tefsîri diye şöhret bulmuş olan bu tefsir orta hacimde bir eser olup rivayet ve dirayet metodlarım birlikte ihtiva eder. Ehl-i Sünnetin koyduğu kurallara uygun delillerle ve Arap dilinin kaidelerini gözö-nünde bulundurarak kısa ve vecîz şekilde âyetleri yorumlamaya çalışır. Eser başta ünlü müfessir Zemahşerî'nin el-Kcşşâf isimli tefsîri olmak üzere, Fahreddîn Râzî'-nin ünlü tefsîri Mefâtîh'ül-Ğayb'dan ve Râğıb el-Isfahânî'nin tefsirinden yararlanılarak hazırlanmış ve medreselerde asırlarca yetişkin müderrislerin okuttukları ders kitabı olarak elden ele dolaşmıştır. Günümüze kadar da gelen bu eser, hakkında Kâtib Çelebî şöyle diyor: "Onun bu tefsîri büyük bir üne sahiptir. Öyle ki açıklamayı dahi gerektirmez. Kâdî, i'râb Maânî ve beyânla ilgili konulan Keşşaf tefsirinden özetlemiş, hikmet ve kelâma ilişkin hususları Tefsîr-i Kebîr (Fahreddîn Râzî'nin tefsiri) den özetlemiştir, işaretlerin inceliklerini, anlaşılmaz gerçekleri anlatmayı ve iştikakla ilgili konuları da Rağip el-Isfâhânî'nin tefsîrinden almıştır. Ve buna akle-dilebilir konularda, makbul tasarruflarda kendi fikrinin ışığını eklemiştir. Böylece gizlilikler çehresinden şek şaibesini gidermiş ve bilim alanında basîret ve genişliğini artırmıştır. Tıpkı Mevlânâ Münşî'nin dediği gibi: Akıl ve fikir sahihleri hiçbir şey ortaya seremediler; Okunan kitabın yüzündeki örtünün açılmasına ilişkin. Ama pörsümez beyaz bir eli (yed-i beyzâ) vardır, Kâdî Beydâvî'nin. O, derin bir bilgin olduğu için söz meydanına at koşturmuş ve ilimlerde maharetini açığa çıkarmıştır. Yerine uygun biçimde kimi zaman işaretin güzelliklerinin yüzündeki perdeyi ve istiarenin tatlılıklarının örtüsünü açmıştır. Bazan da hikmet eli ve diliyle akledilir nesnelerin esrarının üzerindeki perdeyi yırtmış, sözleri ile tercüman olarak halka müşkül gelen konuları çözmüş ve maksatların zorunu önüne sermiştir, ince bahislerde saptırıcı şüphelerden emîn kılan esâsları zikretmiş ve delillerin metodlarmi açıklamıştır. Tefsîr şekillerinden; "denildi ki" lafzıyla başlayan ikinci, üçüncü ve dördüncü vecihler zayıftır... Sûrelerin sonunda irâd etmiş olduğu hadîslerin çoğuna gelince; gönlünün âyinesİ sâf olan Rabbmın esintilerini hisseden birisi olduğu için bu konuda müsamahakâr davranarak cerh ve ta'dîl sebeplerinden uzak durmuş, terğîb ve te'vîl yolunu tutmuştur... Ayrıca bu kitâb Allah katında derin bilginler ve fazîlet sahiplerinin hepsinin yanında hüsn-i kabul görme lutfuna ermiştir. Ders vererek, haşiye yazarak ve ta'lîkler yaparak herkes onun üzerine üşüşmüştür. (Kâtib Çelebî, Keşf'üz-Zünûn, 1,187) Celâleddîn Suyütîde Nevah üd'ül-Ebkâr ve Şevârid'ül-Efkâr isimli Kâdî tefsirinin haşiyesinde şöyle der: "Kâdî Nâsı-rüddîn el-Beydâvî bu kitabı özetlemiş ve güzel yapmıştır. Her güzel şeyi getirmiş ve Mu'tezile mezhebine sapma imkânı olan şeylerden kaçınmış, hîle noktalarını atarak yok etmiştir. Önemli konuları yazmış, eklerle derin bilgiler vermiş ve parlak bir mücevher gibi eseri ortaya çıkmıştır. Bu eser, günün aydın Ilgındaki güneşin parlaklığı gibi parlamış, birçok bilginler onun üzerine düşmüş, güzelliklerini diller anlatagel-miş, arifler onun inceliklerinin tadını tatmışlardır. Bilginler ders vererek ve mütâlâa ederek onun üzerine eğilmişler ve çabucak benimseyip kabul yolunu tutmuştur. (Nakleden Zehebî et-Tefsîr ve'1-müfessirûn, I, 301-302) Beydâvî'nin bu tefsiri sûrelerin başına ve sonuna koyduğu daha çok Zemahşe-rî'den almış olduğu zayıf rivayetlerden daha eleştirile gelmiştir. Ancak o, Isrâilİyâta dâir rivayetlerin nakli konusunda titiz davranmakta ve bunu; "rivayet edilmiş ki" veya "denilmiş ki" gibi misli geçmişle belirterek kendisinin bu görüşe katılmadığını imâ etmektedir. Diğer taraftan pozitif bilimlerle ilgili araştırmalarında selefi Râzî'-nin tutmuş olduğu yolu izlemiştir. Nitekim kendisi tefsîrin Önsözünde şöyle der: "Uzun zamandan beri zihnimdebu fende -yani tefsîr ilminde-bir «ser tasnîf etmek düşüncesi vardı. Öyle ki bu eser sahabenin ulularından, tâbiînm bilginlerinden ve bunların dışındaki selef-i sâlihînden bana kadar ulaşmış olan bilgilerin özünü ve süzülmüşünü ihtiva etsin, istiyordum. Parlak nükteleri taşısın, gözalıcı latifeleri İçersin, diyordum. Gerek ben, gerekse benden önce muhakkiklerin örneklerinden ve müteahhirinin faziletlilerinden zevatın çıkarmış olduğu bu incelikleri, meşhur sekiz kırâet imamına ulaşan kırâet vecihlerini ve muteber Kurrâdan nakledilen şâz rivayetleri de dile getirmesini arzu ediyordum. Ama benim malımın eksikliği öne atılmamı önlüyor ve bu makama çıkmamı engelliyordu. Nihayet istihareden sonra istediğim şeye başlama konusunda ve maksadımı gerçekleştirme hususunda izin verildi ve böylece ona Envâr'üt-Tenzîl ve Esâr'üt-Te'vîl (İndirilmiş olan Kitabın Nurları ve Te'vîlin Sırları) adını vermeye niyetlendim. (Kâdî Beydâvî, Tefsir, I, 6) Bu amacına uygun olarak gerçekleştirmiş olduğu tefsir hakîkaten vecîz biçimde ve özellikle tefsîr ilminde bilgi edinmek isteyen medrese öğrencilerinin yararlanabileceği bir eser olmuştur. Ne var ki bu eser, özet bir tefsîr olmakla beraber, Öğrencinin kolayca yararlanmasına müsait olma niteliğinden uzaktır. Çünkü âyetler belagat ve i'câza gölge düşürmemek -için o devirde âdet olduğu gibiojdukça zor ifâdelerle tefsîr edilmeye ve gramer incelikleri açıklanmaya çalışılmıştır. Nitekim bundan sonra bu usûl gelenek halini alacaktır, özellikle Osmanlı medreselerinde gerek tefsîr, gerekse diğer bilimlerde öğretici nitelikte yazılan eserlerin hemen hemen pek çoğunda Arap dilinin incelikleri ve üslûb kaygısı öne alınarak zor ve anlaşılmaz bir üslûb ile yazmak âdet olacaktır. Bu daha girift ve zor ise esâs amacın dışında birtakım dil inceliklerini hedef alan bir düşünce tarzının gelişmesine sebep olacaktır. Nitekim bu nedenledir ki medrese mollalarının anlaması için Kâdî tefsîrine birçok kişi tarafından haşiye ve ta'Iîkler yazılacaktır. Ve böylece Zemahşerî'nİn açmış olduğu bu çığır; Kâdî tarafından daha da genişletilerek daha sonra sıkıntısı, çok çekilecek ve İslâm dünyasında fikrî durgunluğun yaygınlaşmasına.sebeb olacak zor, külfetli ve tasannu' dolu bir üslûbla yazma geleneğini kökleştirecektir. Bu ise medrese eğitiminin önünde aşılması zor büyük bir barikat oluşturacaktır. Kâdî Tefsîrine Kısmen veya Tamamen Haşiye Yazanlar 1- Ebu Bekr es-Sâiğ (öl. 786/1384) 2- Şemsüddîn Yûsuf el-Kirmânî (öl. 786/1384) 3- Molla Hüsrev (öl. 885/1480) 4- Molla Gürânî (öl. 890/1485) 5- Mustihaddîn İbn Tencîd (öl. 890/1485) 6- Nehcûvânî (öl. 902/1496) 7- Yûsuf Tokâdî (öl. 902/1496) 8- Kâdî Zekeriyyâ el-Ansârî (öl. 910/1504) 9- Celâleddîn es-Suyûtî (öl. 911/1505) 10- Kemâleddîn Karamânî (öl. 920/1514) 11- Cemâleddîn Karamânî (öl. 933/1526) 12- İbn Kemâl Paşa (öl. 940/1533) 13- Ebu'1-Fadl el-Kâzerûnî (öl. 940/1533) 14- Isâmüddîn el-İsferâyînî (öl. 943/1536) 15- Sa'dî Çelebî (öl. 945/1538) 16- Atûfî Hayreddîn (öl. 948/1541) 17- Şeyhzâde Muhyiddîn (öl. 950/1543) 18- Mustafa Sürûrî (öl. 960/1565) 19- Mahmûd el-Geylânî (öl. 970/1562) 20- Nûreddîn el-Hamza el-Karamânî (öl. 971/1563) 21- Muhammed Amasyevî (öl. 973/1565) 22- Abdülkerîm zade Muhammed (öl. 975/1567) 23- Dede Cengi (öl. 965/1567) 24- Kınahzade Alâeddin (öl. 979/1577) 25- Yûsuf Amasyavî (öl. 986/1578) 26- Kâdızâde Şemsüddîn (öl. 988/1580) 27- Mevlânâ ivaz (öl. 993/1585) 28- Abdülbâkî el-Geredevî (öl. 995/1586) 29- Şemseddîn Karabâğî (öl. 1900/1600) 30- Sıbgadullah er-Bervecî (öl. 1015/1606) 31- Bedreddîn es-Safûrî (öl. 1024/1615) 32- Bahâeddîn el-Amülî (öl. 1031/1621) 33- Ganizâde Nâdirî (öl. 1034/1624) 34- Muhammed Emîn Şirvânî (öl. 1036/1626) 35- Muhammed Bosnevî (öl. 1046/1636) 36- Muhammed ei-Mısrî (öl. 1066/1655) 37- Abdullah el-Kerderî (öl. 1064/1653) 38- Hıdır İbn Muhammed el-Amasyevî (öl. 1067/1656) 39- Abdullah Hilmî (öl. 1067/1656) 40- Abdülhakîm es-Seyelkûtî (öl. 1067/1656) 41- Şehâbeddîn el-Hafâcî (öl. 1069/1658) 42- İbrâhîm el-Mısrî (öl. 1079/1667) 43- Kırımlı Muhammed (öl. 1079/1667) 44- Hamza Efendi (öl. 1081/1670) 45- Minkârî zade Yahya Efendi (öl. 1088/1677) 46- Üşşâkî zade Abdülbâkî (öl. 1090/1679) 47- Abdurrahmân el-MahalIÎ (öl. 1098/1686) 48- Feyzullah Efendi (öl. 1099/1687) 49- Muhammed Akkirmânî (öl. 1114/1702) 50- Halîl Naîmî el-Mağnisâvî (öl'. 1130/1717) 51- Nûreddin es-Sindî (öl. 1138/1725) 52- Saçakhzâde Muhammed el-Mer'aşî (öl. 1145/1732) 53- Mesdici zade Abdullah (öl. 1148/1735) 54- Muhammed Emîn Üsküdârî (öl. 1149/1736) 55- Abdurrahmân es-Sefercelânî (öl. 1150/1737) 56- Cârullah Veliyüddîn Efendi (öl. 1151/1738) 57- Ahmed Kazâbâdî (öl. 1163/1749) 58- Osman Kemâhî (öl. 1171/1757) 59- Muhammed Hâdimî (öl. 1176/1762) 60- Muhammed el-Endelûsî (Öl. 1176/1762) 61- Lebîb el-Amidî (Abdûtğafûr) (öl. 1185/1771) 62- Hüseyin Karatepeli (öl. 1191/1777) 63- İsmail konevi (öl. 1195/1780) 64- Ismâîl Müfîd (öl. 1210/1795) 65- Muhammed Mekkî (öl. 1212/1797) 66- Mustafâ el-Mantıkî (öl. 1244/1828) 67- Ğazzi zade Abdüllatîf (öl. 1247/1831) 68- İbn Âbidin Muhammed Emîn (öl. 1252/1836) Ayrıca Ni'metuIIah el-Aydınî, Şeyh Muhammed eşŞîrânî, Şeyh Muhammed eş-Şirvânî, Hasan tbn Muhammed ed-Dımeşkî, Ebu Bekr el-Leysî ve Sirozlu Yûsuf İbn Hamza gibi doğum tarihleri tesbît edilememiş zâtlar tarafından yazılmış haşiyeler bulunmaktadır. Kadı Beydâvî Tefsirine Ta'lîk Yazanlar 69- Seyyid Şerif Cürcanî (öl. 816/1413) 70- Seyyid Ahmed el-Kırîmî (öl. 850/1446) 71- Kasım Ibn Kutlubağa (öl. 879/1474) 72- Muhammed en-Niksârî (öl. 901/1495) 73- Kemâleddin Muhammed el-Kudsî (öl. 903/1497) 74- Muhammed Ahaveyn (Öl. 904/1498) 75- Muhyiddîn el-İmâdî (öl. 922/1516) 76- Muhammed el-İskilîbî (öl. 932/1525) 77- Muhyiddîn Muhammed Karabagî (öl. 942/1535) 78- İbn Muhyî eş-Şîrâzî (öl. 945/1538) 79- Hayyâmî (Hayrabolulu) (öl. 971/1563) 80- Muhammed İbn İbrâhîm el-Halebî (öl. 971/1563) 81- Muhammed el-Istanbûlî (öl. 973/1565) 82- Nasruddîn el-Manastırî (öl. 976/1568) 83- Muslihüddîn Muhammed el-Lârî (öl. 977/1569) 84- Muslihüddîn Mustafâ (öl. 977/1569) 85- Ahmed Çelebî (öl. 986/1578) 86- Şeyh'ül'İslâm Zekeriyyâ Efendi (öl. 1001/1592) 87- Ahmed el-Ansârî (öl. 1009/1600) 88- Hüseyn el-Halhâlî (öl. 1014/1605) 89- Sadreddîn Şirvânî (öl. 1020/1611) 90- Şeyh Radiyüddün Muhammed el-Kudsî (öl. 1028/1618) 91- Ganî zade Muhammed (Öl. 1036/1626) 92- Hidâyetullâh (Alâiyyeli) (öl. 1039/1629) 93- Muhammed el-Bosnevî (öl. 1046/1636) 94- Nûrullah eş-Şirvânî (öl. 1065/1654) 95- Abdurrahmân el-Mağnisâvî (öl. 1080/1669) 96- Remzî Efendi (öl. 1100/1688) 97- Şeyh'ül-îslâm Abdürrahîm Efendi (öl. 1128/1715) 98- Muhammed İbn Ömer ed-Dârendevî(öl. 1152/1739) 99- Abdurrahmân el-Bursevî (öl. 1161/1748) 100- Muhammed Hazım el-Erzerûmî (öl. 1176/1762) 101- Gazzî zade Mustafa Nesîb (öl. 1202/1787) 102- Burdurlu Halîl Efendi (öl. 1269/1852) 103- Hasan Fehmi Efendi (öl. 1294/1877) Ayrıca Muhammed Emîr, Muhammed Kemâlüddîn et-Taşkendî, Sinânüddîn el-Berdaî ve Edîb el-Halebî gibi ölüm tarihleri tesbît edilemeyen bazı zevat da birer ta'lîke yazmışlardır. Diğer taraftan el-İmâm'ülKâmil diye tanınan, Şafiî bilginlerinden Kâhire'li Muhammed İbn Abdurrahmân (öl. 874/1469) Kadı Beydâvî tefsirini özetlemiştir. Bu tefsirde yer alan hadîsleri Muhammed İbn Hasan ed-Dımeşkî (öl. 1175/1761) tahrîc etmiştir. Kâdî Beydâvî tefsirini 1185 (1771) tarihine vefat eden Birgili Ali Efendi Türkçeye tercüme etmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye, V, 59; Suyûtî, Buğyet'ül-Vüât, 386; Yâfıî, Mir'ât'ül Cinân, IV, 220; Taşköprülü, Miftâh'üs-Saâde, I, 436- 437; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 242-243; Kâtib Çelebî, Keşf'üz-Zunûn, 1,186-193; Brockelmann, G.A.L., I, 416-418; Ayrıca İslam Ansiklopedisindeki Beydâvî maddesi; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 296-304; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ülMüfessirîn, 241-245; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 528-535)[14]
4- Neşen (öl. 710/1310) Medârik.
4- Neşen (öl. 710/1310) Medârik. Hâfızüddîn Ebu'l-Berekât Abdullah ibn Ahmed İbn Mahmûd en-Nesefî, Bu-hârâ yakınlarındaki Nesef'de dünyaya gelmiş olup doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Şems'ül-Eimme Muhammed İbn Abdüssettâr er-Kerderî Hamîdüddîn ed-Darir ve Bedrüddîn Hâherzâde'den ders almış, daha sonra Kirmân'da el-Kutbiyyetüs-Sultâniyye medresesinde müderrislik yapmıştır. Bir süre Bağdâd'a gitmiş ve dönüşünde 710 yılında Hûzistân'daki İzac'ta Rebîulevvel 710 (Ağustos İ310)'da vefat etmiş ve buraya gömülmüştür. Öğrencileri arasında Muzafferüddîn Ibn'üs-Sâatî (öl. 1295) ve Hüsâmüddin es-Sığnakî (öl. 1315) gibi ünlü kişiler bulunmaktadır. Başlıca eserleri arasında Medârik'üt- Tenzîl ve Hakâiküt-Te'vîl isimli tef-sîrinin yanısıra fıkıh usûlüne dâir çok yaygın bulunan Menâr'ülEnvâr fî Usûl'U-Fıkıh gelmektedir. Bu eseri daha sonra birçok kişi tarafında şerhedilmiştir. Kendisi de bu eserine şerh yazmıştır. Merğınânî'nin el-Hİdâye isimli eserinin örnek olarak yazıldığı el-Vafî ve bunun şerhi durumunda olan el-Kâfî, ayrıca elVâfî'nin hülâsası olan Kenz'üd-Dekâik ve yine Akaide âit Umdet'ül-Akâid ve bunun şerhi olan el-İ'timâd isimli eserleri onun İslam ülkelerinde haklı bir üne kavuşmasını sağlamışdır. Gerek Hesefî Nefsîri ve gerekse Menâr ve Kenz'üd-Dekâik isimli eserleri yakın zamanlara kadar başta Kâhire'dekİ el-Ezher Üniversitesi olmak üzere, diğer medreselerde öğrencilerin elinden düşmeyen ders kitabı olarak ta'kîb edilmiştir. (W. Heffening, islâm Ansiklopedisi Nesefî maddesi) Nesefî'nin Kenz'üd-Dekâik'i Zeyla'î (öl. 1343) Aynî (öl. 1451), Molla Miskîn el-Herevî (öl. 1409'dan sonra) Tâî (öl. 178), ibn Nüceym (öl. 1563) tarafından şerh edilmiştir. Nesefî'nin, Nâsüriddîn esSemerkandî'nin Kitâbün-Nafî isimli eserine elMustafa ve el-Menâfî' isimli iki şerh yazdığı, Necmeddîn Ebû Hafs en-Nesefî'nin akâid manzumesine el-Mustafâ ve el-Mustafâ isimli şerh ve özet yazdığı, Ahşikâtî'-nin Müntehab fi UsuFid-Dîn isimli eserine bir şerh yazdığı kaynaklarca zikredilmektedir. islâm Ansiklopedisinde Nesefî maddesinin yazarı olan W. Heffenin ne yazık ki müellifin en ünlü eseri olan Medârik'ten hiç sözetmemiştir. Medârik tefsirini Ne-fesî Zemahşerî'nin ve Beydâvî'nin tefsirinden özetlemiş, orta uzunlukta bir eser meydana getirmiştir. Bu eserinde Kırâet ve i'râb şekillerini anlatan müellif, Zemahşerî'nin Keşşafta bahis konusu ettiği edebiyat inceliklerine yer vermiş ancak sûrelerin faziletine dâir onun naklettiği mevzu' hadîslere yer vermemiştir. Gramerle ilgili ma'IÛmâtı verirken ı'râb ve kıraat vecihleri üzerinde durmakla beraber, i'râb konusunda sarf ve nahiv bakımından tafsilâta d almamaktadır. Fıkıh mes'elelerine dâir verdiği bilgiler, derin olmamakla beraber Hanefî mezhebinin görüşlerini yansıtmaktadır. Çok az da olsa İsrâilİyâtın yer aldığı bu tefsirde Nesefî, genellikle nakledilen rivayetin uydurma veya isrâiliyâttan olduğunu belirtmeye çalışır. Nesefi, tefsîrin mukaddimesinde amacım söyle özetler: "Kendisine icabet etmem gereken bîr zât benden, te'vîller konusunda i'râb ve kırâet vecihlerini derli toplu anlatan, bedî* ve beyân ilimlerinin inceliklerini taşıyan Ehl-i Sünnet ve'lCemâat*ın, görüşlerini yansıtan bid'at ve dalâlet ehlinin uydurmalarından kaçınan te'vîller konusunda orta genişlikte bir kitâb yazmamı istedi. Bu kitâb ne bıktırıcı şekilde uzun, ne de yetersiz şekilde kısa olmalıydı. Ben, bu hususta insan gücünün kusurunu ve. tehlikeli durumdan kaçınmak gerektiğini gözönünde bulundurarak bir süre tereddüt ettim. Bilâhere pekçok engellere rağmen bu kitabı yazmaya karâr verdim ve Allah'ın yardımıyla az bir süre içinde tamamladım, ona indirilmiş olan kitabın kavranılması ve te'vîlinin hakîkatları adını verdim." (Nesefî, Medârik, Mukaddime) (Daha geniş bilgi için bkz. tbn Hacer, ed-Dürer'ülKâmine, II, 247; el-Kureyşî, el-Cevâhir'ül-Müdîe, I, 270-271; İbn Kutlubağa, Tâc'üt-Terâcim, 22, Brockelmann, G.A.L., H, 196-197; Suppl, II, 263-268; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 304-309; Mim" Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 215- 221; Ömer Nasûhî Bilmen Büyük Tefsîr Tarihi, II, 539-540)[15]
5- Hâzin (öl. 741/1340) Lübâb
5- Hâzin (öl. 741/1340) Lübâb Alâüddîn Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhammed tbn İbrâhîm İbn Ömer eş-Şeyhî el-Bağdâdî eş-Şâfİî esSûfî 678 yılında (1279) Bağdâd'ta doğmuş ve burada İbn'üd-DevâlibîMen hadîs Öğrenmiş, sonra Şam'a gelip Kasım İbn Muzaffer ve Ömer kızı Vezire'den (Şamlı bir hadîs bilgini olan bu hanım, babasından hadîs öğrenimi gördükten sonra Şâm ve Mısırda hadîs rivayet etmiştir. 716/1316 yılında vefat etmiş olup Sima* yoluyla Müsned'i rivayet edenlerin sonuncusu sayılır. (Daha geniş bilgi için bkz. tbn Hacer ed-Dürer'ül-Kâmine, II, 223) Uzun süre Şam'da Sümeysâtiye hankâhının kütübhane müdürü olarak görev yaptığı için kendisine kütübhâne bekçisi anlamına Hâzin lakabı verilmiştir. Sûfîmeşrep bir zât olan Hâzin'in insanlar tarafından çok sevilmiş olduğu kaynaklarda zikredilir. 741 yılında (1340) Haleb'te vefat etmiştir. Lübâb'üt -Te'vîl fi Maânî't-Tenzîl isimli tefsirinden ayrı olarak Umdet'ül-Ahkâm şerhi başta olmak üzere, İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'in müsnedleri-ne, Kütüb-i Sitte'ye, İmâm Mâlik'in Muvatta'ına ve Dârekutnî'nin Sünen'ine baş vurarak cem'edip bölümler halinde tertîb ettiği 10 ciltlik Makbul'ül-Menkûl isimli hadîs kitabı ve peygamberin hayatından bahseden es-Sîret'ün-Nebeviyye isimli eserleri vardır. Lübâb'üt-Te'vîl fi Maânî'it-Tenzîl isimli tefsirini Bağavî'ninMeâlim'üt-Tenzîl isimli eserinden Özetleyerek meydana getirmiş ve buna daha önceki tefsirlerden nakillerle ilâveler yaparak nisbeten geniş bir tefsîr vücûda getirmiştir. Bu hususu tefsirinin önsözünde şöylece belirtmektedir: Değerli şeyh, üstün bilgin, sünneti ihya eden âlim, İmâm, ümmetinin önderi, imamların imâmı, mezheblerin müftüsü, hadîsin destekçisi, dinin te'yîd edicisi, Ebu Muhammed Hüseyin İbn Mes'ûdlel-Bağavî'nin tasnîf etmiş olduğu, Maâlim' üt-Tenzîl isimli kitâb; tefsîr ilminde meydana getirilen eserlerin en değerlisi, en üstünü, en iyisi ve en cazibidir. Sözlerin sahihini derlediğinden, atlama, değiştirme ve şüphelerden uzak olduğundan peygamberin hadîsle-riyle süslenmiş, şer'î hükümlerle bezenmiş, garîb kıssalarla işlenmiş geçmişin acâyib haberleriyle doldurulmuş en güzel işaretlerle tezyîn edilmiş, ibarelerin en açığıyla tahrîc edilmiş, en fasîh sözlerle, en güzel kalıba dökülmüştür. Allah Teâlâ onun musannifine rahmet etsin, sevabım bol etsin, cenneti dönüp dolaşıp varacağı yer etsin. 6u kitâb benim vasfettiğim gibi olduğundan, onun faydalarının seçkinlerinden, eşsiz incilerinden ve metninin çiçeklerinden, yüzüğünün kaşından bir seçme yapmayı ve tefsirin mânâlarını cem'eden bir özet meydana getirmeyi, ifâde ve te'vîlin özünü ortaya çıkarmayı arzu ettim. Nakledilenlerin hülâsasını, nüktelerin esâslarını ve diğer eserlerden derlediğim faydaları ve Özetlediğim eşsiz bilgileri, orada dercetmek istedim. Kendime nakil ve seçmeden başka bir tasarruf yetkisi tanımadım. Uzatma ve genişletmeden sakındım... Gücüm yettiğince i'câzın en belirginini, tertibin en güzelini kolaylaştırıp anlatılmanın en uygununu yaptım. Her san'atta kendisinden önce geçmişi bulunan her müellifin te'Iîf ettiği kitabın şu beş faydadan hâlî olmaması gerekir: Zor ise ondan bir şeyler çıkartmalıdır. Dağınık ise onu birleştirmelidir. Anlaşılmaz ise onu açıklamalıdır. Ya da güzel tanzim ve te'Iîf yoluna.başvurmalıdır. Veya uzatma ve genişletmeleri bir kenara bırakmalıdır. Umarım ki; bu kitâb zikrettiğim bu özelliklerden hâlî değildir. Gerçekten fazla uzatmadan öz, ama konuyu derli toplu anlatmaya çalışan bu tefsîrin başında Kur'ân okunması ve öğretilmesi, Kur'ân'ı bilgisizce tefsîr etmenin zararları, Kur'ân'ı öğrenip de unutmanın tehlikeleri, Kur'ân'ın nüzulü tertîbi ve cem'i ile ilgili Kur'ân'ın yedi harf üzere indirilmiş olması, tefsîr ve te'vîl gibi konuların anlatıldığı beş bölümlük bir mukaddime yer almaktadır. Hâzin'in tefsirinde Sa'lebî ve benzeri müfessirlerin naklettiği isrâiliyâtla ilgili hikâyeler genişçe yer almakta ve çoğu kez de eleştiriye tâbi tutulmamaktadır. Özellikle peygamberin hayatında cereyan eden tarihî vak'alara ayrıntılarıyla birlikte yer verilmekte, bu arada ahkâmla ilgili âyetlerin tefsirinde fakîhlerin görüşleri ve delîl-leri fazla uzatılmaksızın anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu tefsirde daha çok Hazîn'-in tasavvufi duygularını yansıtan terğîb ve terhîb konularına âit öğüt niteliğinde pekçok hadîs kaydedilmektedir. Mevzu hadîslere ve isrâiliyâta fazlaca yer verilmesi nedeniyle Hâzin tefsîri bilginler tarafından eleştirilmiştir. Hâzin tefsîri Iznikli Mûsâ İbn Hacı Hüseyin tarafından Enfes'ül-Cevahir adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz., İbn Hacer ed-Dürer'üIKâmine, III, 97-98; İbn Ğâ-fir, Tarih Ulema'i -Bağdâd, 151-152; İbn'ül-lmad, Şezerât'üz-Zeheb, VI, 131, Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 422-423; Brockelmann, G.A.L., II, 109; Ömer Rıza Kahhâle, Mu'cem'ül-Müellifin, VII, 177-178; Zehebî, et-Tefsîr veM-Müfessirûn, I, 310-316; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 547-548)[16]
6- Ebu Hayyân el-Endelûsî (öl. 745/1344) elBahr'ül-Muhîl
6- Ebu Hayyân el-Endelûsî (öl. 745/1344) elBahr'ül-Muhîl Ebu Hayyân Muhammed İbn Yûsuf İbn Ali İbn Yûsuf İbn Hayyân el-Gırnâtî el-Ceyyânî, yaklaşık 624 yılında (1256) Şevval ayının sonlarına doğru Gırnata'nın (Gıranada) yakınlarındaki Matahşariş isimli mahalde dünyaya gelmiştir. Gırnata, Veles, Malağa ve el-Meriyye'de gramer ve hadîs bilimlerini tahsîl ettikten sonra Kuzey Afrika'ya, Mısır'a gitmiş, hac maksadıyla Kâ'be'yi ziyaretten sonra dönüşünden Kahire'ye yerleşmiştir. Kırâet ilimlerini Ebu Ca'fer İbn Tabbâ'dan, nahiv ilmini İbn'ün-Nehhâs ve diğerlerinden okumuştur. Endülüs, Afrika, İskenderiye, Mısır ve Hicaz'da yaklaşık dörtyüzün üzerinde Üstâddan hadîs dinleyen Ebu Hayyân, Şerefüddin ed-Dimyâtî, Takıyüddîn Ibn Dakîk'ül-îd ve Ebu'l Yümn İbn Asâkir gibi zevattan icazet almıştır. Kısa zamanda şöhreti çevreye yayılmış olan Ebu Hayyân'm, öğrencileri arasından Takıyüddin esSübkî ve iki oğlu, Cemâleddîn el-Isnevî, İbn Kasım, İbn Akıl gibi ünlü kişiler yetişmiştir. Kâhire'nin Mansûrie medresesinde tef-sîr dersleri, Câmi'ülEzher'de kırâet dersleri vermiş olan Ebu Hayyân başta dil bilimleri olmak üzere tefsir, hadîs, tarih ve kırâet ilimlerinde geniş bilgiye sahip değerli bir bilgindi. Safedî; onun Irâkî'den ilim Öğrendiğini Isfahânî'nin meclisinde bulunduğunu ve başlangıçta zahirî mezhebine mensûb iken bilâhere Şafiî mezhebini benimsediğini bildirir. Udfevî'nin ifâdesine göre; cimriliği ile iftihar eden Ebu Hayyân, doğru sözlü, akîdesi sağlam, hüccet sahibi bir zât idi. Sesinin güzelliği kadar yüzünün güzelliği ile de şöhret bulmuştu. Gramerde ünlü nahiv bilgini Sîbeveyh'in görüşlerine bağlı olan Ebu Hayyân ile ünlü Hanbelî fakîhi İbn Teymiyye arasında yakın bir dostluk kurulmuşken, Sibeveyh'in görüşünü fazla benimsememiş olması nedeniyle bu dostluk nefrete dönüşmüştür. Arapçadan başka Türkçe, Farsça ve Habeş-çe gibi yabancı dillere dâir de eserler yazdığı görülen Ebu Hayyân'ıri Kitâbül-Idrâk li Lisân'ilEtrâk, Zahr'ül Mülk fi Nahv'it-Türk, el-Erâl fi LisânMI-Tück ve ed-Dürret'ül-Mudîe fil-Lugat'itTürkiyye gibi eserleri bulunduğu, ancak Kitab'ülİdrâk'in günümüze kadar ulaştığı, diğerlerinin kaybolduğu bilinmektedir. Bu eserinde Türkçe ve Türkmence olmak üzere iki yönde Türk dili tedkîk edilmektedir. Bunun dışında müellifin kaleme almış olduğu altmışın üzerindeki eserden ancak on-dokuzu günümüze ulaşmıştır. (Mecdûd Mansuroğlu, İslâm Ansiklopedisi, Ebu Hayyân maddesi) 18 Safer 745 (1344) yılında Kâhİre'de vefat eden bilgin, es-Sûfiyye kabristanına defnedilmiştir. Bahis mevzûumuz olan el-Bahr'ül-Muhît fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli tefsîrinin dışında Tuhfet'ül-Edîb Bima fi'1-Kur'âni min'elöarîb, ikd'ül-Leâlî, el-I'lân bi erkân'il-İslâm, ve etTeshî! Şerhi günümüze kadar intikâl etmiştir. Safedî onun için şöyle der: Onu ne zaman gördümse; ya dinliyor, veya çalışıyor veya yazıyor veya bir kitaba bakıyordu. Güvenilir ve değerli birisiydi, lügati bilirdi. Nahiv ve tasrîf ilminde mutlak mânâda müctehid bir imamdı. Ömrünün çoğunluğunu bu İlme verdi. Neticede yeryüzünde kimsenin kendisine ulaşamayacağı dereceye vardı. (Safedî, el-Vâfî, 145 vd.) el-Bahr'ül-Muhît fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli tefsiri; Kur'ân-ı Kerîrh'in gramer ve dil bilgisi bakımından inceliklerini ihtiva eden zengin malzemelerin yer aldığı önemli bir tefsirdir. Bu sebeple eseri bir tefsir kitabı olmaktan ziyâde bir nahiv kitabı niteliğini kazanmıştır. Ancak dil bilgisiyle ilgili mâ'lûmâtm yanı sıra nüzul sebepleri, nâsih ve meosûh, kırâet şekilleri gibi konulara da yer verir. Ahkâm ile ilgili âyetlerin fıkhî yorumlarını da ihmâl etmeyen müellif.Kur'ân'm belagatı üzerinde fazlasıyla durur. Zemahşerî ve İbn Atıyye'nin tefsirinden nakiller yapan Ebu Hayyân, çoğunlukla bu iki müfessirin görüşlerini çürütüp reddetmeye de özen gösterir. Bâhusûs Zemahşerî'nin Mu'tezilî fikirlerine karşı çıkar. Bu noktaları eserine yazmış olduğu önsözde şöyle dile getirir; "İmdi, bilgiler pek çoktur ve hepsi de önemlidir. Ancak en önemli bilgi ise ebedî hayat ve sermedi mutlulukla ilgili olan bilgidir. Bu da doğrudan doğruya Allah'ın kitabının bilgisidir. Diğer bilgiler bunun aracı gibidir. O, kopmaz bir ip, en sağlam ve en uygun bir yük, sağlam bir bağ ve dosdoğru yoldur. Şafağın ağardığı ve dostu görmenin canlandığı çağa geldiğimde, -ki bu çağ, gençlik ipinin düğümünün çözüldüğü çağdır. Ve bu çağ hakkında denir ki: Kişi altmışına bastığında içmekten kaçınsın ha kaçınsın. Zihnimde şu fikir canlanıyor ve aklımda şu konu ısrarla bel iriyordu. Bu çağda kendimi Rahmân'ın tarafına verip Kur'an tefsirine göz atmaya hasretmeliyim. Allah Teâlâ bu döneme ermeden önce düşündüğüm maksada ulaşmama imkân sağladı. 716 yılının sonlarında ki benim ömrümün de eüiyedinci yılının başıydı- da bu kitabı tasnîfe koyuldum... Bu kitabı şöylece tertîb ettim: önce tefsîr ettiğim âyetin kelimelerini lafız lafız açıklamaya çalıştım. Bu lafızların terkibinden önce açıklanmasına gerek duyulan dil ve gramere dâir bilgileri verdim. Bir kelimenin iki veya daha çok anlamları var idiyse, bu kelimenin ilk geçtiği yerde bunları zikrettim ki onun yer aldığı her yerde bu anlamlardan uygun olana bakılsın da kelime o anlama hamledilsin. Sonra âyetlerin nüzul sebebini zikrederek -eğer nüzul sebebi varsa neshini ve baştarafıyla münâsebetlerini açıklamaya koyuldum. Şâz ve kullanılan kırâetleri doldurdum. Âyetin mânâsında seleften ve haleften görüşler naklederek Arab ilmi bakımından, kelimenin yönlendirilmesi gereken noktasını hatırlattım. Anlamların açık ve gizlisi üzerinde söz ettim, öyle ki; bir kelime -Meşhur da olsa- onun i'râb zorluklarını bedî ve beyân gibi edebiyat inceliklerini açıklayarak üzerinde söz ettim... Âyetlerin sonunda mensur bir bölüm ekleyerek burada, sözkonusu anlamlardan hangisinin vârid olduğunu açıkladım. Ve hepsini de en güzel biçimde özetledim. Bu özette daha önce tefsirde geçmemiş olan anlamlar yer almış olabilir. Ve bu, Kur'ân'ın diğer kısımlarında yol almak isteyenler için bir örnek oldu. fnşâallah zikretmiş olduğum bu metodun üzerinde duracaksın. (Ebu Hayyân el-Bahr'ül-Muhît, I, 4-5) Bilâhere Ebu Hayyân el-Bahr'ül-Muhît (Okyanus) adını verdiği bu tefsirini en-Nehr'ül-Mâdd adıyla (akan ırmak) özetlemiştir. Bu tefsirin önsözünde de Ebu Hayyân şöyle demektedir: el-Bahr'ül-Muhît fi ilm'İt-Tefsîr adı verilen büyük kitabımı tasnif ettiğimde; uzun olması nedeniyle yüzücülerim bu okyanusu aşmaktan ve yolcuların onu geçmekten mahrum kaldıkları için ondan bir ırmak akıttım. Bu ırmaktan da gözler fışkırır... Bu tatlı suyun damlacıklarından susuzlar kanarlar. Bu ırmakta denizde bulunmayan şeyler meydana geldi. Bunun nedeni, onun mânâsını düşünmekten zevk alan aracıyla ondan çıkararak getirdiği yeni görüşlerdir. Okyanusun ihtiva ettiği değerlerden birçoğunu onda terkettim. Yalnız gerdanlıklarının yâkûtla-nyla yetindim... Ve ona okyanustan akan ırmak adını verdim." (en-Nehr'üI-Mâdd, önsöz) (Daha geniş bilgi için bkz. Sübkî, Tabak ât'üş-Şâfiiyye VI, 31-44; İbn Hacer, ed-Dürer'ül-Kâmine, IV, 302- 310; el-Kütbî, Fevât'ül-Vefeyât, II, 283-285; İbn'ülCezerî, Tabakât'ül-Kurrâ', II, 285-286; İbn Tağrıberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, I, IIM15; Suyûtî, Buğyet'ül-Vuât', 121-123; İbn'ül-lmâd, Şezerât'üzZeheb, VI, 145-147; Suyûtî, Hüsn'ül-Muhâdara, I, 307-309; Şevkânî, el-Bedr'üt-Tâli', II, 288-291; Brockelmann, G.A.L., II, 109-110; Dâvûdî, Tabakât'ülMüfessirîn, II, 286-291; Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, I, 317-321; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 183-192)[17]
7- Nîsâbûrî (öl. 730/1329) Ğarâlb'iil-Kur'ân
7- Nîsâbûrî (öl. 730/1329) Ğarâlb'iil-Kur'ân. Nizâmüddîn Hasan İbn Muhammcd İbn Hüseyin elHorasânîen-Nîsâbûrî, İran'ın Kum kentinden yetişmiş ünlü bir bilgindir. Sarf, nahiv, astronomi, hesâb, tefsir ve hadîs ilimlerinde mahir olan Nîsâbûrî'nin hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Onun sarf ilminde tbn Hâcib'in Şâfiye isimli eserine yazmış olduğu şerh ile Nasîrüddîn TÛsî'nin hey'ete dairTezkiret'ün-Nâsıriyye isimli eserini tanıtma babında kaleme almış olduğu tevhîd üt-Tezkire ve Secâvendî'nin kırâete dâir yazmış olduğu eserini örnek alarak kaleme aldığı Evkaf ülKurân isimli eserleri vardır. Bunların yanı sıra şüphesiz ki en ünlü eseri öarâib'ül-Kur'ân ve Regâib'Ül-Furkân isimli tefsiridir. Nîsâbûrî bu eserini Fahreddîn Râzî'nin tefsirinden özetlemiş ve buna Zemahşerî'den ve diğer müfessirlerden ilâveler yapmıştır. Ayrıca Selef-i Sâlihi-nin tefsirlerine de yer vermiştir, özellikle Râzî ile Zemahşerî arasında mukayeseler yapmakta ve tercihlerini sergilemekten çekinmemektedir. Kelâmı mes'elelere de yer veren Nîsâbûrî; diğer mezheblerin görüşlerini açıkladıktan sonra Ehl-i Sünnetin görüşüne geniş yer vermektedir. Tabîî bilimlerle ilgili açıklamalara da yer verdiği tef-sîrinde daha çok Râzîyi örnek almaktadır. Nîsâbûrî âyetin rivayet ve dirayet tarikiyle tefsirini tamamladıktan.sonra, tasavvufî ve işârî tefsirlere yönelmekte ve bir mutasavvıf olarak çeşitli te*vil usullerine başvurmaktadır. Tefsîrinin başında ve sonunda kendisinin belirttiği gibi, diğer müfessirlerde karşılaşmadığımız bir metoda başvurarak önce Kur'ân âyetlerini zikretmekte, sonra kirâet-i aşereye göre âyetlerin kırâ-et vecihlerini kaydetmekte, sonra âyetlerin başı ve sonuyla ilişkisini açıklamakta, edebî, fıkhî ve felsefî yorumlara başvurmaktadır. İstifade ettiği kaynakları eserin sonunda şöylece sıralamaktadır: Bu kitabım, tefsîrlerin çoğunluğunu cami olan Tefsîr'ül-Kebîr'in özeti durumundadır. Her taraftaki üstâdlarca kabul gören Keşşaf kitabının özünü içermektedir. Bunun yanisıra güzel ve garîb nükteleri, muhkem ve garîb te'vîlleri de ihtiva etmektedir ki bunlar; bizim arkadaşlarımızın (Ehl-i Sünnet) tefsirlerinde bulunmayan veya dağınık halde bulunan ya da kuyruğu ve zeyli uzun, mecmualar halinde bulunan tefsirlerdir. Hadîslere gelince; Câmi'ül-Usûl ve elMesâbih gibi meşhur kitâblarla Keşşaf, Tefsir'ülKebîr ve benzeri kitâblardan alınmıştır. Ancak Keşşafın başında sûrelerin fazîletleriyle ilgili varid olan hadîsler müstesnadır. Biz bunları attık. Çünkü hadîs tenkîdçiîeri-pek azı müstesnâ-bunlan zayıf saymışlardır. Vakıflar konusuna geiince; bu, İmâm Secâvendî'den alınmıştır. Bazı gerekçelerle özetlenmiştir... Nüzul sebepleri Câmİü'1-Usûl ile adı geçen iki tefsirden veya Vahidî'nin tefsîrinden alınmıştır. Lügat konuları Cevheri'nin Sıhâh'mdan veya nakledildiği gibi adı geçen iki tefsirden alınmıştır. Beyân, maâni ve diğer edebî konular ile ilgili bilgiler adı geçen iki tefsir İle el-Miftâh ve diğer arapça kitaplardan alınmıştır. Şer'î ahkâma gelince; bunlar adıgeçen iki tefsîrden ve fıkıhta muteber olan kitâblardan alınmıştır. Özellikle de İmâm Râfiî'nin Şerh'ül-Vecîz isimli eserinden. Te'vîllere gelince, bunların çoğu şeyh, muhakkik, müttakî, necm'ül-mille ve'd-dîn'e aittir... (Nîsâbûrî tefsîrinin sonunda) (Daha geniş bilgi için bkz. İbn lmâd, Şezarât'üzZeheb, III, 181; Suyûtî, Buğyet'ül-Vua't, I, 519; Tabakât'ül-Müfessirîn, 11; Dâvûdî, Tabakât'ülMüfessirîn, 235-240; Zehebî, et-Tefsîrve'1- Müfessirûn, I, 140-141; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhİc'ül-Müfessirîn, I, 321-332;,Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 619-620)[18]
8- Hatîb el-Şerbînî (öl. 976/1568) es-Sirâc'ülMünîr
8- Hatîb el-Şerbînî (öl. 976/1568) es-Sirâc'ülMünîr. Şemseddîn Muhammed İbn Muhammed eş-Şerbînî, el-Kâhirî, eş-Şâfiî, el-Hatîb. Kâhire'de yetişmiş olan bu ünlü Şafiî müfessirin doğum tarihi kesin olarak bilinememektedir. Ancak yaşadığı dönemin ünlü üstâdlarından Ahmed el-Berlesî, Nûr el-Mahallî, Bedr el-Meşhedî ve Şihâb er-Remlî gibi zevattan ders aldığı ve sonra üs-tâdlarmın takdiri ile fetva ve ders vermeye başladığı bilinmektedir. Zâhid ve mütta-kî bir zât olduğu belirtilen Şerbînî'nin Ramazânın başından sonuna kadar i'tikâfa girdiği, dünya işlerine fazla Önem vermediği ve hacca özellikle yaya gitmeye rağbet ettiği belirtilmektedir. 976 yılında (1568) vefat etmiştir. Başlıca eserleri arasında adı-, geçen tefsirinden mâada Şafiî fıkhına dâir Minhâc'ütTâlibîn isimli eserin şerhi Muğnri-Muhtâc, öâyet'ütTakrîb kitabının şerhi, bulunmaktadır. Ancak onun en ünlü eseri şüphesiz ki kısaca es-Sirâc'üI-Münîr diye bilinen es-Sirâc'ül-Münîr fî'I-İ'âneti Alâ ma'rifeti ba'dı Maânî Kelâmi RabbinaM-Hakîm'iI-Habîr isimli tefsiridir. Bu tefsirini Medine'de bulunduğu 961 (1552) yılından sonra Kâhire'ye döndüğünde bazı dostlarının isteği üzerine yazmıştır. Tefsirinde daha çok tercih edilen kavilleri benimsemiş ve uygun görülmeyen kavilleri tekrarlamamış ve uzatmadan kaçınmıştır. Gerek kelâmî tartışmalara, gerekse itikâdî hem rivayet, hem de dirayet metodlannın ikisini birden câmiidir. Kırâetlerden yalnızca mutavâtir olana yer vermiş,Kuran sûrelerinin faziletiyle ilgili Zemahşerînin Beydâvî'nin zikrettiği mevzu* hadîslere yer vermemiş ya da verdikten sonra bunların zayıf olduğunu belirtmiştir. Bazı tefsîr nüktelerini zikrederken veya müşkilleri cevâblandırırken dikkat ifadesiyle konuya başlamakta veya şöyle denilse böyle cevâb verilir şeklindeki devrin klasik üslûb tarzına başvurulmaktadır. Âyetler arası irtibatlara dikkat eden müfessir, fazla derinliklere dalmamak üzere fıkhı ahkâma da yer verir. Az önce de belirttiğimiz gibi zayıf ve Isrâilî rivayetler üzerinde titizlikle durmasınajağmen, yine de eserlerinde bazı isrâiliyât kıssaları yer almaktadır. Müellifin daha çok Fahreddîn Râzî'-den nakiller yaptığı göze çarpmaktadır. Tefsirin önsözünde Şerbînî geçmiş bilginlerin kendi anlayış kapasiteleri ve bilgi seviyelerine göre tefsirler yazdıklarını, ancak kendisinin Kur'ân'ı kendi re'yine göre tefsîr edenler hakkında vârid olan ağır tehdîdleri gözönünde bulundurarak böyle bir çalışmaya tevessül etmekten uzun süre kaçındığını, nihayet Ravza-i Mutahha-re'de İstihareye yattıktan sonra bu eserini yazmaya tevessül ettiğini, ancak yine de bu niyyetini kimseye açmadığını fakat arkadaşlarından birisinin rü'yasında Hz. Peygamberi veya İmâm Şafii'yi görüp kendisinin bir tefsîr yazmasını rü'ya sahibinin bildirmesini söylemeleri üzerine bu tefsîri yazmaya başladığını belirtmektedir. Ayrıca arkadaşlarından bilim meraklısı bazı kimselerin kendisinden Minhâc'ütTâlibîn isimli eserin şerhini tamamlayınca bir tefsîr yazmalarını taleb ettiklerini ve onun da bu talebe karşılık verdiğini fakat öncekilerden farklı bir şey söyleyemeyeceğini, sadece yeni bir tarzda bir eser kaleme alacağım belirtmektedir. (es-Sirac'üI-Münîr, Şer-bini önsöz.) (Daha geniş bilgi için bkz. Ibn'ül-lmâd, Şezerât'üzZeheb, VIII, 384; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ülMüellifm, VIII, 269; Zehebî et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 338-345; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 646-647; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ülMüfessirîn, 259-264)[19]
9- Ebu's-Suüd Efendi (öl. 982/1574) İrşâd'ül-Akl'isSelîm
9- Ebu's-Suüd Efendi (öl. 982/1574) İrşâd'ül-Akl'isSelîm. Şeyhü'l-lslâm Ebu's-Suûd Muhammed îbn Muhyiddîn Muhammed İbn Mustafa el-lmâdî. Kısaca Ebu's-Suûd Efendi diye anılan bu büyük Türk bilgini, hicrî 896 (1490) yılının 17 Saferinde istanbul civarında bulunan Müderris veya Medris isimli mahalde dünyaya gelmiştir. Kanunî Sultan Süleyman tarafından babası adına yaptırılan Sultân Selîm civânndaki-bilâhere Sİvâsî Tekkesi adını alacak olantekkede doğduğu, ya da babasının asıl memleketi olan İskilip'te dünyaya geldiği kaynaklarda belirtilmektedir. (Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I, 1225), Ebu's-Suûd Efendinin babası Şeyh Muhammed Muhyiddîn Yavsı îbn Mustafa elImâd el-lskilibî'dir. Annesi ise ünlü bilgin Ali Kuşçu'nun kardeşinin kızı olan Sultân Hâtûn'dur. Babası Muhammed Muhyiddîn el-lmâdî'den (Şeyh Yavsı) Tecrîd haşiyesini bütün öteki haşiyelerle karşılaştırmalı olarak, Şerh'ûl-Miftâh'ı ve Şerh elMevâkif'i okumuş, Amasyalı Müeyyedzâde diye bilinen Abdurrahmân Efendi'den ders görmüş ve Karaman'h Mevlânâ Seyyîdî'nin derslerinde bulunarak ondan icazet almıştır. Aynı zamanda bu zâtın kızı Zeyneb Hâtûn ile de evlenmiştir. Herne kadar Şeyhü'l-lslâm İbn Kemâl Paşa'dan da ders aldığı söylenirse de bu kesinlik kazanmamıştır. Genç kabiliyeti ile devrin hükümdarı II. Bâyazid'in dikkatini celbeden Ebu's-Suûd Efendi günlük 30 akçe çelebî ûlûfesiyle taltîf edilmiş, daha sonra İnegöl'deki İshâk Paşa medresesi müderrisliğine tayîn edilmiştir. Bilâhere günlük 40 akçe maaşla Dâvûd Paşa medresesine 928 (1521) de Mahmûd Paşa medresesine ve 931 (1524)'de vezîr Mustafa Paşa'nın Gebze'de yaptırdığı medreseye müderris tayîn edil-miştir.Bir süre Bursa'da görev yaptıktan sonra 934 (1527) yılında Medâris-i Semân'-dan müfti medresesine tayîn edilmiş ve burada beş yıl görev yapmıştır. Osmanlı devletindeki ilmî görev ve mansıblarm hemen hemen hepsinde vazîfe yapmış olan Ebu's-Suûd Efendi yavaş yavaş ilerleyerek devrin en ünlü bilginleri arasına katılmıştır. 939 (1532) da Bursa kadısı olan Ebu's-Suûd Efendi 940 (1533) de istanbul kadısı olmuş, 944 (1537) Rumeli Kazaskeri olarak bu görevde 8 yıl kaldıktan sonra 952 (1545) yılında Şeyh'ül-lslâm olmuştur. Yaklaşık otuz yıl gibi Osmanlı devletinde en uzun süre Şeyh'ül-İslâmhk makamında bulunmuş olan Ebu's-Suûd Efendi 982 (1574) Cumâd'el-Âhire'nin beşinci günü olan pazar günü seksenyedi yaşında iken vefat etmiştir. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'nin en haşmetli döneminde yetişen ve Hoca Çelebî adıyla bilinen Ebu's-Suûd efendi, dinî ilimlerin yanı sıra özellikle edebî zevkleri nedeniyle de devrinde fazlasıyla sevilip sayılmış büyük bir bilgindir. Kılıç ve kalemi birlikte kullanmasını bilen bu büyük bilgin, Hatîb'ülMüfessirîn Unvanını kazanmış, Osmanlı tarih yazarlarının o mübalağalı üslubuyla peygamberden bu yana kâinatta böyle bir allâme yetişmemiştir. Bilginler arasında Müfti's-Sakaleyn (iki cihanın müftüsü), Nu'mân-i Sâni (ikinci Ebu Hanîfe) diye de anılan Ebu's-Suûd Efendi, başta tefsîr, fıkıh ve gramer ilimleri olmak üzere devrinde yaygın olan bütün bilimlerde üstaddı. Arapça, Farsça ve Türkçe yazmış olduğu şiirler her üç dilin edebiyatına derinden vâkıf olduğunu gösteren birer numunedir. Kısacası Ebu's-Suûd Efendi el-Fevâid'ül-Behiyye'de denildiği gibi; "Bir şeyh-i kebîr, bir alim-i nihrîr idi. Onun ne Acemde bir misli, ne Arapda bir nazîri vardır. Zamanında riyâset-i Hanefiyye kendisine müntehi olmuştur. Usul ve fürû'da kâmil bir kuvvet, şâmil bir kudret sahibi idi. Bazı mes'elelerde ictihâd eder, tahrîcde bulunur, delilleri tercîh eylerdi. Tefsîrde de büyük bir ihtisasa mâlik idi." (el-Fevaid'ülBehiyye, 81) Az sonra detaylı bilgi sunmaya çalışacağımız İrşâd'ül-Akl is-Selîm İsimli tefsiri, başta olmak üzere Kanunî Sultan Süleyman'ın emriyle tanzîm edilmiş olan Ma'-ruzât isimli fetva mecmuası, mesh üzerine meshetmek konusundaki tartışmaları .karâra bağlayan Hasm ül-HİIâf fi'l-'Meshi Ala'l-Hifâf isimli fıkhî eseri, Şeyh'ül-Islâm Burhâneddîn Merğinânî'nin el-Hidâye isimli eserine yazdığı ta'lîki, Zemahşerî'nin Keşşaf isimli tefsîrinin Fetih Sûresi tefsirine yazdığı haşiye, ünlü bilgin Sadr'üş-Şerîa Ubeydullah Efendinin Usûle âit Tenkîh'ül-Usûl isimli kitabına yazdığı ta'lîk ve Ebu'l-Berekât Abdullah lbn Ahmed en-Nesefî'nin el-Menâr isimli eserinin baş-tarafına yazmış olduğu haşiye, vakıflar konusunu ele aldığı mevkıfül-Usû! fi VakPiI-Menkûl isimli risale, yanlış kullanılan bazı Türkçe kelimelerle ilgili Calatât'ülAvâm ve otuz yıl sürekli devam eden ŞeyhüMîslâmlığı esnasında vermiş olduğu fetvaları ihtiva eden el-Fetâvâ isimli eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca ona bazı eserler izafe edilmiştir. Ve kendisi adına izafe edilen bazı eserler de günümüze kadar gelememiştir. Şeyh'ül-tslâm Ebu's-Suûd Efendinin büyük Osmanlı hükümdarı Kanunî Sultân Süleyman adına te'lîf ve irşâd'ül-Akl'is-Selâm il-Mezâyâ'1-Kitâb'iI-Kerîm isimli arapça tefsiri; günümüze kadar değerini hiç kaybetmeksizin gelmiş ve tefsîr tarihinde önemli bir yer tutmuş olan sayılı dirayet tefsîrleri arasında bulunmaktadır. Ebu's-Suûd Efendi, tefsirini İstanbul'da Sütlüce semtinde bulunan konağında yazmıştır. Gerek bu büyük bilgine ve gerekse yazdığı esere büyük itibâr gösteren Kanunî Sultân Süleyman, hicri 972 (1564) yılında kendisine sunulan bu tefsirin sâd süresine kadar büyük olan kısmını büyük bir hürmetle karşılamış ve o güne değin Şeyh'ül-İslâmîarın ikiyüz akçe olan yevmiye maaşını bu vesile ile 500 akçeye çıkarmış ve kendisine de hil'atlar gönderilerek taltif edilmiştir. Bu kısmın tamamlanış tarihi ebced hesabıyla "Baha TefsîrünKelamin-Muciz" ifadesiyle 972 hicri tarihi düşülmüştür. Nihayet 973 yılında (1566) tefsirini tamamlayan Ebu's-Suûd Efendinin yevmiye maaşına yüz akçe daha ilave edilmiştir. Bazı kayıdlara göre; müellif, tefsirini 973 senesinin Recep ayının ilk cuma gecesi, bir başka kayda göre ise Zü'1- Ka'de ayının pazartesi gecesi tamamlamıştır. Ve bu tarihi göstermek üzere ebced hesabıyla "Tefsîr-i Ekber" tarihi düşülmüştür. Evliya Çelebî'nin o mübalağalı ve oldukça zevkli üslubuyla"; üç bin ulemâdan ve bin yediyüz kadar muteber tefâsîrden feyz almak suretiyle yazdıkları tefsîr, halen Beyn' elUlemâ makbul ve Memdûh ve ânâ muâdil bir tefsîr mefkûddur demektedir. (Evliya Çelebî, Seyahatname, I, 402) Bursalı Hüsâ-meddin'in ifadesiyle de: "Te'lîf ettiği Tefsîr-i Şerîf i Zîbâ, ahsen-bi-Tefâsİr-i dünyâ olmuştur". "Mir'ât'ül-kâİnât, II, 131) Bu büyük eseri nedeniyle Ebu's-Suûd Efendiye Diyâr-ı Rûm'un Zemahşeri'si denilmiş ve daha Önce de zikrettiğimiz gibi Hatîb'ül-Müfessirîn ünvânı verilmiştir. Eserin te'lîfi bitince bir nüshası'Mekke-i mükerreme-ye, bir nüshası da Medîne'i Münevvere'ye gönderilerek çoğaltılmasına izin verilmiştir. Kur’an-ı Kerîm'in belagat yönlerini kendinden önce yazılmış olan tefsirlerden değişik biçimde ele alıp inceleyen şeyh'ûl-lslâm, gerek Zemahşerî'nin elKeşşaf isimli tefsirinden ve gerekse Fahreddîn Râzî'nin ve Kâdî Beydâvî'nin tefsirlerinden yararlanmıştır. Ehl-i Sünnet akîdesi doğrultusunda yazılmış olan bu tefsîr; medreselerde kaynak eser olarak okunmuş, değerli bir tefsîrdir. Hattâ günümüzde tefsîr tarihi yazanlardan Zehebî'nin ifâdesine göre: "Gerçekte bu tefsîr, kendi konusunda bîr zirve, güzel kalıba dökmede Üstün bir nokta ve güzel ifâdede doruktur. Bu tefsirin sahibi eserinde kendisinden önce hiçbir kimsenin onu geçemediği biçimde Kur'ân'-ın belagatla ilgili sırlarını açıklamış ve bu sebeple de bu tefsirin şöhreti ilim erbabı arasında yayılmıştır. Bilginlerden çoğu tefsirde bu kitabdan daha iyisinin yazılmamış olduğuna şehâdet etmişlerdir" demektedir. (Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, I, 347) Gerek Zemahşerî'nin Keşşafı, gerekse Kâdî Beydâvî'nin tefsîri üzerinde pek-çok haşiye ve ta'lîk yazılmışken Ebu's-Suûd Efendinin tefsîri aynı ilgiye nail olamamıştır. Bunun da sebebi adıgecen eserlerin medreselerde ders kitabı olarak okutulması ve kısa olmaları nedeniyle izahı gerektirmesi, ayrıca gramer zorlukları nedeniyle çözümü icâbettirmesi olmalıdır. Ebu's-Suûd Efendinin tefsîri herne kadar aynı özellikleri taşımakta ise de oldukça geniş ve detaylı bilgiler vermesi nedeniyle ya da kendisinden sonra aynı güçte daha büyük müfessirlerin yetişmemesi nedeniyle, fazlaca haşiye ve ta'lîk yazılmamıştır. Ebu's-Suûd Efendi tefsirinin önsözünde şöyle demektedir: "Öteden beri her asırda ve her yerde ulemânın değerlileri Kur'ân-ı Kerîm'in kapalı ifâdelerini tefsîre, müşkillerini ve zorluklarını açıklayıp kolaylaştırmaya koyulmuşlar ve derin tedkîklere dalarak nice eşsiz değerde İfâdeler, faydalar çıkarıp yazmışlar ve bu sahada değerli kitâblar tasnîf etmişlerdir. Ne var ki mütakaddimû-nun muhakkikleri kendilerine Hz. Peygamber'den ulaştığı şekilde âyetlerin mânâsını anlaşılır hale getirmek, yapısını kuvvetlendirmek, maksadını açıklamak ve hükümlerini tanzîm etmekle yetinmişlerdir. Daha sonraki (müteahhirûn) muhakkikleri ise, bunların yanı sıra âyetlerin ihtiva ettiği latîf özellikleri, eşsiz sırları ve işaretleri de açıklayıp izhâr etmeye çalışmışlardır. Böylece halkın Kur'ân'daki i'câz delillerini görmesini, üstünlüğünün örneklerini tanımasını ve diğer semavî kitâblar-dan farklılığını müşâhade etmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu konuda özellikleri ve faydaları cem'eden birçok değerli kitâblar tasnîf edilmiş ve bunlardan her biri bu ümmetin seçkinlerinin gözlerini aydınlatacak ve faydalı mazmûnlarıyla kulakları ve zihinleri süsleyecek ince mefhûmları ihtiva etmektedirler. Özellikle Keşşaf ve Envârüt-Tenzîl bu konuda büyük bir ün ve nâm salarak biricik olmuşlardır. Zîrâ bunlardan her biri, Kur'ân'daki i'câz çehresinin belirmesi için bir ayna durumunda olmuştur. Ve sanki bu iki eserin sayfaları, müşabehetlerin güzel bir aynası ve satırları da inci tanelerinden dizilmiş bezeli bir gerdanlıktır. Geçmiş günlerde mâzîye karışarak aylarca ve yıllarca bu iki kitabı mütâlâa ve incelemekle meşgul oldum. Müzâkere ve dersler vererek okuttuğum zamanda devamlı bu iki kitabın eşsiz incilerini ince bir İpe dizmek ve benzeri bulunmaz cevherlerini Özenli bir dizime sıralamak isterdim. Bu övünç kaynağı kitâbların sayfaları arasında karşılaştığım hakîkat cevherlerini bu ikisine ilâve etmek ve inceliklerin çiçeklerinden, gözalıcı sedeflerden bulduklarımı eklemek isterdim. Bunun ötesinde özenli bir ahenkle, eşsiz bir üslûb ile süsleme yollarına koyulmak, Kur'ân'ın yüce sânının yüceliğinin gerektirdiğine uygun ve değerli nazmının eşsizliğinin İcâblarına muvafık olarak Rabbânî inayetle eksik aklıma doğanları da ilâve etmek ve sübhânî hidâyetle görmez gözümün görmek imkânına erdiği her akıl ve maharet sahibi himmetli alınların uzanabileceği bil- _ gi ve ma'rifet kaynaklarını da eklemek isterdim. Bilgin-ve derin âlimlerin bulunduğu milletin önderlerinin kendisine koştuğu her garîblikleri, ayakların basmakta zorluk çektiği, anlayışların kaydığı sağlam gerçekleri ve işlerin karıştığı fikir savaşlarında, tahminlerin iç içe girdiği anlayış basamaklarında insanların zihninden geçen vehîm badireleri ortadan kaldırıp açıklayan tedkîkleri ilâve etmek isterdim. Gizli kitabın hazînelerinden saklanmış sır inceliklerini kapalılık perdelerinin ötesinden rûhlan huzura kavuşturacak, gözleri aydın kılacak remizlerin gizliliklerini, hazînelerin saklılarını ortaya dökmek isterdim. Allah tarafından hilâfet mertebesine hâiz bulunan Şehînşâh-ıcihân Sultân Süleyman Hânın ma'mûr hazînesine böyle bir eseri hediyye etmek isterdim. Heyhat ki aczim azmime mâni oluyordu. Maksadın yüceliğinden ve ululuğundan ötürü tereddüdler içerisinde boğuluyordum. Dağın etekleri nerede, tepeleri nerede? Süreyya (yıldızı) ile Sera arası ne kadar ırak. Anka kuşunu tuzağa düşürmek ne kadar uzak bir ihtimal? Eflâkin burçlarından Cevza burcunu yakalayıp bağlamak ne kadar muhal? Aradan zamanlar geçti, devirler ve durumlar değişti. Bir süre, halkın menfaatlerini yönetmek göreviyle görevlendirildim. Meşguliyetim üst üste bindi. Engeller ve ilişkiler her yandan üzerime saldırdı. Savaşlarda, seferlerde, ülkelerde dolaşıp durdum. Ama her zaman bir fırsatın zuhurunu bekliyordum. Gönül huzuru ve rahatlığı içerisinde güvenle, selîm bir kafa ile geçmişi telâfi etmeye ve asıl amacımı gerçekleştirmeye çalışmak istiyordum. Ne yazık ki ben, bu hayâl içerisinde yüzerken şartlar büsbütün değişti. Hatırıma gelmeyen şeyler başıma geldi. Öncekinden daha zorlu işlere koyuldum ve insanların müşkillerini halk arasında vuku' bulan düşmanlıkları çözüp halletmek göreviyle memur edildim-. Yağmurdan kaçarken sellere kapılmışa döndüm. Baktım ki fırsat hızla kaçıyor. İhtiyarlık üzerime basmış, ecel bana yaklaşmış ve hayat güneşi sönmeye doğru yüz tutmuş. Artık işlerimin çokluğuna bakmaksızın arzu ettiğim kitabı yazmaya karâr verdim. Ve Allah'ın tevfîki de gerçekleşince İrşâd'ülAkl'is-Selîm adını vereceğim tefsîrî yazmaya koyuldum. Üzerimde bulunan işlerin ve zorlukların çokluğuna rağmen unutma ve hatâdan, yanılma ve düşmeden beni muhafaza buyurmasını azamet ve Celâl sahibi Rab'dan mülk ve melekûtun halîki olan Allah Teâlâ'dan tazarru' ve niyaz ederek maksadıma koyuldum." (Ebu's-Suûd Efendi, lrşâd'ül-Akli's-Selîm, Önsöz) Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ebu's-Suûd Efendi örnek aldığı Zemahşerî, Kâdî Beydâvî gibi müfessirlere uyarak, daha çok i'câz1 inceliklerini gözeten ve Kur'ân'm belagat cebhesine ağırlık veren nazım ve üslûbundaki i'câzı göstermeye çalışan, gramer inceliklerini ortaya çıkaran ve ancak Arap dilinin inceliklerini bilen kişilerin farkına varabilecekleri edebî üstünlüklerini gözününe seren bu tefsîriyle gerçekten bu vâdîde eser veren müelliflerin ön safında yer almıştır. (Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I, 350) Çok az olmak üzere kırâet farklılıklarına yer veren Ebu'-Suüd Efendi zaman zaman fıkhı kokulara temas etmekte ancak fazla detaylara girmeksizin; mezheb tartışmalarına dalmaksızm konuyu serdedip geçmektedir, lsrâiliyâtla ilgili rivâyetlere-az da olsa-yer veren müfessir, genellikle "böyle denmiş" veya "rivayet edilmiştir" gibi ifâdelerle konuyu geçiştirmeye çalışmaktadır. Kelbî gibi ya-lancılıklarıyla şöhret bulmuş zevattan nakiller de yapan Ebu's-Suûd Efendi, bunların doğru olmadığını imâ edercesine *cn iyisini Allah bilir" demekle yetinmektedir. Ebu's-Suûd Efendinin tefsirine Şeyh Ahmed elAkhisarî kısmen ta'lîkât yazmış, yarıya kadar olan kısmına da Şeyh Radiyûddîn Yusuf el-Makdîsî haşiye yazmıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. Muhammed Abdulhay elLeknevî, el-Fevaid'ül-BehiyyefiTerâcim'iI-Hanefiyye 82 vd.; Ali îbn Bâli, el-kadı-ül-Manzûm fî Zikri Efâdü'ir-Rûm, II, 282 vd.; Nev'îzâde Atâullah, Hadâik'ül-Hakâik fî Tekmileti'ş-Şekâik, 1,183; Müstakîmzâde, Devhat'ül-Meşayİh, Ebu's-Suûd maddesi; CavidBay-sun İslâm Ansiklopedisi Ebu'sSuûd maddesi; Ömer Nasûh? Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 652-664; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ulMüellifîn, XI, 301-302; Broc-kelmann, G.A.L., II, 438- 439; Suppl, II, 651; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 345-352; Abdullah Aydemir, Büyük Türk Bilgini Şeyhu'l-lslâm, Ebu's-Suûd Efendi ve Tefsirdeki Metodu)[20]
10- Âlûsî (öl. 1270/1854) Ruh el-Maâni
