Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Tin
İzâhı3
İzâhı
Allah Teâlâ meyveler arasında özellikle bu ikisini zikre değer bulmuştur. Çünkü incir güzel bir meyvedir, artığı yoktur. Latîf ve hazmı çabuk bir gıdadır, faydası pekçok devadır. Tabiatı yumuşatır, balgamı çözer, ciğerleri temizler, mesane kumunu düşürür, ciğerin tutukluklarını açar, «dalağa faydası olur, bedeni yağlandırır. Hadîste incirin basuru giderdiği, nakrosa faydalı olduğu bildirilir.
Zeytin de hem meyve, hem katık, hem deva, hem de pek çok faydaları bulunan latîf bir yağdır. Zeytin, yağlı maddelerin bulunmadığı bölgelerde yetişir. Denildi ki: Bu ikisi ile mukaddes topraklardaki iki dağ veya Şâm mescidi ile mukaddes evdeki mescid veya ikisi de kaydedilmiştir.2
«Andolsun incire ve zeytine.» îbn Abbâs der ki; bu, yediğiniz incir ve yağını sıktığınız^zeytininizdir. Denildi ki: İncirin özellikle yemine konu edilmesi her türlü atıntılardan uzak bir meyve olmasındandır. Ayrıca besleyici özelliği vardır ve çekirdeği olmadığı için cennet meyvelerine benzer. İncirin Özelliği latîf bir yiyecek olması, hazmının çabuk olmasıdır. Midede fazla durmaz ve bağırsak yoluyla çıkar, tabiatı yumuşatır, balgamı azaltır.
Zeytine gelince; bu, mübarek bir ağacın meyvesidir, hem katık, hem de yağ olarak yenir, aydınlanılır. Ağacı her yerde yetişir. Fazla bakıma ve yetiştirmeye gerek duymaz. Yağlı özellik taşımayan dağlarda biter ve uzun yıllar toprakta kalır. İncir ve zeytinde Yaratıcının kudretine delil olan fayda ve deliller bulunduğu için, Allah Teâlâ bu ikisine kasem etmiştir. Denildi ki: İncir ve zeytin iki dağdır. İncir Şam'ın üzerinde bulunduğu dağ, Zeytin ise mukaddes evin (Kudüs) üzerinde bulunduğu dağdır. Bunların adı süryancada Tûr Tînâ ve Tûr Zeytâ'dır. Çünkü ikisinde de incir ve zeytin yetişir. Denildi ki: Bu ikisi iki mesciddir. İncir Şam'daki mescidin adı, zeytin de Kudüs'teki mescidin adıdır. Bunlara kasem edilmesinin uygun oluşu, itaat yeri olmalarından dolayıdır. Denildi ki: İncir Ashâb-ı Kehf'in mescididir, zeytin de Kudüs'teki mesciddir. Ve yine denildi ki: İncir Nûh (a.s.)un bina ettiği Cûdî dağındaki mesciddir, zeytin de kudsal evdeki ma'beddir.3
«Arıdolsun incire.» Denildi ki bu, Şam'daki bir dağdır. Tûr Tînâ adı verilir. Çünkü burası incirin yetiştiği yerdir. Ve denildi ki: İncir, şâm mescididir. Ve denildi ki: Bu, Nûh (a.s.)un Cûdî dağı üzerine bina ettiği mesciddir. Ve denildi ki: Burası Kûfe'de Nûh (a.s.)un konakladığı yerin adıdır. Hulvân üe Hemedân arasında bir dağ olduğu da söylenmiştir. Buna kasem edilmesi, Nûh (a.s.)u, onun azgınlık ve fesâd ehli olan kavmini Allah'ın helak edişini hatırlatmak içindir. Allah Nûh kavminden îmân edenleri kurtarmıştı. Bunun Şam'da bir dağ veya mescid olduğu görüşüne gelince; bu takdirde ona kasem edilmesindeki hikmeti anlamıyorum. Ancak Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir şeyden dolayı olabilir.
«Ve zeytine.» Denildi ki: Bu, Tûr ve mukaddes evdeki bir dağdır. Bunun mukaddes evin bizzat kendisi olduğu da söylenmiştir. Zeytin adı verilmesinin sebebi orada ve çevresinde zeytin ağacının çok olmasındandır. Özet olarak bu ifâdelere göre incir ve zeytin, onların yetiştiği yerlerden kinayedir. Yoksa bizzat bu ağaçlara kasem kasdedilmiş değildir. Yalnızca onların yetiştiği ve dikildiği yerler kinaye edilmiştir.
