Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Tin

1 / 2

İzâhı3

İzâhı

Allah Teâlâ meyveler arasında özellikle bu ikisini zikre değer bul­muştur. Çünkü incir güzel bir meyvedir, artığı yoktur. Latîf ve hazmı çabuk bir gıdadır, faydası pekçok devadır. Tabiatı yumuşatır, balgamı çözer, ciğerleri temizler, mesane kumunu düşürür, ciğerin tutukluklarını açar, «dalağa faydası olur, bedeni yağlandırır. Hadîste incirin basuru gi­derdiği, nakrosa faydalı olduğu bildirilir.

Zeytin de hem meyve, hem katık, hem deva, hem de pek çok fay­daları bulunan latîf bir yağdır. Zeytin, yağlı maddelerin bulunmadığı bölgelerde yetişir. Denildi ki: Bu ikisi ile mukaddes topraklardaki iki dağ veya Şâm mescidi ile mukaddes evdeki mescid veya ikisi de kayde­dilmiştir.2

«Andolsun incire ve zeytine.» îbn Abbâs der ki; bu, yediğiniz incir ve yağını sıktığınız^zeytininizdir. Denildi ki: İncirin özellikle yemine ko­nu edilmesi her türlü atıntılardan uzak bir meyve olmasındandır. Ay­rıca besleyici özelliği vardır ve çekirdeği olmadığı için cennet meyvele­rine benzer. İncirin Özelliği latîf bir yiyecek olması, hazmının çabuk ol­masıdır. Midede fazla durmaz ve bağırsak yoluyla çıkar, tabiatı yumu­şatır, balgamı azaltır.

Zeytine gelince; bu, mübarek bir ağacın meyvesidir, hem katık, hem de yağ olarak yenir, aydınlanılır. Ağacı her yerde yetişir. Fazla bakıma ve yetiştirmeye gerek duymaz. Yağlı özellik taşımayan dağlarda biter ve uzun yıllar toprakta kalır. İncir ve zeytinde Yaratıcının kudretine delil olan fayda ve deliller bulunduğu için, Allah Teâlâ bu ikisine kasem etmiştir. Denildi ki: İncir ve zeytin iki dağdır. İncir Şam'ın üzerinde bulunduğu dağ, Zeytin ise mukaddes evin (Kudüs) üzerinde bulunduğu dağdır. Bunların adı süryancada Tûr Tînâ ve Tûr Zeytâ'dır. Çünkü iki­sinde de incir ve zeytin yetişir. Denildi ki: Bu ikisi iki mesciddir. İncir Şam'daki mescidin adı, zeytin de Kudüs'teki mescidin adıdır. Bunlara kasem edilmesinin uygun oluşu, itaat yeri olmalarından dolayıdır. De­nildi ki: İncir Ashâb-ı Kehf'in mescididir, zeytin de Kudüs'teki mescid­dir. Ve yine denildi ki: İncir Nûh (a.s.)un bina ettiği Cûdî dağındaki mesciddir, zeytin de kudsal evdeki ma'beddir.3

«Arıdolsun incire.» Denildi ki bu, Şam'daki bir dağdır. Tûr Tînâ adı verilir. Çünkü burası incirin yetiştiği yerdir. Ve denildi ki: İncir, şâm mescididir. Ve denildi ki: Bu, Nûh (a.s.)un Cûdî dağı üzerine bina et­tiği mesciddir. Ve denildi ki: Burası Kûfe'de Nûh (a.s.)un konakladığı yerin adıdır. Hulvân üe Hemedân arasında bir dağ olduğu da söylen­miştir. Buna kasem edilmesi, Nûh (a.s.)u, onun azgınlık ve fesâd ehli olan kavmini Allah'ın helak edişini hatırlatmak içindir. Allah Nûh kav­minden îmân edenleri kurtarmıştı. Bunun Şam'da bir dağ veya mescid olduğu görüşüne gelince; bu takdirde ona kasem edilmesindeki hikme­ti anlamıyorum. Ancak Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir şeyden dolayı olabilir.