10- Âlûsî (öl. 1270/1854) Ruh el-Maâni Ebu's-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd el-Hasenî elHüseynî el-Bağdâdî el-Âlûsî, Şa'-bân 1217 (1802) yılında Bağdâd'm Kerh yakasında doğmuştur. Ana tarafından Hz. Hasan'a, baba tarafından Hz. Hüseyin'e ulaşmaktadır. Âlûsî'nin ailesi İslâm dünyasına birçok bilgin vermiş olan Irak'ın köklü ailelerindendir. Âlûs denilen mevki, Fırat Nehri üzerinde bulunan bir adacıktır. Bağdâd'tan yaklaşık beş konaklık mesafededir. Âlûsî ailesini te'sîs eden zât, Hülâgû'nun Bağdâd'ı istilâsı esnasında Bağ-dâd'ı terkederek bu adaya yerleşmiş, bilâhere ailesiyle birlikte tekrar Bağdâd'a göç etmiştir. Abdülkadir Geylânî'nin ana tarafından torunu olan Mahmûd Âlûsî'nin babası baş müderris Abdullah Efendi, büyük babası da Mahmûd Efendidir. Âlûsî, babası Abdullah Efendi'den Arap diline, Fıkha dâir bilgileri öğrendikten ve biraz da hadîs tahsil ettikten sonra Süveydî Ali ve Nakşibendî tarikatının Hâ-Hdiye kolunun kurucusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Şeyh Alâuddîn'denve daha birçok ünlü kişiden dersler almıştır. 1250 (1834) yılında Bağdâd'ta verdiği vaaz sonucu o günkü Bağdâd va'Iîsi Ali Rıza Paşa'nın takdirini kazanmış ve bir süre sonra da Bağdâd'ta Hanefî müftü olmuştur. Vakfeden zâtın öne sürdüğü şart uyarınca, Bağdâd'ın en büyük bilginine verilen Mercâniye medresesi evkafının mütevellisi olma görevi de Âlûsî'ye verilmişse de bir süre sonra bu görevinden alınmıştır. Müteakiben ünlü Kur'ân tefsirini yazmakla vaktini geçiren Âlûsî; 1267 (1851) yılında devrin hükümdarı Sultân Abdülmecîd'e tefsirini takdim etmek üzere İstanbul'a gelmiş ve burada pâdişâh tarafından ağırlanarak memnun edilmiştir. İki yıl sonra tekrar Bağdâd'a dönmüş ve 1270 (1853) yılının Zülkâde ayının 25 nci Cum'a gecesi vefat ederek Kerh'teki Ma'rûf el-Kerhî kabristanında Âlûsî ailesine ayrılmış olan mezara gömülmüştür. Neşvet'üş-Şumûl fi'z-Zihâb'i ila tslâmbol adıyla yazmış olduğu eserinde, İstanbul yolculuğunu anlatan müellif, İstanbul'da bizzat devrin Şeyh'ülİslâm'ı Arif Hikmet Bey ile tanışmış, onun huzuruna girdiğinde ellerini öpmek istemişse de; şeyh'ül-İslâm Arif Hikmet, selâm vermek daha iyidir, el öpme, diyerek geri çevirmiş ve Âlûsî'ye iltifatlarını esirgememiştir. Bu arada Âlûsî; devrin Sadr-ı A'zâm'ı Reşîd Paşa ve onun müsteşarı Fuâd Paşa ile de görüştüğünü ve bu kişilerin kendisine ilgi gösterdiklerini bildirmektedir. Bahis mevzuu olan Ruh'ül-Maânî isimli Kur'ân tefsirinden başka, az önce sözkonusu ettiğimiz Neşvet'üş-Şumûl fî'z-Zihâb'i ilâ tslambol isimli eserinin yanı sıra Neşvet'ül-Müdâm fî'1-Avdi ilâ Dâr'is-Selâm ve Nüzhet'ül-Elbâb isimli eserleri bulunmaktadır. îbn Sina'nın Rûh kasidesine el-Harîdefül-öaybİyye fî'1-Kasîdet'il-Ayniyye isimli şerhi Abdülkadir Geylânî'nİn bir kasidesine yazmış olduğu et-Tırâz'ülMüzehheb fi Şerhi Kasîdet'il-bâz'il-Eşheb, Harîrî'nin makâmatım andıran bir tarzda yazmış olduğu elMakâmât'Ül-Hayâliyye, tasavvufî konulan içeren elEcbivet'ül-Irâkiyye anil-Esi'let'il-İrâniyye, Sahâbe-i Güzîn hakkındaki el-Ecvibet'ül-Irâkiyye an'ilEsi'let'il-lâhûriyye, nahve âid bir eser olan Katr'ünNeda Şerhi ve tnbâ'ül-Enbâ bi Atyeb'il-Enbâ' isimli çocuklarına tavsiyelerini ihtiva eden eserleri meşhurdur. Rûh'ül-Maâni fi Tefsîr'il-Kurân'il-Azîm ve*s-Seb'i-lMesânî adını taşıyan bu tefsirini 1252 (1836) yılında yazmaya başlamış ve devrin hükümdarı Sultân II. Mah-mûd'a takdîm etmiştir. Dördüncü cildini tamamladığı sırada Sultân Mahmûd'un vefat etmesi üzerine kalan kısmını da 1257'de tamamlayarak (1841) devrin hükümdarı Sultân Abdülmecîd'e takdîm etmiştir. Müellif, tefsirinin önsözünde; küçüklüğünden beri Allah'ın kitabının sırlarını açıklamaya arzulu bulunduğunu, bu uğurda her fırsatı değerlendirdiğini ve arkadaşları gibi boş şeylerle vakit geçirmediğini, arzuların peşinde nefes tüketmediğini, bunun netîcesinde Allah'ın kendisini birçok hakîkate ulaşmaya muvaffak kıldığını, bu sebeple Kur'ân'ın inceliklerini halletme imkânına erdiğini bildirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in nazmının zahiri itibariyle müşkil görülen taraflarım çözmeye, daha yirmi yaşlarında iken başladığını, devrinin blginlerinden İstifâde ettiğini, bir tefsir yazmayı düşündüğü sırada sürekli tereddüd içine düştüğünü, ancak 1252 yılı Receb ayının Cum'a gecesi gördüğü bir rü'yâ üzerine tefsirini te'lîfe karâr verip yazmaya başladığında henüz otuzdört yaşında olduğunu, ancak eserine bir isim vermek konusunda kuşkuları bulunduğunu bu sebeple vezîr Ali Ri2â Paşa'ya durumu açtığını vezirin de eserine bu adı uygun gördüğünü belirtmektedir. Gündüzleri ders okutmak ve fetva vermekle vaktini dolduran müellifin geceleri özel sohbetlerle meclisini donattığı ve cemâatin dağılmasından sonra eserini kaleme aldığı zikredilmektedir. Bu eser, gerçekten Selef-i Sâlihîn'in rivayet ve dirayet konusundaki görüşlerini derleyen ve kendinden önce geçen müfessirlerden Îbn Atıyye, Ebu Hayyân, Zemahşerî, Fahrüddîn Râzî, Kâdî Beydâvî ve Ebu's-Suûd Efendi gibi zevatın muteber tefsir kitâblarındaki görüşlerinin özeti niteliğindedir Bu müfessirlerden naklettiği rivayetlerin sonunda ÂIû-sî, kendi görüşünü de açıklamakta ve genellikle birçok mes'elede bu müfessirlerden farklı düşünceye sâhib bulunduğunu belirtmektedir, özellikle Fahreddîn Râzî'nin bazı fıkhî konularda Şafiî mezhebine ağırlık vermesi üzerine kendisi de Şafiî olan Âlûsî, Hanefî mezhebini te'yîd sadedinde Fahreddîn Râzî'ye karşı çıkmaktadır. Çocuklarına yaptığı vasıyyette; oğullarım, i'tikâd konusunda Selef akidesini benimseyin. Çünkü en sağlam yol budur. Fakat tasavvufun büyükleri hakkında Hüsn-i zan beslemekten ayrılmayın. Onların hakkında kötü ve çirkin sözler söylemeye cür'et etmeyin. Allah'a andolsun ki; böyle bir cesaret felâkettir, siz onların dış görünüşü bakımından şeriata aykırı gibi görülen sözlerini dinlemekten kulaklarınızı alıkoymayın. Ve zannetmeyin ki; bu kimseler o sözleriyle bâtıl olduğu apaçık olan o mânâları kasdetmişlerdir, diyerek bir yandan tasavvuf erbabının görüşlerine yer verirken, diğer yandan selef akîdesine bağlı olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple gerek Mu'tezile'nin gerekse Şia'nın Ehl-i Sünnete muhalif görüşlerine karşı çıkmaktadır. Âlûs! tefsîrinde söz san'atlan ve özellikle gramer konusuna geniş yer vermekte ve zaman zaman bir tefsîrciden çok bir gramerci imiş gibi davranmaktadır. Tabîî bilimlere âit konulara da yer vermekten çekinmeyen müellif, bu konulara fazla sayfa ayırmaz. Hattâ tefsirinin önsözünde bazı müfessirlerin felsefî konulara fazla yer verdiklerini belirterek, bunu uygun görmez. Az önce de belirttiğimiz gibi ÂIûsî, Şafiî mezhebine mensûb olmakla beraber Hanefî mezhebine uygun fetvalar vermiş, Hanbelî mezhebine mensûb bulunan İbn Teymiyye, İbn Kudâme, Ibn'ül-Kayyım el-Cevziyye gibi zevat hakkında da hürmetkar ifâdelerde bulunmuştur. İ'tikâdî konularda Eş'arî ve Mâtûrîdî mezhebinin görüşlerine geniş yer verir. Kaynaklarca son zamanlarında kendisinin müctehid olduğunu kabul ettiği belirtilmektedir. Isrâiliyâta karşı olan Âlûsî, âyetlerin zahirî anlamlanın zikrettikten sonra, bâtmî mânâlarına da yer vermeye çalışır ve bu nedenle işârî tefsîre temayül gösterir. Sûreler ve âyetler arası ilişkilere itinâ gösteren müfessir, Arap edebiyatından örnekler getirerek şevâhidi çokça zikreder. Bu arada kırâet farklılıklarına da yer vermekten kaçınmaz. (Daha geniş bilgi için bkz. Mahmûd Şükri el-Âlûsî, elMisk'ül-Ezfer, I, 5-25; CorcîZeydan, Meşâhîr'üş-Şark, II, 175-177; Behçet el-Eserî, AMâm'ül-Irâk, 21-43; Zîrikli, el-A'Iâm, VIII, 53-54; Tâhâ er-Râvî (Mecellet'ül-Mecma'il-İImiyyi'l-Arabî, XIX, 518-523; Abbâs el-Azzâvî, Mecellet'ül-Mecma'il-İImi'yyilArabî, XXVII, 207-215; Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, I, 352-362; M. Şerefeddin Yattkaya, tslâm Ansiklopedisi, Âlûsî maddesi; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 743-751; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 281- 287)[21]
III- FIKHÎ TEFSİRLER:
III- FIKHÎ TEFSİRLER: İslâm dini, din ve dünya ayırımı yapmadığı, hem yaşanan hayatın hem de bu hayatın Ötesinin dini olduğu için Kur'ân-ı Kerîm İ'tikâdî ve uhrevî konuların yanı sıra müslümanın günlük hayatının gereklerini karşılayacak hükümler getirmiştir. Genellikle müslümanlar Kur'ân-ı Kerîm'i üç bölümde mütâlâa edegelmişlerdir: İ'tika-dî konular, amelî konular ve peygamber kıssaları ile ilgili âyetler. Resûlullah hayatta iken dinin pratik cephesini alâkadar eden konularda doğrudan Resûlullah'tan emir alan müslümanlar, Kur'an'ın nüzul sebeplerini bilmeleri nedeniyle âyetlerin ahkâmını çok iyi biliyorlardı. Resûlullah (s.a) vefat edince, müslümanların başvurdukları ana kaynak kesilmiş bulunuyordu. Hayat ise seyrine devam etmekteydi ve yeni gelişen olaylara islâmî hükümler getirmek zarureti vardı. Sabit olan ilâh! kaynağa ve peygamberin sünnetine uygun, dinamik bir dünya nizâmı kurabilmek için nasıl bir yol izleneceğini gerek Kur-ân-ı Kerîm, gerekse Resûlullah bizzat göstermişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamber Yemen'e vâlî olarak gönderdiği Muâz İbn Cebel'e vermiş olduğu direktifte müslümanların Kur'ân ve sünnetten nasıl hüküm çıkarabileceklerini göstermişti. Muâz hadîsi diye bilinen bu hadîsi Ebu Dâvûd, Hafs İbn Ömer kanalıyla Ebu Avn'dan nakleder ve şöyle der: Resûlullah (s.a) Muâz'ı Yemen'e göndermek istediği zaman: Sana bir hüküm getirilirse nasıl hükmedersin? dedi. O da: Allah'ın kitabı ile, dedi. Resûlullah (s.a) Allah'ın kitabında bulamaz-san? deyince, o; Allah'ın Resulünün sünneti ile, dedi. Resûlullah (s.a); Ya Allah'ın kitabında ve Resulünün sünnetinde bulamazsan? deyince; Muaz şöyle dedi: Kendi re'yimle ictihâd ederim. Ne fazlalaştırırım, ne de azaltırım. Bunun üzerine Resûlullah (s.a) Muâz'ın göğsüne vurarak: Allah'ın Resulünün, memnun kalacağı şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun, dedi. (Ebu Dâvûd, Sünen, IV, 18- 19: Kitab'ül-Akdiye, bâb 11; Tirmizî, Sünen, III, 616; Kitâb'ül-Ahkâm, bâb, 3) İşte bu hadîs, bize müslümanların herhangi bir konuda nasıl karâr vereceklerini açıkça göstermektedir. Keza Amr İbn Âs'ın rivayet ettiği hadîste de Resûîullah (s.a) şöyle buyurur: Hâkim ictihâd edip hükmünde isabet ederse; ona iki mükâfat vardır. İctihâd edip hükmünde yanıhrsa; onun için de bir mükâfat vardır. (Buhârî, Sahîh, VIII, 157; Müslim, Sahîh, II, 1343; Tirmizî, Sünen, III, 615) Bununla beraber gündelik hayatın seyri içerisinde gelişen hâdiselere ashabın bakış açılan ve Kur'an ve sünnetin bu hâdiselere tatbiki konusunda bazı görüş farklılıkları ortaya çıkıyordu. Nitekim kocası Ölen hâmile kadının iddeti konusunda Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.a) arasında çıkan ihtilâf; kocası ve anne babası sağ kalıp ölen kadının mirasının taksîmi konusunda Abdullah İbn Abbâs ve Zeyd İbn Sabit arasında beliren görüş farklılıkları bunun tipik örneği idi. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Muhammed Hudarî, Tarih'üt-Teşrî'il-İslâmî, 113; ayrıca Sübkî-SayisBerberî, Müzekkiret'ü Tarih'it-Teşrî'il-Islâmî, 96) Herne kadar bu ihtilâflar var idiyse de ana ilkeler üzerinde Sahâbe-i Güzîn'in ittifak ettikleri muhakkaktır. Ancak zamanla siyâsî, sosyal ve ekonomik gelişmeler sonucu büyüyüp gelişen İslâm toplumunda farklı değerlendirme tarzları ortaya çıktı. Peygamberlik kaynağından istifâde etmiş olan o ilk sahabe neslinin sayısının giderek azalması ve bu arada beklenmedik siyâsi ve sosyal gelişmeler; değişik fıkıh mekteplerinin doğmasına sebep oldu. Esâsta müttefik olan bu mezheb mensûbları, delilleri değerlendirme ve hâdiselere bakış tarzı noktasından farklı neticelere vardılar. Başta dört Sünnî mezhep olmak üzere diğer mezheblerin büyük bir kısmı körü körüne kendi görüşlerini savunmak yerine, muhtelif bakış açılarım temsîl ettikleri gerekçesiyle öteki mezheblerden farklı sonuçlara varmış olmalarına rağmen, onların değerini de takdir etmekten geri kalmıyorlardı. Sözgelimi İmâm Şafiî; herkes fıkıhta Ebu Hanîfe'ye muhtaçtır, diyordu. Aynı hoşgörülü davranışı Ahmed İbn Hanbel ve imâm Mâlikte göstermekteydi. Ne var ki bir süre sonra çok farklı mez-hebler zuhur edince, bu hoşgörülü anlayışın devam etmediğini müşâhade etmekteyiz, l'tikâdî fırkalara ve inançlara bağlı olarak doğup gelişen mezhebler, kendi görüşlerini hakim görüş olarak serdedebilmek için zaman zaman değişik usûller ve metodlara da başvurmuşlardır. Şîî, Zahirî, Haricî ve diğer mezheb mensûblannın davranışları bunun örneğidir. Böylece her mezheb mensubu; fıkhî konularla ilgili âyetleri kendi mezhebinin doğrultusunda yorumlayabilmek için tefsîrler yapma yoluna başvurdular. Bunun neticesinde fıkhî tefsîrler dediğimiz tefsîr tarzı zuhur etti ki bu tefsîrler, başhbaşına bir tefsîr olmak yerine çoğunlukla ahkâm âyetlerinin tef-sîrlerİ niteliğindedirler. Sözgelimi, Hanefî mezhebine mensûb bulunan Ebu Bekir elCessâs (öl. 370/980)'ın kaleme almış bulunduğu Ahkâm'ül-Kur'ân'ı ve Ahmed İbn Ebu Saîd'in (XI. asır) et-Tefsîrât'üİ-Ahmediye isimli eserleri Hanefî fıkhının tefsîr sahasına yansımış olan önemli çahşmalar'dir. Ebu'l-Hasan et-Taberî'nin (öl. 504(1110) Ahkam'ül-Kur'an'ı; Ahmed İbn Yûsuf elHalebî'nin (öl. 756/1355) el-Kavl'ül-Vecîz fî Ahkâm'il-Kitâb'il-Azîz'i; İmâm Suyûtî'nin (öl. 911/1505) el-îklîi fi Îstinbât'it-Tenzîl İsimli eserleri Şafiî fıkhının tefsîr sahasına yansımış olan önemli örneklerindendir. Kadî Ebu Bekir Îbn'ül-Arabî'in (öl. 543/1148) Ahkâm'ül-Kur'ân'ı, Mâlİkî fıkhının tefsîre âit önemli örnekleri arasında yer almaktadır. VIII. yüzyıl bilginlerinden Mikdâd el-Siverî'nin kaleme almış olduğu Kenz'ül-Furkân fi Fıkıh'il-Kur'ân isimli eseri oniki İmâm Câ'ferîIİğinİn ve IX. Yüzyıl bilginlerinden Şemsed-dîn IbnYûsuf'unkaleme almış olduğu es-Semerât'üI-Yânia isimli eseri Zeydî mezhebinin ve XIX. yy. bilginlerinden Şevkânî'nin Feth'ülKadîr'i selefiyye mezhebinin en Önemli tefsîrlerindendir. Şimdi kısaca bu fıkhi tefsîrleri tanımaya çalışalım:[22]
1- Ebu Bekir el-Cassâs (öl. 370/980) AhkânTülKur'ân
1- Ebu Bekir el-Cassâs (öl. 370/980) AhkânTülKur'ân. Rey şehrine mensûb olan bu büyük bilginin asıl adı Ahmed İbn Ali olup künyesi Ebu Bekir'dir. Mesleği kireççilik olduğu İçin kendisine kireççi anlamına Cassâs lakabı verilmiştir. Yaklaşık 305 yılında (917) Bağdâd'da doğmuş burada Ebu Sehl ez-Zeccâc ve Ebu'l-Hasan el-Kerhî gibi devrin fıkıh bilginlerinden ders almış, sonra aynı yerde dersler vermeye başlamıştır. Hocası Ebu'l-Hasan el-Kerhî'nin yolundan giderek zühd mesleğini seçmiş, birçok kez kendisine kadılık teklîf edilmişse de kabul etmemiştir. Bir ara Ehvâz'a gidip burada devrin bilginleriyle tanışan Cessâs, tekrar Bağdâd'a dönmüş ve hocası Kerhî'nin tavsiyesi üzerine Nîsâbûr'a giderek ünlü zâhid Hakîm-i Nîsâbûrî ile buluşmuştur. 344 yılında (955) Bağdâd'a gelmiş ve burada bilginlerin ve halkın takdirine mazhar olmuştur. Nitekim Ebu Bekir el-Ebherî onunla ilgili olarak şöyle der: Halîfe Muti', Ebu'I-Hasan İbn Ebu Amr aracılığıyla bana kâdî'l kudâtlık teklîf etti. Ben bundan kaçındım ve Ebu Bekir Ahmed İbn Ali erRâzî'yi (Cassâs) gösterdim. Bunun üzerine kendisine hitâb yöneltildi. Ebu'I-Hasan İbn Ebu Amr bu konuda kendisine yardımcı olmamı istedi. Ancak o (Cassâs) kendisine yöneltilen hitabı kabullenmedi. Ben onunla başbaşa kaldığımda, bana dedi ki: Sen, bana bu görevi uygun görüyor musun? Ben; hayır, bunu sana uygun görmüyorum, dedim. Sonra Ebu'I-Hasan İbn Ebu Amr'ın yanına gittik. O, teklifini tekrarladı. Ben de kendisine yardım etmek vaadinde bulunmuştum. Cassâs bana dedi ki: Ben, seninle bu konuda istişare etmedim mi? Sen de bana yapmamam konusunda fikir vermedin mi? Ebu'IHasan İbn Ebu Amr bundan rahatsız olarak dedi ki: Hem bize bir insanı gösteriyorsun, sonra da o kişiye bunu yapmamasını söylüyorsun. Ben de dedim ki: Evet, benim bu konudaki İmamım Mâlik İbn Enes'tir. Nitekim Medine halkına Nâfi'in peygamberin mescidine İmâm yapılması konusunu tavsiye etmiş ve Nâfi'e de imamlık yapmamasını söylemiştir. Neden böyle yapıyorsun? denildiğinde de şöyle karşılık vermiştir: Ben, size Nâfi'i tavsiye ettim. Çünkü ben, onun gibisini bilmiyorum. Gna da yapmamasını söyledim. Çünkü böylece onu kıskanan ve kendisine düşman olacak bir çok kişi doğacaktır. İşte ben size onun gibisini tanımadığım için kendisini tavsiye ettim. Ancak kendisinin dini bakımdan daha salim bir yol olduğu için de yapmamasını söyledim. (Meni' Abdülhalîm Mah-mûd, Menahic'ül-Müfessirîn, 63) Cassâs'ın öğrencileri arasında Ebu Bekir Ahmed İbn Mûsâ el-Harizmî, Ebu Abdullah Muhammed İbn Yahya el-Cürcânî, Ebu'l-Ferec Ahmed İbn Muhammed, Ebu Ca'fcr Muhammed İbn Ahmed enNesefî, Ebu'I-Hasan Muhammed İbn Ahmed ezZa'fcranî ve Vâsıt kadısı İsmail'in babası Ebu'I-Hasan ibn Muhammed gibi bilginler bulunmaktadırlar. Başta Ahkâm'ül-Kur'ân isimli eseri olmak üzere, Kerhî'nin muhtasarına yazdığı şerh, Tahâvî'nin muhtasarına yazdığı şerh, Hanefî mezhebinin ünlü imamlarından İmâm Muhammed İbn Hasan eşŞeybânî'nin, el-Câmi'ül-Kebîr'ine yazdığı şerh ve Usul'ül-Fıkıh, Edeb'ül-Kadâ gibi eserleri ünlüdür. Hanefi fıkhını benimseyen Cassâs'ın Mu'tezilî görüşlere temayül ettiği belirtilmekte ve hattâ Mu'tezile bilginleri arasında isminden bahsedilmektedir. (Şerhül-Ezhâr, II, IV; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 200) Bu büyük bilgin altmışbeş yaşında iken 370 yılının Zülhicce ayında (980) Bağdâd'da vefat etmiştir. Ahkâm'ül-Kur'ân adını taşıyan tefsîri; Hanefî fıkhının önemli kaynakları arasında yer alır. Kur'ân-daki bütün sûrelerde yer alan ahkâm âyetlerini tefsîr etmekle yetinen Cassâs; herne kadar Kur'ân'dakİ sûrelerin tertîb tarzlarına uygun davranmakta ise de fıkıh kitâblannda olduğu gibi eserini muhtelif bâb ve başlıklar altında toplamıştır. Zaman zaman mezhebler arası ihtilâflara da yer veren bilgin, derin bir kavrayış kabiliyeti ile delîlleri zikretmekte ve farklı yorumlan sergilemektedir. Ba-zan âyetlerin tefsirinde, o âyetle ilişkisi olmayan ya da kelime benzerliği bulunan noktalara da temas etmektedir. Mensubu bulunduğu Hanefî mezhebine fazlasıyla bağlı bulunan Cassâs, diğer mezheb imamlarının görüşlerini ağır bir dille eleştirmekten geri kalmaz. Büyü ve rü'yet konusunda Mu'tezilî görüşleri benimseyen bilgin, Emevîlere ve özellikle Muâviye'ye karşı tavır takınmaktan kaçınmaz. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, Siyerü A'lâm'm-Nübelâ', X, 732; Safedî, el-Vâfî, VI, 99; İbn'ül-Nedîm, el-Fihtist, 208; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, VII, 105-106; Leknevî, elFevâid'ül-Behiyye, 27-28; Kureşî, el-Cevâhir'ülMudîe, I, 84-85; İbn Tağrıberdî, en-NücÛm'üz-Zâhire, IV, 138; İbn Kutlubağa, Tâc'üt-Terâcim, IV; Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, III, 159-160; Taşköprülü, Miftâh'üs Saâde, II, 53; ibn Kesîr, el-Bidâye, XI, 297; İbn'ül-İmâd, Şezerât'üz-Zeheb III, 71; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 55; C. Brockelmann, G.A.L., I, 191, suppl., I, 335; Ömer Nasühî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, I, 390-391; Meni Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 61-66; Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, II, 438-443)[23]
2- Ebu'lHasen Ali tbn Muhammed tbn Ali et-Taberî
2- Ebu'lHasen Ali tbn Muhammed tbn Ali et-Taberî (öl. 504/1110) Ahkâm'ül-Kur'fin Künyesi İmadüddîn olan Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhamhıed İbn Ali et-Taberî el-Kiya el-Herrâsî diye bilinen bu ünlü Şafiî fakîhi,aslen Horasanlı olup 450 yılında (1085) burada doğmuş, sonra Nîsâbür'a gitmiş, bir süre devrin ünlü Şâfîi bilgini ve Gazzâlî'nin hocası bulunan Imâm'ül-Haremeyn Ebu'lMaâlî el-Cüveynî'den fıkıh öğrenimi görmüş, bilahere Beyhak'a gidip bir müddet ders vermiştir. Daha sonra yeniden Bağdâd'a dönen Kiya eİ-Herrâsî devrin ünlü bilginlerinin toplanmış olduğu Nizamiye medresesinde görev alarak vefat edinceye kadar burada ders vermiştir. 504 (1110) yılında Bagdâd'da vefat etmiştir. Abdülğâfir el-Fârisî'nin ifâdesine göre, Kıya el-Herrâsî, Cüveynî'nin önde gelen öğrencilerindendi ve Ebu Hâmid el-Gazzâlî'den sonra ikinci derecede yer alıyordu. Daha sonra ünlü Selçuklu hükümdarı Melikşâh'ın oğlu Mecdülmülk Berk Yârûk'un hizmetine girerek onun yanında maddi imkâna nail olmuştur. Hafız Ebu Berk Yârûk'un kadılığını da yapmış olan Kiya el-Herrâsî'yi Tâhir es-Selefi 495 (1101) Bagdâd'da ve Nizamiye medresesinde görüp bir fetva sorduğunu nakleder. Emevîlere karşı tavır alması ile meşhur olan Kiya elHerrâsî'nin Bagdâd'da son yılında (1110) vefat ettiğini ve Şeyh Ebu İshâk eş-Şîrâzî'nin yanına gömüldüğünü, defni esnasında Bağdâd Hanefî imamlarının önde gelen isimlerinden olup Kiyâ elHerrâsî ile aralarında çekişme bulunan Ebu Tâlib ezZeynebî ve Kâdî'l-Kudât Ebu'l-Hasan edDâmegânînİn de hazır bulunduğu, İbn HalHkân tarafından belirtilmektedir. (İbn Hallikân, Vefeyât'ülA'yân, III, 287-288) Devrinin ünlü bilginleri tarafından takdirle karşılanan Kıya el-Herrâsî Esnevi'-nin ifadesiyle, "derin görüşlü, kuvvetli bir araştırıcı, ince fikir sahibi, fasîh ve zekî bir zât" imiş. Sözkonusu edeceğimiz Ahkâm'ül-Kur'ân'ın yanı sıra Levâmi'üddelîl fi Zevâyâ'I-MesâiI, Şifâ'ül-Müsterşidîn fi Mebâhis'İl-Müctehidîn, Nakdü Müfredâ-ti İmâm Ahmed ve Usu'I-üI Fıkıh gibi eserleri bulunmaktadır. Ahkâmül-Kur'ân adını taşıyan eseri, Şafii fıkhının en güzel tefsîr örneklerindendir. Nasıl Cassâs Hanefi mezhebinin samîmî bir bağlısı ise Kıya el-Herrâsî de Şafiî mezhebinin samîmî bir bağlısıdır. Eserinde zaman zaman Cassâs'ı eleştiren bilgin bu eseri Şâfiİ mezhebinin üstünlüklerini ortaya koymak için kaleme aldığını belirtir. Ancak kısa ve öz bilgiler vermekle yetinir. (Dalia geniş bilgi için bkz. İbn Asâkir, Tebyînû Kezîb'il-Müfterî, 288; İbn el-Cevzî, el-Muntazam, IX, 167; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, 37; Sübkî, Tabakât, IV, 281; Zehebî, el-lber, IV, 8: İbn'ülİmâd, Şezerât'üz-Zeheb, IV, 8; İbn Hallikân, Vefeyat'ül-A'yân, III, 286-290; Zehebî, et-Tefsîr ve'l- MÜfessirûn, II, 444-447; Meni' Abdülhalim Mahmüd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 91-99)[24]
3- Kâdî Ebu Bekir İbn'ül-Arabî (öl. 543/1148)
3- Kâdî Ebu Bekir İbn'ül-Arabî (öl. 543/1148)
Ahkâm'ül-Kur'ân
Ahkâm'ül-Kur'ân Kâdî Ebu Bekir Muhammed lbn Abdullah İbn Muhammed İbn Abdullah İbn Ah-med Ebu Bekir Ibn'ül-Arabî, el-Meâfirî el-Endelûsî 468 (1075) yılında Endülüs'te İşbîliye' de (bugünkü Sevülâ) doğmuş doğduğu kentin önde gelen imâm ve fakîhlerinden birisi olan babası Ebu Muhammed Abdullah'tan Öğrenim görmüştür. Sevillâ'da hüküm süren Abbâdî hanedanının yanında muteber bir mevki olan babası Ebu Muhammed Abdullah, bu hanedanın yıkılması üzerine oğlu Ebu Bekir ile birlikte 485 yılının Rebîü-levvel ayının İlk günlerinde (1092) Sevillâ'yı terkederek hacca gitmiştir, O zaman Kâdî Ebu Bekir onyedi yaşlarında idi. Mısır'da Ebu'lHasan el-Hâlî ve EbuM-Hasan İbn Müslih, Mehdiyâ el-Verrâk ve Ebu'l-Hasan İbn Dâvûd el-Fârisî'den dersler almış buradan Şam'a geçerek Şam'da Ebu Nasr el-Makdisî, Ebu Saîd ez-Zincânî, Ebu Hâmid elĞazzâli, Ebu Saîd er-Rehâvî, Ebu'l-Kasîm, îbn Ebu'lHasan el-Makdisî, Ebu Bekir et-Tartûşî gibi zevat İle buluşmuş ve bu arada fıkıh sahasındaki bilgisini geliştirmiştir. Şam'dan Bağdâd'a geçen Kâdî Ebu Bekir, burada Ebu'l-Hasan es-Sayrefî'den, Ebu'lhasan Ali ibn Eyyûb el-Bezzâz'dan, Ebubekir îbn Turhan'dan, Şerîf Ebu'l-Fevâris Tarrâd îbn Muhammed ez-Zeynebî'den, Ca'fer îbn Ahmed esSerrâc'dan, Ebu'l-Hasan îbn Abd'ü'l-kadîm'den, Ebu Zekeriyyâ et-Tebrîzî'den ve Ebu'l-Meâlî Sabit İbn Bündâr el-Hammâmî'den dersler almış ve bunlarla gerekli ilmî mübâhaselerde bulunmuştur. 489 (1095) yılında Hacca giderek Mekke'de Ebu Abdullah Hüseyn îbn AH et-Taberî ile buluşmuştur. Buradan dönüşünde Bağdâd'a uğramış ve Bağdâd'da Ebu Bekir eş-Şâşî, Ebu Hâmid el-Ğazzâli ve Ebu Bekir etTartûşî gibi devrin önde gelen ilim adamlarıyla yeniden buluşarak fıkıh, usûl, edebiyat, hadîs kelâm ve benzeri konularda bilgisini geliştirmiştir. Bağdâd'tan Endülüs'e geri dönerken bir müddetlskenderiye'dekalmış Ebu Bekir et-Tartûşî tarafından ağırlanmıştır. Burada bulunduğu sırada babası Ebu Muhammed Abdullah vefat etmiş ve iskenderiye'ye gömülmüştür. (493/1099) 495 (1101) yılında Endülüs'te karşılaştığımız Kadı Ebu Bekir klâsik kaynakların ifadesiyle "kendisinden önce hiç kimsenin getirmediği derecede zengin ve pek çok bilgi ile doğudan Işbîliye'ye (Sevillâ) gelmiştir." (Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 164) Pekçok bilimlerde mahir olan Kadı Ebu Bekir, Endülüs ilim zincirinin son halkasını oluşturmuştu. Edebiyat ve diğer güzel san'atları alanında da otorite olan Kadı Ebu Bekir fıkıhta ictihâd derecesine ulaşmış, hadîste, herkesin kendisine güvendiği uluvv-i isnâd noktasında yegâne olmuştur. Gerek İşbîliye'de ve gerekse diğer îslâm ülkelerinde birçok kez kadılık yapmış olan Ebu Bekir Endülüs'e döndükten sonra bir süre Fas'a gitmiş ve oradan dönüşünde 543 (1148) yılında yolda vefat etmiş ve cenazesi Fas'a taşınarak burada Bâb'ül Mahrûk'un dışında bulunan kabristana defnedilmiştir. ömrünün sonlarında büyük bir servete de sahip bulunan Kadı Ebu Bekir, İşbîliye'de (Sevilla) kendi malından bir sur yaptırmıştır. Bir çok şâir ona medhiyeler yazmışlardır. Kadı lyaz, Ebu Zeyd esSüheylî, Ahmed îbn Halef, Abdurrahman îbn Rebî' elEş'arî ve Kâdî Ebu'l-Hasan gibi zevat ondan ders almış Ebu'l-Hasan Ali İbn Ahmed eş-Şâbûrî ve Ahmed îbn Ömer el-Hazrecî gibi bilginler de ondan icazet almışlardı. îbn Beşküvâl Endülüs bilginlerinin hayatlarından söz ettiği es-Sıla isimli eserinde, onu bize şöyle tanıtmaktadır: "O, derin bir hafız, Endülüs bilginlerinin sonuncusu hafız ve imamlarının âhiridir. 516 (1122) yılının Cumâ'dı el-âhiresinin ikinci pazartesi günün sabahında İşbîliye'de kendisiyle karşılaştım. Ve o, bana babasıyla birlikte doğuya nasıl rihlet ettiğini anlattı... diyor. Sonra İbn Beşkuvâl lbn'ül-Arabî'nin hayat hikâyesini aktarıyor. (İbn Hallikân, Vefeyât'ül'A'yân, iv, 296) Kadı Ebu Bekir İbn'ül-Arabi'nin söz konusu ettiğimiz Ahkâm'ül-Kur'ân isimli eserinden başka, Envâr'ülFecr fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli bir başka tefsiri daha bulunduğu, ancak bu eserin günümüze ulaşmadığı görülmektedir. Mâlik İbn Enes'in el-Muvatta' isimli eseri üzerine kaleme almış bulunduğu el-Kabes isimli kitabında; bu tefsiri yirmi yılda te'lîf ettiğini ve seksen bin varak civarında bulunduğunu belirtmektedir. Dâvûdî de bu tefsîrin mevcudiyetiyle ilgili şu ma'lûmâtı aktarmaktadır: "Şeyh Burhâneddîn Ferhûn dedi ki: Bana Salih Şeyh Ebu RebF Süleyman İbn Abdurrahmân Peygamber kentinde (Medinet'ün Nebi) 761 yılında (1359) haber verdi ki; kendisine Mağribli Salih Şeyh Yûsuf el-Hazzâmlskenderivye'de760 yılında (1358) demiş ki: (Kâdî Ebu Bekir Îbn'ül-Arabî'nin Envâr'ül-Fecr isimli Kur'ân tefsirinin tamâmını Merâkeş şehrinde, adaletli hükümdar, müslümanların emîri Ebu Annân Fâris İbn Sultân'ın hazînesinde (kütüphanesi), gördüm. Hükümdar bu kütübhâne-yi seferlerinde beraberinde taşıtıyordu. Ben de bir toplulukla birlikte kitâblann toparlanıp taşınmasında ona hizmet ediyordum. Bu kitabın (Envâr'ül-Fecr) cildlerini saydım seksen cilde ulaştı. Zikre konu olan kitâbtan hiçbir eksik yok idi. (Bu haberi nakleden) Ebu Rebî'der ki: Bu haberi veren Yûsuf el-Hazzâm Salih bir kişi idi ve güvenilir, doğru sözlü olup kendi ahn teriyle kazandığını yer idi." (Dâvûdî, Tabakât'ülMüfessirîn, II, 165) Ne yazık ki bu tefsir günümüze kadar intikâl edememiştir. Kadı Ebu Bekir'in İmâm Mâlik'in Muvatta' isimli eserinin şerhi olan elMesâlik ve yine Tirmizî'nin şerhi olan Arîza elAhrezî, Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen ihtilâfları konu edinen el-Avâsım, Usûl'ü Fıkha dâir el-Mahsûb gibi eserlerinin yanı sıra Sirâc'ül-Mühtcdîn, Sirâc'ülMürîdîn, en-Nasîh ve'1-Mensûh gibi eserleri bulunmaktadır. Ahkâm'ül-Kur'ân da Kadı İbn Arabî, sûrelerin her birini teker teker ele almakta, ancak ahkâma mütallik olan âyetlerini tefsîr etmektedir, önce sûreyi zikretmekte, ardından o sûrede mevcûd olan ahkâm âyetlerini tanıtmakta ve müteakiben de bu âyetlerin açıklamasına girişmektedir. Müellif, Mâliki mezhebine mensûb olduğu için, bu eser Mâlikî fıkhının başta gelen kaynaklarındandır. Kendi mezhebini güçlendi-rebilmek için zaman zaman çeşitli yollara başvuran İbn Arabî, diğer mezheblerle, Mâlikî mezhebinin karşılaştırmasına yer verirken zaman zaman öteki mezheb imamlarının görüşlerini çürütmeye çalışmaktadır. Âyetlerin mânâsının anlaşılması için, gramer inceliklerine özenle dikkat gösteren bilgin isrâliyâta yer vermemekte ve zayıf hadîslerden kesinlikle kaçınmaya çalışmaktadır. Ömer Nasûhî Bilmen'in ifâdesi ile "Pek münekkah ve vâsi' bir ilmin metîn mahsulü olan bu Tefsîr-i Şerif her vech ile senâyâ lâyıktır. Meşhur Hanefî âlimi Ebu Bekr el-Cassâs'ın Ahkâm'ül-Kur'ân unvanlı tefsirine tekabül etmektedir." (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 475) (daha geniş bilgi için bkz. Kesîr, el-Bidâye ve:nNihâye, XII, 228; Dabbî, Buğ-ye, 82; Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, IV, 1294; İbn Ferhûn, ed-Dîbâc'ülMüzehheb, 281; İbn İmâd, Şezârât'üz-Zeheb, IV, 141; ibn Beşkuvâl, es-Sıle, II, 558; Suyûtî Tabakât'ülMüfessirûn, 34; İbn Hallikân, Vefayâfül-A'yân, IV, 296-297; Yâfiî, Mir'âfül-Cinân, III, 279; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 162-166; Zehebî, et-Tefsir ve'1-Müfessirûn, II, 448-456; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 473-475; Men? Abdülhâlİm Mahmûd, Menâhic'Ül-Müfessirîh; 111-116)[25]
4- Mikdâd cs-SûyÛrî (âl. 826/1423) Kenz'ül-İrfân n
4- Mikdâd cs-SûyÛrî (âl. 826/1423) Kenz'ül-İrfân n
Fıkh'İl-Kur'ân
Fıkh'İl-Kur'ân Mikdâd İbn Abdullah İbn Muhammed İbn Hüseyn İbn Muhammed es-Sûyûrî el-Hüllî, Oniki İmâm mezhebi fakîhlerinden olup dokuzuncu hicri asırda (15.yy.) yaşamış, fıkıh, usûl, kelâm, tefsîr alanında eserler vermiş bir şiî bilginidir. Muhammed İbn Mekkî'den, öğrenim görmüş olan Mikdâd es-Sûyûrî 826 tarihinde (1423) Necef'de vefat etmiştir. Hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmayan SÛyûrfnin Nehc'ül-Müsterşidîn şerhi, Mebâdi'ül şerhi, Muhtasar' üş-Şerâi şerhi ve Tecrîd'ül-Belağa şerhi gibi eserleri bulunmaktadır. Onun en ünlü eseri ise Oniki İmâm mezhebinin fıkhını ele aldığı Kenz'ül İrfan fi Fıkh'il-Kur'ân isimli tefsiridir. Bu tefsîr, daha önce Kadı Ebu Bekir ibn Arabî ve Ebu Bekir elCassâs'm tefsirlerinde görüldüğü gibi, Kur'ân'daki bütün sûreleri ele alarak tek tek bu sûrelerdeki ahkâm âyetlerini tefsîr etmek yerine, fıkıh konularıyla ilgili başlıktan tanzîm etmekte ve her başlık altında o konuyla ilgili âyetleri dercedip tefsire çalışmaktadır. Sözgelimi taharet babı başlığı altında taharetle ilgili âyetleri, Ca'ferî mezhebine göre tefsîr etmektedir. Zaman zaman diğer mezheb imamlarının görüşlerini de ele alan Sûyûrî bunları, kendi mezhebinin görüşleriyle karşılaştırmakta ve Şîa'nın görüşünün üstünlüğünü isbât etmeye çalışmaktadır. Görüşlerinin isbâtmda aklî delillerin yanısıra, Ehl-i Beyt imamlarından önde gelen kişilerin fikirlerine de dayanmaktadır. Çoğu kez Şîî kaynaklara dayanan müellif, birçok ahkâmda Ehl-i Sünnetin karşısında Şia'nın fikirlerini üstün gösterme gayreti içine girmektedir. (Daha geniş bilgi için bkz. Havansârî, Ravzat'ül-Cennât, IV, 127-129; Zîrikli, el-A'lâm, VIII, 207-208; Ağabüzürk, Musaffâ'I-Makâl, 462; Mâmekânî, Tenkîh'ül-Makâl III, 245; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, XII, 318; Zehebî, etTefsîr ve'I-Müfessirûn, II, 465-567)[26]
5- Yusuf es-Selâî (öl. 832/1429) es-Semerât'ülYSnia ve'l-Ahkâm'ül-es-Selâî cl-Kâti
5- Yusuf es-Selâî (öl. 832/1429) es-Semerât'ülYSnia ve'l-Ahkâm'ül-es-Selâî cl-Kâti Şemseddîn İbn Ahmed İbn Muhammed İbn Ahmed İbn Osman es-Selâî hicrî dokuzuncu asır (XV yy.) da yaşamış ünlü bir zeydî fakîhi ve din bilginidir. Zeydîle-rin en çok güvendikleri ilim adamlarından biri olup İmâm Mehdî'nin arkadaşları arasında yer almıştır. Hasan en-Nahvî'den fıkıh öğrenimi gördükten sonra, Selâ'-da, ikâmet etmiştir. Çevreden gelen insanlar onun derslerine iştirak etmişler ve devrinde büyük bir bilgin olarak ün salmıştır. elCevâhir ve'1-öurer fi Keşfi Esrâr'id-Dürer fi'1-Ferâiz; Muhtasar'ül-İntisâr; er-Riyâd'üz-Zâhire; ez-ZÛhur ala'l-Lüma' gibi eserlerinin yamsıra en ünlü kitabı yukarıda zikri geçen ve Zeydî mezhebinin değerli eserlerinden olan es-Semerât 'ül-Yânia ve'1- Ahkâm'ül-Vâdiha isimli tefsiridir. Selâî 832 (1429) yılının Cumâd'el âhiresinde Selâ'da vefat etmiştir. Müellif, es-Semerât'üI -Yânia'da sûre ve âyetlerinin Kur'ân'daki sırasını esas alarak ahkâm ile ilgili âyetleri tefsîr etmektedir. Âyetlerin nüzul sebeplerini irâd ettikten sonra bunların meyvelerine (es-Semerât) nazar ederek şer'î hükümlerini açıklamaya çalışmaktadır. Ahkâm âyetlerini tefsîr ederken Selef ve Halefden bilginlerin görüşlerine yer vermekte, sahabe ve tabiinin fikirlerinin yanı sıra, Şafiî Hanefî ve Mâlikî gibi sünnî mezheblerin Zahiri ve imâmiyye gibi mezheblerin görüşlerini de açıklamakta ve her mezhebin dayandığı delilleri zikrederek özellikle Zeydî mezhebinin görüşlerini açıklamaya itinâ göstermektedir. Genellikle Zeydtye'nin görüşüyle diğer mezheb görüşlerini karşılaştırmakta ve bu görüşler içerisinde Zeydiye'nin görüşünün kuvvetli olduğunu ortaya koymaya gayret etmektedir. Uydurma ve zayıf hadîslere de yer verilen eser, özellikle fıkıh ve fıkhın teferruatına dâir konularda Zeydiye ile Ehl-i Sünnetin görüşlerinin karşılaştırılması bakımından önem ifâde etmektedir. Bu arada Zemahşerî'nın Keşşafından pek çok alıntılar yapılmakta ve özellikle Zemahşerî'nin Mu'tezilî görüşlerine yer verilmektedir. Zaman zaman zayıf ve mevzu hadisler üzerine bazı fikirler bina edilmektedir. (Daha geniş bilgi için bkz. Şevkânî, el-Bedr üt-Tâlî, II, 350; elCendârî, Terâcim*ür-Ricâl, 43;Ömer Rızâ Keh-hâle, Mu'cem'Ül-Müellifîn, XIII, 272; Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, II, 468^473)[27]
6- Şevkânî (öl. 1250/1834) Feth'ül-Kadîr
6- Şevkânî (öl. 1250/1834) Feth'ül-Kadîr Ebu Abdullah M uh amme d tbn Ali tbn Muhammed İbn Abdullah tbn Hasan ibn Muhammed Ibn Salâh ibn Ali İbn Abdullah eş-Şevkânî el-Hevlânî, 1173 yılında (1760) Yemen'de San'â yakınlarındaki Hicretü Şevkân'da dünyaya gelmiştir. Babası Yemen'in ilim merkezlerinden birisi olan hicretü Şevkân'da kırk yıl kadılık yapmış derin bir bilgindi. Önce babasından ilim öğrenen Şevkânî, daha küçüklüğünde bir çok metni ezberlemiş ve kısa zamanda dinî bilimlerde gelişerek yirmi yaşında iken fetva verme mertebesine erişmiştir. İslam kaynaklarının birçoğunu Yemen'deki üstâdlardan okuyan Şevkânî kendi İfâdesine göre, Zeydî fıkhına âit olan Şerh'ül-Ezhâr'ı dört ayrı bilginden dinlemiş ve hatta Yemen'in büyük âlimlerinden Ahmed İbn Muhammed er-RâzîMen üç kerre okumuştur. Hadîsten Buhârî ve Müslim'i şerhleriyle birlikte, Tirmizî, İbn Mâce ve Muvatta'ın bir kısmını İbn Teymiy-ye'nin el Müntekâ'sını ve Kâdî Iyâd'ın Şifâ'sını bizzat hocalardan takrir yoluyla öğrendiğini belirtir. Fıkıhta, kelâmda ve usûlde birçok hocadan dersler alan Şevkâ-nî'nin, üstâdları arasında az önce de belirttiğimiz gibi babası Ali eş-Şevkânî, Hasan Ibn Abdullah el-Heyl, Abdurrahman el-Medenî, Ahmed İbn Muhammed el Herâ-zî, Abdullah İbn İsmail enNehemî gibi bilginler bulunmaktadır. Üstadı Abdülkadir İbn Ahmed'İn teşvîki ile eserler yazmaya başlayan Şevkânî, San'â'da dersler okutmaya başlamış, fetva vermeye devam etmiş ve 1209 (1794) yılında San'â kadısının vefatı üzerine otuzaltı yaşında iken San'â kadılığı görevine başlamıştır. Burada bulunduğu esnâdâ 1250 yılının Cumâd' el-âhiresİnde (1834) vefat etmiş ve Huzeyfe'deki mezarlığa defnedilmiştir. Başta Feth'ül-Kadîr isimli tefsîri olmak üzere, fıkıha dair Neyl'ül-Evtâr', sahabeye saygı duyulması gerektiğini belirten İrşâd'Ül-öâdir ve yedinci hicrî asırdan sonra yaşayan büyüklerden sözeden elBedr'üt-Tâli, usûle dâir Irşâd'ül-Fuhûl selefiyye mezhebine dâir et-Tuhaf fi Mezâhib'is-Selef, mevzu' hadîslere dâir el-Fevâid'üI-Mecmûa ve Selefî akide doğrultusunda tevhîd konusu işlediği et-Dürer'ünNadîd isimli eserleri çok ünlüdür. Edebiyata da düşkün olan Şevkânî başlangıçta fıkıh bakımından Zeydiyye mezhebine mensûb iken ve bu mezhebte fetva derecesine erişmiş bir şöhreti kazanmış iken, bilâhere hadîs ilminde derin bilgin derecesine ulaşmış ve Zeydiyye mezhebini terkederek selefiyye mezhebini benimsemiştir. Özellikle bu esnada taklîd ve ictihâd konusunda el-KavI'ül-Müfîd isimli eserini yazarak yeni bir ictihâd faaliyetine girişmiş ve bu nedenle Zeydî bilginler tarafından hücumlara ma'rûz kalmıştır. Ehl-i Beyt'in mezhebini yıkmakla itham edilen Şevkânî, Kur'ân'da Vârid olan ilâhî sıfatlarla ilgili âyetleri hiçbir te'vîle başvurmadan olduğu gibi benimseyerek İbn Teymiye'nin mesleğini benimsemiştir. Başta oğlu Ali eş-Şevkânî olmak üzere, Hüseyin İbn Muhsin el-Ansârî, ve Ab-dülhak İbn Fadl el-Hindî gibi zevat onun yetiştirdiği bilginler arasında bulunmaktadır. Şevkânî; Feth'ül-Kadîr el-Câmi' Beyne Fenney'irRivâyeti ve'd-Dirâyeti min llnTit-Tefsîr isimli eseri, adından da anlaşılacağı gibi; Taberî, İbn Kesîr ve Suyûtî'-nin metodu doğrultusunda kaleme alınmış bulunan hem rivayet, hem de dirayet tanklarının birlikte sergilendiği önemli bir tefsirdir. Müellif; bu eserine 1223 yılı Rebî'ül-âhir (1808) başladığını ve 1229 yılı Receb ayında (1813) tamamladığım belirtmektedir. Ayrıca Ebu Ca'fer en-Nehhâs, İbn Atıyye ed-Dımeşkî, İbn Atıyye el-Endelüsî, Kurtubî ve Zemahşerî gibi müfessirlerin yolunu izlediğini belirtmektedir. İzlediği metodu tefsirinin önsözünde şöylece anlatmaktadır: "Kendimi bilginler tarafından gerçekten kabul gören yolu izlemeye şevkettim. İşte şimdi sana bu yolun aydınlıklarını göstermek ve geliş şeklini açıklayıp ortaya koymak istiyorum. Ve diyorum ki: Genellikle tefsîr bilginleri iki gruba ayrılmışlar ve iki yol izlemişlerdir. Birinci grup, tefsirlerinde yalnızca rivayetlerle yetinmişler ve bu sancağı yüceltmekle kalmışlardır. Diğer grup ise dikkatlerini Arap dilinin gereklerine âlet ilimlerinin verilerine çevirmişlerdir. Rivayet yoluna koyulurlarsa da bu alanda sağlam temeller atamamışlardır. Her İki grup da bazen İsabet etmiş, uzatmış ve güzel yapmıştır". Dedikten sonra kendi metodunu şöylece zikretmektedir: "Görülüyor ki her ikisinin birleştirilmesi ve iki gruptan yalnızca birinin yoluna gitmekle yetinilmemesi icabet-mektedir. İşte kendimi yönelttiğim maksad budur. Allah dilerse yürümeye azmettiğim yol da budur. Ancak mümkün olduğu ve yüzünü bana gösterdiği takdirde birbiriyle çelişen tefsirler arasında tercih yapmaya koyulacağım. Ayrıca Arap dilinin mânâsının anlaşılmasında, i'râb ve beyân noktalarına en geniş payı ayıracağım. Peygamberden (Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun), sahabeden veya tabiînden (Allah onlardan hoşnûd olsun) veya onların tâbilerinden ya da güvenilir imamlardan (Allah onlara rahmet etsin) sabit olan tefsirleri zikretmeye özen göstereceğim. Zaman zaman bu rivayetlerin isnâdındaki zaafları da belirteceğim. Bunu yaparken; ya konuyu kuvvetlendirmek veya arapça mânâya uygunluğunu belirtmek (maksadını güdeceğim) bazan da isnâd durumunu hiç nazara almadan rivayet durumuna göre hadîsleri bahis mevzuu edeceğim, ibn Cerîr Taberî'nin, Kurtubî'nin, İbn Kesîr ve Suyûtî gibi diğerlerinin tefsirlerinde görüldüğü gibi. İyi bil ki Suyûtî'nin ed-Dürr'ül-Mensûr isimli tefsiri; Selef-i Salih'inden peygamberi gören sahabelerle onlardan sonra gelenlerin tefsirlerinin çoğunu ihtiva etmektedir. Çok azı bunun dışında kalmıştır. Binâenaleyh o, tefsîre ilişkin ihtiyâç duyulan her şeyi cem'etmiştir. Bende, aynı veya benzer yönde yürüyerek bu ifâdelerden lafız bakımından mükerrer, mânâ bakımından aynı olan kısımları Özetleyeceğim. Ayrıca buna o tefsirin ihtiva etmediği bazı faydalı şeyleri de ekleyeceğim. Bu faydalı şeylerden bir kısmı, rivayet bilginlerinin tefsirlerinde gördüğüm veya benim zihnimde beliren sahih, hasen, zayıf tâkîb, cem' veya tercih metodlannı da ihtiva etmektedir. Bu tefsirin hacmi ne kadar büyük ise ihtiva ettiği bilgilerde o nis-bette çok olacaktır. Payına düşen gerçeklik bol, nasibine düşen hak arzusu yerinde olacaktır. Ve benzersiz fazlalıkları ve bulunmaz kurallarıyla eşsiz, faydalı tefsîr kitâblannın hepsini cemetmiş olacaktır. Sonra dirayet sahasında güvenilir tefsirlere müracaat edeceğim. Ve bu tefsirde en uzak görüşlere bakmaya çalışacağım. O zaman göz sahihlerinin gözünde sabahın aydınlığı belirecek ve bu kitabın bir öz olduğu, hârikalarla dolu bulunduğu istenen şeylerin hazînesi ve akıl sahiplerinin arzularının zirvesi olduğu ortaya çıkacaktır." (Şevkânî, Feth'ül-Kadîr, I, 1-4). Görüldüğü gibi Şevkânî tefsirini gerek aklî, gerekse.naklî izahlarla yorumlarla zenginleştirmekte ve kendisinden önce geçen bilginlerden istifâde etmekte; zaman zaman kırâet ve dil bilgisine başvurarak, zaman zaman fıkhî ihtilâflara ve fıkıh âlimlerinin değişik görüşlerine de yer vererek zengin bir kaynak çalışması halinde ortaya koymaktadır. Birçok mevzu ve zayıf hadîslerin de yer aldığı tefsirinde Şevkânî, bu hadîslerin zayıf ve mevzu olduğuna dikkatleri çekmeden geçmektedir. Taklide karşı çıkan müellif, diğer mezheb imamlarını taklîd eden kişilerin Allah'ın kitabını ve Re-sûlullah'ın sünnetini terkettiklerini belirtmekte ve kâfirleri hakkında vârid olan birçok âyetleri diğer mezhebleri taklîd eden kişilere intibak ettirmeye çalışmaktadır. Üstadı İbnTeymiye'nin izinden giderek her türlü tevessüle karşı çıkan Şevkânî, mü-teşâbih âyetler konusunda selef akidesini benimsemekte ve teşbih vehmini uyandıran lafızları zahirine hamletmekten çekinmemektedir. Zeydiye mezhebi mensupları kelâmı konularda mu'tezilî görüşleri benimserken, Şevkânî bunlara şiddetle karşı çıkmaktadır. (Daha geniş bilgi için bkz. Şevkânî el-Bedr'üt-Tâlî, VII, 214/225; Sıd-dîk Han, et-Tâc 305-317; el-Kettânî erRisâlet'ül-Müstatrefe,l 14; Fihrist'ül-Feharis, II, 408- 412; Âğâbüzürk, Musaffâ'l-Makâl, 441; Brockelmann, G.A.L. Suppl.,11 818-819; Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, 11,285-999; Menî Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 273-279; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük tefsir Tarihi, II, 735-737; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müeltifİn, XI, 53-54).[28]
IV- MUTEZİLÎ, BÂTINÎ, HÂRtCÎ VE FELSEFÎ TEFSİRLER
IV- MUTEZİLÎ, BÂTINÎ, HÂRtCÎ VE FELSEFÎ TEFSİRLER Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan siyâsî, sosyal ve ekonomik gelişmeler, müslümanlar arasında değişik düşüncelerin doğup gelişmesine neden oldu. Özellikle müslümanlann fethettikleri yerlerde hâkim olan düşünce ve anlayışların, değişik isimler ve şekillerle müslümanlar arasında hayatiyyetini sürdürmeye çalıştı. Açıktan açığa İslama cephe alamayan bu ge-İenekçi anlayışın temsilcileri, bu anlayışlarını islâmî kalıplar ve kavramlarla ifade etmeye çalıştılar. Bİr yandan Yahûdî Kabalİzmine dayanan Bâtınî düşünce mansubları, diğer taraftan Hıristiyan Theologie'sini yorumlamada yardımına başvurulan Gnostİk (irfâ-nî) düşünce, öte taraftan Budizmin, Şamanizmin, Manicheizmin Zerdüşt dininin, eski Mezopotamya, Mısır ve Grek düşüncesinin kalıntıları, müslümanlar arasında kendilerine tarafdâr bulmaya gayret ettiler. Böylece ikinci hicret asrının ortalarında; bir yanda yukarda saydığımız düşünce tarzlarının uzantıları, diğer yanda da ts-lâmın saf tevhîd akîdesini muhafaza ve müdâfaaya çalışan sahabe ve tabiînin büyük gayretleri ile gelişen Sünnî akîde kıyasıya bir yarış içine girmiş bulunuyordu. Her iki taraf da kendi düşünce ve inançlarını savunabilmek için Kur'ân ve Sünnetten mesned aramaya çalışıyordu. Binaenaleyh Mu'tezile, Haricîler Bâtınîler ve daha sonra da felsefî düşünce mensubları kendi anlayışları doğrultusunda Kur'ân-ı yorumlamaya tevessül ettiler. Şimdi bunlardan herbirini kısaca tanımaya çalışalım: a- Mu'tezİlî Tefsirler: İslâm düşüncesine dâir klasik ve modern kaynaklarda Mu'tezile ismi ve bu akımın doğuşu üzerinde çeşitli yorumlar yapılmaktadır. Ancak klasikleşmiş açıklamaya göre; büyük günâh işleyen kişinin durumu ile ilgili olarak Hasan el-Basrî'ye sorulan bir soru üzerine öğrencisi Vâsıl İbn Atâ hocasına karşı çıkıp, ders halkasından ayrılmıştı. Bunu gören Hasan el-Basrî'de Vâsıl bizden ayrıldı,,derken l'tezele kelimesini kullanmıştı. Bundan böyle, Vâsıl'ın taraftarlarına "ayrılanlar" anlamına aynı kökten türetilmiş olan "Mu'tezile" adı verilmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz; Ab-durrahmân Bedevî, Mezâhib'ül-lslâmiyyîn, I, 37-484). Mu'tezilenin doğuşunda bundan başka nedenler de olduğu muhakkaktır. İlk dönem mu'tezilîlerinin son derece mü'min ve muhlis olmalarına ve ele aldıkları konulara bakılınca bunların daha çok İslâm akîde ve inançlarını yabancı fikir akımlarına karşı korumak amacıyla haraket ettikleri anlaşılmaktadır. Daha sonra Şîa tarafından da benimsenerek devam ettirilecek olan Mu'tezilenin ana fikirleri Usûl-i Hamse adı verilen beş prensibten oluşuyordu. a) Tevhîd; onlara göre Allah bir ve tektir. Kadîm sıfatının dışında kalan sıfatları te'vîl etmek gerekir, b) Adi; Mu'tezileye göre, Allah Teaâlâ âdildir, kullarına zulmetmez. Kulları irâdelerinde hürdürler. Kendi hür iradeleriyle yaptıkları amellerin sonucundan da sorumludurlar, c) Va'd ve Vaîd; Mu'tezile'ye göre kişi, işlemiş olduğu iyi amelin mükâfatını görecek, kötü amelin de cezasını çekecektir. Ceza ve mükâfat ile Allah'ın adaleti tamamlanmış olur.d) el-Menzüe Beyn'elMenzileteyn; Mu'tezile'ye göre, büyük günâh işleyen kişi ne mü'mindir, ne de kâfirdir, bu "iki yerin arasında bir yerde 'dir, yani fâsıktır, tevbe etmeden ölürse cehennem de edebiyyen kalır, e) Ma'rûfu emir ve münkerden nehiy; onlara göre müslüman İslâm toplumu içerisinde iyi şeyleri yapmak ve kötü şeyleri yasaklamak zorundadır. Bu vaciptir, yapılmadığı takdirde sorumluluk, terettüp eder. Mu'tezile bu ana prensibler doğrultusunda hareket ederek; âhirette Allah'ın gözle görülemeyeceğini, Kur'ân'm mahlûk olduğunu, iyi ve kötünün esâsta böyle olduğunu, Allah'ın kullan için en yararlı olan şeyleri (Aslah) yapmasının kendisine vâ-cib olduğunu, akıl ile naklin çelişmesi halinde akim tercih edilip naklin te'vîl edilmesi gerektiğini savunurlar. (Daha geniş bilgi için bkz. Kemâl Işık, Mu'tezüe'nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, 67-80) Mu'tezile, zamanla gelişerek muhtelif kollara ayrılmış ise de yukarda saymış olduğumuz ana prensiblerde hemen hemen aynı görüşleri tekrarlamışlardır. Kendi görüşlerini te'yîd etmek üzere Kur'an-ı Kerîmden mesned bulmaya çalışmışlar ve bu maksadla Allah'ın kitabını kanâatları doğrultusunda yorumlamaktan kaçınmamışlardır. Kur'ân'm kelime kelime tefsirine önem veren Mu'tezile, kırâet farklılıklarına da dikkat etmişler ve kendi inançlarını te'yîd için uygun kırâet şekillerini tercîh etmişlerdir. Tefsirlerinde akla fazla yer veren Mu'tezile,kendi görüşleriyle çelişen pekçok hadîsi de reddetmişlerdir. İslâm düşünce hayatına büyük canlılık getirmiş olan Mu'tezilî tefsîr bilginleri arasında; eserleri günümüze intikâl etmiş olan Kâdî Abdülcebbâr (öl. 415/1024) Şerif el-Murtazâ (öl. 1044) ve daha önce hakkında bilgi vermiş olduğumuz ünlü Keşşaf Tefsirinin müellifi Cârullah cz-Zemahşerî (öl. 1143) gibi kişiler bulunmaktadır. Tefsirleri günümüze kadar ulaşamamış olan Abdullah İbn Keysân el-Esamm (öl. 854) Ebu Ali el-Cübbâ'i. (öl. öl. 915); Ebu'I-Kâsım Abdullah İbn Ahmed eNBelhî (öl. 931), Ebu Hâşim İbn Ebu Ali cl-Cübbâ'i (öl. 933); Ebu Müslim Muhammed İbn Bahr el-Isfahânî (öl. 934); EbuMHasan Ali İbn îsâ er-Rummânî (öl. 993); Ebu'I-Kâsım en-Nahvî el-Arûzî (öl. 997); Abdüsselam İbn Muhammed İbn Yûsuf el-Kazvînî, (öl. 1090) de ünlü Mu'tezilî müfessirler arasında yer alırlar. Biz, dirayet tefsirleri bölümünde Zemahşerî ve tefsirinden sözettiğimiz İçin burada yalnızca Ka-dî Abdülcebbâr ve Şerif el-Murtazâ hakkında bilgi vermeye çalışacağız.[29]
1- Kâdî Abdülcebbâr (öl. 415/1024): Tcnzîh'ülKur'ân'il-Metâin
1- Kâdî Abdülcebbâr (öl. 415/1024): Tcnzîh'ülKur'ân'il-Metâin. Abd'ül-Cebbâr İbn Ahmed İbn Halil İbn Abdullah. Mu'tezilenin Kâdî'I-Kudât lakabıyla andığı Esedabâd'h Ebu'l-Hüseyn 320 (932) yılı civarında Hemedân'da dünyaya gelmiş ve Ebu'l-Hasan İbn Seleme, Abdullah İbn Ca'fer İbn Fâris, Zübeyr İbn Abd'ül-Vâhid gibi zevattan hadîs öğrenimi görmüştür. Önceleri itikâdda Eş'arî mezhebi mensubu olup fıkhı konularda Şafiî mezhebini benimsemekte idi. Daha sonra bilginler meclisinde hazır bulunmuş, Ebu İshâk İbn Abbâs'tan ders almış ve bu hocasının görüşlerine bağlanarak mu'tezile mezhebini benimsemiştir.360 (970) yılından sonra vezîr Sâhib İbn Abbâd'ın daveti üzerine Rey kentine gelmiş, burada dersler vermişti. Onun görüşlerine fazlasıyla ilgi gösteren Sâhib İbn Abbâd, kendisini Rey başkadısı yapmıştı. Hacca gitmek üzere Bağdâd'a uğramış ve burada hadîs dersleri vermiştir. Mu'tezileden Ebu Yûsuf Abd'üs-Selâm îbn Muhammed İbn Yûsuf el-Kazvînî, Ebu'I-Kâsım Ali İbn Hasan et-Tenûhî gibi kimseler ondan rivayet nakletmişlerdir. 415 (1024) yılında Rey şehri kadısı iken vefat etmiştir. (Hatîb el-Bağdâdî, Tarihü Bağdâd, XI, 113; Îbn'ül-Esîr, el-Kâmil fî't^Tarih, IX, 638) Beyhâkî'nin ifâdesine göre; "Kâdî Abdulcebbâr kelâm ilmini deşerek onun soğukluğunu gidermiş, Doğu ve Batıya ulaşan değerli eserler yazmış, başka hiçbir kimsenin yapamayacağı şekilde kelâmın ince ve değerli mes'elelerini anlatmıştır... Mu'tezilenin reisliği ona geçmiş ve tartışmasız Mu'tezilenin şeyhi,, bilgini olmuştur. (İbn'ül-Murtazâ, Tabakât'ülMu'tezile, 112) Hâkim'in ifâdesine göre; dörtyüz bin varak'ın üzerinde eser kaleme almıştır. Başlıca eserleri arasında, bahis konumuzu teşkil eden Tenzîh'ül-Kur'ân'dan ayrı olarak Mu'tezile tarihinden sözeden Tabakât'ül-Mu'tezile, Kİtâb'ülMuhît bi't-Teklîf, el-Emâlî, Risale fi ilm'iI-Kimyâ, Şerhü UsûTil-Hamse, el-Muğni fî'UsûTid-dîn gibi eserleri çok ünlüdür. Bunun dışında kaynaklarda otuza yakın eserinin isminden sözedümektedir. (Daha geniş bilgi için bkz., Abdurrahmân Bedevî, Mezâhib'üMsîamiyyîn, I, 380-484) Tenzîh'ül-Kur'ân an'il- Metâin İsimli tefsirinde Kâdî Abdulcebbâr, Kur'ânsû-relerinin hepsini teker teker açıklamak yerine bölümler ve problemler halinde tefsir etmeye çalışmaktadır. Önsözünde şöyle der: Allah'ın kitabından yararlanabilmek ancak onun mânâsına vâkıf olmak, muhkem ve müteşâbihinİ ayırdetmekle mümkün olur. Ama insanlardan birçoğu Kur'ân'm müteşâbih âyetlerine sarılarak sapıklığa düşmüşler ve hattâ Allah Teâlâ'nm: "Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbîh eder" (Haşr, 1) âyetinden taşın, toprağın, kuşun ve hayvanların gerçekten tesbîh ettiğini sanmışlardır. Bunlara inananlar ise okuduklarından yararlanamazlar. Halbuki Allah Teâlâ; "Kur'ân'ı düşünmezler mi?" buyurarak onun en doğru yola götüreceğini ve mü'mİnlere müjde olduğunu bildirmektedir. (Muhammed, 24; Isrâ, 9) Biz ise bu konuda muhkemle müteşâbihi birbirinden ayird eden bir kitâb yazdık. Bu kitâbta Kur'ân'daki sırasına göre sûreleri açıkladık ve bu sûrelerin âyetlerinden müteşâbih olanların mânâlarını beyân ettik. Ayrıca insanların bu âyetleri-n te'vîlindeki yanılma nedenlerini de belirttik. Ta ki ondan fazlasıyla yararlanılsın. Allah Teâlâ'dan, bizi doğruya ulaştırmasını dileriz." (Tenzîh'ül-Kurân, önsöz) Arap dilinin inceliklerine yer veren ve bu konuda bazılarını müşkil gibi gördükleri lafızları tavzîh eden Kâdî, âyetleri kendi mu'tezilî görüşleri doğrultusunda izah etmeye çalışır. Zaman zaman da sorulu cevâblı olarak mu'tezile mezhebi mensûblarına yöneltilen tenkîdlere cevâb verir. Sözgelimi Bakara süresindeki faizle alâkalı: "Faiz yiyenler ancak şeytan çarpmış olanlar gibi kalkarlar." (Bakara, 275) âyetini tefsîr ederken şöyle der: "Denebilir ki bu nasıl uygun düşer? Halbuki siz (Mu'tezile) şeytânın çarpmaya gücünün yetmeyeceğini söylüyorsunuz. Bizim buna cevâbımız şöyledir: Buradaki çarpmadan maksad, şeytânın vesvese vererek dokunmasidır. Tıpkı Allah Teâlâ'nın Eyyûb kıssasında; "şeytân" bana azâbla" dokundu, buyruğunda olduğu gibi. Keza kendisini üzüntüye sevkeden bir şeyi düşünen kimse için de; ona sıkıntı dokundu, denir. Ayrıca Allah Teâlâ şeytândan naklen: "Benîm sizin üzerinizde bir etkim yoktur. Ancak ben sizi davet ettim siz de bana uydunuz." (Ibrâhîm,23) kavlinde onun çarpmayacağını belirtmiştir. Eğer şeytânın çarpmaya gücü yetmiş olsaydı, zayıf kişilere değil bilginlere, zâhidlere ve akıl sahiplerine yönelirdi. Kâdî Abdülcebbâr, (Tenzîh'ül-Kur'ân, 50 vd.) Bu tefsirinde Kâdî Abdülcebbâr kulun kendi fiilinin halikı olduğunu kabul eder ve el-Menzile Beyn* el-Menzileteyn gibi diğer mu'tezilî prensipleri yeri geldikçe te'yîd etmeye çalışır. Bunu yaparken de çoğu ker-re âyetleri kendi mezhebinin doğrultusunda yorumlamaya yönelir. Sözgelimi Allah Teâlâ'nm insanoğlunun soyundan almış olduğunu belirttiği ahidle ilgili: "Hani Rab-bin Âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şâhid tutmuş: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki; Evet, biz buna şahidiz." (A'râf, 172) âyetini yorumlarken şöyle der: Haberde vârid olur ki; Âdem'in oğullarından daha Âdem (a.s)'in belinde iken ahıd alınmıştır. Bu nasıl doğru olabilir? Buna cevâbımız şöyledir: Bunu söyleyen topluluk rivayette hatâ etmişlerdir. Çünkü hayat ve akıl sahibi değil yalnızca bir zerre durumunda iken Ademoğullanndan ahid alınmış olması muhaldir. Âyetten masad, akıl sahiplerinden ahid alınmış olduğunun ifadesidir. Çünkü Allah Teâlâ Ademoğlunun aklına; onlar için zorunlu olan ve yapmaları gereken şeyleri tevdî' etmiştir. Zîrâ ahdin faydası uyarıcı olmasındandır. Ve kişiye dünya ile âhireti hatırlatmasındadır. Bu ise ancak akıl sahipleri içini doğru olabilir. Âyetin zahiri bunların söylediklerinin aksinedir. Çünkü Allah Teâlâ ahdi Hz. Adem'den değil, Ademoğlunun belinden almıştır. Yani Allah Teâlâ Âde-moğlunun belinden zürriyetlerini çıkarmış, onların akıllarını kemâle erdirmiş ve kendilerinden ahid alarak tevdî' etmiş olduğu akıl aracılığıyla onları kendi nefislerine şâhid tutmuştur. (Kâdî Abdülcebbâr, Tenzîh'ül-Kur'ân, 140) (Daha geniş bilgi için bkz., Hatîb el-Bağdâdî, Tarihü Bağdâd, XI, 113; İbn'ül-İmâd, Şezerât'üz-Zeheb, III, 202; Sübkî, Tabakât'üş-Şâfiiyye, III, 219-220; Suyu-. tî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 16; Zehebî, el-lber, III, 119; Mîzân'ül-l'tidâl, II, 533; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 29; Abdülkerîm Osman, el-Kâdî Abd'ül-Cebbâr Hayatuhu ve Mûellefatuhu; Abdurrahmân Bedevî, Mezahib'ül-lslâmiyyîn, 380-484; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 391-403)[30]