Müfessirlerden azınlıkta olan bir kısmı da derler ki: Buradaki yemin, doğrudan incir ve zeytinin kendisidir. Bu hususla ilgili olarak Bey-dâvî tefsirine bakılabilir. Ancak bu takdirde incir ve zeytin ile Tur-u Sî-nâ ve emîn belde arasındaki münâsebet ve hepsinin bir noktada toplanmasındaki hikmet anlaşılmamış olarak kalır. Bu sebeple incir ve zeytinin iki yer olması görüşü tercih edilmiştir. İki ağaç nevi olması da ter-cîh edilebilir. Ancak bazı müfessirlerin zikrettikleri gibi, bu ağaçlann faydalarından dolayı değil, beşeriyyetin durumuyla ilgili arkaik ile izler taşıması nedeniyle ifâde ettiği önemin hatırlanması için zikredilmiş olabilir. Bu görüşü ifâde edenler derler ki: Burada Allah Teâlâ bize, insanlığın uzun kitabından dört bölümü hatırlatmaktadır. Bu uzun kitab, insanlığın doğuşundan Hz. Peygamberin peygamber oluşuna kadar gönderilen zaman aralığını içerir. İncir, ilk insan döneminin işaretidir. O, içinde bulunduğu cennette incir ağacının gölgesi altında gölgeleniyordu. Sonra yeryüzüne indirilince kendisi ve eşi örtülmesi gereken yerlerini, incir yaprağı ile örtmeye çalıştılar.
Zeytin ise Nûh (a.s.) soyuna ve dönemine işarettir. Zîrâ insanlık bozguna düşüp, Allah Teâlâ bu bozgun nedeniyle İnsanlardan dilediği kadarını dilediği şekilde tûfân ile helak edip Nuh'u ve gemisini kurtarınca, gemi bir yerde karâr kıldı. Nûh çevresine bakındı ve suların hâlâ yeryüzünü kuşatmış olduğunu gördü. Kuşlardan birini gönderip kara parçalarından suyun çekilip çekilmediği konusunda kendisine haber getirmesini istedi. Kuş gitti ve haber getirmedi. Sonra bir başka kuşu gönderdi, bu gagasında zeytin ağacının yaprağı olduğu halde geldi. Böylece Nûh sevindi ve Allah'ın gazabının dinmiş olduğunu, Allah Teâlâ'-nın yeryüzünü i'mâr etmesi için kendisine izin verdiğini anladı. Onun soyundan tufandan sonra yeryüzünü i'mâr etmesi için insan toplulukları meydana getirdi. Binâenaleyh bu zamana zeytin zamanı adı verilmiştir. Burada zeytine yemîn edilmesi bu hâdiseyi hatırlatmak içindir ki bu, hatırlanabilecek en büyük hâdiselerden birisidir.
Sînâ dağı ise Mûsâ peygamberin şeriatına işarettir. Yeryüzü putperestlik ile pislendiği dönemden sonra kâinatta tevhîd nurunun belirmesini gösterir. Mûsâ (a.s.)dan sonra peygamberler kavimlerini sürekli onun şeriatına davet etmişlerdi. Nihayet Mûsâ şeriatına iliştirilmiş olan bid'atları arıtmak üzere Hz. îsâ gelmiştir.
Sonra bir zaman geçti ve İsa'nın kavmi de ihtilâfa düştü. Onun getirdiği ışık, bid'atlarla gölgelendi, onun getirdiği birliğin anlamı te'vîl-lerle saklandı ve düzgün olmayan yollar ihdas edildi. Allah Teâlâ be-şeriyyete bütün eski tarihleri ortadan silip kaldıran yeni bir tarihin başlangıcını lütfetti. İnsanlığın geçirmiş olduğu merhalelerden en üstününü gönderdi. Bu, Muhammed (a.s.)in nurunun açığa çıktığı dönemdir. Bu döneme de «emîn belde» ifadesiyle işaret edilmiştir.
Açıklamış olduğumuz bu görüşe göre yemîn ile yemîn edilen şey arasındaki ahenk kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
(...)
Sânı yüce olan Allah, insanı en güzel biçimde yarattığını ve en iyi bir bileşimle meydana getirdiğini belirterek buna yemîn ediyor. Ve bu yeminle ayrıca yaratılışmdaki azameti pekiştiriyor. Çünkü insanlar Allah'ın kendilerini üstün kıldığı akıl nimetinden habersiz olduklarından kendilerinin de diğer hayvanlar gibi bir canlı olduğunu sanmaktaydılar. Dilediklerini yapacaklarını, kendilerini engelleyecek hiçbir şey bulunmadığını sanmaktaydılar. Hattâ bazıları dediler ki: İnsan yaratılışı itibarıyla kötülüğe meyilli yaratılmıştır. Allah Teâlâ bu iddiaların bozukluğunu açıklamak üzere insanı en güzel bir şekilde; rûh ve bedenden yarattığını ve onu akıl ile donatıp yeryüzündeki diğer varlıkların efendisi kıldığını ve Allah'ın dilediği kadarıyla semavî âlemlerin durumunu gösterdiğini belirtmektedir.
İnsanlık ilk yetişme döneminde, her türlü bencillikten uzak, kalbi merhametle dolup taşıyordu. Çocukluk halinde görüldüğü gibi şefkat doluydu. Bir süre mutlu olarak yaşadı. Huzur içinde hayatını sürdürdü. Bu öyle bir zamanda oldu ki insanlığın ilk dönemiydi ve bu dönem, tamâmı yenen incir meyvesine benziyordu. İnsanlık bütünüyle iyilik doluydu. Hiç bir ferd toplumun dışına çıkamazdı. Bu dönem, kanâat dönemiydi. Bu dönemde yaşamak kolaydı. Her ferd başkasına muhtaç olduğunu ve kendine vâki' saldırıları bertaraf etmek için başkalarından yardım görmesi gerektiğini fazlasıyla hissediyordu.