«Ve zeytine.» Denildi ki: Bu, Tûr ve mukaddes evdeki bir dağdır. Bunun mukaddes evin bizzat kendisi olduğu da söylenmiştir. Zeytin adı verilmesinin sebebi orada ve çevresinde zeytin ağacının çok olma­sındandır. Özet olarak bu ifâdelere göre incir ve zeytin, onların yetiş­tiği yerlerden kinayedir. Yoksa bizzat bu ağaçlara kasem kasdedilmiş değildir. Yalnızca onların yetiştiği ve dikildiği yerler kinaye edilmiştir.

Müfessirlerden azınlıkta olan bir kısmı da derler ki: Buradaki ye­min, doğrudan incir ve zeytinin kendisidir. Bu hususla ilgili olarak Bey-dâvî tefsirine bakılabilir. Ancak bu takdirde incir ve zeytin ile Tur-u Sî-nâ ve emîn belde arasındaki münâsebet ve hepsinin bir noktada toplan­masındaki hikmet anlaşılmamış olarak kalır. Bu sebeple incir ve zeyti­nin iki yer olması görüşü tercih edilmiştir. İki ağaç nevi olması da ter-cîh edilebilir. Ancak bazı müfessirlerin zikrettikleri gibi, bu ağaçlann faydalarından dolayı değil, beşeriyyetin durumuyla ilgili arkaik ile izler taşıması nedeniyle ifâde ettiği önemin hatırlanması için zikredilmiş olabilir. Bu görüşü ifâde edenler derler ki: Burada Allah Teâlâ bize, in­sanlığın uzun kitabından dört bölümü hatırlatmaktadır. Bu uzun kitab, insanlığın doğuşundan Hz. Peygamberin peygamber oluşuna kadar gön­derilen zaman aralığını içerir. İncir, ilk insan döneminin işaretidir. O, içinde bulunduğu cennette incir ağacının gölgesi altında gölgeleniyordu. Sonra yeryüzüne indirilince kendisi ve eşi örtülmesi gereken yerlerini, incir yaprağı ile örtmeye çalıştılar.

Zeytin ise Nûh (a.s.) soyuna ve dönemine işarettir. Zîrâ insanlık bozguna düşüp, Allah Teâlâ bu bozgun nedeniyle İnsanlardan dilediği kadarını dilediği şekilde tûfân ile helak edip Nuh'u ve gemisini kurta­rınca, gemi bir yerde karâr kıldı. Nûh çevresine bakındı ve suların hâlâ yeryüzünü kuşatmış olduğunu gördü. Kuşlardan birini gönderip kara parçalarından suyun çekilip çekilmediği konusunda kendisine haber ge­tirmesini istedi. Kuş gitti ve haber getirmedi. Sonra bir başka kuşu gönderdi, bu gagasında zeytin ağacının yaprağı olduğu halde geldi. Böy­lece Nûh sevindi ve Allah'ın gazabının dinmiş olduğunu, Allah Teâlâ'-nın yeryüzünü i'mâr etmesi için kendisine izin verdiğini anladı. Onun soyundan tufandan sonra yeryüzünü i'mâr etmesi için insan toplulukla­rı meydana getirdi. Binâenaleyh bu zamana zeytin zamanı adı verilmiş­tir. Burada zeytine yemîn edilmesi bu hâdiseyi hatırlatmak içindir ki bu, hatırlanabilecek en büyük hâdiselerden birisidir.

Sînâ dağı ise Mûsâ peygamberin şeriatına işarettir. Yeryüzü put­perestlik ile pislendiği dönemden sonra kâinatta tevhîd nurunun belir­mesini gösterir. Mûsâ (a.s.)dan sonra peygamberler kavimlerini sürek­li onun şeriatına davet etmişlerdi. Nihayet Mûsâ şeriatına iliştirilmiş olan bid'atları arıtmak üzere Hz. îsâ gelmiştir.