2- Şerîf el-Murtazâ (öl. 436/1044); el-Emâlî
2- Şerîf el-Murtazâ (öl. 436/1044); el-Emâlî Ebu'l-Kâsım Ali İbn Tâhir, Irakşîasımn reîsi ve şeyhi. Ünlü mu'tezilî ve şîî Şerîf er-Radî'nin (öl. 1015) kardeşi olup, 355 (965) yılında Bağdâd'da doğmuş ve yine ünlü Şîî bilgin Şeyh el-Müfîd'İn öğrencisi olmuş, muhtelif bilimlerde derinlik sağladıktan sonra kelâm, edebiyat ve şiir alanında imâm diye tanınacak kadar gelişmiştir. Şîî mezhebiyle ilgili pek çok eserleri bulunmaktadır.Hz. Ali'ye âit Nehc'ül-Belâğa isimli eserin onun tarafından mı yoksa kardeşi Şerif el-Redî tarafından mı yazıldığı tartışılmıştır. 436 (1044) yılında Bağdâd'ta vefat etmiş ve evine defnedilmiştir. Amûlî A'yân'üş-Şîa isimli eserinde onun seksenyedi adet eseri bulunduğunu bildirir, (el-îrfân, II, 32-34) Eserleri arasında en ünlüleri Îkâz'ül-Beşer fi'1- Kadâi'î ve'I-Kader, ez-Zahîre fi'1-Usûl, eş-Şâfi fi'1- tmâme ile ünlü şiir divânı ve Ğurer'ül-Ferâid ve Dürcr'ül-Kalâid isimli kısaca el-Emâlî diye bilinen tefsiri bulunmaktadır. ; el-Emâlî, Şerîf el-Murtazâ'nın seksen meclis halinde tutturmuş olduğu notlardan ve konuşmalardan oluşmaktadır. Burada tefsîr, hadîs, edebiyat konularında çeşitli bilgiler verilmektedir. Daha çok i'tikgdî konularda bazı âyetleri tefsîr eden Şerîf elMurtazâ, Kur'ân-i baştan sonuna tefsîr etmiş değildir. Şerîf el-Murtezâ âyetlerin tefsirinde mutezilt görüşlerini yansıtmakta, edebî bilgisi, gramere ait derin malûmatı ile bunları desteklemektedir. Zahirine hamledilmesi mümkün olur âyetleri de hiç olmayacak anlamlara yorumlamaktan kaçınmamaktadır. Sözgelimi Kâdî Abdülceb-bâr'dîugördüğümüz A'râf sûresinin 172- 173. âyetleriyle ilgili tefsirinde Şerîf Mur-tazâ şöyle demektedir: "Hani Rabbın; Ademoğullarımn sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şâhid tutmuş: Ben, sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz. Veya dah önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz." (En'âm, 172-173) Bazı zekî olmayan basîretsizler bu âyetin te'vîlinin şöyle olduğunu sanmışlardır: Allah teâlâ Hz. Âdem'in belinden bütü soyunu daha zerrecikler halinde yaratıklar iken çıkarmış ve onlara kendisini tanıtmış ve bu noktada onların nefislerini de şâhid tutmuştur. Akıl h.u te'vîli imkânsız sayıp bâtıl addettiği gibi Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan hükmün de hilâfındadır. Çünkü Allah Teâlâ; "hani Rabbin Âdemoğullarından... almıştı", buyuruyor da; Âdem'in belinden, demiyor. Ayrıca "onların soylarını" diyor da; onun soyunu, demiyor. Allah Teâlâ; ademoğullarımn; bu gerçekten gafil olduklarını ve bilmediklerini, ya da atalarının şirkini ma'zere t gösterip, kendilerinin de atalarının dinleri ve kuralları doğrultusunda yetiştiklerini söylememeleri için böyle yaptığını haber veriyor. Bu da gösteriyor ki; âyet Âdem (a.s)'in sulbünden gelen çocuklarının hepsini değil, ancak ataları müşrik olanları muhat ab almaktadır, öyleyse bu âyet, Âdem (a.s)'in çocuklarından bazılarına aittir. Âyetin zahirinin şehâdetini yukarıdaki te'vîlin bâtıl olduğunu göstermektedir. Akıl bakımından bu te'vîlin bâtıl olduğunu gösteren hükme gelince; Âdem (a.s)'İn belinden çkarılıp da muhâtab alınan bu soyun; ya mükellefiyet şartlarını yerine getirecek kadar aklî olgunluğa sahip olması ya da bu şartları yerine getirecek kadar yeterli aklî olgunluğa sahip olmamasını gerektirir. Eğer Âdem'in soyundan gelen bu kimseler, birinci nitelikleri hâiz idiyseler; bunların, yaratılıp varedilmele-rinden akılları yetkinleşİp bulundukları hali kavramalarından ve kendileri için neyin kararlaştırıldığını ve neye şâhid tutulduklarını anlamalarından sonra bu hitâb'ın yapılması gerekirdi. Çünkü akıl sahibi bu konuda cereyan eden halleri aradan ne denli zaman ve dönem geçse de unutmaz. Yetkin akıl sahibi olduğu halde aramızdan birinin herhangi bir ülkeye hükmedip de uzun bir süre geçtikten sonra Önceki tasarruflarını ve diğer hallerini unutması caiz değildir. Araya ölümün girmesi de her iki durum bakımından etkili olamaz. Zîrâ ölüm hatırlamayı unuttursaydı; uykunun, sarhoşluğun, deliliğin ve baygınlığın -ki bunlar akıl sahiplerinin başına gelen hallerdir- başlarından geçen halleri unutturması gerekirdi. Zîrâ bilgiyi ortadan kaldıran bu haller ve benzeri durumların hepsi bu konuda ölüm mesabesindedir. Muhalifler şöyle de diyemezler: Yetkin bir aklın çocukluk halinde içinde bulunduğu durumu unutması caiz olduğuna göre, zikrettiğimiz hususları da unutması caizdir. Ancak biz yukarıdaki gerekçeyi akıl sahiplerinin akıllarının yetkinleşip olgunlaştığı haller için gerekli bulduk. Yani akılları yetkin olduğu takdirde yukarıdaki hallerin cereyanını esas aldık. Eğer bu hallerin cereyan ettiği esnada çocuk niteliğinde bulunsalardı, elbetteki biz de yukarda saydığımız gerekçeyi onlar için öngörmezdik. Kaldı ki bunlar için unutmayı caiz görmemiz âyetteki amaç ile de çelişir. Zîra Allah Teâlâ, bize haber vermektedir ki; onların kıyamet günü bilmez olduklarını iddia edip de aleyhlerindeki hüccetin sakıt olmaması için kendilerinden şâhid aldığını bildirmektedir. Eğer bunların unuttuğu görüşü caiz olursa; bu Allah'ın bu şehâdeti almaktaki amacının ve hüccetinin sakıt olup yok olması neticesini doğurur. Eğer şâhid tutulanlar; akıldan noksan ve mükellefiyet şartlarına hâiz olmayan kimseler ise bunların muhâtab alınıp kendilerinin şâhid tutulmaları çirkin birşey olur, ve bu davranışta boş ve çirkin bir şeyle uğraşmak olur. Denilirse ki: Siz muhaliflerinizin görüşünü ibtâl ettiniz. O zaman size göre sahih olan te'vîl nasıldır? Biz deriz ki: Bu âyette iki vecih vardır: a) Allah Teâlâ, bu âyetle Âdemoğlunun soyundan bir topluluğu kasdetmiş olabilir ki bunları yaratmış, akıllarını olgunlaştırarak erginlik çağına erdirmiş ve peygamberlerinin diliyle onlara kendisinin bilgisini öğretmiş, ve yaratıcıya itaat edilmesi gerektiğini anlatmıştır. Peygamberleri de kendilerine bunu emretmiş; kıyamet günü biz bunu bilmiyorduk dememeleri için onları da bunu şâhid tutmuştur. Ya da atalarının müşrik olmalarını ma'zeret olarak belirtmemeleri için. Âyetin te'vîlinde kuşkuya düşenlerin asıl kuşku nedenleri soy anlamına gelen zürriyet kelimesinin ancak kâmil akıl sahibi olanlar için kullanılan bir kelime olmasıdır. Fakat mes'ele onların zannettiği gibi değildir. Çünkü Allah Teâlâ bütün insanların Âdem'in soyundan olduğunu belirtmiş ve yetkin akıl sahiplerini de bunların arasına idhâl etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ: "Rabbnmz onları, kendilerine ve atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanlara va'detmiş olduğun Adn Cennetlerine girdir." (Ğâ-fir, 8) buyurmaktadır. Sâlih ifâdesi ancak yetkin akıl sahibi olanlar için kullanılır. Eğer muhaliflerimiz, bizim âyeti mükellef ve bulûğa ermiş olanlara hamlederek te'vîl etmemizi uzak bir yorum sayarlarda onlara vereceğimiz cevâb budur. b) İkinci cevâbımız ise şöyledir; Allah Teâlâ, Âdemoğlunun soyunu yaratıp kendisini tanıyabilecek bir yapıya kavuşturduktan ve kendisinin kudretine şehâdet edip kulluk etmesinin âdemoğlunun görevi olduğunu ona anlattıktan sonra, nefislerinde ve başka şeylerde mevcûd olan delîl ve âyetleri onlara göstermiştir. Bu gösteriş, onlar için kendi nefislerine şehâdet etme, kendi nefislerini bilip tanıma ve Allah Teâ-lâ'nın murâd ettiği şekilde ortaya çıkma olmuştur. Artık onlar için bu delillerin gösterdiği şeylerden uzaklaşmak ve bunu imkânsız saymak mümkün olamaz duruma gelmiştir. Bu ise, Allah Teâlâ'nın şu kavlinin yerine geçmektedir: "Sonra göğe yöneldi ki o, duman halinde idi. Ona ve yeryüzüne ikiniz birlikte isteyerek veya istemeyerek gelin, dedi. Her ikisi de isteyerek geldik, dediler." (Fussilet, 11) Halbuki gerçekte Allah Teâlâ onlara böyle dememiş ve onlar da bu şekilde cevap vermemiş olabilirler. Yine bunun misâli Allah Teâlâ'nın kâfirler için söylemiş olduğu: "Kâfir olduklarına dâir kendi nefislerine şehâdet ederler." (Tevbe, 17) âyetidir. Biz biliyoruz ki; kâfirler küfürlerini dilleriyle i'tirâf etmemişlerdir. Ancak küfür engellenemez bir şekilde ortaya çıkmış olduğundan, onlar bunu i'tirâf eden kimseler durumuna gelmişlerdir. (Şerif el-Murtazâ, el-Emâlî, I, 20-22) Bu örneklerde görüldüğü gibi Şerif Murtaza* Mu'tezilenin görüşleriyle Kur'ân âyetlerini birleştirmek için gerek aklî, gerekse naklî pek çok deliller serdetmektedir. Diğer taraftan Kur'ân'ın gramer yoluyla izahı metodunu benimsemekte ve kelimelerin kökünden hareketle âyetleri tefsire çalışmaktadır. (Daha geniş bilgi için bkz., Hatîb el-Bağdâdî, Tarihü Bağdâd, XXI, 402-403; Tûsî, el-Fihrist, 98-100; İbn Hallikân, Vefeyât'ülA'yân, III, 313-317; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 120-126; Yâkût, Mu'cem'ül-Udebâ, XIII, 146-157; Zehebî, Mîzân'ül-l'tidâl, II, 223-224; Kıftî, İhbar'ürRüvât, II, 249-250; İbn Hacer, Lisân'ül-Mîzân IV, 223; İbn Tağnberdî, en-Nücûm'üz-Zâhire, V, 39; İbn'üllmâd, Şezerât'üz-Zeheb, III, 256-258; Zehebî, Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 55-57; Suyûtî, Buğyet'ül-Vuât, I, 335-336; Muhsin el-Âmûlî, el-İrfân, II, 32-34; Zehebî, et-Tefsîr veM-Müfessirûn, I, 403-429) [31]
b- Bâtınî Tefsirler:
b- Bâtınî Tefsirler: Bilindiği gibi, İslâm'a açıktan cephe alarak onu yıkmanın başarılı bir yol olmadığını bilen bazı dış güçler, islâm'ı içerden yıkmak üzere gizlice teşkilâtlanarak kendi bâtıl inançları doğrultusunda Kur'ân'ı ve İslâm'ın ahkâmını yorumlamaya çalışmışlardır. Özellikle Hıristiyan Gnostiklerinin kabalacı yahûdîlerin ve Iran men-şe'li Zerdüştî ve manicheist fikirlerin sempatizanı olan bu gruplar, dini kökten yıkacak ve tamamen tersyüz edecek birtakım ilkeler peşinde koştular. Ehl-i Sünnet dışı mezheplerde varlık gösterebilen bâtını cereyanların en çok etkili olduğu mezhep Is-mâilîlik olmuştur. Abdullah İbn Meymûn el-Kaddâh, (Ca'fer İbn Muhammed es-Sâdık'ın kölesi) Muhammed İbn Hüseyn ve bunlara bağlı topluluklar tarafından kurulmuş bulunan bu bâtını mezhebin propaganda usûlleri çeşitli şekillerde olmaktaydı. Önce kişinin bâtınî çağrıyı kabul edip edemeyeceğini anlamayı amaçlayan "zevk" mertebesi geliyordu. Bu sebeple çorak yere tohumu atmayı uygun bulmuyorlardı. Yani davetlerini kabule müsâid olmayan kişileri davet etmenin uygun olmayacağını söylüyorlardı. Ve yine ışığın bulunduğu evde konuşmamak gerektir, diyor ve bununla bilgin veya ilim sahibinin bulunduğu yerde bâtını fikirleri aşmamak gerektiğini söylüyorlardı. İkinci merhalede kişilerin sevdikleri ve arzu ettikleri noktadan hareketle-zühd ve takvadan hoşlananları zühd ve takva yoluna özendirerek, ahlâksızlık ve kötülükten hoşlananları bu yola özendirerek kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Bu merhaleye ısındırma "Te'nîs" merhalesi diyorlardı. Nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz, Ömer'i sevenlerin yanında ikisini övüyor ve bunların şerîatm te'vîlinde Önemli bir yeri bulunduğunu savunuyorlardı. Üçüncü merhale ise dinin esâslarından ve şeriatın erkânından kuşkulandırma safhası "Teşkîk" geliyordu, öncelikle sûrelerin başındaki alfabetik harflerin ne anlama geldiğini, âdet gören kadının neden orucu kaza edip de namazı kaza etmediğini, namazların rek'atlarının neden farklı olduğunu ve buna benzer kuşku saçıcı noktaları ortaya sürmeye çalışıyorlardı. Dördüncü merhalede yetenekli buldukları kişilerden sırlarını açığa vurmamak üzere ahid alıyorlardı. Ve çözemedikleri her konuda işi imâma havale etmek gerektiğine muhâtablarını inandırıyorlardı ki bu merhaleye de "Rabıta" bağlılık merhalesi diyorlardı. Beşinci merhale ise, din ve dünya büyüklüklerinin görüşlerinin birbirine uyduğunu ve bunların hepsinin de mezhebinin bâtını mezhebi olduğunu savundukları aldatmaca "Tedlîs" safhasıydı. Altıncı merhalede kendi inançlarını muhâtab-larına kabul ettirme safhasına geçiyorlardı ve buna da inancın kuruluşu anlamında "Te'sîs" merhalesi diyorlardı. Yedinci basamağa gelmiş olan müntesibler, her türlü bedenî amellerden âzâde olup kurtuluyorlardı ki bu noktaya her şeyi atma ve soyunma anlamına "Hal" merhalesi adını veriyorlardı. Nihayet sekizinci merhalede müntesiblerini her türlü islâmî inançlardan sıyırıp çekiyorlar ve kendilerinin benimsediği inançları kabul etmeye yöneltiyorlardı ki bu noktaya soyunma "selh" merhalesi adını veriyorlardı. (Daha genişbilgi için bkz. el-Fark Beyn'el-Firak, 282 vd.) Görülüyor ki bâtınîlik İslâm akaidini ve İslâm dinini içten yıkma maksadıyla kurulmuş, Kur'ân'ın bâtını izahları esâsına istinâd eden bir mezheptir. Bunlar amaçlarına ulaşabilmek için elbette işe Kur'ân'dan başlamak gereğini duyacaklardı. Bu sebeçle Kur'ân'daki ta'bîrlerin bâtını yorumlarından hareket ederek kendi düşüncelerini izhâr etmeye çalışıyorlardı. Sözgelimi abdest imâmı dost edinmekten ibarettir, teyemmüm hüccet sayılan imâmın kayıp oluşu esnasında onun halîfesinden emir almak demektir, namaz peygamber olan imâmın sözcüsünden ibarettir, gusül kasıtsız olarak sırlarından bir sırrı ifşa etmiş olan kişinin yemininin yenilenmesi demektir, diyorlardı. Bâtînîlere göre sırrı ifşa etmek ihtilâm olmak demekti. Zekât ruhun arınmasından ibaretti. Kâ'be, Hz. Peygamber; bâb Hz. Ali idi. Safa Hz. Peygamber, Merve Hz. AH idi. Mîkâk halkı mezhebe ısındırmak, telbiye bâtınî davete icabet etmek, beytullahı yedi kerre tavaf etmek ise, yedi imâma dostluk beslemekti. Cennet bedenlerin mükellefiyetlerden âsûde olup rahat etmesi,cehennem ise birtakım mükellefiyet ağırlığı altında bedenin izeyyet çekmesi idi. Bâtınîler mucizeleri reddediyor, meleklerin vahiy getirmelerini kabul etmiyorlardı. Onlara göre; melekler kendi mezheplerinin propagandacıları idi. Şeytânlar ise kendilerine muhalefet edenlerdi. Kur'ân'da geçen bütün mucizeleri te'vîl ederek; tüfânın ilim tûfânı olduğunu ve bu tufanda kanuna bağlananların boğulmadıklarını, geminin kendilerinin çağrısına koşanların sığındıkları sığınak olduğunu, İbrahim'in içine atıldığı ateşin Nemrûd'un gazabı olduğunu, gerçek ateş olmadığını, Musa'nın asasının, şüpheleri yiyip yutan bir hüccet olduğunu, yoksa ağaçtan bir asâ olmadığını savunuyorlardı. (Bunların inançlarıyla ilgili olarak daha geniş bilgi için bkz. Bağdadî, e!-Fark Beyn'el-Fırak, 279 vd.; Gazzâlî Fadaihi'ül-Bâtîniyye, 13 vd.)Batı-nîlerin başlı başına bir tefsiri yoktur. Ancak münferiden âyetlerin tefsirine tevessül etmişler ve bu konuda muhtelif eserler meydana getirmişlerdir. Bâtınî cereyanlar günümüzde de lsmâîlîlikin ve bunun uzantıları olan Babîlik ve Bahaîlik şeklinde devam edip gitmektedir. Gerek Bâbîler, gerekse Bahâîler başlı başına bir tefsîr yazmamışlardır. Onlarda muntelif sûrelere tefsirler yazmışlardır. Te'vîlât adı altında bunlar kendi düşüncelerine Kur'ân'dan destekler getirmeye ve bunu yaparken de bâtınî yorumlara tevessül etmeye çalışmaktadırlar. (Daha geniş bilgi için bkz., İhsan İlâhî Zahîr, el-İsmâiliyye, Tarih'ün ve Akâid Lahor, 1986)[32]
c- Hârici Tefsirler
c- Hârici Tefsirler Haricîler bilindiği gibi Hz. Ali ile Muâviye arasıda cereyan eden Sıffîn savaşında (Safer 37/Temmuz 657) varılan anlaşma üzerine, hakeme müracaat edilmesi karârının alınmasına karşı çıkarak; hüküm, ancak Allah'ındır, başka hüküm yoktur, diye Hz. Ali'ye başkaldıranlara verilen isimdir. Nitekim Hz. Ali ordusunda bulunanların ekseriyeti halîfenin karârına uyarak hakeme başvurulmasını kabul ederken, çoğunluğu Temîm kabilesine mensûb olan bir grup başlarında reisleri Abdullah İbn Vehb el-Râsıdî ile Hz. Ali'nin saflarından ayrılmış ve Harûre denilen yere çekilmişlerdi. Hz. Ali Bilâhere haricîlerin üzerine ordu göndermiş ve 9 Safer38 (17 Temmuz 658) yılında Nehrevân'da onları mağlûb ederek buyruğu altına almıştır. Daha sonra haricîlerin hem Hz. Ali'yi, hem Muâviye'yi hem de hakem olayında yer alan Amr İbn Âs'ı Öldürmeyi kararlaştırdıkları ve bunlardan Abdurrahmân İbn Mülcenin Hz. Ali'yi öldürdüğü bilinmektedir. Ancak Haricî hareketi böylece son bulmuş değildi. Emevîler ve Abbasîler döneminde de bu hareket -pek yaygın olmasa dalslâm toplumunda müşâhade edilmekteydi. Daha sonra kendi aralarında farklı görüşlere ayrılan Haricîler iki ana ilke üzerinde ittifak etmiş durumdaydılar: a) Hz. Ali, Hz. Osman, Hakem ve Cemel vak'alarına katılanlar ve hakemlerin hükmüne rızâ gösteren herkes kâfirdir. b) Azgın sultâna karşı çıkmak vâcibtir. Ayrıca Haricîlerin çoğunluğu büyük günâh işleyenleri tekfir etmekte idiler. Onlara göre hilâfet görevi müslümanlann hür iradesiyle yapılacak seçim sonucu tekevvünederdi. Halîfe bir kez seçildi mi bir daha onun görevini bırakması veya hakem yoluna başvurması sahîh olmazdı. Halîfenin Kureyşli olması da şart değildi. Kureyşlilerden halîfe olabileceği gibi başkalarından da olabilirdi. (Ahmed Emîn, Fecr'ülİslâm, 1,317) Haricî mezhebinin en önemli kolları; Nâfi' İbn Ezrak'ın tâbüerinden oluşan Ezârika, Necdet İbn Âmir'in bağlılarından oluşan Necedât, Ziyâd İbn Asfer'in tâbüerinden meydana gelen Sufriyye, Abdullah İbn İbâz'ın tâbüerinden oluşan Ibâziyye'dir. Bundan önce karşılaştığımız mezheblerdeki gibi Haricîler de kendi görüşlerini te'yîd sadedinde âyetleri yorumlamaktan çekinmemişler ve hattâ bütün fikirlerinin Kur'ân'dan alındığını savunmuşlardır. Haricîler Kur'ân'ın derinliğine araştırılması gerekmediğini, yalnızca lafzî manâsıyla yetinİlmesİ icâbettiğini belirterek bunun ötesinde bir tedkîkin gereksiz olduğunu söylüyorlardı. Sözgelimi Haricîlere göre; bir yetimin iki paralık malını yiyen herkes cehenneme gider. Çünkü Allah Teâlâ: "Doğrusu yetîmlerin malını zulümle yiyenler, ancak karınlarına ateş yemiş olurlar ve cehenneme de sürülürler." (Nisa, 10) buyurmaktadır. Allah Teâlâ bunu açıkça belirttiği için, yetimin iki parasını dahi yiyen kişi cehenneme girer ama yctîmİ öldüren veya karnını yaran kişi cehenneme gitmez. Çünkü Allah Teâlâ bunun için bir beyanât göndermemiştir. Keza Haricîlere göre; çalınan mal ne kadar az olursa olsun hırsızın elinin kesilmesi gerekir. Çünkü Allah Teâlâ Mâide sûresinde: "Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiniz." (Mâide, 38) buyurmaktadır, lemâ' ve Sünnete yeterli yer vermeyen Haricîler Kur'ân'ın zahirine çok sathî olarak bağlıdırlar.[33]
Muhammed İbn Yûsuf Atfiş (öl. 1332/1913)
Muhammed İbn Yûsuf Atfiş (öl. 1332/1913)
Himyân-Zâd ila Dâr'İl-Meâd
Himyân-Zâd ila Dâr'İl-Meâd Haricîlerin Kur'ân tefsirine önemli katkıları yoksa da İranlı Rüstem oğlu Ab-durrahmân Hûd İbn Muhakkem, Yûsuf İbnlbrâhîm ve Muhammed İbn Yûsuf Atfiş tarafından yazılmış Hârîcî tefsirler bulunmaktadır. Abdurrahmân tbn Rüstem'in tefsîri kaybolmuştur. Hûd İbn Muhakkem'in tefsiri Mağrib'teki İbâziyye taifesi arasında bu gün de yaygındır. Yûsuf İbn İbrahim'in tefsîri de kaybolmuştur. Muhammed İbn Yûsuf Atfış'in tefsîri hakkında biraz bilgi vermeye çalışalım: doksanaltı yaşında vefat eden Muhammed İbn Yûsuf İbn îsâ İbn Salih Cezayir'de Büyük Sahrâ'da bulunan Mîzâb vadisinde 1236/1817'de doğmuştur. Doğduğu yerde dinî ilimler okuduktan sonra, onaltı yaşlarından itibaren eserler vermeye çalışmıştır. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmadığımız Muhammed İbn Yûsuf, İbn Hişâm'ın el-Muğnî isimli eserini beş bin beyit halinde nazma çevirmiş, îsâ İbn Tennûrî'nin Tevhîd kitabını şerhetmiş, Ebu Ya'kûb Yûsuf İbn İbrahim isimli İbâzî müellifin fıkıh usûlüne dâir elAdl ve'1-İnsâf isimli kitabını şerhetmiş, peygamberin hadîslerinden Câmi'üş-Şümel isimli bir mecmua meydana getirmiş, ayrıca fıkıh, sarf, nahiv, belagat, kozmografi, aruz, vaziyye, ferâiz ve benzeri ilim dallarında ücyüze yakın irili-ufaklı eserler kaleme almıştı. Himyân'üz-Zâd ilâ Dâr*il-Meâd isimli tefsîrİ, yakın dönemlere âit olmakla beraber Haricîlerin İbâziyye kolunun görüşünü yansıtan önemli bir kaynaktır. Muhammed Ibn Yûsuf bu tefsirinden, neme kadar başkalarını taklîd etmeyeceğini belirtmekte ise de, muhtelif müfessirlerin görüşlerinden yararlanmakta, her sûrenin başında o sûrenin âyetlerinin sayısını, Mekkî ve Medenî olan âyetleri zikretmekte, sûrenin faziletlerine dâir genellikle mevzu olan hadîsleri kaydetmekte, sonra sûrenin faydalarını belirten birtakım fevkalâde özelliklerini dile getirmektedir. Her sûrenin ihtiva ettiği daha çok muskacılıkla ilgili özelliklerine yer veren mü-fessir, âyetlerin gramer, belagat noktasından kısaca açıklamasını vermekte, sonra kelâm ve fıkhî tartışmalara geçmektedir. Kelâmı konularda daha çok Mutezilenin fikrini benimseyen müellif isrâiliyâta da yer vermektedir. Hz. Peygamberin savaşlarını tafsilatlı olarak açıklayan müellif, âyetlerden kendi mezhebine mesned teşkîl edecek unsurlar çıkarmaya çalışmaktadır. örnek olarak onun Bakara sûresinin 2-3 âyetlerinin tefsirin buraya aktarmak istiyoruz: İmân bütün inançların mecmuu ile ikrar ve amelden oluşur. Kim yalnızca i'tik âdı ihlâl eder veya i'tikâdla birlikte ameli terkederse; o, inkâr bakımından müşriktir. Kalbinde bulunmayanı izhâr etmiş olması bakımından da aynı zamanda münafıktır. Kİm yalnızca İkrarı ihlâl eder veya ikrarla birlikte ameli terkederse; o, bizim cumhurumuzun katında müşriktir. Az bir toplulukta der ki: Kişi, yalnızca ikrarı ihlâl ederse, Allah katında müslümandır ve cennet ehlindendir. Ama ikrar ile birlikte ameli terkederse fâsıktır, nimeti inkâr eden kâfirdir. Yalnızca ameli ihlâl ederse-bize göre- o, münafıktır, fâsıktır, sapıktır. Kâfirdir, ama tam inanmayan müşrikin şirkinden biraz aşağıda bir küfre sapmıştır... Vehb'e mensûb ibâzîler ile diğer ibâzfler dediler ki: Yukardaki îmân, ikrar ve amel üçlüsünden birini ihlâl eden kimse, i'tikâ-dı veya ikrarı terkederse, müşrik olur. Ameli terkederse, münafık olur. Bunlar küçük günâhları kabul ederler. Diğer Haricîler ise yukarıdaki esâsları kabul ederler, ancak küçük günâhları kabul etmezler. Daha sonraki Haricîler amel ve ikrarın i'ti-kâda birbirinin rüknü olarak değil, birbirini tamamlayıcı olarak ilave edilmesi gerektiğini söylerler. Biz ise deriz ki: Amel ikrara mâhiyetinin bir cüz'ü ve bir rükün olarak eklenir. (Muhammed Yûsuf, Himyân'üz-Zâd, 1, 200) Muhammed İbn Yûsuf, Bakara sûresinin 8. âyetine dayanarak, büyük günâh işleyenin cehennemde ebedî kalacağını belirtir. Aynı görüşü tefsirinin muhtelif yerlerinde de tekrarlar. Ayrıca büyük günâh işleyen kişi, Muhammed Yusuf tevbe etmese de Allah'ın onu bağışlayabileceğim belirten Ehl-i Sünnet'in görüşünü reddeder tevbe edip büyük günâhtan vazgeçmedikçe Allah Teâlâ'nın büyük günâh işleyenleri bağışlamayacağını savunur. Allah'ın af ve mağfireti ile ilgili âyetleri te'vîle çalışır. Ona göre; büyük günâh işleyenler için Allah katında şefaat kabul edilmez. Allah Teâlâ'yı görmenin caiz olmadığını ve hiçbir kimsenin de O'nu görmediğini belirten müellif, Ehli-Sünnetin rû'yetullah konusundaki görüşünü (Bakara, 55; Nisa 153) âyetlerinin tefsirinde reddeder. Hâricilerden birçoğu gibi Muhammed İbn Yûsuf da hür irâde konusunda Mu'tezilenin görüşüne açıkça karşı çıkar ve kulun aksine kulun fiilinin halikı olamayacağını fiillerin yarata-nın'ın Allah olduğunu, söyler. Müteşâbih âyetlerin te'vîline tarafdâr olan müfessir, bunların zahir anlamına hamledilmesine karşı çıkar. Tasavvuf! tefsirlerin makbul olmayacağını belirten Muhammed İbn Yûsuf, bunun bir zorlama olduğunu arapçayi bilenlerin bu te'vîlleri kabul etmesinin imkânsız olduğunu belirtir. Şîanın imamet ve velayet prensibini de reddeden müellif, hakem konusunu ele alan âyetleri Haricî prensibler doğrultusunda yorumlayarak bunun hakem şeklinde anlaşılmaması gerektiğini belirtir. Haricîlerin gerçek mü'minler, onlara muhalefet edenlerin sapıklar, bid'atçılar olduğunu belirten Muhammed Yûsuf, Mâliki, Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezhebleri arasında en muteber mezhebin İbâdiyye mezhebi olduğunu, bu mezhebin her türlü teşbih ve ta'tîlden hâlî bulunduğunu ve onun karşısında hiçbir hüccetin dayanamayacağım belirtir. (Daha geniş bilgi için bkz., Şehristânî elMile'l ve'n-Nihal, I, 114-138; İbn Hazm, el-Fasl, IV, 188-192; G. Levi Della Vida, islâm Ansiklopedisi, Haricîler maddesi; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 300-336)[34]
d- Felsefî Tefsirler:
d- Felsefî Tefsirler: Bilindiği gibi, felsefenin İslâm dünyasına girişinde; dinî faktörlerden çok, kültürel ve sosyal faktörler önemli rol oynamışlardır. Bu sebeple başlangıçta felsefe, sırf bir kültür etkinliği olarak İslâm dünyasında yayılmaya başlarken,bilahere din ve felsefe arasındaki tartışmalar gündeme gelmeye başladı. Müslümanlara felsefeyi sevdirmek gayreti içinde görülen ve çoğunluğu Süryânî asıllı olan Hıristiyanlar, Grek felsefesinin çok tanrıcı kavramlarını semavî dinlerin tek tanrıcı mefhûmlarıyla uz-laştırarak tercüme etmeye çalıştılar. Felsefenin İslâm dünyasında sâf bir fikir cereyanı olarak yayılıp gelişmesini müteakiben İslâm'ın bazı İ'tİkâdî mes'elelerini felsefî yorumlarla açıklama gayretleri görülmeye başladı. Bunun sonucunda -diğer bütün tefsîr faaliyetlerinde müşahede etmiş olduğumuz gibi- Kur'ân âyetlerinin felsefî terminoloji ile izah edilmesi gayreti ortaya çıktı. Böylece felsefî tefsîr diyebileceğimiz bir anlayış belirdi. Ancak bu anlayışın taraftarları Kur'ân'm felsefî olarak izahını içeren tâm bir tefsîr yazmış değillerdir. Daha çok münferid âyetlerin felsefî yorumunu amaçlayan bir takım çalışmalar göze çarpmaktadır. Bu çalışmanın ilk örneklerini ünlü filozof Kindî'de görmekteyiz. Nitekim Kindî, "ağaç ve yıldız da secde ederler" (Rahman, 6) âyetinin tefsiri konusunda Emîr Ahmed İbn Mu'tasım'ın sorduğu soruya cevâb niteliğinde bulunan Risale fi'1-lbâne an Sücûd'il-Cirm'il-Aksâ ve Tâatihi I'illahi Azze ve Celle İsimli risalesinde secde ve tâat kelimesinin Arap dili bakımından hakîkî ve mecazî anlamlarını açıklamakta, netîcede yıldızların Allah'a secde etmesinin; kendi yörüngelerinde hareket etmeleri anlamına geleceğini bildirmektedir. O, şer'î istilâh bakımından yıldızın gerçek anlamda secdeye varmasının mümkün olmayacağını, ancak bu anlamda secdenin mümkün olacağını belirtmektedir. Böylece yıldız, yaratanının irâdesini gerçekleştirmekte ve emrini yerine getirerek âlemde nizâmın sağlanması konusunda üzerine düşen görevi îfâ etmektedir. Mecazî mânâda secde ifadesiyle kasdedilen husus Kindi'ye göre; budur. (Kindî, Resâil-eİ-Felsefiyye, 244-261) Daha sonra aynı felsefî yorumlan Fârâbî'de de görmekteyiz. Fârâbî Evvel ve Âhir, Zahir ve Bâtın gibi Kur'ân'da yer alan kavramları felsefî olarak tefsîr ettiği gibi, melek ve rûh gibi kavramları da felsefî olarak yorumlamaktadır. Ancak Fârâ-6î'de felsefî olarak yorumlamaktadır. Ancak Fârâbî'de felsefî yön dinî yönden daha ağır bastığından âyetlerin felsefî te'vîllere çok az tevessül eder. Felsefî te'vîl türünü ençok thvân-ı Safa Risalelerinde görmekteyiz. Ihusu-i Safa, fikirlerinin Kur'ân'dan ayetlere mutabık düştüğünü belirtmek, için muhtelif konularda değişik felsefî görüşleri zikrettikten sonra, âyetleri bu fikirlerle bağdaştırmaya çalışmaktadırlar. Sözgelimi cennet ve cehennemle ilgili âyetleri izah sadedinde, ruhun çeşitli merhamelerde geçirdiği safhaları anlatarak sevâb ve ceza mes'elesini İzah etmeye çalışmaktadırlar. Onlara göre kötü davranışlar, bozuk görüşler , üstüste binen cehalet ve fena ahlâk ile ruhun önüne herhangi bir engel dikilmediği vakit göz açıp kapamaktan daha az bir zamanda, hattâ zamansızlık içerisinde felekler âlemine yükselir. Çünkü onun arzu ve isteğinin bulunduğu yere gidişi âşıkın ruhunun ma'-şûkunuh yanında olması gibidir. Ama rûh bedenle birlikte olmayı aşk, cismânî ve aldatıcı duyusal zevkleride ma'şÛk sayıp cismant zînetleri arzularsa; o buradan ayrılmaz ve felekler âlemine çıkma isteği duymaz. Kendisine göklerin kapılan açılmaz. Melekler topluluğu ile birlikte cennete giremez. Aksine ay feleğinin altında zaman zaman oluştan bozuluşa, zaman zaman bozuluştan oluşa geçerek, çelişkilerden ve istihalelerden meydana gelen bu cisimler âleminin derinliklerinde yüzer kalır: "Onların derileri yandıkça kendilerine başka bir deri veririz ki azabı tatsınlar.'* (Nisa, 56) Gökler ve yeryüzü devam edip gittiği sürece: "Orada asırlar boyu kalırlar." (Ne-be23) Rûh, revh ve reyhandan ibaret olan ruhlar alemindeki serinliğin tadına eremezler. Kur'ân'da sözü edilen cennet şarâbının lezzetini tadamazlar: "Cehennem ashabı cennet ashabına şöyle seslendi: Bizim üzerimize biraz su serpin veya Allah'ın size nzıklandırdığı şeyden verin. Onlar dediler ki: Allah bunu kâfirlere haram kılmıştır." (A'râf, 50) Allah bunu kendi nefislerine zulmedenlere haram kılmıştır. Ra-sûlullah (s.a) dan da rivayet edilir ki; cennet gökyüzündedir, cehennem de yerin altında. (İhvanÜs-Safâ, Resâil, I, 91) İhvan-ı Safa felekteki yıldızların Allah'ın melekleri ve gökyüzünün sâhibleri olduklarını, Allah Teâlâmn kâinatı imâr etmek mahlûkâtı yönetmek canlıları idare etmek için onlan halkettiğinİ söylerler. Binaenaleyh, nasıl yeryüzündeki krallar yeryüzünde Allah'ın halîfeleri iseler, melekler de felekler âleminde Allah'ın halîfeleridirler, thvân-ı Safâ'ya göre; mü'min ruhlar bedenden ayrılınca gökyüzündeki melekût âlemine yükselir ve melekler zümresine girerler. Rûh'ül-Kudüs ile birlikte yaşar, feleklerin boşluğunda, göğün enginliğinde sevinç, sürür ni'met, zevk, ikram ve gıpta içerisinde tesbîh ederler. İşte Allah Teâlâ'nın "Güzel söz, ona yükselir sâlih âmel de onu yüceltir." (Fâtır, 10) âyetinin mânâsı bundan ibarettir. Filozoflar arasında başlı başına Kur'an sûrelerini veya bazı âyetleri tefsir eden kişi Ünlü islâm filozofu İbn Sina'dır. Ebu Ali Hüseyn İbn Abdullah İbn Sînâ İslâm dini ile Grek felsefesini uzlaştırabilmek için büyük çaba harcamış ve felsefî konulan tslâmî konularla birleştirmeye gayret etmiştir. Özellikle Arş, Kürsî, Cennet, Cehennem, Melek, N.ûr gibi kavramları ele aldığı eserlerinde, zaman zaman âyetlerle kendi fikirlerini te'yîd etmeye çalışır. Diğer taraftan bu tefsirin bazı yerlerinde örneklerini gördüğümüz gibi, İbn Sİnâ, hem muhtelif âyetleri tek başına ele alarak tefsir etmiş, hem de A'lâ.lhlâs, Felak ve Nâs sûreleri gibi bazı sûreleri bütünüyle tefsîr etmiştir. Ancak onun başlı başına bir tefsîr yazmayı düşünüp düşünmediğini bilmiyoruz. Bu tefsirin "izahlar" kısmında verdiğimiz metinlerde yer almayan Nûr, âyetinin tefsirini burada örnek olarak sunmak istiyoruz: "Allah; göklerin ve yerin nurudur'. Yani hem bütün gök ve yer ehlinin, hem de bizzat göklerin ve yerin nurudur. Hattâ varolan mümkünlerden her mümkün ve varolan zerrelerden her zerre, Allah Teâlâ'nın varlığının nuru ile varolmuş ve aydınlanmıştır. Bazılarınca vehmedildiği gibi, varlıkta hiçbir şey O'ndan ayrı olarak varolamaz. Bu görüş sapıklık ve yanlışlıktır. Bu nurlarıma, varlığın Allah Teâlâ'nın zâtıyla bağlantı kurması bakımındandır. Bu sebeple eğer ânlardan herhangi bir ânda varolan bir mümkün bu bağlantıdan uzaklaşacak olsa; yok olup gider. Tıpkı bazı objelerin göz göre göre yok olup gittiğinin gözlenmesi gibi. O, yani Allah Teâlâ'nın varlığı, mümkünlerin iskeletlerine (heykel) öylesine yayılmıştır ki hiçbir şey ondan hâlî olmaz. Bütün mümkünler doğru yola (Sırât-ı Müstakim) gitmiş olsaydı; bu, ancak Allah Teâlâ'nın varlığının nuru ile olurdu, öyleyse Allah Teâlâ gökler ve yerler halkım din ve dünyaları ile ilgili kendi menfaatlanna olan herşeyde doğruya götürendir. Bu âyetin anlamı konusunda şöyle demek te mümkündür: Göklerin ve yeryüzünün delâlet ettiği şey Allah Teâlâ'nın zâtıdır. Zîrâ gökler ve yeryüzü Allah'ın varlığına, birliğine, kudretine ve ilmine delâlet eder. Ayrıca bu âyet konusunda şöyle demek te doğru olur: Allah göklerin ve yerin nûrlandırıcısıdır. Bu takdirde nûr ifâdesi, süsleyen ve aydınlatan anlamına kullanılır. Allah Teâlâ gökleri süsleyerek Arş, Kürsî, Levh (el-Mahfûz) Kalem, Sidre el-Müntehâ, Cennet el-Me'vâ, Beyt elMa'mûr cennetler ve şâire gibi üstün, yüce makamlarla Kerrûbiyyûn, Rûhâniyyûn, Arşın ve çevresinde dolaşan ve saf tutanlar ile, Cebrail, Mikâîl, İsrafil ve Azrail İle nûrlan-dırmıştır. Tesbîh edenlerin tesbîhi, takdis edenlerin takdîsi, rükûa gidenlerin rükûu, secdeye gidenlerin secdesi ve Kur'ân okuyanların kırâeti ile de (süslemiş ve aydınlatmıştır). Yeryüzünü ise Kâ'be, Beyt el-Mukaddes, kendi mescidi olan Mescid el -Aksa ile süslemiştir. Ayrıca Allah Teâlâ bu Mukaddes ev'in etrafına peygamberler, elçiler ve velîler göndermiş, (onların) burada kalıp yerleşmelerini sağlamıştır. İbrâ-hîm, İsmâîl, Ishâk ve diğer peygamberlere -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- yeryüzünde şekil vermiştir. Ağaçlar ve suların çokluğu ve şehirler halkının kendisinden yararlandığı meyvelerin ve yemeklerin fazlalığı, mâsûm imamların varlığı, müttakîlerin rehberliği, bilginlerin ve öğrencilerin önderliği, hacıların ve umre yapanların telbiyesi, gazilerin ve murâbıtların tekbîri, kunût getirip tevbe ve istiğfar edenlerin tesbîhi (?), (Tanrıya) müştak olan ariflerin inlemeleri, pişman olan günahkârların ağlamaları ile de orayı süslemiştir. Netice olarak en küçük bir düşünme ile parlayacak herşey ile süslemiştir. Nitekim bu husus (çok) açıktır. "Onun nurunun misâli; içinde çerâğ bulunan bir kandil yuvası gibidir. O çerâğ, bir sırça içindedir. Sırça,sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Ateş değmese dahi, neredeyse yağın kendisi aydınlatacaktır. Nûr üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna kavuşturur. Allah, İnsanlara misâller verir. Ve Allah herşeyi bilendir" Allah'ın nurunun niteliği ve anlatımı, açıklanarak ve izah edilerek canlandırılması; bir oyun gibidir ki onun açıklığı (penceresi) yoktur. Bu oyukta bir çerâğ vardır. Bu çerâğ bir sırça içindedir. En parlak sırçalardan bir sırça. Öyle ki bu çerâğ o sırçada bulunan en sâf zeytinyağı ile tutuşturulmaktadır. Buradaki kandil yuvasından maksat peygamberlerin önderi, şerefli, yüce, değerli ve seçkin (peygamber olan) Muhammed Mustafâ (Sallallahü aleyhi vesellem)dir. Sırçadan maksat da her türlü kuşku ve bulantıdan uzak olan onun arınmış mübarek kalbidir. Çerâğdan maksat Allah Teâlâ'nın kendi feyzi ile doldurmuş olduğu îmân ve ilim nurudur. Böylece sırçanın ışığıyla karışan cerağın ışığı bu kandil yuvasında birleşmekte, her türlü pislikten ve kirlilikten arınmış olan zeytinyağının aydınlığı da buna eklenmektedir. Böylece bu aydınlık nûr üstüne nûr olmaktadır. Bu nurların hepsi bu kandil yuvasında toplanmakta ve olabilecek en aydınlık şekilde olmaktadır. "Sırça sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır". Bu sırça aydınlıkta, parlaklıkta, panldamada inci gibi olan bir yıldızdır, öyle ki aydınlığının, ışığının ve parlaklığının nuru kendi ışığını aşar. Buradaki yıldız tabiri ile sanki güneş gibi çok parlak çok aydın ve fazla ziya saçan bir yıldız kastedilmektedir. Çünkü güneş diğer yıldızlardan daha aydınlıktır. Bununla birinci kadirden yıldızların en büyükleri gibi veya Zühre ya da geriye kalan beş gezegen gibi yıldızların kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Yahut ışığı inci diye nitelenebilecek şekilde olan yıldızlardan mutlak anlamda herhangi bir yıldız kasdedilmiş olabilir. Sen "İnci gibi"kavli ileonun; parlaklığı ve ışık saçması bakımından diğer zînet eşyası arasındaki inciye benzeyen bir parlaklıkta olduğunu kabul edebilirsin. "Mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulur". Bu çerâğ veya bu sırça, mübarek bir ağaçtan tutuşturulup yakılır. Buradaki ağaçla Resûlullah (s.a) hazretlerinin cismi, cüssesi ve bedeni kastedilmiş olabilir. Çünkü o, bereketin ve iyiliğin en üst derecesinde mübarek bir ağaçtır. "Zeytin'Vifâdesi "mübarek ağaç" ifâdesinden bedeldir. Bu ise onun pislikten ve bulanıklıktan arınıp uzaklaşmış olduğunun işaretidir. Çünkü zeytinin yağı da, diğer yağlar gibi duman ve sıcaklık verir. "Ne doğuludur ne de batılıdır". Bu mübarek zeytin ağacı, ne tek başına Do-ğu'dan ne de tek başına Batı'dandır. Aksine o, hem Doğu'dan, hem de Batı'dandır. Bu kuvvet onun dininin ışığından ve onun mensuplarının parlaklığından kinayedir. Nitekim onun dini ve milleti kâinatın, Doğu'suna ve Batı'sına ulaşmıştır. O ne Doğu ülkelerine hâstır, ne de Batı ülkelerine, islâm'ın üstün sesi Doğu ve Batı*nın bütün ülke ve kasabalarına yayılmıştır. "Ateş değmese dahi nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak". Hz. Peygamberin dini, gerçek oluşu, açık, gözalıcı ve değişmez niteliği itibariyle hiçbir delillendirme-ye burhana gerek duyurmaz. Kalbi (aklı) olan kişi onun gerçek olduğunu gösteren, hiç bir mucizenin belirmesine hacet kalmadan delîl ve belge ile delîl getirme isteği duymadan onun gerçekliğini görür. "Nûr üstüne nurdur." Bunun anlamı daha önce zikrettiğimiz şekilde açıktır ve tekrarına gerek yoktur. "Allah, dilediğini nuruna kavuşturur". Kullan îmân ve islâm'a hidâyet eden Allah Teâlâdır. Onları dosdoğru yola İrşâd eder. Bu yolu gösteren ise Hz. Muham-med (Sallallahu aleyhi vesellem)'in kendisidir. Bu yolda gitmeyip de oturan kişinin gözünün nuru kararmış, basiretinin ışığı sönmüştür. Ve o, geride kalanlar topluluğuna girmiştir. Azgın ruhlardan Allah'a sığınırız. Allah Teâlâ kimi bu mutluluğa eriştirerek kurtarmak isterse, Muhammed (Sallallahu aleyhi vesellem)'i ona gösterir, o da ilk mutluluğu nedeniyle ona ulaşır. Allah Teâlâ kimin de kurtuluşa ermesini istemezse, onun göğsünde bir sıkıntı ve ağırlık halkeder ve o kişi ezelî bahtsızlığından dolayı Allah'a ulaşamaz. "Allah, insanlara misâller verir. Ve Allah, herşeyi bilendir". Allah Teâlâ kulları için faydalı olan misâlleri böylece açıklar. "Ve Allah herşeyi bilendir". O'nun bilgisi ezelden ebede kadar bütün eşyanın tabiatını tamamiyle kuşatmıştır. Büyük küçük, gökte ve yerde zerre ağırlığında hiçbir şey, Allah Teâlâ'nın bilgisinin dışında değildir. O, herşeyi kuşatandır (Üniversite Kütüphanesi, 1458 no'lu yazma nüshadan).[35]
V- Şİİ TEFSÎRLER
V- Şİİ TEFSÎRLER Bilindiği gibi şîa kelimesi, arapçada Ş-Y-A kökünden türetilmiş olup; mİkdâr, süre, sıra, eş ve benzer, arslan yavrusu, bir insanın yardımcıları ve ona uyanlar, aynı görüşte olmasalar da bir şey üzerinde birleşen topluluk, fırka, bölük ve yayılmak gibi anlamlara gelir. (Bkz. tbn Manzûr Lisân'ül-Arab, Zebîdî, Tâc'ül-Arûs, Asım Efendi Kamus tercümesi ŞY-A kelimesi) Terim olarak şîa kelimesi; Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali'yi ve onu müteakiben Hz. Ali'nin soyundan gelenleri hilâfete en lâyık olarak kabul eden veya Hz. Ali'yi meşru'halîfe sayıp daha sonraki' halîfelerin de onun soyundan gelmesi gerektiğini savunan topluluklara verilmiş olan isimdir. (Daha geniş bilgi için bkz. E. Ruhi Figlalı, tmâmiyye Şîası, 9 vd.) Şîa'ya göre; Hz. Ali, peygamberden sonra imâm ve halîfe olma hakkına sâhib-tir. Bunu peygamber tavsiye etmiştir ve bu sebeple o peygamberin vasîsidir. Binâenaleyh, Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm olması icâbeder. Eğer onlar imâm olmazlarsa; ya ellerinden haklarını gasbetmiş olan bir gâsıbın bulunması, ya da ta-kiyye yapmak üzere başına gelecek bir fenalığı önlemek üzere zahiren hak sahibinin hakkından vazgeçmesi nedeniyle olabilir. Genel hatlarıyla bu ölçüler içerisinde yer alan şîa kendi içerisinde bir çok gruplara ayrılmıştır. Bu ayrılığın bir kısmı ana pren-siblerde ve ilkelerde, bir kısmı da imamların tayîni konusundadır. Şîa'nın bir kısmı aşın giderek imamlığa bir nevi kutsallık izafe etmişler, Hz. Ali'ye ve onun evlâdına karşı çıkanları küfürle itham etmişlerdir. Bir kısmı ise Hz. Ali'nin imamlık hakkına sâhîb bulunduğunu, ancak ona karşı çıkanların yanıldıklarını fakat bu yanılgının küfür derecesine varmayacağını belirtirler. Başlangıçta Şîa Hz; Ali ve onun oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin'in imameti konusunda ittifak etmişken Hz. Hüseyin'den sonra bir grup, anadan ayrı kardeşi olan Muhammed İbn Hanefiyye'nin hilâfete müste-hak olduğunu kabul etmiş, bir grupta imametin Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma'dan doğan çocuklarının hakkı olduğunu savunmuştur. Üçüncü bir grup ise Hz. Hasan'ın çocuklarının -kendisinin bizzat hilâfetten vazgeçmesi nedeniyle- hilâfet haklarını yitirdiklerini, hilâfetin yalnızca Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere âit olduğunu kabul etmiştir. Şîa'nm pek çok kolu olduğunu belirtmiştik. Ancak bunlardan Ismâîlîler, Zey-dîler ve Bâtınîler hakkında daha Önce bilgi aktarmış olduğumuzdan bu bölümde yalnızca Onikİ İmâm Şiîliğinin görüşlerini yansıtan imâmiyye fırkasının tefsîrlerinden söz etmeye çalışacağız. Ancak bu tefsîrler hakkında bilgi vermeden önce, İmâmiye mezhebinin ana fikirlerini kısaca tanımaya çalışalım: Bilindiği gibi imâmîyyeye göre; dînin biri usûl (inançlar) diğeri de fürû (ibâdet ve ahkâm) olmak üzere İki ana bölümü vardır. Dinin esâsları beş umdeden oluşur. Bunlar; tevhîd, nübüvvet, imamet, adalet ve meaddır, lmâmiyyeye göre; Allah bir tektir ve tevhîd inancı Tevhid-i Zât, Tevhîd-i Sıfat, Tevhid-i Fiil ve Tevhid-i ibâdet olmak üzere dört ana bölümde değerlendirilir. Tevhid-i Zât; Allah'ın zâtı itibariyle bir ve tek olduğunu kabul etmek ve her türlü noksan sıfatlardan Allah'ı tenzîh etmektir. Tevhid-i Sıfat ise; Allah'ın sıfatlarının mefhûm olarak birbirinden farklı olmasına rağmen hakîkatları ve varlıkları yönünden bir ve aynı olduğunu kabul etmektir. Allah'ın sıfatlan zatî ve subûtî (yahut-cemâl ve kemâl sıfatlan) selb? ve fiilî (veya celâl sıfatlan) olmak Üzere iki ana bölüm altında mütâlâa edilir. Tevhîd-i fiil de; Allah Teâlâ'nın bütün fiillerin halikı olduğunu ve ondan başka yaratıcı bulunmadığını kabullenmektir. Tevhid-i ibâdet, kullukta yalnız ve yalnız Allah'a itaat etmektir. Allah'tan başkasına ibâdet etmek şirktir. Nübüvvet inancı Allah'ın emirlerini tebliğ eden peygamberin kişiliği ve getirdiği esâslarla alakalı görüşlerdir. Peygamberlik; Allah tarafından seçilmiş insanlara verilen bir görev olup Cebrâîl vasıtasıyla ve vahiy yoluyla gönderilir. İmamet; dînin ana umdelerinden birisidir. îmân, ancak imameti kabulle gerçekleşir. Nasıl peygamberlik, Allah tarafından seçilme ile gerçekleşirse, her asırda peygamberin görevini üstlenen, insanları doğru yola sevkeden bir de imâm bulunur. Dolayısıyla iiriâm, peygamberin yetkisini hâiz olan ve onun velayetini üstlenen kişidir. Böylece peygamberlik imamlık ile devam eder. Nasıl peygamber Allah tarafından seçiliyorsa, İmam da Allah tarafından seçilir. Bu da; ya bir ilâhî nass ile, ya da bir önceki imâmın tesbîti ile tahakkuk eder. İmâmı seçmek veya azletmek yetkisi insanlara ait değil Allah'a aittir. Nitekim Resûlullah (s.a) da Hz. Ali'yi ilâhî vahiy yoluyla halîfe ve vasî tayîn etmiştir, lmâmiyyeye göre Mekke ile Medîne arasında bulunanResûlullah(s.a) vcdâ haccından dönerken zilhicce ayının onuncu gününde (16 Mart 632) Mekke ile Medîne arasında bulunan Cuhfe yakınlarındaki Gadir Hum'da konaklamış ve müslümanlara hitaben şöyle demiştir: Allah Teâlâ bana: "Ey peygamber sana indirileni Teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun risâletini teblîğ etmemiş olursun." (Mâide, 67) âyetini İndirdi ve Cebrâîl, Rabbimden bana şu emri getirdi: Ebu Tâlib oğlu Ali benim kardeşim, vasîm halîfem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar, Allah onu size velî ve imâm olarak ta'yîn etmiştir ve herkese ona itaat etmeyi farz kılmıştır. Ali'ye muhalefet eden lanetlenecek, hürmet eden ise rahmete erecektir. Dinleyin ve itaat edin. Allah Teâlâ mevlânız. Ali de imâmınızdır. Ondan sonra kıyamete kadar imamet onun soyundan gelenlerin olacaktır." (İbrâ-hîm el-Mûsevî ezZencânî, Akâid'ül-İmâmiyye el-lsnâ aşeriyye, 90 vd.; Abdül Hüseyin Şerefûddîn el-Mûsevî, el-Mürâcaât, 202 vd.; Ahmed Hamîdüddîn el-Kirmânî, el-Mebâdî 'fi Isbât'il-lmâme, 112) Bunu söyledikten sonra Hz. Peygamber Hz. Ali'nin elinden tutup havaya kaldırmış ve şöyle demiştir: Ben, kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Böylece Hz. Ali İmâm tayîn edilmiştir. Binâenaleyh, imamet nübüvvetin devamı niteliğindedir ve aralarındaki fark, peygamberin kitâb getirmesi, imâmın ise kitabının bulunmamasıdır. Şia'ya göre; imamlar ma'sûmdurlar. Her devirde bir tane olan imâm, her türlü küçük ve büyük günâhlardan'uzaktır. Özel bir bilgi ile donatılmış olduğundan Kur'-ân'ın zahirî ve bâtınî mânâlarını bilir. Şeriatın koruyucusu ve uygulayıcısı olan imâma, mutlaka itaat edilmesi gerekir. İmâmiyyeye göre; Hz. Peygamber Allah Teâlâ'dan aldığı emirle daha sonraki oniki imâmı bizzat tayîn etmiştir. Bunlar Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, AH Zeyn el-Âbidîn, Muhammed el-Bâkır, Ca'fer es-Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rızâ, Muhammed et-Takî, Ali en-Nakî, Hasan el-Askerî ve Muhammed el-Mehdî'dir. Bu sonuncusu ortadan kaybolmuştur, sağdır ve kıyamet kopmazdan önce zulümle dolmuş olan dünyayı kurtarmak ve adaleti hakim kılmak üzere tekrar yeryüzüne inecektir. Geleceği beklenen bu Mehdî'nin (Mehdi-i Muntazar) gaybubeti (gizlenmesi) esnasında işleri onun emriyle fakîhler ve müctehidler yürütürler. Dolayısıyle gerek peygamberin şahsı ve gerekse mâsûm imamlar için bahis mevzuu olan velayet bu fakîhler ve müctehidler için de geçerlidir. tmâmiyye'ye göre; dinin esâs umdelerinden birisi de adalettir. Allah'ın adalet sahibi olması, kulun da irâde ve fiillerinde hür ve bağımsız olması anlamına gelir. Kaza ve kader Allah tarafından bir sır olarak bırakılmış ve açıklanmamıştır. Dinin bir diğer esâsı da öldükten sonra dirilme demek olan meâd inancıdır. Allah kullarını öldükten sonra diriltecek ve yaptıklarından dolayı hesaba çekecektir. Meâd cismani olacaktır. Mâhiyeti insanlar tarafından bilinemez, yalnızca inanmak gerekir. Dinin esasıyla ilgili olmamakla beraber, imâmiyye inancının temel ilkelerinden sayılan hususlardan birisi de ric'at (geri dönüş) akîdesidir. Buna göre; Allah ölenlerden bir kısmını öldükleri şekilde tekrar dünyaya getirecektir. Haklı olanlar açığa çıkarılacak zâlimler ve haksızlar da ortaya konacaktır. Buna göre imânda en üstün olanlarla, hesâbta en aşağı derecede bulunanlar; Mehdî'nin zuhurundan sonra dünyaya döndürüleceklerdir. İnsanların haklarım gasbeden veya öldürenler, azaba dû-çâr edildikten sonra öldürülecekler ve bilâhere kıyamet gününde yeniden diriltileceklerdir. Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin gibi kişiler dünyaya döndürülecekler, bunlara karşı olanlar, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Muâviye ve Yezîd gibi kişiler de döndürülecekler ve birbirlerinden haklarını alacaklardır. Şeyh Sadûk'un da belirttiği gibi, ric'at, imâmiye inancının esâslarındandır. (Ebu Ca'fer Muhammed İbn AH İbn Bâbeveyh el-Kummî, l'tikâdât'ül-lmâmiyye (Türkçeye çev. E. Ruhi Fığlalı, 70) Şia'nın temel inançlarından birisi de bedâ'dır. Buna göre, Allah maslahata uygun tarzda ortaya çıkardığı bir şeyi sonra yok eder ve ayrı bir şekilde ortaya çıkarır. Nasıl Allah Hz. Peygamberin şerîatıyla diğer şeriatları neshetmişse Hz. Peygamberin şerîatı içerisinde de bazı hükümleri neshetmiştir. Şîanın temel inançlarından birisi de takîyyedir. Buna göre; insan canını, malını kurtarmak için gerçek inancını gizleyebilir veya aksini açıklayabilir. Şeyh Sadûk'un ifadesiyle, takîyye, vâcibtir ve takîyyeyi terkedenlerle namazı terkedenler aynıdır. (Şeyh Sadûk, A.g.e., 127)Takîyye Şia'nın sırrî bir teşkîlât gibi davranmasına imkân hazırlamakta ve İçinde bulundukları şartlara göre kendilerini farklı şekilde göstermelerini sağlayan bir unsur olmaktadır. Dinin esâsı ile ilgili bulunmamakla beraber fürû'dan sayılan bir diğer husus da tevellâ veya velayettir. Buna göre; Allah'ı, Resulünü ve Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'-dan gelen soyunu sevmek ve dost edinmek gerekir. Keza bunun aksine olarak Allah'ı, Resulünü ve Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma'nın soyundan gelen çocuklarını sevmeyenleri ve bu gibi kişileri^sevenleri sevmemek (Teberrâ) icâb eder. Bu da dinin teferruatıyla ilgili bir ilkedir. (Daha geniş bilgi için bkz. Şeyh Sadûk, l'tikâdât'ül-lmâmiyye, (Tükçe çev. E. Ruhi Fiğ lalı,) İmâmiyye Şiası, 201 vd.) İmâmiyye mezhebinin aşın bir kolu-olan Ismâîlîler ise, Ca'fer-i Sâdık'tan sonra imametin oğlu İsmail'e, İsmail'den oğlu gizli Muhammed diye bilinen Muham-med el-Mektûm'a geçtiğini ve bu kişinin gizli imamların ilki olduğunu, daha sonra Fâtımîlerin reîsi Abdullah el-Mehdî'nin çıkışına kadar gizlenmiş imamlar devri başladığını iddia ederler. İmâmiyyenin Tefsîr Anlayışı: İmâmiyye mezhebi mensûbları az önce özetlediğimiz inançları doğrultusunda Kur'ân'ı tefsire çalışmışlardır. Onlara göre; Kur'ân'ın zahirî ve bâtınî anlamları bulunmaktadır. Kur'ânMn Zahirî anlamının dışında bâtını anlamını ancak imâm ve velayet sahibi kişiler anlayıp izah edebilirler. Kur'ân'ın yetmişyedi bâtınî mânâsı vardır. Allah Kur'ân'ın zahiri ile tevhîd, nübüvvet ve risâlete davet etmiş, imamet ve velayete daveti ise bâtınî belirtmiştir. Kur'ân'ın zahirî mânâsı ile bâtınî mânâsı arasında birlik sağlama yetkisi imamlara verilmiştir. Kur'ân âyetlerinin, zahirî mânâsı ile Allah tarafından murâd edilmiş bulunan ve masum imâmlarca veya onların velî ve vasîleri tarafından açıklanabilen bâtınî mânâsı aynıdır. Binâenaleyh, insanın Kur'ân'ın hem zahirine hem de bâtınına îmân etmesi gerekir. Kur'ân'ın bâtınî mânâsı ile ilgili açıklamalar ma'sûm imamlardan aktarıldığı şekilde kabul edilmelidir. Bir kişi, Kur'ân'ın zahirine inanıp da bâtınına inanmazsa kâfir olur. Keza bâtınına inanıp da zahirine inanmazsa yirie kâfir olur. Herkes Kur'ân'ın bâtınî mânâsını an-layamayabilir. Ancak ma'sûm imamlar kanalıyla gelmiş olan yorumları- mânâsını anlamasa da- kabul etmesi gerekir. Binâenaleyh Kur'ân'ın hem zahirî, hem de bâtını mânâları peygamber ve ehl-i beytinin yanında saklıdır. Çünkü Kur'ân onların evinde inmiştir ve ev halkı evde olanı en iyi bilendir. Diğer insanlar onların bilgileriyle ilgili en küçük bir şüphe duymamalıdırlar. Zira onlar, Kur'ân'ın bâtınîjmânâları bir yana, zahirî mânâlarının bir çoğunu bile idrâk etmekten âcizdirler. Dolayısıyla başka insanlar, ancak Allah'ı, Resulünü ve onun ehl-i Beytinin sevdikleri ve onlara bağlandıkları nisbette Kur'ân'ı anlamaya yaklaşabilirler. Bilgilerini Ehl-i Beyt kaynağından elde edebilirler. Kur'ân'ı yorumlayabilirler. Çünkü onlar, Ehl-i Beyt'i sevmeleri nedeniyle Ehl-i Beyt'tcn bir ferd haline gelirler. Nitekim "Selmân, bizim Ehl-i beytimizdendir" buyurulmuştur. Böylece Kur'ân tefsîrinde bâtınî yorumlara kapılar açılmakta ve zaman zaman bu kapıdan Kur'ân anlayışına son derece aykırı fikirler de girebilmektedir. İmâmiyye tefsirinde karşılaştığımız bir diğer özellik de; âyetlerin Hz. AH ve Ehl-i Beyt'in etrafında yorumlanmaya çalışılmasıdır. Kur'ân'da ne kadar güzellikler var ise Hz. Ali ve onun soyundan gelenlere nİsbet edilerek yorumlar yapılmakta; ne kadar kötülükler varsa da onlara muhalif olanlara hamledilmektedir. Kur'ân'da cemi sîğasıyla vârid olan ifâdelerde peygamberin ve onunla birlikte imamların kasdedil-dİğini ve dolayısıyla bu tür zamîrlerin onlara râci olduğunu söylemektedirler. (Ab-düllatîf el-Kazerûnî, Mukaddime Mir'ât'ül-Envâr ve Mişkât'ül-Esrâr, 29) Diğer taraftan imâmiyye rivayet tefsîrinde ancakŞîa'nıngerçek sahabe ve tabiînden saydığı kimselerin rivayetlerini kabul etmektedirler. Şîa'nın esâs aldığı hadîs kaynaklarının başında Ebu Ca'fer Muhammed tbn Ya'-kûb el-Küleynî'nin el-Kâfi isimli eseri gelir. Ehl-i Sünnet mensûbları yanında Buha-rî'nin sahîhi nasıl bir yer İşgal ediyorsa, Şia'nın yanında bu eser, aynı yeri işgal eder. Onaltı bin hadîs ihtiva eden bu eser; sahîh, hasen ve zayıf gibi bölümlere ayrılmış rivayetlerden müteşekkildir. Muhammed İbn Hasan et-Tûsî'ninet-Tehzîb*i, Muham-med İbn Ali İbn Bâbeveyh'in Kitâbti men la yahduruhu el-Fakîh'i Muhammed İbn Hasan etTûsî'nin yukarıda adı geçen et-Tehzîb'den özetlediği el-lstibsâr'ı Şîânın dayandığı dört ana kaynağı oluşturur. Bu kaynaklar Molla Muhsin el-Kâşî tarafından el-Vâfî isimli eserde derlenmiştir. Ayrıca Muhammed İbn Hasan el-Âmûlî'nin, Vesâil'üş-Şîa ilâ Ehâdîs'iş-Şerîa, Muhammed el-Bâkır'ın Bihâr'ülEnvâr'ı da değerli hadîs kaynaklan olarak kabul edilir. Ancak bu kaynaklarda yer alan hadîslerin çoğu sağlam bir senede dayanarak peygamberden nakledilen hadîsler olmaktan ziyâde, mâsûm kabul edilen imamlardan nakledilen sözlerden oluşmaktadır. İmâmiyye tefsirleri, genellikle Mu'tezilî fikirleri benimsemekte ve çok az konuda mu'tezile'den farklı düşünmektedirler. Binaenaleyh bu tefsîrlerde Mu'tezilî fikirler yaygındır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Mu'tezile mezhebi zamanla Şia'nın içerisinde eriyip gitmiştir. İmâmiye mezhebi mensûbları Sünnete dayanmadıkları gibi icmâı da kabul etmezler. Ve ancak ma'sûm imamların İçinde bulunduğu icmâı gerçek bir icmâ olarak kabul ederler. Kıyâsı, istihsân ve Mesâlih-i Mürsele gibi Ehl-i Sünnetin kabul ettikleri aklî delilleri hüccet saymazlaı. Tcfsîr litarütürü bakımdan çok zengin olan İmâmiyyenin belli başlı tefsirleri arasında şunları saymak mümkündür: Hasan et-Askerî'nin (öl. 254/868) Tefsîrü'l-Hasan.el-Askerî'si, Ayyaşî diye bilinen Muhammed tbn Mes'üd İbn Muhammed İbn Ayyaş es-Sülemî'nin (üçüncü hicri asır) Tefsîr'ülAyyaşî'i; üçüncü yüzyılın son-larıyla dördüncü yüzyılın başında yaşamış olan Ali ibn İbrâhîm elKummî'nin tef-sîri; Ebu Ca'fer Muhammed İbn Hasan İbn Ali ct-Tûsî'nin (öl. 460/1067) et-Tibyân'i; Ebu Ali Fadl İbn Hasan et-Tabressî'nin (Öl. 538/1143) Mecmâ'ül-Beyân'ı; Molla Muhsin el-Kâşî'nin (Onbirinci asır) es-Sâfî'sı; Aynı müellifin es-Sâfî'den ihtisar ettiği el-Esfâ'sı; Hâşim İbn Süleyman İbn İsmail el-Hüseynî'nin (öl. 1107/1695) el-Burhân'ı; Abdüllatif el-Kâzerûnî'nin Mir'ât'ül -Envâr ve Mişkât'ül-Esrâr'ı; Onikinci asır bilginlerinden Muhammed Murtazâ el-Hüseyinnî'nin el-Müellef'i; Seyyid Abdullah el-Alevî'nin (öl. 1242/1826) Tefsîr'ül-Kurân'ı ve ondördüncü yüzyıl Şiî âlimlerinden Sultân İbn Muhammed İbn Haydar elHorasânî'nin Beyân'üs-Seâde'sı Muhammed Cevâd İbn Hasan en-Necefî'nin (öl. 1352/1923) Alâ'ür- Rahmân'ı ve çağdaş bilginlerden Tabâtabâî'nin elMîzan'ı bulunmaktadır. Biz bunlardan Hasan el-Askerî'nin, Tabressî'nin Molla Sadrâ'nın Molla Muhsin el-Kâşî'nin tefsirleri hakkında bilgi vermeye çalışacağız. [36]
