Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (İbni Kesir) -> Vakıa

1 / 11

Vakıa. 2

Vakıa

Vakıa kıyametin isimlerinden bir isimdir. Kıyametin meydana gel­mesi ve olması kesin bir vakıa olduğu için bu isim verilmiştir. Nitekim Hakka sûresinde «İşte o gün, olacak olur, kıyamet kopar.» (Hakka, 15) buyurulmaktadır.

«Onun vukuunu hiç bir yalanlayıcı yoktur.» Allah onu gerçekleş­tirmeyi istediği zaman, onun vuku' bulmasını önleyecek hiç bir engel, yoktur. Nitekim Hak Teâlâ başka âyet-i celîle'lerde şöyle buyurur : «Al­lah katından, geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmeden önce Rabbını-za icabet edin. O gün, hiç biriniz için sığınacak bir yer yoktur. İnkâr da edemezsiniz.» (Şûra, 47), «İsteyen birisi gelecek azabı istedi. O, kâfirler içindir ve onu önleyecek yoktur.» (Meâric, 1-2), Onun ol dediği gün he­men olur. O'nun sözü haktır. Sûr'a üfleneceği günde mülk O'nundur. Görülmeyeni de, görüleni de bilir. Ve o, Hakîm'dir, Habîr'dir.

«O'nun vukuunu hiç bir yalanlayıcı yoktur.)) Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'nin dediği gibi o mutlaka vuku' bulacaktır. Katâde de der ki: Bunun vukuunda istisna bulunmadığı gibi geriye dönüş ve kaçış da yoktur. İbn Cerîr Taberî kelimesinin, ke­limeleri gibi masdar olduğunu bildirir.

«O; alçaltıcı, yükselticidir.» Bazı toplulukları cehennemde aşağıla­rın aşağısına (Esfel-i Sâfilîn'e) düşürür. İsterse onlar, dünyada seçkin ve şerefli kişiler olsunlar. Başkalarını da nimet diyarlarında yücelerin yücesine (A'lâ-i İlliyyîn'e) yüceltir. İsterse onlar dünyada horlanmış ve aşağılanmış kişiler olsunlar. Hasan, Katâde ve başkaları böyle de­mişlerdir.

îbn Ebü Hatim der ki : Bize babam... İbn Abbâs'tan nakletti ki o, «O; alçaltıcı, yükselticidir.» kavline; bazı insanları alçaltır, başkalarını da yüceltir; diye mânâ vermiştir. Ubeydullah el-Atekî de Ömer İbn Hat-tâb'ın teyzesi oğlu Osman İbn Sürâka'dan nakleder ki; kıyamet, Allah'­ın düşmanlarını cehenneme düşürür ve alçaltır, Allah'ın velîlerini de cennete çıkarır ve yüceltir. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî der ki: Dün­yada yücelmiş olan pekçok kişiyi alçaltır, dünyada aşağılanmış olan pek çok kişiyi de yüceltir. Süddî ise; mütekebbirleri alçaltır mütevâzi'leri yü­celtir, demiştir. Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki «O; alçaltıcı, yüceltici­dir» kavline uzağa ve yakına duyurur, anlamını vermiştir. İkrime de; alçaltır, en aşağıdakine duyurur, yüceltir en üsttekine duyurur, demiş­tir. Dahhâk ve Katâde de böyle demişlerdir.

«Yer sarsıldıkça sarsıldığı,» iyice hareketlenip sarsılıp enine ve bo­yuna oynadığı zaman. Bunun için İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve bir başkası bu âyete; depremle sarsıldığı zaman, anlamını vermişlerdir. Re-bi' İbn Enes ise; kalburun içinde bulunanların oynadığı gibi yeryüzün­de bulunanların oynatılacağı gün, diye mânâ vermiştir. Bu âyet-i kerî­me, Allah Teâlâ'nm : «Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı zaman.» (Zil-zâl, 1) ve «Ey insanlar, Rabbmızdan sakının. Doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir.» (Hacc, 1) âyetleri gibidir.

«Dağlar ufalandıkça ufalandığı, (iyice atılıp ufalandığı zaman.)» İbn Abbâs, Mücâhid, îkrime, Katâde ve başkaları böyls demişlerdir. İbn " Zeyd ise; dağlar Allah Teâlâ'nm «Kıyametin koptuğu gün yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar, yumuşak kum yığını haline gelir.» (Müzzemmil, 14) kavlinde olduğu gibi olur, demiştir.

«Dağılmış toz haline geldiği zaman.» Ebu İshâk... Fâris kanalıyla Hz. Ali'den nakleder ki; o, toz dumanı, gibidir. Önce parlar sonra kay­bolur gider. Avfî ise İbn Abbâs'm bu âyete şöyle mânâ verdiğini bildi­rir : kelimesi ateşten sıçrayan şerareler gibidir. Uçuşur ama ortada hiç bir şey olmaz. İkrime kelimesine; rüzgârın saçıp savurduğu şey, diye mânâ vermiştir. Katâde ise; rüzgârın savurduğu kuru ağaç yaprakları gibi. anlamını vermiştir. Bu âyet diğer benzeri âyetler gibi kıyamet günü dağların yerinden oynayacağını, ufalıp dağı­lacağım ve atılmış pamuk gibi olacağını bildirmektedir.

«Siz üç sınıf olmuşsunuzdur.» Kıyamet günü insanlar üç sınıfa bö­lünürler. Bir topluluk Arş'm sağında yer alır ki; bunlar Âdem (a.s.)in sağ tarafından çıkmış olanlardır. Onların kitabları da sağlarından ve­rilir ve sağlarından alınır. Süddî bunların bütünüyle cennet ehli oldu­ğunu söyler. Diğerleri ise Arş'm solunda bulunurlar ki; bunlar Âdem'in sol tarafından,çıkmış olanlardır ve kitabları sollarından verilir. Ve on­lar o taraflarından alınırlar. Bunlar bilumum cehennem halkıdır. Allah onlardan bizi muhafaza etsin. Bir başka grup ise Allah'ın huzurunda yarışanlardır ki, bunlar kitabları sol tarafından verilmiş olanlardan da­ha özel, daha değerli ve daha üstün olup, onların efendileridir. Peygam­berler, râsûller, sıddiklar ve şehîdler bunlar arasında yer alır. Bunlar sağ tarafta bulunanlardan sayıca da daha azdırlar. Bunun için Hak Te-âlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor :

«Sağcılar; o sağcılar ne mutludurlar. Solcular; o solcular ne baht­sızdırlar. Önde olanlar da öncüdürler.» Allah Teâlâ sûrenin sonunda da onların huzûr-i îlâhî'de hazır bulunacakları zaman böylece takdim olu­nacaklarını belirtiyor, keza Fâtır sûresinde şöyle ifâde ediyordu : «Son­ra Biz kitabı kullarımızdan seçtiklerimize mîrâs kıldık. Onlardan kimi nefsine zulmedicidir, kimi de nıuktesiddir. Kimi ise Allah'ın izniyle ha­yırlara koşandır.» (Patır, 32) Daha önce de açıklandığı gibi bu görüş, nefsine zulmedenlerle ilgili iki görüşten birisidir. Süfyân es-Seyrî... İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, «Siz üç sınıf olmuşsunuzdur.» kavlini açık­larken Fâtır sûresinde (Fâtır, 32) bildirildiği gibidir, demiştir. İbn Cü-reyc, Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu üç sınıf, sûrenin sonunda ve Fâtır sûresinde zikredilenlerdir, demiştir. Yezîd er-Rakkâşî der ki: Ben bu âyeti Abdullah İbn Abbâs'a sorduğumda; onlar üç sınıftır, diye cevâb, verdi. Mücâhid ise bunu üç fırka olarak açıklamıştır. Meymûn İbn Mihrân da üç topluluk diye açıklamıştır. Ubeydullah el-Atekî de Ömer İbn Hattâb'ın teyzesi oğlu Osman İbn Sürâka'dan nakleder ki: bu üç sınıftan ikisi cennette, birisi cehennemdedir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Nu'mân İbn Beşîr'den naklet­ti ki; o, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu demiştir : «Canlar bedenlerle ruhlar birleştirildiği zaman» âyeti bölüklerden bahseder. Her topluluk­tan bir kişi diğerinin yaptığı işi yapardı. İşte bu, Allah Teâlâ'nm «Siz üç sınıf olmuşsunuzdur...» kavli gibidir. Bunlar da üç ayrı bölüktür. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Muhammedi İbn Abdullah... Mu-âz İbn Cebel'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bu âyeti okumuş ve elini iki kere yakalayarak bu cennetliktir umurumda değil, şu cehennemlik­tir umurumda değil, buyurmuştur. Yine Ahmed İbn Hanbel der ki: Bi­ze Hasan... Hz. Âişe (r.a.)den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur : Kıyamet günü Allah'ın gölgesinde önde olanlar kimlerdir bili­yor musunuz? Orada bulunanlar; Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, de­yince Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Onlar ki kendilerine hakikat verilince kabul ederler. İstenince infâk ederler kendi nefisleri hakkın­da hüküm verdikleri gibi diğer insanlar için hüküm verirler. Muham-med İbn Kâ'b ve Ebu'l-Harze Ya'küb İbn Mücâhid der ki: «Önde olan­lar da öncüdürler.» kavlinde kasdedilenler peygamberlerdir. Allah'ın selâmı onların üzerine olsun. Süddî ise bunların, İlliyyîn ehli olduğunu 'bildirir. İbn Ebu Necîh, Mücâhid kanalıyla İbn.Abbâs'tan nakleder ki; o «Önde olanlar da öncüdürler.» kavli hakkında şöyle demiştir : Yûşa' îbn Nûn, Musa'dan önce; Yâsîn halkından îmân eden, İsa'dan önce; AH İbn Ebu Tâlib de Muhammed (s.a.)den öncedir. İbn Ebu Hatim... Ebu Necîh'ten bu rivayeti nakleder. İbn Ebu Hatim der ki: Muhammed İbn Ebu Hammâd... İbn Sîrîn'den şöyle nakletti: «Önde olanlar da öncü­dürler.» kavlinden maksad, iki kıbleye doğru namaz kılmış olanlardır, demiştir. İbn Cerîr de Haricî hadîsinde İbn Sîrîn'den bunu nakleder. Hasan ve Katâde ise bunun, her ümmetten öncüler olduğunu bildirir. Evzâî der ki: Osman İbn Ebu Şevde bu jiyeti şöyle okurmuş : Önde olan­lar da Öncülerdir, işte onlar en çok gözde olanlardır. Sonra şöyle der­miş : Onların önde olanları camiye ilkin giden ve Allah yolunda ilkin savaşa çıkanlardır. Bu sözlerin hepsi de sahihtir. Çünkü Önde olanlarla kasdedüen, Allah tarafından emredilen iyi işlere koşanlardır. Nitekim Allah Teâlâ : «Rabbınızın mağfiretine ve genişliği göklerle yer arası ka­dar olan cennete koşun.» (Al-i İmrân, 133) buyurmuştur. Bir başka âyette de şöyle buyurur: «Rabbmız tarafından bağışlanmaya ve geniş­liği yer ile göğün genişliği kadar olan cennete koşuşun.» (Hadîd, 21) Kim bu dünyada yansır ve "hayra koşarsa âhirette de şerefe koşanlardan olur. Çünkü ceza amel cinsindendir. Ve ne yaparsan onu bulursun. Onun için Allah Teâlâ 4şte onlar, en çok gözde olanlardır. Naîm cennetlerin-dedirler.» buyuruyor.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Abdullah İbn Amr'dan nak­letti ki; o, şöyle demiş: Melekler; ey Rabbımız, dünyâyı âdemoğulları-na verdin. Onlar yeyip içiyor, eğlenip evleniyorlar. Öyleyse âhireti de bize ver. Allah Teâlâ; yapmam, dedi. Onlar üç kez müracaat ettiler. O yine; elimle yarattığımı, ol deyince oluveren gibi kılmam, buyurdu. Sonra Abdullah İbn Amr «Önde olanlar da öncüdürler. İşte onlar en çok gözde olanlardır. Naîm cennetlerindedirler.» âyetini okudu. Osman İbn Saîd ed-Dârimî, «Cehmiye'ye red» isimli eserinde rivayet eder. Onun ifâdesine göre Allah Azze ve Celle; elimle yarattığımın soyundan gelen sâlih kişileri, ol deyince oluveren gibi kılmam, buyurdu şeklinde­dir.1

13 — Bir çoğu öncekilerden,

14 — Birazı da sonrakilerden.

15 - Murassa tahtlar üzerindedirler.

16 — Karşılıklı olarak üzerinde yaslanırlar.

17 — Ölümsüz civanlar etraflarında dolaşırlar,

18 — Maîn'den büyük kaplarla, ibrikler ve kadehlerle.

19 — Ondan baş ağrısına uğratılmayacaklar! gibi, akıl­ları da giderUmez.

20 - Beğenecekleri meyveler,

21 — Kuş eti, içlerinin çektiğinden,

22 - Şahin gözlü huriler de,

23 — Saklı inci misâli.

24 — Yapmakta olduklarına karşılık olarak.

25 — Orada ne boş bir laf, ne de günâha sokacak bir şey işitmezler.

26 — Yalnız selâma karşılık; selâm, denilir.

Öncekiler Ve Sonrakiler4

Öncekiler Ve Sonrakiler

Allah Teâlâ en gözde olan bu öncülerden haber vererek; onların, eskilerden bir topluluk ve sonrakilerden az bir kitle olduğunu bildiri­yor. «Öncekiler» ve «sonrakiler» kavli ile neyin kasdedildiği hususunda ihtilâf vardır. Denilir ki: Öncekilerden maksad, geçmiş milletlerdir. Sonrakilerden maksad da, bu ümmettir. Bu; Mücâhid ve Hasan el-Bas-rî'den İbn Ebu Hatim tarafından nakledilen rivayettir. İbn Cerîr Ta-berî de bu rivayeti tercih etmiştir. Aleyhissalâtu Vesselam efendimizin: Biz, kıyamet günü öncü olan sonrakileriz, kavli ile de bu görüş uygun düşer. Bunun dışında başka bir rivayet nakledilmemiş ve bu ifâde baş­ka birisine hamledilmemiştir. Bu ifâdeye uygun düşen bir başka riva­yet te İmâm Ebu Muhammed İbn Ebu Hâtim'in... Ebu Hüreyre'den naklettiği şu rivayettir : Ebu Hüreyre der ki: «Birçoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden âyeti nazil olunca; bu Peygamberin ashabına ağır geldi. Bunun üzerine daha sonra «Birçoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden» kavli nazil oldu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben, si­zin cennet ehlinin dörtte biri veya üçte biri olmanızı umarım. Hayır, siz cennet ehlinin yansı veya bir kısmısınız. İkinci yarıdan da pay alırsı­nız. İmâm Ahmed İbn Hanbel... Ebu Hüreyre'den bu hadisi nakleder. Câbir'in hadîsinden de buna benzer bir ifâdeyi rivayet eder. Hafız İbn Asâkir de bu hadîsi Hişâm İbn Ammâr kanalıyla... Câbir İbn Abdullah'­tan nakleder ki; Vakıa sûresi nazil olduğunda, Allah Teâlâ «Birçoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden» âyeti nazil olunca. Hz. Ömer de­di ki: Ey Allah'ın Rasûlü, öncekilerden birçoğu bizden ise, birazı ne? Câbir İbn Abdullah der ki: Sûrenin sonu bir yıl boyunca tutulup kal­dı sonra «Birçoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden.» âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ey Ömer; işit bak Allah Teâlâ neyi inzal buyurdu. «Birçoğu öncekilerden, birazı da son­rakilerden.» âyetini okudu. Dikkat et, Hz. Âdem'den bana kadar olan; birçoğudur. Benim ümmetim de birazıdır. Sudan'daki deve çobanların­dan Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'nun bir tek ve eşsiz olduğuna şehâdet edenlerden yardım dileyihceye kadar biz kendi üçte birimizi tamamlamayacağız. Hafız İbn Asâkir Umre İbn Ruveyd'in hal tercüme­si bölümünde metin ve isnâd olarak bu hadîsi rivayet eder ki, bunun is­nadı üzerinde durulması gerekir. Ancak müteaddid ve pekçok tarîk ile Rasulullah (s.a.)m; Sizin cennet ehlinin dörtte biri olmanızı umarım', buyurduğu rivayet edilmiştir. Hadîs bütünüyle nakledilmiştir. Bu ha­dîs cennetin niteliği konusunda müfred bir hadîstir. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur.