Sonra bir zaman geçti ve İsa'nın kavmi de ihtilâfa düştü. Onun ge­tirdiği ışık, bid'atlarla gölgelendi, onun getirdiği birliğin anlamı te'vîl-lerle saklandı ve düzgün olmayan yollar ihdas edildi. Allah Teâlâ be-şeriyyete bütün eski tarihleri ortadan silip kaldıran yeni bir tarihin baş­langıcını lütfetti. İnsanlığın geçirmiş olduğu merhalelerden en üstünü­nü gönderdi. Bu, Muhammed (a.s.)in nurunun açığa çıktığı dönemdir. Bu döneme de «emîn belde» ifadesiyle işaret edilmiştir.

Açıklamış olduğumuz bu görüşe göre yemîn ile yemîn edilen şey arasındaki ahenk kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

(...)

Sânı yüce olan Allah, insanı en güzel biçimde yarattığını ve en iyi bir bileşimle meydana getirdiğini belirterek buna yemîn ediyor. Ve bu yeminle ayrıca yaratılışmdaki azameti pekiştiriyor. Çünkü insanlar Al­lah'ın kendilerini üstün kıldığı akıl nimetinden habersiz olduklarından kendilerinin de diğer hayvanlar gibi bir canlı olduğunu sanmaktaydılar. Dilediklerini yapacaklarını, kendilerini engelleyecek hiçbir şey bulun­madığını sanmaktaydılar. Hattâ bazıları dediler ki: İnsan yaratılışı iti­barıyla kötülüğe meyilli yaratılmıştır. Allah Teâlâ bu iddiaların bozuk­luğunu açıklamak üzere insanı en güzel bir şekilde; rûh ve bedenden yarattığını ve onu akıl ile donatıp yeryüzündeki diğer varlıkların efen­disi kıldığını ve Allah'ın dilediği kadarıyla semavî âlemlerin durumunu gösterdiğini belirtmektedir.

İnsanlık ilk yetişme döneminde, her türlü bencillikten uzak, kalbi merhametle dolup taşıyordu. Çocukluk halinde görüldüğü gibi şefkat doluydu. Bir süre mutlu olarak yaşadı. Huzur içinde hayatını sürdürdü. Bu öyle bir zamanda oldu ki insanlığın ilk dönemiydi ve bu dönem, ta­mâmı yenen incir meyvesine benziyordu. İnsanlık bütünüyle iyilik do­luydu. Hiç bir ferd toplumun dışına çıkamazdı. Bu dönem, kanâat dö­nemiydi. Bu dönemde yaşamak kolaydı. Her ferd başkasına muhtaç ol­duğunu ve kendine vâki' saldırıları bertaraf etmek için başkalarından yardım görmesi gerektiğini fazlasıyla hissediyordu.

Bundan sonra şehvet ve arzular uyanmaya başladı. İstekler farklı­laştı. Kıskançlık ve kin tohumlan yeşerdi, arkasından boğuşma ve dö­vüşme dönemi geldi. Bozgun, ruhları sardı ve -nihayet emânet bazı hay­vanların yanında insanların yanındakinden daha değerli oldu. Böylece insan fıtratının gereği olarak kendisine verilmiş olan mevkiden aşağı­ya yuvarlandı. Bu, halen de insanların tümünün üzerinde bulundukları bir durumdur. İşte Allah Teâlâ'nın: «Sonra onu, aşağıların aşağısına döndürdük» kavlinin mânâsı budur. Yani Biz onu kendinden çok daha aşağılarda bulunan birçok, hayvandan daha aşağıya düşürdük. Çünkü saldırgan bir hayvan, bu davranışını ancak fıtratından gelen içgüdü ile yapar. O hayvan bu davranışından dolayı varlıktaki mertebesinden aşa­ğıya düşüp değerini yitirmez. İnsana gelince; o, aklını ihmâl etmesi hem kendi mutluluğunu, hem de kardeşlerinin mutluluğunu kazanmak için yapması gereken şeyleri bilmemesi nedeniyle diğer canlılardan daha aşa­ğı duruma düşmüştür. Nitekim çoğu kerre; insan bozulunca, ondan su­dur edecek düşmanlık ve hezeyandan hiç bahsetme, denmiştir.