1- Hasan el-Askerî (öl. 260/873) Tefsîr'ül-Hasan'ilAskerî
1- Hasan el-Askerî (öl. 260/873) Tefsîr'ül-Hasan'ilAskerî. Ebu Muhammed Hasan İbn Ali el-Hâdî İbn Muhammed el- Cevâd tbn Ali er-Rızâ îbn Mûsâ elKâzım İbn Ca'fer es-Sâdık İbn Muhammed el-Bâkır İbn Ali Zeyn'el-Âbidîn İbn Hüseyin ibn Ali İbn Ebu Salih Hasan el-Askerî diye bilinen ve Onikİ İmâmdan onbirinci olan Hasan, Şîa tarafından beklenen mehdînin babası olup 231 veya 232 yılında (845 veya 846 Medine'de doğmuş ve 260 yılında (874) Sürre Men Reâ (Semerrâ) da vefat etmiştir. Burada babasının yanma defnedilmiş-tir. Ona Tefsîr'ülAskerî diye bilinen ve asıl adi Keşf'ül-Hücub fi'tTefsîr olan bir eser isnâd edilmekledir. Bu tefsir İmâmiyye şîasından olan Ya'kub Yûsuf İbn Muhammed İbn Ziyâd ve Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhammed İbn Seyyar tarafından nakledilmiştir. Yedi yılda Hasan el-Askeriden dinlenerek not edildiği bildirilen bu tefsîrin önsözünde yazılış hikâyesi kısaca şöyle ifâde edilmektedir: Biz, küçük çocuktuk. Babalarımız imâmiyye mezhebine mensubtu. Bu sırada Esterâbâd'da Zeydîler çoğunluktaydı. Biz, hakka da'vet eden lakabıyla anılan Zeydiyye imamlarından Hasan tbn Zeyd'in emri altındaydık. Bunun halka sert davranması nedeniyle 1 mâm Ebu Muhammed Hasan Ibn Ali'ye sığınan bu iki kişi, onun yanına vardıklarında Ebu Muhammed Hasan tbn Ali; bize sığınanlar hoş geldiniz, bizim bağrımıza iltica edenler, doğrusu Allah sizin sa'yinizi kabul etti, korkunuzu emniyete çevirdi ve düşmanlarınıza karşı kendisi size yeterli oldu. Malınız ve canınız emniyette olarak İkiniz de dönün, demiş. Onlar da; ey imâm bize ne emredersin, çıktığımız ülkeye geri mi dönelim? Oradan kaçtık, hükümdar bizi ta'kîb ediyor ve şiddetli tehditler savuruyor, oraya nasıl geri dönebiliriz? dediler. Ebu Muhammed Hasan İbn Ali dedi ki: Şu iki çocuğunuzu bana bırakın da Allah'ın kendileriyle sîzi şereflendireceği kimseler olarak onlara ilim Öğreteyim... Ebu Ya'kûb veEbu'l-Hasan derler ki: Babalarımız emredileni yerine getirdiler ve bizi orada bırakıp gittiler. Biz Ebu Muhammed Hasan el-Askerî'nin yanına giriyor çıkıyorduk. O da bizi yakın akrabaları imiş gibi karşılayıp ilgi gösteriyordu. Bir gün bize dedi ki: Allah Azze ve Celle babalarınızın iyilik haberini size gönderdi. Onların düşmanlarını perişan ettiğini-ve kendilerine verdiği va'di doğru çıkardığını bildirdi. Ben de Allah'a şükür olarak size Muhammed (a.s)'in bazı haberlerini ihtiva eden bir Kur'ân tefsiri öğreteceğim ki bununla Allah sizin sânınızı yüceltsin, dedi. Ebu Yâkûb ve Ebu'l-Hasan dediler ki: Bunun üzerine biz sevindik ve; Ey Allah Resulünün torunu, Kur'ân ilimlerinin ve, mânâsının hepsini mi Öğreteceksin? dedik. O; hayır Sâdık (Ca'fer) benim size öğretmek istediğimi bazı arkadaşlarına öğretmişti." (Tefsîrü Hasan el-Askerî, 2 vd.) Bunun üzerine onlar sevinirler ve; ey Allah Resulünün oğlu, bütün Kur'ân ilimlerini cem'ettin, derler. Hasan el-Askerî de şöyle karşılık verir: Ben pek çok hayrı kendimde topladım ve bana geniş lütuf verildi. Yine de ben, Kur'ân ilimlerinin cüz'-lerinden çok az bir kısmını size öğreteceğim. Sonra Hasan elAskerî Ebu Ya'küb ve Ebu'I-Hasan'a der ki: Sizi görevlendirdim, her gün size va'dettiğim Kur'ân tefsirinden bir kısmını yazacaksınız. Benim yanımda bulunan ve Allah'ın kullarına bahsettiği tevfîkine koyulun. Onlar derler ki: Onun bize ilk yazdırdığı şey, Kur'ân ve Kur'an ehlinin faziletiyle ilgili hadîsler oldu. Sonra yedi yıl boyunca bize dikte ettirdiği tefsiri yazdık. Her gün gücümüz yettiği miktarda yazıyorduk. Bunu müteakiben Hasan el-Askerî'nin kendilerine yazdırmış olduğu hadîslerden örnek sunan Ebu Ya'kûb ve Ebu'l-Hasan bir mukaddime ile Fatiha ve Bakara suresinden bazı bölümlerle ilgili tefsirleri aktarmaktadırlar. Hasan el-Askerî'nin tefsîri şfi inançları ve Hz. Ali'ye velayetin nasıl verildiğini zikretmekte, Ehl-i Beyt'in faziletine dâir rivayetleri nakletmekte, geçmiş peygamberlerin ve milletlerin Hz. Muhammed'e ve Ehl-i Beyt'e tevessül edip onlardan şefaat dilediklerini belirtmektedir. Mu'tezilî inançlara da yer verildiği görülen bu tefsirde, fıkhın teferruatıyla ilgili konularda Şîa'nın görüşü doğrultusunda açıklamalar yapılmaktadır. Örnek olmak üzere Bakara sûresinin 8. âyetinin tefsîrini buraya aktarmaya çalışacağız: "insanlardan öyleleri de vardır ki; inanmadıkları halde biz, Allah'a ve âhiret gününe inandık, derler." Âlim Mûsâ İbn Ca'fer dedi ki: Resûlullah (s.a) Gadir gününde mü'minlerin emîri Ali İbn Tâlib'i bilinen ünlü yerde durdurduktan sonra şöyle buyurdu: Ey Allah'ın kulları, benim nisbetimi zikredin. İnsanlar dediler ki: Sen, Abdimenâf oğlu Hâşim oğlu Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'-sin. Sonra buyurdu ki: Ey insanlar, ben size nefsinizden daha yakın bir dost değil miyim? İnsanlar: Evet ey Allah'ın Resulü, dediler. Resûlullah (s.a) göğe bakarak buyurdu ki: Alîahım şunların söylediğine şâhid ol. O, üç kez böyle diyor, insanlar da aynı şekilde üç kez tekrarlıyorlardı. Sonra buyurdu ki: Dikkat edin, ben kimin mevlâsı isem ve kimin en yakın dostu isem şu Ali de onun mevlâsı ve onun en yakın dostudur. Alîahım, onu dost edineni Sen de dost edin, ona düşman olana Sen de düşman ol. Ona yardım edene Sen de yardım et. Onu horlayanı Sen de horla. Sonra buyurdu ki: Ey Ebu Bekir, kalk ve onun mü*minlerin emîri olduğuna dâir kendisine bi'ât et. Ebu Bekir kalktı ve ona Bî'at etti. Sonra buyurdu ki: Ey Ömer, kalk ve onun mü'minlerin emîri olduğuna dâir kendisine bî'at et. Ömer kalktı ve ona bî'at etti. Sonra Muhacir ve Ansâr'ın reislerinden tâm dokuz kişiye böyle dedi ve onlar da Hz. Ali'ye bi'ât ettiler. Bunların arasından Hattâb oğlu Ömer, kalkıp dedi ki: Ne mutlu sana ey Ebu Tâlib'in oğlu, benim mevlâm ve erkek ve kadın bütün mü'minlerin mevlâsı oldun. Bundan sonra dağıldılar. Ahid ve sözleşmeleri tâm olarak pekişmişti. Sonra bunların inâdçılarından ve azgınlarından bir topluluk, kendi aralarında el birliği ederek; eğer Muhammed'e bir şey olursa, bu işi (Velayeti) Ali'den geri alacaklarına ve ona bırakmayacaklarına dâir sözleştiler. Allah Teâlâ da bundan önce onların durumunu bildi. Onlar Resûlullah'a geliyor ve şöyle diyorlardı: Sen, bize Allah'ın yarattıkları içinde Allah'a ve sana ve bize en sevimli olan birini reîs kıldın. O, karanlığa karşı bize sığınak olarak yeter. Siyâsette zâlim olanlara karşı o, bize kâfidir. Halbuki Allah Teâlâ onların düşmanlık üzerinde birbirleriyle işbirliği yaptıklarından dolayı kalblerinin aykırı şekilde olduğunu ve hak sahibinden işi geri alacaklarına dair niyetlerini bildi ve bunu Muhammed (a.s)'e haber vererek buyurdu ki: Ey Muhammed, insanlardan bîr kısmı Allah'a îmân ettik, derler." Sana Hz. Ali'yi ümmetinin idarecisi ve imâm olarak nasbetme emrini veren Allah'a îmân ettik. "Halbuki onlar buna inanmamışlardır". Fakat kendileri seni ve onu yok etmeye çalışırlar. Ve sana bir şey olacak olursa, direnmek üzere birbirleriyle elbirliği ederler. (Tefsîrü Hasan el-Askerî, 41-42) (Daha geniş bilgi için bkz. Sem'ânî, el-Ensâb, 391; tbn Hallikân, Vefeyât'ül-A'yân, II, 94-95; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 79-98; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, III, 261)[37]
2- Tabressî (öl. 548/1153) Mecma'ül-Beyân
2- Tabressî (öl. 548/1153) Mecma'ül-Beyân Ebu Ali Emîn'üd-dîn, Emîn'ül-İslâm, Fadl İbn Hasan îbn Fadl et-Tabresî et-Tûsî es-Sebzvârî, ünlü Şiî müfessir, fakîh hadîs bilgini. Ailesi, ilmiyle şöhret bulmuş bir dizi bilginin yetiştiği bir ailedir. O ve oğlu Radiyüddîn Ebu Nasr Hasen İbn Fadl, torunu Ebu'1- Fadl Ali İbn Hasan ve akrabalarından daha bir çok bilgin bu ismi taşımaktadır.Doğum tarihi tâm olarak bilinmemekte olan Tabressî, Horasan'da Meşhed civarında yaşamış ve bu nedenle de kendisine bazan Meşhedî nisbesİ verilmiştir. Bilâhere doğduğu yer olan Sebzvâr'e yerleşmiş ve burada 548 (1153) yılı Kurbân bayramı gecesi vefat etmiştir. Kendisi şeyh Ebu Ali İBn Şeyh et-Tûsî'den rivayetler aktarmış, kendisinden de oğlu Radiyüddîn, İbn Şehraşûb, Şeyh Münte-habüddîn, Şîî mezhebinin zirvelerinden sayılan Tabressî'nin, başta Mesma'ül-Beyân fî Tefsîr'il-Kur'ân olmak üzere el-Vasît ve el-Vecîz adında üç ayrı tefsîr kitabı yazdığı söylenmektedir. Ayrıca t'lâm'ül-Verâ bi A'lâm'il-Hüdâ, Hakâik'ül- Umûr, öunyet'ül-Âbid, İddet'üs-Sefer ve Tâc'ülMevâlîd gibi eserleri bulunmaktadır. Klasik Şîî kaynaklarda onunla ilgili bazı efsânevî malûmata rastlanmaktadır. Rivayete göre; bir ara ânî olarak kalbi durmuş ve öldüğü sanılarak yıkanıp defnedilmiş. Ancak bir müddet sonra kendine gelen Tabressî kabre gömüldüğünü ve çıkma imkânının bulunmadığını farketmiş ve bu musibetten kurtulursa bir Kur'ân tefsîri yazacağını nezretmiş. Bir kefen soyucu kabrini açmış, kefeni yırtınca Tabressî adamın eline yapışmış. Kefen soyucu dehşete düşerek hayrette kalmış, fakat Tabressî adamla konuşarak; korkma ben diriyim, kalbim bir an durakladığı için beni öldü sanıp gömdüler, demiş. Bunun üzerine kefen soyucu onu sırtına alarak evine getirmiş. Tabressî de ona bir çok hediyyejer vermiş ve bu olaydan sonra kefen soyucu bir daha aynı fiili işlememeye and içmiş. Tabressî adağı gereği Mecma'ül-Beyân'ı yazmaya başlamış. (Muhammed Bakır el-Mûsevî, Ravdât'ül-Cennât fî Ahvâl'il-Ulemâ'i ve's-Sâdât, 513-514) Tabressî bu tefsirini 534 (1139) yılının Zülkâde ayının ortalarında tamamlamış. Mecma'ül-Beyân'dan sonra Zemahşerî'nin elKeşşâf'ını görmüş ve onun gerek-metodunu, gerekse üslûbunu çok beğenmiş, ancak Mu'tezilî görüşlerinden hoşlanmamış ve bu nedenle el-Kâfî eşŞâfî an'il-Keşşâf isimli kısaca el-Vasît diyebilinen tefsirini kaleme amış. Bilâhere bunun da özeti mâhiyetinde olan el-Veciz isimli tefsirini yazmış. Muhammed Bakır el-Mûsevî'nin ifâdesine göre Tabressî; şîî bilginlerin mücte-hidleri zümresinde yer almaktadır. (Musevî, A.g.e., 514) Şia'nın ünlü bilginlerinden Muhammed Takî eîKummî bu tefsîri şöyle tanıtmaktadır: Bu kitabın müellifi, insaf tutumunu benimsemiş Kur'anî edeb yoluna koyulmuş, tartışmada sert davranmamış, sözde küçük düşmemiş, muvafıklarına olduğu kadar muhaliflerine de iyi davranmış onların hüccetlerini açıklamış, sened ve rivayetlerini sergilemiştir. Böylece okuyucuya sağlam hüküm verme imkânı sağlamış ve kitabını en güzel tartışma yoluna :örnek olmak üzere hazırlamıştır. (Nakleden Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Manâhic'ül-Müfessirîn, 154) Mısırlı bilgin Mahmud Şetût'da bu eseri şöyle takdim etmektedir: Bu kitabın tefsir kitâbları arasında apayrı bir Övgüsü vardır. Çünkü bu eser konularının derinliğine, genişliğine ve çeşitliliği ile birlikte tertîb ve bölümlere ayırmada, düzen ve âhenkte kendinden önceki tefsirlerden hiçbirinde karşılaşılmayacak ve kendinden sonraki tefsirlerde de karşılaşılmayacak bir özelliğe sahibtir... Herne kadar ondan sonra gelen tefsir bilginlerinden bir çoğu ondan daha uzun, daha tahkîkli ve düzenli fasıl ve bâblara ayrılmış eserler yazmışlarsa da İçlerinden pek azı tefsirlerinde okuyucunun bu eserde karşılaştığı Kur'ânî atmosferi koruyabilmiştir. (Nakleden Meni' Abdülhalîm Mahmûd, A. g. e., 154-155). Tabressî tefsirini bize şöyle tanıtmaktadır: "Kur'ân tefsîriyle ilgili olarak, eski ve yeni bilginler birçok konulara dalmışlar, onun gizliliklerini ortaya çıkarabilmek, mazmununu açıklamak için çalışmışlar ve bu konuda pek çok kitâb te'îîf etmiş -lerdir.Öyle ki bu eserlerinde onun derinliğine dalmışlar, hüccetlerini-açıklamak için kılı (kırk) yarmışlardır. onun kapılarının açılıp bölümlerine girilmesini sağlamışlardır. Ancak bizim arkadaşlarımız (Şîa)- AUah onlardan razı olsun- bu konuda kendilerine ulaşan haberleri naklettikleri kısa kitâblar ın dışında bir eser tedvin etmemişlerdir. Ondaki mânâların sergilenmesine ve sırlarının keşfedilmesine çalışmamışlardır. Sadece değerli ve mutlu Şeyh Ebu Ca'fer Muhammed İbn Hasan etTüsî'nin; et-Tıbyân isimli kitabında derledikleri bir istisnadır. Çünkü bu kitabın ziyasından hak parıltıları doğar. Doğruluk kaynaklan çıkar. O, bu eserinde eşsiz sırlardan bir çok anlamlar cem'etmiş, geniş lügat lafızlarını özetlemiş, tedvîn etmekle kalmayıp açıklamaya çalışmış, yazmakla kalmayıp gerçekleştirmeye çaba harcamıştır. O bir örnektir. Ve ben, onun nurundan aydınlanacağım ve onun ayaklarının izine basacağım. Ne var ki o, nahiv ve i'râbla ilgili zikrettiği şeylerin bir çoğunda değerli ile değersizi, öz ile posayı karıştırmış, zikrettiklerinde doğru ile yanlışı ayırdetme-miş, ve bir çok yerde zikrettiği lafızlar maksadı anlatmaktan uzak bir muhteva ile ifâde edilmiştir. Güzel tertîb, değerli düzenlemeden yoksun kalmıştır. Ancak yine de o, selîm gönül sahihlerinin katında beğenilen bir mevki ihraz etmekten uzak kalmamış ve şerefli zihinlerde yüce bir mekâna ulaşmaktan geri kalmamıştır. Ben, gençliğimin coşkulu döneminde; küçük yaşta iken rahat hayat sürüp henüz terütâze bir dal iken, tefsîr konusunda bir kitâb cem'etmek arzusuyla yanıp tutuşuyor ve şiddetli bîr iştiyak içerisinde bulunuyordum. Bu kitabın nahvin ince sırlarını açıklamasını, yüce dinin parıltılarını düzenlemesini, muhtelif yönlerden kı-râet noktalarını açıklamasını ve her bakımdan vârid olan hüccetlerini beyân etmesini, kaynaklarından çıkarılmış olan anlamların açıklanması konusunda bütün beyan yollarını cem'etmesinİ ve daha buna benzer pek çok bilgileri ihtiva etmesini istiyordum. Yaşımın altmışı bulduğu şu günlerde, başımın ihtiyarlıktan parıldayıp ağardığı, eksiklik üzerine eksiklikle dolduğum bu yıllarda; efendimiz, değerli emir, âlim, nimet sahibi, CelâFüddîn ve Rükn'ül-İslâm, Rcsûlullah (s.a)'ın Ehl-i Beyt'inin medâr-ı iftiharı Ebu Mansûr Muhammed îbn Yahya f bn Hîbetullah Hüseyn'in -Allah onun yüceliğini sürdüre dursun- bu bilimle alakalı değerli ilgi ve desteklerinin teşvikiyle bu maksadımı gerçekleştirmeye yöneldim. Onun bu fendeki bilgisi, arzusunun doğruluğunu ve bu ilmin hakîkatlarının gerçekleşmesi hususunda himmetini yöneltmesini ve bu İlmin inceliklerini ve yüceliklerini ihtiva eden bir çalışma ortaya konmasını istemesi; (beni) bu planımı gerçekleştirmeye şevketti... Bunun üzerine onun arzusuna cevâb vermek, hoşnudluğunu elde etmek üzere kendimi görevli saydım. Sonra Allah Teâlâ'dan hayır dileğinde (istihare) bulundum ve müteakiben bu önemli hazîneyi elde etmek için düşüncemi ve himmetimi toparladım. Bu değerli fazileti kazanmak üzere ciddiyetle ayağımı bu yola yönelttim. Bütün çaba ve yorgunluğumu bu amaç için harcadım. Gözü uykusuz, zihni yorgun bıraktım. Derin düşüncelere daldım ve tefsirleri (önüme) koyup Allah teâlâ'nın tcvfîkini ve kolaylaştırmasını dileyerek işe başladım." (Tabressî, Mecmâ'ül-Beyân, 1-4) Bilâhere müellif, eserini nasıl te'lîf ettiğini, hangi esâsları gözönünde bulundurduğunu, metodunun ne olduğunu açıklıyor ve müteakiben Kur'ân ilimleriyle ilgili bazı ön bilgiler veriyor. Kur'ân ilimlerinde bilinmesi gereken ana konulan yedi başlık altında kaydederek önce Kur'ân âyetlerinin sayısını sonra meşhur kurrâların isimlerini tefsîr, te'vîl konularını, âyetle hadîs arasındaki ilişkiyi, re'y ile tefsire başvurmanın sakıncalarını zikrediyor. Dördüncü kısımda Kur'ârTın isimlerini ve anlamını, beşincide Kuran ilimleriyle ilgili eserleri ve çalışmaları, altıncı bölümde Kur'ân ve Kur'ân ehlinin fazîletini, yedinci bölümde de Kur'ân okuyan kişilerin seslerini güzelleştirmeleri gerektiğini âyetleri tecvîdine uygun olarak okumaları lâzım geldiğini beyân ediyor. Tabressî, gerçekten bu tefsîrinde devrin bütün kültür birimlerini yansıtmaya çalışmış, gramer inceliklerinden-, kırâetten, i'râbtan, nüzul sebeblerinden, ahkâmdan, Kur'ân'ın üslûbundaki güzelliklerden ve kısaca Kur'ân'ın sâhib bulunduğu bütün özelliklerden söz etmiştir. Kendisi şîî olmasına rağmen, aşırı bir şîî tavrına sâhib olmaktan çok kendi mezhebini diğer mezheblerden haklı gösterebilmek için gayret etmekte ve Şîî.Mü'tezilî görüşlere yaygın olarak yer vermektedir. İmamet konusunun tebarüz ettirilmesine önem verilen bu tefsirde, Hz. Alinin velayeti konusuna temas edilmekte, imamların ma'sûmiyetinden, Şîî inançları arasında yer alan Mehdi, ric'at ve takîyye inançlarından sözetmekte ve fıkhî konularda Oniki İmâm Şiîliğinin ana görüşleri açıklanmaya çalışılmaktadır. Mut'a nikahıyla İlgili açıklamalarda, abdestte ayağın meshedilmesi meselesinde EhM Kitâbtan kadınlarla evlenilmesİ konusunda ve humusle alâkalı görüşlerde, peygamberlerin mîrâsı gibi konularda Şiî görüşler kesinlikle savunulmakta ve benimsenmektedir, lcmâ' konusunda Ehl-i Sünnete karşı çıkan Tabressî, irâde hürriyeti, Allah'ın görülmesi (Rü'yet'ullah) sihir, şefaat ve îmânın hakikati gibi konularda diğer Şîî imamlar gibi davranarak Mu'te-zilî fikirleri benimsemektedir. Tefsirde mevzu hadîslere fazlasıyla yer vermekte, hiçbir yorum ve eleştiri yapmadan zaman zaman tsrâiliyâta temas etmektedir. Bu tefsirin bir diğer özelliği de; Şîî inançları doğrultusunda Kur'ân'ın bâtını anlamlarına yer vermesi ve bu arada işârî tefsir anlayışına İştirak etmesidir. Biz İbn Kesîr tefsirinin izah bölümünde Tabressî'ni tefsirinden bir çok alıntılar yaptığımız için burada onun tefsirinden örnekler vermeye gerek duymuyoruz. (Daha geniş bilgi için bkz. Amûlî, A'yân'üş-ŞÎÎ, IV, 276-282;Abbâs el-Kummî, Fevâid'ür-radaviyye, 350- 352; Havansârî, Ravdât'Ül-Cennât, 512- 514; Mamekânî Tenkîh'ül-Makâl, II, 7-8, Âğâbüzürk, A'lâm'üş-Şîî; Brockelmann, G.A.L., I, 405; Meni' Abdülhâlim Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 153- 159; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, II, 99-144; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, VIII, 66- 67).[38]
3- Molla Sadreddin Şârâzî (öl. 1050/1640)
3- Molla Sadreddin Şârâzî (öl. 1050/1640) Molla Sadreddin Şîrâzî 979 veya 980 (1571 veya 1572) yılında Şîrâz'da dünyaya gelir. Şîrâz'ın ünlü bir ailesine munsûb olup babası vezirlerden İbrahim'dir. Şîrâz'-daki ilk çalışmalarından sonra İsfahan'a giden, Molla Sadreddin ünlü Şîî bilgini Ba-hâcddin Âmelî'den dinî ilimleri ve Mir Dâmâd'dan da aklî ilimleri öğrenir. Ayrıca Mîr Fendereskî'nin de derslerine devam eder. İran'da Molla Sadra veya Sadr'ül-Müteellihîn veya öğrencileri arasında, Âhund" diye anılan Sadreddin Şîrâzî 7 yahut 11 yıl boyunca Kum kenti yakınlarındaki Kahat köyüne çekilerek tefekküre dalar ve neticede Şîrâz'da büyük bir okul yaptıran vâlî Allahverdi Hân'ın daveti üzerine burada dersler vermeye başlar. Bu okul İran İslâm düşüncesinin yenilenmesinde ve bugünlere değin gelen Şîî düşüncenin canlanmasında önemli bir rol oynamıştır. Yedi kez hacca gittiği sanılan Molla Sadra 1050 (1640) yılında Basra'da vefat etmiştir. İran İslâm düşüncesinin en büyük mütefekkirlerinden sayılan Molla Sadrâ'nın kırka yakın eser yazdığı söylenmektedir. Bunlar arasında bilhassa Esfar-ı Erbaa, el-Mebde' ve'1-Mead, Şevâhid'ür Rübûbiyye, el-Hikmet'ül Arşiyye, İksîr'ülÂrifîn gibi eserleri çok ünlüdür. Ayrıca İbn Sina'nın eş-Şifâsına, Esîrüddîn Ebherî'nin Hidâyet'ülHikmet'ine ve Sühreverdî'nin Hikmefül-İşrâk'ına yazmış olduğu şerhleri de çok beğenilmiştir. Sadreddin Şîrâzî Şîî akidenin ana kaynaklarından olan Kuleynî'nin Usûl el-Kâfî isimli eserine bir şerh yazmış ve ayrıca Mefatîh'ül-öayb ve Esrâr'ül-Âyât isimli iki tefsîr kaleme almıştır. Esrâr'ül-Âyât ve Erivâr'ül-Beyyinât isimli tefsiri îran hikmet geleneğinin etkilerine yansıtan ve Şîî akideyle İbn Sînâ ve Sühreverdî'nin felsefî sistemlerini birleştirerek uzlaştırmaya çalışan bir tefsirdir.[39]
4- Molla Muhsin Feyz-i Kâşânî (öl. 1091/1680) esSâfi fî Tefsîr'il-Kur'ân'il-Kerîm.
4- Molla Muhsin Feyz-i Kâşânî (öl. 1091/1680) esSâfi fî Tefsîr'il-Kur'ân'il-Kerîm. Molla Muhsîn İbn Muhammed İbn Şâh Murtazâ İbn Şâh Mahmûd el-Kâşî Feyz-i Kâşânî lakabıyla da şöhret bulmuş olan ünlü Şîî fakîhi usû! bilgini ve tefsircisi. Molla Sadra ekolünün ünlü temsilcilerinden olup birçok şîî bilgin ve düşünür yetiştiren bir aileye mensubtur. Safevîler döneminin ünlü Şîî bilginlerinden Molla Şâh Murtazâ babası olduğu gibi, Alem'ül-Hüdâ da oğlu idi. Keza kardeşi Nureddîn Kâşânî ve onun oğlu Molla Muhammed Hâdî ve yine diğer bir kardeşi Molla Abdülğafûr ve onun oğlu Molla Muhammed Mü'min devrin ün salmış bilginleri arasında bulunuyorlardı. Ünlü Şîî bilgin Molla Sadreddîn Şîrâzî'nin (öl. 1050/1640) dâmâdı da olan Feyz-i Kâşânî arapça, ve farsça birçok eserler kaleme almıştır. Müderris Rezavî'nİn ifâdesine göre; yüzyirmİ civarında eseri bulunmaktadır. (Reyhânî'den nakleden, Henri Corbin, La Philosophie îranienne Islâmigue, 180), Farsça bir divânı da bulunan Molla Muhsin'in elKeümât'üt-Tarîfe, Teşrih'ül-Âlem, Nakdül-Usül, esSâfî fî Tefsîr'il-Kur'ân*il-Kerîm, el-Vâfî fî Şerh'il-Kâfî gibi eserleri çok meşhurdur. Safevî hükümdarlarından Şâh Abbâs II, (1642- I667'de iktidardaydı) ona bir mektûb yazarak Isfahan başmüftülüğünü teklif etmiş, fakat Molla Muhsin bunu kabul etmeyerek Kâşân'da kalip öğrencilerine ders vermeyi ve eserlerini kaleme almayı tercîh etmiştir. (Hcnri Corbin, A.g.e., 181). Hadîsde Seyyid Mâcid el-Bahrânî'den felsefe ve usûlde Molla Sadreddîn Şîrâ-zî'den dersler alan Molla Muhsin eserlerinde tasavvufî ve felsefî açıklamalara ve yorumlara geniş yer vermiştir. Tefsirde biri kısa, biri orta, biri uzun olmak üzere üç eser kaleme almış olan Molla Muhsin'in bahis konusu ettiğimiz es-Sâfî Oniki İmâm Ca'ferîliği doğrultusunda Kur'ân-ı Kerimi tefsire çalışan orta büyüklükte bir eserdir. Yeri geldikçe, Şîî akidenin esâslarını Kur'ân âyetleriyleyorumlama gayreti içine giren Molla Muhsin, bunun dışındaki âyetleri kısaca açıklamakta yetinmektedir. Kezâ'Kur'ân kıssaları, peygamberin savaşları, konusuna geniş yer vermektedir. Ancak burada anlatılan olaylar, tamamen Şîî imamlarının naklettikleri yorumlara dayanmaktadır. Zaman zaman Şîî görüşün savunulmasında aşırı giden Molla Muhsin, peygamberin ashabına dil uzatmaktan da çekinmez. Tefsirine oniki İmamları andırırcasına oniki mukaddime ile başlayan Molla Muhsin, öncelikle Ehl-i Beyt'in Kur'ân tefsirinde önemli bir yer tuttuğu ve onların Kur'ân tefsirine en ehliyetli kişiler olduklarını savunur. Buna göre Ehl-i Beyt'in dışındakiler Kur'ân tefsirinde Ehl-i Beyt kadar yetkili değildirler. Çünkü Kur'ân ilimlerini derleyip toparlayan, onun mânâ ve esrarını ihata eden, sembol ve işaretlerine vâkıf olanlar Ehl-i Beyt mensûblarıdır. Ve yine Molla Muhsin'e göre; Kur'ân, Peygamberin evinde nazil olduğu için, ev sahibi evde olan şeyleri en iyi bilen kimse olacağından elbette evde bulunanların tefsirleri de diğerlerinin tefsirlerinden daha hakîkata uygun olacaktır. Bu sebeple bizim onların kapısından başka bir kapıya gitmemiz ve bir başka kaynağa başvurmamız doğru olmayacaktır. (es-Sâfi, I, 2) Bilâhere bu görüşlerini Ehl-î Beyt kanalıyla nakledilen hadîs ve rivayetlerle de desteklemeye çalışmakta ve Küleyhî'nin el-Kâfî isimli eserinden, Süleym îbn Kays el-Hilâlî'den nakledilen şu rivayeti zikretmektedir: Süleym der ki: Ben Hz. Ali Aleyhisselam'dan şöyle dediğini işittim: Resûlullah (s.a)'a nazil olan her âyeti bana okuttu ve dikte ettirdi. Ben de kendi haltımla.onu yazıyordum. Ve Resûlullah (s.a) bana bu âyetlerin te'vilinî, tefsirini, nâsîhini, mensûhunu, muhkemini ve müteşâbihini öğretti. Allah'ın bana bunu anlamamı ve ezberlememi sağlayacak bilgi vermesi için de duâ etti. Ben, Allah'ın kitabından hiçbir âyeti unutmadım. Ve bana duâ ettiği günden beri dikte ettirdiği her bilgiyi de muhakkak yazdım. Ve yine Allah Teâlâ'nın kendisine Öğrettiği helâl ve haram, emir ve nehiy, İtaat ve isyan konusunda olmuş ve olacaklarla ilgili her bilgiyi -hiç bir şeyi dışarda bırakmamak üzerebana öğretti ve ben de onu kendisinden ezberledim. Bir tek harfini bile unutmadım. Sonra Resûlullah (s.a) elini göğsüme koyarak Allah'a benim kalbimi ilim, anlayış, hikmet ve nûr ile doldurması İçin duâ etti. Ben dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, anam-baban sana kurbân olsun ki, sen bana duâ ettiğin günden bert senden hiçbir şeyi unutmadım ve yazmadığım hiçbir şey kalmadı. Yine de benim unutmamdan mı endîşe ediyorsun? Resûlullah (s.a) buyurdu ki: Ben, senin unutmandan veya ilgisizliğinden endîşe ediyor değilim." Bu rivayeti Ayyâşîtefsî-rinde, Şeyh Sadûk'ta İkmâl isimli eserinde az çok aynı ifâdelerle rivayet etmektedirler. Ancak bunun sonuna şu ifadeler de eklenmiştir: "Resûlullah (s.a) devamla buyurdu ki: Rabbım Senin hakkındaki duamı kabul ettiğini ve senden sonra seninle birlikte ortaklık edenlerin hakkındaki duama icabet ettiğini bana bildirdi. Ben dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, benden sonra benîm ortaklarım da kim? Resûlullah (s.a) buyurdu ki: Onlar, Allah Teâlâ'nın: "Allah'a itaat edin. O'nun Resulüne ve sizden olan Ulû -emr'e İtaat edin." buyurarak kendisine ve bana yaklaştırdığı kimselerdir. Onlar da kim oluyor? deyince, buyurdu ki: Benim vasîlerimdir. Bunlar tümüyle hidâyete ermiş ve hidâyete götürenler olarak Havz-ı Kevser'e erişecek olanlardır. Onları horlayanlar kendilerine zarar veremeyeceklerdir. Onlar Kur'ân'la beraberdirler, Kur'ân da onlarla beraberdir. Onlar Kur'ân'dan ayrılmazlar, Kur'ân'da onlardan ayrılmaz. Ümmetim onlarla zafere erer ve yağmur, onlar için yağar, belâlar onlar sayesinde defedelir. Dualar onlar yüzünden kabul olunur. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, onların adını bana söyler misin? Buyurdu ki: Şu oğlum.Ve elini Ha-san'ın başına koydu. Sonra şu oğlum, dedi ve elini Hüseyin'in başına koydu. Sonra onun Ali adı verilen oğlu ki o senin hayatında dünyaya gelecektir. Kendisine benden selâm söyle, dedi. Sonra da Hz. Muhammed'in soyundan gelen oniki imâmı saydı. Ben ona dedim ki: Anam-babam sana kurbân olsun ey Allah'ın Resulü, onların da adını say. O da teker teker her birinin adını saydı. Ve buyurdu ki: Ey Hilâl oğullarının kardeşleri Allah'a andolsun ki, Muhammed ümmetinin mehdisi de onların arasındadır. Yeryüzü zulüm ve azgınlıkla doldurulduğu gibi o (Mehdî) yeryüzünü adalet ve doğrulukla dolduracaktır. Allah'a andolsun ki, Harem-i Şerifte makam ( İbrâhîm) ile Rükün arasında ona bî'at edecekleri ben iyi biliyorum. Onların babalarının adını ve kabilelerinin adını da iyice biliyorum." (Molla Muhsin es-Sâfi, I, 5-6). Molla Muhsin her ne kadar Kur'ân'ın mânâsını anlama yetkisini Ehl-i Beyt'e tahsis ediyorsa da bazı derin anlayış ve kavrayış sahiblerinin de Kur'ân'ı anlayıp tefsir edebileceklerini belirtmekte ve bu gibi kimselerin ana vasfının Allah'a, Resû-lullah'a ve Ehl-i Beyt'e bağlılık olması gerektiğini bildirmektedir. Binâenaleyh, bu anlayış derinliğine ulaşmış olan bilginler, Allah Resulü ve onun soyundan gelen kişilerden bilgi aldıkları onların izinden gidip bilgide derinleşerek, sırlara muttali oldukları takdirde Kur'ân'ı anlayıp yorumlayabilirler. Kur'ân'ın anlaşılmaz kısımlarından istifâde edip, hârikalarından bir nebze öğrenebilirler. Ve böylece peygamberin; Selmân bizim ehl-i beytimizdendir", diyerek onun soyundan gelmediği halde kendi soyuna katmış olduğu kimseler zümresine ererler. (Molla Muhsin, A.g.e.l.s) Tefsirde en güvenilir kaynağın ve yolun Ehl-i Beytten gelen haberler olduğunu ve bunların Kur'ân'ı diğerlerinden çok daha fazla bildiklerini, bunun dışında sahabe ve tabiinin tefsîrine güvenilmemesi gerektiğini savunan Molla Muhsin Kâşânî'ye göre; Kur'ân'ın büyük bir kısmı Ehl-i Beyt ile onların dostları ve düşmanları hakkında nazil olmuştur. Kur'ân'da vârid olan övücü ifâdelerin hepsi Ehl-i Beyt'e, ye-rici ifâdelerin hepsi de onların düşmanlarına aittir. Bu cümleden olarak Molla Muhsin, Kâfî ve Ayyâşî'den naklen şu rivayeti aktarır: Ebu Ca'fer Aleyhisselam dedi ki: Kur!ân dört bölüm olarak nazil olmuştur: Dörtte biri bizim hakkımızda, dörtte biri bizim düşmanlarımız hakkında, dörtte biri kurallar ve mes'eleler, dörtte biri de farzlar ve hükümlerdir. (Molla Muhsin, es-Sâfî, I, 7) Molla Muhsin'e göre, Kur'ân'ı ilk derleyen Hz. Ali'dir. Tahrîf ve tebdîle uğra-maksızın Kur'ân'ı tam olarak ilkin o cem'etmiştir. Bunu Hz. AH kendiliğinden değil, peygamberlerden aldığı bir emirle yapmıştır. Buna göre; Ebu Abdullah der ki: Hz. Peygamber Hz. Ali'ye şöyle dedi: Ey Âli; Kur'ân sayfalar, ipek ve kâğıtlar üzerinde yazılmış olarak benim yatağımın arkasındadır. Onu alın, derleyin ve yahûdîlerin Tevrat'ı kaybettikleri gibi siz de onu kaybetmeyin. Hz. Ali gidip onları toparladı ve sarı bir elbisenin arasına koydu. Sonra evinde onu mühürledi. Hepsini cem'edinceye kadar asla bu elbiseyi giymem, dedi. Öyle ki bir kişi yanına geliyordu, o elbisesini giyinmemiş olarak geleni karşılıyordu Ta ki onda bulunan âyetlerin hepsini cem'etti. (Molla Muhsin es-Sâfî, I, 10). Molla Muhsin tefsirinde Kur'ân'dan bir âyet bulursa, âyeti âyetle tefsire çalışmakta, âyet bulamazsa Ehl-i Beyt kanalıyla nakledilen hadîslere başvurmakta, bu da olmazsa diğer tefsir bilginlerinden kendilerine ulaşan haberleri aktarmakta ve buna göre âyetleri yorumlamaktadır. Ancak her âyetin yorumunda az önce de belirttiğimiz gibi, kendi mezhebinin görüşünü yansıtmaya veya desteklemeye özet bir gayret göstermektedir. Bu tefsirde, Şia'nın temel inançlarından olan velayet, vasiyyet, ric'at, takiyye ve benzeri konularda müt'a, ehl-i kitabtan olan kadınlarla evlenme, mes üzerine meshetme, abdest alırken ayağın yıkanması, ganimetler gibi konular tamamen ştî görüş doğrultusunda açıklanmaya çalışılmaktadır. Keza kelâmı konularda rü'ye-tullah, şefaat, irâde hürriyeti ve büyü gibi hususlarda Mu'tezilî görüşlere, yer verilmektedir. Genellikle mevzu ve uydurma hadîslere dayanılan bu tefsirde Şîa tarafından esâs kabul edilen Ehl-i Beyt'in sözlerine de fazlasıyla yer verilmektedir. (Daha geniş bilgi için bkz. Havansârî, Ravdât'ülCennât, 542-549; Mâmekânî, Tenkîh'ül-Mekâl, II, 54; Henri Corbin, La Philosophi Iranienne İslamigue 179-187; Ömer Rızâ Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, VIII, 187; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, II, 145- 185). Şîî tefsîr fâaliyetlerinin elemanter bir dökümü henüz tamamen ortaya konmadığı için, biz en Önemli eserleri hakkında bilgi vermekle yetiniyoruz. Çağdaş Şîî mü-fessirlerden Tabâtabâî'nin tefsiri hakkında ise Modern tefsîr faaliyeti bölümünde detaylı bilgi vereceğimizden burada onu ayrıca tanıtmaya gerek duymuyoruz.[40]
VI- TASAVVUFI TEFSİRLER
VI- TASAVVUFI TEFSİRLER Bilindiği gibi, İslâm'da gayba îmân, diğer bütün itikâdî esâsların üzerine bina edildiği temel bir İnançtır, islâm'ın vazettiği altı îmân esâsının dördü ğayb alemiyle ilgilidir. Binâenaleyh, İslâm düşüncesinde görülen alan kadar görülmeyen alanla ilgili hususlar geniş bir yer kaplar. Görülmeyen âlemle bağlantı kurmanın yolu; ya bir görünen varlık olan Peygamberin zâtıdır, ya da peygamberin getirmiş olduğu esâslar doğrultusunda muhtelif bazı bilgi vâsıtalarıdır. Peygamberin şahsiyetini bir kenara bırakacak olursak, her ferdde görülmeyen âlem ve varlıkla irtibat kurabilmenin oldukça dar olmakla beraber bazı yolları bulunmaktadır. İnsanoğlu için görülen varlık alanından çok, görülmeyen varlık" alanı daha ilginç geldiğinden her zaman bu alanla alakalı konulan ilgi ile ta'kîp etmiştir. Ne var ki görülen alandaki sistematik yapı, görülmeyen alanda mevcûd olmadığından bu konuyla ilgili bilgiler ancak istiare, teşbîh, temsil ve tecrîd yolu ile olmaktadır. Bu sebeple Resülullah'ın hayatında, görülmeyen âlemle ilgili tüm bilgileri Peygamberin kendisinden alan müslümanlar, peygamberin vefatından sonra onunla aynı olmamakla beraber gaybî bilgi edinme yollarını araştırmışlar ve peygamberin emirleri doğrultusunda davrandıkları takdirde Allah tarafından kendilerine İlham niteliğinde bazı bilgilerin aktarılacağını kabul etmişlerdir. Hz. Peygamberin hayatı son derece sâde olduğundan dünya ve maddî değerlere ilgi göstermediği, müslümanlar kendi hayatlarım Peygamberin hayatına benzetmek amacıyla zühd ve takva içerisinde hayatlarını devam ettirmeye çalışmışlardır. Böylece hem bir manevi bilgi pırıltısı elde edebilmek için çalışmışlar, hem de dünyanın maddî kaygılarına aldırış etmemek gibi gönül zenginliğine erişmişlerdir. Ne var ki Peygamberden sonra ortaya çıkan siyâsî, sosyal ve iktisadî hâdiseler ve risâlet kaynağını yakından tanımamış insanların dünya nimetlerine fazlasıyla itibâr göstermeleri, Peygamberin o sâde hayatına alışkın olan bazı inanmışların dünyevi değerlerden tamamen soğumalarına neden oldu. Böylece İslâm dünyasında; kendini zühd ve takvaya adayan, dünyaya değer vermeyen, maddî ihtirasları önemsemeyen zâhidler, âbidler ve nâsikler zümresi teşekkül etti. Zamanla bu zümrenin oluşturduğutopluluklar muhtelif isimlerle anılır oldular. Böylece tasavvuf denilen manevî cehd faaliyeti ortaya çıktı. Başlangıçta daha çok maddî değerlere karşı ilgisizlik şeklinde beliren bu faaliyet, bir süre sonra tüm varlığı ve eşyayı da içeren bir açıklama ve yorumlama şeklini aldı. Ve bu anlayışı İslâm dünyasında büyük bir ilgi gördü. Sû-fî'nin varlık ve eşyaya bakış tarzını şer'î esaslara dayandırmak isteyen bazı kimseler kendilerine Kur'ân'dan mesned arama ihtiyacı duydular. Nasıl Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren belirmeye başlayan muhtelif mezhebier Kur'ân'ı kendi görüşleri doğrultusunda yorumlamak gereğini duymuşlarsa, mutasavvıfe de kendi dünya görüşleri doğrultusunda Kur'ân'ı yorumlama gereğim duymuş ve böylece bir gayret içine girmiştir. Başlangıçta daha çok zühd ve takvayı özendirici nitelikte olan bu faaliyet, bir süre sonra Kur'ân'ı Kerîm'i alışılagelen tarzdan ayrı bir bakış açısıyla yorumlama şekline dönüşmüştür. Tasavvufî tefsirler genellikle iki kategoride mütalaa edilir: Nazarî Tasavvufî tef-sîrler ve Işârî Tasavvufî tefsirler. Nazarî Tasavvufî tefsirlerden maksad kısaca mu-tasavvıfenin kendi ilke ve görüşlerini te'yîd maksadıyla, Kur'ân'dan deliller getirmeye çalışmaları şeklinde özetlenebilir. Bayezid elBistîmî'den Muhyiddîn lbnü'l-Arabi'ye kadar uzun bir tarihî seyir içerisinde gelişmiş olan bu tefsîr anlayışı şeriatın zahirini esâs alan fukahâ tarafından kısmen kabul edilmiş ve kısmen de uygun görülmemiştir. Ancak ihtimal dahilinde bulunması sebebiyle de bu anlayış reddedilip ağır ten-kîdlere hedef olmamıştır. İşârî veya feyze dayalı tefsirler ise; Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan mânânın büsbütün dışında hiçbir kural tanımadan yapılmış olan tefsirlerdir. Nazarî Tasavvufî tefsirlerde üzerine istinâd edilen bazı temel prensibler bulunmasına ve bu prensipler doğrultusunda âyetlerin yorumlanmasına karşılık, işârî tefsirlerde hiç bir temel pren-sib esâs alınmadan kişinin, riyâzat yoluyla elde edebileceği, feyiz ve ilhamla erişip anlayabileceği yorumlar ortaya konulmaktadır. Ancak bir başka kişinin aynı tarzda bir ilham ile aynı anlamları çıkarması ihtimâli çok zayıftır. Tasavvufî teTsîrlerin birçoğu, âyetlerin muhtemel mânâlarından zayıf da olsa birini seçerek işârî tefsirde bu ihtimâllerden herhangi birisi esâs alınmadan yalnızca kişinin şahsî tecrübesine göre tefsîr yapılmaktadır. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, II, 337-378). Her iki şıkkıyla da işârî tefsîr, Kur'ân'ın biri zahirî diğeri de bâtın! olmak üzere iki anlamı bulunduğu ilkesinden hareket etmektedir. Tasavvufî tefsîr anlayışım benimseyen bilginler; işârî tefsirin bazı noktalardan şeriata uygun, bazı noktalardan ise şeriata aykırı olduğunu savunurlarken, Kur'ân'ın insanlar tarafından anlaşılmak üzere indirilmiş bir kitab olduğunu ve dolayısıyla anlaşılması mümkün olmayan kısımlarının bulunmadığını; insan zihninin belki ilk anda olmasa da, cehd ve gayret sarfettikten sonra Kur'ân'ın hepsini anlayabileceğini kabul eden bilginler işârî tefsî-ri bâtınîlik hareketine kapı açan bir aralık olarak görmüşlerdir. Kur'ân'ın zahirî ve bâtinî anlamlan bulunduğunu kabul edenler Peygamberin ve ashabının Kur'ân'ı İşârî yollarla tefsîr ettiklerini söylemişlerdir. Kur'ân'ın zahirî ve bâtın! anlamlan olduğunu öne sürenler işârî tefsirin meşru olabilmesi için iki temel şart koymaktadırlar: Öncelikle işârî tefsîrin Arab dilinde kabul edilen ve arapça ifâdelerde alışılagelen anlamlara uygun bir anlam taşıması gerekir. Ayrıca bu anlamın doğruluğuna delâlet eden gerek Kur'ân'dan, gerekse diğer kaynaklardan deliller bulunmalıdır. Bu iki şart mevcûd olursa, Kur'ân'ın bâtın! yorumları olarak ifade edilen işârî tefsirlerin kabul edilmesi gerekir. Aksi takdîrde reddedilip Kur'ân'a uygun olmadığının belirtilmesi icabeder. Şu halde işârî tefsîrin kabul görmesi için tefsîr bilginleri ana başlıklar halinde şu esâsları vazetmiştirler: a) Tefsîr âyetin zahirine aykırı olmamalıdır. b) Tefsîr eden kişi âyetin zahirinin dışında asıl maksadının bu (işârî tefsîr) olduğunu iddia etmemelidir. c) Yapılan te'vîl, âyetin nassına aykırı ve uzak olmamalıdır. d) Yapılan tefsirin, şeriata ve akla aykırı tarafı olmamalıdır. e) îşârî tefsîrinin öngördüğü te'vilîn şer'î bir mesnedi bulunmalıdır. Buna mukabil, Kur'fin'm bâtinî mânâlarının mü'minleri ilgilendirmeyeceğini, nun müteşâbih âyetler mesabesinde bulunduğunu, müzminlerin ancak zahirî anlamlardan sorumlu olduğunu savunanlar ise işârî tefsiri kabul etmezler. Îşârî tefsîr faaliyetine taraftar olan ve olmayan bazı islâm bilginlerinin görüşünü de Şöylece zikredebiliriz: İmâm Şâtıbî'ye göre; "Kalbe vârid olan ve gözler tarafından ayân-beyân görülen Kur'ân'ı değerlendirmeler -bütün şartları elverişli olursa iki kısımdır: a) Asıl çıkış noktası Kur'ân olan ve diğer varlıklarda onu izleyen değerlendirmedir. Bütünü itibarıyla doğru olan değerlendirmeler basîret nurunu varlık perdelerini durmadan ve doğrudan yırttığı değerlendi rmelerdir. Durarak yırttığı değerlendirmeler sülük ve tahkik ehlinin (Sûfîler) açıkladıkları gibi ya sahîh değildir veya tâm değildir. b) Asıl çıkış noktası varlıklar olup cüz'î ve küllî şekliyle varlıklardan kaynaklanan ve buna bağlı olarak yapılan Kur'ânî değerlendirmeler. Eğer birinci şekilde değerlendirme bulunursa; bu, sahihtir ve Kur'ân'ın bâtınını zorlanmaya başvurmadan anlamak bakımından muteber bir değerlendirmedir. Çünkü bu Kur'ân anlayışı Kur'ân'ın indirildiği esâs doğrultusunda kalbe vârid olmaktadır. Ve her mükellefe yaraşan tâm bir hidâyettir. Mutlak olarak değil, şartlar ve mükellefiyetler doğrultusunda uygun bir değerlendirmedir. Değerlendirme böyle olursa bu yolda yürüme doğru^yol-da yürümek demektir... ikinci şekildeki değerlendirmeye gelince; Kur'ân'ın bâtınının anlaşılmasında bu değerlendirme üzerinde durmak gerekir. Ancak onu mutlak olarak almak imkânsızdır. Zîrâ bu, birinci değerlendirmenin aksine olduğundan Kur'ân'ın anlaşılmasında bu değerlendirmeye dayanarak söz söylemek doğru olmaz. (Şâtıbî , el-Muvâfakât, III, 403-404) Hadîs bilginlerinden tbnü's-Salâh, kelâm bilginlerinden Sa'deddîn Teftâzânî gibi âlimler işârî tefsirin uygun olabileceğini belirtmişlerdir. Îşârî tefsîre tarafdâr olan Muhyiddîn İbn'ül Arabî ise şöyle demektedir. "İyi bil ki: Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ mahlukâtî yarattığında insanı tavır tavır (çeşitli şekilde) yaratmıştır. Kimimiz bilgili, kimimiz bilgisiz; kimimiz insaflı, kimimiz inâd-çı; kimimiz ezen, kimimiz ezilen; kimimiz hâkim, kimimiz mahkûm; kimimiz tahakküm eden; kimimiz tahakküm edilen; kimimiz başa geçen, kimimiz başına geçilen; kimimiz emîr, kimimiz me'mûr; kimimiz kral; kimimiz kralın peşinde gidenler; kimimiz kıskanan kimimiz de kıskanılan olarak yaratılmışızdır. Allah Teâlâ, kendini Allah'ın hizmetine adamış olan ilâhî, mevhibe yoluyla Allah'ın kendilerine lütfettiği onun, mahlukâtıyla ilgili sırlarını bilen ve bu bilgisiyle ona hizmet eden Allah ehline karşı resmî bilginler (Ulemâ-i Rüsum) den daha şiddetli ve daha azgın birini yaratmamıştır. Allah'ın kitabını ve onun kitabındaki işaretleri anlamakta Allah, ariflere birtakım sırlarını bildirmiştir. Onlar (resmî bilginler) bu gruba (ariflere) karşı Firavunların peygamberlere (Allah'ın selâmı onlara olsun) karşı olmaları gibidirler. Bizim açıkladığımız gibi, varlıktaki durum kadîm bilgide geçtiği tarzda gerçekleştiğinden Ötürü bizim arkadaşlarımız işaret yoluna başvurmuşlardır. Öyleyse onların (Allah onlardan razı olsun) ardından ve önünden bâtılın gelmediği, Azîz kitabın şerhiyle ilgili sözleri, işaretlerden ibarettir. Bu işaretler herne kadar gerçek ve Kur'ân'ın faydalı mânâlarının tefsiri iseler de.bütün bunlar bu konuda herkesin onları kabul etmelerine rağmen onların nefislerine vârid olmuş bulunan işaretlerdir. Kitabın kendi dilleriyle indirilmiş olduğu lisân bilginlerinin öğrettiği gibi, bu kitabın indirilen diline uygun olmakla beraber onların nefsine vârid olan işaretlerdir. Allah Teâlâ onlara "âfâkta ve enfüste âyetlerimizi göstereceğiz." (Fussilet 53) buyurarak bu iki veçhi de onların önüne sermiştir. Yani âfâkta ve kendi nefislerinde indirilmiş olan âyetleri. Şu halde indirilmiş olan her âyetin iki yüzü vardır. Bir yüzünü onlar kendi nefislerinde görürler. Diğer yüzünü de kendilerinden çıkan şeylerde görürlür. Böylece kendi nefislerinde gördükleri şeye; resmî bilgilerin sahibi olan fakîhler anlayış göstersinler diye işaret adını verirler de, tefsîr demezler. Maksadları onların (resmî bilginlerin) şerlerinden korunmak ve kendilerini küfür ile itham etmelerinden sakınmaktır. Zîrâ onlar hakkın hitabının düştüğü yeri bilmemektedirler. Halbuki Hak ehli işaretlerinde hidâyet kanunlarına uymuşlardır. Allah Teâlâ herne kadar Allah ehlinin kİtâblannda te'vîl ettikleri şekildeki hükmü nass olarak ifâde etmeye muktedir ise de, bunu yapmamıştır. Aksine avamın diliyle indirilmiş bulunan ilâhî sözleri, Allah'ın kullarına lütfetmiş olduğu anlayış gözleri açıldığı takdirde kulların anlayabileceği Özel manevî bilgiler şeklinde o kelimelerin içerisine saklamıştır. Eğer resmî bilginler, insaflı davransalarda âyete kendi aralarında kâbûl ettikleri zahirî gözle bakabilselerdi de kendi nefislerini değerlendirebilselerdi; bu âyetlerin mânâsının kendi aralarında birbirlerinden farklı, üstün veya düşük olduğunu anlarlardı. Eksik olanlar eksik olmayanların faziletini kabul ederlerdi. Ve hepsi de tek bir yöne doğru akıp giderdi. Herne kadar onlar kendi aralarında gözlenen bu mertebe farklılığını kabul etmekte iseler de, kendi idrâklerine kapalı bulunan bir konuda Allah ehlinin getirmiş olduğu bilgileri inkâr etmektedirler. Bunun nedeni onların kendi aralarında bunların (Allah ehlinin) bilgin olmadıklarını kabul etmeleridir. Onlara göre; örfen alışılagelen öğrenim yolundan başka bir yolla bilgi öğrenİ-lemez. Doğru derler, çünkü bizim arkadaşlarımız da bu bilgiyi yalnız öğrenim yoluyla gerçekten öğrenmişlerdir. Bunun öğrenimi ve Öğretimi de Rahmânî ve Rabbânîdir. Nitekim Allah Teâlâ: "Seni yaratan Rabbının adıyla oku. O ki insanı bir damla pıhtıdan yaratmıştır. Kerem sahibi Rabbının adıyla oku. O ki kalemle öğretmiş, insana bilmediğini öğretmiştir." (A'lak, 1-5) ve yine: "Sizi annelerinizin karınlarından bir şey bilmezken çıkarmış olan O'dur." (Rahman, 3) buyurmuştur. Ve yine O: "İnsanı yaratmış ve ona beyânı öğretmiştir." (Rahman, 4) buyurmuştur. Öyleyse sânı yüce olan Allah Teâlâ insanın öğretmenidir. Ve şüphesiz ki Allah ehli de peygamberlerin -selâm onlara olsunvârisleridir. Ve Allah Teâlâ Resulü hakkında: "Ve senin bilmediğin şeyi sana öğretmiştir." (Nisa, 13) buyurmuştur. îsâ (a.s) hakkında da: "Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretir." (Âl-i Imrân, 48) buyurmuştur. Mûsâ (a.s)'nın arkadaşı Hadr hakkında da: "Ve ona katımızdan bir bilgi öğrettik." (Kehf 64)- buyurmuştur. Bize göre, resmî bilginler, bilgi ancak öğrenme ile öğrenilir, derken doğru söylemişler, nebilerin ve resmî bilgi sahibi olmayanların, bilgisiz olduklarını derken de yanılmışlardır. Allah Teâlâ: "Dilediğine hikmeti verir." (Bakara, 269) buyurmaktadır ki bu, bilgidir. Dilediğine derken nekire bir edat olan kelimesini kullanmıştır. Ne var ki resmî bilginler, dünyayı âhirete, insanların tarafını hakkın tarafına tercih etmiş olduklarından ve bilgiyi kitâblardan veya kendi cinslerinden olan kimselerin ağzından öğrenmeye alışkın bulunduklarından, kendi kanâatlanna göre bildikleri konuda kendilerinin Allah ehli olduklarını (zann) etmişlerdir. Ve böylece avamdan kendilerini farklı görmüşlerdir. Bu görüşlerinde kendilerinin (doğruyu görmesini) engelleyen şey; Allah Teâlâ'nm kitâblan yoluyla ve Resullerinin diliyle indirmiş olduğu sırlarını öğretmek üzere bazı kullarını seçmiş olduğu gerçeğini bilmemeleridir. Halbuki inanan ve inanmayan her kesin bilgisinin mükemmelliği konusunda şüphelenmediği gerçek öğretmenin Öğrettiği gerçek bilgi odur. Allah Teâlâ cüz'îleri bilmez, diyenler Allah Teâlâ'dan bu bilgiyi nefyetmeyi kasdetmemişlerdir. Sadece, Allah Teâlâ'nm hiçbir konuda bilgisinin yenilenmeyeceğini cüz'îlerin bilgisinin Allah Teâlâ'nm bilgisinin altında toplanmış olduğunu söylemişler ve böylece - kendileri inanmadıkları halde- Allah Teâlâ'nm bilgi sahibi olduğunu kabul etmişlerdir. Herne kadar ifâdelerinde yamlmışlarsa da maksadları, Allah Teâlâ'yı bu konuda tenzîh -etmektir. Şu halde Allah Teâlâ Iütfunun eseri olarak kullarından bir kısmına ilham ve anlayış vererek, bizzat öğretmeyi kendi üstüne almıştır: "Nefse ve onu düzenleyene andolsun ki, ona kötülüğü ve takvayı ilham etmiştir." (Şems, 7,8) Böylece kötülükten sakınmak ve takva işlemesini sağlamak üzere Allah tarafından ona takva ile kötülük ilham yoluyla açıklanmıştır. Nasıl kitabın indirilişi esasta Allah tarafından ise, bazı mü'minlerİn kalbine anlayışın indirilmesi de O'nun tarafındandır. Peygamberler -selâm olsun onlara- Allah'ın kendilerine söylemediği şeyi Allah'a söyletmemişlerdir. Bu sözleri ne kendilerinden çıkarmışlar ve ne de öğrenim yoluyla eide etmişlerdir. Aksine bunu Allah katından getirmişlerdir. Tıpkı Allah Teâlâ'nm: "Hakîm ve Hamîd'İn indirmesidir." (Fussilet, 42) buyurduğu gibi. Ve yine aynı âyette "Onun ne önünden, ne de arkasından bâtıl sirayet edemez." buyurmuştur. Peygamberlerin sözlerinin aslının Allah katından olduğuna, insan düşünce anlayışının mahsûlü bulunmadığına göre -ki resmî bilginler bunu iyi bilirler- Allah için çalışan Allah ehlinin de Allah tarafından indirilen şeyin izah edilmesi için resmi bilginlerden daha yetkili olmaları gerekir. Böylece aslında olduğu gibi bu açıklamanın da Allah tarafından ilim ehlinin kalbine indirilmesi icâbeder. Nitekim Ebu Tâlib oğlu Ali (r.a) bu konuda şöyle demiştir: Bu ancak bir anlayıştır ki Allah Teâlâ bunu bu Kur'ân'la ilgili olarak kullarından dilediğine verir. Böylece bu anlayışın Allah'ın bir vergisi olduğunu kabul etmiş ve bu vergi Allah tarafından verilen bir anlayış olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla Allah ehli bu anlayış lutfuna başkalarından daha çok lâyıktırlar. Allah ehli, dünya hayatında Allah Teâlâ'nm zahir ehli olan resmî bilginlere devletler verdiğini ve onların fetvalarıyla halka hükmetmelerini sağladığını ve yine âhi-retten haberdar olmayan bu dünya hayatının dış görünüşünü bilenleri, onlarla birleştirdiğini gördüklerinden -onlar Allah ehline karşı çıkarlarken yaptıkları şeyin iyi olduğunu zannederler ya- Allah ehli onları kendi durumlarıyla başbaşa bırakmışlardır. Çünkü onlar, nereden konuştuklarını çok iyi bilirler. Ve yine bu konuştukları hakikatlere işaretler adını vererek kendilerini onlardan muhafazaya çalışırlar. Zîrâ resmî bilginler, işaretleri inkâr etmezler. Ama yarın kıyamet kopunca her şey tamamen ortaya çıkar. Şaîrin dediği gibi: Toz yok olduğunda göreceksin. Altındaki at mıdır, yoksa eşek mi? Ve yine kıyamet günü kimin ehliyete daha lâyık olduğu anlaşılacaktır. Nitekim bazıları şöyle demişlerdir: Yanaklarda gözyaşı ardarda geldiğinde çıkacaktır açığa, Kimin ağladığı, kimin ağlama gösterisinde bulunduğu, Nerede resmî bilginler Hz. Ali'nin sözü karşısında? Hz. Ali kendinden bahsederken Kur'ân-ı Kerîm'in Fatiha sûresi hakkında konuşmuş olsa, yetmiş deve yükünün taşıyabileceği kadar yazacağını söylemiştir. Ve sonra bunun Allah Teâla'mn kendisine vermiş olduğu Kur'ân anlayışı olduğunu belirtmiştir, öyleyse fakîh ismi, resmî bilginlerden çok bu taifeye yaraşır. Çünkü Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dinde fakîh olsunlar ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarsmlar diye. Belki sakınırlar." (Tevbe, 122) Böylece Allah Teâlâ onları dinde fakîh olmak ve uyarmak konusunda Peygamber makamına oturtmuştur. Onlar; resmî bilginlerin taHakküm ettikleri gibi ve zannıri esiri olarak değil, Allah Resulünün basiret üzere dû.et ettiği gibi, onlar da Allah'a basîret üzere davet etmektedirler. Rabbından bir belgeye dayanarak, AHah yoluna davetinde basîret üzere söz söyleyerek fetva veren kişi ile kendi zannına göre Allah'ın dininde fetva veren kişi arasında ne büyük fark vardır. Ayrıca resmî bilginler; kendi nefislerini zorlayarak; Rabbim bana anlayış verdi, diyenleri câhil saymakta ve kendilerini daha üstün göstermektedirler. AHah ehli olanlar derler ki: Allah'ın bana ilkâ ettiği sırra göre onun bu âyetten maksadı şöyledir; ya da derler ki: Falanca makamda Resûlullah'ı gördüm ve O, kendisinden rivayet edilen $u haberin sıhhatini ve kendi katındaki hükmünü bana öğretti. Ebu Yezîd elBistamî (r.a) bu makamda resmi bilginlere seslenerek şöyle demiştir: Siz bilginizi ölü birinden ölü olarak aldınız. Biz de bilgimizi ölmez diriden, diri olarak aldık. Bizim gibiler; kalbim Rabbımdan bana şöyle haber verdi, der. Siz ise; falanca bana şöyle haber verdi, dersiniz. O nerededir? denildiğinde, öldü, derler. Şeyh Ebu Med-yen -Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun- e; falanca falancadan, falancanın şöyle dediğini söyledi, denildiğinde o; biz bayat et yemek istemeyiz, haydin bana taze et getirin, demiştir. Böylece o, kendi arkadaşlarının himmetlerini yüceltiyordu ve böylece onlar taze et yedirİyorlardı. Çünkü bu eti lütfeden Ölmemiştir. O, size şâh damarınızdan daha yakındır. İlâhî feyiz ve muştuların kapısı kapanmamıştır. Bu, nübüvvetin bir parçasıdır. Yolu açık, kapısı ardına kadar aralanmıştır. Bu konuda yapılan işler meşrudur. Allah Teâlâ; kendisine koşarak gelenleri karşılamak üzere daha hızlı koşar. Kim üç kişi olarak aralarında fısıldaşırsa, dördüncüsü mutlaka o'dur. Nerede bulunurlarsa orada O da kendileriyle beraberdir. Kim seninle bu derece yakın ise -onun öyle olduğunu bildiğini ve buna inandığını iddiâetmene rağmen- neden ondan almayı, onunla konuşmayı bırakıyor da ondan başkasından alıyorsun? Halbuki böylece daha şimdi Rabbınla konuşmuş olursun. (Muhyiddîn İbn'ül-Arabî, elFutuhât'ül-Mekkiye, I, 279-280). Şimdi işârî tefsirlerin en önemlilerini görmeye çalışalım:[41]
1- Sehl et-Tüsterî (öl. 200 veya 201/815 veya 816).
1- Sehl et-Tüsterî (öl. 200 veya 201/815 veya 816).