İbn Cerîr'in burada tercih ettiği görüşün üzerinde durulması gere­kir. Hattâ o, zayıf bir sözdür. Çünkü bu ümmetin ümmetlerin en hayır­lısı olduğu hakkında Kur'ân'ın nassı vardır. Binâenaleyh gözde olanla­rın, başka milletlerden daha fazla olmaları uzak bir ihtimâldir. Ancak bu milletlerin hepsinin toplamının bu ümmete denk gelmesi hali müs­tesnadır. Âyetin zahirinden anlaşılıyor ki; bu ümmetten gözde olanla-, rın sayısı diğer ümmetlerden daha çoktur. Allah en iyisini bilendir. Bu­rada ikinci görüş tercih edilen görüştür. Ki, buna göre Allalj Teâlâ'nın «Birçoğu Öncekilerden» kavli ile bu ümmetin önde gidenlerinin ve «Bi­razı da sonrakilerden» kavli ile de bu ümmetten bilahare gelenlerin kaydedilmiş olmasıdır.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Muhammed... Abdullah İbn Ebu Bekr el-Müzenî'den nakletti ki; o, Hasan'm bu âyet geldiği zaman şöyle dediğini duydum demiştir : «Önde olanlar öncüdürler.» âyetinde-ki öncüler; geçmiş olanlardır, fakat Allah'ım, Sen bizi sağcılardan kıl. Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Sırrî İbn Yahya'dan nak­letti ki; o, Hasan bu âyeti okudu ve «Birçoğu öncekilerden» kavimdeki «birçoktan» maksad, bu ümmetten geçmiş olanlardır, dedi. Ve yine İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Muhammed İbn Sîrîn'den naklet­ti ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir: «Birçoğu öncekilerden, bi­razı da sonrakilerden.» kavliyle ilgili olarak sahabe hepsinin de bu üm­metten olmasını dilerler veya söylerler idi. Hasan ve İbn Sîrîn'in ifâde­leri bu âyette kasdedilenlerin hepsinin bu ümmetten olduğunu gösteri­yor. Nitekim her ümmetin önde gidenleri, sonrakilerden daha hayırlı­dırlar. Binâenaleyh bu ifâdenin bütün ümmetleri içine alması ve her ümmetin kendine göre bu âyete muhâtab olması muhtemeldir. Bu se­beple sahîh hadîs kitablannda ve diğer kitablarda birçok vecih ile sa­bit olmuştur ki, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurur :

Nesillerin en hayırlısı benim neslimdir. Sonra onların ardından ge lenler, sonra da onların ardından gelenler. Hadîsin tamâmı sahih hadi; kitablannda yer alır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel'in rivayet ettiği hadîse gelince burada Abdurrahmân... Ammâr İbn Yâsir'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Benim ümmetimin misâli yağmur misâlidir. Başı mı hayırlıdır, yoksa sonu mu bilinmez. Bu hadîsin isnadının sahîh ol­duğuna hükmedilse bile şu anlama hamledilmesi gerekir : Din nasıl da­ha sonrakilere bırakılmak üzere bir toplumun önde gidenlerine muhtaç ise, aynı şekilde daha sonra onu ayakta tutacak ve insanları sünnet üzere sabit kılıp açıklayacak ve aktaracak kitlelere de muhtaçtır. Üs­tünlük ise Öncekilerindir. İlk ve ikinci yağmura muhtaç olan ekin de böyledir. Ancak en büyük dayanak birincidir. Binâenaleyh, ekinin ilk yağmura ihtiyâcı daha fazladır. Eğer birinci yağmur olmazsa yeryü­zünde bir bitki yeşermez. Ve onun üzerine temel kurulamaz. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur : Benim ümmetimden bir taife dâi-nıâ hak üzere zahir olacaklardır. Kıyametin kopuşuna kadar ne onlara muhalefet edenlerin, ne de onları horlayanların kendilerine zararı do­kunacaktır. Hadîsin bir başka ifâdesinde de son kısım şöyledir : Allah'ın emri gelene değin onlar bu hal üzere devam edeceklerdir. Maksad şu­dur : Bu ümmet, diğer ümmetlerden daha üstün ve değerlidir. Bu üm­metten gözde olanlar diğerlerinden daha çoktur. Mevki'leri bunlardan daha yücedir. Çünkü bu ümmetin dini değerlidir, peygamberleri yüce­dir. Bu sebeple tevatür yoluyla Rasûlullah (s.a.)tan nakledilmiştir ki; o, bu ümmetten yetmiş bin kişinin hesâbsız olarak cennete gireceğini haber vermiştir. Bir başka ifâde de; her binle beraber yetmiş bin, tâbiri bulunmaktadır. Bir başka ifâdede ise; her bin kişi ile beraber yetmiş bin kişi hesâbsız cennete girecektir, buyurulmuştur. Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Hişâm... Ebu Mâlik'ten nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ede­rim ki sizden bir topluluk kıyamet günü karanlık bir gece gibi olduğu sırada hepsi yeryüzünü kuşatacak şekilde dirilirler. Melekler derler ki; Muhammed (s.a.) ile beraber gelenler diğer peygamberler ile berâoer gelenlerden daha çokturlar.

Burada Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî'nin Delâil en-Nübüvve'de nak­lettiği şu hadîsi zikretmemiz güzel olur: Ebu Nasr İbn Katâde... îbn Zeml el-Cühenî'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.) sabah namazını kıldı­ğında ayağı üstü geri dönerek; tesbîh ederiz Allah'ı, hamd O'nundur. tstiğfâr ederim .Allah'a, muhakkak ki Allah tevbeleri kabul edendir, di­ye yetmiş kere tekrarlar, sonra yetmiş, yedi yüz iledir. Bir günde günâ­hı yedi yüzden fazla olanda hayır yoktur, dermiş. Sonra bunu iki kere tekrarlayıp yüzünü insanlara dönermiş. .O rü'yâlara tutkunmuş. Sonra sizden bir şey gören var mı? dermiş. îbn Zeml der ki: Ben; gördüm ya Rasûlallah, dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Hayır bulursun, ser­den korunursun. Bizim için hayırdır, düşmanlarımız İçin serdir. Hamd âlemlerin Rabbı Allah'a mahsûstur. Anlat bakalım rü'yânı. Ben dedim ki: Ben insanların rahat, kolay, düz ve geniş bir yolda toplanmış olduk­larını gördüm. İnsanlar yolun ortasında yayılmışlardı. Onlar bu durum­dayken bir de baktım ki o yol bir tepeye çıkıyor. Gözüm onun gibisini hiç görmemişti. Yol, pırıl pırıl parlıyordu. Çeşitli bitkilerden su damlı­yordu. Ve sanki ben bir bölük atlıya rastlamıştım. Bu yolun ilk kısmın­daki tepeye çıkınca tekbîr getirdiler. Sonra kafilelerini yola saldılar. Sağa sola bakmadılar. Sanki ben onlara bakıyordum da, onlar dağilı-yorlardı. Sonra ikinci kafile geldi. Bunlar onlardan kat kat fazlaydılar. Tepeye çıkınca tekbîr getirdiler, sonra kafilelerini yola koydular; on­lardan kimisi bineğini otlatıyor, kimisi de ot alıyordu. Onlar da bu şe­kilde geçip gittiler. Sonra insanlardan büyük bir kitle geldi. Onlar da tepeye çıkınca tekbir getirdiler ve; bu, konakların en iyisi, dediler. Ben onlara bakıyordum, sanki sağa ve sola dönüyorlardı. Ben bu durumu görünce yola koyuldum ve nihayet tepenin sonuna vardığımda bir de ne göreyim, ey Allah'ın Rasûlü, sen bir minber üzerindesin. Minberin yedi basamağı var. Sen basamakların en üstündesin. Ve sağında par­maklan sert, burnunun üstü kalkık ortası eğik bir adam vardı. O konu­şunca yüceliyor ve insanları uzunlukta geçiyordu. Sonunda ise müte-vâzi' parlak yüzlü birisi vardı. Sanki suyla yıkanmış gibi saçının siyah­lığı belirmişti. O konuşunca siz ona ikram için kulak veriyordunuz. Bu adamın da Önünde yaşlı bir adam vardı. Hem yaratılış hem de ilim ba­kımından insanlar içerisinde sana en çok benzeyeni idi. Hepimiz onu seviyor ve istiyorduk. Ve bir de baktım ki onun önünde bir yaşlı dişi deve var. Ve sen ey Allah'ın Rasûlü, sanki onu kaldırır gibiydin. İbn Zeml dedi ki: Bir süre Rasûlullah'ın rengi uçtu, sonra sevinç alâmetle­ri belirdi. Ve buyurdu ki: Kolay, rahat ve geniş yol, işte sizin üzerine götürüldüğünüz ve üstünde bulunduğunuz hidâyet yoludur. Görmüş olduğun tepe, dünyadır. Ben ve ashabım onun üzerinden geçtik, ne on­dan bize bir şey dokundu, ne de bizden ona, biz ona varmadık o da bize gelmedi. Sonra bizim ardımızdan ikinci kafile geldi. Onlar bizden kat kat fazlaydılar. Onlardan bir kısmı bineğini yayıyor bir kısmı da ot alı­yordu. Onl'ar da bu şekilde kurtuldular. Sonra insanların büyük bir kıs­mı geldi ve tepede sağa sola dağıldılar. Biz Allah içiniz ve muhakkak ki biz yine O'na dönecekleriz. Sana gelince, sen doğru bir yolda yürüdün. Bana ulaşıncaya kadar bu yoldan ayrılmayacaksın. Üzerinde yedi basa­mak bulunan ve benim de en üst basamakta yer aldığım minbere gelin­ce, O dünya yedi bin senedir. Ben onun sonundaki bindeyim. Sağımda gördüğün eli sert adam Mûsâ (a.s.)dir. Konuştuğu zaman Allah'ın ken­disine lütfettiği konuşma gücü ile insanlardan üste çıkar. Solumda gör­düğün mütevâzi' ve parlak yüzlü kişi ise Meryem oğlu îsâ (a.s.)dir. Al­lah kendisine ikramda bulunduğu için biz de ona ikram ederiz. İnsanlar arasında yüzü ve yaratılışı bana en çok benzeyen kişi olarak gördü­ğün insana gelince, o atamız İbrahim'dir. Hepimiz onu imâm edinir ve ona uyarız. Gördüğün dişi deveye ve benim onu kovalamama gelince; bu, kıyamettir. Kıyamet bizim üzerimizde kopacaktır. Benden sonra bir peygamber yoktur. Benim ümmetimden sonra da bir ümmet yoktur. İbn Zeml der ki: Bundan sonra Hz. Peygamber hiç bir kimseye rü'yâsını sormadı, ancak kişi gelip kendiliğinden Peygambere anlatırsa onu yo­rumladı.

«Murassa tahtlar üzerindedirler.» İbn Abbâs der ki: Altınla dokun­muş, demektir. Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Zeyd İbn Eşlem, Ka-tâde, Dahhâk ve başkaları da böyle demişlerdir. Süddî ise altın ve inci ile dokunmuştur, der. İkrime de; inci ve yâkût ile süslenmiştir, der. İbn Cerîr bu kelimeden dolayı karnının altında süs bulunan deveye ( Âildl Owy ) adının verildiğini bildirir. Cennetteki tahtlar da böyle­dir, inci ve altınla süslenmişlerdir.

«Karşılıklı olarak üzerine yaslanırlar.» Biri diğerinin arkasında de­ğil, yüzyüze bakarak.

«Ölümsüz civanlar etraflarında dolaşırlar.» Tek bir nitelik üzere sürekli kalan, büyümeyen, yaşlanmayan ve değişmeyen gençler.

«Maîn'den büyük kaplarla, ibrikler ve kadehlerle.» Büyük kaplar anlamına gelen kelimesi, ucu ve kulpu bulunmayan küp­lerdir. İbrikler ise, ağzı ve tutulacak kulpu bulunan küplerdir. kelimesi ise kadehler anlamına gelir. Hepsi de Maîn'den akan içkilerle doludur. Yani bitip boşalan kaplardan değil, akan pınar­lardan.

«Ondan baş ağrısına uğratılmayacakları gibi, akıllan da gideril-mez.» Bunu içtiklerinden dolayı başları ağrımayacağı gibi, akıllan da kaybolmaz. Elde edilen zevk ve baş döndüren tadına rağmen akıllan ye­rinde kalır. Dahhâk, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir : İçki­de dört özellik vardır : Sarhoşluk, baş ağnsı, kusma ve idrar. Allah Teâ-lâ cennet içkisini anlatırken onu bu özelliklerden tenzih etmiştir. Mü­câhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Atiyye, Katâde ve Süddî kavline; başlannda ağrı da bulunmaz, mânâsını vermişlerdir. Onlar kelimesine de; akılları giderilmez, diye mânâ vermişler­dir.

«Beğenecekleri meyveler, kuş eti içlerinin çektiğinden.» Onlara is­tedikleri meyveler getirilir ve önlerinde gezdirilir. Bu âyet, beğenilecek türden meyveleri seçerek yemenin caiz olduğuna delildir. Bu husus, Ha­fız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî'nin Müsned'inde naklettiği hadîs ile de sabittir. O der ki: Bize Abbâs İbn Velîd, Ubeydullah îbn Akrâş kanalıyla... babasından nakletti ki; o, şöyle elemiş: Mürre oğullan mallarının zekât­larını toplayarak benimle Rasûlullah (s.a.)a gönderdiler. Ben Medine'­ye geldiğimde, baktım ki o, muhacir ve ansânn arasında oturmuş. Onun yanına Arta ağacının (meyvesi hünnaba benzeyen bir ağaç) dalları gi­bi develerle geldim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; gelen adam kimdir? Ben; Akraş İbn Züeyb, dedim. Rasûlullah (s.a.); nesebini bildir, deyince ben; nesebimin Mürre îbn Ubeyd'e mensûb olduğunu belirttim ve; bu, Mürre tbn Ubeyd'in zekâtıdır, dedim. Rasûlullah (s.a.) bunun üzerine gülerek; bu, benim kavmimin devesi, şu da benim kavmimin zekâtı, bu­yurdu. Sonra deveye zekât develerinin işaretinin vurulmasını ve onlar arasına katılmasını emretti. Sonra elimi tuttu ve ikimiz birlikte Ümmü Seleme'nin evine gittik. Yiyecek bir şey var mı? dedi. Bize tiridi ve ke­miksiz eti çok olan bir sahan getirildi. Rasûlullah (s.a.) ondan yemeye başladı. Ben elimle sahanın etrafını karıştırıyordum. Rasûlullah (s.a.) sol eliyle benim sağ elimi tutarak buyurdu ki: Ey Akraş, herkes bir tek yerden yesin, çünkü bu bir tek yemektir. Sonra bize içinde hurma veya yaşlık bulunan bir tabak getirildi. —Ubeydullah bunun kuru mu yaş mı olduğundan şüphe etmiştir— ben önümdeki kısımdan yemeye de­vam ettim. Rasûlullah (s.a.)in eli tabağın içerisinde gezdi ve buyurdu ki,: Ey Akraş, istediğin yerden ye, çünkü bu bir tek çeşittir. Sonra bize su getirildi. Rasûluliah (s.a.) elini yıkadı ve elinin yaşıyla yüzünü, kol­larını ve başını üç kere sıvadı, sonra buyurdu ki: Ey Akraş, bu ateşin değiştirdiklerinden abdesttir. Tirmizî, bu hadîsi uzun olarak böylece ri­vayet eder. İbn Mâce de aynı ravîlerle birlikte Ebu'l-Hüzeyl Ala tbn Fadl'dan bu hadîsi rivayet eder ve onun hadîsinden başka bu hadîsi bil­miyorum, ancak garîbdir, der.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Behz İbn Esed ve Affân —Hafız Ebu Ya'lâ da der ki: Bize Şeybân—... Sâbit'ten nakletti ki; Enes şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.) rü'yâyı çok severdi. Bir kişi rü'yâ görüp te kendisini tanınıasa da rü'yâsım ona sorsa hoşuna giderdi ve ona güzel bir şekilde rü'yâsım anlatırsa sevinirdi. Bir gün bir kadm ge­lip dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, ben şöyle bir rü'yâ gördüm : Sanki ben Medine'den çıkarılmış ve cennete girmiştim. Bir şeyin oraya düştüğünü duydum. Baktım ki o, falan oğlu falan idi. Kadın on iki kişinin adım saydı. Rasûlullah (s.a.) ondan önce bir seriyye göndermişti. Onlar dön­düklerinde, üzerlerinde tozlu bir elbise ve yanaklarından kan akar bir halde gelmişlerdi. Denildi ki; onları Beydah veya Beyzah nehrine götü­rün. Onlar götürüldü ve oraya daldırıldılar. Çıktıklarında yüzleri ayın ondördü gibi parlaktı. Altından bir tabak getirildi, üzerinde hurma var-. di. O hurmadan istedikleri kadar yediler. Tepsinin bir tarafını çeviriyor ve orada istedikleri meyveden yiyorlardı. Ben de onlarla birlikte yedim. O seriyyeden müjdeciler geldiler ve dediler ki: Biz, şöyle ve şöyle idik, falan ve falan yara aldı ve on iki kişinin adını saydılar. Rasûlullah (s.a.) kadına duâ etti ve dedi ki: Anlat rü'yânı. Kadın rü'yâsını anlattı ve baş­ladı söylemeye : Adamın dediği gibi falanca ve falanca da getiriliyordu. Ebu Ya'lâ'mn lafzı böyledir. Hafız Ziyâeddin el-Makdisî der ki: Bu ha­dîs Müslim'in şartına uygundur.

Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Muâz İbn Müsennâ... Şeybân'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş ; Bir kişi cen­nette meyveyi kopannca meyve tekrar olduğu gibi yerine dpner.