Sonra aşağıların aşağısına düşen bu insanlardan bir kısmı peygam­ber zamanında, diğer bir kısmı da başka zamanlarda helak olmuşlardır. Bir grubu da bu derece aşağılık bir mevkide iken gelecekte helak ola­caklardır. Bu helak oluş öbür hayatları boyunca da devam edecektir. Aşağıların aşağısında azâb, hüsran ve horluk vardır.

«Yalnız îmân edip sâlih ameller işleyenler müstesna. Onlara kesin­tisiz mükâfat vardır.» Allah Teâlâ, kâinatın yaratıcısına inanıp, yara­tıcının iyilik ve kötülük için bir şeriat koyduğunu, iyilik ve kötülüğü birbirinden ayırdığını, iyilik yapıp kötülükten sakınanların bu şeriata göre mutlulukla mükâfatlandırılacağım belirterek herkes tarafından bi­linen ve özü de adalet olan sâlih amellere yöneltiyor. İşte bunlar; insan­lık mertebesini korumuş ve kendileri için fıtrî i'tidâl yolunda devam et­miş olan kişilerdir. Dünyada onlar için şerefli mükâfat vardır. Ölüm gelince nimetleri âhiret yurduna uzanacak ve hiç bir zaman kesintiye uğramayacaktır. İşte bunlar mü'minler, peygamberler, peygamberlerin tâbi'leri ve bunlardan Allah'ın hak dine hidâyet ettiği kimselerdir. İşte bunlar; Allah'ın ikram ve ihsanda bulunduğu ve insanlık âleminin üs­tün mertebesinde ibkâ ettiği kimselerdir. Ümmetlerden kalmış olan eser­ler, bunlann himmetlerinin mahsûlüdür.

Ey insanoğlu; sen bunu gördüğüne göre: «Öyleyse bundan sonra hangi şey sana dini yalanlatabilir?» Din; Hakk'a samimiyetle bağlılık ve nefsin sâlih amellerle ayakta durmasıdır. İşte Muhammed (a.s.)in ve kardeşleri olan diğer peygamberlerin davet ettiği gerçek budur. Bu­radaki soru istifhâm-ı inkârî olup; seni dini yalanlamaya sevkedecek hiç bir sebep yoktur, anlamına gelir. İnsanın şerefli olarak yaratıldığını ve onun şerefini koruyanların sâlih mü'minler olduğunu ve bunların da doğru bir dine mensûb bulunduklarını bildikten sonra artık hangi şey seni dini yalanlamaya sevkedebilir?

«Allah hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?» Sen, Allah'ın hüküm verenlerin en iyi hüküm vereni ve en güzel gözeteni olduğunu inkâr edebilir misin? Buradaki soru da istifhâm-ı inkârîdir. Meali şöy­ledir: Allah Teâlâ, hikmet sahihlerinin en yücesidir. Bu sebeple insanoğ­lunun türünü korumak için ve ona yaratılışının temelinde hazırlamış olduğu şerefli mertebeyi ihraz etmesini sağlamak için dini vaz'etmiştir. Sonra insanoğlu bilgisizliği ve kötü davranışları nedeniyle bu yüce mer­tebelerden aşağılık mevkilere yuvarlanır. Bunun için Allah, Nûh Pey­gamberden, Muhammed (a.s.)e kadar peygamberler göndermiştir.4