Tefsîr'ül-Kur'ân'il-Azîm
Tefsîr'ül-Kur'ân'il-Azîm Ebu Muhammed Sehl İbn Abdullah İbn Yunus İbn îsâ Ibn Abdullah et-Tusterî, ünlü mutasavvıf Zünnûn elMısrî'nin öğrencisi olup 200 (815) yılında Tüster'de doğmuş, uzun müddet Basra'da İkâmet etmiş ve burada vefat etmiştir. Sehl-et Tüsterî günümüze kadar ulaşmış olan tefsirinde Kur'ân-ı Kerîm'i âyet âyet tefsîr etmemiştir. Ancak her sûreden muhtelif âyetleri tefsîre çalışmıştır, öyle görülüyor ki, muhtelif âyetlerle ilgili ifâdelerini bilâhere kitabın başında adı geçen Ebu Bekir Muhammed İbn Ahmed el-Beledî derlemiş ve bu derlemeleri ona nisbet etmiştir. Sehl et-Tusterî tefsirinin başında Kur'ân-ı Kerîm'in biri zahirî, değeri de bâtınî olmak üzere iki anlamı olduğunu belirterek şöyle diyor: Kur*ân'da bulunan her âyetin muhakkak dört anlamı vardır: Zahir bâtın, hadd ve matla. Zahir tilâvettir, bâtın anlayıştır. Had bunu helâl ve haramıdır. Matla ise kalbin o âyette kasdedilen mânâ ile aydınlanmasıdır. Bu ise Aziz ve Celîl olan Allah katından verilen bir anlayıştır. Zahirî bilgi umûmun bilgısİdir. Âyetin bâtınını anlamak ve onunla kasdedilen mânâyı kavramak husûsi bilgidir. Nitekim Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle buyurmaktadır: "Şu kavme ne oluyor ki sözü anlayamıyorlar?", Yani hitabı anlayamıyorsunuz. (Sehl et-Tusterî, 3) Zaman zaman âyetin zahirî mânâsını zikrettikten sonra işâri mânâsına da yer veren sent, bazen de yalnız zahirî mânâsını vermekle yetinip bâtınî mânâsına temas etmemektedir. Bunun aksi devâriddir. Tefsirinde nefis terbiyesine kalblerin arıtılmasına, ahlâk ve faziletlere teşvîk eden Tusterî'nin bu konuda örnek olmak üzere sâlih kişilerden birçok hikâyeler aktarmaktadır. Genellikle ahlâkî nitelikle olan bu hikâyelerin Kur'ân'ın ana ilkeleriyle çelişir yanı yoktur. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, Tezkiret, 151-Huffâz, II, 685; el-Iber, II, 10; İbn'ülEsîr, el-Lübâb, I, 176; İbn Tağrıberdî, en-Nücûmüz Zahire III, 98; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, I, 210; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 380-383; Meni' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 29- 37)[42]
2- Sülemî (öl. 412/1021) Hakâİk'üt-Tefsîr
2- Sülemî (öl. 412/1021) Hakâİk'üt-Tefsîr Ebu Abdurrahmân Muhammedtbn Hüseyn ibn Mûsâ ei-Ezdî, yaklaşık 330 (941) yılında dünyaya gelmiş Horasanlı ünlü Sû fi ve bilgin. Babasından tasavvuf! bilgileri aldığı gibi birde zengin kütübhâne tevâric etmişti. Ebu'l-Abbas el-Hasan, ibn Fâris el-Belhî, Hafız Hüseyn ibn Muhammed en-Nîsâburî gibi devrin bilginlerinden hadis öğrenmiş, Nisâbûr, Mcrv, Irak ve Hicaz'da kırk yıldan fazla bir süre hadîs okuyup yazmış bir bilgindir. Hâkim Ebu Abdullah, Ebu Sâlih el-Müezzin ve Ebu'l-Kâsım eî-Şeyri gibi bazı bilginler ondan hadîs ve rivayet etmişlerdir. Abdülğafîr el-Fâris es-Siyâk isimli eserinde, Sülemî için şöyle der: Vaktindeki tarikat şeyhi, hakikat ilimlerin hepsinde ve tasavvuf yolunun bilgisinde başarılı, şöhretli ve hârika eserlerin sahibidir. Tasavvufu dedesinden ve babasından almış, kimsenin tanzim edemeyeceği kadar kitâb cem'etmiştir. (Nakleden Dâvûdî, Tabakât'ülMüfessirîn, II, 138) Ancak onun, rivayetlerinde pek güvenilir olmadığı, özellikle Tasavvufî ağırlıklı hadîsler rivayet ettiği belirtilerek eleştirilmiştir. Sülemî anne tarafından, dedesinden büyük bir servet sahibi olmuş ve ömrünün sonlarına doğru Nisâbûr civarında sufîler için 1 küçük bir hankâh (tekke) yaptırmıştır ve burada tasavvufİ irşada devam etmiştir. 412 (1021) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir. Zehebî'nin "Keşke tasnîf etmeseydi, tahriflerle doludur" dediği Sülemî'nin Hakâik'üt-Tefsîr isimli eseri, tamamen işârî tefsîr türünün örneklerindendir. Bütün âyetleri ele almak yerine, bazı âyetleri ele almakta ve zahirî tefsîrden çok işârî tefsîre tevessül etmektedir. Zahir ehlinin yaptığı gibi kendisinin hakikat ehlinin tefsirini müstakil bir kitâb halinde toplamak istediğini belirten müellif Ca'fer İbn Sadık îbn Atâullah el-lskenderî, Cüneyd el-Bağdâd'.Fudayl İbn lyâd, Sehl tbn Abdullah et-Tusterî gibi tasavvuf bilginlerinden nakiller yapmaktadır, önsözünde şöyle demektedir: Zahir ilimleriyle şöhret bulmuş olanların Kur'ân'in kırâet, tefsir, m üş kil lafızlar, ahkâm, i'râb, lügat, mücmel, mufassal nâsih ve mensûh gibi konularıyla ilgili pek çok eserler yazdıklarını gördüm. Bunlardan hiçbirisi Kur'ân'ın hitabını ha-kîkat ehlinin lisânı üzere cem'etmekle meşgul olmamıştı. Ancak Ebu'I-Abbâs İbn Atâ'ya nisbet edilen bazı müteferrik âyetlerle Ca'fer İbn Muhammed Ali'ye nisbet edilen düzensiz bazı âyetlerin zikredildiği eserler müstesna. Ben, bunlardan çok beğendiğim bazı şeyler dinlemiştim. İstedim ki onu sözlerime ekleyeyim ve hakîkat ehlinin şeyhlerinin sözlerini de buna ilâve edeyim, vüs'atim ve takatim ölçüşünce bunlan sûrelere göre terkîb edeyim. Bütün bu hususta Allah Teâlâ'dan hayır temennisinde bulundum (istihare yaptım). Bu ve diğer her işimde ondan yardım diledim. O, bana yeter. O, güzel yardımcıdır. (Sülemî Hakâik'ütTefsîr'den nakleden Zehebî, et-Tefsîr ve'1- Müfessirûn, II, 385-386) Daha önce de belirttiğimiz gibi, Suyûtî gibi, bilginler de Sülemî'nin bu eserini eleştirmişlerdir. Hattâ İbn Teymiyye'ye göre Sülemî'nin tefsirinde, Ca*fer-i Sâdık'tan nakledilenlerin hepsi ona isnâd edilmiş yalanlardan ibarettir. (İbn Teymiyye, Minhâc'Üs-Sünne, VI, 155). (Daha geniş bilgi için bkz. ibn Kesîr, el-Bidâye ve'nNihâye, XII, 12; Hatîb el-Bağdâdî Tarihü Bağdâd, II, 248; Zehebî, Tezkiret'ül-Huffâz, III, 1046; el-lber, III, 109; Mîzân'ül-l'tidâl, III, 523; İbn'ül-İmâd, ŞezerâfüzZeheb.JII, 196; Sübkî Tabakât, VI, 143; Suyûtî, Tabakât'ül-Müfessirîn, 31; Ibn'ül-Esîr, el-Kâmil, IX, 326; el-LÜbâb, I, 554; İbn Hacer, Lisân'ül-Mîzân V, 140; Yâfiî, Mir'ât'ül-Cinân, III, 26; İbn'ül-Cevzî, elMuntazam, VIII, 6; İbn Tağrıberdî, en-Nücûm'üzZâhire, VI, 256; Safcdî, el-Vâfî, II, 380; Dâvûdî, Tabakât'ül-Müfessirîn, II, 137-138; Zehebî, et-Tcfsîr ve'1-Müfcssirûn, II, 384-389; Menî Abdülhalîm Mahmud, Menâhic'ül-Müfessirîn, 73-77).[43]
3- Rûzbehan Baklî (öl. 606/1209) Arâis'ül-Beyân fî
3- Rûzbehan Baklî (öl. 606/1209) Arâis'ül-Beyân fî Hakâik'ül-Kur'ân Ebu Muhammed Rûzbehan İbn Ebû Nasr el-Baklî eşŞîrâzî nisbesİnden de anlaşılacağı gibi, Şîraz yakınlarındaki Paşa'da 522 (1128) yılında doğmuş, burada hayatını devam ettirerek 606 (1209) de aynı şehirde vefat etmiştir. Şîrâz'da kurulmuş bulunan tasavvufî ekolün ünlü sîmâlârmdan olan Rûzbehan Baklî'nin; bir ciltlik Arâis'ül-Beyân fî Hakâik'il-Kur'ân isimli tefsiri başta olmak üzere el-Envâr fî KeşfilEsrâr ve Şerhu Şatahiyât isimli eserleri bulunmaktadır. Rûzbehan'ın ebedî ve fikri çalışmaları kendinden sonra gelen düşünürler de büyük tesirler icra etmiştir. Arâis'ül-Beyân, işâri tefsîr mahsûllerinin en güzel örneklerindendir, önsözünde şöyle demektedir: "O'nun ezeli kelâmının, zahir ve bâtında sonsuz olduğunu mânâsının nihayetinde, kemâlinin dibine kimsenin ulaşamadığını gördüm. Çünkü onun harflerinden her biri harfi sır deryalarından bir derya, nûr ırmaklarından bir ırmaktır. Çünkü o, kadîmin vasfı, zâtının sonu olmayan ve sıfatlarının netîccsi bulunmayan kemâlin niteliğidir... Durumun böyle olduğunu görünce; bu ezelî deryanın ezelî hikmetlerinden ve işaretlerinden: filozofların akıllarının bilginlerin anlayışlarının eksik kaldığı ebedî gerçeklerinden bir avuç avuçlamak istedim. Evliyayı rehber edindim, halîfeleri örnek aldım, asfiyânın izinden gittim ve Kur'ân'ın hakîkatlan, beyânın incelikleri Rahmân'ın derin ifâdeler, değerli ibarelerle gösterdiği işaretleri konusunda bir eser tasnif ettim. Şeyhlerin bazen tefsîr etmedikleri bir âyetin tefsirini zikrettim ve kendi görüşümden sonra ibareleri daha ince, işaretleri daha zarîf olan şeyhlerimin sözlerini, onlann bereketlerini umarak- ardından getirdim. Bu sözlerden birçoğunu da almadım ki kitabım güç bakımından daha hafîf, tafsilat bakımından daha güzet olsun. Bu konuda Allah'tan hayırlar dilerdim, yardım istedim ki çalışmam O'nun muradına uygun, Resulünün ve ashabının sünnetine muvafık, Ümmetinin evliyasının adımına paydaş olsun. (Arâis*ül-Beyan, I, 2,3) Kur'ân'ın ibare, işaret, latâif ve hakîkatlardan müteşekkil bulunduğunu, ibarenin avama, işaretin havasa, latifenin evliyaya hakikatlerin de enbiyâya âit olduğunu belirtenRûzbehân Baklî'nin bu eseri kendindren sonra gelen tasavvuf erbabınca pek beğenilmiş ve örnek alınmıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. Şârâzî, Şedd'ül-lzâr, 245-247; Brockelmann, G.A.L., I, 414; Suppl I, 734-735; Ömer Rızâ Kehhâle, Mü'cem'ül-Müellifîn, 4, 175-176).[44]
4- Necmeddîn Dâye (öl. 654/1256) Alâüddevle
4- Necmeddîn Dâye (öl. 654/1256) Alâüddevle
Simnânî (öl. 659/1260) Te'vîlât'ün-Necmiyye
Simnânî (öl. 659/1260) Te'vîlât'ün-Necmiyye Işârî tefsirlerin en güzel örneklerinden birisi de, Necmeddîn Dâye'nin te'lîfine başlamış olduğu Te'vîlat'ün-Necmiyyedir. Eser, onun vefatı üzerine aynı tarikatın mensubu olan Alâüddevle Simnânî tarafından tamamlanmıştır. Bu tefsirin müelliflerinden Necmeddîn Ebubekr İbn Abdullah İbn Muhammed İbn Şahadâr el-Esedî er-Râzî, Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddîn Kübrâ'nın (öl. 618/1221) mü-ridlerinden olup önce Harizm'de yaşamış, bilâhare Tatar istilası üzerine Cengiz ordularından kaçarak Rumeli'ye geçmiş, Konya'ya gelmiş, burada Sadreddîn Konevî Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ile tanışmış ve yakın ilişkiler kurmuştur. 654 (1256) yılında vefat eden Necmeddin Dâye Zâriyât sûresine kadar olan âyetlerin tefsirini yapmış, bunun vefatı üzerine yine Kübreviyye tarikatından bir bilgin olan Alaâüddevle Âhmed İbn Muhammed İbn Ahmed İbn Muhammed es-Simnânî tefsiri aynı tarz Üzere devam edip tamamlamıştır. 659 yılında (1260) doğmuş bulunan Alâüddevle Simnânî, hadîs ve fıkıh öğrenimi gördükten sonra Sadreddîn İbn Hamaveyh, Sirâceddîn el-Kazvînî gibi zevattan dersler almış, Tebriz ve Bağdâd'ta yaşamış, 736 (1336) yılının Recep ayında vefat etmiştir. Te'vîlât'ı Necmiyye'nin devamı olan Zâriyât suresinden sonraki bölümünü Alâüddevle tamamlamıştır. Necmeddîn Dâye adıgeçen tefsîrde, zaman zaman âyetlerin zahirî mânâlarına da yer verirken, Simnânî zahirî mânâlara hiç temas etmemiştir. Necmeddîn Dâye'nin işâri tefsîri kolay anlaşılır olduğu halde, Alâeddin Simnânî'nin tefsîri oldukça muğlaktır. Çünkü Necmeddîn Dâye tasavvufî ve felsefî sistematiğe fazla itibâr etmezken, Alâeddin Simnânî bu kurallara fazlasıyla riâyet etmektedir. Yazmış olduğu kısmın önsözünde, her âyetin yedi karna ayrıldığını, her karnın diğerinden farklı olduğunu, bir karına göre yürütülen mânânın diğer karına göre yürütülen mânâya uymayacağını belirtmektedir. Bu yedi karından birinin kalıp sahibi tabakaya, İkincinin nefsî latifeye, üçüncünün kalbî la-tîfeye, dördüncüsünün sırrî latîfeye, beşincisinin ruhî latifeye, altıncısının gizli latifeye, yedincisinin de Hakka âit latîfeye dâir birer karın olduğunu belirtmektedir. Ve bu yedi karına göre her âyeti yedi şekilde tefsîr etmektedir ki her bir tefsir diğerine aykırıdır. Bununla da yetinmeyen Alâüddevle Simnânî, her âyetin yetmişten yediyüz karına kadar genişleyeceğini zikretmektedir.[45]
5- Muhyiddin İbn'ül-Arabî (Öl. 638/1240) veya
5- Muhyiddin İbn'ül-Arabî (Öl. 638/1240) veya
Abdiirrezzâk el-Kâşânî (öl. 730/1329) Te'vîlâl'ülKur'ân
Abdiirrezzâk el-Kâşânî (öl. 730/1329) Te'vîlâl'ülKur'ân sâri, tefsirlerin en ünlülerinden olan Te'vîlât'ülKur'âh, uzun zaman Muhyid-dîn İbnü'l-Arabrye isnâd edildi. Ancak, eserin Kâşânî'ye âit olduğu bugün genel kabul görmektedir. İster İbn'ül-Arabî ister Kâşânî tarafından yazılmış olsun,eser; fikir ve muhteva bakımından aynı ekolün görüşlerini yansıtmaktadır. Eserin yazarı Abdürrezzâk Kemâleddîn Ebu'l-öanâim el-Kâşânî, Nûreddîn Ab-düssamed İbn Ali elIsfahânî'nin öğrencilerinden olup Semerkant civarında yaşamış bir mutasavvıftır. İran İlhanlılarından Ebu Saîd'in döneminde (716- 736/1316-1335) Kâşân'da yaşamakta olan Abdürrezzâk'in Istılâhât'üs-Sûfiyye, Risale fil-Kadâ vel-Kader, İbn'ül-Fârız'in Tâiyye kasidesine şerh ve Muhyiddîn Ibnü'l-Arabi'nin Mevâki'ün-Nücûm isimli eserine yazmış olduğu şerh bulunmaktadır. Ancak onun en Önemli eseri Te'vîlât-üI-Kur'ân isimli tefsiridir. Uzun süre Muhyiddîn Îbn'ül-Arabî'ye isnâd edilerek elden ele dolaşan bu tefsir, sırf rağbet görmesi için ona isnâd edilmiş olmalıdır. Eserde müellif işârî yorumlara ağırlık vermiş ve hiç bir şekilde zahirî anlamlara temas etmemiştir. Hemen hemen bütün âyetleri vahdet-i vücûd görüşü doğrultusunda yorumlamaya çalışmaktadır. Müellif eserin önsözünde şöyle demektedir: "Uzun süre Kur'ân okuma alışkanlığım boyunca îmân kuvvetiyle onun anlamlarım düşündüm. Ancak kalbi kararsız, yüreği sıkıntılı olarak okumaya devam ediyordum. Kalbimde bir inşirah duymuyor ve Rabbım bu stkıntımı defetmiyordu. En sonunda Kur'ân'Ia ünsiyyet sağladım ve ona ülfet ettim. Kâsesinin tadını tadıp içtim. Ve bir de baktım ki; dipdiri, canlı, zihni açık,'kalbi geniş, sırrı dolu, hali ve vakti güzel ve göğsü şiddetle çarpan bir kişi oldum. Bu fü-tûhât ile ruhum sevinç doldu. Sanki her ân, onu içip bayılmaktaydım. Her âyetin altında dilin tavsîf etmekten âciz kaldığı mânâlar önüme açıldı. Bu mânâları kaydedip saymaya güç yetirmek, neşredip yayma kudretini bulmak şöyle dursun, onları dil anlatmaktan bile âcizdi. Ümîdlerin ötesinden beni sevindiren haberi getiren habercinin; doğru sözlü ümmî peygamberin sözünü hatırladım. Konuşan ve susan herkesten en değerli salavât ona olsun. "Kur'ân'da nazil olan her âyetin mutlaka bir zahiri ve bir bâtını vardır. Her harfin bir sının ve her sınırın bir girişi vardır." ve bu hadîsten anladım ki; zahir tefsirdir, bâtın te'vîldir, sınır, sözün anlamından anlaşılan ifâdelerin son durağıdır, giriş ise bunun ötesine tırmanıştır. Böylece yüce me-lekûtun şuhûduna muttali' olunur. Daha önce muhakkik imâm Ca'fer tbn Muhammed Sâdık (a.s)'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Allah, kelâmının arkasında tecellî etmiştir, ancak insanlar göremezler. Ve yine onun -selâm olsun ona- namazda iken bayıldığı, bunun sebebi sorulduğunda: Ben âyetleri tekrarlayıp duruyordum, nihayet onu konuşanın kim olduğunu işittim, dediği nakledilir (Kâşânî, Te'vilât, 1, 3-5) Biz, bu tefsirden daha önce bir çok alıntılar yaptığımız için burada ayrıca detay vermek istemiyoruz. Ancak bu tefsîr Muhyiddîn Ibn'ülArabî'nin Füsûs'ül-Hikem. ve Fütûhât'ül -Mekkiye ve diğer eserlerinde âyetleri yorumlarken ta'kîb ettiği üslûbu ve tarzı ta'kîb etmektedir.[46]
6- Sadreddîn Konevî (öl. 673/1274) t'câz'ül-Beyân
6- Sadreddîn Konevî (öl. 673/1274) t'câz'ül-Beyân fî Te'vîl'i Ümm'il-Kur'ân. Sadrüddîn Ebu'l-Meâlî Muhammed İbn İshâk İbn Muhammed İbn Yûsuf İbn Ali el-Konevî. Malatya'da doğmuş olan Sadreddîn Konevî'nin babası, Anadolu Selçuklulan nezdinde itibarlı bir kişi imiş. Onun vefatı üzerine Konevî'nin annesİ-kaynaklara göreMuhyiddîn İbn'ül-Arabî ile evlenmiştir. Böylece Muhyiddîn İbn'ül-Arabîile yakınlık tesîs etmiş bulunan Sadreddîn Konevî, onun görüşlerine kapılmış ve özellikle vahdet-i vücûd fikrini terennüm eden Mevlânâ Celaleddîn Rûmî ile yakın dostluk tesîs etmiştir. Hatta Mevlânâ'nın namazını Konevî'nin kıldırmasını söylediği nakledilmektedir. Kudbeddîn Şîrâzî'ye hocalık etmiş bulunan Sadreddîn Konevî, Îbnü'l-Arabî ile birlikte onun vefatına değin Şam'da bulunmuş ve devrin ünlü safîlerinden Evhadüddîn Kirmânî ile yakın dostluk tesîs etmiştir. Moğol istilâsının Anadolu'yu sarstığı dönemde yaşamakta olan Mevlânâ Celaleddîn Rûmî ve Sadreddîn Konevî, Anadolu'da müslüman Türk birliğinin korunup devam ettirilmesi için büyük gayretler sarfetmişlerdir. Konya'da kendi adını taşıyan bir mescid-de gömülü bulunan Sadreddîn Konevî'nin Miftâh'ü Cem'il-Cayb, en-Nefahât'üI-llâhiyye, Tebsırat'ül-Mübtedî ve Tezkiret'ül-Müntehî, Risale fi Hakk'il-Mehdî gibi eserlerinin yanısıra, kırk hadîs şerhi, Esmâ-i Hüsnâ şerhi ve Mü-kâtebât isimli eserleri bulunmaktadır. Işârî tefsîrin güzel örneklerinden sayılan t'câz'üIBeyân fi Te'vîPil-Kur'ân'ın Önsözünde Sadreddîn Konevî şöyle diyor: "Sonra Hak Sübhânehu ve Teâlâ büyük âlemi; ilk olarak, suret bakımından hakkın isimlerinin suretini taşıyan bir kitâb, yüce kaleme tevdî edilmiş olan ilminin nisbetlerinin sureti kıldı. Suret bakımından, küçük âlem olan kâmil İnsanı da isim hazretiyle müsemmâ hazretini cem'eden orta bir kitâb kıldı. Azîz Kur'ân'ı ise kendi sureti üzere yaratılmış bulunan yaratığın yaratılışını açıklayan bir şerh kıldı ki sîretinin gizliliklerini suret ve mertebesinin sırlarını onunla açıklığa kavuştursun. Şu halde azîz Kur'ân insanla zahir olan kemâl sıfatının şerh edicisidir. Fatiha sûresi ise eksiksiz ve noksansız Kur'ân nüshasının ilk nüshasıdır. Nasıl son gelen nüsha ilk nüshanın özeti ise, Fatiha sûresi de aynı şekilde yüce nüshaların sonuncusudur. Aslî ve ilk hazret sayısınca küllî ilâhî kitâb beş noktadadır. Birincisi zuhur eden herşeyi kuşatan nûrî, ilmî, gaybe âit hazrettir ki onun mücerred mânâlara, ilmî isimlere nisbeti vardır. Bunun karşısında zuhur ve şehâdet hazreti yer alır ki onun büyük kitâb adı verilen kâinatın varlığında ve diğer suretlerin şahsiyet kazanmasında zuhuru vardır. Cem, vücûd, ifhâm ve i'lân hazreti ki bunun ortası da bulunmaktadır ve bunun sahibi insandır. Bu orta hazretin sağında onunla önde gelen gaybm arasında bir hazret vardır ki, bunun ona nisbeti daha kuvvetli ve daha tamâmdır. Bunun kitabı ise ruhlar alemidir, Levh-i mahfûz'dur, korunan ve düşünülendir. Bunun solunda bir hazret vardır ki, onun nisbeti zahir isme göredir ve şehâdet mertebesine daha yakındır. Bu, peygamberlere indirilen sahîfeler ve kitâblar seviyesindedir. Zikredilen dört kitâb gizlenen insanlık mertebesinin hüküm denizlerinin ırmaklarıdır. Geriye kalan varlık mertebeleri ise bu ana yüceliklerin arasında daha mufassal olarak taayyün eder. Aslî nisbetlerin hükümleri ve buna bağlı olarak mülkiyyet ce-berûtiyet ve melekûtiyet âlemlerinde tasarruf eden isimler onun üzerine tevekkül eder. Varlıkların şahısları ise isim ve sıfatların inceliklerinin tezahürlerinden ibarettir. (Sad-reddin Konevî l'câz'ül-Beyân fî Te'vîP; Ümm'il-Kur'ân, 98- 99) Bundan sonra eserde, bütün sistemin üzerine bina edildiği küllî kaidelerin yer aldığı genişçe bir giriş bölümü gelmektedir. İlâhî bilgilerin ve ana gerçeklerle ilgili mes'elelerin üzerine dayandığı temel kavramları açıklayan Sadreddîn Konevî, nazarî istidlal metodunun yeterli olmadığını, hakîkat ehlinin buna karşılık olarak kullandıkları istidlal yollannın mâhiyetini açıklamakta ve bunların güvenilir delîller olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Soyut gerçeklerin bilinmesinin güçlüğünden hareketle Allah Teâlâ'-nın hakikatim bilmenin imkânsızlığını, ancak bunun zevk yoluyla varılabilecek bir nevi işrâk sayesinde yaşanabileceğini ifâde etmektedir. Kulun bilgisinin mecazî, Allah'ın bilgisi nfn* hakîkî olduğunu belirten Sadreddîn Konevî, kullandığı Mutlak Gayb, ilk Berzah, gibi bazı kavramları izah ettikten sonra, bilgi problemini ele almakta ve tasavvufî bilginin nitelikleri hakkında ma'lûmât vermektedir. Sonra klasik mantık şemasına uygun olarak harf, kelime, nokta ve i'râb gibi hususların metafizik izahını yapan Konevî, Hak ile Hakkın dışındakiler arasındaki mertebe farklılıklarını açıklamaya çalışmaktadır. Ve yine klasik İslâm felsefesinin temel problemlerinden olan teklik-çokluk, varlık ve yokluk gibi konuları bahis mevzuu ettikten sonra, tasavvufî zevk mertebelerini anlatmakta sonra da Fatiha sûresini tefsîr etmeye çalışmaktadır. Ancak tefsirleri yine İbn'ül-Arabî ekolünün vahdet-i vücûd görüşü doğrultusunda olmaktadır. "Allah dilerse, isterim ki; söze tefsîrcilerin dediklerini düşünen veya düşünmeyen nakilcilerin aktardıklarım karıştırmayayım. Ancak lisânın gerektirdiği lafız ve mânâ arasındaki irtibat bakımından kalıplar, şartlar ve anlamlar olarak lâzım olan şeylerin dışında bir şey eklemeyeyim. Yalnızca kazanılmış olan ve olmayan sıfatların izlerinden zât-ı ilahînin lütuflanyla yetineyim." diyen Sadreddîn Konevî bu tef-sîrdeki metodunu şöylece özetlemektedir: Ben, öncelikle küllî kaideleri ihtiva eden bir giriş yazmak istiyorum. Burada ilmin sırrını, mertebelerini ve bahis konusu edilen gereklerini anlatacağım. İsimlerin ilk aslî mertebelerinin ve hüküm bakımından buna bağlı olan mertebelerinin sırrını zikredeceğim. Mutlak ve izafî iki gaybın sırrını, şehâdetin ve gaybtan ayrılışın sırrını açıklayacağım ve bunlardan her bîrinin diğeriyle olan yerini belirleyeceğim. Hak İle Hakkın dışında olanlar arasındaki sabit ayırıcı mertebelerin ilmini ve yine hak ve kevn mertebeleri arasında vâki olan ortak makamın ilmini, ahkâmını ve esrarını açıklayacağım. Rahmânî nefsin sırrını ve mertebelerini arzedeceğim. Onun varlıktaki a'yâna nisbetle büyük kitâb olan âlemdeki hükmünü belirteceğim ki, bu kitâb; Rabbânî harfler ve kelimelerle en büyük kitabın anasıdır. İnsaniyet makamına göre harf ve kelime durumunda bulunduğu için küllî kâinat gerçeklerini, Rabbânî kelimeleri ve harfleri açıklayacağım. Varoluş ve sevgi sıfatının yayılış sırrını, taleb başkalık ve ahadiyyet makamından zahir olan tak-sîm sırrını, talep ve hareket bilgisini, zuhura ve izhâra neden olan durumun bilgisini, kemâl ve noksanlık bilgisini, kelam, harf ve mahreç bilgisini, nokta ve i'râb bilgisini ve bunların küllî mertebelerini, inşâ ve te'sîr bilgisini, cem've terkîb sırrını, fiilî ve infiâlî keyfiyyetin esrarını açıklayacağım, insan tasavvurlarını ve bunların basamaklarını, ifâde ve istifâde bilgisini, anlatma ve birleşme vâsıtalarının bilgisini, uzaklık ve yakınlık sırrını idrâke engel olan perdelerin esrarını, bilgiye götüren yolların sırrını, kısımlarını, alâmetlerini ve sebeblerini belirteceğim. Vâsıtaların sırrını, yerleştirilip kaldırılmasını, küllî mertebelerin birbiriyle ilgili hükümlerinin cereyânındaki sırrı, kuşatma ve ilişmedeki farklılık mertebelerine göre bunun altında kalan sırrı, küllî, sabık ve matbu' olan şeylere tafsili olarak ilişip bağlanan şeylerin sırrını, münâsebetlerin sırrını, değişme şekil alma ve kaynaşmanın sırrını, isimlerin ve küllî bakışların ilmini, benzerlik, karışıklık ve uygunluğun sırrını, bağlı olanın bağlanana, bağlı olmasındaki sırrı ve bunun aksini belirteceğim... Bu saklı gerçeğe bakan onun esrar ve mânâsının açıklanmasını arzu eden kimsenin; harf harf, kelime kelime bunu düşünmesi, başlarla sonlar arasındaki faydayı elde etmek için ortaları buna iliştirerek yayılmış olan nükteleri cem'ederek düşünmesi gerekir. İşte bu ma'nevî doğuş düzene konduktan, zihnin mertebesinde sözün rûhânî sureti şahsiyyet kazandıktan sonra, insaf ve görme gözüyle, el ve göz sahihlerinin nazarıyla bakabilir. Ve o zaman bu kısa özette ilimlerin ve sırların garibliklerinden saklı bulunanları öğrenir. İşaretlerin ve anlayışların inceliklerini bilir. Ne gibi fayda ve hayır görürse bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Ne gibi eksiklik ve nakısa görürse doğru bir hamledilecek nokta veya uygun bir te'vîl yolu bulmazsa imkân noktasına yerleştir i versin. Ve Allah Teâlâ'mn: "Her bilenin Üstünde bir bilen vardır." kavlini aklına getirsin. Çünkü Allah'ın bilgisi belli bir kural içerisinde sınıflandırmaktan ve muayyen bir mîzâ-na tıkanmaktan yüce ve daha büyük bir bilgidir. Bununla beraber insanlık, eksiklik yeridir. Ne gibi ayıp ve eksiklikler varsa insanlıktandır. Ve görmelerindendir. Yoksa gelenden ve görülenden değildir. Arif imâmm sözünde olduğu gibi: Suyun rengi kabının rengidir. Bu sözde tâm bir şifâ vardır. Allah en güzel yola ve metoda götüren ve ulaştırandır. (Sadreddîn Konevî İcaz'ül-Beyân, 105- 108) (Daha geniş bilgi için bkz. Nihat Keklik, Sadreddîn Konevî'nİn felsefesinde Allah, İnsan ve Kainat; Abdülkadir Ahmet Atâ, i'caz'ül-Beyân Mukaddimesi)[47]
7- İsmâîl Hakkı Burscvî (öl. 1135/1725) Rûh'ülBcyân
7- İsmâîl Hakkı Burscvî (öl. 1135/1725) Rûh'ülBcyân. Bursevî ve Üsküdârî nisbesini kullanan tsmâîl Hakkı, aslen İstanbul'un Aksaray semtine mensûb olan Mustafa Efendİnin oğludur. Büyük istanbul yangını ile herşeyini kaybeden Mustafa Efendi, şehri terkederek Edirne yakınlarındaki Aydos kasabasına gitmiş ve İsmâîl Hakkı burada (1063/1653) dünyaya gelmiştir. 12 yaşında Edirne'ye gitmiş ve orada Abdülbâkî Efendi zaviyesinde ilk tahsilini yapmıştır. Bilâhere yirmi yaşlarında iken (1673) İstanbul'a gelerek Celvetiyye şeyhlerinden Atpa-zarh Osman Fazlı Efendi'yc intisâb etmiştir. Adı geçen şeyhin tavsiyesi üzerine 1675'te ÜskÜp'e gitmiş ve bir süre sonra Bursa'ya gelerek Celvetiyye tekkesinde irşâd vazifesine başlamıştır. Bir süre Kıbrıs'ın Magosa şehrine sürgün edilmiş olan şeyhi Osman Fazlı Efendi'yi ziyarete gitmiş, iki defa hacca gitmiş ve Sultân Mustafa devrinde iki kez de gazaya katılmıştır. Üç yıl kadar Şam'da ailesiyle birlikte ikâmet eden ismâîl Hakkı, on kadar eserini burada te'lîf etmiştir. 1720 yılında istanbul'a gelerek Üsküdar'da Ahmediyc camiinde dersler vermeye başlamış ve iki yıl kadar süren bu ikâmeti esnasında özellikle vahdet-i vücûd ile alâkalı görüşleri büyük tepki görmüş ve bu sebeple bir müddet Terkirdağ'ın Malkara kazasında ikâmete mecbur edilmiştir. Müellif burada halktan gördüğü eziyyeti,bilâhere eserlerinde bahis mevzuu edecektir. Tekirdağ'dan Üsküdar'a gelen İsmâîl Hakkı son olarak Bursa'ya dönmüş ve Bursa'da kendi adına te'sîs ettiği cami ve tekkede eserlerini te'lîf ve tarikatını yaymakla meşgul olmuştur. Muhammedi camii adını verdiği mescide kütübhâne ve eşyalarını da vakfetmiş olan İsmâîl Hakkı 1137 (1725) yılında burada vefat etmiş vevasiyyeti üzere kendi câmiinin yanında bulunan tekkesine gömülmüştür. Mezar taşında yazılı olan şu mısra'lar aynı zamanda vefat tarihini de gösterir: "Hak hak diyerek azmeylcdi, Hakkı Efendi cennete." 106 civarında eseri bulunan Bursalı ismâîl Hakkı'nın yİrmiyedi eseri basılmıştır. Büyük bir kısmı arapça olan eserlerinin altmış kadarı türkçedir. Bahis mevzuu edeceğimiz tefsirinden ayrı olarak Yazıcıoğlu Mehmed Efendi'nin Muhammediye'-sine yazmış olduğu şerhi (Ferahü'r-Rûh) Mevlânâ'nın Mcsncvî'siyle ilgili olarak yazdığı Rûh'ül-Mesnevî başta olmak üzere Reşahât'ü Ayn'il-Hayât, Tuhfe-i Ismâîliyye, Kitâb'ün-Necât, Tuhfe-i Halîliyye, Kitâb'ül-Hitâb ve Attâr'ın Pendnâmesine yazmış olduğu şerh en önemlileridir. Aynı zamanda Arap, Türk ve İran edebiyatına da vâkıf olan Ismâîl Hakkı'nın bir de şiir dîvânı vardır. Bursa Ulu Camiinde vermiş olduğu vaazlarıyla şöhret kazanmış bulunan Bursalı İsmâîl Hakkı, burada okuttuğu tefsir derslerini de ihtiva etmek üze/e ve Kur'-ân'ın nüzul süresini gözönünde bulundurarak yirmiüç yılda kaleme almış bulunduğu Rûh'ül-Beyân isimli tefsiri; özellikle Kâdî Beydâvî ve Ebu's-Suûd Efendi'nin tefsirleri esâs alınarak; tasavvuf!, işârî, edebî ve ahlâkî nitelikli tefsirlerden yapılmış bir derleme niteliğindedir. Eser her bakımdan onsekizinci Yüzyıl Osmanlı müslüman Türk dünyasının kültür hayatının bir vitrini niteliğindedir. Bu sebeple tefsirde, devrin hâkim kültürleri olan Arap, İran ve Türk kültürünün geniş izleri görülmekte ve yine hâkim düşünce sistemi olan vahdet-i vücûdçu tasavvuf düşüncesinin bütün izleri göze çarpmaktadır. Diğer bir unsur olarak, devrin hâkim ilim ve kültür müesseseleri olan medreselerin çokça rağbet ettikleri gramer, belagat ve edebiyat İnceliklerine de geniş yer verilmektedir. Yalnız Arap dili ve edebiyatı ile yetinilmemekte, Farsça, Türkçe edebiyat örnekleri de sergilenmektedir. Bu yönüyle Şeyh İsmâîl Hakkı Bursevî; On-sekizînci Yüzyılın Osmanlı ilim ve kültür geleneğinin müşahhas bir temsilcisidir. Kendinden önceki Türk müelliflerden farklı olarak, tefsire Dîvân Edebiyatının Türk dilindeki güzel örneklerini de Türkçe olarak kaydetmiş bulunan İsmâîl Hakkı Bursevî aynı zamanda çağının fikir ve san'atını da tefsîrine yansıtmıştır. Bir diğer özellik olarak Bursevî, o dönem ilim adamlarında bulunması gereken halka yönelik pratik tecrübelerin sergilendiği vaaz ve irşâd ile ilgili eğitici örneklere de bu eserinde geniş yer vermektedir. Dolayısıyla Rûhül-Beyân tefsîri bu mânâda devrinin bütün kültür değerlerini yansıtan bir mozaik niteliğindedir. Alışılagelmiş tefsir tarzından tamamen farklı olan bu tefsîr, menkıbevî kıssalarla ve çoğu mevzu olan zayıf hadîslerle doludur. Bu bakımdan zaman zaman tenkîd edilmiştir. Ne var ki devrin bütün kültür şubelerini ihata eden ve dünya görüşüyle kafa yapısını ortaya koyan böylesine güzel bir örneğe başka eserde rastlamak mümkün değildir. Bilhassa Türk asıllı bilginlerin görüşlerine de yer verilmesi ve vahdet-i vücûdçu gelenek uyarınca bol bol işârî tefsirlere girişilmesi bu tefsirin karekteristik özelliğidir. Tefsîrin önsözünde kendisi bu eseri nasılyazdığını şöyle anlatmaktadır: Kurbân- adı verilen (Hz. İsmail'in kurbânını ve kendi adını telmîh ediyor) bu fakîr kul nasihat veren şeyh İsmâîl Hakkı -Allah onu her türlü fitnelerden korusun- der ki: Şeyhim Allâme, İmâm, derin anlayışlı bilgin, vaktinin sultânı zamanının nâdir kişisi ilmi ve irfânıyla Allah'ın yaratıklar üzerindeki hücceti, inayet ve tevfîk nurlarının doğuş yeri, gerçekten halîfe-lik sırlarının vârisi, ikinci binin ikinci düğümünün başında tecdîd sırrına vâkıf olduğu görülen Rabbânî ilhamın ma'deni efendim, üstadım Affân'ın oğlu diye isimlendirilen (Hz. Osman'ı telmîh ederek Şeyhi Atpazarlı Osman Efendi'yi kasdediyor) değerli ve büyük şeyh, Kostantîniyye şehrinin sakini -Allah onu ve bizi açık ve gizli her noktada te'yîd etsin- ikinci binin ilk düğümünün birinci onunun altıncı onunda bana, evliyalar burcu Bursa'ya -sıkıntı ve zulüm elinin uzanmasından korunmuş olsun- taşınmamı işaret buyurduğunda... Ve ben bu şehirdeki Ulu Câmi'de, şöhretli ve aydınlık saçan mâbedde vaz'edip öğüt vermekten başka yapacak bir şey bulamadığımda... Rûm illerinin bir kısmında ikâmet ettiğim sıralarda tefsîr sayfalarından ve ilim vâsıtalarından bir kısım sayfaları derlemiş olduğumdan... Âl-i İmrân sûresinden daha fazla bir kısmı ihtiva eden sayfalar yazmış olduğumdan. Ve bunlar, Rüzgarın taşıdığı zerrecikler gibi ellerde dağınık vaziyette bulunduğundan... Ve bu sayfalar uzunca olduğundan... İstedim ki; yakaladıklarımdan aşırı gidenleri özetleyeyim ve bana lütfedilen bilgilerden ona bazı şeyler ekleyeyim. Bunu tanzîm edip inci dizisinde toplayayım ve san'atkâr parmakla bu inciyi dizeyim. Ancak benim (satacak) eşyam az, derinliğim bu değerli nazmın sonuna ulaşamayacak kadar kısa idi, Eğer Allah bana mühlet verir de bu büyük badireyi atlatırsam, haftalar ve aylar boyunca yazmış olduğum mikdân insanlar için beyaza çekebilir de satırlara dizme esnasında onları düzeltebilirsem, âhiret gününde malın ve evlâdın fayda vermediği bir zamanda, Sad ve Nûndan başka hiçbir şeyin fayda vermediği bir vakitte bana azık ve şefaatçi olacak bir şeyler hazırlarım. Allah'tan dileğim odur ki; bu çalışmam, amellerin sâlitilerinden, eserlerin hâlislerinden ve amel günlerinin sonuna kadar iyiliklerin kalıcılarından olsun. Çünkü O, bir kul için hayır murâd ederse okutan İnsanlar için yaptığı işini güzelleştirir. Tefsirin sonunda da şöyle demektedir: Kur'ân tefsîri konusunda Beyânın Ruhu (Rûh'ül-Beyân fî Tefsîr'ilKur'ân)nun yazılması yaklaşık olarak vahiy müddetine (denk gelen bir zaman içinde) oldu. Kader bent yeryüzünün muhtelif bölgelerine gönderdi ve gezici eller beni boylamdan enleme dolaştırdı, ve nihayet Allah Teâlâ bunu tamamlama makamına kondurdu. Böylece Allah'ın izniyle 1117 yılının aylan içerisinde dizilen Cumâd'el-ÛIâ dizgisinin ondördüncü Perşembe günü tamâm olma izni vârid oldu. Biz daha önce bu eserde Rûh'ül-Beyân tefsirinden yeterince iktibaslar yaptığımız için burada örnek vermeye gerek duymuyoruz. (Daha geniş bilgi için bkz., M. Ali Aynî, İsmail Hakkı (Paris, 1933), Bursalı Mehmed Tâhİr, Mevlâna Şeyh Ismâîl Hakkı el-Celvetî (İstanbul, 1329) İslâm Ansiklopedisi, İsmâîl Hakkı maddesi; Şemseddin Sâmî, Kâmus'ül-A'lâm, İsmâîl Hakkı maddesi, Brockelmann, G.A.L., II, 440, Suppl., II, 652; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 712-714; Meni* Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 265-271)[48]
VII- MÜNFERİD TEFSİR ÇALIŞMALARI
VII- MÜNFERİD TEFSİR ÇALIŞMALARI İbn Cerîr Taberî ile başlayan büyük tefsîr çalışmaları sonucunda tefsîr ilmi alanında daha önce gördüğümüz gibi Önemli eserler vücûda getirilmiştir. Bunlardan başh başına özellik arzcdenleri biz bölümler halinde zikrettik. Şimdi münferiden kayda değer olmamakla beraber Taberî'den itibaren İslâm dünyasında yapılmış olan tefsîr faaliyetleriyle ilgili kısaca bilgi vermek istiyoruz. Burada bahis mevzuu olan müellif ve eserler genellikle tüm bir tefsîr kitabı yazmış olmaktan ziyâde, tefsirle ilgili eserleri bulunan ya da muhtelif sûreleri tefsîr etmiş bulunan zevattan oluşmaktadır. 1- Kays İbn Müslim: (öl. 120/737) Ebu Amr Kays İbn Müslim ei-Cedelî, Kûfeli olup tabiînin büyük İsimlerinden-dir. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip olmadığımız bu zâtın 120 (737) tarihinde vefat ettiği bilinmektedir. Târik İbn Şihâb, Mücâhid gibi zevattan hadîs Öğrenmiş bulunan Kays İbn Müslim, Âtâ İbn Sabit başta olmak üzere birçok sahabeden hadîs rivayet etmiştir. Sevrî, A'meş ve Mis'ar gibi zevat da kendisinden rivayet naklet-mişlerdir. Kays İbn Müslim'in tefsirle ilgili rivayetleri Abdullah İbn Abbâs'a ulaşır. Onun bu rivayetlerinin, gerek Buhârî, gerekse Müslim şartlarına uygun olduğunu kabul etmişlerdir. 2- Atâ el-Hûzelî: (öl. 126/743) Ebu Reyyân veya Ebu Talha Atâ İbn Dînâr el-Hûzelî, Mısır'da yetişmiş bir hadîs râvîsidir. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmadığımız bu zâtın 126 (743) yılında Mısır'da vefat ettiği belirtilmektedir. Saîd İbn Cübeyr kanalıyla tefsîre dâir bazı rivayetlerin günümüze aktarılmıştır. Râvî olarak doğru sözlü olduğu hadîs bilginlerince rivayetler kabul edilmiştir. 3- Yûnus İbn Habîb: (öl. 183/799) Ebu Abdurrahmân Yûnus ibn Habîb, İran asıllı olup Leys oğullan ve Dabbe kabîlesinin kölelerindendir. 183 yılında (799) yüz yaşını aşkın bir çağda vefat etmiştir. Ünlü nahiv bilgini Ebu Amr İbn Alâ'nın mensûblarından da bulunan Habîb, değerli bir hadîs bilgini olarak Basra'da dersler verirdi. Meânî'lKur'ân isimli bir. eserinden de sözedilen Yûnus İbn Habîb'in, lügat ve meselle ilgili kitabları bulunmaktadır. 4- Ebu'I-Hasan el-Kısâî (öl. 189/804) Ebu'l-Hasan Ali İbn Hamza İbn Abdullah el-Kissâî, Kûfeli olup Esed kabîlesinin kölelerinden idi. Üzerine bir kisâ giydiği için bu nisbeyi alan Ali İbn Hamza, bilâhere Bağdâd'a yerleşmiş ve 189 (804) yılında Harun er-Reşîd'le beraber çıktığı bir seferde Rey şehrinde vefat etmiştir. Aynı gün İmâm Muhammed'in vefatından da haberdâr olan Hârûn er-Reşîd, fıkıh ile nahvi bir günde mezara gömdük, diyerek üzüntüsünü belirtmiştir. Yedi ünlü Kurrâ'dan olan Kissâî, Kûfelilerin nahiv ve lügat alanındaki önder isimlcrindendir. Kırâetî Hamza'dan öğrenmiş bulunan Kissâî, hadîsi Süleyman İbn Erkam ve Ebubekr Ibn Ayyâş'tan dinlemiş, Muâz elHerrâ'dan nahiv okumuş, bir süre Basra'ya giderek ünlü nahiv bilgini İmâm Halil ile buluşmuş ve onun ders halkasına katılmış, daha sonra da Hicaz ve çevresindeki Bedevi kabileleri arasında dolaşarak Arap dilinin inceliklerini kaydetmiş ve dönüşünde Basra'ya yerleşmiştir. Maânî'l-Kur'ân isimli eserin de müellifi bulunan Kissâî nahve dâir muhtelif çalışmaların sahibidir. Edebî zevkinin yamsıra, Kur'ân'ın lügat inceliklerini de araştırma konusu yapmış olan Kissâî'nin Hârûn er-Reşîd'in oğluna hocalık yaptığı ve ünlü Hanefî imamlarından İmâm Ebu Yûsuf ile aralarında bazı tartışmalar geçtiği bilinmektedir. 5- Muhammed er-Ruvâsî: (öl. 190/805) Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ebu Sâre er-Ruvâsî elKüfî, Kûfe'de yetişen ünlü nahiv bilginlerinden olup 190 (805) yılında burada vefat etmiştir. Kûfeli dil bilginleri arasında nahve dâir ilk kitabı te'Iîf etmiş bulunan Muhammed Ruvâsî'nin Maânî'l-Kur'ân İsimli tefsirle ilgili bir eseri bulunmaktadır. 6- Vekî'Ibn Cerrah: (öl. 197/812) Ebu Süfyân Vekkî' tbn Melîh İbn Adiy İbn Cerrah, aslen Nisâbûr veyagindli olup 127 (744) tarihinde Kûfe'de dünyaya gelmiş ve 197 (812) yılında hac dönüşü Feyd denilen mahalde vefat etmiştir. Etba-i Tabiînin büyüklerinden olan Vekî' İbn Cerrah aynı zamanda İmâm-ı A'zam'ın değerli öğrencilerinden idi. Hişâm İbn Ur-ve, Süfyân İbn Uyeyne, Süfyân esSevrî, Evzaî ve Şu'be gibi ünlü isimlerden hadîs dinlemiş, İmâm A'zam Ebû Hanîfe'den fıkıh öğrenmiş, İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Zûfer'Ie mübâhaselerde bulunmuş ünlü bir bilgindir. İbn Mübarek, Yahya İbn Hasan, Yahya İbn Maîn, Ahmed İbn Hanbel, Ebu Hayseme, Ali İbn el-Medînî gibi bilginler de kendisinden hadîs, fıkıh öğrenmiş ve rivayetler nakletmişlerdir. Hârûn er-Reşîd Vekî' İbn Cerrâh'ı kadı tayîn etmek istemişse de o, bunu kabul etmemiştir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel onun hakkında şu güzel şehâdette bulunacaktır: Gözlerim Vekî' gibisini görmemiştir. Hadîs ezberler, fıkıh tartışır, ibâdet ve itâatla uğraşır ve pek başarılı olurdu. Kimsenin aleyhinde söz söylemezdi. Vekî'in eserlerine özenle bağlanınız. Çünkü ben bilgiyi ondan daha çok kuşatmış bir kimseye rastlamadım. İbn Eksem de onun her gece Kur'ân'ın üçte birini okumadan yatmadığım, sürekli oruç tuttuğunu ve gecenin büyük bir kısmını ibâdetle geçirdiğini belirtir. 7- Süfyân İbn Uyeyne: (öl. 198/813) Ebu Muhammed Süfyân İbn Uyeyne el-Hilâlî el-Kûfî, Harem-i Şerifin muhad-disi anlamına (Muhaddis'ülHarem) unvanına hâiz olan Süfyân İbn Uyeyne 107 (725) yılında Kûfe'de doğmuş ve 198 (813) yılında Mekke'de vefat etmiştir. Kendisi Amr İbn Dînâr, Zührî, Ziyâd İbn Alâka.gibi zevattan hadîs dinlemiş, A'meş, İbn Cü-r'eyc, Şu'be, İbn Mübarek, İmâm Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve İshâk İbn Raheveyh gibi ünlü bilginler de kendisinden hadîs nakletmişlerdir. Süfyân İbn Uyeyne hafızlığı, derin bilgisi emîn oluşu nedeniyle İslâm bilginleri onun hadîslerini hüccet saymışlar ve buna göre onlara istinâd etmişlerdir. Râvîlerden bazılarının ismini zikretmemesi nedeniyle tedlîs yaptığı ithamına ma'rûz kalan Süfyân İbn Uyeyne'-nin, terkettiği râvîler sika kimseler olduğu için onun bu atlamasında (tedlîs) hadîs bakımından bir nakîsa görülmemiştir. Yetmiş kerre hac yaptığı rivayet edilen Süf-yân îbn Uyeyne'nin tefsîrle ilgili birçok hadîsleri bulunmaktadır. 8- Muhammed Îbn el-Müstenîr: (öl. 206/821) Ebu Ali Kutrub Muhammed Îbn el-Müstenîr, Basra'da yetişen ünlü bir nahiv bilgini olup, 206 (821) yılında vefat etmiştir. Ebu Ali Kutrub; edebiyat, nahiv ve tefsirde şöhret kazanmış olup Sîbeveyh'in öğrencilerindendir. Üstadı Sîbeveyh'in derslerine erken saatlerde geldiği için Sîbeveyh'in; sen bir gece kuşusun, diye kendisine iltifatta bulunması (Kutrub) lakabının verilmesine sebep olmuştur. Mu'tezilî görüşleri de bulunan Kutrub'un, hadîs rivayetinde pek güvenilir olmadığı kabul edilmektedir. Onun Maânî'l-Kur'ân, I'râb'ül-Kur'ân ve.Mecaz'Ül-Kur'ân isimli eserleri bulunmaktadır. 9- Abdürrezzâk Îbn Hemmâm, (öl. 211/826) Ebu Bekir el-Himyeri diye de bilinen Ebu Bekir Abdürrezzâk îbn Hemmâm Îbn Nâfi' Yemen'in San'â şehrinde 126 yılında (743) dünyaya gelmiş ve yine aynı kentte 211 (826) yılında vefat etmiş ünlü bir bilgindir. Abdullah İbn Ma'merî, Îbn Cüreyc, Evzaî' Sevrî ve İmâm Mâlik gibi ünlü kişilerden rivayetler nakletmiştir. İmâm Buhârî, Ahmed tbn Hanbcl, tshâk İbn Maîn gibi zevatta kendisinden rivayetler nakletnıişlerdir. Hadîs bilginlerinin çoğu tarafından güvenilir kabul edilen Abdürrezzâk tbn HemmanVın onyedi bin civarında hadîsi ezberlediği söylenmektedir. Ehl-i Beyt hayranı da olan Abdürrezzâk İbn Hemmâm'ın, Ehl-i Beyt'in faziletine dâir pek çok hadîs rivayet ettiği görülmektedir. Bu sebeple kendisinde şîîlik bulunduğu söylenmiştir. 10- Muhammed İbn Hatim: (öl. 235/849) Ebu Abdullah Muhammed İbn Hatim İbn Meymûn esSemîn Merv'li ünlü bir hadîs bilginidir. 235 (849) yılında burada vefat etmiştir. Kendisi Abdullah İbn İdrîs, Süfyân İbn Uyeyne, ibn Uleyye, Vekî' ve Kattan gibi zevattan hadîs öğrenmiş, başta ünlü hadîs bilgini İmâm Müslim ve Ebu Dâvûd olmak üzere Hüseyn İbn Süfyân ve Ahmed İbn Hasan gibi zevat da ondan hadîs nakletmişlerdir. Bir çok hadîs bilgini, onun rivayetlerini tevsîk ederken, hadîsinin fazla güvenilir olmadığı da söylenmiştir. Ayrıca tefsîrle ilgili bir kitabının bulunduğu ve bu kitabını Bağdâd'ta öğrencilerine dikte ettirdiği bazı kaynaklarca ifâde edilmektedir. 11- Ali el-Kummî (öl. 285/898) Ebu'I-Hasan Ali İbn İbrâhîm İbn Hâşim el-Hanbelî. Tefsîr el-Kummî isimli eserin müellifi olup hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Meşhur imâmiyye âlimlerinden Küleynî ondan ders almıştır. 12- Ebu Yahya el-Haffâf (öl. 286/899) Ebu Yahya Zekeriyyâ İbn Dâvûd İbn Bekr el-Haffâf, Nisâbûr'da yetişen ünlü bir hadîs ve tefsîr bilginidir. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip bulunmadığımız Ebu Yahya el-Haffâf in 286 (899) yılında vefat ettiği ve et-Tefsîr'ül-Kebîr isminde bir eserinin olduğu bilinmektedir. 13- Ebu Yahya er-Râzî: (öl. 291/903) Ebu Yahya Abdurrahmân İbn Muhammed tbn Müslim er-Râzî, Rey şehrinde dünyaya gelmiş ve Isfahan camiinde imamlık yapmış ünlü bir hadîs ve tefsîr bilgini olup 291 (903) vefat etmiştir. Tefsîr ve hadîsle ilgili iki eseri bulunduğu kaynaklarca belirtilmektedir. 14- Ebu Nadr Muhammed es-Sülemî (öl. 300/912) Ebu Nadr Muhammed İbn Mes'ûd İbn Muhammed İbn Ayyaş es-Sülemî. Horasan'da İmâmiyye mezhebi mensûblannm önderi olan Sülemî, Semerkand'da yetişmiş bir müfessir olup İbrâhîm İbn Ali elKummî'nin gözden geçirmiş olduğu tefsirinden bazı bölümler, günümüze kadar ulaşmıştır. Bu tefsirler genellikle Muhammed el-Bâkır ve Ebu Abdullah Ca'fer es-Sâdık'ın rivayetlerinden oluşmaktadır. 15- Abdullah İbn Mübarek (öl. 308/920) Ebu Muhammed Abdullah tbn Muhammed tbn Vehb İbn Mübarek ed-Dîneverî, İran'da Dînever'de yetişmiş bir bilgin olup el-Vâdıh fi Tefsîr'il-Kur'ân İsimli tefsîri günUmüze kadar ulaşmıştır. Bu tefsîr esâsta Abdullah tbn Abbâs'ın tefsirinden yararlanılarak kaleme alınmıştır. 16- Velîd İbn Ebân: (öl. 310/922) Ebu'l-Abbâs Velîd İbn Ebân ibn Tevbe Isfahân'h tefsîr, hadîs ve fıkıh bilginlerinden olup 310 (922) yılında burada vefat etmiştir. Sika bir râvî olarak kabul edilen Velîd İbn Ebân'ın tefsîr ve hadîsle ilgili iki eseri bulunduğu kaynaklarda belirtilmektedir. 17- İbn el-Münzir: (öl. 316/928) Muhammed îbn îbrâhîm Ebu Bekir en-Nisâbûrî, İran'da NisâbÛr'da doğmuş ve uzun süre Mekke-i Mükerreme'de mücavir olarak bulunmuş, 316 (928) yılından sonra burada vefat etmiştir. Tefsîr, hadîs ve fıkıhta önder kabul edilen İbn el-Münzir herne kadar Şafiî mezhebine bağlı idiyse de kendisinin ictihâd derecesini hâiz bulunduğunu kabul edermiş. Tefsîrin yanı sıra hadîs ve fıkıhla ilgili eserleri bulunmaktadır. 18- İbn Ebu Dâvûd (öl. 316/928) Abdullah İbn Süleyman İbn Eş'as İbn Ebu Dâvûd elEzdî es-Sicistânî, Sünen sahibi olup 230 (844) yılında Sicistân'da dünyaya gelmiş, babasıyla birçok seyâhat-lar yaptıktan sonra Bağdâd'a yerleşmiştir. 316 (928) tarihinde vefat etmiş bulunan İbn Ebu Dâvûd, hadîs, tefsîr İlminde Irak'ın önderlerinden olup tefsire ve hadîse dâir birçok eseri bulunmaktadır. 19- İbn el-Hayyât: (öl. 320/932) Ebu Bekir Muhammed İbn Ahmed İbn Mansûr, Türkistan'da Semerkand'da dünyaya gelmiş, bilâhere Bağdâd'a giderek burada ünlü nahiv bilgini ez-Zeccâc ile görüşmüş ve 320 (932) yılında vefat etmiştir. Maânî'l-Kur'ân isimli eseri de bulunan İbn el-Hayyât, özellikle gramer ve nahiv konusunda derin bilgi sahibi idi. 20- Ebu Ca'fer et-Tahâvî (öl. 321/933) Ebu Ca'fer Ahmed İbn Muhammed İbn Seleme etTahavî, Ezd kabilesine men-sûb olup yukarı mısırdaki Tahâ'da dünyaya gelmiş, burada tahsîlini ikmâl ettikten sonra Şam'a gitmiş ve Tulunoğlu Ahmed Bey'in yakın çevresinde bulunmuş, 321 (933) yılında vefat etmiştir. Tefsîr, hadîs ve fıkıh atanında ünlü bir bilgin olan Ta-hâvî, Hanefî mezhebine mensûb olup Mısır'da hanefîlerin imamlarından idi. Ahkâm'ül-Kûr'an isimli ahkâma dâir ve Hanefî fıkhı doğrultusunda yazmış olduğu tefsîriyle Akîdet'ütTahâviyye isimli eseri İslâm dünyâsında çok şöhret bulmuştur. Ayrıca fıkıh ve hadîsle ilgili başka kitâbları bulunmaktadır. 21- Ebu Zeyd el-Belhî: (öl. 322/933) Çbu Zeyd Ahmed tbn Sehl el-Belhî, tarihe felsefî ve pozitif ilimlere dâir eserlerin müellifi olup İran'ın Belh şehrinde yetişmiştir. Felsefî konularda eserleri de bulunan Ebu Zeyd el-Belhî'nin el-Bed've't-Târih isimli eserinin yanı sıra Kur'ân'm garîb lafızlarıyla, İlgili bir tefsiri, ayrıca Fatiha tefsîri bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir. 322 (933) yılında vefat etmiş bulunan Ebu Zeyd el-Belhî'nin antik bilimlerle yakından alâkadar olduğu görülmektedir. 22- Ebu Müslim Muhammed: (öl. 329/934) Muhammed Ebu Müslim Muhammed lbn Bahr ellsfahânî, Isfahân'Iı olup; Fars eyaletinde görev yapmış ve 323 yılı civarında (934) burada vefat etmiştir. Mu'tezilî görüşleri de bulunan Muhammed et-lsfahânî'nin nahiv, tefsir, belagat alanında bir çok eseri bulunmaktadır. Câmi'üt-Te'vîl isimli mu'tezilî görüşlere yer verdiği tefsîri ünlüdür. 23- EbuM-Hasan el-Eş'arî (öl. 324/935) Ebu'l-Hasan Ali lbn Ismâîl lbn İshâk el-Basrî. Sahâbei Kirâm'ın önde gelenlerinden Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin soyundan gelen ve Ehl-i Sünnet akidesinin iki önemli mezhebinden biri olan Eş'ariliğin kurucusu olup 260 (873) yılında Basra'da doğmuş ve 324 yılı civarında (935) Bağdâd'da vefat etmiştir. Kur'ân tefsîriyle ilgili küçük bir eserinin yanı sıra kelâmı konuları tartışmanın Kur'ân ve Sünnete aykırı olmadığını savunduğu Risale fi lstihsânil-Havd'i fi'l-Kelâm, elIbâne an Usûl'id-Diyâne, ve Makâlât'ül-lslâmiyyîn isimli eserleri başta olmak üzere yirmibeşin üzerinde eseri vardır. 24- lbn Ebu Hatim: (öl. 327/938) Ebu Muhammed Abdurrahmân lbn Muhammed İbn Idrîs lbn Münzir et-Temîmî er-Râzî. Ünlü Tcmîm kabilesine mensüb olup Rey kenti yakınındaki Hanzala derbendinde ikâmet ettikleri için buraya nisbet edilen lbn Ebu Hatim 247 (861) yılında Rey'de dünyaya gelmiş, Şâm, Hicaz, Irak, Mısır ve Cezîre taraflarında birçok gezilerde bulunduktan sonra 327 (938) yılında vefat etmiştir. Rivayet tefsirlerinde lbn Ebu Hatim kanalıyla gelen pek çok rivayet yer almaktadır, lbn Ebu Hatim Hafız'ür-Re'y unvanına hâiz olup zühd ve takvâsıyla şöhret bumuş ve özellikle hadîs ricali hakkında derin bilgisiyle ün salmıştır. Dört cilt olduğu sanılan tefsirinin yanı sıra özellikle cerh ve ta'dîl ile ilgili bir çok eseri bulunmaktadır. 25- Ali îbn îsâ: (öl. 334/945) Ali İbn îsâ İbn Dâvûd, Bağdâd'ın ünlü bilginlerinden olup devrinde siyâsî görevlerde bulunmuş, bir süre Mekke vâlîsi olmuş 300 (912) yılında vezirlik görevine yükseltilmiş, ancak halîfe Muktedir tarafından azledilmiştir. Bilâhere Mekke'ye ve daha sonra da San'â'ya sürgün edilmiş bulunan Ali lbn îsâ, tekrar vezîrlik görevine döndürülmüş ise de kısa bir süre sonra bu görevden azlolunmuş ve 334 (945) yılında Bağdâd'da vefat etmiştir. Devlet yönetimiyle ilgİH bir eserinden başka Maânî'l-Kur'ân isimli bir eseri kaleme aldığı kaynaklarda zikredilmektedir. 26- Ali İbri Cemşât: (öl. 338/949) Ebu'l-Hasan Ali İbn Cemşât en-Nîsâbûrî, on cilt olduğu belirtilen bir tefsîrin müellifi olup, 338 (949) yılında vefat etmiştir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan bu zâtın el-MUsned ve el-Ahkâm isimli eserleri bulunduğu kaynaklat da kaydedilmektedir. 27- Kasım İbn Asbağ: (öl. 340/951) Ebu Muhammed Kasım İbn Asbağ İbn Muhammed, Kurtuba'da yetişmiş ünlü bir bilgin olup Velîd İbn Abdül Melik'in âzâdlı kölesi idi. Hadîs ilminde derin bilgisi bulunan Kasım İbn Asbağ'ın gramer ve edebiyatta da üstün bir bilgin olduğu görülmektedir. Bakiyy İbn Mahled, İbn Vadâd Sa'leb, el-Müberred ve İbn Kuteybe gibi zevattan öğrenim gördükten sonra memleketi olan Kurtuba'ya dönmüş ve burada 340 (951) yılında vefat etmiştir. Ahkâm'ül-Kur'ân isimli eserinden ayrı olarak nâsih ve mensûhla ilgili bir eseri ve ayrıca edebî ağırlıklı yazıları bulunmaktadır. 28- İbn Deresteveyh: (öl. 347/958) Abdullah İbn Ca'fer İbn Deresteveyh, nahiv, edebiyat ve tefsîr alanında değerli eserlerin müellifi olup elMüberred ve Sa'leb ile yakın dostluk kurmuş, İbn Kuteybe ile karşılaşmış ve 347 (958) yılında Bağdâd'da vefat etmiştir. Dârekutnî gibi hadîs bilginlerinin kendisinden rivayet aktardığı tbn Deresteveyh'in Maânî'l-Kur'ân isimli eserinin yanı sıra hadîs, edebiyat ve gramer alanında da bir çok eserleri bulunmaktadır. 29- Ebu'l-Hakem Münzin (Öl. 349/960) Ebu'l-Hakem Münzir ibn Saîd, Endülüs'te yetişmiş edebiyat ve tefsîr alanında şöhret bulmuş, bir süre Gırnata'da kadılık yapmış ve Zahirî mezhebini benimsemekle beraber, Mâlikî mezhebine göre fetva vermiş değerli bir bilgin olup, 349 (960) yılında Endülüs'te vefat etmiştir. Ahkâm'ül-Kur'ân isimli eserinin yanı sıra nâsih ve mensûhla ilgili bir eseri, ayrıca hutbeleri, mektûbları ve şiirlerinden oluşan bir dîvânı bulunmaktadır. 30- İbn Ebu Osman: (öl. 353/964) Ebu Saîd Ahmed İbn Ebu Bekir Muhammed enNîsâbûrî, İran'da Nisâbûr'da doğmuş, Horasan'da, Irak'ta ve Güney Toroslarda gezilere katılmış. Ebu Amr el-Haffâf, Hasan İbn Süfyân, Heytem İbn Halef ve Hâmid İbn Şuayb gibi hadîs bilginlerinden hadîs dinlemiş ve Hâkim gibi ünlü bir muhaddis kendisinden hadîs rivayet etmiştir. Büyük bir tefsîri bulunduğu kaynaklarda zikredilen İbn Ebu Osman'ın Müslim'in sahihi üzerine bir eserinden sözedilmektedir. 353 (964) yılında Tarsus'ta şehîd olmuştur. 31- İbn Miksem (öl. 355/965) Muhammed İbn Hasan İbn Ya'kûb İbn Miksem, kırâet ve nahiv ilminde müte-hassısbir zât olup Ebu Müslim el-Kecci, Sa'leb ve Yahya ibn Muhammed İbn Saîd'- den ilim öğrenmiş, tefsîre dâir el-Envâr isimli bir eser kaleme almış ve (965) yılında vefat etmiştir. 32- Ebu Ali el-Kâlî (öl. 330/941) Ebu Ali tsmâîl İbn Kasım Abdün İbn Hârûn 280 (893) yılında Malazgirt'te dünyaya gelmiş, 303 (915) Bağdâd'a gitmiş, yirmibeş yıl Bağdâd'da ikâmet ettikten sonra 330 (941) tarihinde Endülüs'e gitmiş ve Halîfe Abdurrahmân en-Nâsır tarafından büyük bir iltifatla karşılanmış ve yirmibeş yıl burada kaldıktan sonra 356 (966) yılında Kurtuba'da vefat etmiştir. Müfessir ve âlim bir zât olan Ebu Ali el-Kâlî özellikle nahiv ve arap dili konusunda imâm sayılırdı. Beğavî, Adevî, Ebu Dâvûd es-Sicistânî'nin oğlu Ebu Bekir'den hadîs dinlemiş, İbn Düreyd, Ebu Bekir İbn Ser-râc, Nifteveyh, Ebu İshâk es-Zeccâc ve Ahfeş gibi ünlü nahiv bilginlerinden gramer okumuş ve bu alanda gerçekten değerli eserler kaleme almıştır. Yedi uzun sûrenin tefsirinden ibaret bir de tefsiri bulunmaktadır. Ebu Ali el-Kâlî'nin özellikle nahiv konusundaki eserleri çok meşhurdur. 33- Ebu'l-Kâsım et-Taberânî (öl. 360/970) Ebu'I-Kâsim Süleyman tbn Ahmed ibn Eyyûb eşŞâmî, Şâm yakınlarındaki Ta-beriyye'de doğmuş, Şâm, Mekke, Medîne^ Yemen, Mısır, Bağdâd, Küfe, Basra ve Cezîre dolaylarında seyâhatlar yapmış, bilâhcre İsfahan'a giderek 360 (970) yılında burada vefat etmiştir. Muhaddisler arasında el-Hücce unvanını hâiz bulunan Ebu'l-Kâsım et-Taberânî'nin müsnedi ve hadîsle ilgili eserleri çok tutulmuş ve rivayetleri güvenilir sayılmıştır. Otuz üç yıl seyahat yaptığı bilinen Taberânî'nin büyük bir tef-sîr kitabı da bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir. 34- Ebu'l-Hasan el-Cürcânî (öl. 366/976) Ebu'l-Hasan Ali İbn Abdülazîz İbn Hüseyn 290 (902) yılında Gürganç'ta doğmuş, Irak ve Şâm taraflarında seyâhatlar yaptıktan sonra doğum yeri olan Gürganç'ta ve bilâhere Rey şehrinde kadılık yapmıştır. Devrindeki bilginler tarafından büyük medhlerle yâd edilen Ali ibn Abdülazîz 366 (976) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir. Edebiyat, tarih, fıkıh alanındaki eserlerinin yanı sıra genişçe bir Kur'ân tefsîri bulunduğu kaynaklar tarafından belirtilmektedir. 35- İbn Hibbân (öl. 369/979) Ebu Muhammed Abdullah ibn Muhammed tbn Ca'fer İbn Hibbân el-Büstî el-Ansarî 274 (887) yılında İsfahan'da doğmuş büyük bir muhaddis ve tefsir bilginidir. İbn Merdeveyh, Ebu Nuaym ve Ebu Bekir el-Hatîb gibi hadîs bilginleri, onun ümmetin en bilginlerinden olduğunu belirtmişler ve kendisinin sika bir râvî olduğunu söylemişlerdir. İbrâhîm İbn Sa'dân, Muhammed İbn Abdullah el-Hemedânî, Ebu Ya'lâ el-Mavsılî, Ebu Arûbe el-Harrânî gibi ünlü hadîs bilginlerinden hadîs dinlemiş, Ebu Bekir Ahmcd eşŞîrâzî, Ebu Bekir İbn Merdeveyh, Ebu Nuaym, Süfyân ibn Miskeveyh ve Fazl İbn Muhammed gibi zevat da kendisinden hadîs rivayet etmişlerdir. Ebu'ş-Şeyh künyesiyle de bilinen İbn Hibbân'ın sahîh'i meşhur olup rivayet tefsirlerinde onun rivayetleri yer almaktadır. Ebu'ş-Şeyh 354 (965) veya 369 (979) yılında İsfahan'da vefat etmiştir. 36- Ebu Mansûr el-Ezheri (öl. 370/980) Ebu Mansûr Muhammed ibn Ahmed ibn Ezher İbn Talha el-Herevî, Herât'da dünyaya gelmiş, Hüseyn İbn Idrîs ve Muhammed İbn Abdurrahmân'dan dersler almış, sonra Bağdâd'a gelerek Kasım elBağavî ve Ebu Bekir İbn Dâvûd gibi bilginlerin ders halkasında bulunmuş; fıkıh, Arap dili ve edebiyatı alanında değerli çalışmalar yapmış, tesadüfen esir düştüğü Karâmita arasında bedevi araplarla düşüp kalkarak fasîh arapçayı öğrenmiş ve kaydetmiş 370 (980) yılında Herât'da vefat etmiştir. Tefsîrinin yanı sıra kırâet, mantık ve hadîsle ilgili eserleri mevcûddur. 37- Ebu Ali el-Fârisî (öl. 377/987) Ebu Ali Hasan Ibn Ahmed İbn Abdülgaffâr el-Fârisî 288 (900) yılında İran'da Nesâ'da dünyaya gelmiş, muhtelif seyâhatlardan sonra Bağdâd, Şam'da bulunmuş bir müddet Haleb'e giderek Seyfüddevle'nin hizmetinde çalışmış ve müteakiben iran'a gelerek Adududdevle'nin hizmetine girmiş ve 377 yılında (987) Bağdâd'ta vefat etmiştir.Kırâet ve nahiv ilmiyle de iştigâl eden Ebu Ali el-Fârisî'nîn ünlü şâir Müte-nebbî ile mübaheselerİ meşhurdur. 38- Ebu Muhammed İbn Atiyye (Öl. 383/993) Ebu Muhammed Abdullah İbn Atiyye İbn Abdullah, Şam'da yetişmiş ünlü bir müfessir olup Kur'ânı tefsir etmek için klasik Arap edebiyatına başvurmak amacıyla elli bin beyitlik klasik arap şiirinden eserleri ezberlemiştir. İbn Atiyye el-Kadîm diye bilinen ve Şam'da kendi adıyla anılan bir mescidde imamlık yapan İbn Atiyye 383 (993) yılında burada vefat etmiştir. 39- Ebu'I-Hasan er-Rummânî (Öl. 384/994) Ebu'l-Hasan Ali İbn îsâ İbn Ali er-Rummânî, Samerra asıllı bir aileden geime olup Arap gramercilerinin önde gelen isimlerindendir. Tefsîrinin yanı sıra Sîbeveyh'in nahivle ilgili bir eserini de şerhetmiş bulunan Rummânî 296 (908) yılında Bağdâd'-da dünyaya gelmiş ve yine aynı yerde 384 (994) yılında vefat etmiştir. 