«Kuş eti, içlerinin çektiğinden.» İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Seyyar İbn Hatim, Enes'ten nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş : Cennet kuşları bir tür deve gibidirler, cennetin ağaçlarından yayılırlar. Hz.. Ebubekir dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bu çok kıymetli bir kuş olmalıdır. Rasûlullah (s.â.) buyurdu ki: Onun yenilişi kendin­den de güzeldir. Bunu ü^ kere tekrarladıktan sonra; doğrusu senin on­dan yiyenlerden olmanı umarım. Bu şekliyle bu hadîsin naklinde Ah­med. İbn Hanbel münferid kalmıştır. Hafız Ebu Abdullah el-Makdisî, «Cennetin sıfatı» bahsinde İsmâîl İbn Ali kanalıyla Abdullah İbn Ömer' den nakleder ki; o, şöyle demiş : Ben, Hz. Peygamberin yanında Tûbâ ağacından söz ettim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Ey Ebu­bekir, Tûbâ nedir? biliyor musun? O; Allah ve Rasûlü en iyi bilendir* dedi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Tûbâ cennette bir ağaçtır. Uzunlu­ğunu Allah'tan başka kimse bilmez. Süvâjî onun dallarının altında yet­miş gün yürür. Yaprakları hülledir, onun üzerine deve misâli7 kuşlar ko­nar. Hz. Ebubekir dedi ki; ey Allah'ın Rasûlü,. orada çok değerli kuşlar^ olmalıdır? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Onu yiyenler ondan daha de­ğerlidirler. İnşâallah sen de onlardan olursun.

Katâde «Kuş eti, içlerinin çektiğinden» kavli hakkında der ki: Hz. Ebubekir bize nakletti ki; o: Ey Allah'ın Rasûlü, öyle sanıyorum ki cen­netin sakinleri gibi kuşları da değerli olmalıdır. Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: Allah'a andolsun ki ey Ebubekir, onu yiyenler ondan daha de­ğerlidir. Onlar bir nevi deve gibidirler. Allah'tan dilerim ki ey Ebubekir sen de onlardan yiyesin. Ebubekir İbn Ebu Dünyâ... Enes İbn Mâlik'-ten nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) a Kevser'den sorulduğunda şöyle bu­yurmuştur : O, bir nehirdir. Rabbım Azze ve Celle cennette onu bana vermiştir. Sütten daha ak, baldan daha tatlıdır. Onda öyle kuşlar var­dır ki boyunları deve boyunları gibidir. Hz. Ömer; onlar çok değerli ol­malıdırlar, deyince Rasûlullah (s.a.) : Onu yiyenler onlardan daha de­ğerlidirler, buyurmuştur. Tirmizî de bu hadîsi Abd İbn Humeyd kana­lıyla... Enes İbn Mâlik'ten nakleder ve; hasen bir hadîstir, der.

îbn Ebu Hatim dedi ki: Bize babam... Ebu Saîd el-Hudrî'den Ra­sûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakletti: Doğrusu cennette öyle bir kuş vardır ki, yetmiş bin türü bulunmaktadır. Gelip cennet ehlinden bir kişinin önünde tüyünü silkeler. Her tüyden sütten daha ak, köpük­ten daha yumuşak, baldan daha tatlı bir şey çıkar. Onlardan hiç birinin rengi diğerine benzemez, sonra uçar gider. Bu hadîs cidden garîbdir. Râvîler arasında yer alan Ubeydullah İbn Velîd el-Vassâfî ve onun şey­hi zayıf râvîdirler. Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Kâ'b el-Ahbâr'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Cennetin kuşlarının misâli bir nevi deve gibidir. Cennetin meyvelerinden yaratılmış olanları yerler. Cennetin ırmaklarından içerler. Cennetlik kişi onlardan hoşlanınca, gelir önüne konarlar. O içinden ve dışından yer, sonra uçar gider de hiç bir şeyi eksilmez. Bu hadîsin Kâ'b el-Ahbâr'a atfı sahihtir.

Hasan îbn Arefe dedi ki: Bize Halef İbn Halîfe... Abdullah îbn Mes'ûd'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bana dedi ki: Sen cennette kuşa bakarsın ve onu yemek istersin. O senin önüne piş­miş olarak gelir, yatar.

«Şahin gözlü huriler de, saklı inci misâli.» Bazıları Bu âyeti merfû' okumuşlar ve; cennet ehli için şahin gözlü huriler de vardır, anlamını vermişlerdir. Bazıları da mecrûr okumuşlardır ki bu takdirde iki mânâ­ya gelmesi muhtemeldir. Birincisi; âyetin baş tarafa atfedilmesidir. Ya­ni «Ölümsüz civanlar etraflarında dolaşırlar, Maîn'den büyük kaplarla, ibrikler ve kadehlerle. Ondan baş ağrısına uğratılmayacakları gibi, akıl­lan da giderilmez. Beğenecekleri meyveler, kuş eti içlerinin çektiğinden, şahin gözlü huriler de.» Bu ifâde Mâîde süresindeki; «Başlarınıza ve ayaklarınıza da mesnedin» kavli gibidir. Veya İnsan süresindeki: «Üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır.» (İnsan, 21) kavli gibidir. İkinci ihtimâl ise; ölümsüz civanların etraflarında do­laştığı kimselerin, şahin gözlü hurilere sâhib olmalarıdır. Ancak bu köşklerde mümkün olur, yoksa kendi aralarında değil. Aksine çadırlarda hizmetçiler, şahin gözlü hurilerle onlann etraflarında dolaşırlar. Allah en iyisini bilendir.

«Saklı inci misâli.» Beyazlıkta ve parlaklıkta onlar sanki inci gibi­dirler. Tıpkı Rahman ve Sâffât sûrelerinde zikredildiği gibi. Bunun için, âyetin devamında Hak Teâlâ : «Yapmakta olduklarına karşılık olarak.» buyurmaktadır. Yani kendilerine verdiğimiz bu hediyeler yapmış ol­dukları güzel işlerin karşılığıdır.

«Orada ne boş bir lâf, ne de günâha sokacak bir şey işitmezler. Yal­nız selâma karşılık; selâm, denilir.» Yani cennette anlamsız boş söz duymazlar. Ya da güçsüz ve aşağılık anlamına gelen sözler işitmezler. Nitekim Ğâşiye sûresinde de şöyle buyurulur : «Orada boş bir lâf işit­mez.» (Ğâşiye, 11) yani anlamsız bir söz. Çirkin ve günâha sokacak bir şey de duymazlar «Yalnız selâma karşılık; selâm, denilir.» Sadece bir­birlerine selâm verirler. Allah Teâlâ'nın İbrahim sûresinde buyurduğu gibi: «Onlann birbirine sağlık temennileri de; selâmdır.» (İbrahim, 23) Onların sözü de aynı şekilde günâhtan ve anlamsızlıktan uzaktır.2

27 — Sağcılar; ne bahtiyardır o sağcılar.

28 — Dikensiz kiraz,

29 — Salkımları sarkmış muz ağaçları,

30 — Yayılmış gölge,

31 — Çağlayan su,

32 — Bir çok meyve,

33 — Bitip tükenmeyen ve yasaklanmayan.

34 — Yükseltilmiş döşekler üstündedirler.

35 — Gerçekten Biz onları, yeni bir yaratılışla yarat­tık.

36 — Ve onları el değmemişler kıldık.

37 — Eşlerine düşkün hep bir yaşıtlar.

38 — Sağcılar için.

39 — Bir çoğu öncekilerden,

40 — Bir çoğu da sonrakilerdendir.

Ne Mutlu Sağcılara. 8

Ne Mutlu Sağcılara

Allah Teâlâ gözde olan öncülerin akıbetini zikrettikten sonra, eb-râr olan sağcıların durumunu buna atfediyor. Mü'min İbn Mihrân'ın belirttiği gibi sağcılar gözdelerden biraz daha aşağıda bir mevki'dedirler.

«Sağcılar; ne bahtiyardır o sağcılar.» Sağcılar kimlerdir, halleri nedir, akıbetleri nasıl olacaktır? Sonra âyet-i kerîme, bu durumu açık­layarak diyor ki: «Dikensiz kiraz,» İbn Abbâsr İkrime, Mücâhid, Ebu'l-Ahvas, Kasâme İbn Züheyr, Sehl îbn Nusayr. Hasan, Katâde, Abdullah İbn Kesîr, Süddî, Ebu Herze ve diğerleri kelimesinin; di­keni olmayan, anlamına geldiğini bildirirler. İbn Abbas ise meyve dolu olduğunu nakleder ki bu, İkrime ve Mücâhid'in rivayetidir. Katâde ise şöyle demiştir : Biz onun, dikeni olmayan yüklü meyve olduğunu söylü­yorduk. Zahir odur ki her ikisi de kasdedilmiş olabilir. Çünkü dünya ki­razının dikeni çok, meyvası azdır. Âhirette ise durum bunun aksinedir. Onun dikeni yok ve kökünü ağırlıkla bastıran pekçok meyvası vardır. Hafız Ebu Bekr Ahmetf İbn Selmân en-Neccâd'ın dediği gibi: Muham-med İbn Muhammed el Beğâvî... Süleym İbn Âmir'den nakletti ki; Pey­gamberin ashabı şöyle derlerdi, demiştir : Doğrusu Allah Teâlâ, bedevi­ler ve onların sorularıyla bizi faydaiandınyor. Bir gün bedevinin birisi gelip dedi ki :*Ey Allanın Rasûlü, Allah Teâlâ cennette sahibini rahat­sız eden bir ağaeı zikrediyor. Bu nasıldır? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Nedir o? Bedevi; kirazdır, dedi. Çünkü kirazın rahatsız edici dikeni var­dır. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : «Dikensiz kiraz» demiyor mu? Allah onun dikenini giderdi de her dikenin yerine bir mey­ve koydu. Öyle ki bu, her bir meyvesinden yetmiş iki çeşit yiyeceğin fış-kırdığı bir meyvedir, onun hiç bir rengi diğerinin benzeri değildir.

Bir başka yolla Ebu Bekr İbn Dâvûd... Utbe İbn Abdüsselmâ'dan nakletti ki; o şöyle demiş : Ben Rasûlullah (s.a.) ile beraber oturuyor­dum. Bir bedevi geldi ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, işitiyorum ki sen cennette bir ağaçtan bahsediyorsun. Ancak ondan daha çok dikeni olan bir ağaç tanımıyorum. (Muz ağacını kaydediyordu.) Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Allah Teâlâ onlardan her bir dikenin yerine besili tekenin husyesi gibi hurma yerleştirir. Onda yetmiş çeşit yiyecek vardır ve hiç biri diğerine benzemez.

«Salkımları sarkmış muz ağaçları.» Ayet-i kerîme'de yer alan ve muz ağacı anlamı yerdiğimiz ( £*& ) kelimesi Hicaz diyarında ye­tişen büyük bir ağaçtır. Bir nevi dikenli meşe ağacı cinsinden olup bazı ifâdelere göre Muğeylân ağacıdır. Bunun dikeni çok olur. Nitekim İbn Cerîr bu kelimenin kullanıldığı bir şiir nakleder :

«Kılavuzu ona müjdeleyip dedi ki:

Yarın bağları ve Muğeylân ağacını göreceksiniz.»

Mücâhid der ki: Salkımları sarkmış anlamını verdiğimiz kelimesi;, meyvesi üst üste yığılmış, demektir. Allah Teâlâ bununla Ku~ reyş'lilere bir şeyi hatırlatmak istiyor. Onlar Tâif yakınlarındaki Vecc bölgesinde (Tâîfte bir yer) bulunan dikenli meşe ağacı türünden veya hurma cinsinden olan ağaçlar ile dikensiz kirazları çok severlerdi. Süd-dî ise bu kelimeye üst üste dizilmiş anlamını verir. İbn Abbâs, cennette­ki Muğeylân ağacının dünyadakine benzediğini, ancak onun meyvesinin baldan daha tatlı olduğunu söyler. Cevheri bu kelimenin, hurmanın çi-

çeği demek olan anlamına geldiğini, söyler. Ben derim ki: İbn Ebu Hatim... Hemedân'lı bir ihtiyardan nakletti ki; o. Hz. Ali'nin şöyle dediğini duydum, demiştir : Bu âyetteki kelimesi ayın ile şeklindedir. Bu takdirde bu kelime kiraz ağacının sıfatı olur ve sanki kiraz ağacının dikeni yolunmuş ve çiçeği pekçok meyve ile doldurulmuş, anlamına gelir. Allah erî iyisini bilendir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... Ebu Saîd'den nak­letti ki; o, kelimesinin muz anlamına geldiğini söyle­miştir. İbn Abbâs, Ebu Hüreyre, Hasan, tkrime, Kasâme îbn Züheyr, Katâcie ve Ebu Harze de böyle demişlerdir. Mücâhid ve tbn Zeyd de böy­le der. Ayrıca îbn Zeyd der ki: Yemen'liler muza adını ve­rirler. İbn Cerîr Taberî bu sözden başkasını nakletmemiştir.

«Yayılmış gölge.» Buhârî der ki: Bize Ali İbn Abdullah... Ebu Hü­reyre'den nakletti ki; o, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu bildirmiş: Doğrusu cennette öyle bir ağaç vardır ki; bineği ile bir kişi onun gölge­sinde yüz yıl yürür de yine bitiremez. İsterseniz «Yayılmış gölge,» kav­lini okuyun. Müsüm de bu hadîsi A'rec kanalıyla Ebu Hüçeyre'den nak­leder.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Süreye... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Cennette öyle bir ağaç vardır ki; binekli kişi onun gölgesinde yüz yıl yürür. İsterseniz «Yayıl­mış gölge.» âyetini okuyun. Aynı şekilde Buhârî de Muhammed İbn Si­nan kanalıyla... Ebu Hüreyre'den bu hadîsi rivayet eder.. Abdürrezzâk da aynı hadîsi Ma'mer kanalıyla Hemmâm ve Ebu Hüreyre'den rivayet eder. Hammâd İbn Seleme de Muhammed İbn Ziyâd kanalıyla Ebu Hü-reyre'den bu hadîsi rivayet eder. Leys İbn Sa'd da Sa'd el-Makburî ka­nalıyla babasından ve o da Ebu Hüreyre'den bu hadîsi rivayet eder. Ke­za Avf da İbn Şîrîn kanalıyla bu hadîsi Ebu Hüreyre'den nakleder.

İmâm Ahmed İbn Hanbel dedi ki: Bize Muhammed îbn Ca'fer ve Haccâc... Ebu Hüreyre'den naklettiler ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muş : Doğrusu cennette öyle bir ağaç vardır ki, binekli onun gölgesin­de yetmiş ya da yüz yıl gider. Bu, ölümsüzlük ağacıdır. İbn Ebu Hatim de der ki: Bize Ahmed îbn Sinan... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasû­lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Cennette öyle bir ağaç vardır ki, binek­li bir kişi onun gölgesinde yüz yıl yürür de yine onu bitiremez. İsterse­niz «Yayılmış gölge,» âyetini okuyun. Bu hadîsin isnadı sağlamdır. An­cak diğer hadîs imamları onu tahrîc etmemişlerdir. îbn Cerîr Taberî de bu hadîsi Ebu Küreyb kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayet eder. Tir-mizî ise Abdurrahîm İbn Süleyman kanalıyla Ebu Hüreyre'den rivayet eder.

îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abd İbn Humeyd... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; o şöyle demiş : Doğrusu cennette öyle bir ağaç vardır ki; bi­nekli onun gölgesinde yüz yıl yürür. îsterseniz «Yayılmış gölge.» âyeti­ni okuyun. Bu haber Kâ'b el-Ahbâr'a ulaştığında o; doğru söylemiş, de­miş. Tevrat'ı Musa'ya, Kur'ân'ı Muhammed'e indiren Allah'a andolsun ki; eğer bir kişi dört yaşına basmış veya dört yaşım bitirmiş bir deveye binse, sonra o ağacın etrafında dönse yaşlanıp düşünceye kadar onu tamamlayamaz. Muhakkak ki Allah, onu kendi eliyle dikmiş ve ona kendi ruhundan üflemiştir. Onun dallan, cennetin sûrunun dışındaki­lere kadar ulaşır. Cennette bulunan her ırmak bu ağacın kökünden çı­kar.

Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsüî der ki: Bize Muhammed İbn Minhâl... Enes İbn-Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) «Yayılmış gölge.» âye­ti hakkında şöyle buyurmuş: Cennette bir ağaç vardır. Binekli onun gölgesinde yüz yıl yürür de yine bitiremez. Buhârî de Revh kanalıyla Enes İbn Mâlik'den bu şekilde rivayet eder. Ebu Dâvûd et-Tayâlİsî de îmrân İbn Dâver kanalıyla... Enes İbn'Mâlik'den bu hadîsi nakleder. Ayrıca Ma'mer kanalıyla da... Enes'ten aynı hadîsi nakleder. Buhârî ve Müslim ise Ebu Saîd kanalıyla Sehl İbn Sa'd'dan rivayet eder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Doğrusu cennette öyle bir ağaç vardır ki; koşumluk bir ata binen süvârî hızlıca koşarak yüz yıl gitse onu yine bitiremez. Bu hadîs Rasûlullah'tan sabittir, hattâ mütevâ-tirdir. Sıhhati tenkîd erbabı hadîs imamları katında kesindir. Çünkü muhtelif yollardan rivayet edilmiş isnadı kuvvetli ve rivayet edilen ki­şiler güvenilir râvîlerdir.

İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... Ebu Husayn'dan nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz bir yerde kapının önünde duruyorduk. Beraberimizde Ebu Salih ve Şakîk —yani ed-Dabbî— bu­lunuyordu. Ebu Salih bir hadîs nakledip dedi ki: Bana Ebu Hüreyre şöyle dedi: Cennette öyle bir ağaç vardır ki; binekli kişi onun gölge­sinde yetmiş yıl yürür. Ebu Salih dedi ki: Sen Ebu Hüreyre'ye yalan mı isnâd ediyorsun? O; ben Ebu Hüreyre'ye yalan isnâd etmiyorum, an­cak senin yalan söylediğini bildiriyorum, dedi. O gün bu ifâde okuyan­lara çok ağır geldi. Ben derim ki: Bu hadîsin yalan olduğunu söyleyen boşuna söylemiştir. Çünkü hadîsin sübûtu, sıhhati ve peygambere ka­dar ulaştırılması sağlamdır.

Tirmizî der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah ;s.a.) şöyle buyurmuş : Cennette bulunan her ağacın te­pesi altındadır, Tirmizî müteakiben bu hadîsin hasen ve garîb olduğu­nu söyler.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Ebu Rebî'... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : «Yayılmış gölge»; cennette bir ağaçtır. Bi­nekli bir kişi gölgesinin altında yaklaşık yüz yıl dolaşır. İbn Abbâs de­di ki: Cennet ehli, odalarda bulunanlar ve diğerleri onun altına gelir, gölgesinde konuşurlar. İçlerinden bir kısmı, zevke gelip dünya eğlence­sini hatırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ oraya cennetten bir rüzgâr gönderir de, o ağacı dünyadaki her oyuna göre harekete geçirir, kımıl­datır. Bu, garîb bir haberdir, ancak isnadı sağlam, kuvvetli ve hasen-dir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Arar İbn Nu'mân'dan nak­letti ki; Yayılmış gölge; yetmiş bin senelik bir alandır. İbn Cerîr de Dündar kanalıyla Süfyân'dan aynı rivayeti nakleder. Sonra der ki: Bi­ze Abd İbn Humeyd'in... Amr İbn Meymun'dan naklettiğine göre «Ya­yılmış gölge,» beş yüz bin yıllık mesafedir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Hasan'dan nakletti ki; o, Allah Teâlâ'nın «Yayılmış gölge.» kavli hakkında şöyle demiştir: Cen­nette bir ağaç vardır ki, binekli onun gölgesinde yüz yıl yürür de onu yine bitiremez. Avf da Hasan'dan nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğu bana ulaşmıştır, demiş : Cennette öyle bir ağaç var ki, binekli onun gölgesinde yüz yıl yürür de yine onu bitiremez. Şebîb de İkrime kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş : Cennet­te öyle bir ağaç var ki; o taşınmaz ancak onun gölgesinden yararla­nılır. İbn Ebu Hatim de bu rivayeti nakletmiştir. Dahhâk, Süddî ve Ebu Harise «Yayılmış gölge» kavlini açıklarken şöyle derler : O, bitip tüken­mez. Tıpkı fecir doğmadan önceki gibi, ne güneşi vardır ne de ısısı. İbn Mes'ûd da der ki: Cennet ne sıcak ne soğuktur. Tıpkı fecrin doğuşun­dan, güneşin doğuşuna kadar olan zaman gibidir.

Daha önce bu konuda «Onları koyu bir gölgeye sokacağız.» (^isâ, 57), «Oranın yiyecekleri de gölgeleri de ebedîdir.)» (Ra'd, 35) ve «Al­lah'a karşı gelmekten sakınmış olanlar, elbette gölgeliklerde ve pınar başlarındadırlar.» (Mürselât, 41) ve benzeri âyetler geçmiştir.

«Çağlayan su.» Sevrî der ki: Durmaksızın akar. Bu konuda daha önce «İçinde bozulmayan sudan ırmaklar vardır.» (Muhammed, 15) kavlini açıklarken gerekli tefsir geçmişti. Burada tekrarlamaya gerek yoktur.

«Birçok meyve, bitip tükenmeyen ve yasaklanmayan.» Onların ya­nında gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer kalbine gelme­yen çeşit ve renkle pekçok meyveler vardır. Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi: «Onlara ne zaman bunlardan bir meyve rızık olarak verilirse; bu, evvelce rızıklandığımız şeydi, derler. Onlara birbirine benzeyen (böyle nimetler) verilece^.» (Bakara, 25) Yani aynı şekilde olan meyveler. Ama tadı farklı olacaktır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Sidret el-Müntehâ zikredilirken buyurulur ki: Bir de baktı ki; onun yaprağı fil kulağı gibiydi. Yemişi ise Hecer yemişlerinin büyüklüğünde idi. Keza Buhârî ve Müslim'de Mâlik kanalıyla İbn Abbâs'ın şöyle de­diği nakledilir : Güneş tutulduğunda Rasûlullah (s.a.) beraberinde halk ile birlikte namaz kıldı. Ve namazdan söz etti. Orada ayrıca bildirilir ki: Halk; ey Allah'ın Rasûlü, senin bazı şeylerin üstüne uzandığını, sonra döndüğünü gördük, dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben cenneti gördüm ve ondan bir salkıma uzandım. Eğer onu almış olsay­dım siz ondan yerdiniz ve dünya diye bir şey kalmazdı, buyurmuş.

Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Ebu Hayseme... Câbir'den nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz öğle namazını kılıyorduk ki birden Rasûlullah (s.a.) çıkageldi. Biz de onun arkasmdan çıktık. Sonra Rasûlullah (s.a.) bir şeyi almak için uzandı ve geri durdu. Hz. Peygamber namazını bitirince Übeyy İbn Kâ'b ona dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bugün namazda öyle bir şey yaptın ki sen onu hiç yapmazdın. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Bana cennet takdim edildi. Ondaki çiçekler ve gözalıcı şeyler. Ben bir salkım üzüm alıp size getirmek için uzandığımda benimle onun arasına engel girdirildi. Eğer onu size getirmiş olsaydım, göklerle yer arasında bulunanlar ondan yeselerdi yine de hiç bir şeyini eksiltmezlerdi, Müslim de Ebu Zübeyr kanalıyla Câbir'den benzer bir hadîsi nakleder.

İmâm Ahmed İbn Hanbel dedi ki: Bize Ali İbn Bahr... Âmir îbn Zeyd el-Bekkâlî'den nakletti ki; o, Utbe İbn Abdüsselmâ'nm şöyle dedi­ğini işitmiş : Bir bedevi Rasûlullah'a gelerek ona havuzu ve cennetin zikrini sordu. Sonra bedevi dedi ki: Orada meyve var mı? O; evet ora­da Tûbâ adı verilen bir ağaç var, dedi. Bazı şeyler zikretti ki; ben onu bilmiyorum. Bedevi; o, bizim dünyamızın ağacından hangi ağaca ben­zer? dedi. Rasûlullah (s.a.); o, senin dünyanın ağacından hiç birine benzemez, dedi. Sonra Hz. Peygamber buyurdu ki: Sen Şam'a gittin mi? O; hayır, dedi. Hz. Peygamber: Şam'daki ceviz adı verilen ağaca benzer. O, bir kök üzerinde yükselir ve tepeden çevreye dağılır. Onun kökü çok büyük olmalıdır, dedi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Sen aile­nin dört yaşındaki develerinden birine binsen, onun kemiği ihtiyarlayıp kırılmadan çevresini kuşatamazsın. Adam; cennette üzüm var mı? de­yince O; evet, dedi, Bedevi; onun salkımı ne büyüklükte? dedi. Rasûl­ullah (s.a.) buyurdu ki: Alacalı karganın uçuşuyla bir aylık yoldur, ama yine de tüketemezsin. Bedevi: Tanesi ne büyüklükte? dedi: Ra­sûlullah (s.a.) buyurdu ki: Baban hiç büyük bir teke kesti mi? O; evet deyince, buyurdu ki: Derisini yüzüp annene verip bundan bize bir kova yap, dedi mi? O; evet, dedi. Bedevi dedi ki: O tane beni ve ailemi doyu­rur mu? Rasûlullah (s.a.); evet seni ve bütün kabileni doyurur, buyur­du.

«Bitip tükenmeyen ve yasaklanmayan.» Yaz-kış bitip tükenmeyen sürekli yenilen. Ne zaman isterlerse hazır buldukları ve hiç bir şeyin Al­lah'ın kudretiyle önlerinde hazırlanmasını engellemediği meyveler. Ka-tâde der ki: O meyvelere uzanmalarım, ne çöp. ne diken, ne de uzaklık engelleyemez. Daha önce; kişi meyveye uzanınca o tekrar yerine gelir, mealindeki hadîs geçmişti.

«Yükseltilmiş döşekler üstündedirler» Yüceltilmiş, düzeltilmiş, de­ğerli ve yumuşak döşekler. Neseî ve Ebu îsâ et-Tirmizî der ki: Bize Ebu Küreyb... Ebu Saîd'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) «Yükseltilmiş dö­şekler üstündedirler» kavli hakkında şöyle buyurmuş: Onun yüceliği, gökle yer arası kadardır. İkisi arasındaki mesafe ise beş yüz yıldır. Son­ra Tirmizî der ki: Bu hadîs hasendir, garîbdir. Onu, yalnızca Reşdîn îbn Sa'd hadîsinden bilmekteyiz. Bazı ilim sâhibleri dediler ki: Bu ha­dîsin anlamı şöyledir : Döşeklerin yüceliği derece bakımındandır. İki derece arasındaki uzaklık ise gökle yer arası kadardır. Tirmizî böylece bu hadîsin ancak Reşdîn İbn Sa'd'ın rivayetinden bilindiğini, bu zâtın ise Mısır'lı zayıf bir râvî olduğunu nakleder. Keza Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî, Ebu Küreyb kanalıyla Reşdîn'den bu hadîsi nakleder. Aynca Ta-berî ve İbn Ebu Hatim bu hadîsi Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ kanalıyla İbn Vehb'den, o da Amr İbn Hâris'ten naklederler. Aynca İbn Ebu Hatim bu hadîsi Nuaym İbn Hammâd kanalıyla İbn Vehb'den nakleder. Ziya el-Makdisî ise bu hadîsi «Cennetin sıfatları» bahsinde Harmele kanalıyla İbn Vehb'den rivayet.eder. Ahmed İbn Hanbel ise bu hadîsi Hasan İbn Mûsâ kanalıyla Ebu Lehîa ve Derrâc'tan nakleder. İbn Ebu Hatim de der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... Hasan'dan nakletti ki; o, «Yükseltil­miş döşekler üstündedirler» ifâdesi hakkında şöyle demiştir : Cennet eh­linden olan kişinin yatağının yüksekliği, seksen yıllık mesafedir.

«Gerçekten onlan Biz, yeni bir yaratılışla yarattık. Ve onları el değ­memişler kıldık. Eşlerine düşkün hep bir yaşıtlar. Sağcılar için.» Zamîr zikredilmeyen bir yere gitmektedir. Fakat âyetin akışı zamirin gideceği yeri gösterdiği için —ki bu cennette yatılacak olan yatakların ve kadın­ların zikridir— âyet-i kerîme bu kadarlık zikirle yetinmiş ve zamîr on­lara râci' olmuştur. Nitekim Sâd sûresinde de şöyle buyurulur : «Hani ona bir akşam, çalımlı ve cins koşu atları sunulmuştu. Demişti ki: Doğ­rusu ben, Rabbımı zikretmek için mal sevgisine düştüm. Nihayet per­denin arkasına gizlenmişti.» (Sâd, 31-32) Burada kaybolanın güneş ol­duğu müfşssirlerce şöhret bulan görüştür.

Ahfes derki: «Ve onları el değmemişler kıldık.» Allah Teâlâ on­ları burada gizliyor ve daha önce bunlardan hiç bir bahis yokken zikre­diyor. Ebu Ubeyde ise bunların, daha önce« Şahin gözlü hûrîler de, saklı inci misâli.» kavlinde zikredildiklerini bildirir. «Ve onları el değmemiş­ler kıldık.» Yani onlar gözleri çapaklanmış yaşlılar olduktan sonra ken­dilerini yeniden eski hale getirdik. Ve onlar eşlerine düşkün hep bir ya­şıtta oldular. Kocakarı olduktan sonra dönüp zerâfet, melâhet ve tatlı­lıkta eşlerine son derece düşkün ve sevimli hep bir yaşıtta kadınlar ha­line geldiler.

Bazıları ise buradaki kelimesine;.nâzende yürüyenler, anlamını vermişlerdir. Mûsâ İbn Ubeyde er-Rebezî... Enes İbn Mâlik'-ten nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Ve onları el değ­memişler kıldık.» kavli dünyada iken gözü çapaklı, yaşlı kocakarı olan kadınları bahis konusu etmektedir. Tirmizî ve îbn Cerîr böyle der. Son­ra Tirmizî bu hadîsin garîb olduğunu ve râvîler arasında yer alan Mûsâ ve Yezıd'in zayıf kişiler olduğunu bildirir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Avf... Seleme îbn Yezîd'den nakletti ki; o, Rasûlullah (s.a.)ın bu âyet hakkında şöyle dediğini duydum, demiştir: Dünyada iken evlenmiş ve evlenmemiş kadınlardır. Abd İbn Humeyd der ki: Bi­ze Mus'ab îbn Mikdâm... Hasan'dan nakleder ki; yaşlı bir kadın gel­miş ve : Ey Allah'ın Rasûlü, duâ et de Allah beni cennete girdirsin, de­miş. Resûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Ey falancanın anası, yaşlı kadın­lar cennete giremez. Hasan der ki: Kadın ağlayarak dönüp gitmiş. Hz. Peygamber buyurmuş ki: Ona bildirin, cennete yaşlı nlarak giremez, çünkü Allah Teâlâ : «Ve onları el değmemişler kıldık. Eşlerine düşkün hep bir yaşıtlar.» Tirmizî, Şemail kitabında bu rivayeti Abd İbn Hu-meyd'den nakleder.

Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Dimyât'lı Bekr İbn Seni... Ümmü Seleme'den nakletti ki o; ey Allah'ın Rasûlü, bana Allah Teâlâ'-nın «Şahin gözlü huriler de.» kavli hakkında bilgi ver, dedim. Rasûlul­lah (s.a.) buyurdu ki: kelimesi beyaz demektir. kelimesi ise; gözü büyük, Kaşları şahin kanadı gibi siyah demektir. Ben dedim ki: Allah Teâlâ'nın «Saklı inci misali» kavlini bana bildir. Bu­yurdu ki: Onların parlaklıkları hiç bir elin değmediği, sedef içindeki inci parlakhğındadır. Ben dedim ki: Allah Teâlâ'nın «Orada huylan güzel, yüzleri güzel kadınlar vardır.» (Rahman, 70) kavli hakkında ba­na bilgi ver. Buyurdu ki: Ahlâkı iyi, yüzleri güzel. «Sanki onlar saklı bir yumurta gibidirler.» (Sâffât, 49) kavlini bana bildirir misin? dedi­ğimde buyurdu ki: Yumurtanın içinde kabuktan sonra gördüğün zar inceliğinde bir inceliğe sahiptirler. Ben dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü bana Allah Teâlâ'nın «Ve onları el değmemişler kıldık.» kavlini haber verir misin? Buyurdu ki: Onlar dünya hayatında iken yaşlı, çapaklı ve saçı kırlaşmış olarak ruhları alınmış olan kadınlardır. Allah Teâlâ bu yaşlılıktan sonra onları yeniden yaratır ve sevimli, alımlı bakireler ha­line getirir. Hepsi aynı yaştadırlar. Ben. dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, dünya kadınları mı değerlidir, yoksa şahin gözlü hûrîler mi? Buyurdu ki: Dünya kadınları hurilerden daha değerlidir. Tıpkı elbisenin dış yü­zünün iç yüzünden değerli oluşu gibi. Ben dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bu da neden? Buyurdu ki: Namazları, oruçları ve Allah Azze ve Celle'ye ibâdet etmelerinden dolayı. Allah onlann yüzlerine nur, bedenlerine ipek giydirmiştir. Renkleri bembeyazdır, elbiseleri yemyeşildir, süsleri sapsarıdır. Buhurdanlıkları inciden, tarakları altındandır. Onlar derler ki: Biz ölümsüzleriz. Kat'iyyen ölmeyeceğiz. Biz zarifleriz, asla yıpran-mayacağız. Biz ayakta duranlarız, asla eğilmeyeceğiz. Dikkat edin biz, hoşnûd olanlarız asla gazaba uğratılmayacağız. Müjdeler olsun bizim kendilerine, onların da bize âit olduğu kişilere. Dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü bizden bir kadın iki, üç ve dört erkekle evleniyor. Sonra ölüp cennete gider ve eşleri de onunla birlikte cennete girerlerse; hangileri onların eşleri olacaktır? Buyurdu ki: Ey Ümmü Seleme, onlar kendile­ri muhayyer bırakırlar ve kocalarından ahlâkı en güzel olanı onlar se­çerler ve derler ki: Ey Rabbımız, bunun ahlâkı çok güzeldir. Onu be­nimle evlendir. Ey Ümmü Seleme, güzel ahlâk dünya ve âhiretin hay­rıdır.