Bundan sonra şehvet ve arzular uyanmaya başladı. İstekler farklılaştı. Kıskançlık ve kin tohumlan yeşerdi, arkasından boğuşma ve dövüşme dönemi geldi. Bozgun, ruhları sardı ve -nihayet emânet bazı hayvanların yanında insanların yanındakinden daha değerli oldu. Böylece insan fıtratının gereği olarak kendisine verilmiş olan mevkiden aşağıya yuvarlandı. Bu, halen de insanların tümünün üzerinde bulundukları bir durumdur. İşte Allah Teâlâ'nın: «Sonra onu, aşağıların aşağısına döndürdük» kavlinin mânâsı budur. Yani Biz onu kendinden çok daha aşağılarda bulunan birçok, hayvandan daha aşağıya düşürdük. Çünkü saldırgan bir hayvan, bu davranışını ancak fıtratından gelen içgüdü ile yapar. O hayvan bu davranışından dolayı varlıktaki mertebesinden aşağıya düşüp değerini yitirmez. İnsana gelince; o, aklını ihmâl etmesi hem kendi mutluluğunu, hem de kardeşlerinin mutluluğunu kazanmak için yapması gereken şeyleri bilmemesi nedeniyle diğer canlılardan daha aşağı duruma düşmüştür. Nitekim çoğu kerre; insan bozulunca, ondan sudur edecek düşmanlık ve hezeyandan hiç bahsetme, denmiştir.
Sonra aşağıların aşağısına düşen bu insanlardan bir kısmı peygamber zamanında, diğer bir kısmı da başka zamanlarda helak olmuşlardır. Bir grubu da bu derece aşağılık bir mevkide iken gelecekte helak olacaklardır. Bu helak oluş öbür hayatları boyunca da devam edecektir. Aşağıların aşağısında azâb, hüsran ve horluk vardır.
«Yalnız îmân edip sâlih ameller işleyenler müstesna. Onlara kesintisiz mükâfat vardır.» Allah Teâlâ, kâinatın yaratıcısına inanıp, yaratıcının iyilik ve kötülük için bir şeriat koyduğunu, iyilik ve kötülüğü birbirinden ayırdığını, iyilik yapıp kötülükten sakınanların bu şeriata göre mutlulukla mükâfatlandırılacağım belirterek herkes tarafından bilinen ve özü de adalet olan sâlih amellere yöneltiyor. İşte bunlar; insanlık mertebesini korumuş ve kendileri için fıtrî i'tidâl yolunda devam etmiş olan kişilerdir. Dünyada onlar için şerefli mükâfat vardır. Ölüm gelince nimetleri âhiret yurduna uzanacak ve hiç bir zaman kesintiye uğramayacaktır. İşte bunlar mü'minler, peygamberler, peygamberlerin tâbi'leri ve bunlardan Allah'ın hak dine hidâyet ettiği kimselerdir. İşte bunlar; Allah'ın ikram ve ihsanda bulunduğu ve insanlık âleminin üstün mertebesinde ibkâ ettiği kimselerdir. Ümmetlerden kalmış olan eserler, bunlann himmetlerinin mahsûlüdür.
Ey insanoğlu; sen bunu gördüğüne göre: «Öyleyse bundan sonra hangi şey sana dini yalanlatabilir?» Din; Hakk'a samimiyetle bağlılık ve nefsin sâlih amellerle ayakta durmasıdır. İşte Muhammed (a.s.)in ve kardeşleri olan diğer peygamberlerin davet ettiği gerçek budur. Buradaki soru istifhâm-ı inkârî olup; seni dini yalanlamaya sevkedecek hiç bir sebep yoktur, anlamına gelir. İnsanın şerefli olarak yaratıldığını ve onun şerefini koruyanların sâlih mü'minler olduğunu ve bunların da doğru bir dine mensûb bulunduklarını bildikten sonra artık hangi şey seni dini yalanlamaya sevkedebilir?
«Allah hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?» Sen, Allah'ın hüküm verenlerin en iyi hüküm vereni ve en güzel gözeteni olduğunu inkâr edebilir misin? Buradaki soru da istifhâm-ı inkârîdir. Meali şöyledir: Allah Teâlâ, hikmet sahihlerinin en yücesidir. Bu sebeple insanoğlunun türünü korumak için ve ona yaratılışının temelinde hazırlamış olduğu şerefli mertebeyi ihraz etmesini sağlamak için dini vaz'etmiştir. Sonra insanoğlu bilgisizliği ve kötü davranışları nedeniyle bu yüce mertebelerden aşağılık mevkilere yuvarlanır. Bunun için Allah, Nûh Peygamberden, Muhammed (a.s.)e kadar peygamberler göndermiştir.4