40- İbn Şâhîn (öl. 385/995) Ebu Hafs Ömer İbn Ahmed e!-Bağdâdî, Irak'lı hadîsciler arasında rivayetine güvenilir bir bilgin olarak tanınmış, hadîs ilminde pek çok eserler tasnîf etmiş ve Bakiyyet-üş-Şuyûh unvanıyla anılagelmiştir. İbn Şâhîn'in büyük bir tefsîrinin yanı sıra el-Müsned ve't-Târîh isimli eserleri de bulunmaktadır. Kendisi Muhammed tbn Bâğandî'den, Muhammed İbn Hârûn el-Mücedder ve Ebu'I-Kasım el-Beğavî'den hadîs Öğrenmiş, Ebu Saîd el-Mâlikî ve Ebu Bekr el-Berkânî gibi zevat da kendisinden hadîs nakletmişlerdir. 297 (909) yılında Bağdâd'ta dünyaya gelmiş ve yine aynı kentte 385 (995) yılında vefat etmiştir. 41- UbeyduIIah el-Esedî (öl. 387/997) Ebu'l-Kâsım UbeyduIIah Ibn Muhammed el-Esedî, Musul'da yetişmiş bir bilgin olup edebiyat, kırâet ve tefsîr ilimlerinde eserler kaleme almıştır.Mu'tezİIÎ olduğu söylenen UbeyduIIah 387 (997) yılında burada vefat etmiştir. 42- Muhammed el-Udfuvî (öl. 388/998) Ebu Bekir Muhammed İbn Ali İbn Muhammed elUdfuvî tefsîr ve edebiyat alanında ün yapmış olup Ebu Ca'fer en-Nehhâs'tan nahiv, Ebu Ganîm elMuzaffer'den kırâet İlimleri tahsil etmiştir. el-İstiğnâ fî Tefsîr'il-Kur'ân isimli bir eserde kaleme almış olan Üdfuvî 388 (998) yılında vefat etmiştir. 43- Ebu Muhammed el-Isfahânî (öl. 389/998) Ebu Muhammed Abdullah İbn Hâmid İbn Muhammed, İsfahan'da yetişmiş, el-Vaiz unvanıyla şöhret bulmuş, şâfiî bilginlerindendir. Ebu'lHasanel-Beyhakî'den fıkıh öğrenimi görmüş, Ebu Ali es-Sekafî'den kelâm okumuş, tefsîr ve fıkıh alanında şöhret bulmuş olan Ebu Muhammed seksenüç yaşında iken 389 (998) yılında İsfahan'da vefat etmiştir. Abdullah İbn Hâmid tefsiri isimli eserin buna âit olduğu sanılmaktadır. 44- Ebu'l-Ferec en-Nehrevânî (öl. 390/999) Ebu'l-Ferec İbn Zekeriyyâ İbn Yahya ibn Humeyd. Nehrevân'da yaşamış olup kendi döneminde fıkıh, gramer ve edebiyat alanında şöhret bulmuş bir bilgin idi. İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî'nin mezhebini benimseyen Nehrevânî altı ciltten meydana gelen büyük bir de tefsir kaleme almıştır. Zehebî bu tefsirin çok değerli bilgiler ihtiva ettiğini kaydeder. 45- Ahmed İbn Fâris (öl. 395/1004) Ebu'l-Hüseyn Ahmed İbn Fâris İbn Zekeriyyâ elKazvînî.Kazvîn doğumlu olup ' bir müddet Hemedân'da bulunmuş sonra Rey şehrine gelerek 395 (1004) yılında burada vefat etmiştir. Arap edebiyatı ve dil bilgisi alanında şöhret bulmuş olan Ahmed İbn Fâris'in Câmi'üt-Te'vîl isimli bir de tefsiri bulunmaktadır. 46- Hâkim (öl. 405/1014) Tefsîr bilginleri kuşağının beşinci tabakasının önde gelen isimlerinden olan Ebu Muhammed Abdullah İbn Hamdeveyn İbn Nuaym en-Nîsâbûrî 321 tarihinde (942) NisâbûVda doğmuş ve 405 tarihinde (1014) burada vefat etmiştir. Büyük bir hadîs mecmuasının müellifi bulunan Hâkim Ebu Muhammed iki bin kadar kişiden hadîs dinlemiş, fıkıh ve tefsîr alanında şöhret bulmuş, Sâmânoğullan döneminde Nesâ kadılığına tayîn edilmiş, bir süre sonra Gürganç kadılığına tayîn edilmek işlenmişse de kabul etmemiştir. el-Müstedrek isimli meşhur hadîs kitabında; Ebu Hatim İbn Hibbân, Muhammed İbn Ya'kûb el-Asam Ebu Ali en-Nîsâbûrî gibi zevattan hadîs nakletmiş Ebu'l-Hasan Dârekutnî, Ebu'I-Kâsım el-Kuşeyrî, Ebu Zerr el-Herevî ve Ebu Bekir elBeyhakî gibi ünlü hadîs bilginleri de kendisinden hadîs nakletmişlerdir. 47- îbn Fûrek (öl. 406/1615) Ebu Bekir Muhammed İbn Hasan İbn Fûrek elAnsârî, Şâfîi fakîhlerinden ünlü kelamcı ve müfessir, İsfahan'da doğduktan sonra bir süre Rey ve Nisâbûr'a giderek orada hadîs dersleri vermiş ve bir medrese inşâ ettirmiştir. Kerrâmiye aleyhinde bulunan İbn Fûrek Gazneli Sultân Mahmûd'un huzurunda adı geçen taife mensûb-ları ile tartışmış ve Gazne'den Nisâbûr'a dönerken yolda Kerrâmiye mezhebine mensup bir şahıs tarafından zehirlenerek 406 (1015) yılında öldürülmüştür. Kabri bu gün de bir ziyaretgâh olarak tanınmaktadır. Ebu'l-Hasan elBâhilî, Abdullah İbn Ca'fer el-Isfahânî ve İbn Hürrezâd el-Ehvazî gibi ünlü bilginlerden ders almış, Hâkim, Ebu Bekir el-Beyhakî ve Ebu'I-Kâsım elKuşeyrî gibi zevat da kendisinden rivayetler nakletmişlerdir. 48- Ebu'I-Kâsım en-Nîsâbûrî (öl. 406/1015) Hasan İbn Muhammed İbn Hasan en-Nîsâbûrî, vaazlarıyla ünlü bir zât olup başlangıçta kerrâmî iken sonradan bu mezhebe karşı çıkmıştır. Ebu'l-Kâsım'ın devrinde çok tutulan bir tefsîr yazdığı ancak günümüze kadar ulaşmadığı sanılmaktadır. 406 (1015) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir. 49- Şerîf er-Radiyy (öl. 406/1015) Ebu'l-Hasan Muhammed İbn Tâhir, ünlü bir Şîî bilgini olup 359 (969) da Bağ-dâd'ta doğmuş ve yine 406 (1015) yılında bu kentte vefat etmiştir. Maânî'lKur'ân ve Mecâz'ül-Kur'ân isimli eserleriyle tefsîr literatürüne önemli katkıda bulunmuş olan Şerîf erRadiyy, Bağdâd'ta önemli mevkiler ihraz etmiş bir aileye mensûbtur. Daha çok lügat, belagat ve gramer inceliklerine yer verdiği tefsirinde pek çok uydurma rivayet naklettiği için itham edilmiştir. 50- İbn Merdeveyh (öl. 416/1025) Ebu Bekir Ahmed İbn Mûsâ Ibn Merdeveyh elIsfahânî; ünlü bir müfessir, tarih ve hadîs bilginidir. Son derece güvenilir bir râvî olan İbn Merdeveyh, devrinde İsfahan'ın en büyük bilginlerinden kabul edilirdi. 323 (934) yılında İsfahan'da doğan İbn Merdeveyh, Ebu Sehl İbn Zİyâd el-Kattân, Meymûn İbn İshâk, el-HoVasânî, Muhammed İbn Abdullah esSaffâr gibi ünlü zevattan hadîs nakletmiş; Ebu'lKâsım Abdurrahmân İbn Mende ve Ebu Muti' Muhammed el-Mtsrî gibi zevat da ondan rivayet nakletmişlerdir. Hadîs Kinindeki şöhretinin yanısıra, birçok tefsir de rivayet etmiş bulunantbn Merdeveyh 416 (1025) yılında İsfahan'da vefat etmiştir. 51- Ebu Ömer el-Meâfirî (öl.429/1037) Ebu Ömer Ahmed İbn Muhammed İbn Ebu Abdullah el-Meâfirî, Endülüs'te yetişmiş ünlü bir bilgin olup Salamanka'da doğmuş, Kurtuba'da ikâmet etmiş ve 429 yılında (1037) Salamanka'da vefat etmiştir. Büyük bir Kur'ân tefsîrinin yanı sıra fıkıh, kelâm ve usûl ile ilgili bir çok eseri bulunmaktadır. 52- Ali el-Havfi (öl. 430/1038) Daha Önce adından bahsedilen Ebu Bekir elUdfuvî'nin öğrencilerinden olan Ali ibn Ibrânîm İbn Saîd İbn Yûsuf, ünlü bir nahiv bilginidir. el-Burhân fî Tefsîr'il-Kur'ân isimli bir tefsiri de bulunan Ali elHavfî 430 (1038) yılında vefat etmiştir. 53- el-Hîrî (öl. 430/1038) Ismâîl İbn Ahmed İbn Abdullah cl-Hîrî, İran'da Nisâbûr şehri yakınlarındaki Hîre'de dünyaya gelmiş, vaiz, müfessîr ve fakîh bir zât olup zahid ezSerahsî'den hadîs öğrenmiş, Ebu Heyseme'den sahîhi Buhârî'yi dinlemiştir. Hatîb el-Bağdâdî'nin kendisinden rivayet naklettiği el-Hîrî 430 (1038) yılında Nisâbûr da vefat etmiştir. el-Kifâye fi't-Tefsîr isimli bir eseri günümüze intikâl etmiştir. 54- Şerîf el-Murtâzâ (öl. 436/1044) Ebu'I-Kâsım Ali İbn Tâhir İbn Ahmed ünlü bir Şîî bilgini olup 355 (965) yılında Bağdâd'da doğmuş ve 439 (1044) yılında aynı kentte vefat etmiştir. Hz. Ali'ye nisbet edilen Nehc'ül-Belâğe'yi daha önce sözü geçen kardeşi Şerîf Radî ile birlikte derleyip tanzim eden Şerif Murtazâ İbn Nübâte ve Şeyh Müfîd gibi zevattan ders almıştır. el-Emâlî isimli tefsir, hadîs ve edebiyata dâir eserinde Kur'ân'ı tefsir edebilmek için gramer ve belagat inceliklerine fazlasıyla yer veren Şerîf Murtazâ, mensubu bulunduğu Şîî görüşleri kabul ettirmek kasdıyla pek çok mevzu hadîs ve rivayete de yer vermektedir. 55- Mekkî İbn Hammûş (öl. 437/1045) Ebu Muhammed Mekkî İbn Ebu Tâlib el-Hammûş, Endülüs'te yetişen ünlü bir nahiv bilgini olup, 437 (1045) yılında Kurtuba'da vefat etmiştir. Mısır'da Ebu Tay-yib'den ve Abdülmün'im'den ilim öğrenmiş bulunan Mekkî İbn Hammûş, Kurtu-ba'nın ünlü Ulu camiinde hatîblik te yapmıştır. el-Hidâye İla Bülûğin'in Nihâye isimli tefsîrinin yanısıra Kur'ân'ın i'râbı, nâsih ve mensûh konularıyla kıraete dâir eserler de yazmıştır. 56- Ebu Muhammed el-Cüveynî (öl. 438/1046) Rükn'ül-lslâm Ebu Muhammed Abdullah tbn Yûsuf Ibn Abdullah el-Cüveynî; İran'ın Cüveyn kasabasında yetişmiş ve burada Ebu Ya'kûb Ali Ebiverd'den fıkıh tahsil etmiş, daha sonra Nisâbûr'a geçerek Ebû Tayyib es-Sulûkî'den ders almış ve Merv şehrinde ünlü bilgin Kaffâl'dan öğrenim görmüş ve burada icazet almıştır. Başta Kaffâl olmak üzere Adnan Ibn Muhammed ed-Dabbî'den, Ebu Nuaym îbn Hasan'- dan ve Ebu Hüseyn tbn Bİşrân'dan hadîs dinlemiştir. Ünlü kelâm bilgini İmâm'ül-Harameyn EbuM-Maâli el-Cüveynî'nin babası olan Ebu Muhammed'den, başta adı-geçen oğlu olmak üzere Sehl Ibn Ibrâhîm el-Mescidî ve Ali Ibn Ahmed el-Medînî gibi bazı kişiler hadîs nakletmişlerdir. 438 (1046) yılında Nisâbûr'da vefat etmiş bulunan Ebu Muhammed elCüveynî tefsîr hadîs ve fıkıh alanında şöhret yapmış bir zât olup hem rivayet hem de dirayet tefsirlerini içeren büyük bir tefsîr kaleme almıştır. 57- Ebu Osman es-Sâbûnî (öl. 449/1057) Ebu Osman Ismâîl Ibn Abdurrahmân Ibn Ahmed esSâbûnî 373 (983) yılında Nisâbûr'da dünyaya gelmiş Ebu'I-Abbâs Tabûtî ve Ebu Sâîd es-Simsâr, Ebu Bekir el-Furât gibi zevattan dersler aldıktan sonra Hicaz'da, Maarra'da öğrenim görmüş ve nihayet kendisi de Nisâbûr, Horasan, Hinuistân, Gazne, Cürcan, Âmil, Taberis-tân, Şâm ve Kudüs gibi islâm dünyasının o günkü kültür merkezlerinde dersler vermiştir. Ebu Bekir el-Beyhakî, Ebu Abdullah el-Kârî ve Ebu Sâlİh el-Müezzin gibi bilginler de ondan hadîs nakletmişlerdir. Kur'ân tefsiri ile ilgili yazıtı eserlerden çok vaz ve nasihat şeklinde çalışmalar yapmış olan Sâbûnî daha fazla öğrenci yetiştirmekle ün salmıştır. 449 (1057) yılında vefat etmiştir. 58- Mâverdî (öl. 450/1058) Ali Ibn Muhammed Ibn Ubeyy e!-Mâverdî, 364 (974) yılında Basra'da doğmuş, Bağdâd'a gelerek Abbasî devletinin üst makamlarında görev almış, halîfe saraylarında bulunmuş ve nihayet başkadıhk mevkiine yükselmiştir. Gülsuyu sattığı için kendisine gülsuyu anlamına Mâverd nisbesi verilmiştir. Ebu'lKâstm es-Seymerî'den fıkıh okumuş, Ebu Hâmid elIsferayîni'nin derslerini takîb etmiş, Hasan Ibn elHanbelî, Muhammed İbn Adiyy, Muhammed Ibn Muallâ el-Ezdî ve Cafer İbn Muhammed elBağdâdî'den rivayetler nakletmiştir. Ebubekir eî- hatîb ve Ebu'l İzz İbn-Kâğuş gibi isimler de kendisinden rivayet nakletmişlerdir. Özellikle Ahkâm-ı Sulta-niyye'si ile meşhur olan İmâm Ebu'lHasan el-Mâverdî'nin tefsîr'ül-Mâverdî isimli bir tefsiri bulunmaktadır. Bu tefsirden bazı bölümler günümüze ulaşmıştır. el-Hâvî el-Kebîr isimli Şafiî fıkhına dâir ünlü eserinin yanı sıra Âlâm'ünNübüvve, el-Emsâl ve'1-Hikem, Nasîhat'ül-Mülûk, Kanun'ül-Vİzâre, Edeb'üd-Dünya ve'd-Dîn isimli eser leri İslâm dünyasında yaygın bir şöhrete sahiptir. 59- Ebu Ca'fer et-Tûsî (öl. 460/1067) Ebu Ca'fer Muhammed İbn Hasan Ibn Ali et-Tûsî Şia'nın önemli bilginlerinden olup Bağdâd'ta İkâmet etmiş fakat sünnîlerle şîîler arasındaki bir tartışma neticesinde Necef'e geçmiş ve 460 (1067) yılında Necef veya Kûfe'de vefat etmiştir. et-Tibyân'ül-Câmi' isimli büyük bir tefsîri bulunmaktadır. 60- Ebu'l-Kâsım el-Kuşeyrî (öl. 465/1072) Ebu'l-Kâsım Abdülkerîm Ibn Hevâzin Ibn Abdülmelik el-Kuşeyrî, Nisâbûr'a yerleşmiş olan Arap kabîlelerinden Kuşeyr İbn Kâ'b kabilesine mensûb olup 376 (986) yılında Üstüva'da doğmuş ve daha sonra İslâm dünyasının muhtelif bölgelerinde geziler yapmış 465 (1072) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir. Risâlet'ül Kuşeyriye isimli ünlü tasavvufî eserin müellifi bulunan İmâm Kuşeyrî, tasavvuf başta olmak üzere hadîs, tefsîr, fıkıh ve usûl konularında Önemli eserler kaleme almıştır. Selçuklu hükümdarı Sultân Alparslan tarafından büyük iltifatlara da mazhar olmuş bulunan Kuşeyrî'nin et-Teysîr fi İlm'it-Tefsîr isimli tefsîre dâir bir eseri bulunmaktadır. 61- Ebu Muzaffer Şâhfür (öl. 47171078) Ebu Muzaffer Şâhfûr İbn Tâhir İbn Muhammed elîsferâyînî; Kelâm, fıkıh alanında şöhret bulmuş ünlü bir bilgindir. Ebu'l-Abbâs el-Asam'dan hadîs dinlemiş ve uzun yıllar Tûs kentinde öğrenci yetiştirerek ilme hizmet etmiş ve 471 (1078) yılında burada vefat etmiştir. Farsça tefsîri meşhur bulunan Ebu Muzaffer Şâhfûr'un daha çok kelâmî ve felsefî eserleri bulunmaktadır. 62- Ebu'I-Maâlî el-Cüveynî (öl. 478/1085) Imâm'ül-Harameyn Ebu'I-Maâlî Abdülmelik İbn Abdullah İbn Yûsuf el-Cüveynî, Ziyâ'ül-Hakk lakabını almış ünlü bir fıkıh ve kelâm bilginidir. Büyük İslam düşünürü Gazzâlî'nin ,de hocası bulunan Cüveynî 419 (1028) yılında Cüveyn kasabasında doğmuş, islâm dünyasının doğusunda ve batısında bir çok seyâhatlar yaptıktan sonra 478 (1085) yılında Nisâbûr'da vefat etmiştir. Kelâma dâir eş-Şâmil fi Usûl'id-Dîn, el-Irşâd isimli ünlü eserinin yanısıra bir de Kur'ân tefsirinin bulunduğu kaynaklarca belirtilmektedir. Şafiî fıkhına dâir Nihâyet'ül-Matlab isimli eseri özellikle daha sonraki bilginler tarafından pek beğenilmiştir. Bilhassa Nizamiye medreselerinde vermiş olduğu dersler ile İslâm dünyasına pek çok yüksek düzeyde bilgin yetiştirmiş olan Cüveynî, kelâmda Eş'arî mektebinin önemli isimlerinden birisidir. 63- Ali el-Kayrevânî (öl. 479/1086) Ali ibn Fadl İbn Ali el-Kayrevanî, Gazne ve Bağdâd civarında yaşamış, 479 (1086) yılında vefat etmiş bir bilgindir. El-Ferezdakî diye de bilinen bu zâtın elİksîr fî İlm'it-Tefsîr ve el-Bürhân isimli tefsirlerinin bulunduğu kaynaklarca belirtilmektedir. 64- Fahr'ül-lslâm el-Pezdevî (öl. 482/1089) Fahr'ül-îslâm Ali İbn Muhammed tbn Hüseyn tbn Abdülkerîm İbn Mûsâ el-Pezdevî, Mâverâünnehir bölgesinde yetişmiş ünlü Hanefî fakîhlerinden olup 400 (1009) yılı cİvânndaMâverâünnehir çevresinde doğmuş ve 482 (1089) yılında yine aynı bölgedeki Keş kasabasında vefat etmiş, na'şı bilâhere Semerkand'a taşınmıştır. Hanefî fıkhının en büyük kaynaklarından birisi olan el-Mebsûd isimli eserin müellifi bulunan Fahr'ül-İslâm el-Pezdevî'nin fıkhî eserlerinin yanısıra Keşf'ül-Estâr isimli geniş hacimli bir de tefsîri bulunmaktadır. 65- Ebu Hâmid es-Semerkandî (öl. 488/1095) Ebu Hâmİd Muhammed İbn Abdürreşîd İbn Hasan es-Semerkandî, Semerkand civarında yetişen ünlü Hanefî bilginlerindendir. Seyyid Şerif Cürcânî'den fıkıh ve diğer bilimleri tahsil etmiş bulunan Semerkandî, hacca gidip geldikten sonra 488 (1095) yılında vefat etmiştir. Tefsîr'ül-Kur'ân isimli bir eseri bulunmaktadır. 66- İbn'üs-Sem'ânî (öl. 489/1095) Mansûr tbn Ahmed İbn Abdülcebbâr el-Mervezî, Merv'de yetişmiş, Horasan, Bağdâd, Küfece Hicaz'da seyâhatlar yaparak devrin ünlü bilginleriyle tanışmış, tekrar anayurdu olan Merv'e gelerek 489 (1095) yılında burada vefat etmiştir. Aralarında bir çok bilgin bulunan Temîmoğulları kabilesinden Sem'ân soyuna mensûb bulunduğundan kendisine, İbn'üs-Sem'ânî nisbesi verilmiştir. Tefsirle ilgili bir eserinden ayrı olarak, kelâm ve hadîse dâir birçok eserleri bulunmaktadır. Nitekim daha sonra gelecek olan Ebu Saîd Abdülkerîm es-Sem'ânî de bu zâtın torunlanndandır. 67- Selmân el-Hülvânî (öl. 494/1100) Nehrevân halkından olan Ebu Abdullah Selmân İbn Abdullah el-Hülvânî Bağ-dâd'ta öğrenim gördükten sonra Irak'ın muhtelif bölgelerinde gezilerde bulunmuş, sonra İsfahan'a yerleşmiş, ve 494 (1100) yılında burada vefat etmiştir. Kirâet ağırlıklı bir tefsirinden başka, özellikle nahiv ve lügatla ilgili eserler yazmıştır. 68- Tâc'ül-Kurrâ (Öl. 500/1106) Ebu'l-Kâsım Mahmûd Ibn Hamza tbn Nasr elKirmânî, Kirmân'da yetişmiş ünlü nahiv bilginlerinden olup 500 (1106) yılında burada vefat etmiştir. Lübâb'üt-Tefâsîr, Lübab'üt-Te'vîl, Acâib'ülKur'ân, el-Bürhân fî Maânî Müteşabih'il-Kur'ân isimli tefsirle ilgili önemli çalışmaları bulunmaktadır. 69- Hatîb et-Tebrîzî (öl. 402/1108) Ebu Zekeriyyâ Yahya îbn Ali îbn Hasan İbn Muhammed eş-Şeybânî, Tebriz'de doğmuş. Bağdâd'ta ikâmet ettikten sonra bir süre Mısır'a yerleşmiş, tekrar Bağ-dâd'a dönerek 502 (1108) yılında burada vefat etmiştir. Prâb'ül-Kur'ân isimli daha çok gramer ağırlıklı bir tefsiri bulunan Hatîb etTebrizî, gramer ve edebiyat yönü ağır basan bir bilgindir. 70- Râğıb el-Isfahânî (öl. 503/1109) Ebu'l-Kâsım Hüseyin İbn Muhammed İbn Mufaddal el-Isfahânî, el-Müfredât isimli eseriyle tslâm dünyasında haklı bir şöhret kazanmış ünlü bir bilgindir. Ayrıca bir de tefsir yazmış olan Râğıb bu tefsîrini tamamlayamamıştır. Bu eseri bilâhere ünlü tefsîr bilgini Kâdî Beydâvî'ye kaynak teşkil edecektir. Tefsîre giriş isimli bir eserinin yamsıra Tenzîh'ülKur'ân isimli bir eseri de bulunmatadır. Râğıb'ın Mu'-tezilî olduğu söylenirse de Fahreddîn Râzî onu, Ehl-i Sünnet bilginleri arasında saymaktadır. 71- Mes'ûd İbn Ali el-Beyhâkî (öl. 544/1149) Ebu'I-Mehâsin Mes'ud İbn Ali Ahmed es-Suvânî Fahr'üz-Zamân lakabıyla anılan ünlü bir gramer ve lügat bilginidir. Kur'ân tefsirinin yanısıra edebiyat ve usûl ile ilgili eserleri bulunan Beyhâkî 544 (1149) yılında vefat etmiştir. 72- Ahmed el-Beyhâkî (öl. 544/1149) Ahmed İbn Ali İbn Muhammed el-Beyhâkî, Beyhak'ta yetişmiş bir diğer kirâet, tefsîr, gramer ve lügat bilginidir. 544 (1149) yılında vefat etmiş olan Beyhâkî'nin Kur'ân tefsirinin yanı sıra el-Muhît bi'lKurân isimli bir de eseri bulunmaktadır. 73- Muhammed İbn Tayfur (öl. 550/1155) Ebu Abdullah Muhammed İbn Tayfur es-Secâvendî, Gazne civarında yetişmiş ünlü bir tefsîr, gramer ve kirâet bilginidir. Ayn'ül-Maânî isimli bir tefsirinden ayrı olarak kırâetle İlgili eserleri bulunmaktadır. 550 (1155) yılı civarında hayatta olduğu sanılmaktadır. 74- Ali el-Harizmî (öl. 560/1164) Ebu'l-Hasan Ali îbn Muhammed İbn Ali el-Harizmî, ünlü tefsîr bilginiZemah-şerî'nin değerli öğrencilerinden olup, edebiyat ve gramerle ilgili eserlerinin yanısıra gramer ağırlıklı bir de Kur'ân tefsiri vardır. 560 (1164) yılında Harizm civarında vefat etmiştir. Kendisi Arap olmadığı halde üstadı Zemahşerî gibi Arap dilinin inceliklerine gerçekten vâkıf olduğu kaynaklarca ifâde edilmektedir. 75- Ibn Zafer (öl. 565/1169) Ebu Abdullah Muhammed İbn Zafer el-Kureyşî. Mekke-i Mükerreme civarında yetişmiş Afrika ve Endülüs'e seyâhatlar yapmış, bilâhere Şâm civarına gelerek yerleşmiş bulunan İbn Zafer gramer, edebiyat ve tefsîr alanında eserler vermiştir. 565 (1169) yılında vefat etmiş olup Yenbû'ul-Hayât isimli tefsîrinden ayrı matbu bazı eserleri bulunmaktadır. 76- İbn'üd-Dehân (Öl. 569/1173) Nâsıh'üd-Dîn Saîd İbn Mübarek îbn Ali, Musul civarında yetişmiş ve edebiyat, şiir, gramer alanında eserler yazmış bir bilgin olup 569 (1173) yılında adı geçen kentte vefat etmiştir. Başhbaşına bir Kur'ân tefsirinin yanı sıra Fatiha ve thlâs sûrelerinin müstakil tefsirlerini de yazmış olan bu zâtın gramere dâir bazı eserleribulun-maktadır. 77- Muhammed el-Bakkâlî (öl. 576/1180) Ebu'I-Fadl Muhammed Ibn Ebu'l-Kâsım, Harizm civarındaki Gürganç'ta doğmuş, fıkıh, edebiyat ve tefsîr alanında eserler vermiş ünlü bir Hanefî bilginidir. Ze-mahşerî'nin Öğrencilerinden olan Bakkâlî'nin tefsirinin yanı sıra ct-Tcnbîh alâ' İ'caz'ilKur'ân isimli bir eseri ve ayrıca gramer ve fıkha dair bazı eserleri bulunmaktadır. 576 (1180) yılında Gürganç'ta vefat etmiştir. 78- Zahîr'üd-dîn en-Nîsâbûrî (öl. 577/1181'den Sonra) Zahîr'üd-dîn Ca'fer İbn Muhammed İbn Mahmûd, Nisâbûr çevresinde yetişmiş olup 577 (1181) yılından sonra vefat etmiştir. Onun Farsça kaleme almış olduğu el-Basâir fî't-Tefsîr isimli eseri arapçadan başka yabancı dilde yazılmış önemli ve ilk tefsirlerden birisidir. 79- Ali el-Hanefî (öl. 582/1180) Ali İbn İbrâhîm İbn İsmâîl cl-Hancfî, Gazne civarında yetişmiş fıkıh, tefsîr, kelâm ve usûl alanında eserler kaleme almış bir bilgindir. Yaklaşık 582 (1180) yılında vefat etmiş olup tefsîrinden başka fıkıhla ilgili bazı eserleri bulunmaktadır. 80- Ebu Nasr el-Attâbî (öl. 586/1190) Ebu Nasr Ahmed İbn Muhammed İbn Ömer el-Attâbî, Buhârâ'nın bir mahallesi olan Dâr-İ Attâb'da dünyaya gelmiş fıkıh ve tefsirle ilgili eserler kaleme almış, ünlü bir Hanefî bilginidir. 586 (İ190) yılında Buhârâ'da vefat etmiş olan Attabî'nin kendi adıyla anılan bir tefsîrinden başka fıkıhla ilgili bazı eserleri bulunmaktadır. 81- Ebu Ali el-Fâfisî (öl. 599/1203) Ebu Ali Hasan îbn Hatır en-Nu'mânî, Bağdâd civarındaki Nu'mâniyye'de dünyaya gelmiş, Şîrâz'da fıkıh tahsîl etmiş, tefsîr, kelâm ve kırâetle İlgili eserler kaleme almış bir bilgindir. Şâm, Mısır ve Kudüs'te de bulunmuş olan Ebu Ali'nin İbranca bildiği söylenmektedir. Büyük bir tefsîrinin yanısıra hadîs ve edebiyatla ilgili bazı eserleri de bulunmaktadır. 82- Ebu'l-Kâsim el-Kazvînî (öl. 623/1226) Abdülkerîm İbn Muhammed İbn Abdülkerîm elKazvînî' tefsîr, hadîs ve usûl alanında şöhret yapmış ünlü bir bilgin olup 623 (1226) yılında Kazvîn'de vefat etmiştir. Şafiî fıkhına dâir eserlerinin yanısıra el-Emâlî isimli tefsîrle ilgili küçük bir eseri bulunmaktadır. 83- İbn Berrecân (öl. 627/1239) EbuM-Hakem Abdü's-Selam ibn Abdurrahmân elEndelûsî Endülüs'te İşbî-liye (Sevilla şehrinde yetişmiş ve 627 (1239) yılında Merrâkeş'te vefat etmiş ünlü bir bilgindir, el-lrşâd fi Tefsîr'il-Kur'ân isimli tamamlanmamış bir eseri de bulunan İbn Berrecân, özellikle vefk ve havâssla ilgilenmiş ve Kur'ân'dan geleceğe dâir haberler çıkartmaya çalışmıştır. 84- el-Muâfâ el-Mavsılî (öl. 631/1233) el-Muâfâ İbn Ismâî! eş-Şeybânî, Musul'da yetişmiş ünlü bir bilgin olup Nihâyet'ül-Beyân ü Tefsîr'itKur'ân isimli bir tefsîr yazmıştır. 631 (1233) yılında vefat etmiş bulunan Mavsılî'nin, ayrıca hadîs ve kıssalardan oluşan bir eseri de bulunmaktadır. 85- Şihâbeddîn es-Sühreverdî (öl. 632/1234) Ömer İbn Muhammed İbn Abdullah es-Sühreverdî, ünlü bir sûfî olup 539 (1144) yılında Sühreverd'de dünyaya gelmiş ve 632 (1234) yılında Bağdâd'ta vefat etmiştir. Özellikle Avârif'ül-Maârif isimli eseriyle şöhret bulmuş olan Sühreverdî'nin Nuhbet'ül Beyân isimli bir de tefsiri bulunmaktadır. 86- Sehâvî (öl. 643/1245) Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhammed İbn Abdüssamed elMısrî, Mısır'ın Sehâ kentinde dünyaya gelmiş, sonra Şam'a giderek orada yerleşmiş ve 643 (1245) yılında Şam'da vefat etmiştir. Fıkıh, usûl bilimlerinin yanısıra tefsîr ve lügatla da ilgilenmiş bulunan Sehâvî'nin kendi adıyla anılan ve Kehf sûresine kadar olan bir tefsîri bulunmaktadır. Ancak onun şöhreti daha çok kırâetle ilgili çalışmalarından kaynaklanır. 87- Sibt İbn'ül-Cevzî (öl. 654/1256) Şemsüddîn Yûsuf İbn Kızoğlu İbn Abdullah Ebu'lFerec İbn'ûl-Cevzî'nin kızının oğlu bulunan Yûsuf Bağdâd'da 581 (1185) yılında doğmuş, daha sonra Şam'a yerleşerek 654 (1256) yılında burada vefat etmiştir. Dedesi Ebu'l-Ferec İbn'ül-Cevzî'den, Hanbelî fıkhını okuduktan sonra Şâm ve Musul'da gezilerde bulunmuş, daha sonra Hanefî mezhebine girmiştir. Mir'ât'üz-Zeman isimli ünlü tarihinden ayrı olarak bir Kur'ân tefsîri Ebu Hanîfe'nin menkıbesini ihtiva eden bir eseri ve hadîsle ilgili bazı kitâblan bulunmaktadır. 88- Ebu Abdullah el-Mürsî (öl. 655/1257) Şerefüddîn Muhammed İbn Abdullah İbn Muhammed, Endülüs'ün Mürsiye (Murcie) kentinde dünyaya gelmiş, daha sonra Bağdâd, Horasan, Haleb ve Şam'da ikâmet etmiş, hac vazifesini ifâ ettikten sonra Mısır'a gitmiş, Şam'a dönerken 655 (1257) yılında yolda vefat etmiştir. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve usûl alanında şöhreti bulunan el-Mürsî'nin kendi adıyla anılan bir tefsirinden ayrı olarak orta boyda et-Tefsîr'Ül-Evsat ve bunun da Özeti durumunda bulunan daha.küçük et-Tefsîr'üs-Sağîr isimli üç tefsîri bulunmaktadır. Ayrıca İmâm Müslim'in Sahîh'inîn bir özeti, fıkıh, kelâm ve gramere dâir bazı eserleri vardır. 89- Ibn Abdüsselâm (öl. 660/1262) Abdülazîz îbn Abdüsselâm Ibn Ebu'l-Kâsım, Mısır'da yetişmiş ünlü bir bilgin olup bir süre Şam'da dersler vermiş, Emevî câmiinin imâm ve hatîbliği görevini üstlenmiş, Eyyûbîler döneminin yetiştirdiği ünlü bir bilgindir. Tefsîr'i Ibn Abdüsselâm diye şöhret bulan kısa bir tefsirinden başka fıkıh, hadîs ile ilgili bir çok eseri bulunmaktadır. 90- Izzeddîn er-Rüstağfenî (öl. 661/1263) Abdürrezzâk Ibn Rızkullah er-Rüstağfenî Re's Ayna'da yetişmiş ünlü bir Han-belî bilgini olup Bağdâd, Şâm, ve Haleb'te öğrenim gördükten sonra Musul'da uzun süre tefsir ve hadîs dersleri okutmuştur. Matâli-ü Envâr'it-Tenzîl isimli bir tefsîri bulunmaktadır. 91- Muvaffaküddîn el-Mavsîlî (öl. 680/1281) Ebu'l-Abbâs Ahmed Ibn Yûsuf, Musul yakınlarındaki Kevâşe'de yetişmiş ve 680 (1281) yılında burada vefat etmiş Şafiî bilginlerindendir. Tabsira fi't-Tefsîr isimli bir eser kaleme almış, bilâhere bunun özeti niteliğinde Telhîs isimli bir tefsir yazmıştır. Celâİeddin el-Mahallî, tefsirinde bu eserden yararlanmıştır. 92- Ebu'l-Abbâs el-lskenderî (Öl. 683/1284) Nâsîrüddîn Ahmed Ibn Muhammed Ibn Mansûr elMâlikî, İskenderiye'de yetişmiş ünlü bir bilgin olup, Zemahşerî'nin el-Keşşâf isimli tefsirini tenkîd eder mâhiyette el-Intisâf isimli bir eser kaleme almıştır. 683 (1284) yılında İskenderiye'de vefat etmiştir. 93- Burhâneddîn e!-Hanefî (öl. 689/1290) Ebu'I-Maâlî Ahmed Ibn Nasır İbn Tâhir. Kendi adıyla anılan bir tefsirin sahibi olup Hanefî, fukuha ve bilginlerindendir. 689 (1290) yılında vefat etmiştir. 94- Abdü'1-Azîz ed-Dîrînî (öl. 694/1294) Sa'düddîn Abdülazîz Ahmed Ibn Saîd ed-Dîrînî, Mısır'da yetişmiş, daha çok tasavvufî görüşlere sâhib bir bilgin olup et-Teysîr fi-tlm'it-Tefsîr isimli manzum bir eseri bulunmaktadır. 694 (I294)'te Mısır'da vefat etmiştir. 95- Bahaeddînel-Kıftî(öl. 697/1297) Ebu'l-Kâsım Hibetullah Ibn Abdullah el-Kıftî, Mısır'da yetişmiş, fıkıh, nahiv ve cebirle ilgili eserler kaleme almıştır. Ibn Seyyid el-Küll diye de bilinen bu zâtın kendi adıyla anılan ve Meryem sûresine kadar olan bir tefsîri bulunmaktadır. 697 (1297) yılında Mısır'da vefat etmiştir. 96- İbn'ün-Nakîb el-Makdîsî (öl. 698/1298) Ebu Abdullah Muhammed İbn Süleyman Ibn Hasan Belh asıllı olup Kudüs'te dünyaya gelmiş ve 698 (1298) yılında burada vefat etmiştir. Bir süre Kâhire'de Câmi'ül-Ezher'de dersler vermiş bulunan İbn'ün-Nakîb kendi zamanına kadar yazılmış olan tefsirlerden ihtisarla et-Tahrîr ve't-Tahbîr li Akvâ'i Eimmet'it-Tefsîr isimli geniş bir eseri vardır. 97- Kutbeddîn Şîrâzî (öl. 710/1310) KutbeddînPMahmûd İbn Mes'ûd İbn Muslih eş-Şîrâzî, 634 (1236) yılında Şî-râz'da dünyaya gelmiş, bilâhere Anadolu'ya geçerek Sivas ve Malatya kadılıklarında bulunmuş, Şam'ı ziyaret ettikten sonra Tebriz'e yerleşmiş ve 710 (1310) yılında Tebrîz'de, vefat etmiştir. Şafiî mezhebinden olan Kutbeddîn Şîrâzî, Sadreddîn Ko-nevî'nin derslerinde bulunmuş ve Feth'ül-Mennân isimli büyük bir tefsîr kaleme almıştır. Tefsîr, havâss, felsefe ve astronomiye dâir eserleri bulunmaktadır. 98- Necmeddîn el-Bağdâdî (öl. 710/1310) Ebu Rebî' Süleyman Abdülkavî et-Tûfî, Bağdâd civarındaki Sarsar'da doğmuş, 710 (1310) yılında vefat etmiştir Fakîh, edîb ve şâir olan bu zât, Şam'da İbn Tey-miyye ile tanışmış, Mısır'da hadîs ve nahivle ilgili eserler okumuş, bir süre burada ikâmet etmiştir. el-lşârâtül-llâhiyye isimli tefsirinden ayrı olarak el-lksîr fi İlm'it-Tefsîr isimli bir tefsiri, ayrıca Şafiî fıkhına dâir bazı eserleri ve hadîsle ilgili çahşma-ları bulunmaktadır. 99- İmâdüddîn el-Mâlikî (öl. 720/1320) Ebu'l-Hasan İbn Ebu Beir el-Kindî, bir süre İskenderiye kadılığı yapmış, daha sonra Endülüs'e giderek Gırnata'ya yerleşmiştir. 720 (1320) yılında vefat ettiği sanılmaktadır. Daha ziyade gramer ağırlıklı el-Kefîl bi Maânî't-Tenzîl İsimli bir tefsiri bulunmaktadır. 100- Şerefüddîn İbn'ül-Bârizî (öl. 738/1337) Hibetullah İbn Abdürrahîm İbn'ül-Bârizî, Şafiî fakîhlerinden olup Hama kadılığı yapmış, bir süre Basra'da bulunarak er-Ravza fi-Tefsîr'il-Kur'ân isimli bir tefsîr kaleme almıştır. 738 (1337) yılında vefat etmiştir. Fıkıh ve hadîsle ilgili daha başka eserleri bulunmaktadır. 101- Şerefüddîn el-Mağrıbî (öl. 743/1342) Şerefüddîn Hasan İbn Muhammed tbn Abdullah elMağrıbî, Mağrib'te yetişmiş ünlü bir bilgin olup Zemahşerî'nin Keşşafına haşiye yazarak bu eserdeki kırâet şekillerini, hadîslerin sıhhat derecesini ve gramer mes'elelerini tedkîk etmeye çalışmıştır. Kendisi Ehl-i Sünnetten olduğu için Zemahşerî'nin Mu'tezİIî görüşlerini de eleştiren Şerefüddîn, hadîs ve beyân ilmiyle ilgili eserler yazmıştır. 743 (1342) yılında vefat etmiştir. 102- Hasan tbn Muhammed et-Tûsî (öl. 743/1342) Hasan İbn Muhammed İbn Abdullah et-Tûsî; tefsîr, hadîs ve belagat ilminde şöhret bulmuş bir zât olup 743 (1342) yılında vefat etmiştir. Zemahşerî'nin Keşşafını şerhetmiş olan bu zâtın ayrıca bir de Kur'ân tefsîri bulunmaktadır. 103- Ahmed el-Çarperdî (öl. 746/1345) Fahreddîn Ahmed İbn Hasan el-Çarperdî, Tebrîz yakınlarında yetişmiş ve Kâ-dî Beydâvî'den ders almış bir bilgindir. 746 (1345) yılında vefat etmişbulunan Çar-perdî'nin Keşşafa yazmış olduğu haşiyesi meşhurdur. Bu eserinde Zemahşerî'nin Ehl-i Sünnet'e karşı tavırlarını eleştirmiştir. 104- Tâceddîn en-Nahvî (öl. 749-1348) Ahmed tbn Abdülkâdîr İbn Ahmed el-Kaysî, Hanefî bilginlerinden olup Ebu Hayyân'ın el-Bahr'üI-Muhît isimli tefsirinden derlenerek meydana getirilmiş olan ed-Dürr'ül-Lakît min'el-Bahr'ü-Muhît isimli eseri meşhurdur. 749 (1348) yılında vefat etmiştir. 105- İbn'üt-Lebbân (öl. 749/1348) Şemseddîn Muhammed İbn Ahmed İbn Abdülmü'min; Şam'da yetişmiş bir bilgin olup 749 (1348) yılında vefat etmiştir. Kur'ân'daki kelimelerin kullanılış şekillerini anlattığı Tâ'bîrât'ül-Kur'ân isimli eseri meşhurdur. 106- Ebu's-Senâ el-Isfahânî (öl. 749/1348) Şemseddîn Muhammed İbn Abdurrahmân İbn Ahmed; İsfahan'da yetişmiş ve 749 (1348) yılında Kâhire'de vebadan ölmüştür. Kudüs, Hicaz ve Şam'da bulunmuş olan Isfahânî, İbn Teymiyye'nin de takdirini kazanmıştır. Envâr'ül-Hakâik isimli tefsir kitabı bu alanda yazılmış olan eserlerin önemlilerinden sayılır. 107- İmâdüddîn Yahya el-Yemenî (öl. 750/1349) Yahya İbn Kasım el-Alevî Yemen halkından olup Zemahşerî'nin el-Keşşâf isimli tefsirine iki tane haşiye yazmıştır. 750 (1349) yılında vefat etmiş bulunan Yemenî'-nin ilk eserinin adı Dürer'ülAsdâf'tir. Daha sonra Tühfet'ül-Eşrâf isimli ikinci haşiyesini yazmıştır. 108- İbn'ül-Kayyım el-Cevziyye (öl. 751/1350) Ebu Abdullah Şemsüddîn Muhammed İbn Ebu Bekir İbn Eyyûb, 691 (1291) yılında Şam'da dünyaya gelmiş ve 751 (1350) yılında yine Şam'da vefat etmiştir. Hanbelî mezhebine mensûb bulunan İbn'ülCevziyye'nin fıkıh, tefsir ve usûle dâir bir çok eseri bulunmaktadır. İbn Teymiyye'nin öğrencilerinden olan İbn'ûl-Cevziyye Kur'ân, hadîs, fıkıh ve irşâdla ilgili pek çok eserler kaleme almıştır. 109- Şihâbeddîn es-Semîn (Öl. 756/1335) Şihâbeddîn Ahmed İbn Yûsuf İbn Abdüddâim; Haleb'te yetişmiş, bilâhere Kâ-hire'ye yerleşmiş ve 756 (1355) yılında burada vefat etmiştir. ed-Dürr'üI- Masûn isimli bir tefsîrinîn yamsıra, Kur'ân'm i'râbıyla İlgili bir eseri bulunmaktadır. 110- Takıyüddîn es-Sübkî (öl. 756/1355) Ebu'I-Hasan Ali İbn Abdülkâfî İbn Yûsuf el-Ansârî Mısır'da dünyaya gelmiş, Kahire ve Şam'da bulunmuş, 756 tarihinde (1355) Kâhire'de vefat etmiştir. Şeyh'ül-İslâm unvanını da hâiz bulunan Sübkî; tefsir, hadîs ve tarih alanında eserler vermiş ünlü bir Şafiî bilginidir. ed-Dürr'ün-Nazîm fi Tefsîr'üKur'an'il-Azîm isimli tamamlanmamış bir tefsîri bulunmaktadır. 111- Adududdîn el-'îcî (öl. 766/1364) Kâdî Abdurrahmân İbn Abdulğaffâr el-îci, Şîrâz yakınlarındaki İç'te dünyaya gelmiş olup Hz. Ebubekr'in soyundan geldiği nakledilmektedir. Aklî ve naklî bilimlerde büyük bir şöhreti hâiz bulunan Adududdîn el-îcî, sultan Ebu Sâid zamanında başkadı (kâdî'l-kudât) olmuş ve bilâhere Kirman hükümdarı tarafından hapse atılarak 766 (1364) tarihinde hapishanede vefat etmiştir. Tahkîk'üt-Tefsîr isimli eseri Zemahşerî'nin, Râzî'nin ve Kâdî Beydâvî'nin eserlerinden çıkarılmış bir özet gibidir. Ayrıca kendi adıyla anılan akâid ile ilgili Adudiyye ve daha sonra kelâm ilminin klasikleri arasında yer alacak olan elMevâkıf isimli eserleri ünlüdür. 112- İbn'ün-Nekkâş (öl. 763/1361) Şemsüddîn Muhammed îbn Ali İbn Abdülvâhid elMısrî Fıkıh, tefsir ve edebiyat alanında şöhret bulmuş olup Takîyüddîn Sübkî'nin takdirlerini kazanmış bir bilgindir. Kendi adıyla anılan bir tefsîri (Tefsir Ibn'ûn-Nakkâş) bulunmaktadır. 763 (1361) yılında Mısır'da vefat etmiştir. 113- Kutbeddîn er-Râzî (öl. 766/1364) Kutbeddîn Mahmûd İbn Muhammed er-Râzî; Büveyhoğulları hanedanına men-sûb olup Şam'da yaşamış ünlü bir kelâm, felsefe ve tasavvuf bilginidir. Felsefe, mantık ve kelâma dâir eserlerinin yanısıra Zemahşerî'nin Keşşafına yazmış olduğu haşiye meşhurdur. 766 (1364) yılında Şam'da vefat etmiştir. 114- Ebubekir er-Râzî (öl. 768/1366) Zeyneddîn Muhammed İbn Şemseddîn, Cevherinin Sıhâh isimli eserinden özetleyerek yapmış olduğu Muhtar'üs-Sıhâh'ın yanısıra Beyân ve Bedî'e ve dâir eserleriyle şöhret bulmuş olup ez-Zeheb'ül-Ibrîz fi Tefsîr'il-Kitâb'il-Azîz isimli bir tefsîri bulunmaktadır. 768 (1366) yılından sonra vefat etmiştir. 115-lbn Akfl(öl. 769/1367) Bahâeddîn Abdullah tbn Abdurrahman İbn Akîl, aslen Hemedân'h olup bilâ-here Mısır'da Balis kentine yerleşmiştir. Özellikle gramerle ilgili çalışmaların en mükemmel örneklerinden sayılan İbn Melek'in Elfıyye isimli manzum eserinin şerhinden ibaret olan şerh-i îbn Akîl ile şöhret bulan bu zatın et-Ta'lîk'ül- Vecîz isimli tamamlanmamış bîr de tefsîri bulunmaktadır. 769 (1367/) de Mısır'da vefat etmiştir. 116- Cemâleddîn Aksarâyî, (öl. 770/1368) Cemâleddin İbn Muhammed İbn Muhammed; imâm Fahreddîn Râzî'nin torunlarından olup Karaman'da müderrislik yapmış büyük bir Hanefî bilginidir. 770 (1368) yılında vefat etmiş bulunan Cemâleddin Aksarâyî'nin bir de Keşşaf haşiyesi bulunmaktadır. 117- Mahmûd el-Konevî (777/1375) Ebu's-Senâ Mahmûd İbn Ahmed İbn Mes'ûd; Şâm kadılığında bulunmuş Konyalı bir bilgin olup Tehzîb'ü Ahkâm'il-Kur'ân isimli ahkâm âyetlerinin tefsiri bulunmaktadır. 777 (1375) yılında Şam'da vefat etmiştir. 118- Şihâbeddîn Sivâsî (öl. 780/1318) Şihâbeddîn Ahmed İbn Mahmûd es-Sivâsî; Sivas'ta yetişmiş sonra Aydınoğul-larının himayesine girmiş ve 780 (1378) yılında Ayasuluğ'da vefat etmiştir. Uyûn'üt-Tefâsîr isimli daha çok diğer tefsirlerden derlenerek hazırlanmış bir eserinin yanısıra bazı tasavvufî risaleleri bulunmaktadır. 119- Ekmelüddîn el-Bâbertî (öl. 786/1384) Ekmelüddîn Muhammed ibn Mahmûd el-Bâbertî, Bağdâd yakınlarındaki Bâ-berta'da doğmuş, bilâhere Şâm ve Kâhire'ye gitmiş, 786 (1384) yılında Kâhire'de vefat etmiştir. Mısır'da sultan Zahir Berkûk'un iltifatına mazhar olmuş bulunan Ekmelüddîn Bâbertî'nİn; fıkıh, hadîs, kelâm ve gramerle ilgili eserleri bulunmaktadır. Özellikle Hidâye şerhi Osmanlı medreselerinde fazlasıyla ilgi görmüştür. Zemahşerî'nin Keşşafına yazmış olduğu haşiyeyi tamamlayamamıştır. 120- Şemseddîn el-Kirmânî (Öl. 786/1384) Şemseddîn Muhammed İbn Yûsuf İbn Ali el-Kirmânî, Kirmân'da dünyaya gelmiş, Şâm ve Mısır'da öğrenim görmüş, bilâhere Bağdâd'a yerleşmiş, 786 (1384) yılında Bağdâd'ta vefat etmiştir. Abududdîn el-îcî'nin el-Mevâkıf isimli eserine yazmış olduğu şerhin yanı sıra, gramer ve hadîsle ilgili çalışmaları bulunan Kirmânî'nin, Keşşafla ilgili bir eseri ve Kâdî Beydâvî'nin tefsirine yazmış olduğu bir haşiyesi bulunmaktadır. 121- Sa'deddin Teftâzânî (öl. 793/1390) Mes'ûd İbn Ömer İbn Abdullah et-Teftâzânî elHorasânî; Horasan bölgesindeki Nesâ yakınında bulunan Teftâzânda doğmuş ve 793 (1390) yılında Semerkand'-da vefat etmiş, bilâhere na'şı Serahs'a taşınmış olan bu ünlü bilgin, Moğol istilâsından sonra Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinde sönmeye yüz tutmuş bulunan ilim meş'-alesini yeniden aydınlatan büyük bir bilgindir. Eserleri Osmanlı medreselerinde çok rağbet görmüş olan Teftâzânî, Anadolu'ya gelerek birçok ilmî mübâhaselerde bulunmuştur. Keşf Ül-Esrâr isimli Farsça bir tefsîr kaleme almış bulunan Teftâzânî'-nin Zemahşerî'nin Keşşaf isimli tefsîrineyazmış olduğu haşiyesi de meşhurdur. Ayrıca Nesefî akaidinin şerhi, Adüdiyye akaidinin şerhi ve bir çok eserlere yazmış olduğu şerhleriyle şöhret bulmuştur. 122- el-Haddâdî (öl. 800/1397) Ebubekir Ahmed İbn Muhammed İbn Ali İbn Muhammed el-Haddâdî, Yemenli, Hanefî mezhebine mensûb ünlü bir tefsîr ve fıkıh bilginidir. Keşf ütTenzîl isimli bir de tefsiri bulunan Haddâdî 800 (1397) yılında Yemen'in Zebîd kentinde vefat etmiştir. Haddâdî'nin imâm Kudûrî'nin fıkha dâir eserinin şerhi olan el-Cevheret'ün-Neyyİre isimli eseri Osmanlı ulemâsı arasında çok rağbet görmüştür. 123- Muhammed ibn Arefe (öl. 803/1400) Ebu Abdullah Muhammed İbn Arefe, mâliki bilginlerinden olup 803 (1400) yılında vefat etmiştir. İbn Arefe tefsîri diye şöhret bulan bu eser, daha çok Fahreddîn Râzî ve Zemahşerî'nin eserlerinden yapılmış bir derleme niteliğindedir. 124- Sirâcüddîn el-Bülkînî (öl. 805/1402) Şeyh'ül-İslâm Ömer ibn Reslân el-Bülkînî, Kahire yakınlarındaki Bülkîn'de doğmuş ve 805 (1402) yılında Kâhire'de vefat etmiştir. el-Keşşâf alâ'l-Keşşâf isimli tefsîri Zemahşerî'nin adıgeçen eserine yazılmış olan haşiyelerin en ünlülerindendir. 125- Mecdüddîn Fîrûzâbâdî (öl. 816/1413) Ebu Tâhir Muhammed İbn Ya'kûb İbn Muhammed eş-Şîrâzî; Şîrâz yakınlarındaki Fîrûzâbâd'a bağh Kazerîn'da dünyaya gelmiş olan Fîrûzâbâdî Hz. Ebubekr'e kadar uzanan bir ailenin mensubu olup 816 (1413) yılında Yemen'in Zebîd kentinde vefat etmiştir. Özellikle Arap dilinin günümüze ulaşan en önemli sözlüklerinden birisi olan el-Kamûs'un müellifi bulunan Fîrûzâbâdî'nİn ed-Dürr'ün-Nazîm isimli bir tefsîri ve ayrıca el-Besâir isimli tefsîr ilmiyle ilgili bir başka eseri bulunmaktadır. Bu son eserinde Adap dilinin incelikleri, belagat, fıkıh ve tasavvuf noktalarından âyetleri izah etmeye çalışmıştır. İbn Abbâs'ın Tenvîr'ül-Mikbâs ismiyle günümüze ulaşmış bulunan tefsirini de Firûzâbâdî'nin cem'ettiği söylenmektedir. 126- Seyyîd Şerîf el-Cürcânî (öl. 816/1413) Ebu'l-Hasan Ali İbn Muhammed İbn AH el-Hüseynî el-Cürcânî; fıkıh, tefsîr, hadîs, mantık, felsefe ve kelâm ilimlerinde şöhret yapmış bulunan bu ünlü bilgin, Kadî tefsirine bir ta'lîke kaleme almış, ayrıca Zemahşerî'nin Keşşaf isimli tefsirinin baştaraflarına da bir haşiye yazmıştır. 816 (1413) yılında vefat etmiş.olan Seyyid Şeririn Keşjâf haşiyesine Muhyiddîn el-Atîk (öl. 901/1494), Alâeddin Ali etTûsî (öl. 816/1413) ve ünlü Osmanlı bilgini Kemâl Paşazade (öl. 940/1533) birer haşiye yazmışlardır. Seyyid Şerifin Mutavval haşiyesi, Mevâkıf şehri ve Ta'rîfât isimli eserleri ünlüdür. 127- Hacı Paşa (öl. 820/1417) Cclâleddin Hızır İbn Hoca Ali İbn Murâd İbn Hoca Ali İbn Hüsâmeddîn; Konya kökenli olup, bilâhere Aydın'a göç etmiş ve bu sebeple Aydmlf Hacı Paşa diye anılmıştır. Konya'da Öğrenim gördükten sonra Mısır'a gitmiş, Seyyid Şerîf Cürcânî ve şeyh Bedreddîn Simâvî ile birlikte Mübarek Şah'tan ders almış ve Şeyh Ekmelüddîn Bâbertî'den yararlanmıştır. Bu arada tıp ilmiyle ilgilenen Hacı Paşa, dönüşünde Ay-dmoğullan hanedanından Mehmet Bey'in isteği üzerine Birgi'ye gitmiş ve burada ders vermiş, eserlerini te'lîf etmiştir. 820 (1417) yılında vefat etmiş bulunan Hacı Paşa'nın Mecmâ'ül-Envâr isimli bir tefsiri bulunmaktadır. Ayrıca kelâm, felsefe ve tıbba dâir eserleri vardır. 128- Kutbeddîn İznîkî (Öl. 821/1418) Muhammed İbn Muhammed el-lznîkî; Birinci Sultân Bâyezid döneminde İznik'te yetişmiş ünlü bir tasavvuf bilgini olan Kutbeddîn isimli birkaç ciltlik tefsîrin-den başka tasavvufî ve ahlâkî risaleleri bulunmaktadır. 129- Bedreddîn Simâvî (Öl. 823/1420) Bedreddîn Mahmûd İbn İsrâîl İbn Kâdî Simavne; aslen Selçuklu hanedan ailesine mensûb olduğu kabul edilen Bedreddîn Simâvî, Edirne yakınlarındaki Simav-na'da dünyaya gelmiş çeşitli siyâsî faaliyetlerden sonra 823 (1420) yılında Siroz'da kendi fetvasıyla idam edi!miştir.Anadolu'nun muhtelif yerlerini gezmiş olan Bedreddîn Simâvî, Mısır'da devrin ünlü bilgini Seyyid Şerif Cürcanî ile Mübarek Şâh'-tan ve Ekmeİüddin Bâbertî'den ders almış ve Ahlath dergâhı şeyhlerinden Hüseyin Ahlâtî'nin tarikatına girmiş, bir süre Tebriz'e giderek Timur'un meclisinde bulunmuş ve nihayet Yıldırım Bâyezid İle Tİmûr arasında cereyan eden savaşı müteâkib Osmanlı Beyliğinin dağılması tehlikesiyle yüz yüze geldiği Fetret devrinde Yıldırım Beyazıd'ın oğlu Mûsâ Çelebi'nin kazaskeri olmuştur. Fakat devletin birliğini kuran Çelebi Sultân Mehmed tarafından ta'kibâta uğramış, önce Sinop'a sonra da Deliorman'a kaçmış ve nihayet yakalanarak Siroz'da idam edilmiştir. Fıkıh, hadîs, tefsîr ve kelâma âit eserleri bulunan Bedreddîn Simavî'nin Nûr'ül-Kulûb isimli bir de tefsiri vardır. 130- Hoca Muhammed (öl. 822/1419) Muhammed İbn Mahmûd el-Buhârî, Bahâeddin Nakşibendî'nin seçkin halîfelerinden olup yetmişüç yaşlarında 822 (1419) yılında Medine'de vefat etmiştir. Bazı sûrelerin tefsirinden ibaret bir eseri günümüze kadar ulaşmıştır. 131- Ya'kûb el-Karamânî (öl. 833/1429) Ya'kûb Ibn tdrîs el-Karamânî, aslen Niğdeli olup, Karaman'a yerleşmiştir. Fıkıh, hadîs ve tarihe âşinâ olan ve Kara Ya'kûb diye bilinen bu zâtın, Kâdî Beydâvî'-nin tefsirine yazdığı bir haşiyesi mevcûddur. 833 (1429) da Karaman'da vefat etmiştir. 132- Molla Fenârî (öl. 834/1430) Şemseddin Muhammed tbn Hamza Ibn Muhammed, ilk osmanlı Şeyh'üt-İslâmlarından olup babasından ve Cemâleddin Aksarâyî, Ekmeleddîn Bâbertî gibi devrin ünlü bilginlerinden ders görmüş, Şeyh Hamİdûddîn Kayserî'den tasavvuf dersi almıştır. Mısır'da Seyyid Şerîf Cürcânî ile birlikte öğrenim gören Molla Fenârî, Hicaz'a gitmiş, Kahire ve Kudüs'ten sonra Antakya ve Şam'ı dolaşmış, 834 (1430) yılında vefat etmiştir. Bursa'da müderris ve kadılık yapan Molla Fenârî Sultan II. Murâd'ın büyük iltifatlarına mazhar olmuştur. Fıkıh, kelâm, mantık ve tefsîre dâir eserleri bulunan Molla Fenârî'nin Fatiha sûresi tefsiri daha çok tasavvufî bir yorumla ve Ibn'ül-Arabî ekolünün açıklamaları doğrultusunda yazılmış bir tefsîrdir. 133- Ali el-Hindî (öl. 835/1431) Ali Ibn Ahmed İbn Ali İbn İbrâhîm İbn İsmâîl elKevkebî, Hindistan'ın Bombay kenti yakınlarındaki Mehâyim'de dünyaya gelmiş olan Ali el-Hindî, Tebsirat'ür-Rahmân isimli tasavvufî yönü ağır basan bir tefsîr yazmıştır. 835 (1431) de Mehâ-yim'de vefat etmiştir. 134- Muhammed et-Tilimsanî (öl. 842/1438) Muhammed Ibn Ahmed İbn Muhammed İbn Merzûk; Mağrib'te Tilimsân'da yetişmiş fıkıh, hadîs ve edebiyata vâkıf Ünlü bir bilgindir. 842 (1438) yılında vefat etmiş olup Ihlâs sûresinin tefsirine dâir bir eseri vardır. 135- Yazıcızâde Mehmed Bicân (öl. 855/1451) Muhammed Bîcân İbn Kâtib Salâhaddîn; kısaca Yazıcızâde diye bilinen bu büyük bilgin, Tekirdağ civarında dünyaya gelmiş, Gelibolu'da ikâmet etmiş ve II. Murâd devrinde büyük şöhret kazanmış ünlü Türk bilginidir, Muhammediye isimli eseri, asırlarca Anadolu'da destânî tarzda dilden dile aktarılmış bulunan Mehmed Bîcân'ın, ayrıca Fatiha sûresi tefsiri bulunmaktadır. 855 (1451) yılında Gelibolu'da vefat etmiştir. 136- Alâeddîn es-Semerkandî (öl. 860/1455) Alâeddîn AH İbn Yahya, Semerkand asıllı olup, Anadolu'ya hicret etmiş ve Karaman'da ikâmet ederek 860 (1455) yılında burada vefat etmiştir. Bahr'ül-Ulûm isimli tefsiri özellikle Kur'ân'm anlaşılması için kelime ve lafızların açıklamasına yer veren bir tefsîrdir. Çok az da olsa kelâmî konularda bu temas edilmektedir. 137- Burhâneddîn el-Bikâî (öl. 885/1480) Burhâneddîn İbrâhîm Ibn Ömer, Suriye'nin Bikâa vâdîsinde doğmuş, Şam'da yerleşmiş, tefsîr, edebiyat ve tarih alanında şöhret bulmuş bir bilgindir. Nazm'üd-Dürer isimli tefsîri -ki Münesâbat-i Bikâî diye de bilinir- özellikle âyetler ve sûreler arasındaki ince münâsebetlere geniş yer verir. 885 (1480) yılında Şam'da vefat etmiştir. 138- Celâleddîn Mahallî (öl. 864/1459) Celâleddîn Ebu Abdullah Muhammed Ibn Ahmed, Kâhire'de yetişmiş ve burada vefat etmiş ünlü bir şafiî bilginidir. Tefsîr, fıkıh, kelâm, grame ve mantık ilimlerinde şöhret bulmuş olan Celalcddîn Mahallî, medrese öğrencilerinin Kur'ân'ın lafızlarını anlamaları için Isrâ sûresinin sonuna kadar gelen bir tefsîr yazmış, ancak bu tefsirini tamâmlayamadan vefat edince daha önce adı geçen Celaleddîn Suyûtî bu tefsîri tamamlamıştır. Her iki Celâl'in birlikte kaleme aldıkları bu tefsîr, iki Celâl anlamına "Celâleyn" tefsîri diye şöhret bulmuş ve günümüze kadar medrese öğrencilerinin elinde temel kaynak olagelmiştir. Daha çok kelimelerin anlamlarının ve nahivle ilgili açıklamaların yer aldığı bu tefsire birçok bilgin tarafından haşiyeler yazılmıştır. Bunlar arasında; Şemseddîn Muhammed İbn Abdurrahmân el-Alkamî'nin (öl. 963/1492) Kabes'ün-Neyyireyn isimli haşiyesi; Muhammed Bedreddîn el-Kerhî' (öl. 1006/1597) nin Mecma'ül-Bahreyn isimli haşiyesi; Ali el-Kârî (öl. 1014/1605) nin Cemâleyn isimli haşiyesi; Abdurrahmân el-Fâsî'nin (Öl. 103;V1626) haşiyesi; Atıyye İbn Atıyye'nin (öl. 1190/1776) elKevkebeyn'ün-Neyyirey;ı isimli haşiyesi; Şeyh Süleyman Cemel'in (Öl. 1204/1889) el-Fütûhât'ülllâhiye'si; Muhammed İbn Salih es-Sibâî'nin (öl. 1268/1851) haşiyesi; Sa'dullah İbn Ğulâm elKandehârî'nin (öl. 1306/1889) Keşfül-Mahcûbîn isimli haşiyesi;.Abdullah İbn Muhammed enNebrâvî'nin (öl. 1357/1938) Kurret'ül-Ayn isimli haşiyesi bulunmaktadır. 139- Salih el-Bü!kînî (öl. 868/1462) Alem'üd-dîn Salih İbn Sirâc Ömer el-Bülkînî, Mısır'da yetişmiş Şafiî bilginlerinden olup Tefsîr'ûl-Bülkînî isimli bir eseri vardır. 868 (1462) yılında Mısır'da vefat etmiştir. 140- Alâeddin Musannifek (öl. 875/1470) AH İbn Mecdüddîn Muhammed es-Şahrûdî; Fahreddîn Râzî'nin torunlarından olup Horasan'da Bistâm yakınlarındaki Şâhrûd'da doğmuş Herât ve çevresinde öğrenim gördükten sonra Önce Konya'da dersler vermiş, sonra Fâtih Sultân Mehmed'İn huzuruna kabul edilerek büyük iltifatlarına mazhar olmuş ve 875 (1470) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Mülteka'l-Bahreyn isimli arapça yazdığı tefsîri Fâtih tarafından büyük bir takdîrle karşılanmıştır. Ayrıca Zemahşerî;'nin Keşşafına bir de haşiye yazmıştır. Diğer taraftan tasavvufî, edebî, felsefî ve mantıkî bazı eserleri bulunmaktadır. 141- Ahmed el-Kırîmî (öl. 879/1474) Seyyid Ahmcd İbn Abdullah el-Kırîmî, nisbesinden de anlaşılacağı gibi Kırımlı olup İstanbul'da dersler vermiş ve Mısbâh'ül-Hâdî isimli Beydâvî tefsîrine bir haşiye yazmıştır. 879 (1474) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 142- Muhyiddîn Kâfiyeci (öl. 879/1474) Muhammed İbn Süleyman İbn Saîd; aslen Bergamalı olup medreselerde gramer kitabı olarak okutulan İbn Hâcib'in Kâfiyesi ile çok meşgul olduğundan kendisine "kâfiyeci" nesbesi verilmiştir. İran, Âzerbeycân ve Mısır'a seyâhatlar yapan ve 879 (1474) yılında vefat eden Kâfiyeci'nin et-Teysîr fî İlm'it-Tefsîr isimli bir tefsîri bulunmaktadır. 143- Sirâceddîn el-Mahzûmî (öl. 885/1480) Muhammed İbn Abdullah er-Rıfâî, aslen Vâsıt'lı olup 885 (1480) yılında Bağ-dâd'da vefat etmiştir. elBeyân fî Tefsîr'il-Kur'ân isimli bir tefsîri vardır. 144- Molla Hüsrev (öl. 885/1480) Molla Muhammed Ibn Ferâmûz tbn Ali, Tokat asıllı olup Edirne'de müderrislik yapmış ilk istanbul kadısı Hızır Bey'den sonra Ayasofya müderrisliğine tayın edilerek istanbul kadılığı payesine verilmiştir. Fâtih tarafından büyük iltifata maz-har olan Molla Hüsrev özellikle Hanefî fıkhına dâir Durer ve Gurer isimli eseriyle şöhret bulmuştur. Kâdî Beydâvî tefsirine yazdığı haşiyeyi tamamlayamamıştır. Ancak Muhammed Ibn Abdülmelik el-Bağdâdî (öl. 1016/1608) bunu tamamlamak istemişse de Bakara sûresinin sonuna kadar bir zeyil yazabilmiştir. Mir'ât'ül-Usûl isimli eseri Osmanlı ulemâsı arasında büyük rağbet görmüştür. 885 (1480) yılında istanbul'da vefat etmiş, ancak na'şı Bursa'ya taşınmış ve kendi adına İnşâ ettirdiği medreseye gömülmüştür. 145- Molla Gürânî (Öl. 893/1487) Şemseddîn Ahmed Ibn Ismâîl; İran'daki Isferâyin'in çevresinde yer alan Gü-rân'da doğmuş, Osmanlı şeyhü'l-îslâmlarının dördüncüsüdür. 893 yılında (1487) istanbul'da vefat eden Molla Gürânî kendi adına yaptırmış olduğu camide metfundur. Gâyet'ülEmânî isimli bir tefsîriden başka Kâdî Beydâvî'nin tefsirine yazmış olduğu haşiyesi vardır. 146- Seyyid Muîn (öl. 894/1488) Şeyh Muîn İbn Safiyyüddîn, Mekke-i Mükerreme'de yaşamış olup Câmi'Üt-Tibyân isimli bir tefsiri kaleme almıştır. 894 (1488)'de Mekke'de vefat etmiştir. 147- Muhammed et-Tilimsânî (öl. 895/1489) Ebu Abdullah Muhammed Ibn Yûsuf İbn Ömer esSenûsî Mağrib'te Tilimsân'da doğmuş, 895 (1489) yılında burada vefat etmiştir. Akâid-i Senûsiyye isimli eseriyle şöhret bulmuş olan Muhammed esSenûsî'nin Sâd suresinden başlamak üzere bir de tefsiri vardır. Senûsî tarikatının kurucularındandır. 148- Molla Câmî (öl. 898/1492) Nûreddîn Abdurrahmân İbn Şemseddîn Ahmed, ünlü Hanefî fakîhlerinden İmâm Muhammed'in soyundan olup Horasan'ın Câm kasabasında doğmuş ve 898 (1492) yılında Herât'da vefat etmiştir. Edebiyat, tasavvuf, hadîs, tefsîr ile ilgili bir çok eseri de bulunan Molla Câmî'nin kendi adına nisbet edilen bir de tefsîri vardır. Devrin bütün bilginlerini İstanbul'da toplamaya çalışan büyük hükümdar Fâtih Sultân Mehmed'in daveti üzerine İstanbul'a gelmek üzere yola çıkmışsa da Konya'ya geldiğinde Fâtih'in vefat ettiğini öğrenmiş ve bu sebeple geri dönmüştür. 149- Cemâl el-Halvetî (öl. 899/1493) Çelebi Halîfe diye bilinen Şeyh Muhammed Cemâlî daha önce zikri geçen Ce-mâleddîn Aksarâyî'nin soyundan olup aslen Karamanlıdır. Amasya'da doğmuş, 899 (1493) veya 912 (1506) yılında hacca giderken vefat etmiştir. Halvetî halîfelerinden olan Cemâl el-Halvetî II. Bâyezîd'in daveti üzerine İstanbul'a gelmiş, bir süre Koca Mustafa Paşa'daki Halvetî dergâhında ikâmet etmiş, sonra hükümdarın sağladığı imkânla hacca giderken yolda vefat etmiştir. Duha sûresinden aşağıya bir tefsîri bulunmaktadır. 150- Muhammed Karahisârî (öl. 900/1494) Revnak'üt-Tefâsîr isimli bir tefsirin müellifi olan Muhammed tbn Necîh Af-yonkarahisâr çevresinde yetişmiş bir bilgin olup 900 (1494) yılında vefat etmiştir. 151- Hüsâmeddîn Bitlîsî (öl. 900/1494) Mevlâna İdrîs-i Bitlîsî'nin babası olan Hüsâmeddîn Ali, el-İşâre isimli bir tefsî-rin müellifidir. 900 (1494) yılında vefat etmiş bulunan Hüsâmeddîn Bitlîsî'nin bir de Kâşânî'nin Istılâhât-ı Sûfiye'sine yazdığı şerhi vardır. 152- Hüseyin el-Kâşifî (öb 903/1497) Hüseyin İbn Ali el-Vaiz el-Kâşifî el-Mevâhib'ül-Aliyye adında Farsça bir tefsir yazmış ve bu eser bilâhere Idrîs el-Bitlîsî'nin oğlu Muhammed (öl. 982/1574) daha sonra da Ferrûh Ismâîl Efendi (öl. 1256/1840) tarafından Türkçeye Mevâkib adıyla tercüme edilmiştir. Özellikle Bursalı îsmâîl Hakkı tarafından pek çok alıntılar yapılan Kâşifî'nin Emîr AH Şîr adına ÂI-i İmrân sûresinin sonuna kadar yazabildiği Cevâhir'üt-Tefsîr isimli bir tefsiri daha vardır. 153- Celâleddîn Devvânî (öl. 918/1512) Celâleddîn Muhammed îbn Es'ad es-Siddîkî; İran'da Kazerün yakınlarındaki Devvân'da doğmuş, Anadolu, Horasan ve Mâverâünnehir'de geziler yaptıktan sonra tekrar doğduğu yere dönmüş ve 918 (1512) yılında vefat etmiştir. Daha çok Şîrâz'da yaşamış olan Celâleddîn Devvânî, Tefsîr el-Kalâkil diye bilinen ve (kul) lafzıyla başlayan sûreleri tefsîr eden bir eser kaleme almış, ayrıca muhtelif sûrelerin tefsîrini yapmış, Ünlü işrâkî filozofu Sühreverdî'nin Heyâki'ün-Nûr'unu şerhetmiş, kelâm ve mantığa dâir bir çok eserler yazmıştır. 154- Hakimşâh el-Kazvînî (öl. 908/1502) Muhammed İbn Mübarek el-kazvînî, Celâleddin Devvânî'nin öğrencilerinden olup Osmanh bilginlerinden Müeyyedzâde'nin tavsiyesi üzerine Sultân Bâyezîd tarafından İstanbul'a davet edilmiş fıkıh, mantık, edebiyat, tefsîr ve kelâm alanında eserler kaleme almış ve 908 (1502) yılında vefat etmiştir. Fetih sûresinden başlamak üzere kaleme almış olduğu Tefsîr-i Hakîmşâh isimli bir tefsîri vardır. 155- Ni'metullah Nehcuvânî (öl. 920/1514) Ni'metullah İbn Mahmûd, Âzarbeycân'ın Nehcuvân kentinde doğmuş, bilâhere Konya'ya gelerek Akşehir'e yerleşmiş ve 920 (1514) yılında burada vefat etmiştir. el-Fevâtih'ül-İIâhiyye isimli tefsîri daha çok tasavvufî ağırlığı olan bir tefsîrdir. 156- Kemâlüddîn el-Karamânî (öl. 920/1514) Kara Kemâl diye şöhret bulmuş olan Ismâîl İbn Bâlî, Karaman asıllı olup Ah-med Hayalî ve Molla Husrev gibi zevattan dersler almış, önce Edirne sonra İstanbul'da müderrislik yapmış ve 920 (1514) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Kelâm ve fıkıha dâir eserlerinin yanısıra Kâdî Beydâvî'nin tefsirine yazmış olduğu haşiye ile, Zemahşerî'nin Keşşaf isimli eserine yazmış olduğu kısmî haşiyesi meşhurdur. 157- Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi (öl. 922/1516) Mevlânâ Abdurrahmân İbn Müeyyed Ali; Celâleddîn Devvânî'nin öğrencilerinden olup Amasya'da Şehzade Bâyezîd tarafından korunmuş ve bilâhere İstanbul'a gelerek müderrislik ve kadılık yapmış, Rumeli Kazaskeri olmuştur. 922 (1516) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Kelâma ve astronomiye dâir eserleri bulunan Müeyyedzâde'nin bazı Kur'ân süreleriyle ilgili tefsîri mevcûddur. 158- Çemâleddîn İshâk (öl. 930/1523) Cemâl Halîfe diye bilinen Şeyh Cernâleddin İshâk; Karamanlı olup tasavvuf ve kelâmla ilgili eserler kaleme almış, 930 (1523) veya 940 (1533) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Kâdî Beydâvî'nin tefsirine bir haşiye yazmış, ayrıca Mücâdele sûresinden sonra Kur'ân'ı onar bölüm halinde tefsir ettiği kendi adıyla anılan bir de tef-sîr kaleme almıştır. 159- Ebu Zekeriyyâ el-Ansârî (öl. 926/1519) Zekeriyyâ İbn Muhammed İbn Zekeriyyâ el-Mısrî, Mısırda yetişmiş bir bilgin olup tefsîr, hadîs, fıkıh, tasavvuf ve belagat gibi İslâm ilimlerinde şöhret bulmuş ve Sultan Kayıtbay'ın ısrarıyla Kâhire'de Kâdî'l-Kudât mevkiine yükselmiş bir bilgindir. Feth*ül-Celîl ve Feth'ür-Rahmân isimli tefsirle İlgili iki eseri vardır. Birincisi Kâdî Beydâvî'nin tefsîrinin hâşiyesidir. 926 (1519) da Kâhire'de vefat etmiştir. 160- Zeyneddîn el-Uleymî (öl. 928/1521) Abdurrahmân İbn Muhammed İbn Abdurrahmân, Kudüs'te yetişmiş bir bilgin olup Feth'ür-Rahmân isimli bir tefsîr yazmıştır. Hanbelî mezhebine mensûb bulunan eMJIeymî 928 (1521) yılında vefat etmiştir. 161- Yahşî Halîfe (öl. 930/1523) Yahşî Halîfe, Amasyalı bir bilgin olup Mısır'a gitmiş ve burada devrin bilginlerinden dersler almış İsra sûresinin tefsirine dair bir eser yazmıştır. 930 (1523) yılında vefat ettiği sanılmaktadır. 162- İbn Kemâl Paşa (öl. 940/1533) Şemscddîn Ahmcd İbn Kemâl Paşa, Kemâlpaşâzâde Süleyman Bey'in oğlu olup Tokat'ta doğmuş, Osmanlı devletinin muhtelif eyâletlerinde müderrislik yapmış, Anadolu Kazaskerliği makamına yükselmiş, Yavuz Sultân Selîm İle beraber Mısır seferine katılmış ve nihayet Kânûnî Sultân Süleyman zamanında Şeyh'ül-lslâm olmuş ve iki dünyanın müftîsi anlamına Müfti's-Sakaleyn unvanına hâiz bulunmuş büyük bir bilgin olup 940 (1533) yılında İstanbul'da vefât etmiştir. Üçyüzden fazla eseri olduğu kabul edilen Kemâl Paşazâde'nin Kâdî Beydâvî ve Zemahşerî'nin tefsirlerinin baştarafına yazmış olduğu haşiyelerden ayrı olarak kendi adına nİsbet edilen bir de tefsîr yazmıştır. 