Meşhur ve uzun Sûr hadîsinde de denilir ki: Allah'ın Rasûlü bütün mü'minlere cennete girmeleri hususunda şefaat eder. Allah Teâlâ bu­nun üzerine buyurur ki : Ben senin şefaatini kabul ettim ve onlara cen­nete girme izni verdim. Rasûlullah (s.a.) yine şöyle diyordu : Beni hak üzere gönderen Allah'a yemin ederim ki, sizden hiç biriniz dünyada eş­lerini ve yurdlarını cennet ehlinin eşlerini ve yurdlarını tanıdığından daha iyi tanıyamaz. Kişi yetmiş iki hanımla birlikte olur. Yetmişi Al­lah'ın kendileri için hazırladıklarından, ikisi de Âdem'in çocukların-dandır. Bu ikisinin dünya hayatındaki ibâdetleri nedeniyle Allah'ın ha­zırladıklarına üstünlükleri vardır. Bunlardan birincisinin yanına yakut­tan bir odada inciyle süslenmiş altından bir sedirde olduğu halde girer. Onun Sündüs'ten ve atlastan yetmiş çifti vardır. O elini onun iki omu-zunun arasına koyar. Sonra elbisesinin ensesinden göğsünden ve deri­sinden ve etinden eline bakar. Sizden birinizin inci dizisindeki bir inci ta­nesine bakışınız gibi o da bileğinin içindeki iliğini görür. Ciğeri onun için bir ayna gibidir. O bu durumda iken; ne ondan bıkar, ne de o ken­disinden bıkar. Onun yanına vardığı her seferinde onu bakire olarak bulur ve bahsetmekten geri durmaz, o da kendisini öpmesinden şikâyet-lenmez. O kişi için ne arzu ne amel vardır. O bu durumdayken birden­bire şöyle seslenilir : Biliyoruz ki; ne sen ondan bıkıyorsun, ne de o sen­den" bıkıyor. Ancak senin ondan başka eşlerin de var. Kişi çıkar ve teker teker diğerlerinin yanına gider. Her birinin yanına vardıkça o; Allah'a andolsun ki cennette senden daha güzel hiç bir şey yoktur ve cennette benim için senden daha sevimli hiç bir şey mevcûd değildir, 'der. Abdul­lah İbn Vehb der ki: Bana Amr İbn Haris... Ebu Hüreyre (s.a.)den nak­letti ki; o, Rasûlullah (s.a.) a şöyle demiş : Biz cennette cinsî temasta bulunacak mıyız? Resûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Evet, nefsim kudret elinde olan (Allah)a andolsun ki; pek çok kere cinsî temasta buluna­cağız. Cinsel temas bitince, kadın tekrar tertemiz bakire haline dönü­şecek. Taberânî der ki: Bize Bağdad'lı fakîh İbrâhîm İbn Câbir... Ebu Saîd'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Cennet ehli kadınlarıyla temasta bulununca, onlar tekrar bakireler haline dönüşe­ceklerdir. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî de der ki: Bize Ümran... Enes'ten nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Cennette mü'min kişiye ka­dınlarla ilgili şöyle ve şöyle kuvvet verilecektir. Ben dedim ki: Ey Al­lah'ın Rasûlü, cennet ehli buna güç yetirebilecek mi? Rarûlullah (s.a.) buyurdu ki: Yüz kişinin kuvveti verilir. Tirmizî de bu hadîsi Ebu Dâvûd kanalıyla rivayet ettikten sonra; sahîh, garîb bir hadîstir, der.

Ebu'l-Kâsım et-Taberânî de Hüseyn İbn Ali kanalıyla... Ebu Hü-reyre'den rivayet eder ki; Resûlullah (s.a.) a: Ey Allah'ın Rasûlü, cen­nette kadınlarımızla buluşacak mıyız? denildiğinde, buyurdu ki: Doğ­rusu kişi, günde yüz bakire ile birleşir. Hafız, Ebu Abdullah el-Makdisî der ki: Bana göre bu hadîs sahih hadîs şartını hâizdir. Allah en iyisini bilendir.

kelimesi hakkında Saîd İbn Cübeyr, tbn Abbâs'ın şöyle dediğini bildirir : Onlar eşlerine çok sevimlidirler. Görmez misin dişi deve nasıl erkeğini ararsa onlar da öyledir. Dahhâk, İbn Abbâs'tan nak­leder ki; o, bu kelimeye kendileri eşlerine, eşleri de kendilerine âşıktır­lar, anlamım vermiştir. Abdullah, Mücâhid, İkrime, Ebu'l-Âliye, Yahya İbn Ebu Kesîr, Atıyye, Hasan, Katâde, Dahhâk ve başkaları da böyle de­mişlerdir. İbn Zeyd de İkrime'den nakleder ki: İbn Abbâs'a kelimesi sorulduğunda; o, eşine tutkun olandır, demiştir. Şu'be ae bem-mâk kanalıyla İkrime'nin bu kelimeye; naz yapan anlamını verdiğini, bildirir. Eclah İbn Abdullah ise İkrime'den bu kelimeye cazibeli anla­mını verdiğini nakleder. Salih îbn Hayyân da Abdullah İbn Büreyde'nin bu kelimeye Mekke dilinde naz yapan, Medine halkının dilinde de cazi­beli anlamı verildiğini bildirir. Temîm îbn Hazlem ise bunun kocasına karşı güzel hareket eden, anlamına geldiğini ifâde eder. Zeyd İbn Eşlem ve oğlu Abdurrahmân da bunun; güzel konuşan, tatlı dilli kadın, anla­mına geldiğini bildirir. İbn Ebu Hatim der ki: Sehl İbn Osman el-Aşke-rî... Ca'fer İbn Muhammed'in babasından, onun da dedesinden naklet­tiğine göre; Rasûluîlah (s.a.) bu kelimeye; arapça konuşurlar, anlamı vermiştir.

kelimesi hakkında Dahhâk, İbn Abbâs'ın hepsinin aynı yaşta oldukları ve bunun da otuz üç yaşı olduğunu bildirdiğini nakleder. Müc&hid ise bu kelimeye eşit yaşta anlamını verirken, bir başka rivayet­te benzer yaşta anlamını vermiştir. Atıyye; hemakrân derken, Süddî aralarında kıskançlık, kızgınlık ve birbirlerini rahatsız edecek herhan­gi bir hareket bulunmayan kardeşçe aynı huya sahip, anlamını vermiş­tir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Hasan ve Muhammed'den nakletti ki, onlar «Ve onları el değmemişler kıldık. Eşlerine düşkün hep bir yaşıtlar.» kavli ile birbirleriyle uyuşan ve oynaşan, aynı ve eşit yaşta anlamını vermişlerdir. Ebu İsâ el-Tirmizî de... Hz. Ali'den nakle­der ki; Rasûluîlah (s.a.) şöyle buyurmuş : Doğrusu cennette şahin göz­lü hurilerin toplantısı vardır. Öyle sesler çıkarırlar ki yaratıklar onun gibisini duymamışlardır. Şöyle derler : Biz ölümsüzleriz, hiç yıpranma­yız. Biz değerlileriz hiç çirkinleşmeyiz. Biz hoşnûdlarız hiç gazaba uğ­ramayız. Müjde olsun bizim için olanlara ve bizim kendisi için oldukla­rımıza. Sonra Tirmizî bu hadîsin garîb olduğunu bildirir.

Hafız İbn Ya'lâ der ki: Bize Ebu Hayseme... Enes'ten nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Şahin gözlü huriler cennette şarkı söylerler. Biz güzel seçilmişleriz, değerli eşler için hazırlanmışlarız, der­ler. Ben derim ki: Bu hadîsi nakleden râvîler arasında yer alan İsmâîl İbn Ömer, Vasıflı Ebu Münzir olup güvenilir râvîlerden birisidir. Bu hadîs, İmâm Abdurrahîm İbn İbrâhîm kanalıyla Enes'ten nakledilmiş­tir. Buna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Şahin gözlü huri­ler cennette şarkı söylerler. Biz güzel cariyeleriz, değerli ve şerefli eşler için yaratılmışlarız.

«Sağcılar için.» Biz sağcılar için yaratılmışızdır. Veya onlar sağcı­lar için saklanmışlardır. Veya onlar sağcılar için eş olarak hazırlanmış­lardır. Açık ifâdeyle bu kısmın «Gerçekten Biz onları, yeni bir yaratılış­la yarattık. Ve onları el değmemişler kıldık. Eşlerine düşkün hep bir yaşıtlar.» kavline müteallik olmasıdır. Bu takdirde cümle şöyle olur: Biz onları, sağcılar için yeni bir yaratılışla yarattık. İbn Cerîr'in bu âyeti yönlendirmesi de böyledir. Ebu Süleyman ed-Dârânî merhum der ki: Bir gece namazımı kıldım ve oturup duaya başladım. Soğuk çok şiddetli idi. Öyle ki, bir elimi kaldırarak ancak duâ edebiliyordum. Ken­dimden geçtim ve uyudum. Rü'yâmda benzeri görülmemiş bir câriye gördüm. O, şöyle diyordu : Ey Ebu Süleyman, beş yüz seneden beri ben seni cennette beslemeye hazırlanıyorum sen tek bir elle mi duâ edi­yorsun?

Ben derim ki: «Sağcılar için.» kavlinin bir öncesine yani «Eşlerine düşkün, hep bir yaşıtlar» kavline müteallak olması da mümkündür. Bu takdirde onlar aynı yaşıttalar anlamına gelir. Nitekim Buhârî ve Müs­lim'in rivayet ettikleri hadîste Cerîr Ebu Hüreyre'den nakleder ki, Ra­sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Cennete ilk giren zümre ayın on-dördündeki gibi parlak yüzlüdürler. Onlardan sonra gelenler ise gökyü­zündeki en parlak yıldız gibi parlak yüzlüdürler. İdrar yapmazlar, bü­yük abdeste çıkmazlar, sümkürmezler, aksırmazlar. Tarakları altın­dan, terleri misktendir. Buhurdanlıkları öd ağacındandır, eşleri şahin gözlü hurilerdir. Hepsinin huyu bir kişinin huyudur ve hepsi ataları Adem şeklindedir. Göğe doğru altmış zira' yüksekliğindedirler. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Yezîd İbn Hârûn ve Affân... Ebu Hü­reyre'den naklettiler ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Cennet ehli cennete; saçsız sakalsız, bembeyaz, kıvırcık saçlı ve sürmeli otuz üç yaşında erkekler olarak gireceklerdir ve onlar Âdem'in yaratılışı üzere yedi zira' genişliğinde altmış zira' boyunda olacaklardır. Tirmizî, Ebu Dâvûd et-Tayâlisî hadîsinde İmrân el-Kattân kanalıyla Muâz İbn Ce-bel'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Cennet ehli cen­nete; saçsız sakalsız, otuz veya otuz üç yaşında erkekler olarak girecek­lerdir. Sonra Tirmizî; bu hadîs, hasen ve garîbtir der.

İbn Vehb dedi ki: Bize Amr İbn Haris, Derrâc'm kendisine Ebu'l-Heysem'den, o da Ebu Saîd'den naklettiğini bildirdi ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İster büyük olsun, ister küçük; ölen her cennetlik cen­nete otuz üç yaşında erkek olarak girer. Yaşları hiç bunun üzerine çık­maz. Cehennem ehli de böyledir. Tirmizî bu hadîsi Süneyd tbn Nasr ka­nalıyla... Ebu Saîd'den nakleder.

Ebu Bekr tbn Dünyâ der ki: Bize Kasım tbn Hâşim... Enes'ten nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Cennet ehli cennete hükümdar zirâi ile altmış zira' uzunluğunda Âdem (a.s.)in boyunda, Yûsuf (a.s.)un güzelliğinde, îsâ (a.s.)nın yaşında olarak girerler ki; bu, otuz üç yaştır. Muhammed (s.a.) diline sâhib olurlar. Tüysüz, sa­kalsız, sürmeli olarak girerler. Ebu Bekr İbn Ebu Dâvûd... Enes İbn Mâlik'ten nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Cennet ehli Adem (a.s.)in şekli, îsâ (a.s.)nın yaşı —ki bu otuz üç yaştır— ile sür­meli, tüysüz sakalsız olarak girdirilirler. Sonra onlar cennette bir ağa­ca götürülüp o ağaçtan giydirilirler. Elbiseleri eskimez, gençlikleri yok olmaz.

«Birçoğu Öncekilerden, birçoğu da sonrakilerdendir.» Yani önce­kilerden bir topluluk, sonrakilerden de bir topluluk.

îbn Ebu Hatim dedi ki: Bize Münzir İbn Şâzân, Abdullah İbn Mes'-ûd'dan nakletti ki, o şöyle demiş: Bir gece Hz. Peygamberin yanında geç vakte kadar kaldık. Sonra onun yanında sabah yemeğini yedik, Ra­sûlullah (s.a.) buyurdu ki: Peygamberler ve onlara tâbi olan ümmet-leriyle birlikte bana gösterildi. Peygamberler geçiyordu. Bir peygam­berin arkasında bir topluluk, bir peygamberle birlikte üç kişi ve bir peygamberle hiç kimse yoktu. Sonra Katâde şu âyeti okudu : «Sizin içinizden olgun bir kişi yok mudur?» Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ni­hayet İsrâiloğullarından birbirine bağlı bir topluluk arasında İmrân Oğlu Mûsâ geçti. Hz. Peygamber dedi ki: Ben, ey Rabbım bu kimdir? dedim. Buyurdu ki: Bu kardeşin İmrân Oğlu Musa'dır, beraberindeki­ler de İsrâiloğullarından bir topluluktur. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Rabbım, benim ümmetim nerede? dedim. Buyurdu ki: Sağındaki tepe­lere bak. Hz. Peygamber dedi ki: Bir de baktım ki; insan yüzleri. Bu­yurdu ki: Hoşnûd oldun mu? Hz. Peygamber dedi ki: Evet, ey Rabbım hoşnûd oldum, dedim. Buyurdu ki: Solundaki ufka doğru bak. Bir de baktım ki erkek yüzleri. Buyurdu ki hoşnûd oldun mu? Rasûlullah (s.a.) der ki: Rabbım, hoşnûd oldum. Buyurdu ki: Bunlarla beraber yetmiş bin daha hesâbsız olarak cennete girerler. Bu sırada Esed oğul­ları kabilesinden Ukkâşe îbn Mihsan —Saîd der ki: O, Bedir savaşı­na katılanlardan idî— dedi ki: Ey Allah'ın peygamberi, Allah'a duâ et de beni onlardan kılsın. Saîd der ki: Hz. Peygamber; Allah'ım, bu­nu da onlardan kıl, dedi. Saîd der ki: Sonra bir başka adam daha çıkıp; ey Allah'ın peygamberi, duâ et de beni de Allah onlardan kılsın, dedi. Rasûlullah (s.a.): Ukkâşe bu konuda seni geçti, dedi. Saîd der ki: Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Anam babam size feda olsun, eğer yetmiş­liklerden olmaya gücünüz yeterse olun. Yoksa tepede bulunanlardan olun, yoksa ufukta bulunanlardan olun. Çünkü ben onun etrafında dö­nüp dolaşan pekçok insan gördüm. Sonra dedi ki: Ben sizin, cennet ehlinin dörtte biri olmanızı umarım. Bunun üzerine biz tekbîr getir­dik. Sonra dedi ki: Ben sizin, cennet ehlinin üçte biri olmanızı uma­rım. Saîd dedi ki: Biz bunun üzerine tekbîr getirdik. Sonra dedi ki: Ben sizin cennet ehlinin yarısı olmanızı isterim. Saîd dedi ki: Biz "bunun üzerine tekbîr getirdik. Sonra Rasûlullah (s.a.): «Bir çoğu öncekiler­den, bir çoğu da sonrakilerdendir.» âyetini okudu. Saîd der ki: Biz ken­di aramızda bu yetmiş bin de kimlerdir? dedik ve; bunlar İslâm ola­rak doğan ve Allah'a şirk koşmayanlardır, dedik. Saîd der ki: Bu söz Hz. Peygambere ulaşınca buyurdu ki: Hayır onlar, aksine dağlama yap­mayan, kulak hırsızlığı yapmayan ve uğursuzluk saymayanlardır. Ve onlar Rablarına da tevekkül ederler. İbn Cerîr bu hadîsi başka iki yol­la Katâde'den nakleder. Bu hadîsin sahîh ve diğer kitablarda bu yol­dan başka pek çok yollarla rivayeti vardır. İbn Cerîr der ki: Bize Abd İbn Humeyd... İbn Abbâs'tan nakletti ki; «Birçoğu Öncekilerden, bir­çoğu da sonrakilerdendir.» kavli hakkında Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: Bunların her ikisi de benim ümmetimdendir.3

41 — Solcular da. Solcular kimlerdir?

42 — Kızgın ateşte, kaynar sulardadırlar.

43 — Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler.

44 — Ne serindir, ne de hoştur.

45 — Çünkü onlar, bundan önce refahla şımarmış­lardı.

46 — Ve büyük günâh işlemekte direnip dururlardı.

47 — Ve derlerdi ki: Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeniden dirilti­leceğiz?

48 — Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?

49 — De ki: Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler,

50 — Belli bir günün belli bir vaktinde mutlaka top­lanacaklardır.

51 — Sonra gerçekten siz ey sapıklar, yalanlayıcılar,

52 — Muhakkak ki yiyeceksiniz zakkum ağacından.

53 — Karınlarınızı dolduracaksınız hep ondan.

54 — Üstüne de içeceksiniz o kaynar sudan.

55 — Susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.

56 — tşte ceza günü onlara sunulacak ziyafet budur.

Ve Solcular14

Ve Solcular

Allah Teâlâ, sağcıların durumunu açıkladıktan sonra solcuların durumunu da buna atfederek buyuruyor ki: «Solcular da. Solcular kimlerdir?» Yani solcu olanlar kimlerdir. Hemen ardından âyet-i kerîme bunu açıklıyor : «Kızgın ateşte kaynar sulardadırlar.» Sıcak buhar ve kaynar sulardadırlar. «Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler.» îbn Abbâs der ki : Bu, dumanın karalığıdır. Mücâhid, İkrime, Ebu Sa­lih, Katâde, Süddî ve başkaları da böyle derler. Bu ifâde Mürselât sü­resindeki şu âyet-i kerîme gibidir : «Yalanlayıp durduğunuz şeye gidin. Gölge yapmayan ve ateşten de korunmayan cehennem dumanının üç kollu gölgesine gidin. O gölgenin saçtığı her bir kıvılcım sanki birer sarı devedir. Konak gibi de büyüktür. Yalanlamış olanların o gün vay haline.» (Mürselât, 29-34) Bunun için de bu sûrede «Ve kapkara du­mandan bir gölge içindedirler.» buyuruyor. Simsiyah dumandan bir gölge. «Ne serindir, ne de hoştur.» Ne esişi tatlıdır, ne de görünüşü gü­zeldir. Hasan ve Katâde; «Ne de hoşur» kavline; ne de manzarası hoş­tur, mânâsını vermişlerdir. Dahhâk ise; tatlı olmayan her içecek hoş değildir, diye mânâ vermiştir. İbn Cerîr Taberî der ki: Araplar bu ifâ­deyi nefy şîgasından sonra kullanırlar ve şöyle derler : Bu yemek ne güzeldir, ne de hoştur. Bu et ne yağlıdır, ne de hoştur. Bu el ne temiz­dir ne de hoştur. Sonra Allah Teâlâ onların buna müstehak olmalarının sebebini şöylece belirtiyor : «Çünkü onlar, bundan önce refahla şı­marmışlardı.» Onlar dünya hayatında nimete garkolmuşlar ve kendi nefislerinin peşine düşmüşlerdi. Peygamberlerin getirdikleri gerçeklere başlarını döndürmüyorlardı. «Ve büyük günâh işlemekte direnip durur­lardı.» Onlar büyük günâh işlemeyi planlar ve tevbeyi düşünmezlerdi. Büyük günâh; Allah'ı inkâr ve Allah'tan başka putları O'na denk ve eş kabul etmektir. İbn Abbâs; «Büyük günâh» şirktir, der. Mücâhid, İkri-me, Dahhâk, Katâde, Süddî ve diğerleri de böyle demişlerdir. Şa'bî ise bunun yalan yere yemin etmek olduğunu söyler.

«Ve derlerdi ki: Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuz­da mı, gerçekten biz mi yeniden diriltileceğiz? Önce gelip geçmiş ata­larımız da mı?» Onlar bunu yalan sayarak ve gerçekleşmesini uzak bir ihtimâl görerek böyle diyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ müteakiben onlara şöyle sesleniyor : «De ki: Şüphesiz hem öncekiler, hem sonraki­ler. Belli bir günün belli bir vaktinde mutlaka toplanacaklardır.» Yani ey Muhammed, onlara haber ver : Muhakkak ki Âdemoğullarının Önce­kileri de, sonrakileri de kıyamet gününde Arafat'ta toplanacaklardır. Onlardan hiç birisini bırakıp terkedecek değiliz. Hûd sûresinde buyu-rulduğu gibi : «Muhakkak ki âhiret azabından korkanlar için, bunda âyetler vardır. O gün; bütün insanların toplanacağı gündür ve o, görü­lecek gündür. Biz o günü, ancak belirli bir süreye kadar erteleriz. O gün gelince; Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz. Onlardan kimisi bed­baht, kimisi de bahtiyardır.» (Hûd, 103-105) Bunun için burada da «Bel­li bir günün belli bir vaktinde mutlaka toplanacaklardır.» buyuruyor. Bu vakit, belirli bir vakittir. Ne öne alınır ne de sona bırakılır. Ne arttı­rılır ne de eksiltilir.

«Sonra gerçekten siz ey sapıklar, yalanlâyıcılar, muhakkak ki yiye­ceksiniz zakkum ağacından. Karınlarınızı dolduracaksınız hep ondan.» Şöyle ki; onlar yakalanır cehenneme atılır ve zakkum ağacından karın­ları doyuncaya kadar yedirilir.

«Üstüne de içeceksiniz o kaynar sudan. Susamış develerin suya sal­dırışı gibi içeceksiniz.» İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, îkrime kelimesinin; susamış deve, olduğunu söyler. İkrime ise bu­nun hasta deve olduğunu, suyu somurdukça susuzluktan kanmadığını ifâde eder. Süddî de bunun bir hastalık olduğunu, bu hastalığa tutulan devenin ölünceye kadar susuzluğunun hiç bitmediğini bildirir. Cehen­nem ehli de, bu hastalığa tutulmuş deve gibidir. O kaynar sudan kan-mamacasına içerler. Hâlid İbn Ma'dân, üç kere teneffüs etmeksizin bir nefeste içmeyi, susamış deve gibi içme olduğu için hoş karşılamazmış.

«İşte ceza.günü onlara sunulacak ziyafet budur.» Yani bizim an­lattıklarımız, onların hesâb günü Rabları katında elde edecekleri ziyafettir. Nitekim Allah Teâlâ mü'minler hakkında da : «Muhakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenlerin konaklan Firdevs cennetleridir.» (Kehf, 107) buyurmaktadır ki bu, ziyafet ve ikram anlamına gelir.4

57 — Sizi Biz yarattık. Hâlâ tasdik etmez misiniz?

58 — Söyleyin öyleyse, dökmekte olduğunuz meni ne­dir?

59 — Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratanlar Biz miyiz?

60 — Biz takdir ettik aranızda ölümü. Ve Biz, önüne geçilecekler de değiliz.

61 — Yerinize benzerlerinizi getirmekte ve sizi bileme­yeceğiniz bir yaratılışta tekrar var etmekte.

62 — Andolsun ki ilk yaratılışınızı bildiniz. îyice dü­şünmeli değil misiniz?

Kim Yarattı Sizi?. 15

Kim Yarattı Sizi?

Allah Teâlâ öldükten sonra dirilmeyi kesin olarak bildirip bunu ya­lanlayan ilhâd ve küfür ehlini reddediyor. Onlar ki «Öldüğümüzde, top­rak ve kemik yığını olduğumuzda mı gerçekten biz mi yeniden diriltile­ceğiz?» diyen v kâfirleri reddediyor. Onlann bu sözleri, yalanlama ve di­rilişi uzak görme sadedindedir. Bunun için Allah Teâlâ «Sizi Biz yarat­tık» buyuruyor. Sizin iptida yaratılışınızı Biz sağladık. Siz anılmaya değer bir şey bile değilken Biz sizi yaratmaya başladık. Bir şeye başla­maya gücü yetenin yeniden yapmaya gücü yetmez mi? Elbette ki buna daha iyi gücü yeter. Bunun için Hak Teâlâ: «Hâlâ tasdik etmez misi^ niz?»" buyuruyor. Hâlâ öldükten sonra dirilmeyi doğrulamaz mısınız? Sonra onların aleyhinde delil serdederek «Söyleyin öyleyse, dökmekte olduğunuz menî nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratanlar Biz miyiz?» buyuruyor. Onu rahimlere yerleştirip yaratan siz misiniz, yoksa yaratıcı Allah mı? Ve arkasından ela «Biz takdir ettik aranızda ölümü.» buyuruyor. Ölümü aranızda gönderen biziz. Dahhâk der ki: Allah, gök ehli ile yer ehlini Ölümde eşit kılmıştır. «Ve Biz, önüne geçi­lecekler de değiliz.» Biz âciz bırakılacak da değiliz. «Yerinize benzerleri­nizi getirmekte ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta tekrar var etmek­te.» Yani biz, kıyamet günü sizin yaratılışınızı değiştirir ve bilmeye­ceğiniz bir yaratılışta sıfat ve hallerle yeniden yaratırız.

«Andolsun ki ilk yaratılışınızı bildiniz. İyice düşünmeli değil mi­siniz?» Siz hiç bir şey olmadığınız halde sizi Allah'ın yarattığını bildi­niz. Sizi yaratıp göz, kulak ve kalb veren O'dur. Sizi ilk başlangıçta yok­tan var etmeye gücü yetenin sonra tekrar var etmeye gücü yeteceğini bilip ibret almaz mısınız? Sonradan yaratma daha kolay ve daha basit­tir. Nitekim Allah Teâlâ «îlkin yaratıp sonra onu iade eden O'dur. Bu, O'nun için pek kolaydır.» (Rûm, 27) ve «İnsan hiç düşünmez mi ki; kendisi önceden bir şey değilken Biz yarattık onu.» (Meryem, 67) ve «İnsan, Bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi ki; şimdi apaçık bir düşmandır. Kendi yaratılışını unutarak Bize bir misâl getirdi de : Çürümüşken kemikleri diriltecek kimdir? dedi. De ki: On­ları ilk defa yaratan, diriltecektir. O, her yaratmayı bilendir.» (Yâsîn, 77-79), «insanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? O, akıtı­lan bir menî damlası değil miydi? Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah, onu yaratıp şekil vermişti. Ondan erkek ve dişi iki cins yaratmıştı. Bun­ları yapan Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter.» (Kıyamet, 36-40) buyurmaktadır.5

63 — Şimdi Bana, ekmekte olduğunuzu haber verin.

64 — Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa Biz miyiz biti­renler?

65 — Dilersek Biz, onu çörçöp yaparız da şaşar kalırsı­nız.

66 - Doğrusu borç altına girdik,

67 —.Daha doğrusu biz mahrumlarız.

68 — Söyleyin Bana şimdi, içmekte olduğunuz suyu;

69 — Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa Biz miyiz indirenler?

70 — İsteseydik onu tuzlu bir su kılardık, öyleyse şük-retmeli değil misiniz?

71 — Söyleyin Bana, şimdi çakmakta olduğunuz ateşi,

72 — Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa Biz miyiz yaratanlar?

73 — Biz onu bir ibret ve konaklayanlar için faydalı kıldık.

74 — Öyleyse Eabbını o büyük adıyla teşbih et.

Ekininiz ve Suyunuz. 15

Ekininiz ve Suyunuz

«Şimdi Bana, ekmekte olduğunuzu haber verin.» Bu ifâde toprağı yarıp tohumu arasına yerleştirmek anlamındadır. «Onu siz mi bitiri­yorsunuz yoksa Biz miyiz bitirenler.» Topraktan bitkiyi bitiren siz mi­siniz, yoksa onu oraya yerleştirip topraktan yeşerten Biz miyiz? İbn Ce-rîr Taberî der ki: Bana Ahmed İbn Velîd... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Asiâ ben bitirdim demeyin, yal­nızca ben ektim, deyin. Ebu Hüreyre demiş ki: Allah Teâlâ'nın «Şimdi Bana, ekmekte olduğunuzu haber verin, onu siz mi bitiriyorsunuz, yok­sa Biz miyiz bitirenler?» buyurduğunu işitmedin mi? Bezzâr da bu ha­dîsi Muhammed İbn Abdurrahîm kanalıyla... Ebu Hüreyre'den naklet­miş. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Ebu Abdurrahmân'dan riva­yet etti ki, o; bitirdik demeyin, fakat ektik deyin, demiş. Hûcr'den riva­yet edilir ki; o, bu ve benzeri âyetler okunduğunda : Hayır, Sen bitir­din ya Rabbi, dermiş.

«Dilersek Biz, onu çörçöp yaparız.» Onu lütuf ve rahmetimizle Biz bitirdik ve size merhametimizden ötürü de onu olduğu gibi Biz devam ettirdik. İsteseydik onu çörçöp yapardık. Henüz olgunlaşıp biçilme za­manı gelmeden kurutu verirdik de, «Şaşar kalırsınız.» Bunun arkasın­dan Allah Teâlâ bu âyeti şöyle tefsir ediyor : «Doğrusu biz borç altına girdik, daha doğrusu Biz mahrumlarız.» Yani Biz onu çörçöp haline ge­tirirdik de siz şaşar kalırdınız. Çeşitli sözler söylerdiniz. «Doğrusu borç al­tına girdik» derdiniz. kelimesi: biz onun içine atıldık, demektir. Mücâhid ve İkrime ise bu kelimeye; biz buna tutkun kılınmışız, anlamını vermişlerdir. Katâde ise azâblandırılmış anlamını verir. Bazan da «Daha doğrusu biz mahrumlarız.» dersiniz. Mücâhid der ki: «(Doğ­rusu borç altına girdik.» kavli ile biz kötülüğe atıldık, denilmek isten­miştir. Yani biz malımızı yitirdiğimiz gibi, elimize bir kâr da geçmedi, demektir. Katâde böyle der. Mücâhid ise; «Daha doğrusu biz mahrum­larız.» kavli ile; yasaklanmış kimseleriz, bizim bir payımız yoktur, de­nilmek istendiğini bildirir. İbn Abbâs ve Mücâhid, «Şaşar kalırsınız.» kavlinin; hayrete düşersiniz, anlamına geldiğini söyler. Mücâhid'in bu ifâdeye; faciaya uğrar da kaybettiğiniz geçiminizden dolayı üzülürsü­nüz, anlamını verdiği bildirilir. Bu da birinci anlama râci' olur. Çünkü mallarına isabet eden kötülükten dolayı onlar şaşkınlık içerisinde ka­lırlar. İbn Cerîr Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur, tkrime, «Şaşar kalırsınız.» kavlinin; birbirinizi kınarsınız, anlamına geldiğini söyler­ken, Hasan, Katâde ve Süddî de; pişman olursunuz, anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bu takdirde âyet; daha önce işlediğiniz günâhlardan do­layı pişman olursunuz, anlamına gelir. Kisâî der ki: Şaşmak anlamına gelen kelimesi, zıd anlamlara gelen kelimelerdendir. Nitekim araplar, nimete kondum veya üzüldüm, demek istediklerinde derler.

«Söyleyin Bana şimdi, içmekte olduğunuz suyu; onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa Biz miyiz indirenler?» Burada yer alan kelimesi bulut anlamınadır. İbn Abbâs, Mücâhid ve bir başkası böyle der. «Yoksa Biz miyiz indirenler?» Hayır indirenler Biziz. «İsteseydik onu tuzlu bir su kılardık.» İçmeye veya ekine elverişli olmayan, acı ve tatsız bir su. «Öyleyse şükretmeli değil misiniz?» Allah'ın size; tertemiz, tatlı suyu indirmek üzere yağmur göndermesindeki nimetine şükret­meniz gerekmez mi? «O'dur size semâdan su indiren, ondan içersiniz. Ve hayvanları otlattığınız bitki de onunla biter. Onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve türlü türlü ürünler bitirir. Düşü­nen bir kavim için bunda âyet vardır.» (Nahl, 10-11)

İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Ebu Ca'fer'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) su içince şöyle buyururmuş : Rahmetiyle bize içimlik tatlı bir su içiren Allah'a hamdolsun. Ki O- suyu günâhlarımız nedeniyle acı ve tuzlu kılmamıştır.

"Söyleyin Bana, şimdi çakmakta olduğunuz ateşi, (çakmaktan ya­kıp ve kökünden çıkardığınız ateşi) onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa Biz miyiz yaratanlar?» Hayır onu yerine koymuş olan Biziz. Arap­ların Merh ve Afâr adında iki ağaçları vardı. Bu iki ağaçtan yeşil bir dal koparılıp birbirine sürünce ikisinin arasından ateş kıvılcımları çı­kardı.

«Biz onu bir ibret kıldık.» Mücâhid ve Katâde der ki: İnsanlara büyük ateşi hatırlatan bir ibret. Ayrıca Katâde dedi ki: Rasûlullah (s.a.) bir gün bize öğüt vererek şöyle buyurdu : Ey kavmim, sizin yak­tığınız şu ateş var ya o, cehennem ateşinde yetmiş parçadan bir parça­dır. Halk dediler ki : Ey Allah'ın Rasûlü, bu yeterli olur muydu? O bu­yurdu ki': İki defa suya vurulmuş ki Âdemoğlu ondan yararlansın ve ona yaklaşabilsin. Katâde'nin mürsel olarak rivayet ettiği bu hadîsi, fmâm Ahmed îbn Hanbel Müsned'inde naklederek şöyle der : Süfyân... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Sizin şu ateşiniz var ya; cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır. İki kere denize vurulmuştur. Eğer böyle olmasaydı, Allah Teâlâ onda hiç bir kul için fayda halketmezdi. İmâm Mâlik der ki: Ebu Zenâd... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Âdem-oğullarmın yaktıkları ateş, cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır. Halk dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bu yetmez miydi? Ra­sûlullah (s.a.) buyurdu ki: O, altmış dokuz parçayla buna üstün kılın­mıştır. Buhârî de Mâlik hadîsini rivayet eder. Müslim ise Ebu Zenâd ka­nalıyla bu hadîsi rivayet eder. Ayrıca Müslim Abdürrezzâk kanalıyla... Ebu Hüreyre'den bu hadîsi nakleder. Onun ifâdesine göre hadîsin sonu şöyledir: Nefsim kudret elinde olan (Allah)a yemîn olsun ki; altmış dokuz parçayla bu ondan ayrılmıştır. Hepsinin sıcaklığı onun sıcaklı­ğı gibidir. Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Ahmed İbn Amr...* Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Biliyor mu­sunuz, sizin şu ateşinizin cehennem ateşi karşısındaki misâli ne gibi­dir? Cehennem ateşi sizin ateşinizden yetmiş kat daha karadır. Ziya el-Makdisî der ki: Bu hadîsi İbn Mus'ab Mâlik'den rivayet eder ve onu peygambere kadar ref'etmez. Bu hadîs bana göre sahîh hadîs şartını hâizdir.