163- Muhyiddîn cl-Vefâî (öl. 940/1533) Muhammed İbn Bedreddîn Mahmûd, aslen Muğlalı olup Kütahya ve Bursa'da müderrislik yapmış ve 940 (1533) yılında Bursa'da vefât etmiştir. Tenvîr'üdDuhâ isimli Duhâ sûresinin tefsirinden başka bir de Âyet el-Kürsî tefsiri vardır. 164- Hüsâmeddîn el-İsferâyînî (951/1544) İbrâhîm İbn Muhammed Arab Şâh, Ebu İshâk elEsferîyînî'nin soyundan olup Semerkand doğumludur. Babası ve dedesi de İsferâyin'de kadılık yapmış olan Hü-sâmeddin, Molla Câmî'nin öğrencilerinden olup Kâdî Beydâvî'nin tefsirine yazmış olduğu haşiyeyi Sultân Süleyman'a ithaf etmiştir. Derin bir bilgin olan Hüsâmeddîn 951 (1544) yılında vefât etmiştir. 165- Şeyh'ül-İslâm Sa'dullah Efendi (öl. 945/1538) Kastamonu çevresinde doğmuş olan Şeyh'ül-İslâm Sa'dullah Efendi, Edirne ve İstanbul'da müderrislik yaptıktan sonra İstanbul kadısı olmuş ve İbn Kemâl'in ölümü üzerine Şeyh'Ül islâmlık makamına getirilmiştir. Kâdî Beydâvî tefsirine yazmış olduğu bir haşiyeden başka Hidâye ve Kâmüs haşiyeleri vardır. Bir süre Murâd Paşa camii imamlığı da yapmış olan Sa'dullah Efendi, 945 (1538) yılında vefat etmiştir. 166- Ömer Atûfî (öl. 948/1541) Hayreddîn Hızır İbn Mahmûd İbn Ömer, Merzifon'da doğmuş, İkinci Sultân Bâyezîd tarafından saray muallimliği görevine getirilmiş ve 948 (1541) yılında vefat etmiştir. Kâdî Beydâvî tefsîrine ve Zemahşerî'nin Keşşaf tefsirine haşiyeler yazmış, ayrıca Hısn'ül-Âyât ismiyle En'âm sûresinin bazı âyetlerini tefsîr etmiştir. 167- Şehzade Muhyiddîn (öl. 951/1544) Muhyiddîn Muhammed tbn Muslihiddîn Mustafâ, izmitli olup Şehzade diye şöhret bulmuştur. Kâdî Beydâvî'ye yazmış olduğu ve kendi adıyla anılan haşiyesi çok ünlüdür. 951 (1544) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 168- Muhammed es-Sıddîkî (Öl. 952/1545) Ebu'l-Hasan Muhammed İbn Muhammed es-Sıddîkî, Mısırlı olup TeshîFtts-Sebîl isimli bir tefsiri vardır. 952 (1545) yılında Mısır'da vefat etmiştir. 169- Bedreddîn Mahmûd (öl. 956/1549) Aydınlı bir bilgin olup İstanbul'da Sofu Paşa medresesinde müderrislik yapmış ve kendi adına nisbet edilen bir de tefsîr yazmıştır. 956 (1549) yılında vefat etmiştir. 170- Mevlâna Muslihûddîn Lârî (öl. 979/1571) Muhammed İbn Salâh elrAnsârî, Hindistan ile İran arasında bulunan Lâr şehrinde doğmuş 979 (1571) yılında Diyarbakır'da vefat etmiş bir bilgin olup Celâled-din Devvânî'nin örencilerindendir. Astronomi, kelâm ve gramere dâir birçok eserinin yanı sıra, Kâdî Beydâvî' tefsîrine yazmış olduğu ta'lika Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini İhtiva etmektedir. 171- Ahmed el-Karâmânî (öl. 981/1572) Nureddîn Ahmed İbn Mahmûd, Karamanlı olup Kâdî Beydavî'nin tefsîrine bir haşiye yazmış, ayrıca Alâeddiri Ali İbn Yahya'nın kaleme almış bulunduğu Bahr'ül-Ulûm isimli tefsîr kitabının tamamlanmayan kısmını tamamlamıştır. 981 (1572) yılında karaman'da vefat etmiştir. 172- İmâm Birgivî (öl. 981/1572) Zeyneddîn Muhammed İbn Pîr A!i, 929 (1522) yılında Balıkesir'de dünyaya gelmiş ve 981 (1572) yılında Birgi'de vefat etmiştir. Kanunî devrinin bu ünlü bilgini, özellikle parayla Kur'ân okunmasının ve ilim öğretilmesinin caiz olmadığını savu-narak zamanın bilginleriyle çetin tartışmalara girişmiş ve ünlü Şeyh'ül-lslâm Ebu's-Suûd Efendi'yi bu konuda eleştirmiştir. Tamâmlayamadığı bir tefsirinden başka Tarîkat-ı Muhammediye isimli eseri ve daha çok vaz ve nasıhata dâir kitapları bulunmaktadır. 173- Münşî Muhammed (Öl. 1000/1591) Muhammed İbn Bedreddîn, Akhisâır'h olup Nezîl'üt Tenzîl isimli bir tefsîr yazmış ve III, Sultân Murâd'a ithaf etmiştir. Bu çalışması sonucu kendisine Haremi Nebevî şeyhliği payesi verilmiş ve ölümüne kadar Medîne-i Münevvere'de ikâmet etmiştir. Bakî' kabristanına defnedilmiş olan Münşî Mehmed Efendi hicrî 1000 (1591) yılında vefat etmiştir. 174- Muînüddîn el-îcî (öl. 906/1500'den sonra) Muhammed İbn Safiyyûddîn Abdurrahman İbn Muhammed el-Icî Cevâmi'üt-Tibyân İsimli bir tefsîrin müellifi olup İran'da îc'de dünyaya gelmiş ve tahminen 906 (1500) yıllarından sonra Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir. 175- Şeyh-ül-lslâm Zekeriyyâ Efendi (öl. 1001/1592) Ankara'da doğmuş olup İstanbul'da tahsil ettikten sonra Mısır ve Hicaz'a gitmiş olan Şeyh'ül-îslâm Zekeriyyâ Efendi; Haleb, Bursa, istanbul kadılıklarında bulunmuş, bilâhere Anadolu Kazaskerliği ve Rumeli Kazaskerliği yapmıştır. 999 (1590) yılında Şeyh'ül-tslâmlık mevkiine yükselmiş, 1 sene, 5 ay bu mevkide kaldıktan sonra 1001 (1592) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Fıkıh ve kelâma dâir şerhlerinin yanı sıra Kâdî tefsirine ve Keşşaf tefsirine bazı ta'lîkler yazmış, bir de Fatiha sûresi tefsiri kaleme almıştır. 176- Feyzî Hindî (öl. 1004/1595) Hindistanlı ünlü bilgin ve şâir Feyzî Hindî, Dekkan veya Ağra'da doğmuş, tef-sîr, fıkıh, astronomi ve tıb bilimlerinde değerli çalışmalar yapmıştır. Tarih, mûsikî ve edebiyyattan zevk alan Feyz-i Hindî, Sansitriceyi de bildiğinden Hind felsefesini yakından tanımış ve 1004 (1595) yılında vefat etmiştir. Savâtı'ül-llhâm isimli tefsîri çok tanınmıştır. 177- Ali el-Kârî (öl. 1014/1605) Ali İbn Muhammed İbn Sultân el-Herevî, Molla Kârî diye de şöhret bulmuş olan Ali el-Kârî, Hanefî fakîhlerinden olup Herât'da öğrenim gördükten sonra Mısır ve Hicaz'a gitmiş, bilâhere Mekke-i Mükerreme'ye yerleşmiştir. Fıkıh, hadîs ve. tefsirde ihtisas sahibi olan Ali el-Kârî, Envâr'ül-Kur'ân isimli bir de tefsîr kaleme almıştır. Daha önce de zikrettiğimiz gibi Celâleyn tefsirine haşiye yazmıştır. 1014 (1605) yılında Mekke'de vefat etmiştir. 178- Şeyh'ül-İslâm Muhammed Efendi (öl. 1024/1615) Tâc'üt-Tevârîh isimli eserin müellifi Hoca Sa'deddîn Efendİ'nin oğlu olan Şerif Mehmed Efendi, Bursa'da doğmuş Mekke ve İstanbul kadılıklarında bulunduktan sonra Anadolu Kazaskerliğine tayîn edilmiş, 1007 (1598) yılında Şeyh'ül-tslâm olmuştur. 1024 (1615) yılında vefat etmiş bulunan Şeyh'ül-İslâm Mehmed Efendi'-nin, Hulâsat'üt-Tebyîn isimli Yâsîn sûresinin tefsîri bulunmaktadır. 179- Bahâeddîn el-Âmilî (öl. 1031/1621) Bahâeddîn Muhammed İbn Hüseyn İbn Abdüssamed, Şâm civarında doğmuş (Ba'lbek yakınlarındaki Âmil'e nisbetle bu isim verildiği gibi, İran'daki Âmül'e nis-betle de bu ismin verilmiş olduğu söylenir) Kazvîn'e yerleşmiş ve İsfahan'a geçerek Safevî hükümdarlarından Şâh Abbâs'ın iltifatına mazhar olmuştur. Hicaz, Mısır ve Kâhire'de bulunmuş bilâhere İsfahan'a dönerek 1031 (1621) yılında burada vefat etmiştir. Kâdî Beydâvî tefsirine yazmış olduğu haşiyeden ayrı olarak astronomi, matematik, nahiv belagat ve Şu fıkhına dâir eserleri bulunmaktadır. 180- İsmâîl Rusûhî (öl. 1042/1632) Şeyh tsmâîl Ankaravî, Ankara'da doğmuş, önce Hacı Bayrâm-ı Velî'ye mün-tesib iken bilâhere Mevlevi tarikatına geçmiş ve Galata Mcvlcvîhânesi şeyhi olmuştur. Mesnevi şerhiyle şöhret bulmuş olan Ismâîl Rusûhî Dede'nin Fütuhat-î Ayniye ' isimli türkçe bîr Fatiha sûresi tefsiri bulunmaktadır. 1042 (1632) yılında vefat etmiştir. 181-Abdülmecîd Sivâsî (öl. 1049/1639) Halvetiye tarikatına mensûb bulunan Abdülmecîd Sivâsî III. Sultan Mehmed'-in daveti üzerine İstanbul'a gelmiş ve 1049 (1639) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Bir Fâtİha tefsirinin yanı sıra Mesnevi Şerhi ve akâidle ilgili eserleri bulunmaktadır. 182- Fereciıllah el-Hüveyzî (öl. 1050/1640) Ferecullah İbn Muhammed İbn Derviş, Hûzistân'da yetişmiş Şiî, imâmiyye mü-fessir ve tarihçilerinden olup bir Kur'ân tefsiri, ayrıca astronomiye dâir eserleri bulunmaktadır. 1050 (1640) yılında Hûzistân'da vefat etmiştir. 183- Abdurrahmân el-İmâdî (öl. 1051/1641) Abdurrahmân İbn Muhammed Şam'da yetişmiş bir bilgin olup Tahrîr'Üt-Te'vîl isimli bir tefsîr kaleme almıştır. Hicaz'da da ikâmet etmiş bulunan İmâdî' 1051 (1641) yılında vefat etmiştir. 184- Beypazarh Muslihüddîn (öl. 1051/1641) Tefsîr-i Bekbazârî diye de bilinen bir tefsirin müellifi bulunan Muslihüddîn Efendi Beypazarmda yetişmiş bir Osmanlı bilginidir. 1051 (1641) yılında vefat etmiştir. 185- Manastırlı Şâh Muhammed (öl. 1052/1642) Muhammed İbn Ahmed, Manastır'da yetişmiş bir bilgin olup Nehr'üd-Dekâik adında türkçe bir tefsîr yazmıştır. 1052 (1642)de Manastır'da vefat eden Şâh Mu-hammed'in bu eserini Nccmeddîn Kübrâ'nın Te'vîlât isimli tefsirinden özet olarak Türkçeye çevirdiği sanılmaktadır. 186- Tireli Mehmed Efendi (öl. 1061/1650) Tire'de doğmuş bulunan Mehmed Efendi, bir süre Tire'de İbn Melek medresesinde müderrislik yapmış daha sonra bir vesîle ile geldiği İstanbul'da 1061 (1650) veya I0İ6 (1607) yılında vefat etmiştir. Fıkıh, usûl ve kelâma dâir eserleri bulunan bu zâtın Kur'an'ın yarısına kadar bir tefsiri mevcûddur. 187- Abdülhakîm es-Siyelkûtî (öl. 1067/1657) Hindistan'da Siyelkût'ta yetişmiş bulunan Abdülhakîm İbn Şemseddîn'in akâ-id, mantık ve belâğate dâir eserlerinin yanı sıra Kâdî tefsirine yazmış olduğu bir de haşiyesi vardır. 1067 (1657) yılında memleketinde vefat etmiştir. 188- Şihâbeddin el-Hafâcî (öl. 1069/1658) Mısırlı Hafâc kabilesine mensûb bulunan Ahmed İbn Muhammed ibn Ömer, Kâdî İyâz'ın Şifa'sına yazdığı şerhle şöhret bulmuş olup, İstanbul'a gelerek Rumeli'de kadılık yapmış, sonra doğduğu yer olan Mısır'da 1069 (1658) yılında vefat etmiştir. Kâdî Beydâvî tefsirine yazdığı büyük haşiyesi İnâyet'ül-Kâdî ye Kifâyet'ür-Râdî adını taşımaktadır. 189- Manisalı Abdurrahmân Efendi (öl. 1080/1669) Kadî tefsirine bir şerh yazmış bulunan Manisalı Abdurrahmân İbn Abdullah 1080 (1669) yılında Manisa'da vefat etmiştir. 190- Şeyh'ül-lslâm Yahya Efendi (öl. 1088/1677) Alanyalı Minkârîzâde Ömer Efendi'nin oğlu olan Şeyh'ül İslâm Yahya Efendi, değişik yerlerde müderrislik yaptıktan sonra İstanbul kadılığına tayîn edilmiş ve bi-lâhere Rumeli Kazaskeri olmuştur. 1073 (1662) yılında Şeyh'ül-lslâm olan Yahya Efendi, 1088 (1677) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Kâdî Tefsîrine yazmış olduğu bir haşiyesi vardır. 191- Ahmed Nâsıh (öl. 1096/1684) Bağdâd'da Abdülkâdır Geylânî'nin mescidinde vaiz olan Ahmed İbn Abdullah, Vezîr İbrâhîm Paşa'nın arzusu üzerine Zübdet'ül-Âsâr ismiyle türkçe bir tefsîr yazmıştır. 1096 (1684) yılında vefat eden Ahmed Nâsıh, bu tefsirini muhtelif tefsirlerden özetleyerek tercüme etmiştir. 192- Antakyah Remzî Efendi (öl. 1100/1688) İstanbul kadısı olan Antakyah Remzî Efendi, Lem'at'ül Envâr isimli Kâdî Bey-dâvî tefsîrine bir haşiye yazmıştır. 1100 tarihinde (1688) İstanbul'da vefat etmiştir. 193- Abdülbakî et-Tebrîzî (öl. 1033/1623'den sonra) Tebrîzli bir bilgin olan Abdülkâdîr et-Tebrîzî, kendi adına nisbet edilen bir tefsîr yazmıştır, önsözünde eserini Zemahşcrî'nin ve Kâdî Beydâvî'nin tefsirlerini örnek alarak yazdığını ve 1033 (1623) yılında tamamladığını belirtmektedir. 194- İznikli Ali Çelcbî (Öİ. 1108/1694) İznikli Ali İbn Hüsrcv Bayrâmiyye tarikatının Mclâmiyyc koluna mensûb olup III. Sultân Mehmed zamanında İstanbul'a gelmiştir. Keşf'ül-Esrâr isimli bir tefsîri bulunmaktadır. 1108 (1696) yılında İstanbul'da vefât eden Ali Çelcbi'nin havâssa ve tasavvufa dâir eserleri bulunmaktadır. 195- Usturumcalı Şeyh Ismâîl (öl. 1110/1698) Kendi adına anılan türkçe bir tefsirin müellifi olan Şeyh Ismâîl Usturumca doğumlu olup 1110 (1698) yılında vefât etmiştir. 196- Şeyhü'l-tslâm Feyzullah Efendi (öl. 1115/1703) Erzurumlu olan Feyzullah Efendi, Kâdî Beydâvî tefsîrine bir haşiye yazmıştır. Çeşitli siyâsî olaylara da karışmış bulunan Şeyhü'l-lslâm Feyzullah Efendi, kayınpederi Vâ'ni Efendi'nin delaletiyle padişah hocası olmuş, daha sonra Rumeli Kazaskerliğine yükselmiş, IV. Mehmed'in tahttan indirilmesinden sonra da Şeyh'ül-lslâm olmuşsa da daha sonra bu makamdan azledilerek Erzurum'a sürülmüştür. II. Sultân Mustafâ'nın tahta geçmesi üzerine İstanbul'a çağırılarak ikinci kez ŞeyhÜl-lslâmlık makamına oturtulmuştur. Oğullarından ikisini kazasker, birini hoca tayîn ettirmiş büyük oğlunu da pâdişâhın İradesiyle kendi yerine halef tayîn ederek Şeyh'üllslâmhk payesi verdirmiştir. Kendi akrabalarını büyük memûruyet-lere getirtmekle şöhret bulmuş olan Feyzullah efendi III. Ahmed'in tahta çıkmasıyla bu görevden alınarak U5'de (1703) tarihinde Yeniçeriler tarafından Edirne'de katledilmiş ve cenazesi Tunca nehrine atılmıştır. Osmanlı devletinde öldürülen üçüncü Şeyh'ül-lslâmdır. Kâdî Beydâvî tefsîrine bir haşiyesinin yamsıra diğer bazı eserleri bulunmaktadır. 197- Abdülhayy Efendi (1117/1705) Celvetiye tarikatı mensûblanndan olan Abdülhayy Efendi'nin Fatiha sûresinin tefsirinden ibaret olan Feth'ûl- Beyân isimli bir eseri vardır. 117 (1705) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 198- Şeyh'ül-lslâm Abdürrahîm Efendi (öl. 1128/1715) Bursalı olan Abdürrahîm Efendi, muhtelif kadılıklarda bulunduktan sonra Anadolu ve Rumeli Kazaskerliklerinde bulunmuş ve 1127 (1715) yılında Şeyh'Ül-lslâm olmuş ve 1128 (1715) yılında vefat etmiştir. Kâdî Beydâvî'nin Tefsirine dâir ta'Hkâtı vardır. 199- Ahmed el-Hindî (öl. 1130/1717) Ahmcd İbn Ebu Saîd İbn Abdullah Rezzâk el-Hindî, aslen Mekkeli olup, Hindistan'da dünyaya gelmiş ve M 30 (1717) yılında Dehli'de vefat etmiştir. Sultân Alem-gîr'in büyük iltifatına mazhar olan Ahmet elHindî'nin et-TefsîrâtülAhmediye isimli bir tefsîri vardır. Daha çok fıkhî mes'eleleri ele almaktadır. 200- Saçakhzâde Mehmed Efendi (öl. 1145/1732) Maraşh ünlü bir aileye mensûb bulunan Mehmed Efendi; felsefe, tasavvuf, tefsir ilmine dâir pek çok eser kaleme almıştır. Keşşaf tefsirine yazdığı haşiyenin yanısıra müteşâbih âyetlerle ilgili bir risalesi bulunmaktadır. 1145 (1732) yılında Mafaş'ta vefat etmiştir. 201- Mescizâde Abdullah Efendi (öl. 1148/1735) Kelâm ve tefsîr ilminde şöhret bulmuş olan Abdullah Efendi; Kâdî Beydâvî Tef-sîrine yazdığı haşiyeden ayrı olarak bu tefsirdeki haber ve rivayetleri değerlendiren bir eser ile Gazzâlî ve İbn Rüşd arasındaki tartışmaları konu edinen kelâma dâir bir eser yazmıştır. 1148 (1735) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 202- Kazâbâdh Ahmed Efendi (öl. 1163/1749) Tokat'ın Kazova ilçesinde doğmuş bulunan Ahmed İbn Muhammed İbn lshâk el-Hanefî; İstanbul'da Süleymâniyye medresesinde müderrislik yapmış, Selânîk, Mısır ve Mekke kadılıklarında bulunmuş, 1163 (1749) yılında İstanbul'da vefat etmiş bir bilgin olup Nebe' ve Fatiha sûrelerinin tefsîri ile ilgili iki eserinin yanısıra kelâm ve ahlâka dâir eserleri vardır. 203- İzmirli Mehmed Efendi (öl. 1165/1751) Aslen Kırşehirli olan Mehmed İbn Velî İbn Resul; İstanbul'da öğrenim gördükten sonra İzmir'e giderek burada müftülük görevini ifâ etmiş ve 1165 (1751) yılında izmir'de vefat etmiştir. Kelâm ve felsefeyle ilgili eserlerinin yanısıra Kâdî Tefsirine yazmış olduğu bir haşiyesi bulunmaktadır. 204- Lübbî Mehmed Efendi (öl. 1166/1752) Lübb'üt-Tefâsîr isimli bir eserinden dolayı bu lakabı alan Mehmed Efendi 1166: (1752) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 205- Amasyalı Abdullah Efendi (öl. 1167/1753) Abdullah Hilmî Efendi, Amasya asıllı olup İstanbul'da öğrenim görmüş, bilâ-here saray hocalığına yükseltilmiş ve 1167 (1753) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Buhârî şerhi ile meşhur olan bu zatın Fâtihe ve Mülk sûreleri tefsirinden başka Sahîh-i Müslim'in de yansına kadar bir şerhi vardır. 206- Hadımh Mehmed Efendi (öl. 1176/1862) Aslen Buhârâlı olup Konya'nın Hadım kasabasında dünyaya gelmiş olan Mehmed İbn Mustafâ; Kâdî Beydâvî'nin tefsirinin bir kısmına tâ'Iîk ve ayrıca Ihlâs sûresine tefsir yazmıştır. Fatiha sûresi tefsirini, devrin hükümdarının daveti üzerine İstanbul'a gelerek Ayasofya camiinde halka takrîr etmiştir. 1176 (1762) yılında vefat etmiştir. 207- Şah Veliyullah ed-Dihlevî (öl. 1176/1762) Azîmüddîn Ahmed İbn Abdürrahim ed-Dİhlevî; Hindistan'da yetişmiş büyük bir bilgin olup Moğol Hanedanına karşı Hindistan'da Ehl-i Sünnet akidesini korumaya çalışmış ve bu konuda bir çok eserler kaleme almıştır. Bilhassa Huccetullah'ilBâliğe isimli eseri büyük bir rağbete mazhar olmuştur. Feth'ür-Rahmân isimli Farsça bir tefsîri de bulunmaktadır. 1176 (1762) yılında vefat etmiştir. 208- Abdülğafûr el-Âmidî (öl. 1185/1771) Abdülğafûr Lebîb; Diyarbakırlı bir bilgin olup, Kâdî Beydâvî tefsirine ta'lîkât yazmıştır. 1185 (1771) yılında Diyarbakır'da vefat etmiştir. 209- Konyalı İsmâîl Efendi (öl. 1195/1780) Hafız İsmâîl İbn Muhammed İbn Mustafâ, Konyalı olup İstanbul medreselerinde öğrenim gördükten sonra Sultân Mustafâ ve I.Abdülhamîd'in saygısını kazanmış, hac vazifesini îfâ ettikten sonra dönüşünde 1195 (1780) yılında Şam'da vefat etmiştir. Kâdî Tefsîrine yazdığı haşiye Ünlüdür. 210- Erzurumlu Lutfullah Efendi (öl. 1202/1787) Göğsü Gür Lutfullah diye de bilinen bu zât; Râmûz'üt-Tahrîr isimli bir tefsir kaleme almış ve 1202 (1787) yılında Haleb'te vefat etmiştir. 211- Bursalı Abdülkâdir Efendi (öl. 1202/1787) Eşref oğlu Rûmî soyundan gelen Abdülkâdir Necîb, Kadir? tarikatına mensûb olup Zübdet'ül-Beyân İsimli arapça bir tefsir yazmış ve 1202 (1787) yılında Bursa'-da vefat etmiştir. 212- Müstakîmzâde Sa'deddîn Efendi (öl. 1202/1787) Âlim, edîb ve şâir bir zât olan Müstakîmzâde'nin, tasavvuf, ahlâk ve edebiyatla ilgili eserlerinin yanısıra Tuhfet'ül-Hattâtîn isimli eseri meşhurdur. 1202 (1787) yılında vefat etmiş olup Fatiha sûresi tefsîri bulunmaktadır. 213- Süleyman el-Ezherî (öl. 1204/1789) Cemel diye de bilinen Süleyman İbn Ömer İbn Mansûr el-Uceylî, Mısır'ın Mun-yetU Uceyl kasabasında doğmuş, bilâhere Kâhire'ye yerleşerek 1204 (1789) yılında burada vefat etmiştir. Özellikle Celâleyn tefsîrine yazmış olduğu el-Fûtühât'ülllâhîyye isimli haşiyesi (Cemel) Osmanlı ulemâsı arasında büyük bir rağbete mazhar olmuştur. 214- İsmâîl Müfid Efendi (öl. 1217/1802) Kâdî Beydâvî Tefsîrine haşiye yazmış olan İsmâîl Müfîd Efendi, 12Î7 (1802) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 215- Bursalı Abdüllatîf Efendi (öl. 1247/1831) Gazzîzâde Abdüllatîf Efendi diye de bilinen Halvetiyye tarikatına mensûb bu zât; Fütûhât-i Kenzi Kur'ân ve zübdet'ül-Beyân isimli tefsirlerin yanısıra nâsihve mensûhile ilgili bir de eser yazmıştır. 1247 (1831) de Bursa'da vefat etmiştir. 216- Muhammed Emîn tbn Âbidîn (öl. 1252/1836) Muhammed Emîn İbn Ömer Abdülazîz, Şamlı bir bilgin olup fıkıh alanındaki çalışmalarıyla şöhret bulmuş, Hanefî fıkhının son büyük temsilcilerinden birisi.olmuştur. 1252 (1836) yılında Şam'da vefat etmiştir. Redd'ül-Muhtâr isimli İbn Âbidîn diye şöhret bulmuş olan fıkıh eserinin yanısıra, Kâdî Beydâvî tefsîrine de haşiye yazmıştır. 217- Eyyûb'lu Abdullah Efendi (öl. 1252/1836) Eyyûb Sultân Camii İmâmı ve Sultân Ahmed Camii vaizi olan Abdullah ibn Muhammed Salih; fıkıh, mev'ize ve tasavvufa dâir eserlerinin yanısıra tefsirle ilgili iki eseri vardır. 1252 (1836) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 218- Siirt'li Halîl Efendi (öl. 1257/1841) Siirt'Ii Molla Halîl diye bilinen bu zâtın, Tebsiret'ülKulûb isimli bir tefsîri vardır. 1257 (1841) yılında vefat etmiştir. 219- Şeyh Muhammed el-Mirganî (1268/1851) Muhammed Osman İbn Muhammed İbn Ebubekir elMirganî; Tâif'te dünyaya gelmiş, Mİrganî tarikatını Hicaz, Mısır ve Sudan'da yaymaya çalışmış, 1268(1851) yılında Tâif'te vefat etmiştir. Tâc'ütTefâsîr isimli iki ciltlik bir tefsîri vardır. 220- Ebu Bekr el-Külâlî (öl. 1280/1863) Ebu Bekr ibn Ahmed İbn Dâvûd el-Külâlî, Şam'da yetişmiş olup Safvet'üt-Tefâsîr isimli bir eseri vardır. 1280 (1863) yılında Şam'da vefat etmiştir. 221-Ebubekrel-Bennânî (öl. 1284/1867) Ebubekr ibn Muhammed ibn Abdullah el-Bennânî; Fas'ta Rabat'ta yetişmiş ünlü bir sûfî olup büyük bir Kur'ân tefsîri yazmıştır. 1284 (1867) yılında Rabât'da vefat etmiştir. 222- Osman Necâtî (öl. 1293/1876) Eskişehir'de dünyaya gelmiş, Kayseri'de öğrenim gördükten sonra istanbul'da müderris olmuş ve 1293 (1876) yılında burada vefat etmiştir. Amme cüz'ünü türkçe olarak tefsîr etmiştir. 223- Şeyh'ül-Islâm Ahmet Muhtar Bey (öl. 1300/1882) Sadr-ı A'zam Hoca Yûsuf Paşa'nın torunu olan Şeyh'ül-îslâm Ahmed Muhtar Bey iki kerre Şeyh'ültslâm olmuş ve 1300 (1882) yılında istanbul'da vefat etmiştir. Tuhfet'ül-Muhtâr isimli Celâleyn tefsîrine haşiyesi vardır. 224- Muhammed Senâullah el-Hindî (öl. 1216/1801) Hindistanlı değerli bir bilgin olan Muhammed Senâullah; et-Tefsîr'ül-Mazherî (?) isimli bir tefsîr yazmıştır. 1216 (1801) civarında vefat etmiştir. Buraya kadar, tedvîn edilmiş tefsirler döneminden günümüze değin tefsîr alanında yapılmış olan faaliyetleri kısaca tanıtmaya çalıştık. Bu bölümde tanıtmaya çalıştığımız müfessirler, genellikle herhangi bir ekole mensûb olmayan ama muhtevaları bakımından da fazla derinliği bulunmayan sıradan müelliflerdir. Bunlar daha çok pratikte ihtiyâç duyulan medrese öğrencilerinin el kitabı olarak okudukları eserler veya bu eserlere şerhler, ya da haşiyeler yazmış olan kimselerdir. XV. asrın başından itibaren tslâm dünyasının her tarafında görülen durgunluk »ve sığlık bu tefsirlerde de göze çarpmaktadır. Daha önce de vurguladığımız gibi, tefsîr ilmi, devrin -diğer ilimleriyle çok yakın bir ilişki içerisindedir. İlim ve tefekkürün canlı olduğu zamanlarda kaleme alınmış bulunan tefsirler de son derece zengin bir muhteva ile devrin kültürünü yansıtmaktadırlar. Buna mukabil olarak ilim ve kültürün durgun olduğu dönemlerde-diğer alanlarda olduğu gibi-tefsîr alanında yazılan eserlerde genel bir seviyye düşüklüğüne şâhid olmaktayız. Bu olgu, incelemiş olduğumuz dönem için de geçerlidir. Bu sebeple Batılılaşma hareketinin başlangıcına kadar son derece donuk geçen tefsîr çalışmaları, Batılılaşma hareketinin belirmesiyle birlikte canlanmaya başlayacak ve yeni, modern tefsîr hareketi ortaya çıkacaktır. Şimdi bu dönemdeki tefsîr faaliyetini görmeye çalışalım.[1]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MODERN TEFSÎR FAALİYETİ
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MODERN TEFSÎR FAALİYETİ
MODERN TEFSÎR FAALİYETİ MODERN TEFSÎR FAALİYETİ
İlk Belirtiler:
İlk Belirtiler: Gazzâlî'den sonra İslâm dünyasında duraklamaya başlayan fikrî hayat; yalnızca felsefî ve ilmî sâhâda görülmekle kalmaz, dinî alanda ve özellikle Kur'ân tefsîri alanındaki çalışmalarda daha bariz olarak ortaya çıkar. Ancak zaman zaman geniş görüşlü devlet adamlarının da desteği ile oldukça çaplı bilginler yetişir. Ne var ki İslam dünyasının siyâsî alandaki durgunluğuyla birlikte belki de fikrî durgunluğun neticesi olarak ortaya çıkmış bulunan siyâsî durgunluk ve gerileme ile birlikte tefsîr sahasında da şerhçilik ve hâşiyecilik anlayışının yaygınlaştığı görülür. Bilhassa İslâm dünyasının Sünnî kesiminde Ebu's-Suûd Efendi ile birlikte kapanmaya başlayan canlı tefsîr faaliyeti, Osmanlı İslâm devletinin gerilemeye başlaması ile büyüt; çapta durgunluğa düşer. Onyedinci Yüzyılın sonlarında yapılan Karlofça antlaşma sıyla birlikte, Batılı devletler karşısında yenilgiye uğrayan Osmanlı İslâm devleti ken dîni bir daha kolay kolay toparlayamaz. Sanayi devriminin yapıldığı ve sömürgecilü faaliyetlerinin büyük bir hızla gelişme kaydettiği Onsekizinci Yüzyıl boyunca Islârr dünyasındaki ilim ve düşünce merkezleri tamamen kendi içlerine kapanıp kalır. Da ha önce de sözünü ettiğimiz gibi, pratik ihtiyâçların ötesinde hâşiyecilik anlayışının ilerisinde bir gelişme gösteremez. İkİyüz yıl boyunca süren bu siyâsî gerileme hareketi aynı zamanda İlmî ve fikrî geriliğin de ivmesini arttırır. Ondokuzuncu Yüzyılın başlarına gelindiğinde artık İslâm dünyasının tarihî hasmı Haçlı dünyası her alanda gelişme kaydetmiş, büyük sanayi devrimi yapılmış, sömürgecilik ruhu her tarafı kuşatmaya başlamıştır. Bu dönemde Batı karşısında askerî yenilgilere uğrayan Osmanlı Devleti, bu yenilginin sebeplerini araştırmaya çalışır, ancak sağlıklı bir çözüm bulamaz ve böylece Osmanlı Devletinde Batılılaşma faaliyeti dediğimiz hareket ortaya çıkar. Devlet-i Aliyye'ye bağlı bulunan diğer memleketlerde de bu cereyan yavaş da olsa görülmeye başlar. Kendi içine tamamen kapanıp kalmış olan medrese, çağın gereklerini göz önünde bulunduracak yeterli çözümler bulmak şöyle dursun aramak zahmetine bile katlanmaz. Ondokuzuncu Yüzyılın başlarında görülen tanzîmât hareketiyle birlikte Batılılaşma cereyanı artık devletin ve milletin yapısını tehdîd edecek boyutlara ulaşınca buna karşı çâreler aranmaya başlanır. Bu arayış dönemi, Hilâfet-i îslâmİyyenin merkezi olan Der-i Saadette uzun bir müddet devam edecek ve nihayet Doğu-Batı sentezi yerine, Doğu-Batı çatışması şeklinde ortaya çıkacaktır. Buna mukabil tefsîr çalışmaları da Der-i Saadette ve Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye hudûdları dahilînde çok zayıf ve eskinin tekrarı niteliğinde olmak üzere devam edip gidecektir. Ancak İslâm dünyasındaki bu durgunluğu, Afgan asıllı efsânevî ve oldukça esrarengiz bir kişiliği bulunan Cemaleddîn Esedâbâdî dağıtmaya çalışacaktır. Cemâleddîn Afgânî'nin ortaya atacağı görüşler, İslâm dünyasında bîr fikrî canlılık ve organizasyon sağlayacağına, bütünüyle karışıklıklara, bunalımlara ve hattâ büyük tartışmalara zemîn hazırlayacaktır. Nevar ki durgun olan bu denizde yine de birtakım dalgalanmalar meydana getirecektir. Fakat Afgânî'nin yankılan, birsüre ikâmet etiği İstanbul yerine, kendisine büyük akisler veren Mısır'dan gelecektir. Ama gerçek odur ki; İslâm dünyasındaki fikrî canlılık hareketinin sistemli olarak ortaya çıkışı ve gelişmesi Mısır'dan önce İngiltere'nin sömürgesi olan Hind kıt'asında, görülmektir. Medreselerin ıslâhı ve Batı tipinde öğrenim kurumlarının açılmasıyla birlikte Hind kıt'asındakİ müslümanlar Muhammed Kasım enNanotevî (öl. 1880) Muhammed İbn AbdÜl Ali elHasenî (öl. 1927) Sıddîk Hasan Bahâdır Hân'ın (öj. 1889) ve onun muhterem zevcesi Behupal Melîkesi Sultân Cihan Bcgüm'ün gayretleriyle kurulmuş bulunan Dâr'ül-Musannifîn, Divbend İslâm İlimleri Enstitüsü Lekneo'da kurulmuş bulunan Nedvet'ülUlemâ ve buna bağlı olarak te'sîs edilen Dâr'ül-Ülûm gibi müesseselerde başta İslam ilim ve düşüncesi olmak üzere yeni bir metod ve üslûb ile Kur'ân araştırmaları başlar. Tefsîr alanındaki çalışmaların şüphesiz ki en çok ürün verdiği sâhâ; İslâm dünyasının ilim merkezi durumunda bulunan Mısır olacaktır. Mehmed Ali Paşa'dan sonra Batı ile yakın alâka içerisine giren Mısır'da; Batı karşısındaki yenilginin yükü çok acı olarak hissedilir ve Mısır'ın Fransız ve İngiliz sömürgesi olması burada yeni faaliyetlerin başlaması sonucunu doğurur. Afgânî'nin öğrencisi Şeyh Muhammed Abduh (Öl. 1905) tarafından oldukça sistemli şekilde geliştirilen düşünce canlılığı, bir süre daha devam eder ve tefsîr alanında modern tefsîr faaliyetinin en güzel ürünleri verilir. Diğer taraftan Safevi Hanedanı döneminde, özellikle Molla Sadra diye bilinen Sadreddîn ŞîrâzîMen itibaren Şîî düşüncesi yeni bir hız ve boyut kazanır. Bu hız, Sünnî dünyadaki durgunluğa karşı olarak Şîî dünyada fikrî canlılığın nedeni olur. Bu canlılık ile işrâkî ekolü ve özellikle İbn Arabi'nin temsîl ettiği vahdet-i vücûdçu düşünce, Şîî düşünce ile iç içe girerek yeni bir sentez oluşturur. Mîr Dâmâd (öl. 1632) Mir Ebu'-Kâsım Fendereskî (öl. 1641), Sadreddîn Şîrâzî (öl. 1641), Receb Ali Teb-rîzî (öl. 1670) Kadı Sâid Kummî (öl. 1692) Şeyh Ahmed Ahsâî (öl. 1826), Ca'fer Keşfî (öl. 1850), Molla Hâdî Sebzâverî (öl. 1878) ve Molla Culâm Hüseyn (öl. 1901) gibi kişilerin rehberliğinde İran Şîî düşüncesi büyük bir canlılık kazanır. Diğer taraftan Mehdî'lİk ve Sunûsîlik hareketi ile birlikte Kuzey Afrika'da yeni bir fikrî canlılık görülür. işte bu fikrî canlılık ortamında modern tefsîr faaliyeti diyebileceğimiz ve bugün büyük Örneklerine şâhid olduğumuz tefsîr ile ilgili çalışmalar ortaya çıkar. Bu çalışmaların olumlu ve olumsuz yanları bulunmakla beraber, İslâm dünyasının içinde bulunduğu kargaşa ortamını ilmî ve fikrî alanda da sergilemesi bakımından dikkat çekicidir. Şimdi biz modern tefsîr faaliyetiyle ilgili çalışmaları, bu yüzyılın başında hâlâ İslâm hilâfetinin başkenti olan Osmanlı Devletinin merkezinden başlayarak zikrettiğimiz diğer ülkelerdeki tefsîr faaliyetlerini de gözden geçirmeye çalışalım:[2]
I- TÜRKİYE'DE TEFSÎR FAALİYETLERİ:
I- TÜRKİYE'DE TEFSÎR FAALİYETLERİ: Gelenekçi tefsîr anlayışı, Osmanlı İmparatorluğunun hâkim olduğu bölgelerde Yirminci Yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Ancak islâm dünyasının diğer bölgelerinde modern tefsîr hareketi gelişip kurulduktan sonra Müslüman Türk cemiyetinde gelişme isti'dât gösterecektir. Hâlâ Kâdî ve Keşşaf doğrultusunda eserler vermeye devam eden Osmanlı medreselerinde Keşfi Mustafâ Efendi (öl. 1308/1890) Kâdî tefsirine ta'lîkler yazmakta, Râif Efendi (öl. 1309/1891) muhtelif sûrelere tefsirler kaleme almakta, Hâcerzâde Receb Efendi (1311/1892) Nebe' sûresi tefsîri yazmakta, Sabit Mehmed Efendi (öl. 1311/1892) Fatiha sûresi tefsîri kaleme almaktadır. Ancak Tanzîmâtm meyvelerini vermeye başladığı ve Sultân II. Abdülhamid Hân'ın dinî siyasetinin bariz bir şekilde kendini gösterdiği dönemde klasik modeli bırakıp günün insanının anlayacağı üslûb ve dille eserler kaleme alınmaya başlanır. Bunun bir numunesi olarak Giridli Sırrî Paşa'mn Ahsen'ülKasas ve Sırr-i Kur'an, Sırr-i Furkân gibi eserleri sayılabilir. 1- Girid'li Sırrî Paşa (öl. 1313/1895) Girit'in Kandiye kasabasında doğmuş olan Sırrî Paşa, medrese öğrenimini tamamladıktan sonra çeşitli İdari görevlerde bulunmuş ve bir müddet Diyarbakır vâ-lîliği yapmıştır. Herne kadar tâm bir tefsîr meydana getirememişse de Sırrî Paşa eski kelâm geleneğini yenileştirerek Türkçe, halkın anlayabileceği tarzda yukarıda zikri geçen tefsîrle ilgili eserlerini yazmıştır. 1313 (1895) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 2- Mehmed Fevzî Efendi (öl. 1316/1900) Bu dönemin bilginlerinden Mehmed Fevzî Efendi Tavas kazasında dünyaya gelmiş, İzmir ve çevresinde dini eğitim gördükten sonra tskenderiyye ve Hicaz'da kalmış ve burada camilerde arapça tefsîr dersleri vermiş, dönüşünde Edirne'ye yerleşerek birkaç medrese te'sîs etmiş ve bir müddet Edirne müftülüğünde bulunduktan sonra İstanbul'a gelerek 1318 (1900) yılında burada vefat etmiştir. Kuds'ülFerah, Kuds'ül-İrfân ve Tesyîr'ül-Fülk isimli muhtelif sûrelere dâir arapça yazılmış tefsîrleri bulunmaktadır. 3- AH Yekta Efendi (öl. 1327/1909) Bu yüzyılın başında İstanbul'da yetişmiş bulunan Ali Yekta Efendi de bazı türkçe tefsirler kaleme almıştır. 4- Manastır'h İsmâîl Hakkı (öl. 1330/1911) Modern mânâda tefsîr faaliyetlerinin Türk asıllı öncüleri arasında Manastır'»' ismâîl Hakkı Efendi'yi saymak gerekir. Manastır'da doğmuş olan İsmâîl Şevket Efen-di'den icazet almış ve o devrin önemli bir dînî mevkii olan Kürsü Şeyhliği vazifesini ifâ etmiştir. Meşrutiyetin ilânından sonra A'yân (Senato) üyeliği de yapmış olan İsmâîl Hakkı Efendi, Türkiye'deki İslamcı görüşün temsilciliğini yapan Sırât-ı Müs-takîm dergisinde yazılar yazmış ve Ayasofya Camiinde verdiği vaazlarını burada neşretmiştir. Dâr'ül-Fünûn İlahiyat Şu'bcsinde bir süre tefsîr hocalığı da yapan Manastırlı İsmâîl Hakkı Efendi 1330 (1911) yılında anîden vefat etmiştir. Tefsîrle ilgili dersleri ve Fatiha, Kadir sûresi tefsîrleri bulunmaktadır. 5- Şeyh'ül-îslâm Mûsâ Kâzım Efendi (Öl. 1330/1911) Modern tefsîr çalışmalarının ilk örneklerinden bir diğeri de Şeyh'ül-Islâm Mûsâ Kâzım Efendi'nin Safvet'ül-Beyân fî Tefsîr'il-Kur'ân isimli tamamlanmamış tef-sîridir. 1275 (1858) yılında Erzurum'da doğan Mûsâ Kâzım Efendi, ilk tahsilini doğduğu yerde yaptıktan sonra bir süre Balıkesir'de Öğrenim görmüş, sonra İstanbul'a gelerek Hafız Şâkir Efendi'den icazet almıştır. Müteakiben o devirde yapılan Rüüs imtihanını kazanarak kendisi de dersler vermeye başlamıştır. Devrin îslâmî ilimlerinin öğretildiği ve medreselerin ıslâh edilmiş şekli olan Medreset'ül-Kudât, Medreset'ül-Vâizîn gibi Öğrenim kurumlarında dersler vermiş bulunan Mûsâ Kâzım Efendi, devrin ünlü kişilerine özel olarak dersler takrîr etmiş ve bir süre Bâb-ı Meşî-hat Tedkîk'i Müellefât Meclisi üyeliğine tayîn edilmiş, Meşrûtiyetin ilânından sonra da Maârif Nazâretinde kurulan Meclis-i Kebîr-i İlmî a'zâlığına yükseltilmiş ve A'-yân Meclisi kurulunca da bu meclisin üyeliğine tayîn edilmiştir. 1328 (1910) yılında Şeyh'Ül-fslâm olmuş ve 1330 (1911) yılında bu makamdan ayrılmış ve 1337 (1918) da Edirne'de vefat etmiştir. Devrin siyasî olayları içinde yer almış bulunan Mûsâ Kâzım Efendi; kısa bir süre daha yeniden Şeyh'ültslâm olmuş, ancak bu mevkide fazla kalamamıştır. Bakara sûresinin bir bölümün yer aldığı türkçe bir tefsir yazmıştır. Âyetlerin önce türk-çe mealini vererek, sonra kelimelerin açıklamasına geçerek, sonra da çeşitli gramer ve belagat özelliklerini anlatarak açıklamış ve nihayet felsefî tasavvuf! izahlara yer vermiştir. 6- Elmahlı Muharmned Hamdi Yazır (öl. 1358/1942) Modern tefsîr faaliyeti içerisinde türkçe kaleme alınmış bulunan en büyük tef-sîr, şüphesiz ki Elmahlı Mehmed Hamdi Yazir'ın tefsiridir. Hamdi Efendi 1295 (1878) yılında Antalya'nın Elmalı kasabasında dünyaya gelmiş, Mehmed oğlu Nu'mân Efen-di'nin mahdumudur. Memleketi olan Elmalı'da ilk ve orta öğrenimini gördükten sonra (Ibtidâî, Rüşdiyye) İstanbul'da Küçük Ayasofya Medresesine kaydolup cami derslerine devam etmiştir. Müderris İbrâhîm Efendi'den ve Kayserili müderris Büyük Hamdi Efendi'den dersler okumuş sonra da bu zâttan icazet almıştır. Önce Şeyh'Ül-lsIâmhk makamı Mektubî kalemine me'mûr olmuş, bilâhere Rüûs adı verilen imtihanda başarı göstererek Dersiam olmuştur. Meşrûtiyetin ilâm ile Elmalı meb'-usu olmuş ve anayasanın hazırlanması faaliyetine iştirak etmiştir. Birinci Cihan Savaşından sonra kısa bir süre Evkaf Nazırlığı ve bilâhere de Â'yân (senato) üyeliği yapmıştır. Millet vekili ve bakan olarak siyâsî hayata katkıda bulunmuş olan Hamdi Efendi, diğer taraftan Bâyezîd ve Şehzade camilerinde ders okutmuş, Medreset'ül-Kuzât'da fıkıh dersleri vermiş Medreset'ül Vâizîn'de fıkıh usûlü ve Süleymâniye Medresesinde mantık hocalığı yapmıştır. Daha küçük yaşta iken Kur'ân'ı hıfzetmiş bulunan Hamdi Efcndi'nin çok güzel bir hattat olduğu ve aynı zamanda beğenilen şiirler yazdığı görülmektedir. 1358 (1942) yılında İstanbul'da vefat etmiş ve Erenköy'deki Sahra-i Cedîd mezarlığına gömülmüştür. Hocası Kayserili Hamdi Efendi'den ayırdedilmek üzere -ki buna büyük Hamdi deniyordu- Küçük Hamdi diye şöhret bulan Elmahlı, bahis konusu edeceğimiz tefsirinden ayrı olarak Paul Janet ve Gabrielle Seaille tarafından yazılmış olan bir felsefe tarihini Metâlib ve Mezâlib adıyla türkçeye çevirmiş ayrıca Ahkâm'ül-Avkâf adıyla ders notlarını bastırmış, bir İngiliz düşünürünün mantığa dâir eserini tercüme etmiş ve Beyân'ül-Hakk ve Sebîl'ürReşâd mecmualarında muhtelif makaleler kaleme almıştır. Tefsir, Kelâm, Fıkıh, Usûl Fıkıh ve Felsefe sahalarında inceleme yapmış bulunan Elmahlı Hamdi Efendi'nin matematik, fizik kimya ve sosyoloji gibi pozitif ilimler de ilgilendiği görülmektedir. Cumhuriyetin ilânından sonra büyük şâir Mehmed Akif Ersoy'a Kur'ân meali ve Elmahlı Hamdi Efendi'ye de Kur'ân tefsîri yazma görevi verilmiş, Akif yedi yıl Kur'ân tercümesiyle uğraştıktan sonra eserini tamamlamış, fakat Türkiye'de ezanın türkçeleştirmesi sonucu ibâdet dilinin de türkçe olması cereyanının bazı mahfellerde rağbet görmesi üzerine, eserini teslîm etmeyerek yakılmasını tavsiye etmiş ve yine -ne yazık ki- eser yakılarak kaybolmuştur. Buna karşılık Elmahlı Hamdi Efendi almış olduğu görevi, oniki yıl içerisinde tamamlayarak yerine getirmiştir. 1935 yılında kaleme almaya başladığı 6433 sayfadan müteşekkil ve8 cildden meydana gelen bu tefsirini 12 Cumâd'el-Âhire 1357 (8 Ağustos 1938) yılında tamamlayabilmiştir. Kısa bir önsözle başlayan tefsirin Fatiha ve Bakara süresiyle, son kısımda yer alan sûreler oldukça mufassal olarak tefsir edilmiş, ara yerdeki sûreler ise nisbeten kısa geçilmiştir. Elmahlı Hamdi Efendi'nin tefsîri türkçe yazılmış İlk büyük tefsir olması nedeniyle hakîkaten müstesna bir yeri hâizdir. Bu tefsirde ilmî, edebî, sosyal ve felsefî bir çok inceliklere yer verilmiş; astronomi ve jeoloji konularına, fizik ve kimya gibi pozitif bilimlere oldukça geniş yer ayrılmıştır. Herne kadar burada yer alan ma'Iû-mâtın bir kısmı artık günümüzde eskimişse de Fahreddîn Râzî'den beri birçok tef-sîrde karşılaştığımız ilmî açıklamalar devrin ilmî görüşünü yansıtması nedeniyle son derece ehemmiyeti hâizdir. Elmahlı Hamdi Efendi bu tefsîrinde âyetleri devrin anlaşılır diliyle tahlile tabi tutmuş, nüzul sebeplerini ve âyetler arasındaki insicam ve ilişkileri açıkça belirtmiş kırâet farklılıklarını göstermiş, fıkhî ve kelâmı tartışmalara yer vermiştir. Ibn Atıyye, Ebu Hayyân, Kâdî Beydâvî Fahreddîn Râzî ve Ebu's-Suûd Efendi gibi müfessirlerle Elmahlı özellikle Tantâvî Cevherî'nin pozitif bilimlerle İlgili açıklamalarından yararlanmıştır. Ömer Nasûhî Bilmen'in çok haklı deyimi ile bu eser; "Türkçe'de nazîri bulunmayan pek kıymetli bir tefsirdir, bizim için bir İlim ve irfan hazînesi sayılmaya her vech ile lâyıktır." (Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, II, 790) Yazıldığı zamana göre oldukça sade sayılan bu tefsirin dili günümüzde anlaşılır bir dil olmaktan çıkmıştır. Bu sebeble biz, bu tefsirden yaptığımız iktibaslarda dilini sadeleştirmeye gayret ettik. Önemli ve diğer tefsirlere göre oldukça orijinal saydığımız kısımlarını iktibas ettik. Bu alıntılar, tefsîrin muhtevası hakkında bilgi vermek için yeterli olduğundan burada ayrıca herhangi bir açıklamaya gerek duymuyoruz. 7- Konya'h Mehmed Vehbi Efendi Türkçe kaleme alınan tefsirlerden bir diğeri de Konyalı Vehbî Efendi'nin Hülâsat'ül-Beyân fî Tefsîr'il-Kur'ân isimli tefsiridir. Konya'nın Hadım kazasında dünyaya gelmiş olan Vehbî Efendi, burada öğrenimini tamamladıktan sonra Konya'da Müftü Hacı Hüseyin Efendi'nin derslerine devam etmiş ve kendisinden icazet almıştır. Konya Mahmudiye medresesine müderris olarak tayîn edilen Vehbî Efendi Meşrûtiyetin ilânı ile birlikte Konya meb'ûsu olmuş, bir süre vâlî muavinliğinde de bulunmuş, Büyük Millet Meclisine Konya milletvekili olarak iştirak etmiş, önce Büyük Millet Meclisi başkan vekîli olmuş, bir süre de Şer'iyye Vekâleti görevini üstlenmiştir. Ahkâm-Kur'âniyye ve Akâid-İ Hayriyye gibi eserlerin de müellifi bulunan Vehbî Efendi'nin tefsîri; Elmahlı Hamdi Eendi'nin tefsîri kadar muhtevalı olmayıp daha çok orta tabakadan halka hitab eden bir tefsîrdir. Âyetlerin nüzul sebebleri ve ihtiva ettiği inceliklerin anlatılmaya çalıştığı bu tefsir, Özellikle vaz metoduna uygun olarak geniş kıssalarla doldurulmuş ve arapça tefsirlerden tercüme edilerekak-tarılmış bölümlerden oluşmaktadır. Orijinal tarafı pek bulunmayan bu tefsîr daha çok halka lslâmî kültür verilmek amacıyla yazılmıştır. 8- Bedî'üz Zaman Saîd Nursî (öl. 1380/1960) 1293 (1876) yılında Bitlis yakınlarındaki Nurşîn'de doğmuş olan Saîd Nursî, Medrese eğitimi gördükten sonra İstanbul'a gelmiş ve çeşitli siyâsî faaliyetlere katılmıştır. Devrin hâkim fikir akımı olan Milliyetçi görüşleri benimsemiş bilâhere bu görüşlerinden vazgeçerek islamcı düşünceyi yaymaya çalışmıştır, özellikle Birinci Cihan Savaşı ve İstiklâl Harbinden sonra kendisinin ilham eseri saydığı görüşlerini yaygınlaştırmak üzere Risâle-i Nûr cemâati adı verilen öğrenci topluluğunu yetiştirmeye gayret etmiş ve uzun süre mahkûmiyet ve sürgün cezasına çarptırılmış. Kastamonu ve İsparta'da ikâmete mecbur edildikten sonra 1960 yılında Urfa'da vefat etmiştir. Nûr Risaleleri adı verilen 10 cilde yakın ve 125 parçadan oluşan eserlerinde daha çok modern ve materyalist fikir akımlarına karşı halkın inanç değerlerini korumaya çalışmıştır. Ağdalı bir üslûbla kaleme almış olduğu eserlerinde klasik tarz ile modern tarzı birleştirmeye dikkat eder. Hemen hemen her eserinde Kur'ân âyetlerini yorumlamaya çalışan Saîd Nursî, önce Işârât'ül-t'câz fi Mazânn'ilİcâz isimli tefsirini yazar, bilâhere 60 cild olarak tasarladığı tefsîrini yazmaktan vazgeçip, mühferid eserlerinde tefsîr geleneğini sürdürür. 9- Ömer Nasûhî Bilmen (öl. 1391/1971) Türkçe tefsîr yazan müelliflerin en önemlilerinden birisi de şüphesiz ki Ömer Nasûhî Bilmen'dir. 1300 (1884) tarihinde Erzurum'da dünyaya gelen Ömer Nasûhî Bilmen, önce memleketinde öğrenim gördükten sonra İstanbul'a gelerek Tokatlı Şâkir Efendi'nin derslerine iştirak edip ondan icazet almıştır. O zamanki Hukuk Fakültesi sayılan Medreset'ül-Kuzât'ı da tamamlayan Ömer Nasûhî Efendi, Ruüs imtihanını vererek Fâtih Dersiamı olmuştur. Bir süre Dâr'ül-Hilâfe medreselerinde ve Medreset'ül-vâizîn'de Fıkıh ve Fıkıh Usûlü dersleri okutmuş, Sahn medresesinin yüksek kısmında Kelâm dersleri vermiş ve bir vakıf kuruluşu olan Dâr'üşŞafaka'da Kelâm, Siyer ve Ahlâk dersleri okutmuştur. Bir çok idari görevlerde de bulunan Ömer Nasûhî Bilmen, 1926 yılında başladığı İstanbul müftü muavinliği görevinden sonra 1943 yılında İstanbul müftüsü olmuştur. 1960 yılına kadar bu görevi devam ettiren Ömer Nasûhî Bilmen, bir süre sonra Diyanet işleri Başkanlığı yapmıştır. Büyük İslâm İlmihâli, İstılâhât-i Fıkhıyye Kâmûsu, Muvazzah ilm- i-Kelâm gibi eserlerinin yanı sıra önce iki ciltlik Büyük Tefsîr Tarihi'ni yazmış, bilâhere sekiz cilt tutarında Kur'ân'ı Kerîm'in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsîri isimli tefsîrini kaleme almıştır. Eserlerinde klasik medrese geleneğini devam ettiren Ömer Nasûhî Bilmen, çok derin olmamakla beraber yüzyılımızdaki kültürel gelişmelere de yer vermiştir. Tefsirinde daha çok halka dinî bilgiler ulaştırmayı amaçlayan Ömer Nasûhî Bilmen'in muhtelif tefsirlerden derleyerek kısmen rivayet ve kısmen de dirayet tefsîri tarzında yazmış olduğu bu tefsîri oldukça sathîdir. Sistematik bakımdan genel tefsîr literatürü içerisinde fazla önemi hâiz bulunmayan Türkçe tefsîr mahsûlleri içerisinde Elmalılı Hamdi Efendi'nin tefsîri oldukça seçkin bir yer işgal eder. Bunun dışındakiler tamamen nakillerden ibaret tefsîrlerdir. Diğer taraftan bilâhere bahis mevzuu edileceği gibi, tarafımızdan iki arkadaşla birlikte tercüme edilmiş bulunan Seyyid Kutub'un Fı'ZilâPü-Kur'ân tefsîri ve yine yeni neşre başlanmış olan Celâl Yıldırım'ın Yirminci Yüzyılın ilmî Tefsîri ve elinizde bulunan İbn Kesîr tefsîri, ayrıca bahis mevzu edilecek olan Mevdûdî'nin Tefhîm'ül-Kur'ân isimli tefsîri gibi eserlerin tercümesiyle dilimizdeki tefsîr literatürü oldukça zenginleşmiştir. Diğer taraftan tefsîr niteliği taşımamakla beraber, İzmirli tsmâîl Hakkı tarafından kaleme alınan Kur'ân tercümesi, Ömer Rıza Doğrul tarafından kaleme alınan Tanrı Buyruğu, Ömer Fevzi Mardin tarafından kaleme alman Kur'an-ı Kerîm'in mevzulara göre Tasnîfli, şerhli türkeesi, Hasan Basri Çantay tarafından yazılmış olan Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı ve yine bu kurum tarafından neşre başlanmış olup da uzun yıllar ancak bir tek cildi neşredilebilmiş olan Kur'an Tefsîri bu sâhâda yapılan çalışmalar arasında zikredilebilir.[3]
II- MISIR'DA TEFSÎR ÇALIŞMALARI:
II- MISIR'DA TEFSÎR ÇALIŞMALARI: Daha önce de belirttiğimiz gibi, İslâm dünyasındaki fikrî durgunluğun ve geriliğin nedenleri ile, getirilecek çözüm konusunda batıcı ve emperyalist anlayışa karşı ilk direnmeyi başlatmış olan Cemâleddin Afganî İslâm dünyasının belli başlı kültür. merkezlerine geziler yaparak ilim ve fikir adamlarını uyandırmaya ve İslâm'ı yeniden canlandırmaya çalışır. Fakat Afgânî'îıin en büyük aksi Mısır'da görülür. 1286 (1869) yıllarının sonlarında Mısır'a gelen Cemâleddin Afgânî Muhammed Abduhu ile tanışır ve böylece İslâm dünyasında hem yeni bir fikir hareketinin temelleri atılmaya başlanır ve hem de modern tefsîr faaliyetinin, kıymetli mahsûllerinin sergileneceği yeni bir fikrî muhît oluşturulmaya çalışılır. Gerek Cemâleddin Afgânî'nin ve gerekse onun bir takım siyâsî hatâları (İngiliz emperyalizmine âlet olmaları) ve şahsiyetlerinden kaynaklanan bazı aşın görüşleri bir yana bırakılırsa, özellikle Hindistan dışındaki islâm ülkelerinde çağdaş Islâmî dinamizmin ve modern tefsîr anlayışının doğuşunda önemli etkileri olur. 1- Şeyh Muhammed Abduh (öl. 1323/1905) Türkmen asıllı Hasan Hayrullah'ın torunu olan Muhammed Abduh 1265 (1849) yılında Aşağı Mısır'da Bahriyye Müdîriyyesine bağlı Mahall-i Nasr veya Ayn Şems denilen yerde doğmuştur. Babası Abduhu'nun yanında Kur'ân öğrendikten sonra 1862 yılında Tantâ'ya medreseye gönderilmiş ve kısa bir süre sonra okumayı bırakarak köyüne dönmüştür. 1282- (1865) yılında evlenen Muhammed Abduh bir süre sonra babasının ısrarı üzerine Tahtâ'ya tekrar öğrenim görmeye gider ve bu esnada babasının dayılarından Şeyh Dervîş ile karşılaşır ve onun tarikatına intisâb eder. 1866'da tekrar öğrenme merakına tutulur ve Kâhire'ye gelerek el-Ezher Camiine girer. Burada tâm bir tasavvufî hayata gönül vermiş olan Muhammed Abduh, 1872 yılında Cemâleddîn Afgânî ile karşılaşır. Afgânî o günkü Mısır'ın kültürlü münev-verleriyle birlikte Muhammed Abduhu'nun da dikkatini modern dünyaya ve Batı'-daki gelişmelere çevirir. Muhammed Abduh Afgânî'nin fikirlerini benimser ve onun teşvikiyle basın ve yayın faaliyetine başlar. 1879'da bu gün Kahire Üniversitesine bağlı bir fakülte olan Dâr'ül-Ülûm'a müderris tâyin edilen Abduhu, siyâsî sebebler-le bu görevinden alınır ve üstadı Afgânî ile birlikte Mısır'ın dışına çıkarılır. Bir müddet sonra bağışlanan Muhammed Abduhu, Mısır'ın resmî gazetesi olan Vakâi'ül-Mısrıyye gazetesinin başyazarlığına tayın edilir. Arabî Paşa isyanı nedeniyle 1882 yılının sonlarında Mısır'ı terke zorlanan Abduhu, önce Beyrut'a gider. Buradan Paris'e geçerek Cemâleddîn Afgânî ile buluşur ve ikisi birlikte el-Urvet'ül-Vüskâ isimli bir gazete çıkarırlar. Bu gazete ancak sekiz ay yayın yapabilir. Ancak bir müddet sonra Afgânî Paris'ten Tunus'a geçer ve 1885 yılı başlarında da Beyrut'a gidip burada dersler verir. Bir yandan Cemâleddîn Afgânî'nin er-Redd Alâ'd-Dehriyye Materyalistlere Reddiye isimli eserini Farsçadan arapçaya tercüme eder, diğer yandan Hz. Ali'nin Nehc'ül Belâğa isimli sözlerinden müteşekkil olan eserin şerhini ve Bedî'üz-Zeman el-Hemedânî'nin makâmâtınm şerhini neşreder- 1889'da Mısır'a dönmesine izin verilir ve burada Mahâkim el-Ehliyye kadılığına, bilahere temyîz mahkemesi müsteşarlığına tayın olur. Şer'î mahkemelerin ıslâhı ile ilgilenmiş olan Abduhu 1899'da Mısır müftüsü görevini üstlenir. Bir yandan da Halk Meclisinin Teşrî' Hey'eti A'-zâsı ve el-Ezher Camii İdare Meclisi Üyeliği görevini yürütür. Böylece Ezher'in ıslâhı için büyük çaba harcar. İstanbul, Paris, Londra, Sûdân, Tunus gibi muhtelif yerlere geziler yapmış olan Muhammed Abduhu, tutulduğu kanser hastalığından te-dâvî olmak üzere Avrupa'ya giderken İskenderiye'de 1323 (1905) yılında vefat eder. Anılan eserlerden ayrı olarak muhtelif bölümler halinde tefsirleri bulunmaktadır. Ayrıca Fransız Dışişleri bakanı Monsieur Hanete'nun İslâmiyet aleyhine yaptığı bir konuşmayı red için bir risale kaleme alır. Muhammed Abduhu'nun en önemli özelliği Mısır'da yeni bir düşünce akımını başlatmış olmasıdır. Muhammed Abduhu ve ekolü mezheb taassubu gütmeksizin Kur'ân-ı Kerîm'e objektif bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalışmış, Isrâiliyâta dayalı rivayetleri titiz bir tedkîkle red ve cerh ederek mevzu' hadîsler karşısında hassasiyet göstermiş ve o güne kadar klasik medreselerde okutulan tefsîr tarzını bırakarak modern kompozisyon tekniği i!e herkesin anlayacağı bir üslûb içerisinde gerek kültür tarihinin mes'elelerini, gerekse güncel konuları Kurân-ı Kerîm'in âyetleri ışığında yorumlamaya çalışmışlardır. Bu arada i'tikâdî konularda kelâm tartışmalarına yer vermekten kaçınmış ve klasik tefsirlerde rastlanan aşırı derecedeki gramer ve belâğat titizliklerine kapılmamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in edebî üstünlüğünü ortaya koymaya ve siyâsî, sosyal, felsefî, ahlâkî verilerini gözler önüne sermeye çalışmıştır. Diğer yönden Rönesans'la birlikte gelişen pozitif ilimlerin verileri doğrultusunda Kur'ân'ın anlaşılması için çaba harcamıştır, özellikle Aristoteles mantığına ve Batlamyus astronomisine dayalı Ortaçağ bilim geleneği doğrultusundaki yorumlan bırakarak asrın geliştirdiği İlmî ve fikrî metodu benimsemiştir. Diğer yandan gerek İslama, gerekse Kur'ân tefsirine sokuşturulmuş olan her türlü hurafe ve bid'atlan reddederek yeniden köke dönme faaliyetini (selefiyye) başlatmıştır. Ne var ki Ondokuzuncu Yüzyıl müsîüman aydınlarının çoğu gibi Abduhu da -Hocası Afgânî'nin izinden gİderekpozitif bilimlerin verilerine fazlasıyla kendini bağımlı saymış ve sömürgeci Batının siyâsî hegemonyası karşısında eziklik duymaktan kurtulamamıştır. Bu sebeple Batıdaki gelişmeleri olduğundan fazla büyüterek değerlendirdiği gibi, siyâsî konularda sömürgecilerin oyununa gelmekten kurtulamamıştır. Nitekim aklın kavrayış alanının dışında kalan hiçbir yoruma yer vermemeye çalışmış, akıl ile nakil arasında tam bir uyum sağlayabilmek için büyük çaba harcamıştır. Kısacası Abduhu, günlük ha-yatm dışına itilmeye çalışılan İslâm'ı günlük hayatın içine çekmeye çalışmış ve bunun için de akıl dışı izahlara kalkışmaktan kaçınarak İslâm'ı ve Kur'ân'ı rasyonel bir anlayışla yorumlamaya gayret etmiştir. Tunus'ta islâm Hayır Cemiyeti a'zâlarının isteği Üzerine önce anlaşılır bir ifâde ile öğrencilere okutulmak üzere kaleme almış" bulunduğu Amme Cüz'ü, tefsirini, sonra Cezayir'de bilginler hey'etine verilen konferanslardan oluşan Asr sûresi tefsirini yazmış ve nihayet öğrencisi Reşîd Rızâ'-nın ısrarlı arzusu üzerine Ezher'de öğrencilerine dikte ettirdiği tefsirini hazırlamıştır. 1317 (1899) yılında başlamış olduğu bu tefsirin 1323 yılında (1905) ancak Nisa sûresinin 126 ncı ayetine kadar olan kısmını not ettirebilmiştir. Adı geçen öğrencisi tarafından kaleme alınmış bulunan Tefsir'ül-Menâr'da yer alan bu tefsirlerde, Mu-hammed Abduhu'nun yeni bir anlayışla yola çıktığı klasikleşmiş tefsîr metodundan tamamen farklı eski görüşleri ve tefsirleri tekrarlamaktan uzak yepyeni bir üslûb île eserini kaleme aldığı görülmektedir. Din ve dünya ayırımı yapmaksızın Kur'ân'-ın yalnız uhrevî bir kitâb olmayıp aynı zamanda gündelik hayatın problemlerine de çâre getirdiğini tekrarlayan Muhammed Abduhu, gramer ve belagat inceliklerine dalan, fıkhî ihtilâfların ve kelâmî tartışmaların içinde boğulup kalan klasik tefsîrcileri eleştirmekten geri durmaz. Ona göre; Kur'ân'ın kelimelerinin tahlilinden, ı'râbdan ve belagattan sözeden tefsirler Allah'ın kitabını açıklamaktan uzak tefsîr dahi denemeyecek eserlerdir. Bunları nahiv veya belagat konusunda yazılmış eserler olarak mütalâa etmek gerekir. Gerçek tefsîr; Allah'ın buyruğunun anlaşılması, i'tikâd ve ahkâmla ilgili teşrîâtın hikmetinin belirlenmesi, Allah kelâmının hayata indirgenmesi, İçin çalışmaya teşvîk eden tefsirlerdir. (Bkz. Tefsir'üI-Menar, I, 35) Muhammed Abduhu; hiçbir zaman için Kur'ân'ın edebî i'câzmı gözden uzak tutmaz. Ancak bu i'cazı n belirlenmesine vesile olan belagat ve gramer ilimlerinin, Kur'ân tefsirinin tek amacı haline gelmesine karşı çıkar. Bu konulara gerektiğince yer verilmesi gerektiğini, ancak tefsirlerin asıl amacının bu gramer incelikleri olmadığını belirtir. Keza mezhep farklılıklarını esas alarak Kur'ân'a yaklaşmanın yanlış olduğunu, aslında mezheplerin Kur'ân anlayışı doğrultusunda değerlendirilmesi'gerektiğini bildirir. Pozitif bilimlerle ilgili değerlendirmelerinde zaman zaman aşırılıklar göze çarpar, özellikle Fil sûresi tefsirinde bu aşırılıkların bariz örnekleri görülebilir. Biz, bu, eserin Fîl sûresi tefsirine gerek Abduhu'nun, gerekse Elmalı ve Seyyid Kutub'un görüşlerini geniş olarak verdiğimiz için, burada tekrar aynı meseleye dalmak istemiyoruz. Keza büyü ile ilgili görüşlerini de yine Felak ve Nâs sûrelerinin sonunda naklettik. Yeri geldikçe gerek Menâr tefsirinden gerekse Abduhu'nun tefsîr çalışmalarından yeterince iktibaslar yaptığımızdan burada ayrıca bu konuya yer vermçyeceğiz. (Daha geniş bilgi için bkz. J. Scaht, İslâm Ansiklopedisi Abduh maddesi; Zîriklî, el-A'lâm, Muhammed Abduhu maddesi; Abdülmün'im Hammâ-de, elÜstâz'ül-lmâm Muhammed Abduhu, Reşîd Rızâ, Tarih'ül-Üstâz el-lmam; Kadri el-Kaleci, Muhammed Abduhu; BataFüs-Sevret'iI-Fikriyye; Osman Emin, Muhammed Abduhu; Mustafa Abdürrâzık, Muhammed Abduhu; Ahmed Emin, Zu'amâ'ül-Islâh, 285-345; Zehebî et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, II, 548- 575) 2- Muhammed Reşîd Rızâ (Öl. 1354/1935) Şeyh Muhammed Abduhu'nun ünlü Öğrencisi Reşîd Rızâ 27 Cumad'el-Ûlâ (28 Eylül 1865) tarihînde Trablusşâm yakınlarındaki Kalmûn köyünde dünyaya geldi. Babası Ali Rızâ Efendi Hz. Peygamber'e kadar ulaşan soylu bir aileye mensûbtu. Kalmûn köyü imâmı olan Ali Rızâ Efendi'den Kur'ân ve arapça dersleri alan Reşîd Rızâ, ilkokulda öğrenim gördükten sonra yine aynı semtte el-Medreset'ülVataniyyet'ül-tslâmiyye isimli özel okula gider. Bu okulun yöneticisi olan ve daha sonra Risâle-i Hamîdiyye'nin yazarı bulunan Hüseyn Cisr'in etkisinde kalan Reşîd Rızâ, o devrin aydınlan gibi daha çok genç yaşta iken siyâsî faaliyetlere katılır. Bu dönemlerde İstanbul'a gitmekte olan bir tanıdığı aracılığıyla Şeyh Cemâleddin Af-gâriî ile haberleşmek ister. Ancak bu mümkün olmaz. Daha sonra 1898'de Muham-med Abduhu ile görüşmek üzere Mısır'a gider. el-Menâr isimli derginin neşri konusunda Muhammed Abduh ile anlaşır ve Üstadı bu konuda kendisine destek va-adeder. Böylece İslâm dünyasının el-Urvet'ül-Vûskâ, Sırât-i Müstakim ve SebîTür-Resad gibi t slâm düşüncesi bakımından önemli dergileri arasında yer alan elMenâr dergisi yayın hayatına başlar. Başlangıçta Osmanlı taraf d ân bir politika güden bu dergi ve mensûblan, zaman içerisinde önce devrin sultânı II. AbdUlhamîd Hân'a karşı, sonra da Osmanlı Devleti fikrine karşı cephe almaya başlarlar. Bir süre memleketi olan Suriye'de geziler yapan Reşîd Rızâ, Ittiha'd ve Terakki cemiyetinin iktidara gelmesi üzerine bu cemiyetle yakın ilişki içine girer ve bu hususta görüşmeler yapmak üzere 1909 yılında İstanbul'a gelir. Herne kadar İstanbul'a gelişinin asıl amacı dinî eğitim veren bir enstitü kurmak ve ArapTürk dostluğunu pekiştirmek ise de, daha önce Selanik'te tttihâd ve Terakkî Cemiyeti mensûbları ile haberleşen Reşîd Rızâ, Cemiyetin desteğini te'min etmek ister. Bir süre Hindistan'a ve Hicaz'a gider. Osmanlı Devletinin yıkılması üzerine önce Mekke Şerifi Hüseyn'in yanında yer alır, sonra Suûd kabilesinin hâkimiyeti üzerine Kral Abdülazîz ile yakın ilişki içerisine girer ve onu mecmuasında destekler. İngiliz ve Fransızların Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışını müteakiben Arabistan'da müstakil ve birleşik bir Arap devleti kurulmasına yardımcı olmak yerine, bu bölgenin sömürü odağı olması ve bunu sağlayacak nitelikte küçük devletçiklere bölünmesini hedef alan politikaları üzerine Osmanlı Devletine karşı takınılan tavrın yanlışlığını gören Reşîd Rızâ; hemşehrisi Emîr Şekîb Arslan ile birlikte Arap birliği için fâaliyete geçer. Cenevre'de toplanan bir kongrede Mİchel Lutfullah isimli bir Hıristiyan kongre başkanı ve Reşîd Rızâ da başkan yardımcısı olur. Bir süre Şam'da kurulan Mecma'ül-İlmî el-Arabî Şeref başkanlığı da yapmış olan Reşîd Rızâ; Kızılay, Şems'ül İslâm, Genç Müslümanlar Cemiyeti, Doğu Birliği, İlk Dil Cemiyeti gibi cemiyetlere üye olarak faaliyet gösterir ve Romanya'da kurulmuş bulunan Psikolojik Bilimler ve Ma'nevî Araştırmalar Cemiyetinin Şeref A'zasî olur. Uzun süre başyazarlığını yaptığı el-Menâr dergisinin hemen hemen bütün işlerini kendisi üstlenen Reşîd Rızâ 1932 yılında bir rahatsızlık geçirir ve bunun sonucunda 1357 yılı Cumâd el-Ûlâ ayının 23 ncü Perşembe günü (22 Ağustos 1935) Süveyş dönüşü yolda otomobilde vefat eder. İslâm dünyasının kalkınıp yükselmesi için büyük gayretler sarfetmiş olan Reşîd Rızâ özellikle Afgânî ve Abduhu ekolünü devam ettirmeye çalışır. Muhammed Abduhu'nun; el-Menâr dergisinin sahibi, benim fikirlerimin tercümanıdır, dediği Reşîd Rızâ Muhammed Abduhu'nun vermiş olduğu tefsîr derslerini ta'kîb eden ve onun yanından hiç ayrılmayan bir öğrencisi olarak; Yûsuf sûresinin 53 ncü âyetine kadar yazmış olduğu el-Menâr isimli tefsirinde Muhammed Abduhu'nun fikirlerini zaman zaman ondan doğrudan iktibaslar yaparak, zaman zaman da kendi görüşlerini onun görüşleri ışığında sergileyerek son derece dolgun ve zengin bir tefsîr meydana getirir, özellikle Kur'ân'ın Kur'ân'la veya sahîh Sünnetle tefsîri metodunu benimseyen Reşîd Rızâ; Arap dilinin kurallarını ve inceliklerini ortaya koyduğu gibi, çağdaş insanın problemlerini çözümlemeye ve bunu yaparken de modern bir üslup kullanmaya itinâ gösterir. Üstadı Muhammed Abduhu gibi, tefsîrcilerin nakillerine Önem vermeyen Reşîd Rızâ; Isrâiliyyâta ve mevzu hadîslere fazlasıyla dikkat eder ve klasik tefsîr geleneğinden tamamen farklı bir metod izleyerek, herkesin anlayacağı bir dille âyetleri açıklamaya, anlaşılması zor konulan izah etmeye ve bilhassa günümüzdeki ateist cereyanlara karşı islâm'ın temel prensiblerini savunmaya, şeriatın üstünlüklerini belirtmeye gayret eder. Biz, bu tefsirden genişçe iktibaslar yaptığımız için burada ayrıca örnek vermeye gerek duymuyoruz. Anılan tefsirin dışında el-Hilâfe ve'1-Imâme; elVahhâbiyyûn ve'1-Hicâz; el-Vahy'ül-Muhammedî; esSünne ve'ş-Şîa ve Tarîh'ül-Üstâz el-tmâm eş-Şeyh Muhammed Abduh, isimli eserleri bulunmaktadır. Diğer taraftan 1898 yılında yayınlamaya başladığı elMenâr isimli dergiyi ölümüne kadar (1935) devam ettirmiş ve burada muhtelif islâmî konularla ilgili önemli yazılar yazmıştır. (Daha geniş bilgi için bkz. Zîriklî el-A'lâm VI, 361- 362; Ibrâhîm Ahmed el-Adevî, Reşîd Rızâ el-Imâm'ülMücâhid; Abdülmüteal es-Saîdî, el-Müceddidûn fî'IIslâm; Emîr Şekîb Arslan, Hâdır'ül-Âlem'iI-lslâmî, I, 284-286; Ahmed eş-Şerebâsî, Reşîd Rızâ Sâhib'ülMenâr) 3- Cemâleddin el-Kâsımî (öl. 1332/1914) Cemâlüddîn İb'n Muhammed Saîd Ibn Kasım, Hz. Hüseyin soyundan olup 1283 (1866) yılında Şam'da doğmuş, burada öğrenim gördükten sonra bir süre gezici öğretmenlik yapmış sonra Mısır'a gitmiş, hac vazifesini ifâ ettikten sonra evine çekilerek tefsîr, edebiyat ve şer'î ilimlerle ilgili özel dersler vermiş ve eserler tasnîf etmiştir. 