«Ve konaklayanlar için faydalı kıldık.» İbn Abbâs, Mücâhid, Katâ­de, Dahhâk ve Nadr İbn Arabî, kelimesinin: müsâfirler, anlamına geldiğini söylerler. İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih ede­rek der ki: İçindekiler göçtüğü zaman araplar ev için tâbirini kullanırlar. Başkaları da derler ki: Bu kelime, ma'mûrluktan uzak, hâlî çöl anlamına gelir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem ise bu­nun bu âyette aç anlamına geldiğini söyler. Leys İbn Ebu Süleym, Mü-câhid'den nakleder ki : «Konaklayanlar için faydalı kıldık.» Yani ha­zarda olanlar ve yolcular için, demektir. Ateşten başka her yemek ona uygun gelmez. Süfyân da Câbir el-Ca'fî kanalıyla Mücâhid'den böyle ri­vayet eder. İbn Ebu Necîh ise Mücâhidin «Konaklayanlar için» ken­disi ve; bütün insanlara fayda sağlayanlar için, anlamını vermiştir. İk-rime'den de böyle söylediği nakledilir. Bu tefsir diğerlerinden daha umû­mîdir. Çünkü ister şehirde ister çölde yaşasın, ister zengin olsun, ister fakîr olsun herkes aydınlanmaya, ısınmaya ve yemek pişirmeye muhtaçtır. Ayrıca Allah'ın lutfunun eseri olarak o, taşlara ve denizin özüne ateş çıkarma imkânını ihsan etmiştir. Öyle ki onu eşyasının arasında ve elbisesinin içerisinde taşıyan müsâfir evinde veya konakladığı yerde ateşe ihtiyâç duyduğu anda ikisini birbirine sürterek ateşi yakar, yeme­ğini pişirir, kebabını yapar ve onunla ısınır. Daha buna benzer diğer faydalarından yararlanır. Bu sebeple her ne kadar hüküm bütün insan­lar için umûmî ise de burada yolcular tek olarak zikredilmiştir. Bu gö­rüşe delil olarak Ahmed İbn Hanbel'in ve Ebu Davud'un... Rasûlullah (s.a.)tan naklettikleri şu hadîsi gösterirler : Müslümanlar üç şeyde or­taktırlar : Ateş, ot ve su. İbn Mâce de sağlam bir isnâdla Ebu Hüreyre' den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Üç şey engelle­nemez : Su, ot ve ateş. İbn Abbâs'tan merfû' olarak İbn Mâce'nin riva­yet ettiği benzer bir hadîsin sonunda da şu fazlalık vardır : Onun para­sı da haramdır. Ancak bunun râvîleri arasında yer alan Abdullah îbn Firâş İbn Havşeb zayıf bir kişidir. Allah en iyisini bilendir.

«Öyleyse Rabbını o büyük adıyla tesbîh et.» Bu zıd ve muhtelif eş­yayı yaratanı, yüce kudretiyle tesbîh et. Tatlı, sâf ve soğuk suyu. Dile-seydi, onu tuzlu ve dünyayı suya boğan denizler gibi acı su yapardı. Ya­kıcı ateşi de yaratıp bunda kulları için menfaat sağlamış ve bu menfaa­ti dünyada geçimlikleri için ve âhirette de onları kötülüklerden alıkoy­maya vesile olması için halketmiştir.6

75 - Hayır, yıldızların yerleri üzerine yemîn ederim.

76 — Gerçekten bilseniz bu, büyük bir yemindir.

77 — Şüphesiz o, şerefli bir Kur'ân'dır.

78 — Korunmuş bir kitâbdadır.

79 — Ona arınmış olanlardan başkası dokunamaz.

80 — Alemlerin Rabbmdan indirilmedir.

81 — Siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz?

82 — Rızkınızı yalanlamakla mı çıkarıyorsunuz?

Yıldızların Yerine Yemin Olsun ki17

Yıldızların Yerine Yemin Olsun ki

Cübeyr, Dahhâk'dan nakleder ki; Allah Teâlâ mahlûkatından hiç bir şeye yemîn-etmez. Buradaki yemin ifâdesi bir başlangıç olup Allah kelâmına onunla başlamaktadır. Bu görüş zayıftır. Cumhûr'un üzerin­de ittifak ettiği görüş; Allah Azze ve Celle'nin yaratıklarından dilediği­ne kasem edeceği noktasındadır. Bu yemîn, Allah'ın azametine delildir. Müfessirlerden bazıları dediler ki: Burada edatı zâiddir. Ve ifâdenin anlamı; yıldızların yerleri üzerine yemîn ederim, şeklindedir. İbn Cerîr, Saîd İbn Cübeyr'den böyle rivayet eder. Bu yeminin cevâbı ise, sonra gelen «Şüphesiz o, şerefli bir Kur'ân'dır.» kavlidir. Başkaları da dediler ki: Buradaki edatı mânâsı olmayan zâid bir harf olmayıp, kasem edilen şey menfî anlamda ise, yeminden önce kullanı­lan bir edattır. Hz. Âişe (r.a.)nin şu sözünde olduğu gibi: Hayır Allah'a yemîn olsun ki, Rasûlullah (s.a.)ın eli hiç bir zaman bir kadın eline değ­memiştir. Burada da sözün takdiri şöyle olur : Hayır, yıldızların yerleri üzerine yemîn ederim ki; Kur'ân mevzuunda mes'ele sizin iddia ettiği­niz gibi değildir. O, ne bir büyüdür, ne de kehânettir. Aksine çok şerefli bir Kur'ân'dır. İbn Cerîr Taberî der ki: Bazı Arap dili bilginleri kelimesinin anlamı konusunda şöyle demişlerdir : Mes'­ele sizin dediğiniz gibi değildir. Sonra kasem ile yeniden cümleye başla­nılarak; yemîn ederim ki, buyurulmuştur.

«Yıldızların yerleri» kavlinin anlamı konusunda ihtilâf edilmiştir. Hakem İbn Cübeyr, Saîd İbn Cübeyr kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki; bununla Kur'ân'ın belirmesi ve indirilmesi kasdedilmiştir. Çünkü Kur'ân, Kadir gecesinde topluca yüce gökten dünya göğüne indirilmiş, sonra parça parça müteâkib seneler içerisinde yeryüzüne indirilmiştir. Bunu bildirdikten sonra İbn Abbâs bu âyeti okumuştur. Dahhâk ise der Jû : İbn Abbâs şöyle dedi: Kur'ân bütün olarak Levh-i Mahfûz'da Allah katından dünya göğündeki değerli yazıcı meleklerinin yanına indiril­miştir. Bu melekler de yirmi gecede Cebrail'e bunu iletmişlerdir. Cebrâ-îl de yirmi senede bunu Hz. Peygambere indirmiştir. İşte «Yıldızların yerleri üzerine yemîn ederim.» kavlinin mânâsı, Kur'ân'ın belirmesi ve zuhurudur. İkrime, Mücâhid, Süddî ve Ebu Harze de böyle der. Ayrıca Mücâhid der ki: Yıldızların yeri ile gökyüzündeki mevkiîleri kasdedil­miştir. Yıldızların doğuş ve batış yönü de kasdedilmiştir, denilmiştir. Hasan ve Katâde böyle demiş, İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih et­miştir. Katâde ( ^y ) kelimesinin menzilleri demek olduğunu bildirmiş ki Hasan da böyle der. Bununla kasdedilen mânâ ise kıyamet gününde onların dağılmasıdır. Dahhâk der ki : «Yıldızların yerleri üze­rine yemîn ederim.» kavli ile Câhiliye devri insanlarının yağmur yağ­dığı zaman; biz yıldızların düşüş yerinden yağmura tutulduk, dedikle­rinde kasdettikleri, düşüş yeri kasdedilmiştir.

«Gerçekten bilseniz bu, büyük bir yemindir.» Benim yaptığım bu yemîn, gerçekten büyüklüğünü bilseniz çok büyük bir yemindir. Onu bilseydiniz; yemîn edilen şeyi ta'zîm eder, saygı ile karşılardınız : «Şüp­hesiz o, şerefli bir Kur'ân'dır.» Muhakkak ki Hz. Muhammed'e inen bu Kûr'ân, çok büyük bir kitâbdır. «Korunmuş bir kitâbdadır.» Saygıyla muhafaza edilmiş, muazzam bir kitâbda yer alan muazzam bir şeydir. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İsmâîl tbn Mûsâ... tbn Abbâs'tan naklet­ti ki; «Ona arınmış olanlardan başkası dokunamaz.» kavli ile, gökyü­zündeki kitabın kasdedüdiğini söylemiştir. Avfî de îbn Abb&s'tan nak­leder ki; «Arınmış olanlar» dan maksad, meleklerdir. Enes, Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Dahhâk, Câbir İbn Zeyd, Ebu Nehîk, Süddî, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem ve diğerleri de böyle demişlerdir.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn Abd'ül-A'lâ... Katâde'den naklet­ti ki; «Ona arınmış olanlardan başkası dokunamaz» kavli hakkında o, şöyle demiştir : Allah katında arınmış olanlardan başkası ona el süremez. Dünyada ise, pis mecusî de, kirli münafık da ona el sürer. Katâde der ki: Bu İbn Mes'ûd'un kırâetinde şeklindedir. Ebu'l-Âliye der ki: «Ona arınmış olanlardan başkası dokunamaz.» Ey günâh ehli, siz değilsiniz. İbn Zeyd der ki: Kureyş'li kâfirler bu Kur'ân'ın Hz. Peygambere şeytânlar tarafından indirildiğini iddia ediyorlardı. Allah Teâlâ bunun üzerine, ona arınmış olanlardan başkasının dokunamaya­cağını haber vermiştir. Nitekim onu şeytânlar indirmiş değildir. Bu on­lar için münâsib de değildir, buna güçleri de yetmez. Çünkü onlar işit­mekten uzaklaştırılmışlardır. Bu kuvvetli bir sözdür ve daha önce söy­lenenlerin dışına taşmaz. Ferrâ ise «Ona arınmış olanlardan başkası dokunamaz.» kavlinden maksad, onun tadını ve faydasını ancak îmân edenler görürler, demiştir.

Başkaları da derler ki: «Ona arınmış olanlardan başkası dokuna­maz.» Cenabetten ve abdestten temizlenmiş olanlardan başkası doku-namaz. Onlar derler ki: Âyetin ifâdesi bir haber, anlamı ise taleb anla­mıdır. Ve yine onlar derler ki; Burada Kur'ân ile kasdedilen şey Mus­haf dır. Nitekim Müslim, Abdullah îbn Ömer'den nakleder ki; Rasûlul-lah (s.a.) Kur'ân ile düşman topraklarına gitmeyi, düşmanın ona ulaş­masından korkarak yasaklamıştır. Bu konuda İmâm Mâlik'in el-Muvat-ta* isimli eserinde naklettiği rivayeti de delil getirirler. İmâm Malik der ki: Abdullah İbn Ebu Bekr İbn Muhammed İbn Ömer İbn Amr îbn Hazm dedi ki: Rasûlullah (s.a.)ın Amr İbn Hazm'a yazdığı mektupta şu ifâde yer alıyordu : Temiz olanlardan başkası Kur'ân'a dokunmama-lıdır. Ebu Dâvûd da mürsel hadîsler arasında Zührî'den nakleder ki; o, Ebu Bekr İbn Muhammed İbn Amr İbn Hazm'm yanında bulunan bir sahîfede okudum ki; Rasûlullah (s.a.) : Kur'ân'ı ancak abdestli olanlar elleyebilir, demiştir. Bu hadîs bulunarak elde edilmiş olup sağlam bir hadîstir. Onu Zührî ve başkaları okumuşlardır. Bu gibi hadîsleri kabul etmek gerekir. Darekutnî ise bu hadîsi Amr İbn Hazm kanalıyla Abdullah İbn Ömer'e ve ondan da Osman İbn Ebu'l-Âsî'ye isnâd eder ki, bun­ların her birinin isnadının üzerinde durulması gerekir. Allah en iyisini

bilendir.

«Âlemlerin Rabbından indirilmedir.» Bu Kur'ân, âlemlerin Rabbı katından indirilmiştir. Yoksa o, söyledikleri gibi bir büyü, bir kehânet veya şiir mecmuası değildir. Aksine kendisinde şüphe bulunmayan ve onun ötesinde faydalı hiç bir gerçeğin bulunmadığı hakkın kendisidir.

«Siz. bu sözü mü küçümsüyorsunuz?» Avfî, İbn Abbâs'tan nakle­der ki kelimesi; yalanlayıp doğrulamıyorsunuz, anlamı­na gelmektedir. Dahhâk, Ebu Harze ve Süddî de böyle demişlerdir. Mü-câhid ise der ki: Siz, bu sözü küçümseyip onlara yönelmek mi istiyorsu­nuz? demektir.

«Rızkınızı yalanlamakla mı çıkarıyorsunuz?» Bazıları derler ki: Siz, rızkınızı yani şükrünüzü onu yalanlayarak mı yerine getiriyorsu­nuz. Yani şükre karşılık yalanlamak mı? Daha ileride geleceği gibi Ali ve İbn Abbâs'ın bu âyeti «Şükrünüzü ya­lanlamakla mı yapıyorsunuz?» şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. İbn Cerfr Taberi der ki: Heysem İbn Adiyy'in anlattığına göre, Şemure kabilesinin dilinde; falancanın rızkı yoktur, sözü falanca şükretmez an­lamına kullanılmakta imiş. İmâm Ahmed İbn Hanbel de : Bize Hüseyn İbn Muhammed... Hz. Ali'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş : Rızkınızı, yani şükrünüzü yalanlamakla mı yapıyorsunuz? Bize falanca yıldızın düştüğü yerden yağmur yağdırıldı mı diyorsunuz? Aynı şekilde İbn Ebu Hatim de babasından nakleder ki, Mahver İbn İbrahim... İsrâîl kanalıyla bu hadîsi merfû' olarak rivayet etmiştir. Tir-mizî de Ahmed İbn Meni' kanalıyla Hüseyn İbn Muhammed'den bu ha­dîsi rivayet eder ve; hasendir, garîbtir, der. Süfyân da Abd'ül-A'lâ'dan bu hadîsi rivayet eder, ancak Hz. Peygambere kadar ref'etmez. İbn Ce­rîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr... İbn Abbâs'ın şöyle de­diğini bildirdi: Hangi topluluğa yağmur yağmışsa, onlardan bir kısmı küfrederek falanca ve falanca yıldızın düştüğü yerden bize yağmur yağ­dırdı, derler. İbn Abbâs bu âyeti; şükrünüzü yalanlamakla mı yerine ge­tiriyorsunuz? diye okumuş. Bu rivayetin İbn Abbâs'a isnadı sahihtir.

İmâm Mâlik, el-Muvatta'ında der ki: Salih İbn Keysân, Zeyd İbn Hâlid'den nakletti ki; o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) Hudeybiye günü geceleyin yağmış olan yağmurun üzerinde bize sabah namazım kıldırdı. Namazı tamamlayınca halka dönüp buyurdu ki; Rabbınızın ne dediğini biliyor musunuz? Orada bulunanlar : Allah ve Rasûlü en iyisini bilen­dir, dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Rabbınız : Kullarımdan bir kısmı, Bana inanır, bir kısmı inkâr eder oldu. Allah'ın lutfu ve rahme-tiyle bize yağmur yağdırıldı, diyenler Bana îmân etmiş, yıldızları inkâr etmiş olanlardır. Falanca ve falanca yıldızın düştüğü yerden bize yağmur ağdırıldı, diyenler ise Beni inkâr etmiş yıldızlara îmân etmiş olan­lardır, buyurmuştur. Buhârî ve Müslim, Sahîh'lerinde Ebu Dâvûd ve Neseî de bu hadîsi İmâm Mâlik kanalıyla Zeyd İbn Hâlîd'den nakleder­ler. Müslim der ki: Bize Muhammed İbn Seleme... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuş : Allah Teâlâ gökten han­gi bereketi indirmişse, insanlardan bir grup onu mutlaka inkâr etmiş­lerdir. Allah yağmuru indirir, ama insanlar; falanca ve falanca yıldız indirdi, derler. Bu veçhiyle bu hadîsi rivayette Müslim münferid kal­mıştır.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Yûnus... Ebu Hüreyre'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Allah Teâlâ bir topluluğa sabah veya akşam nimet ihsan eder. O nimetle bazı topluluklar kâfir olurlar. Çünkü; falanca ve falanca yıldız tarafından yağmur yağdırıldı, derler. Muhammed İbn İbrâhîm der ki: Ben bu hadîsi Saîd îbn Müseyyeb'e naklettiğimde dedi ki: Doğrusu biz de onu Ebu Hüreyre (r.a.)den işit-miştik. Bana Ömer İbn Hattâb'ın yağmur duasına çıktığına şâhid olan birisi haber verdi ki Hz. Ömer yağmur isteyince Abbâs'a yönelip şöyle demiş : Ey Abbâs, ey Rasûlullah'ın amcası, Süreyya yıldızının düşüş ye­rinden ne kaldı? O dedi ki: Bilginlerin iddiasına göre o. düşüşünden ye­di gün sonra ufukta belirir. Yedi gün geçmedi ki sonunda yağmur yağ­dırıldı. Bu ifâde Allah Teâlâ'nın, kanunu gereği yağmuru indirmeyi ger­çekleştirdiği vakitle ilgili suâle hamledilir. Yoksa o yıldızın düşüş yeri­nin, bizatihi yağmurun inmesinde etkili olduğunu ifâde etmez. Çünkü bu, açıkça inanılması yasak olan bir şeydir. Nitekim Fâtır sûresinin ikinci âyetinde bu konuyla ilgili hadîsler geçmiştir.

îbn Cerîr Taberî der ki: Bana Yûnus, İsmâîl İbn Ümeyye'den —o veya başkası olabilir— nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) yağmura tutulmuş bir adamın; arslan burcunun bulutla yer arasındaki bir kısmından, bize yağmur yağdırıldı, dediğini duymuş ve; yalan söylersin bilâkis o, Al­lah'ın rızkıdır, demiş. Sonra İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Ebu Salih... Ebu Ümâme'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Hangi topluluğa geceleyin yağmur indirilirse, mutlaka onlardan bir grup sa­bahleyin onu inkâr ederler. Sonra Hz. Peygamber «Rızkınızı yalanla­makla mı çıkarıyorsunuz?» âyetini okumuş. O söyleyen kişi; biz falanca ve falanca yıldız vasıtasıyla yağmur elde ettik, der. Ebu Saîd'in merfû' olarak naklettiği hadîste de denilir ki: İnsanlar yedi yıl kıtlık çekip snnra yağmura kavuşsalar yine de; Debrân yıldızının belirmesiyle bize yağmur yağdırıldı, derler.

Mücâhid ise, «Rızkınızı yalanlamakla mı, çıkarıyorsunuz?» kavli hakkında şöyle demiş : Biz falanca ve falanca yıldız tarafından yağ­mura kavuşturulduk, demeleri işte budur. Allah diyor ki: Önün Allah katından lütfedilen bir nzık olduğunu söyleyin. Dahhâk ve bir başkası da böyle demiştir. Katâde der ki: Hasan ise şöyle derdi: Bir topluluğun kendi kendine yapmış olduğu şey ne kötüdür. Allah'ın kitabından ya­lanlamadan başka bir rızık elde, etmediler. Hasan'ın bu sözüne göre âyetin mânâsı şöyle olur : Allah'ın kitabından kendi payınızı onu ya­lanlamak kılıyorsunuz. Nitekim bundan önceki âyet de bunu te'yîd et­mektedir : «Siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz? Rızkınızı yalanlamakla mı çıkarıyorsunuz?»7

İzâhı19

İzâhı

83 — Hele can boğaza gelince,

84 — O vakit görürsünüz siz.

85 — Biz ona sizden daha yakınız, ama görmezsiniz.

86 — Mademki ceza görmeyecekmişsiniz,

87 — Onu geri çevirsenize. Şayet sözünüzde samimî iseniz.

Can Boğaza Gelince. 19

Can Boğaza Gelince

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Hele can boğaza gelince» Rûh, ölüm amnda boğaza gelince. Nitekim kıyamet sûresinde de şöyle buyurulur : «Dikkat edin; can boğaza gelip köprücük kemiklerine dayandığı zaman: Çâre bulan yok mudur? denir. Artık ayrılık vaktinin geldiğini sanır. Ba­caklar birbirine dolaşır. O gün sevk Rabbırun huzûrunadır.» (Kıyamet, 26-30) Bunun için burada da «O vakit görürsünüz siz.» buyuruyor. Ölüm geldiği ve ölüm sarhoşluğunun belirdiği vakit, siz görürsünüz. «Biz ona sizden daha yakınız.» Yani meleklerimizle. «Ama göremezsiniz.» Fakat siz onları göremezsiniz. Nitekim En'âm sûresinde de şöyle buyurmaktadır; «O; kulları üzerinde yegâne hâkimdir. Ve size, koruyucular yollar. Nihayet herhangi birinize ölüm gelince, elçilerimiz bir eksiklik yapmak­sızın onun canını alırlar. Sonra onlar, gerçek mevlâlanna döndürülür­ler. Dikkat edin, hüküm O'nundur. Ve O, hesâb görenlerin en sür'atli-sidir.» (En'âm, 61-62),

«Mademki ceza görmeyecekmişsiniz, onu geri çevirsenize. Şayet sözünüzde samîmi iseniz.» Canı boğazına gelmiş olan bu kişinin canını yerine döndürsenize. Eğer samimî iseniz onu bedenindeki karargâhına geri çeviriniz. İbn Abbâs kelimesine; eğer hesaba çekilen­lerden iseniz, anlamını vermiştir. Mücâhid, îkrime, Hasan, Katâde, Dah-hâk, Süddî ve Ebu Harze'den de benzer bir rivayet nakledilmiştir. Saîd İbn Cübeyr ve Hasan el-Basrî ise; eğer siz kıyamet günü diriltilip ceza­landırılacağınızı doğrulanmıyorsanız, bu canı geri yerine döndürün, diye mânâ vermişlerdir. Mücâhid ise kelimesine; yakîn ge-tirmiyorsanız, anlamını vermiştir. Meymün İbn Mihrân da; azâblandı-rılmayan ve kahra uğramayanlar, diye mânâ vermiştir.8

88 — Eğer o kişi gözdelerden ise;

89 — Rahatlık, güzel rızik ve Naîm cenneti.

90 - Şayet sağcılardan ise;

91 — Selâm sana sağcılardan.

92 — Eğer sapık yalanlayıcılardan ise;

93 — İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet,

94 — Ve cehenneme atılış.

95 — Şüphesiz ki bu; kesin gerçeğin kendisidir.

96 — Öyleyse Rabbını büyük adıyla tesbîh et.

Ve Gözdeler19

Ve Gözdeler

Bu üç hâl; insanların ölüm geldiği sıradaki halleridir. Ya gözdeler den olacaklardır, ya da gözdelerin aşağısında sağcılar arasında yer ala caklardır veya hidâyetten sapmış, hakkı yalanlayan, ve Allah'ın emrin den câhil olanlar arasında yer alacaklardır. Bunun için Allah Teâlâ «Eğer o kişi gözdelerden ise» buyurmaktadır. Yani ölen kişi. Gözdeler; vâcib ve müstehablan yapan, haram ve mekruhları "terkeden, bazı mu­bahları da yapmayan kimselerdir. «Rahatlık, güzel nzık ve Naîm cen­netleri.» Onlar için rahatlık, güzel rızık vardır. Ölecekleri sırada melek­ler onlara bunu müjdelerler. Berâ İbn Azib'den nakledilen hadîste geç­tiği gibi; rahmet melekleri onlara : Ey tertemiz bedendeki tertemiz rûh, sen onu canlı kılmıştın. Şimdi rahatlık, güzel rızık ile kızmayan Rabbı-nm huzuruna çık, derler.

. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'ın kelimesine rahatlık kelimesine istirahat anlamını verdiğini söyler. Mücâhid de aynı şekilde kelimesinin istirahat anlamına geldiğini bil­dirir. Ebu Herze der ki: Bu kelime dünyada rahat demektir. Saîd İbn CÜbeyr ve Süddî ise kelimesinin sevinç anlamına geldiğini bildirir. Mücâhid, «Rahatlık, güzel rızık» anlamına gelsn kelimelerinin, cennet ve rehavet olduğunu bildirir. Katâde rahatlığın rahmet olduğunu söylerken, İbn Abbâs, Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr kelimesinin, rızık anlamına geldiğini bildirir. Bütün bu sözler birbirine yakındır ve sahihtir. Kişi gözdelerden olarak ölürse, onun için rahat, istirahat, rahmet, sevinç, sürür ve güzel rızkın hepsi gerçekleşir. Ve bir de «Naîm cenneti.» Ebu'l-Âliye der ki: Gözdelerden olan bir kişi cennet çiçeklerinden bir dal getirilinceye kadar, ruhu bede­ninden ayrılmaz. Ancak onun kokusuyla ruhunu teslîm eder. Muham-med İbn Kâ'b der ki: İnsanlardan hiç birisi cennetlik mi yoksa cehen­nemlik mi olduğunu bilmeden ölmez. Biz, İbrâhîm sûresinde ölüm ânında ortaya çıkacak durumla ilgili hadîsleri açıklamıştık. Eğer bu ha­dîsler burada yazılmış olsaydı daha güzel olurdu. Bu hadîsler arasında Temîm ed-Dârî'nin Rasûlullah (s.a.)tan naklettiği şu hadîs de bulun­maktadır : Allah Teâlâ ölüm meleğine der ki: Falancaya var ve onu bana getir. Çünkü ben, onu sıkıntı ve sevinçlerle tecrübe ettim ve seve­ceğim şekilde buldum. Onu bana getir, elbette onu dinlendireceğim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ölüm meleği beraberinde beş yüz me­lekle birlikte ona varır. Yanlarında kefenler ve cennet kokuları taşırlar. Beraberlerinde reyhan demetleri vardır. Her bir reyhanın kökü aynıdır fakat dalında yirmi çeşit reyhan bulunur. Her çeşidin diğerine benzer bir kokusu vardır. Onlar beraberlerinde, içinde misk bulunan beyaz bir ipeği de taşırlar. Hadîsin tamâmı İbrâhîm sûresinde geçmişti. Bu âyetle ilgili olarak pekçok hadîs vârid olmuştur. Nitekim İmâm Ahnıed İbn Hanbel der ki: Bize Yûnus İbn Muhammed... Hz. Âişe'den nakletti ki: o, Rasûlullah (s.a.) in bu âyeti rânın Ötüresi ile şek­linde okuduğunu duymuş. Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî de Hârûn ka­nalıyla bu hadîsi Hz. Aişe'den naklederler. Tirmizî; bu hadîsi yalnızca Harun'dan naklen bilmekteyiz, der. Bu kırâet yalnızca Ya'kûb'un kıraetidir. Ötekiler buna muhalefet ederek rânm fethası ile ( şeklinde okumuşlardır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Hasan... Abdurrahmân îbn Nevfel'den nakletti ki; o, Muâz'ın kızı Dürre'nin, îbn Hânî'den şöyle de­diğini duymuş : O Hz. Peygambere demiş ki: Biz öldüğümüz zaman bir­birimizi ziyaret eder miyiz, birbirimizi görür müyüz? Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Ruh, ağaca konan bir kuş gibi olur. Kıyamet günü olun­ca her rûh bedenine girer. Bu hadîste bütün mü'minler için bir müjde vardır. Bu hadîsin sahîh olduğuna İmâm Ahmed'in, İmâm Muham-med İbn İdrîs eş-Şafiî'den, onun İmâm Mâlik İbn Enes'ten, onun' Zührî'-den, onun Abdurrahmân İbn Kâ'b İbn Mâlik'ten, onun babasından, onun Rasûlullah (s.a.)tan naklettiği şu hadîs de delildir : Mü'minin ru­hu ancak cennet ağacına konmuş bir kuş gibidir. Nihayet Allah onu dirilteceği gün, cesedine geri döndürür. Bu hadîsin isnadı muazzam, metni de sağlamdır. Rasûlullah (s.a.), sahîh bir hadîste şöyle buyurur! Şehîdlerin rühlan yeşil bir kuş şeklindedir. Cennette diledikleri yere doğru kanatlanırlar. Sonra Arş'a asılmış bulunan kandillere konarlar. Bu hadîs Âl-i İmrân sûresinde geçmişti.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Afrân, Hammâm'dan, o da Atâ İbn Saîd'den nakletti ki; o şöyle demiş : Ben Abdurrahmân İbn Ebu Leylâ'yı tanıdığım ilk gün, onun ak saçlı ve ak sakallı bir ihtiyar oldu­ğunu, merkebin üzerine binmiş, bir cenazenin peşinden gittiğini gör­müştüm. Ve o zaman şöyle dediğini duymuştum : Bana falan oğlu falan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.)m şöyle dediğini duymuş: Kim Allah'a ulaşmaktan hoşlanırsa; Allah da onu kendisine ulaştırmaktan hoşlanır. Kim de Allah'a ulaşmaktan nefred ederse; Allah da onunla buluşmak­tan nefret eder. Orada bulunanlar; bunun üzerine ağlamaya koyuldu­lar. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Sizi ağlatan şey nedir? Onlar : Biz ölüm­den hoşlanmayız, dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Bahis mevzuu olan o değildir. Fakat kişi ölüm döşeğine düştüğünde: «Eğer o kişi gözdelerden ise; rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti.» vardır. O kişiye bu müjde verildiğinde. Allah Azze ve Celle'ye ulaşmak ister. Allah Azze ve Celle de onun kendisine ulaşmasından daha çok sevinç duyar. Ama o kişi «Eğer sapık yalanlayıcılardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet.» Ona da bu durum haber verilince; Allah'a ulaşmaktan nefret eder, halbuki Allah onunla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir. İmâm Ahmed İbn Hanbel böyle rivayet eder. Hz. Âişe'nin naklettiği sa­hîh hadîs de bu anlamda bir şâhiddir.

«Şayet sağcılardan ise; selâm sana sağcılardan.» Eğer Ölmek üzere olan kişi; sağcılardan ise, melekler ona şöyle müjde verirler : Selâm ol­sun sana. Yani senin üzülmen gerekmez, çünkü sen selâmettesin, çünkü sen sağcılardansın. Katâde ve ibn Zeyd ise bunu; sen Allah'ın azabından kurtuldun ve ona Allah'ın melekleri selâmet diledi, anlamını ver­mişlerdir. Nitekim İkrime de; ona melekler selâm verir ve kendisinin sağcılardan olduğunu bildirirler, demiştir. Bu güzel bir mânâ olup Al­lah Teâlâ'nm Fussilet süresindeki şu kavline benzemektedir : «Muhak­kak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikâmet tuttu­ranların üzerine melekler iner, onlara; Korkmayın, üzülmeyin, size va'-dolunan cennetle sevinin, derler. Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız. Burada canlarınızın çektiği şeyler sizedir ve burada umduğunuz herşey var. Gafur, Rahîm olanın ikramı olarak.» (Fussilet, 30 - 32).

Buhârî der ki: «Selâm sana» Senin sağcılardan olduğun kesin­dir (...)

«Eğer sapık yalanlayıcılardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılış.» Eğer Ölmek üzere olan kişi, hakkı yalan­layan ve hidâyetten dönmüş olan yalanlayıcılardan ise; onun için ka­rınları ve derileri eriten sıcak sudan bir ziyafet vardır. Ve yine onun her yönden kuşatılacağı, cehenneme atılacağı kararlaştırılmıştır.

«Şüphesiz ki bu; kesin gerçeğin kendisidir.» Bu haber kesin gerçe­ğin kendisidir, onda asla şüphe olmadığı gibi, hiç bir kimsenin de kaçıp kurtulması mümkün değildir.

«Öyleyse Rabbını büyük adıyla tesbîh et.» İmâm Ahmed îbn Han-bel der ki: Bize Ebu Abdurranman... Ukbe İbn Âmir'den nakletti ki; bu âyet nazil olduğunda Rasûlullah (s.a.) onu rükûunuzda söyleyin demiş. A'lâ süresindeki «Rabbını en yüce adıyla teşbih et.» âyeti nazil olunca da; bunu secdelerinizde söyleyin, demiş. Ebu Dâvûd ve îbn Mâce de bu hadîsi Abdullah îbn Mübarek kanalıyla... Ukbe İbn Âmir'den nakle­derler. Revh İbn Ubâde de... Câbir'den nakleder ki; Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kim; yüce Allah'ı hamd ile tesbîh ederiz derse; onun için cennette bir hurma ağacı dikilir. Bu hadîsi Tirmizî de aynı şekilde zikretmiştir. Ayrıca Tirmizî ve Neseî, bu hadîsi Hammâd İbn Seleme kanalıyla... Câbir'den rivayet ederler. Tirmizî; bu hadîs, hasen ve garîb-tir, Ebu Zübeyr'in dışında bir başkasından rivayetini bilmiyoruz, der. Buhârî de kitabının sonunda der ki: Bize Ahmed İbn îşkâb... Ebu Hü-reyre'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İki kelime var­dır ki; bunlar, dilde hafîf mizanda ağırdırlar ve Rahmân'a sevimlidirler. Bunlar: Allah'ı hamd ile.tesbîh ederiz; Yüce Allah'ı tesbîh ederiz, cüm­leleridir, Ebu Dâvûd dışında diğer hadîs imamları da bu hadîsi Muham-med İbn Fudayl kanalıyla... Ebu Hüreyre'den naklederler. İfâde aynen bunun benzeridir.9