1332 (1914) tarihinde Şam'da vefat etmiştir. Bahis mevzuu edeceğimiz tefsirinin dışında Islâhu'l-Mesâcİd, Ta'tîr'ül-Meşâm, DelâiFütTevhîd gibi daha bir çok eser yazmıştır. Mehâsin'üt-Te'vîl isimli onikİ ciltlik tefsirinde çoğunlukla Ahmed tbn Hanbel, Şeyh'ül-İslâm Ibn Teymiyye gibi selefî bilginlerin metodunu takîb etmiştir. Hattâ yeni bir mezheb kurmakla itham edilmiş bulunan Cemâleddîn el-Kâsımî bu vesile ile ta'kîbâta bile uğramıştır. Öncelikle Kur'ân'ın Kur'ân ve Sünnetle tefsîrine çalışan müellif, eserinde selefî görüşleri yansıtmaktadır. Bu eserde çağdaş problemlerden fazla sözedilmez. Bu yüzyılda karşılaşılan pozitif bilimlerle ilgili ma'lûmâta rastlanmaz. Biz bu tefsîrden bazı iktibaslar yaptığımızdan burada ayrıca alıntı yapmaya gerek duymuyoruz. (Daha geniş bilgi için bkz. Zîriklî, elA'Iâm, II, 131; Muhammed Kürd Ali, el-Müzekkirât, III, 687-697; eş-Şabtî, Teracim A'yân-ü Dımaşk, 118; Serkîs, Cami'üt-Tasânîf, 63, 83, 96; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, III, 157-158) 4- Abdülazîz Çâvîş (öl. 1347/1929) Aslen Tunuslu bir aileye mensûb olan Abdülazîz Çâvîş 1293 (1876) yılında İskenderiye'de doğmuş, Ezher ve Dâr'ul-UIüm'da öğrenim gördükten sonra Camb-ridge Üniversitesinde Arap edebiyatı okutmuş, tekrar Mısır'a dönerek müfettişlik görevinde bulunmuş, el-Livâ' isimli bir dergi çıkarmış, birkaç kez tutuklanmış, daha sonra el-Hilal, el-Hidâye ve elÂlem'ül-lslâm isimli dergilerde yazarlık yapmıştır. Birinci Cihan Harbinde büyük şâir Mehmed Akif Ersoy gibi Avrupa'daki muslüman askerlere konuşma yapmak ve burada Osmanlı politikasını anlatmak Üzere Berlin'e gönderilmiş Genç Müslümanlar Cemiyeti adıyla bir cemiyetin kurulması faaliyetine katılmış ve 1347 yılının Şa'bân ayında (1929) Kâhire'de vefat etmiştir, el-Islâmü Dîn'ül-Fıtra, Ğunyefül-Müeddibîn, Eser'ül-Kur'ân fîTahrîr'il-Fikr'ü-Bcşerî, el-Hicâb fî'l-islâm gibi eserleri bulunmaktadır. Bunlardan bilhassa fikir hürriyetinden sözeden ve Angilikan kilisesi tarafından İslama yöneltilen tenkîdlere cevâb niteliğinde olan eseri büyük şair Mehmed Akif Ersoy tarafından Angilikan Kilisesine Cevâb adıyla türkçeye çevirilmiştir. Bakara sûresinin 141 nci âyetine kadar olan kısımların tefsirinden ibaret bulunan Esrar'ül-Kur'ân isimli tefsiri, özellikle Kur'ân in hedef aldığı gayeleri anlatan ve modern bir bakış açısıyla Kur'an'ı değerlendirmeye çalışan önsözü ile dikkati çekmektedir. Abdülazîz Çâvîş bu tefsirinden zaman zaman geçmiş müessirlerin hatâlarından sözetmckte ve bu noktada, Öteki muslüman aydınları gibi geçmişin değerlendirilmesinde tarafsız ve objektif bir tavır takınmak yerine, İslâm dünyasını içine düştüğü geriliği ve bunalımı özellikle bilginlerin sırtına yüklemeye çalışmaktadır. Abdülazîz Çâvîş, gerek makaleleri ve gerekse eserleriyle yüzyılımızda tslâmî uyanışın ve aydınlanmanın önemli isimlerinden birisi olmuştur. (Daha geniş bilgi için bkz, Zîriklî, el-A'lâm, IV, 140; Charles Adams, el-İslâm ve't-Tecdîd fi Mısır, 201; İbrâhîm el-Mâzenî, es-Siyâset'ül-Usbuiyye, sayı 152, sayfa 10; Şekîb Arslan, el-Feth, sayı 3, sayfa 622-623; el-Menâr, yıl 14, sayı 40, sayfa 121-127; Angilikan Kilisesine Cevâb, önsöz) 5- Muhammed Mustafâ el-Merâğî (öl. 1364-1945) Muhammed Mustafâ İbn Muhammed Ibn Abdülmün'im el-Merâğî. Güney Mısır'ın Saîd bölgesinde bulunan Merâğa'da 1298 (1881) yılında doğmuş, daha sonra Ezher'e gelerek yirmibeş yaşlarında Ezher'den âlim derecesine nail olan ilk genç olmuş ve aynı yıl Sûdân kadılığı görevini üstlenmiştir. Daha sonra Mısır'a gelerek şer'î mahkeme reisliğinde bulunmuş ve 1928 yılında kırksekiz yaşında iken Ezher Şeyhi olmuştur, Ezher öğreniminde olduğu gibi bu makama yükselen en genç Ezher şeyhidir de. Bir süre Ezher şeyhliğinden ayrılan Merâğî 1935 yılında yeniden Ezher şeyhi olmuş, nihayet 1945 yılında İskenderiye'de vefat etmiş ve cenazesi Kâhire'ye defnedilmiştir. Merâğî başlı başına bir tefsîr yazamamıştır. Ancak muhtelif sûrelerin tefsiri, mütehassıslarca çok beğenilmiştir. Ezher şeyhi olan Merâğî'nin tefsîr anlayışı, Re-şîd Rizâ'dan daha değişik ve daha mükemmel tarzda Muhammed Abduhu'nun tefsîr anlayışına yaklaşmaktadır. Kâhire'nin muhtelif camilerinde yürütmüş olduğu tefsîr dersleri, halktan ve seçkinlerden büyük rağbete mazhar olmuş ve muhtelif şekillerde yayınlanmıştır. Önce geçmiş tefsîr kaynaklarına başvuran Merâğî, bu kaynaklardan yararlandığı gibi, modern gelişmelerden de yararlanarak Kur'ân'ı yorumlamaya çalışmıştır. Kur'ân'ın muhkem konularını açıklama gayreti içine girmeyen Merâğî, asıl dikkatini İslâm şeriatına ve ilâhi emirlerdeki hikmetlere yöneltmiştir. İslâm devletinin gerileyiş ve çöküş nedenleri üzerinde fazlasıyla duran Merâğî, müslümanların ilerlemesi ve kalkınması için büyük bir gayret göstermektedir. Eser yazmaktan çok öğrenci yetiştirmeye mesâisini emeğini hasretmiş olan Merâğî Mısır'da yeni bir tefsîr anlayışının kök salıp gelişmesinde büyük emeği geçmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz., Fahreddîn ez-Zevâhidi, es-Siyase veM-Ezher, 55-70; Charles Adams, el-lslâm ve't-Tecdîd fî Mısr, 2; Abdülmüteâl es-Saîdî, el-Müceddidûn fî'l-İslâm, 545- 549; Ztriklî el-A'lâm, 7, 324; Ali Abdülvahid Lemha an Tarîh'U-Ezher, 92; Zehebî, et-Tefsîr ve'IMüfessirûn, II, 590-609; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirin, 339-345) 6- Şeyh Mahmûd Şeltût (öl. ?) Mahmûd Şeltût 1893 yılında Münye Benn Mansûr kasabasında dünyaya gelmiş, İskenderiye Dini İlimler Enstitüsünde öğrenim görmüş ve 1918 yılında bu öğrenim kurumunu tamamladıktan sonra İskenderiye'de Öğretmenlik yapmış, sonra yüksek tahsîlini tamamlamış ve bir süre de avukatlık yapmıştır. 1942de Büyük Bilginler Cemiyetinin üyesi olan Mahmûd Şeltût, Ezher'de göreve başlamış ve 1958 yılında Ezher Şeyhi olmuştur. Mahmûd Şeltût ilk defa radyoda dinî konuşmaları başlatan bilgin olup, yazmış olduğu küçük ebatlı tefsîrinde Kur'ân'ı genel bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışmış ve Kur'ân'm üslûbundaki fevkalâde üstün i'câzı tebarüz ettirmiştir. Tefsirinin Önsözünde şöyle demektedir: "Müslümanların uzun tarihleri boyunca çalışmış oldukları her ilmî faaliyette asıl itici âmilin o ilim nokta-i nazarından Kur'ân'a hizmet etmek olduğunu çok iyi biliriz. Dilin dayanağı olan ve kişiyi hatâya düşmekten koruyan nahiv ilmiyle Kur'ân-ı Kerîm'in doğru okunması gayesi güdülmüştür. Arap dilinin incelik ve güzelliklerinin ortaya çıktığı belagat ilmiyle Kur'ân-ı Kerîm'in i'câz bakımından üstünlüklerinin açıklanması, edebî esrarının ortaya konulması gayesi güdülmüştür. Dilin lügat bakımından kelimelerinin incelenmesi, mânâlarının belirlenerek lafızların kaydedilmesi ve şiirden şevâhidin araştırılması ile Kur'ân-ı Kerîm'in lafızlarının korunması, mânâsının zabtı ve kapalılıktan, tahriften uzaklaştırılması gayesi güdülmüştür. Tecvîd ve kirâet İle Kur'ân'm okunuşu ve lehçelerinin ezberlenmesi gayesi güdülmüştür. Tefsîrİn hizmeti ise Kur'ân-ın mânâsını açıklamak, maksadını keşfetmek şeklinde olmuştur. Fıkıh ilmi Kur'ân'ın ahkâmını çıkarmak, Usûl İlmi Kur'ân'ın genel teşrik kaidelerini ve hüküm çıkarma usûllerini belirtmek hizmeti görmüştür. Kelâm ilmi Kur'ân'ın getirdiği akîdeyi açıklamak ve bunlara muhtelif yollarla delil aramak hizmetini görmüştür. Keza müs-lümanların Kur'ân'ın vahyettiği gerçeği anlamaları için delîl getirmek üzere kullandıkları tarihi de buna örnek verebilirsiniz... Kur'ân'm âyetlerinden ilhamla geliştirilen coğrafya ve iklîm bilgisini de buna örnek verebilirsiniz... Allah Teâlâ'nın bazı âyetlerinde belirttiği kâinat ilimleri de böyledir. Astronomi, Tıp, Astroloji, Biyoloji, Jeoloji ve daha bunlardan başka insan bilimleri de aynı şekilde mütâlâa edilebilir. Müslümanlardan bu ilimlerle ilgilenenler, bununla Kur'ân'a hizmet etmeyi veya Kur'ân'ın getirmiş olduğu vahyin anlamını kavramayı amaçlamışlardır. Hattâ şiirde bile durum böyledir. Müslümanlar zevklerini geliştirmek, kabiliyetlerini olgunlaştırmak ve Kur'ân-ı anlamak, Kur'ân'daki güzellikleri idrâk etmek için hazırlanmak amacıyla şiirle meşgul olmuşlardır... Bütün bunlardan dolayı ben, şuna inanıyorum ki; ister semavî olsun, ister yeryüzüne âit olsun eski ve yeni milletlerden hiçbir milletin kitâblarından hiçbirisi Kur'ân'ın müslümanlar vasıtasıyla ve müslüman bilginler tarafından ele alındığı kadar ele alınıp ilgilenilmediğini söylersem insaf ve i'tidâl sınırını aşmış olmam." (Nakleden Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirin, 348-350) Muhtelif eserlerinin yanısıra el-Fetâvâ isimli çağdaş müslümanin günlük hayatında karşılaştığı problemleri ele alan eseri ve incelediğimiz tefsiri çok itibar görmüştür. 7- Muhammcd Ferîd Vecdî (öl. 1373/1954) Muhammed Abduhu ekolünün temsilcilerinden olan Muhammed Ferîd Vecdî, 1292 (1875) yıllarına doğru iskenderiye'de dünyaya gelmiş, buradan Dimyâta gö-çederek gençliğini Dimyat'ta geçirmiş, sonra Süveyş'e gitnliş ve burada el-Hayât isimli mecmuasını çıkartmış, sonra Kâhire'ye gelip Evkaf Vezirliğinde küçük bir görev almış ve ardından da bir matbaa kurarak günlüked-Düstûr gazetesini çıkarmıştır. Bi-lâhere haftalık mecmua şeklinde elVecdiyyât isimli bir seri neşretmiş ve bir müddet de Mecellet'ül-Ezher'in yönetimini Üstlenmiştir. 1373 (1954) yılında vefat etmiş bulunan Muhammed Ferîd Vecdi1 nin ondördün üzerinde eseri bulunmaktadır. Bunlardan en büyüğü Yirminci Yüzyıl Ansiklopedisi başlığını taşıyan Dâiret'ül-Maârif| Karn'il -t'şrîn isimli eseri gelir kti bu eser geniş bir islâmî bilgiler ansiklopedisidir. Ayrıca Alâ AtlâPil -MezhebMlMâddî, el-İslâm'ü Dinü'n Âmm'un Hâlid'ün, elFelsefet'ül-Hakka gibi eserleri bulunmaktadır. elMushaf'ül-Müyesser diye bilinen Safvet'ül-trfân fî Tefsîr'il-Kur'an isimli tefsiri, diğer tefsirlerden derlenerek hazırlanmış ve daha çok Kur'ân'dakİ güç anlaşılan lafızların açıklanmasından ibarettir. Celâleyn tefsiri tarzındaki bu küçük tefsir geniş anlamda bir tefsîr olmaktan ziyâde, öğrenciler İçin bir el kitabı mahiyetindedir. Bu bakımdan üzerinde fazlaca durulmaya gerek yoktur. (Daha geniş bilgi için bkz. Muhammed Abdûl Fettâh, Eşhur'Ü Meşâhîr'ü Üdebâ'iş-Şark, I, 114-128; Muhammed Zekiyyüddîn, Meşâhîrü Üdebâ'il-Asr'ilHâzır, 114-115; Sarkis, Câmi'üt-Tesânîf, 81; Zîriklî elA'lâm, 7, 220-221; Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cem'ülMüellifîn, XI, 126-127; Menî' Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 369-376) 8- Tantâvî Cevheri (öl. 1359/1940) 1287 (1870) yılında Mısır'ın Tantâ şehrinde "yetişmiş olan Tantâvî Cevheri, Kâ-hire'de öğrenim görmüş ve bilâhere bugün Kahire Üniversitesine bağlı bulunan Dâr'ül-Ülûm'da hocalık yapmıştır. Nizâm'ül-Âlem ve'1-Umem, Cevâhir'ül-Ulûm, etTâc'ül-Murassa', Cemâl'ül-Âlem, en-Nİzâm ve'lİslâm, el-Ümme ve Hayatuha gibi birçok eserler de kaleme almış bulunan Tantâvî Cevheri 1359 (1940) yılında vefat etmiştir. Bir kısmını Dâr'ül-Ülûm'da Öğrencilerine tutturduğu notların, bir kısmını da mecmualarda neşrettiği makalelerin oluşturduğu Tefsîr'ül Cevahir ismini taşıyan eseri'ne klasik anlamda ne de modern mânâda bir tefsîr olma niteliğine sâ-hibtir. Müellif aklına gelen ve akla gelebilecek herşeyi tefsîrine doldurmuş ve bir yerde eseri ansiklopedik ma'lûmât yığınağı haline getirmiştir. Zaman zaman pozitif bilim adına âyetleri yorumlamaya ve hattâ hiç de ihtimâl dâhilinde bulunmayan mânâlara çekip götürmeye çalışmıştır. Batıda herhangi bir gazete veya dergide okuduğu makaleleri esâs alan Tantâvî Cevheri bugün birçoğu eskimiş, değişmiş ve hattâ reddedilmiş olan nazariyeleri tefsîrine doldurmuş ve âyetleri bunlara' göre yorumlama gayreti içine girmiştir. Bütün zaaflarına rağmen Cevherinin bu eseri, ondokuzuncu yüzyıl sonunda pozitivizmin dünyaya hâkim olduğu günlerde, pozitif verilerin diğer mukaddes kitâblar için tehlike teşkil ettiği gibi Kur'ân bakımından tehlike teşkil etmediğini, binâenaleyh pozitif bilimin verilerinin Kur'ân'a tamamen zıt olmadığını savunup değerlendirmesiyle yetişmekte olan aydınların pozitivist ve ateist mecraya sürüklenmesine büyük çapta engel olmuştur. Müslümanların geriliğini, Batının ilerilİğini ve gelişmişliğini konu edinen Tantâvî Cevheri, müslümanların fıkıh ilmine fazla önem vermelerini eleştirerek Kur'an'da 150'ye yakın âyetin fıkhî muhtevalı olduğunu, halbuki 750'den fazla âyetin pozitif bilimlere teşvîk ettiğini belirtmekte ve kendisinin Kur'ânı bu ilimlere göre yorumlamaya çalıştığını bildirmektedir. (Tantâvî Cevheri Tefsîr'ülCevâhir, XV, 53) Tantâvî Cevheri, tefsirine birçok resimler, şekiller ve hayvan motiflerini de almış ve böylece genellikle orta öğrenimde görülen fizik, kimya ve tabîat bilimlerine âit ma'Iûmâtla eserini doldurmuştur. Bu sebeple Tantâvî Cevherî'nin tefsîri birçok bilgin tarafından eleştirilmiştir. Bilhassa pozitif ilimlerin verilerinin sürekli değişken olması Kur'ân âyetlerinin bu verilere göre yorumlanmasını önlemektedir. Çünkü bu gün ilmî realite olarak kabul edilen birçok nazariyye ve teori kısa bir süre sonra ilim dışı kalmaktadır. Fahreddîn Râzî'nin tefsirinde karşılaştığımız bu gerçek yüzyılımızda Cevherî'nin tef şîrînde de karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple mes'eleyi daha geniş boyutta değerlendiren Mahmud Şel-tût, Emin el-Hûlî, Reşîd Rızâ, Muhammed Mustafâ el-Merâğî gibi bilginler Tantâvî Cevherî'nin metodunu benimsememişler ve yeri geldiğinde eleştirmişlerdir. Biz örnek olması bakımından bu tefsirden bazı bölümleri İbn Kesîr Tefsirinin ilâveler kısmında tercüme edip gösterdik. Bu sebeble tefsîre ait örnekleri burada tekrarlamaya gerek duymuyoruz. (Daha geniş bilgi için bkz. Zehebî, et-Tefsîr ve'IMüfessirûn, II, 505-519; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 783-785) 9- Seyyid Kutub (öl. 29 Ağustos 1966) Seyyİd İbn Hâc Kutub İbrâhîm Hüseyin el-Şazelî (Müellifin kardeşi Muhammed Kutub'un Salâh Oahbûr ile yaptığı konuşmadan, nakleden Abdullah el-Habbâs, Seyyid Kutub, el-Edîb'ün-Nâkid 79) Kendisinin Mısır'ı ziyaret eden Ebu'l-Hasan Ali enNedevî'ye anlattığına göre aslen Hindistanlı olan bir aileye mensûbtur. 1906 yılının Eylül ayında Asyût vilâyetinin Moşa isimli köyünde dünyaya gelmiştir. Burada Şeyh Abdül Fettâh isimli bir evliyanın kabri olduğundan resmen adı Beled'üş-Şeyh Abd'ül-Fettâh olarak geçmektedir. Seyyid Kutub Köyden Bir Çocuk isimli eserinde bu köyden sözetmekte ve Mısır köylülerin hayat tarzıyla ilgili detaylı bilgi vermektedir. İki kerre evlenmiş olan Seyyid Kutub'un babasının ikinci hanımından üç erkek üç de kız çocuk dünyaya gelmiştir. Bunlar, kendisinden üç yaş küçük olan kızkardeşİ Nefise, Seyyid Kutub, kendisinden üç yaş küçük olan küçük kızkardeşi Emine Kutub, onun da küçüğü olan Muhammed Kutub ve Hamîde Kutub. Nefîse Kutub 1903 doğumlu olup 1960'larda Seyyid Kutub'un tutuklanması üzerine tutuklanmış ve iki oğlu Rıfat ve Azmî ağır işkencelere ma'ruz kalmış ve nihayet büyük oğlu Rıfat hapishanede öldürülmüştür. Küçük kardeşi Emîne Kutub 1909 doğumludur. Dört kardeşin birlikte kaleme aldıkları el-Atyâf ül-Erbaa isimli eserde belirttiği gibi, şairane duygulara sâhib, ede-biyyat zevki olan çağdaş bir hikaye yazarıdır. Hayat Seli adında ve Yolda başlığını taşıyan iki hikâye kitabı bulunmaktadır. Diğer aile fertleri gibi 60'larda Emîne Kutub da tutuklanmış ve uzun süre hapiste kalmıştır. Ailenin üçüncü ferdi olan Muhammed Kutub, 1919 yılında doğmuş, Kâhire'de orta öğrenimini tamamladıktan sonra Edebiyat Fakültesi İngiliz dili bölümünde öğrenim görmüştür. Bilâhere Eğitim Fakültesinde psikoloji lisansı yapmış olan Muhammed Kutub, Millî Eğitim Bakanlığında çalışmış ve 1954 yılında kardeşiyle birlikte tutuklanmıştır. Hapishaneden çıktıktan sonra iki yıl boyunca Benû Süveyf lisesinde öğretmenlik yapmış ve 1965 yılında tekrar tutuklanarak 1970 yılına kadar hapiste kalmıştır. Şu anda Mekke Melik Abdülazîz Üniversitesinde görevli bulunan Muhammed Kutub'un pek çok eseri vardır. Ailenin en küçük ferdi olan Hamide Kutub'un Dört Hayâl isimli edebî eserdeki birkaç hikâyesinin dışında herhangi bir yayını olmamıştır. 60'lı yıllarda Seyyid Kutub'un kardeşi olması nedeniyle tutuklanan Hamide Kutub, on yıl ağır cezaya çarptırılmış ve bunun 6 yıl 4 ayını hapishanede geçirmiştir. Daha çocuk yaşta dayılarının yanında Öğrenmek üzere Kâhire'ye gelen Seyyid Kutub, önce babasını kaybeder. 15 yaşlarında Abdülazîz Medresesinde orta öğrenimini sürdürür ve 1928 yılında bugün Kahire Üniversitesine bağlı bulunan Dâr'ül-Ulûm'un hazırlık kısmını tamâmlar ve 1930 yılında adı geçen fakülteye girerek 1933 yılında Arap dili mütehassısı ve eğitim diploması alıp lisans eğitimini tamâmlar. 1939 yılına kadar Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda öğretmenlik yapan Seyyid Kutub, 1948 yılına kadar genel kültür bölümünde görev almak üzere Maârif Bakanlığının merkezî teşkilâtında çatışır. Mısır'da eğitimin ıslâhı için birçok projeler de hazırlamış olan Seyyid Kutub, bu dönemde muhtelif çocuk hikâyeleri yazar ve arap dilinin yenileştirilmesi faaliyetine katılır. Bir yandan da gazetelerde yazı yazmaya devam eden Seyyid Kutub, bakanlıktaki görevinden ayrılmak zorunda kalır, ancak devrin- ünlü edebiyatçılarından Tâhâ Hüseyin'in çabaları sonucu görevine devam etmesi sağlanır. Tâhâ Hüseyin'in tavsiyesi üzerine öğrenimin ıslâhı konusunda kapsamlı bir rapor hazırlamak üzere Güney Mısır'da bir süre teftîş yapmakla görevlendirilir. Bu dönemde Dikenler isimli kitabında anlatmaya çalıştığı şekilde başarısız bir evlilik tecrübesi geçirir ve bir daha evlenemez. Bilâhere 1964 yılında hapisten çıktıktan sonra, evlenmek üzere iken, tekrar tutuklanır. Bu kez de evlenmeye fırsat bulamaz. Devrin bütün aydınlan gibi Mısır'daki hürriyet ve bağımsızlık faaliyetlerine katılan Seyyid Kutub, 1947 yılında el-Fikr'ül-Cedîd (Yeni Düşünce) isimli bir mecmua çıkarır. Bu mecmuasında kaleme aldığı yazılarında gerek Mısır'daki partileri ve gerekse saraydaki entrikaları ağır dille eleştirir. Ancak kısa bir süre sonra dergisi kapatılır ve saray tarafından tutuklanmak üzere bir dosya hazırlandığını anlayınca devrin başbakanı Mahmûd Fehmî Vefd partisi döneminde Seyyid Kutub'la tanıştığı için, onun tutuklanmasını istemez ve Amerika'ya gönderilen yüksek eğitim planlamasıyla ilgili hey'etin arasına onu da girdirerek Mısır'ı terketmesini sağlar. İlkin bunu kabul etmeyen Seyyid Kutub, durumun hiç de elverişli olmadığım görünce bu görevi kabul ederek 1948 yılı sonlarında Amerika'ya gider. İki yıl boyunca muhtelif Amerikan üniversitelerinde ve araştırma kurumlarında eğitim faaliyetleri üzerinde inceleme yapan Seyyid Kutub 1950 yılı Ağustos ayında Kâhire'ye döner ve Maârif Bakanlığındaki görevine başlar. Amerika'da bağımsız araştırmacı olarak yaptığı incelemelerde Amerikan toplumunu yakından tanıma imkânı bulan Seyyid Kutub, burada İslâm düşüncesi ve Mısır'daki islâmî hareketlerle fikrî alâka içerisine girer. Müslüman kardeşlerin reîsi Hasan el-Bennâ'nın öldürülmesi üzerine, kiliselerin çanlarını çaldıklarını ve bu olaya fazlasıyla sevindiklerini müşâhade edince adıgeçen teşkilâta sempatisi artar. Dönüşünden sonra bir müddet me'zûn olduğu Dâr'ul-UIûm'da konferansçı öğretim görevlisi olarak çalışan Seyyid Kutub, diğer yandan da bakanlıkta teknik danışmanlık görevini sürdürür. Fakat basın ve düşünce hayatıyla daha içice olmak için 1952 devriminden önce resmî görevinden istifa edip serbest çalışmaya başlar. 1951 yılında Müslüman Kardeşler teşkilâtıyla organik bağ içerisine giren Seyyid Kutub, teşkilâtın irşâd kolu başkanı olarak görevlendirilir: 1951 yılında Kudüs'te toplanan Milletlerarası İslam kongresinde Müslüman kardeşler teşkilâtını temsil eder, 1954 yılında adıgeçen teşkilâtın "Müslüman Kardeşler" adıyla yayınına başladığı haftalık derginin başyazarlığı görevini üstlenir. 1952 devriminde hür subaylar teşkîlâtı ile yakın diyalog içinde bulunan Seyyid Kutub, devrimi öven bazı yazılar yazar. Devrimden sonra genç subaylar kendisine Millî Eğitim Bakanlığı veya Mısır Radyo Kurumu Başkanlığı görevini teklîf ederlerse de, kabul etmez. Bilâ-here devrim konseyi kendisini devrimin kültür işleriyle görevli danışmanı yapar fakat birkaç ay sonra Seyyid Kutub bu görevi de terkeder. 1954 yılında Müslüman Kardeşlerin önde gelen yöneticileriyle birlikte tutuklanan Seyyid Kutub, Cemâl Salim başkanlığında kurulan mahkeme tarafından 15 yıl ağır cezaya çarptırılır. On yıl hapis yatan Kutub, hastalığı üzerine hastaneye nakledilir. 1964 yılında, Irak cumhurbaşkanı Abdüsselâm Arifin tavassutu ile sıhhî nedenlerden dolayı hapisten çıkarılır. Ancak 9 Ağustos 1965'te Maâlim fî't-Tarîk isimli eserinden ve diğer yazılardan dolayı yeniden tutuklanır. Muhammed Fuâd ed-Decevî'nin başkanlığındaki mahkeme Seyyid Kutub'un idamına karâr verir. Avukat tutmasına dahi izin verilmeyen adalet dışı usûllerle muhakeme edildikten sonra ağır işkencelere tabi tutulan Seyyid Kutub 29 Ağustos 1966 tarihinde idam edilir. Seyyid Kutub'un edebî, fikrî, dinî ve sosyal araştırmalardan oluşan yirminin üzerinde eseri vardır. Birçoğu da dilimize çevrilmiş olan bu eserlerin en önemlileri; İslam'da Sosyal Adalet, Cihan Sulhu ve İslâm, ve Medeniyetin Problemleri, Islâmî Etüdler, Kur'ân'da Edebî Tasvîr, Kur'ân'da Kıyamet Sahneleri İslâm ve Kapitalizm Çatışması, İstikbâl bu Dinindir, İslâm Düşüncesinin Esâslaradır. Fakat Seyyid Kutub'un en önemli eseri ve aynı zamanda modern tefsîr çalışmalarının da zirvelerinden birisi, hattâ birincisi Kur'ân'ın Gölgesinde anlamına gelen Fî Zılâl'İI-Kur'ân isimli tefsiridir. Bu tefsîri, büyük düşünürün bütün eserlerinin özeti ve bir yerde hayat tecrübesinin muhteşem bir hülasası gibidir. Klasikleşmiş tefsîr geleneğinin çıkmaza girmesi, modern tefsîr geleneğinin kurulamaması ve toplumun islâm'dan, İslâm'ın toplumdan uzaklaşması sonucu Kur'ân'ın hayatla ilişkisinin koptuğu bu son yüzyıllarda Seyyid Kutub tefsîre ve tefsîr anlayışına, buna bağlı olarak dafclâm düşüncesine yepyeni ufuklar açmış ve çok güçlü bîr soluk getirmiş büyük mütefekkirdir. 1951 yılı sonlarında Hasan el-Bennâ'nm dâmâdı olan Saîd Ramazân el-Müslimûn isimli bir dergi çıkarmaya başlayınca, birçok İslâm bilgini gibi Seyyid Kutub da bu dergide Kur'ân'ın Gölgesinde başlığı altında seri halinde yedi makale neşretmiş Fatiha ve Bakara sûreleri ile ilgili yorumlarını kaleme almıştır. Büyük bir ilgi ile karşılanan bu tefsîr, 1952 yılının Ekim ayında neşredilerek düşünce ve kültür dünyasına sunulmuştur. Ayda bir cüz' halinde neşredilmesi programlanan tefsîr'in 1954 yılının ocak ayına kadar onaltıncı cüz'Ü yayınlanmıştır. Ancak 1954 yılında Seyyid Kutub tutuklanmış ve buna rağmen 17 nci ve 18 nci cüz'leri neşret-miştir. Kısa sürede serbest bırakılan Seyyid Kutub; devrin çok hareketli siyâsî platformunda Müslüman Kardeşler Dergisinin başyazarlığı görevini üstlenmesi nedeniyle tefsirin müteâkib cüz'lerini kaleme alamamıştır. Ancak kısa bir müddet sonra Müslüman Kardeşlerle birlikte tutuklanınca Seyyid Kutub eserinin kalan kısmını zindanda tamamlamıştır. Başlangıçta hapishanede yazı yazmasına izin verilmez. Ancak bu eseri neşreden Dârü thyâİ'lKütüb'il-Arabiyye isimli yayıneviyle yaptığı sözleşme gereği yayınevi büyük bir kısmı yayınlanmış olan tefsirin te'lifine engel olunmasından dolayı karşılaştığı büyük mâl? problemi konu edinerek yüksek mahkemeye başvurmuş ve bunun neticesinde hükümet düşünürün yazı yazmasını engelleyen karârım kaldırmıştır. Zindanda eserini tamamlamasına mahkeme kararıyla izin verilen Seyyid Ku-tub'un bu eserini dinî yönden kontrol etmek üzere Muhammed el-Gazzâlî görevlendirilir. Böylece eser tamamlanabilmiştir. 1961 yılında yapılan ikinci baskıda eserin baştarafını yeniden gözden geçirmiş, böylece muhteva birliğini sağlamıştır. Fî ZilaPil-Kur'ân'a yazmış olduğu kısa ve öz mukaddimede tefsir metodunu ve tefsir anlayışım özetleyen Seyyid Kutub öncelikle Kur'ân'm bir hayat kitabı olduğunu; kavruk çölün sıcaklığında hayatlarını sürdürmek zorunda olan insanların, gölgeliklere sığınması gibi, câhiliyyenin bataklığı içerisinde yüzen günümüz müslü-manının da "Kur'ân'ın Gölgesi"ne sığınarak rahat ve huzura ereceğini belirterek başlıyor. Bu tefsirinin "Kur'ân'ın Gölgesinde" geçirdiği günlerdeki duygu ve izlenimlerini dile getirdiğini bildiren Seyyid Kutub, 'Kurânın Gölgesinde varlıkların dış görünüşlerinden çok daha büyük olduğunu görerek yaşadım" diyor. Varlıkların yalnızca görülen âlemden ibaret olmadığını, görülen ve görülmeyen âlem ikileminin bulunduğunu, belirterek "Kur'ân'ın Gölgesinde" yaşayan mü'minin çevresindeki evrenle yakın ilişki ve dostluk içerisinde bulunduğunu ve Kur'ân'ı okuyan mü'minin kendisinin dünyanın başından sonuna doğru uzanan bir peygamberler kafilesinin takîbçisi ve devamı olduğunu hissettiğini belirtiyor ve İslâm'ın insan fıtra-tıyla paralel yürüyen yegâne nizâm olduğunu ifâde ediyor. İnsanoğlunun bozulan bir kilidi ustaya götürmek gibi basît bir kuralı bildiğini ancak her bakımdan hasta olan ruhunu gerçek bir hekime teslim etmekten kaçındığını söyleyerek insanlığın başına gelen felâketlerin ana kaynağının insanın kendine güvenip Allah'ı unutması olduğunu bildiriyor. Beşeriyyetin bugün içine düştüğü bunalımdan kurtulmasının yalnızca Allah'a dönmesiyle mümkün olabileceğini, nasıl bir makinayı icad edip yapan İnsanın o makinayı diğer İnsanlardan daha iyi bildiği herkes tarafından kabul edilirse; insanı yaratan Allah Teâlâ'nın da insanı en iyi bilen olduğu müteraifesinin kabul edilmesi gerektiğini ve dolayısıyla insanın Allah'a teslîm olması İcâbettiğini söylüyor. Ve nihayet yazdığı gerçeklerin ve burada belirttiği fikirlerin "Kur'ân'ın Gölgesinde" yaşadığı sürece edindiği intibâlardan ve duygulardan bir nebze olduğunu bildiriyor. Seyyid Kutub, geleneksel tefsîr metodunu hiç nazar-ı itibâra almaz. Hattâ İbn Kesîr tefsiri dışında diğer tefsirlerin nakillerinin sıhhati konusunda kuşkusu bulunduğu için hiçbir tefsire başvurmaz. Doğrudan doğruya Kur'ân diyalektiği ile kaleme aldığı bu eserinde bir yandan Arap edebiyatının en güzel örneğini sergilemişken, diğer yandan da İslâm düşüncesinin en mümtaz örneklerinden birisini ortaya koymuştur. Bazı kimseler bu tefsirdeki edebî ağırlığı gözönünde bulundurarak onun tefsîr olmaktan çok bir edebiyat eseri olduğunu söylemektedirler. Ne varki Hz. Muhammed'in getirdiği en büyük mucize Kur'ân olduğunu ve Kur'ân'ın taşıdığı en büyük i'cazın da edebî i'câz olduğunu hatırlayacak olursak Fî Zılâl'il-Kur'ân'da Seyyid Kutub'un edebî zevke hitâb etmesinin ne derece yerinde olduğu açıkça görülür. Bu kitabımızda gördüğümüz gibi başlangıcından günümüze kadar hemen hemen İslâm müelliflerinin büyük bir kısmı Kur'ân-ı Kerîm'in edebî i'câzı üzerinde durmuş ve muhtelif edebiyyat san'atları yönünden Kur'an'ı tefsir etmeye çalışmışlardır. Ne var ki bu edebî tefsîr türünün zirvelerinde Seyyid Kutub'un Fî ZılâPil-Kur'ân'ı yer alır. Bu gerçek hem klasik, hem de çağdaş Arap edebiyatı bakımından geçerlidir. Seyyid Kutub bu eserinde klasik tefsîr modellerine .uygun olarak Kur'ân'ın kelime kelime izahıyla oyalanmak yerine, Kur'ân'ın pratik cephesini ve hayatta yaşanan, yaşanabilecek noktalarını ortaya koymaya çalışmış ve bir yerde hayatın kitabı olan Kur'an'ı yine hayatın içine indirgemiştir. Böylece uzun yıllardan beri minberlerin ve mihrâbların köşesine hapsedilmekle yüz yüze bulunan Kur'an'ı cemiyyet arasına getirmeye çalışmış ye bu hususta fevkalade başarılı olmuştur. Seyyid Kutub, hitâb etmek istediği günümüz insanının anlayacağı bir üslûb kullanmayı tercih ettiği gibi, üzerinde önemle durduğu mes'elelerin de hayalî veya tarihîn bir döneminde vuku bulmuş mâzîye ait bir vakıa olmaktan çok yaşayan insanın günlük hayatında karşılaştığı gerçekler olmasına da dikkat etmiştir. Zaman zaman duygu, ihsas, ümîd ve arzularına da yer verdiği bu eserinde Seyyid Kutub Ondoku-zuncu Yüzyıldan beri gelişen modernleşme ve ıslâhat düşüncelerinin esasen eksik plan yönlerini ve taşıdıkları çıkmazlarını da ortaya koymuştur. Bu bakımdan o, fikir itibariyle Afgânî'den sonra gelişen modernist zihniyete tâm olarak bağlı değildir ve bu sebeple birçok eserlerinde olduğu gibi Fîl sûresi tefsirinde de Muhammed Abdu-hu, Muhammed tkbâl ve Cemâleddin Afgânî gibi Ondokuzuncü yüzyıl islâm düşünürlerini çok dikkatli biçimde eleştirmiştir. (Fî Zilâi'il-Kur'ân tefsiri, İsmail Hakkı Şengüler, Emin Saraç ve tarafımızdan türkçeye tercüme edilerek 16 cilt halinde Hikmet Yayınlan arasında neşredilmiştir.) Seyyid Kutub'un tefsîre kazandırdığı modern üslûb, ifâde ve güçlü soluktan sonra başta Mısır olmak üzere diğer Arap ülkelerinde onu aşabilecek veya onun stilinden daha farklı bir stille eser ortaya koyacak orjinal bir müfessİr yetişmemiştir. Ve yapılan tefsîr çalışmalarının çoğunluğu ya klasik tarza dönüş veya bilimsel izah tarzında olmuştur. Bu bakımdan Muhammed el-Behiyyin bazı sûrelerin tefsirinden oluşan eseri, Hanefî Ahmed'in etTefsır'ül-İlmî li'1-Âyât'il-Kevniyye fî'1-Kur'ân isimli, Kur'an'ı pozitif bilimlerle yorumlamaya çalışan tefsîri, Muhammed İzzet Derveze'-nin Kur'ân-ı Kcrîm'i nüzul sırasına göre tefsîr eden ve bu noktada gerçekten başarılı olan Tefsîr'ül-Kur'an'il-Kerîm'i, Mahmûd Hicâzî'nin daha çok vaaz ve nasihat üslubuyla kaleme almış olduğu et-Tefsîr'ül-Vazıh isimli tefsîri ve nihayet Seyyid Kutub ekolüne mensûb olan ancak te'lif gücü bakımından Seyyid Kutub'un çok çok gerilerinde kalmış olan Saîd Havva'nın tefsîri günümüz Arap dünyasında karşılaştığımız başlıca tefsîr çalışmalarıdır. Fakat bu çalışmalardan hiçbirisi ne klasik modelde, ne de modern tefsîr faaliyetinde karşılaştığımız örnekleri geçemedikleri gibi her iki gruba da idhâl edilemezler.[4]
III- KUZEY AFRİKA ve MAĞRİB'DE TEFSÎR
III- KUZEY AFRİKA ve MAĞRİB'DE TEFSÎR ÇALIŞMALARI Endülüs'ün çöküşüyle birlikte "yeşilada"da yaşayan müslümanların büyük bir kısmı Kuzey Afrika'ya geçerek burada oldukça köklü bir kültür tabanı oluşturmuşlardır. Kuzey Afrika ülkelerinin islâm ülkeleri içinde sömürgeleşen ilk bölge olması ve Afrika'ya yönelik misyonerlik faaliyetinin çıkış noktası bulunmaları nedeniyle İslâm dünyasının imparatorluk merkezi dışındaki bölgelerinden daha önce Batılı emperyalistlerin hedefi haline gelmiştir. Ne var ki, Hind Kıt'asmda olduğu gibi Kuzey Afrika'da geniş tabanlı bîr modernleşme faaliyetine şâhid olmuyoruz. Buna karşılık Kuzey Afrika'nın tepkisi içe-dönme ve düşmanı red şeklinde tezahür etmektedir". Bunun sebebi belki Kuzey Afrika halkının arapça konuşması nedeniyle geleneksel anlayışın halk tabanına geniş biçimde yayılması olabilir. Sudan'da Mehdi'nin ve Cezayir'de Abdülkâdif'in faaliyetleri ile çok canlı mücâdele örneklerine şâhid olduğumuz Kuzey Afrika'da fikrî canlılık aynı derecede hareketli olmasa da bazı modern tefsîr anlayışına uygun çalışmalar göze çarpmaktadır. Şimdi biz Kuzey Afrika'da kaleme alınmış bulunan tefsirlerden bazılarını tanımaya başlayalım: 1- Muhammed el-Mirganî (öl. 1268/1852) Muhammed Osman İbn Muhammed el-Mirğanî, 1208 (1794) yılında Tâİfte dünyaya gelmiş, küçük yaşta babasını yitirmiş, öğrenim hayatına burada başlamış, sonra Mekke'ye gelerek Fâs'lı Şeyh Ahmed İbn İdrîs'in ders halkasına katılmıştır. Adıge-çen zâtın teşvikleri ile kendini İslâm'ı tanıtmaya adayan Muhammed Osman; Mısır ve Habeşistan'a gitmiş, bir süre Eritre'de kalmış ve Eritre'de ilkel hayat yaşayan kabileler arasında bulunarak onlara İslâm'ı tanıtmış ve müslüman olmalarını sağlamıştır. Bir süre Güney Mısır'a giden Muhammed Osman, sonunda Sudan'a geçmiş ve diğer yerlerde olduğu gibi Sudan'da Hâtİmiyye adı verilen bölgeye yerleşerek çalışmalarını devam ettirmiş ve burada mescidler inşa edip Islâmiyyeti tanıtmaya çalışmıştır Sözkonusu edeceğimiz Tâc'üt-Tefâsîr'den ayrı olarak Şerh'ulBeykâniyye, ez-Zuhûr'üI-Fâika ve Ğunyet'üs-Sûfiyye gibi eserleri de bulunan Muhammed Osman, 1268 (1852) yılında vefat etmiştir. İki büyük boy iki cilt halinde kaleme almış bulunduğu Celâleyn tefsiri tarzında olup daha çok Kur'ân'ın anlaşılması güç ifâdelerinin anlatılması amacına yöneliktir. Öncelikle dille alâkalı açıklamalara yer veren Muhammed Osman çok kısa biçimde âyetleri tefsîr etmeye çalışmıştır. Uzun tarihî ma'lümâta yer vermekten kaçınan Muhammed Osman mevzu' hadîslerden ve Isrâiliyâttan da uzak durmaya çalışır. Ancak sûrelerin başında İşârî tefsirlerde yer alan bazı remizlere dikkat çeker. Tefsî-rin fazlaca orijinal bir tarafı yoktur. (Daha geniş bilgi için bkz. Zîriklî, el-Alâm, VII, 144-145; Brockelmann, G.A.L., II, 475; Suppl., II, 809-810; Ömer Rıza Keh-hâle, Mu'cem'Ül-müellifîn, X, 286; Menî'Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 355-360) 2- Tâhir el-Cezâirî (öl. 1338/1920) Tâhir İbn Salih İbn Ahmed İbn Mevhûb el-Cezâirî, aslen Cezayirli olup 1268de (1852) Şam'da dünyaya gelmiş, burada öğrenim gördükten sonra İbranca, Süryân-ca, Habeşçe, Türkçe ve Farsça gibi şark dillerini öğrenmiş, mektep müfettişliği görevinde bulunmuş ve Kudüs'te Hâlidiyye kütübhânesinin kurulması faaliyetine katılmış, bilahere Kahire ve Şam'a gitmiş Şam'da Zâhiriyye kütübhânesi müdürlüğü, Mecma'ül-llmî el-Arabî'nin azası olmuş ve 14 Rebî'ül-Âhir 1338 (1920) yılında vefat etmiştir. Daha çok Arap diliyle ilgilenen Tâhir elCezâirî'nin birçok yayınlarının yanısıra küçük bir de tefsîri mevcûddur. Onun gördüğü ve tanıdığı eserlerle ilgili ma'lûmâtlar ihtiva eden tezkireleri eserlerinden daha fazla ün salmıştır (Daha geniş bilgi için bkz., Zîriklîel-A'Iâm III, 320; Serkis, Mu'cem'ül-Matbûât, 688-691; Fahrî el-bârûdî, el-Müzekkirât, I, 58; eş-Şattî, Terâcim A'yân'ü Dımeşk, 120; Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 775; Ömer Rızâ Kehhâle, Mu'cem'ülMüellifîn, V, 35-36) 3- Abdülhamîd Benbâdis (öl. 1359/1940) Abdülhamîd tbn Muhammed Mustafâ tbn Mekkî tbn Badis 1305 (1887) yılında Kosantîne'de doğmuş, aslen Sınhâc kabîlesine mensûb bir ailedendir. Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzettikten sonra Tunus'a gelmiş ve 1912 yılında ZeytÛne Üniversitesinde öğrenimini tamamlamış, sonra hacca gitmiş ve burada Şeyh Beşîr el-lbrâhîmî gibi Cezayirli bazı kişilerle buluşmuş ve Cezayir'in bağımsızlığı için mücâdele verilmesi konusunda anlaşmıştır. 1931 yılında gizlice Cezayirli Müslüman Bilginler Cemiyetini kurmuştu. eş-Şihâb isimli bir mecmua çıkarmış ve Fransız emperyalizmine karşı bayrak açmıştır. Yirmibeş yıl süresince Kur'ân tefsîri üzerinde çalışan Benbâdis Fransızlar tarafından büyük işkencelere maruz bırakılmış ve 1940 yılında Cezayir'de vefat etmiştir. Benbâdis'in Kur'ân tefsîri Muhamed Abduh ekolünün anlayışına yaklaşmaktadır. Kur'ân'm Kur'ân veya Sünnetle tefsirine gayret eden Benbâdis eserinde güncel bilgilere de yer vermiştir. (Daha geniş bilgi için bkz., Zîriklî, el-A'Iâm, IV, 60; Menî' Abdülhalîm Mah-mûd,Menâhic*ül Müfessirîn,323-326; Ömer Rızâ Kehhâle, Mü'cem'ülMüellifîn, Vt 105) 4- Tâhir tbn Âşûr (öl. 1395/1975) Siyâsî, ilmî ve fikrî alanda birçok büyük şahsiyetlerin, yetiştiği bir aileye mensûb bulunan Muhammed Tâhir İbn Âşûr, Tunus'ta dünyaya gelmiş, Kur'ân ve arapça öğrenimini geliştirdikten sonra Zeytûne üniversitesine girmiş, burada muhtelif İslâm ilimlerini de öğrendikten sonra değişik dinî görevlerde bulunmuştur. Maddî durumu yerinde olan ailesinin de desteği ile babalarından tevarüs ettiği kitâblarım derleyerek zengin bir kütübhâne kurmuş ve burada dinî ilimleri neşre çalışmıştır. Bir süre Ezher Şeyhi olan Tunus'lu Muhammed Hıdir Hüseyin ile birlikte Tunus'un kurtuluş hareketinde de etkin rol almış bulunan Tâhir İbn Âşûr, emperyalist Fransızlar tarafından hapse atılmıştır. Tunus'un bağımsızlığını kazanmasından sonra îslâmî konulardaki düşünceleri nedeniyle Burgiba yönetimiyle ters düşmüş olan Tâhir İbn Âşûr Tunus müftüsü olmuş, bir müddet sonra bu makamdan ayrılmıştır. İdarî görevden uzaklaştıktan sonra tefsîr yazmak fikrini gerçekleştirmiş olan Tâhir tbn Âşûr diğer tefsîrlerden derlemiş olduğu et-Tahrîr ve'tTenvîr isimli tefsirini yazmaya başlamıştır. Eski tefsîrlerden yararlanmışsa da onlarda bulunmayan ince noktalan tesbite çalışmıştır. Geçmişi bütünüyle reddetmeyen Tâhir İbn Âşûr, eskiden yararlanarak yeni bir düşünce tarzı kurmaya çalıştığını belirtmektedir: "Eskilerin sözleri karşısında insanları iki şekilde gördüm: Bir kısmı eskilerin yazmış oldukları eserlerin üzerine abanıp kalmışlar. Diğer bir kısmı da eline bir balyoz alarak geçmişten kalan her şeyi kırıp yıkmaya çalışıyor. Bana göre her ikisinin de pek çok zararı vardır. Halbuki gerek abanmaktan ve gerekse kırmaktan uzak bir başka tarz daha bulunmaktadır: Bu tarz geçmişin ortaya koymuş olduğu değerleri inceleyerek onları geliştirme ve genişletme yoludur. (Tâhir İbn Âşûr, etTahrîr, önsözünden nakleden Menî Abdülhalîm Mahmûd, Menâhİc'ül-Müfessİrîn, 336) Bu anlayışla tefsirini kaleme alan Muhammed Tâhir İbn Âşûr Kur'ân'ın edebî i'cazını ve Arap dili bakımından inceliklerini de tebarüz ettirmeye çalışmıştır. Kuzey Afrika'da yazılmış bulunan en önemli tefsirlerden birisi olan Tâhir İbn ÂşÛr'-un tefsiri aynı zamanda modern tefsîr faaliyetine örnek teşkil edebilecek değerli bir tefsîrdir. (Daha geniş bilgi için bkz., Menî Abdülhalîm Mahmûd, Menâhic'ül-Müfessirîn, 333-338)[5]
IV- HİND YARIMADASINDA TEFSÎR ÇALIŞMALARI
IV- HİND YARIMADASINDA TEFSÎR ÇALIŞMALARI Daha önce de belirttiğimiz gibi, islâm dünyasındaki uyanış ve modern düşünce hareketi ilkin Hind yarımadasında başladı. Bilhassa Şâh Nakşibend'in getirmiş olduğu tasavvuf anlayışı ile tslâm dünyasını uzun yıllar kapsamlı biçimde etkilemiş olan Muhyiddîn Ibn'ül-Arabî'nin vahdet-i vücûd anlayışına karşı çıkması ve yeniden düzenli şer'î prensiblerle tasavvufî fikirleri uzlaştırmaya çalışması Hind yarımadasında yeni bir şekillenişin temelini oluşturdu. Şâh Veliyullah Dihlevî' (öl. 1762/ Onsekizinci yüzyılda Hind kıtasında Şâh Nakşibend ile gelişen şer'î tasavvufî düşünceyi daha da kökleştirdi. Bilâhere Seyyid Ahmed'in oluşturmaya çalıştığı Selefi düşünce,.Şeyh Muhammed Kasım Nânotevî (öl. 1880) nin kurmuş olduğu Divbend İlimler Enstitüsü ile yeni bir seviyye kazandı. Bu dönemde Behvüpâl Melikesi Sultân-ı Cihan Begüm Hân'ın büyük gayretiyle kurulan Dâr'ül-Musannifîn' ile İslâm kaynaklarını yeniden ele alarak çağın ihtiyâçlarına göre yorumlama faaliyeti hız kazandı. Adıgeçen Behvüpâl melikesinin samîmî olarak İslâm ilimlerini ihya etmeye çalışması ve kendisinin ünlü düşünür Sıddîk Hasan Bahadır Hân'la evlenmesi, Hind ki t'asında islâmî düşünüşün yeni bir boyut kazanmasına neden oldu. 1- Sıddîk Hasan Bahâdır Hân (öl. 1307/1890) Ebu't-Tayyıb Sıddîk Hasan Hân İbn Ali el-Hüseyn elBuhârî el-Kannûcî. Aslen Buhârâlı olup 1248 (1832) yılında Kannûc'da dünyaya gelmiş, burada Öğrenim gördükten sonra Dehlî'ye gelerek Şeyh Sadreddîn'den ders almış ve bilâhere yarı bağımsız bir hanlık olan BehvüpâFa giderek burada şöhrete ulaşmıştır. Şâh Veliyullah Dihlevî'nin te'sîrinde kalan Sıddîk Hasan Bahâdır Hân, Hicaz'da Şevkânî'-nin öğrencileri İle tanışmış ve dönüşünde Behvüpâl melikesi Sultân Cİhân Begüm Hân'la evlenerek Behvüpâl meliki ve emîri unvanını almıştır. İlmî şöhretinden dolayı Begüm Hân'ın kendisiyle evlenmesi her bakımdan Sıddîk Hasan Hân'a geniş imkânlar ve büyük bir itibâr te'mîn etmiştir. Yaklaşık 220'ye yakın eseri bulunan Sıddîk Hasan Bahâdır Hân'ın en büyük eseri şüphesiz Feth'ül-Beyân fî Makâsıd'il-Kur'ân isimli tefsiridir. Rivayet ve dirayet metodlarını birleştiren bu tefsîr açık ve anlaşılır bir dille kaleme alınmış ve genellikle selefi akideye mensûb müfessirlerin fikirlerine yer vermiştir. Sıraladığımız tefsîr çalışmaları içerisinde orijinal birnitelik taşımamakla beraber, Hindistan'da yeni bir çığır açmış olması bakımından önem ifâde etmektedir. Genellikle Re'y ehline karşı bir tavrın sergilendiği bu tefsîr, birçok bilgin tarafından eleştirilmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz., Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, II, 757-759; Ömer Rızâ Kehhâle, Mu'cem'ül-Müellifîn, VII, 66) 2- Ebu'1-A'lâ-el-Mevdûdî (öl. 1400/1979) 1903 Eylülünde Hindistan'ın Haydarâbâd bölgesinin Örnekâbâd şehrinde dünyaya gelen Mevdûdî, Çiştiyye tarikatının kurucularından Şeyh Kutbeddîn Mevdû-dî'nin soyundandır. Babasının vefatı üzerine öğrenimini yanda bırakarak gazeteciliğe başlayan Mevdûdî; Tâc, Müslim, Cemiyyet gibi gazetelerde makaleler yazar ve yazılarıyla Hind kıt'asındaki müslümanlan uyarmaya, İngiliz emperyalizmine karşı mücâdeleye teşvik eder. Tercümân'ül-Kur'ân ismiyle çıkarmaya başladığı dergi Pâkistân'in büyük şâiri Muhammed İkbâl'in dikkatini çeker. Onun yakın teşviklerini gören Mevdûdî 1941 yılında Cemâat-i İslâmî adıyla bir parti kurarak siyâsî faaliyetlere iştirak eder. Hindistan'da bir müslüman devlet kurulması fikrini Muhammed İkbâl ile birlikte ateşli biçimde savunan Mevdûdî, 1948'de Pakistan'ın kuruluşuyla bu "devletin islâmî devlet olması için mücâdele verir. Ancak siyâsî sulta tarafından 1950 yılında tutuklanır. 1964 yılında tekrar tutuklanan Mevdûdî bir müddet sonra serbest bırakılır. Kurmuş olduğu siyasi teşekkülle birlikte İslâm düşüncesini yeniden ihya edebilmek için büyük çaba harcayan Mevdûdî, oluşturduğu araştırma gruplarıyla bir yandan İslâm düşüncesinin temellerini aydınlatmaya çalışırken, diğer yandan da müs-lümanın çağdaş dünyada karşı karşıya bulunduğu problemlere çâreler arar ve İslâm'ın ana kaynağı ışığında asrın problemlerini çözmeye çalışır. Gerek siyasi gerekse sosyal konularda onun ve arkadaşlarının yaptığı çalışmalar, gerçekten de; bugün müslümanların karşı karşıya bulunduğu problemlere İslâm kaynaklan ışığında rasyonel çözümler götürür. Mevdûdî bu çalışmaları ile asrımızda en verimli eserler ortaya koymuş bir fikir adamı hüviyetini kazanmıştır. Tefhîm'ül-Kur'ân isimli tefsiri; klasik tefsîr kültürüne yeni şeyler eklemezse de Batı kültürü içinde yetişmiş entellektüellere Kur'ân'ı anlatıp tanıtmak bakımından oldukça yeni ve modern bir üslûb getirmektedir. Arapça kaynakların elde bulunmadığı ve Arap olmayan müslümanların zengin tefsîr kaynaklarının dağınık birikintileri altında boğulup kalmadan Kur'- ân'ı anlayıp öğrenmelerini sağlaması bakımından bu tefsîr adından da anlaşılacağı gibi son derece yararlıdır. Dilimize de çevirilmiş bulunan bu tefsîr zaman zaman çok kısa da olsa klasik kaynaklarda karşılaştığımız yorumlardan farklı yorumlarda getirmektedir. (Daha geniş bilgi için bkz., Halîl Ahmcd el-Hâmidî, Ebu'l A'la el-Mevdûdî, Hayatuhu ve Efkârûhu[6]
V- İRAN'DA TKFSÎR ÇALIŞMALARI
V- İRAN'DA TKFSÎR ÇALIŞMALARI Bilindiği gibi modern İran düşüncesinin temelleri XVII. yüzyılda Molla Sadra tarafından atılır. Şîrâz vâlîsî Allahverdi Hân'ın adı geçen kentte bir medrese kurarak başına Sad-reddîn Şirâzî'yi getirmesiyle birlikte hızla yenilenmeye başlayan Şîî düşünce, daha önce de belirttiğimiz gibi Molla Muhsin Feyz Kâşânî, Mirza Hasan Lâhîcî, Hüseyin Tonkâbûnî, ve daha sonra Hacı Molla Hâdî Sebzâverî, Molla Ali Nûrî, Molla Ali Müderris Zünnûnî gibi birçok İslam düşünürünün yetişmesini sağlamıştır. Günümüze kadar, devam eden bu ekolün temsilcileri arasında Ebu'I-Hasan el-Kazvînî Muhammed Kâzım Assâr ve Seyyid Muhammed Hüseyn Tabâtabâî gibi çağdaş bilginlerin ismini sayabiliriz. 1- Muhammed Hüseyn et Tabâtabâî (öl. 1402/1982) Molla Sadra ekolUne mensub olan Seyyid Muhammed Hüseyn tbn Muhammed lbn Mirza Ali Asgar; birçok ünlü Şiî din bilgininin yetiştiği Tabâtabâî ailesinden olup, 29 Zilhicce 1321 (1903) yılında Tebriz'de doğmuş, Tebrîz, Necef ve Kum kentlerinde öğrenim görmüştür. O zamanki Şîî medrese eğitim sistemine göre mukadde-mât eğitimi sutûh eğitimi ve Hâriç eğitimi adı verilen ilköğretim, orta öğenim ve yüksek öğrenimini tamamlayan Tabâtabâî, Muhammed Hüseyn en-NaîmîMuhammed Hüseyn en-Necefî'den fıkıh ve usûl ilmi okumuş, Seyyid Hüseyn Bâdkûlî'den felsefetahsîliyapmıştır. Seyyid el-Kâsım el-Havansârî'den fizik ve matematik bilimlerini okumuş olan Tabâtabâî, Hacı Mirza Ali Kâdî'den de ahlak öğrenimi görmüştür. 1343 yılında (1924) Tebriz'den Necefe geçen Tabâtabâî, on yıl burada kaldıktan sonra 1365 (1945) yılında tekrar memleketi olan Tebriz'e yerleşmiştir. 1944'de Tebriz'de felsefe ve tefsîr dersleri vermeye başlamış ve kısa zamanda ünü bütün İran'a yayılmıştır. Her yıl sonbaharda birçok yerli ve yabancı ilim adamının katıldığı ilmî tartışmaları yönetmiş olan Tabâtabâî din ve felsefe ile ilgili bu tartışmaları aynı zamanda neşretmiştir. Bugün günümüz îran İslam devriminin önemli simalarından Murtazâ Mutah-harî, Doktor Behişti, Şîâ âlimlerinden Cevâb el-Âmûlî, Şeyh Muhammedi ve Şeyh Misbâh el-Yezdî gibi birçok kişinin yetişmesinde müessir olan Tabâtabâî'nin 37 eseri bulunmaktadır. Arapça ve Farsça yazan Tabâtabâî'nin Sadreddîn Şîrâzî'nin Es-fâr'i Erbaa'sına, Küleynî'njn Usûl'ül-Kâfi'sine ve Muhammed Bakir el-Meclisî'nin Bihâr'ül-Envâr'ına, Muhammed Kâzım el-Horasanî'nin el-Kifâye isimli usûle dair eserine yazmış olduğu ta'likâtın yanısıra, felsefeye dâir Bidâyet'ül-Hİkmet'i meşhurdur. Farsça yazmış olduğu Kur'ân ve İslâm İsimli eseriyle Şîî düşünce üzerine Henri Corbin ile yaptığı konuşmaları ünlüdür. Tabâtabâî'nin en büyük eseri şüphesiz ki yirmi cİId halinde arapça kaleme aldığı el-Mîzân fî Tefsîr'ilKur'ân isimli eseridir. Bu tefsirinde klasik ve modern kaynaklara başvurmuş olan Tabâtabâî hadîs, gramer, fıkıh ve felsefî yorumlamalara yer vermektedir. Sekiz bin sayfayı aşkın olan bu tefsîr 1956 yılında yayınlanmaya başlamış, 1972 yılında tamamlanmıştır. Her sûrenin başında o sûre ile ilgili bilgileri özet olarak veren Tabâtabâî, mekkî ve medenî oluşlarına göre sûreleri ve âyetleri tartışmakta, kelimelerin anlamlarını verdikte/ı sonra bu konuda klasik Arap Şiirinden örnekler getirerek felsefî ve kelâmî açıklamalara yer vermektedir. Diğer Şîî bilginler gibi Tabâtabâî de Kur'ân-ı Kerîm'in bâtını anlamı üzerinde fazlasıyla durmaktadır. Ona göre: "Şeriatın zahirinin arkasında onun bâtını olan gerçekler bulunduğu doğrudur. însanm bunu elde edebileceğini söylemek de doğrudur. Ancak kullanılacak metod dinî hükümlerin zahirini anlarken kullanılan me-toddur. Zahirin göstermediği bâtının bulunması olur şey değildir. Zâhİr, bâtının adresi ve yoludur. Kur'ân'ın zahirine uygun düşmeyen gerçek bir bâtının olması muvafık değildir. Burhanın reddedip çelişik saydığı zahiri veya bâtınî bir gerçek olamaz. Dini koyan yaratıcının göstermiş olduğu şeyden doğruya daha yakın bir şeyin bulunması olur şey değildir." (Tabâtabâî, elMîzan, V, 282) (Daha geniş bilgi için bkz. Ali el-Evsî, et-Tabâtabâî, ve Menhecuhu fî Tefsîrihî'l-Mîzân).[7]
GELECEĞİN UFUKLARI:
GELECEĞİN UFUKLARI: Bu araştırmamızda görüldüğü gibi, müslümanlar daha ilk günden itibaren Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak ve anlatmak için büyük çaba harcamışlar. Rivayet şeklinde dilden dile aktarılan tefsîr tarzının tamamlanıp tedvîn döneminin başlamasından sonra, gelişen hayatın seyri içerisinde müslümanların karşılaştıkları problemleri çözümlemek üzere Kur'ân'a başvurmaları sonucu yeni bir tefsîr tarzı olan dirayet tefsiri türü doğmuştu. Geçen sayfalarda gördük ki; her bilgin, kendi zamanındaki kültürel, ilmî ve fikrî seviyeye göre Kur'ân-ı Kerîm'i anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştır. Diğer taraftan gerek itîkâdî, gerekse amelî, mezheplerin hepsi bir yandan kendi görüşlerini Kur'ân ve sünnete dayanarak tesîs ederken, diğer yandan da kendi dünya görüşleri doğrultusunda Kur'ân'dan delîller bulmaya çalışmışlar ve bunun neticesinde mezhep tefsirleri doğmuştur. Böylece zenginleşen tefsîr literatürü, îslâm dünyasındaki bilginlerin en önemli iştigâl sâhâsı olarak karşımıza çıkmıştır. Biz birinci hicret asrından bu yana baktığımızda her asırda yaklaşık otuzun üzerinde, tefsîr [yazıldığını müşahede etmekteyiz. Bu demektir ki; her devirde bilginler, Kur'ân'ıanlayabilmek için büyük çabalar harcamışlar ve muhtelif açılardan Kur'ân'a yaklaşmaya çalışmışlardır. Biz bu araştırmamızda yalnızca Kur'ân tesfîri adıyla neşredilmiş veya günümüze ulaşmış eserleri ve müelliflerini bahis mevzuu edebildik. Halbuki çok az bir zümre istisna edilirse, İslâm dünyasında yazılan bütün eserlerde Kur'ân'ın muhtelif yönlerden değerlendirildiğini veya muhtelif görüşlerin Kur'ân'-ın bakış açısıyla değerlendirildiğini görmekteyiz. Bu çalışmalar, başlı başına bir tefsîr olarak değerlendirilmemekte müstakil bilimlere âit çalışmalar olarak mütalaa edilmektedir. Bu da gösteriyor ki; ondört yüzyıl boyunca müslümanlar hangi konuda araştırma inceleme yapar ve hangi alanda düşünürlerse düşünsünler, mutlaka Kur'ân'dan bir şeyler almış ve Kur'ân'ı kendi bakış açıları doğrultusunda değerlendirmeye çalışmışlardır. Ne var kî zamanla İslâm dünyasında duraklayan diğer ilimler gibi tefsîr ilmi de bir duraklama dönemine girmiştir. Az önce de belirttiğimiz gibi, tefsîr ilmi; içinde yaşanan dünyanın şartlarına göre Kur'ân'ı anlayıp yorumlama metodu olarak değerlendirilince, siyâsî, sosyal ve ekonomik alandaki gelişmelerin bu ilmin seyrine de etkili olması gayet tabiidir. Onaltıncı yüzyıldan itibaren duraklamaya başlayan İslâm toplumuyla birlikte tefsîr alanında da bir kısırlık görülmeye başlar. Ondoku-zuncu yüzyılın başlarından itibaren çok çeşitli problemlerle yüzyüze gelen islâm dünyasında beliren fikri canlılık ortamında, tefsîr faaliyetinin de canlanıp geliştiğine şâhid olmaktayız. Yirminci yüzyılda gelişen olaylar ve İslâm dünyasının karşı karşıya bulunduğu problemler; tefsîr sahasında da yankısını hissettirmekte ve dolayısıyla Batılılaşma, Laisizm ve Modernizasyon problemleriyle birlikte tefsîrin konuları ve muhtevası da daha canlı ve dinamik bir yapı kazanmaktadır. Her sâhâda görülen klasik ve modern; eski ve yeni; Doğu ve Batı tartışmaları ve bunun getirdiği sorunlar tefsîr faaliyetlerinde de gözlenmektedir. Ancak hicretin onbeşinci asrı, İslâm dünyası bakımından Ondördüncü asrından daha parlak ve şanslı gibi görülmektedir. Bu bakımdan ondördüncü asırda görülen, tefsirdeki canlılık ve dinamizmin önümüzdeki yüzyılda çok daha değişik veçhelere bürüneceği düşünülebilir. Ne var ki genel olarak İslâm dünyasının bütün mes'elelerinde olduğu gibi, tefsir konusunda da bazı tıkanmalar gözlenmektedir. Özellikle düşünce dünyasındaki açmazlar dolaylı veya dolaysız olarak tefsire de yansımaktadır. Bir milyarın üzerinde genç, dinç ve sorunlarla iç içe girmiş olmanın dinamizmini yaşayan İslâm dünyasının önünde; zorluklar ve meşakkatlerle dolu olsada daha aydınlık dolu ve daha parlak bir ufuk görülmektedir. Karşı karşıya bulunduğumuz bu aydınlık ufuklar içinde daha nice yeni tefsirlerin zengin tefsir literatürüne ekleneceği şüphesizdir. Bu bakımdan tefsir sâhâsı tıkanmıştır, burada yeni hiçbir şey söylenemez diyenlere hak vermek imkanımız yoktur. Kanaatimizce tefsir sahası tıkanmamıştır, aksine geçmişe göre çok büyük açılarla ve daha geniş olarak Önümüze açılmıştır. Yeter ki şâirin sözüne İyice kulak verelim "Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı; Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı